VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Tamamı Mekke döneminde nâzil olan bu mübarek sûre-i celile; doksanaltı Âyet-i kerime, üçyüz doksansekiz kelime, binyediyüzüç harften teşekkül etmiştir.
İlk Âyet-i kerime’sinde geçen ve: “Büyük hadise” yani “Kıyamet” mânâsına gelen “Vâkıa” kelimesi, bu sûre-i şerif’e isim olmaktadır.
“Vâkıa”, hem bu sûre-i şerif’in adı, hem de konusudur. Kıyametin birgün gelip mutlaka kopacağını haber vererek başlamakta ve ahiret hayatından sahneler gözönüne sermektedir.
“Vâkıa” ile “Rahman” sûre-i şerifleri arasında büyük bir ilgi vardır. İkisinde de cennet ve cehennem sakinleri hakkında bilgi verilmektedir. Her ikisi de aynı hususları ele aldığı için tek bir sûre gibidirler. Birinin sonunun diğerinin başı ile ilişkisi olması dolayısıyla benzer muhtevalara sahiptirler.
Fazileti:
Vâkıa sûre-i şerif’inin faziletine dair bazı Hadis-i şerif’ler nakledilmiştir.
Şöyle ki:
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Vâkıa sûresi zenginlik sûresidir. Onu hem okuyunuz, hem de çocuklarınıza öğretiniz.” (Deylemî)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- ölümle sonuçlanan hastalığa yakalanmıştı, yatağında yatıyordu. Hazret-i Osman -radiyallahu anh- ziyaretine geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçti:
-Şikâyetin nedendir?
-Gürahlarımdan.
-Canın neyi arzuluyor?
-Rabbimin rahmetini.
-Senin için bir doktor getirteyim mi?
-Beni doktor hastalandırdı.
-Sana bir bağış verilmesini emredeyim mi?
-Benim bağışa ihtiyacım yok.
-Senden sonra kızlarının olur.
-Kızlarımın fakirliğe düşeceğinden mi korkuyorsun? Ben kızlarıma emrettim, onlar her gece Vâkıa sûresini okurlar.
Cünkü ben Resulullah Alayhisselâm’ın şöyle buyurduğunu işittim:
“Her gece Vâkıa suresini okuyan kimseye aslâ fakirlik gelmez.” (İbn-i Asâkir)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- validemiz:
“Sizden kimse Vâkıa sûresini okumaktan âciz olmasın.” buyurmuşlardır.
Muhtavâsı:
Bu mübârek sûre-i şerif kıyamete dâir açıklamalarla, her türlü şüpheyi ortadan kaldıracak ifadelerle başlamakta; yerin sarsıldıkça sarsılacağını, dağların darmadağın olup un ufak olacağını beyan etmektedir.
Daha sonra hesap gününde insanların üç sınıfa ayrılacağını ve herbirinin âkibetlerini; karşılaşacakları nimetleri ve azapları bildirmektedir.
“Mukarreb”lerin büyük bir kısmının geçmişte yaşamış ümmetlerden, bir kısmının da sonrakilerden olduğu; mukarreblerin cennetlerinin vasıfları anlatılmaktadır.
“Ashab-ı yemin” adı verilen müminlerin birçoğunun önceki ümmetlerden, birçoğunun da sonrakilerden olduğu; cennette kavuşacakları nimetler gözler önüne serilmektedir.
“Ashab-ı şimal” adı verilen kâfirlerin ise ne kadar bahtsız oldukları, cehennemde görecekleri azap çeşitleri korkunç bir şekilde beyan edilmekte, dünyadaki durumlarının çirkinliği ortaya konulmakta, yalanlamalarının kendilerini ne kadar alçalttığı açıklanmaktadır.
Öldükten sonra dirilme, mahşere sevk edilme ve hesaba çekilme ile ilgili deliller sıralanmakta; Allah-u Teâlâ’nın azamet ve kudreti bütün açıklığı ile zihinlere yerleştirilmektedir.
Yıldızların yerlerine yemin edilerek kerim olan bu Kur’an’ın, âlemlerin Rabbi tarafından indirildiği, koruma altında olan bir Kitap’ta yazılı olduğu, ancak temizlenmiş ve arınmış olanların ona el sürebileceği, böyle bir yeminin büyük bir yemin olduğu hatırlatılmaktadır.
Nihayet insanları ölüm esnâsındaki bir sahne ile uyarmakta, can çekişen kişinin durumu; mukarreblerin ve sâlihlerin ahiretteki güzel âkibetleri ile kâfirlerin kötü âkibetleri tasvir edilerek sona ermektedir.
Kıyamet Hadisesi:
“Vâkıa”; kıyametin isimlerinden bir isimdir. Kıyametin vukuu, yani gerçekleşmesi kesin bir vâkıa olduğu, gelecekte muhakkak surette meydana geleceği için bu isim verilmiştir. Zira Allah-u Teâlâ’ya göre, meydana gelmesi kesin olan bir hadise, gelmiş gibi kabul edilir.
“Kıyamet koptuğu zaman!” (Vâkıa: 1)
Kıyametin kopması, sûra üfürüldüğü zaman olacaktır. İşte bu esnâda hayal bile edilemeyecek, kelimelerle anlatılamayacak, çok korkunç ve dehşet verici şeyler olacaktır.
“Onu yalanlayacak hiç kimse olmaz.” (Vâkıa: 2)
Allah-u Teâlâ kıyametin gerçekleşmesini dilediğinde, onu önleyecek hiç bir engel olmadığı gibi; onun meydana gelişini yalanlayan, bugünkü yalancılar gibi bir tek yalancı bulunmaz. Azabı açık açık görecekleri için artık inkâr edemezler ve çaresizce doğrulamaya mecbur olurlar.
“O alçaltıcı, yükselticidir.” (Vâkıa: 3)
Dünyada iken iman etmeyi kibirlerine yediremeyen, ilâhî buyruklara iltifat etmeyen, ölümden sonra dirilmeyi red ve inkâr eden kimseleri aşağıların aşağısına, esfel-i sâfilin’e düşürür. İsterse onlar kendilerini şerefli ve seçkin kişiler sansınlar.
İman şerefiyle müşerref olan, kulluğun gereğini yerine getiren bahtiyar müminleri ise yücelerin yücesine, a’lâ-i illiyyîne yükseltir.
Şakîleri cehennemin dibine savurup atmak suretiyle alçaltır, said olanları da cennetlerinin yüksek derecelerine kavuşturur. Herkes lâyık olduğu dereceyi bulur.
Bazılarını düşürür alçaltır, bazılarını kaldırır yükseltir. Çünkü görülüyor ki devletleri yıkan ihtilâl gibi büyük hadiseler; nice kimseleri aşağıya düşürmekte, nicelerini de yükseklere kaldırmaktadır.
“Yer şiddetle sarsıldığı zaman.” (Vâkıa: 4)
Kıyamet koptuğu an yer dehşetle sarsılıp yerinden oynar, mevcut düzen alt-üst olur. Zelzele belirli bir bölgeyi değil, bütün yeryüzünü kaplar.
Hayal etmenin bile ürperti vereceği sıkıntılı ve korkulu durumlarla karşı karşıya kalınır.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kıyamet saatinin zelzelesi, şüphesiz ki çok büyük bir şeydir.” (Hacc: 1)
Kıyametin numunesi zelzelelerdir. İnsanoğlu zelzeleye karşı koyacak güce sahip değildir, insan böyle bir zamanda aczini idrak eder. Zelzele hiç bir zaman “Ben geliyorum!” demez, bir anda ortalığı harabeye çevirir. Gelmesi ile gitmesi bir olur.
Zelzeleler kıyametin açık bir delilidir, bize büyük kıyameti haber vermektedir.
“Dağlar parçalanıp da toz duman haline geldiği zaman.” (Vâkıa: 5-6)
Dünya nizamının alt-üst olacağı o büyük hadise vuku bulduğunda, dağlar o muhteşem cesametleri ve ağırlıkları ile beraber yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılır.
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi haline gelir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor: “Yerlerini dümdüz, bomboş bırakacaktır.” (Tâhâ: 106)
Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı görülür, yüksek ve alçak hiç bir şey kalmaz.
___________________________________________________
VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
İnsan Sınıfları:
Dünya nizamı alt-üst olduğu, o büyük kıyamet hadisesi gerçekleştiği ve bunun neticesi olarak da ahiret hayatına geçildiği zaman, insanlar umumi mânâda üç sınıfa ayrılırlar:
“Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman!” (Vâkıa: 7)
Bu ayırımı bizzat Allah-u Teâlâ yapmaktadır. İnsanlar ilâhî huzurda mertebe mertebe ayrılacaklar, üç sınıfa bölünecekler, iki sınıf cennette bir sınıf cehennemde olacaktır. İlk insandan itibaren kıyamet gününe kadar bütün insanlık bu üç sınıf içinde yerini alacaktır.
Daha sonra Allah-u Teâlâ bu üç sınıfı açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
“Sağın adamları, ne uğurludurlar onlar!” (Vâkıa: 8)
Bunlar öyle mesut, öyle bahtiyar insanlardır ki; amel defterleri kendilerine sağlarından verilir ve sağlarından alınır, Arş’ın sağında yerlerini alırlar. Bu yüksek şeref sahipleri bütünüyle cennet ehlidirler.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın sonsuz ihsan ve ikramına nâil olmuş, lütuf birlik ve beraberliğine dâhil olmuş, rızâ ve hoşnutluğunu kazanmış, böylece cennetin yolunu tutmuşlar, Cemâlullah’a vâsıl olmuşlardır.
“Solun adamları, ne uğursuzdurlar onlar!” (Vâkıa: 9)
Bunlar ise öyle bedbaht, öyle uğursuz kişilerdir ki; amel defterleri kendilerine sollarından verilir ve sollarından alınır, Arş’ın solunda yerlerini alırlar. Uğursuzlukları hem kendilerine hem de yakınlarına dokunan bu hayırsız, bereketsiz kişiler cehenneme sürüklenirler. Son derece perişan bir hâldedirler.
Bunlar yaratan ve yaşatana, engin nimetleriyle donatana tâbi olmayıp isyan etmişler; Hâlik-ı kerim’e hasım kesilmişler, O’nun ilâhî emir ve hükümlerini dinlemeyip alaya almışlar, böylece de cehennemdeki kötü akıbete müstehak olmuşlardır. Yaptıkları bütün iş ve icraatları noksansız olarak orada bulurlar.
Bunların hepsinin önünde olmak üzere:
“Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar!” (Vâkıa: 10)
Âyet-i kerime’de geçen “Sâbikûn” kelimesinin türemiş olduğu “Sebk” kelimesinin mânâsı: “Yürüyüşte öne geçmek” demektir.
Bunlar öne geçip Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde yarışanlardır. O’nun hoşnutluğunu elde etmeye çalışırlar. Bunlar kitapları sağ tarafından verilmiş olan müminlerden daha hususi, daha değerli ve daha üstün olup, onların önderleridir. Bütün mânevî makam ve mertebelerin ilerisinde bulunurlar. Peygamberler, sıddıklar, şehitler bunların arasında yer alırlar. Sayıları çok azdır.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın zâtına çektiği, hıfz-u himâyesine, tasarruf-u ilâhîsine aldığı, sevip beğendiği, hem nuru ile hem de Kudsî ruh’la desteklediği, Sıddıkiyet makamına çıkardığı has ve hususi kullarıdır.
“Sâbikûn”un erişecekleri dereceler, hâl ve şanlar insan aklinin idrâkinin üstünde olduğuna işaret için “Sâbikûn”dan “Sabikûn”la haber verilmiş, “Sâbikûn sâbikûndur.” buyurulmuştur. Bu ise: “Onların ahirette görecekleri nimetlerden bu dünyada haber vermek mümkün değildir.” demektir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır.” (Fâtır: 32)
İşte asıl peygamber vârisi olanlar, Allah-u Teâlâ’nın övgüsüne ermiş olanlar bunlardır. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın hem nurunu, hem de vekâletini yani emanet-i ilâhîyi taşırlar.
“İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir.” (Fâtır: 32)
Bu büyük ikram ve ihsana ancak O’nun dilemesi ile ulaşılır. Onların hâl ve şanları her türlü takdirin üstünde güzeldir. Uğur ve bereketleri her bakımdan gıpta edilecek bir durumdur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki kadar aydın, onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız gibidir.” (Buhârî. Tecrid-i sarih: 1343)
Sehl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivâyet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Muhakkak ki ümmetimden, cennete yetmişbin veya yediyüzbin kişi girecek. Öyle ki sonrakiler girmeden öndekiler girmeyecektir. (Saf hâlinde girecekler.) Yüzleri ayin ondördü gibi olacaktır.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1344)
Bunlar Nur’unun nuru, kehribarın tozu, Resulullah Aleyhisselâm’ın vekilleridir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın şefaat izni verdiği kimselerdir. Bu ise derece derecedir. Onlara bahşedilen bu şefaat sayesinde, en son neferini toplayıp cennete koymadıkça kendisi girmeyecektir.
Daha sonra Allah-u Teâlâ şöyle buyurarak onları övmüştür:
“İşte onlar mukarreblerdir (Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır).” (Vâkıa: 11)
Bunlar “Mukarrebûn” ünvanını almışlardır, mânevî kurbiyete nâil ve dahil olmuşlardır. Sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetindedirler. Dünyada O’nunla oldukları gibi, ahirette de O’nunladırlar.
“Naîm cennetindedirler.” (Vâkıa: 12)
Nimet kelimesinden daha geniş bir muhtevaya sahip bulunan Naîm, insana mutluluk veren maddî ve mânevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre “Cennâtün-naîm”, mutluluklarla dolu cennetler demektir.
Bir delikanlı bir kıza âşık olmuş. Fakat o çok sevdiği kızı çok güzel bir bahçenin köşküne kapatmışlar, o genci de bahçede bırakmışlar. O bahçe ona zindan gibi gelmez mi? Çünkü onun gayesi bahçe değil.
Allah-u Teâlâ’ya âşik olan kimseler de cennete o nazarla bakarlar. Çünkü gayeleri cennet-i âlâ degil, Cemâlullah’tır.
Binaenaleyh onlar cennetlerin en âlisindedir. Onlar hem orada her an Allah-u Teâlâ iledirler, O’na nazar ederler, O’nunla mülâkat yaparlar; hem de Allah-u Teâlâ onları orada en güzel bir şekilde yaşatır.
Onlar dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı tercih ettiği için, Allah-u Teâlâ da onları tercih etmiş, onları huzuruna almış, mülâkatına kabul buyurmuş.
Onlar en güzel ameli yaptığı için, en güzel nimetler yine onlarındır. Onlar pek büyük ve yüksek cennetlerde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, maddî ve mânevî nimetlerle huzur ve lezzet içindedirler.
Bunlar nâdir olarak gelenlerdir, yüz senede bir gelirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Her asırda benim ümmetimden ‘Sâbikûn=önde gelenler’ vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki ilâhî inâyet ve merhamet o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için geleceği tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (Nevâdirül-usûl)
Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzü halkına vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer veya tehir eder.
Dünyada olduğu gibi mahşerde de, sıratta da böyledir.
Musa Aleyhisselâm’a denizi yol yapan Hazret-i Allah, bu sevgili kulları da cehennemin üstüne yol yapar.
__________________________________________________________
VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Evvelkiler ve Sonrakiler:
“Onların büyük bir kısmı eski ümmetlerdendir.” (Vâkıa: 13)
Önceki ümmetlerin içinde “Sâbikûn” yani öncülerin çok olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Çünkü Âdem Aleyhisselâm’dan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin zaman-ı saâdetlerine gelinceye kadar yüzyirmidört bin peygamber gelip geçmiştir.
Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“İki cennet Allah-u Teâlâ’ya çok yaklaştırılmış olan mukarreblere (öncülere) verilecektir. Onların oradaki eşyaları altından olacaktır.
Diğer iki cennet de, kitapları sağlarından verilen Ashab-ı yemin’e verilecektir. Onların eşyaları da gümüştendir.” (Feth’ül-bâri)
Azlık ve çokluk sayıya göredir, onların hepsi de cennette olacaklardır.
“Onların bir kısmı da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 14)
Geçmiş ümmetlere çok sayıda peygamber gönderildiği için onların içinde “Sâbikûn” yani öncüler çoktur. Bununla beraber ümmet-i Muhammed içinde “Öncüler”e uyanlar, geçmiş ümmetlerin öncülerine uyanlardan daha çok olacaktır. Zira onlar cennetliklerin yarısından çoğunu teşkil edeceklerdir.
Çünkü onlar:
“Siz beşeriyet için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” (Âl-i imran: 110)
Âyet-i kerime’sindeki şerefe mazhar olmuşlardır.
Onların bu fazileti Hakk katında malumdur ve Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Onlara bu lütfu bahşederek bütün ümmetlerden üstün kılmıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Bizler en son gelenleriz. Fakat kıyamet gününde en başa geçenler de biz olacağız. Şu kadar var ki her ümmete kitap bizden önce verilmiş, bize onlardan sonra verilmiştir.” buyurmuşlardır. (Müslim: 855)
Onların bütün ümmetlerden hayırlı olmaları, tâbi oldukları âlicenap Peygamber’in Allah katındaki faziletinden dolayıdır.
Ashab-ı yemin’in de fazileti “Sâbikûn”a uymalarından ileri gelmektedir.
Cennette Kavuşacakları
Göz Kamaştırıcı Nimetler:
“İleri geçenler” için neler hazırlandığını bildirmek, onlara verilen ruhânî ve cismânî nimetleri açıklamak ve zihinlerde hayâl ettirmek için şöyle buyuruluyor:
“Altın ve mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler.” (Vâkıa: 15)
Allah-u Teâlâ kullarının anlamalarına kolaylık sağlamak için o nimetleri dünya nimetlerinin isimlerini vererek anıyor. Yoksa bunların vasıflarını bütünüyle anlamak ve kavramak imkânsızdır. Huzur ve emniyet içinde oturacakları, altın ile dokunmuş, inci ve yakut kakmalı öyle tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
“Onların üzerine karşılıklı olarak yaslanırlar.” (Vâkıa: 16)
Diledikleri gibi otururlar, diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler. O tahtlar üzerinde kurulurlar, birbirlerine kemâl-i hürmetle nazar ederler, birbirleriyle karşılıklı olarak sohbet ve muhabbet ederler. Nâil oldukları nimetin huzuruna ermiş bir şekilde gayet rahattırlar, aslâ sıkıntıları olmaz.
Sonra gelen Âyet-i kerime’lerde Mukarrebler’in Allah-u Teâlâ’nın sonsuz ihsan ve ikramlarına nâil olacakları temsillerle beyan buyurulmaktadır:
“Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır.” (Vâkıa: 17)
Vildan ve Gılman ismi verilen, sonsuzluğa ermiş genç delikanlılar hizmetlerinde bir an bile olsun aslâ kusur etmezler. Saygılı ve naziktirler. Güler yüzlü ve tatlı sözlüdürler. Hep aynı hâlde kalırlar, büyüyerek vasıfları değişmez. Her zaman gençliğin tazelik ve zindeliğinde bulunurlar, hiç yaşlanmazlar.
“Akıp giden şarap kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.” (Vâkıa: 18)
Bitip tükenmelerinden ve boşalmalarından yana endişeleri olmayacak şekilde akıp duran ırmaklar cennet şarapları ile doludur.
Hizmetçi Vildan’lar kulpsuz, yuvarlak ve büyük büyük kadehlerle; kulplu, parlak, şeffaf ibrik ve sürahilerle pınarlardan akan şarap dolu kâselerle dolaşırlar.
“Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.” (Vâkıa: 19)
Baş ağrısı yapmaz, şuuru zedelemez, baş döndüren tadına rağmen aklı gidermez, hâlsizlik doğurmaz, lezzetleri kesilmez, ne kadar içilirse içilsin hiçbir zaman bitip tükenmez, alabildiğine zevk ve neşe verir.
“Beğendikleri meyveler.” (Vâkıa: 20)
O hizmetçiler yanlarında envâi çeşit meyvelerle dolaşarak onlara takdim ederler. O meyvelerin hepsi de güzel ve lezzetli olmasına rağmen; içlerinden en iyisini, bunca çeşit arasından en üstününü, canlarının çektiğini seçerler.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Naîm cennetlerinde türlü meyveler kendilerine ikram edilmektedir.” (Saffat: 42-43)
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.
Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyve yemeleri, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.
“Canlarının çektiği kuş etleri.” (Vâkıa: 21)
Şüphesiz ki cennetin kuşları da dünyadakilerden çok farklıdır. Etlerinin posası yoktur. Her biri ilâhî kudret eliyle yaratıldığından dolayı son derece nefis ve lezzetlidir. Canları nasıl çekerse, ister kızartılmış, ister pişirilmiş olarak yerler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-e:
“Sen cennette iken canın kuş arzu edecek, o da senin önüne kızarmış olarak düşüverecektir.” buyurmuşlardır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Cennet kuşları melez deve gibi cennet ağaçları arasında yayılırlar.” buyurduğunda Ebu Bekir -radiyallahu anh-: “Yâ Resulellah! Demek ki bunlar çok değerli kuşlardır!” dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Onun yenilişi kendinden de güzeldir.” buyurdu ve bu sözünü üç kere tekrarladıktan sonra:
“Doğrusu ben senin de o kuşlardan yiyecek kimselerden olmanı ümit ederim.” buyurdu. (Ahmed bin Hanbel)
Meyve ve et, dünya hayatında insanın dengeli beslenmesi için son derece lüzumludur. Ahiretteki meyve ve et ise dünyadakilerden çok farklıdır, sırf zevk ve lezzet almaları için, canlarının çektiği anda onlara bu gibi çeşitli nimetler bahşedilir.
“Onlar için ceylan gözlü huriler vardır.” (Vâkıa: 22)
Hurilerin vasıfları anlatılmakla tükenmez. Allah-u Teâlâ’nın Cemal ve Lâtif sıfatlarının tecellileriyle vücut bulmuşlardır. Tarifi mümkün olmayan şekil ve endama, çarpıcı zerafete sahiptirler.
Hurilerin güzellikleri yanında huyları da güzeldir. İffet ve hayâ numunesidirler. Daha önce bir insan dokunmadığı gibi cin de dokunmamıştır.
“Gün görmemiş inciler gibi.” (Vâkıa: 23)
Hiç kimsenin elleyip dokunmadığı, bakıp yıpratmadığı korunmuş incilerdir.
Meyil ve muhabbetleri, kime bağışlanmışlarsa sadece onlaradır. Başkaları onlara şehevî bir ilgi duymadığı gibi, onlar da eşlerinden başkalarına karşı böyle bir duygu beslemezler.
Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.
“İşledikleri amellerine karşılık olarak.” (Vâkıa: 24)
Cennete girmek, Allah-u Teâlâ’nın bir ikram ve ihsanıdır. İnsanın yapmış olduğu ameller ise, cennette derecelerin yükselmesine sebep olur. İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.
“Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar.” (Vâkıa: 25)
Cennetin mükemmelliklerinden birisi de, onların yakışık almayan her türlü sözden uzak olmalarıdır. Selim sözler konuşulur. Birbirlerinden ancak esenlik ihtiva eden sözler işitirler. Lâubalilik, boş söz, kötü söz duymazlar. İşittikleri sözlerden onlara bir günah da gelmez.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Orada hoşa gitmeyen boş bir söz dahi işitmezler.” (Ğaşiye: 11)
Bu bile başlı başına, cennet nimetlerinden bir nimettir.
“Sadece selâma karşılık selâm sözü işitirler.” (Vâkıa: 26)
Kendi aralarında selâmı yayarlar ve ardı ardına selâmlaşırlar. Selâm bu dünyada nasıl alınıp veriliyorsa, ahirette de öyle olacaktır.
Bu Âyet-i kerime’de onların bu cennette sadece Allah-u Teâlâ ile birlikte olacaklarına ve Allah-u Teâlâ’nın kendilerine her türlü eksikliklerden uzak olan “Selâm” ism-i şerifi ile tecelli edeceğine de işaret vardır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onların orada birbirlerine dilekleri ‘Selâm’dır.” (İbrahim: 23)
Mutlu Sağcıların Cenneti:
Allah-u Teâlâ gözde olan öncülerin âkıbetini beyan ettikten sonra, amel defterleri sağlarından verilen ve “Ashâb-ı yemin” adı verilen müminlerin durumunu açıklamak üzere şöyle buyurdu:
“Defterleri sağdan verilenler, ne mutlu o sağcılara!” (Vâkıa: 27)
Sağcılar, Sûre-i şerif’in başında “Ashâb-ı meymene” adı ile kısaca işaret edilen mutlu kimselerdir. Bunlar verdikleri sözü yerine getirmişler, yeminlerine sâdık ve bağlı kalmışlardır.
“Onlar dikensiz kirazlar.” (Vâkıa: 28)
Allah-u Teâlâ tarafından “Ashâb-ı yemin” adı verilen müminler cennette dikensiz kiraz ağaçlarının altında bulunurlar. Öyle ağaçlar ki, âdeta gövdesine ağır gelecek şekilde bol bol meyvesi olacaktır.
“Salkımları sarkmış muz ağaçları.” (Vâkıa: 29)
Muz ağacının büyük yaprakları ve serin gölgesi olur, meyvesi boldur, tıklım tıklım dizili, aşağıdan yukarıya doğru istiflidir. Meyvesinin kabuğu bile olmaz, her tarafı zahmetsizce yenir.
O ağaçlar ve onların meyveleri dünyadaki meyvelerin adı ile anılmakla birlikte, mahiyetleri ve lezzetleri itibariyle dünya ağaçlarının ve meyvelerinin çok çok üstündedirler. Onları ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir beşerin hayaline gelmiştir. Duyduğumuz, okuduğumuz, hatta aklımızdan geçenlerin de fevkinde güzelliktedirler. Dünyadakilere hiç benzemezler, sadece isim benzerliği vardır. Beklenilmeyen anlarda peşi peşine takdim edilir, her defasında yeni bir şekil arzeder.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kendilerine ne zaman onlardan bir meyve rızık olarak yedirilirse, her defasında;
‘Bu bizim daha önce dünyada iken yediğimiz şeydir!’ derler.” (Bakara: 25)
Allah-u Teâlâ’nın kendilerini dünyada ve ahirette rızıklandırmış olduğu şeyleri bir şükran vesilesi olarak ihtiramla anarlar.
Bunlar kendilerine, dünyadakilerine benzer meyveler şeklinde sunulur ki yabancılık çekmesinler. İlk anda onları tanırlar ve hemen yemeye başlarlar. Çünkü gönül alışık olduğu şeye çok daha eğilimli olur. Fakat tadıp yediklerinde bunların, dünyadakilerden tamamen farklı ve görülmedik şeyler olduklarını, sadece cins ve şekil bakımından dünyadakilere benzediklerini; tat, hacim ve nefaset bakımından benzerlerini aslâ görmedikleri şeyler olduklarını hemen kavrarlar.
“Bunlar söylediklerinin benzerleri olarak sunulmuştur.” (Bakara: 25)
İşte bahtiyarlık budur. Gerçek hayat budur. Bu nimetlerin ne sonu ne de bitimi vardır. Sermedî ve ebedi olarak devam eder.
“Uzamış gölgeler altındadırlar.” (Vâkıa: 30)
İnsana huzur veren ve her tarafa uzanan gölgelerde, ağaçlar altından çağlayarak akan pınarlar başında ve arzu ettikleri her türlü meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.
Gölgenin insan hayatında çok mühim bir yeri vardır, bir insan gölgede istirahat etmek ve rahat bulmak için oturur.
“Çağlayarak akan sular kenarlarındadırlar.” (Vâkıa: 31)
Öyle bir su ki, belli bir yatağı ve arkı olmaksızın hiç durmaksızın akar. Öyle bir su ki, hiç azalmaz, tükenmez ve kesilmez, istenilen yerde akar. Herkes bu sudan zahmet çekmeden kolaylıkla istifade eder.
“Bol meyveler arasında.” (Vâkıa: 32)
Çeşitleri ve cinsleri ile o kadar bol meyve vardır ki, mevsimlik olmaksızın istenilen her zamanda ve anda her meyve bulunur. Diledikleri meyvelerden yerler, zevkyâb olurlar.
“Bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen.” (Vâkıa: 33)
Bir meyve koparılıp toplandığında, mutlaka yerine başkası gelir, kesintiye uğramaz. Herhangi bir kimse almak istediğinde ona engel olunmaz, hiç kimseye yasaklanmaz, kurumak çürümek gibi şeyler de olmaz.
__________________________________________________________
VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4
Mutlu Sağcıların Cenneti (Devam):
“Ve yüksek döşekler üzerindedirler.” (Vâkıa: 34)
Bu döşeklerin değeri oldukça yüksektir, mânevî yüksekliği ise beşer aklının çok çok üstündedir. Rahatlatıcıdır, dinlendiricidir. Üzerinde yatmak istendiğinde alçalır, sonra yükselir.
“Biz onları (cennete giren kadınları) yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır.” (Vâkıa: 35)
Dünyaya gelip giden, imanı ile sâlih amelleri ile cennete ulaşan kadınları Allah-u Teâlâ orada yeniden yaratır gibi bambaşka bir güzellikte ve en mükemmel bir surette yaratacaktır. İhtiyar olan gençleşecek, çirkin olan güzelleşecektir. Kadınlığın en olgun çağında olacaklardır.
Onlar cennet hurilerinden daha üstün ve daha câzibelidirler. Birbirleriyle en güzel şekilde uyuşurlar.
“Böylece onları hep bakire kızlar yapmışızdır.” (Vâkıa: 36)
Hepsi bakiredirler, bakirelikleri hiç gitmez. Kocaları onlara her geldiklerinde daima bakire olarak bulacaklardır. Kadınlar için bu durum, iki taraf için de sevgiye vesile olduğu için, Allah-u Teâlâ onları bekaretle vasıflandırmıştır.
“Eşlerine düşkündürler.” (Vâkıa: 37)
Kocalarına gönülden bağlı ve tutkundurlar, onları çok severler, tatlı bakışlarını yalnız onlara dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, böyle birşeyi hatırlarından bile geçirmezler. Kadınlık görevlerini kemaliyle yerine getirirler.
“Hepsi bir yaşta nâzeninlerdir.” (Vâkıa: 37)
Büyük küçük bütün cennet halkı otuzüç yaşında olacaktır. Kadınların ise onaltı yaşında olacakları rivayet edilmektedir.
“Bütün bunlar Ashâb-ı yemin (sağcılar) içindir.” (Vâkıa: 38)
Allah-u Teâlâ onları sağcılara takdim edecek, onlarla ebedî olarak beraber olacaklardır.
İnsanın fıtratı icabı bu gibi kadınlarla beraber olmak dünyada iken gönlünün arzuladığı bir emeldir. Ahirette ise takvâ sahiplerine ancak Allah-u Teâlâ’nın bileceği bir düzende bu kadınlar ihsan edilecektir.
O sağcılar ki;
“Onların birçoğu önceki ümmetlerdendir.” (Vâkıa: 39)
Sayı bakımından geçmiş ümmetlerde bulunan “Öncüler”den çokturlar. Onlar da birer topluluk teşkil edeceklerdir.
“Birçoğu da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 40)
Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmeti arasında Ashâb-ı yemin’den olmak şerefine erenler pek çok bulunmaktadır.
Vâkıa sûre-i şerif’inin 13. ve 14. Âyet-i kerime’leri nâzil olduğunda Ashâb-ı kiram’ın gücüne gitmişti. Daha sonra 39. ve 40. Âyet-i kerime’ler nâzil oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Ben her halde ümit ederim ki, siz cennet ehlinin üçte biri, belki de yarısı olursunuz. Kalan ikinci yarısını da onlarla paylaşırsınız.” buyurdu. (Ahmed bin Hanbel)
Böylece Ashâb-ı kiram’ın, cennette Ümmet-i Muhammed’in az olacağına dair endişeleri giderilmiş oldu.
Bedbaht Solcuların Âkıbeti:
Ahirette amel defterleri sol tarafından verilen ve “Ashâb-ı şimal” adı ile tanınan solcular; kaypak ruhlu, uğursuz, mutsuz, yalancı kimselerdir.
Allah-u Teâlâ bu bedbahtların pek feci ve müthiş âkıbetlerini ve bunun sebeplerini Âyet-i kerime’lerinde şöyle tasvir etmektedir:
“Amel defterleri soldan verilenler! Onlar ne uğursuzdurlar!” (Vâkıa: 41)
Öldükten sonra dirilmeye inanmazlar veya bu hususta devamlı şüphe içindedirler. Onun içindir ki, hem Allah’tan korkmazlar, hem de içten bir sorumluluk duymazlar.
“İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.” (Vâkıa: 42)
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgar, suları ise çok sıcak kaynar bir sudur. O su, sıcaklığın en ileri derecesindedir ve onların etlerini eritir, iliklerine ve ciğerlerine işler. Bir kere yutunca bağırsaklarını döker.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gidip gelirler. İlelebed bu şekilde azap üstüne azap görür dururlar.
“Onlar kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.” (Vâkıa: 43)
Böyle bir gölgeden hiçbir hayır beklenemez. Öyle bir gölge ki, göz gözü görmez hâle getirir. Onlar, öyle bunaltır ki nefeslerini keser. Azap üstüne azap verir. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hafif kalır.
“Ki ne serindir, ne de hoş!” (Vâkıa: 44)
O dumanın gölgesi hiçbir gölgeye benzemez.
Bu ifade bedbaht solcuları hafife alma ve alay etme mânâsı taşımaktadır. Çünkü ateş yakıcıdır, gölge ise insanı sıcaktan korur. Onlar hiçbir zaman serinletici gölgelere lâyık değildirler.
Şımarık Sapıklar:
Allah-u Teâlâ daha sonra gelen Âyet-i kerime’lerde bu sapıkların bu acı azabı hak etmelerinin sebebini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı.” (Vâkıa: 45)
Bu durum onların kötülüklerden uzak durmalarını engelledi, böylece arzularına uydular. Helâl dururken harama yöneldiler. Şehvetlerinin peşine düştüler, günahlardan lezzet aldılar. Hakk ve hakikat önlerinde güneş gibi parlarken, onlar gözü yumuk baktılar ve körlüğü tercih ettiler. Nimet deryası içinde yaşadıkları halde Yaratan’ı tanımadılar, Ulu Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmediler. Şükredecekleri yerde nankörlük ettiler.
“Büyük günah işlemekte direnir dururlardı.” (Vâkıa: 46)
Günah üstüne günah işlediler. Tevbe etmeyi, Hakk’a yönelmeyi içlerinden dahi geçirmediler.
“Ve diyorlardı ki:
‘Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?’” (Vâkıa: 47)
Yoktan var eden Yaratıcı’nın, öldükten sonra kendilerini tekrar diriltebileceğini beyinsiz kafaları bir türlü almıyordu.
“Önce gelip geçmiş atalarımız da mı?” (Vâkıa: 48)
Son derece azgın ve inatçı olmaları yüzünden, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal görüyorlardı.
Mahşer:
İsrafil Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ’nın emri ile ikinci defa Sur’a üfürmesi sonucunda, evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden kalkarlar ve mahşer yerine sevkolunurlar.
“De ki:
Hem öncekiler, hem de sonrakiler, bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır.” (Vâkıa: 49-50)
Bu vakit belirli bir vakittir. Ne öne alınır, ne de sona bırakılır. Ne artırılır, ne de eksiltilir. O gün, bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür. Allah-u Teâlâ onu, ancak sayılı bir müddet için ertelemektedir.
Zakkum:
Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin dibinde yetişir ve ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan yemek zorunda bırakılacaklardır.
Amel defterleri sol yanlarından verilecek olan uğursuz bedbahtların cehennemde ilk olarak zakkumdan yiyeceklerini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde haber veriyor:
“Sonra siz ey sapıklar, yalancılar!” (Vâkıa: 51)
Hidayetten uzak düşenler! Öldükten sonra dirilişi inkâr edenler!
“Doğrusu siz zakkum ağacından yiyeceksiniz.” (Vâkıa: 52)
Cehennemin dibinden çıkan bu ağaçlar, onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar. Manzarası çok çirkin, tadı çok acı, kokusu çok iğrençtir.
“Karınlarınızı onunla dolduracaksınız.” (Vâkıa: 53)
Cehennemlikler takatlerinin de üstünde bir açlığa mübtelâ olup, başka yiyecek bulamayınca; ister istemez, bu ağaçtan bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar. Fakat açlığa hiç faydası olmaz, çünkü çok yerlerse, o nisbette açlık hissederler.
“Üzerine de kaynar su içeceksiniz.” (Vâkıa: 54)
Bu kaynar suyu içmekle susuzlukları gitmez, hararetlerine hararet katar, acı üstüne acı verir.
“Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.” (Vâkıa: 55)
Allah-u Teâlâ onlara öyle bir susuzluk verir ki; o kaynar suyu, susamış develerin içtiği gibi içerler. Bir türlü kanmazlar, içtikçe de azapları artar.
“Ceza gününde işte onlar böyle ağırlanacaklardır.” (Vâkıa: 56)
Cehennemliklerin azaplarına, bir alay ifadesi olarak “Ağırlama” denmiştir.
Cehennem misafirlerine ilk geldiklerinde ilk defa böyle şeyler takdim edilince, daha sonra kendileri için hazırlanmış olan şiddetli azabın nasıl olacağı düşünülmelidir. Onlar ancak böyle bir ziyafete lâyık bulunmuşlardır.
_____________________________________________________________
VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-5
HALLÂK-I AZİM
İnsanın Yaratılışı:
Herşeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, yaratan ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren Allah-u Teâlâ'dır. Hiçbir güç ve kuvvet O'na muhalefet edemez, hükmünü dilediği gibi yürütür.
İnkârcıları susturmak ve beşeriyete gerçeği duyurmak için Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey inkâr edenler! Sizi biz yarattık." (Vâkıa: 57)
İlk başta benzersiz olarak yaratmaya kâdir olanın, öldükten sonra yeniden yaratmaya da gücü yeter.
"Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz?" (Vâkıa: 57)
İnanmanız gerekmez mi? İnanmakla birlikte itaat etmeniz ve yolunda bulunmanız gerekmez mi?
Nice insanlar her ne kadar Allah-u Teâlâ'nın yaratıcılığını tasdik ediyorlarsa da, takip ettikleri yol bu tasdiklerine aykırı düşmektedir. Bunun içindir ki gerçekleri yalanlamış olmaktadırlar.
Allah-u Teâlâ bu hususu daha açık ifade etmek için de şöyle buyurmaktadır:
"Gördünüz mü (rahimlere) akıttığınız meniyi?" (Vâkıa: 58)
Ona ibret nazarı ile baktınız mı? Bana haber veriniz!
"Onu (siz mi düzgün bir insan suretine getirip) yaratıyorsunuz, yoksa yaratanlar biz miyiz?" (Vâkıa: 59)
Elbette bunun aksini iddiâ edemezsiniz.
İnsanın yaratılışı gözler önünde her an tekrarlanan bir mucizedir. Atılan ve dökülen bir nutfe, kısa bir zaman sonra işiten ve gören bir insan oluveriyor. Eti ve kemiği ile, sinirleri ve damarları ile, huyları ve karakterleri ile bu insan nerede gizli idi? Doğacak çocuğun kız mı erkek mi olacağına Allah'tan başkası mı karar veriyor?
Bu yaratma tecellisinde karı-kocanın rolü, sadece birleşmekten ibarettir. Bundan sonra erkeğin de kadının da işi biter. İlâhî irade safha safha ortaya çıkmaya başlar.
Erkek cinsiyet hücresine nutfe yani sperma, kadının cinsiyet hücresine de yumurta denir.
Sperma, meninin içindeki tohumun ismidir. Erkeğin yumurtalıklarında yaratılır.
Birleşme sırasında normal olarak ikiyüz-üçyüz milyon kadar sperma çıkar ve rahme iner. Aşılamak için yaklaşık sekiz saat kadar yumurta hücresi arar. Milyonlarca spermadan 15-18 santimetre arası mesafeyi ancak ikibin veya ikibinbeşyüz kadarı kateder. İçlerinden de sadece bir tanesi ve en güçlü olanı rahim yolundaki yumurtayı bulur ve yumurtanın yaptığı hafif bir çıkıntıyı delerek içeri girer. İki hücre böylece birleşerek bir tek hücre meydana gelir.
Yumurta, spermaya kıyasla daha büyüktür ve çekicilik kabiliyeti vardır. Sperma ise son derece hareketlidir, dakikada 2-3 milimetre mesafe alabilir.
Bu kadar küçük canlıların bu kadar büyük işler başarması, hiç şüphesiz ki azâmet-i ilâhî'yi gösteren şaşırtıcı bir tablodur.
Yumurta aşılandıktan sonra onu dış çevresinden koruyucu bir duvar kuşatır, diğerlerinin girmesini önler. Öyle ki, bundan sonra gelebilecek bütün spermalar kafaları ile bu duvara çarptıkları halde, bu duvarı delmek imkânı bulamazlar. Böylelikle geri kalan spermalar ölürler.
Aşılanan bu hücre hemen onbeş dakika sonra, canlıyı meydana getirmek için ikiye, dörde, sekize... bölünmeye ve üremeye başlar. Her hücre ardı ardına devamlı olarak bölünür ve çoğalır. Bu bölünme esnasında yumurta rahim kanalında yoluna devam eder. Daha sonra rahim yolu kaslarının kasılmasıyla altı veya yedi gün içinde rahme ulaşır. Bu süre içinde hücre bölünmesi zirveye ulaşmış olur. Yaklaşık elli bölünme meydana gelir.
Yumurta rahime ulaştığında, tıkalı olan rahim cidarının önünde durur. Aradan fazla bir zaman geçmeden, rahim cidarının açılması için uğraşır. Bu iş gerçekleştiği zaman rahim cidarına gömülür, arkasından da açmış olduğu kapı kapanıverir.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın “Kün!” emri ile, tedbiri ile ve takdiri ile olmaktadır.
Hücrelerin içinde bulunan ve gen dediğimiz, mikroskopla bile zor görülebilen varlıklar, gelecek olan insanın karakter ve kabiliyetlerini, bütün hususiyetlerini üzerlerinde taşımaktadırlar.
Erkek veya dişi olacağı, güzelliği, çirkinliği, boyunun kısalığı veya uzunluğu, aklî ve ruhî yapısı, duygu ve emelleri, kabiliyet ve anormallikleri... Hepsi bu bir zerrede gizli bulunuyor.
Yeryüzüne gelmiş ve geçmiş iki insanı asla birbirine benzetmeyen hususiyetler güçsüz bir cisimcikte mevcut. Bir zerre nerede, bir insan nerede?
O zerrenin içerisine bütün mukadderâtını da koymuş. Sonra o kerih suyu dilediği şekilde şekillendirmiş ve şekilden şekile koymuş.
Belirli Bir Ölüm:
Ölüm, bu fâni âlemdeki hayat yolculuğunun sona ermesi ile bekâ âleminde geçirilecek ebedî hayatın başlangıç noktasıdır. Her doğan ölür, her gelen gider.
Dünyanın yıkılışı büyük kıyamet, insanın ölümü ise küçük kıyamettir.
Allah-u Teâlâ'nın sonsuz hikmetlerini ihtiva eden iradesinin gerektirdiğine göre, insanların her birine belli bir ecel tayin ve taksim etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyuruyor:
"Aranızda ölümü takdir eden biziz." (Vâkıa: 60)
İnsanların doğumu gibi ölümü de O'nun kudret elindedir ve bilgisi dahilindedir.
İnsanların hayat süreleri değişik değişiktir. Kimi uzun kimi kısadır. Büyük küçük, genç ihtiyar hiç kimse belirlenmiş olan vakti gelmeden ölmez. Vakti gelince de bir dakika tehir olmaz.
Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce âhiret tedarikine bakmak gerekiyor.
Ölüm, dar ve sıkıntılı bir evden, çok geniş ve o nisbette ferah bir eve taşınmaktır. Ebedî yaşamanın sırrı ve habercisidir. Ölüm eskiyen bedenin atılması ve ruhun yeni bir bedene bürünmesi demektir.
Her kim olursa olsun insanoğlundan hiçbir ferde Allah-u Teâlâ bu dünyada ebedi kalmayı nasip etmemiştir.
"Ve biz önüne geçilebileceklerden değiliz." (Vâkıa: 60)
Bize kimse üstün gelemez, her dilediğimizi istediğimiz gibi yaparız. Biz hiçbir kimseye karşı mağlup ve âciz değiliz. Kudret ve kuvvette bizi hiç kimse geçemez.
"Sizi ortadan kaldırıp da sizin yerinize benzerlerinizi getirmeye ve sizi bilmeyeceğiniz bir biçimde yaratmaya da gücümüz yeter." (Vâkıa: 61)
Sizin benzerlerinizi yaratmaya da, size benzemeyenleri yaratmaya da kâdiriz.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyurmaktadır:
"Dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir nesil getirir. Bu Allah'a göre güç değildir." (Fâtır: 16-17)
Bu O'nun için zor olmadığı gibi, imkânsız da değildir. Dilerse yeryüzündeki bütün insanları yok eder, siler, süpürür de, hiç görülmedik bambaşka yeni bir mahlûk, tanımadığımız bir âlem yaratır.
O'nun bu azameti, insanların O'na olan ihtiyacının ve O'nun da ihtiyaçsızlığının bir tecellisidir.
"Her halde ilk yaratılışınızı bilirsiniz, (fakat tekrar yaratılacağınızı) düşünmeli değil misiniz?" (Vâkıa: 62)
Bütün bunları yapmaya muktedir olanın, ölüleri de diriltmeye muktedir olduğunu düşünmek gerekmez mi?
Ekinler:
İnsan hayatı için gerekli hususlardan birisi de rızıktır. Rızkın esası ise ekip biçmek olduğu için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Şimdi bana ekmekte olduğunuz (tohum işini) haber verin!" (Vâkıa: 63)
Bir tek daneden ne kadar çeşit daneler, başaklar meydana geliyor. Onları bitirmek ancak Allah-u Teâlâ'nın yaratıcı kudretinin bir tecellisidir. Yerden bitkiler çıkararak ölümünden sonra toprağı diriltir, kokuşmaya müsait olan çamurdaki tohumdan yemyeşil bitkiler çıkarır.
"Onu yerden siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler biz miyiz?" (Vâkıa: 64)
Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Hazret-i Allah'tır. İnsanların bu hususta hiçbir kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiçbir şey yapmamışlardır.
O dileseydi, bitki mahsulünü vermeden sararıp solar ve saman yığını haline gelirdi.
"Eğer isteseydik onu (o ekini tohumsuz) bir ot kırıntısı yapardık da siz şaşakalırdınız." (Vâkıa: 65)
Harcadıkları emeklere, yaptıkları masraflara pişman olurlardı. Fakat Allah-u Teâlâ lütf-u kereminden insanlara mahsuller vermektedir.
"(O zaman şöyle derdiniz): Doğrusu biz çok zarara uğratıldık." (Vâkıa: 66)
“Çünkü ekinimiz yok oldu, ektiğimiz tohumda ziyan ettik.” derdiniz.
"Hatta umduğumuzdan mahrum kaldık." (Vâkıa: 67)
Malımızı yitirdiğimiz gibi, elimize bir kâr da geçmedi. Biz ne kadar nasipsizmişiz!
Sular:
Su, her canlının hayat kaynağıdır. İnsanlar içmek, ekin ve hayvanlarını sulamak için ona son derece muhtaçtırlar.
"İçmekte olduğunuz suyu da söyleyin bana!" (Vâkıa: 68)
Allah-u Teâlâ bu beyan-ı ilâhî'si ile mahlûkâtı üzerindeki Ulûhiyet ve Samediyet'ini göstermekte, su gibi bir tek sebep altında çeşitli görüntülerle kudretinin azametini hatırlatmaktadır.
"Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa indirenler biz miyiz?" (Vâkıa: 69)
Suyu güneş harareti vasıtasıyla buharlaştırıp bulutlaştıran ve yağmur halinde indiren, bütün canlıların hayatının devamını sağlayan ve buna muktedir olan sadece Allah-u Teâlâ'dır. Buhar şeklinde saf ve berrak olarak denizlerden yükseltip bulutlarda toplar, sonra da onu yağmur şeklinde indirir. Bu fiziki ve kimyevi hadiseler kendiliğinden değil, ilâhî bir plân dahilinde cereyan etmektedir.
Rüzgârlar bulutları O'nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O'nun tayin ettiği zamanlarda yağmur yağdırırlar.
İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış, onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.
"Eğer dileseydik, onu (içilmeyecek) tuzlu bir su yapardık. Hâlâ şükretmez misiniz?" (Vâkıa: 70)
Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da bulunur, yağmur yağdığında yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.
Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken, karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını sürdürebilmektedirler.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Size tatlı sular içirdik." (Mürselât: 27)
Tatlı suları bulutlardan O indirmiş, pınarlardan kuyulardan O çıkarmıştır.
Allah-u Teâlâ bu şartları hazırlamasaydı, dünyada yaşamak mümkün olmayacaktı.
O'nun mülkünde yaşayan, O'nun verdiği rızık ve O'nun bahşettiği su ile beslenen insan, nasıl olur da kendisini Rabbinden müstağnî görür?
Ateş:
Ateş, ısıtma ve aydınlatmayı sağlayan ilâhî bir nimet, aynı zamanda Allah-u Teâlâ'nın fâil-i mutlak olduğunu belgeleyen bir delildir.
"Söyleyin şimdi bana, çakmakta olduğunuz ateşi!" (Vâkıa: 71)
Yanan ağacın asıl maddesi ve bu maddenin yanmaya elverişli duruma gelmesi, Allah-u Teâlâ'nın değişmez kanunlarından ve hikmetlerinden biridir.
"Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan?" (Vâkıa: 72)
Allah-u Teâlâ cisimleri bu özelliği ile yaratmamış olsaydı, hiçbir şekilde ateş meydana çıkmaz, elektrik üretimi kabil olmazdı.
Ne günümüzde yaşayan insanların elektrik lâmbası yanar, ne de o çağlarda yaşayanların çakmağı çakardı.
"Biz onu bir ibret ve çöl yolcuları için bir fayda yaptık." (Vâkıa: 73)
Geçim sebeplerini ateşe bağlı kılmıştır. Ateş sayesinde yemekler pişer, ısınma sağlanır, birçok madenler eritilerek muhtelif eşyalar yapılır. Ateşin ne büyük bir nimet olduğu düşünülecek olursa, onu Allah-u Teâlâ'nın yarattığı apaçık görülmüş olur. Fakat ateş alışılan bir şey haline geldiği için, insanların gözünde basit bir şeymiş gibi telâkki edilmektedir.
Fakat şuurlu insanlar bu ilâhî nimetin kıymetini her an için takdir ettikleri gibi, ahiret ateşini hatırlatan bir ibret olarak görürler.
Tesbihât:
Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ'yı tesbih etmek günahların bağışlanmasına vesiledir.
Âyet-i kerime'lerde tesbih, sarih olarak emredilmektedir:
"Çok büyük olan Rabbinin ismini tesbih et." (Vâkıa: 74)
Tesbih; kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemâl sıfatlarıyla O'nu övüp tâzimde bulunmasıdır.
İnsanlar, melekler, cinler, bitkiler ve cansızlar, havada kanat çırpan kuşlar O'nu tesbih etmektedirler.
Bütün yaratıklar, hareketleri ve durmaları ile Allah-u Teâla'nın varlığına, birliğine, eksiklik şüphesinden münezzeh oluşuna fiilen delâlet edip durmaktadırlar. Hepsi O'ndan dilek diler, hepsi O'nu kendine göre takdis eder.
Allah-u Teâlâ'yı tesbih edip şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O'nu kemâl ve cemal sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı zemimelerden, hayvânî sıfatlardan temizler.
_____________________________________
VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-6
Şerefli Bir Kur’an:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, hareket halinde iken yıldızların mesken edindiği yüksek menzilleri bulunan göğe, şeref ve değerlerini ortaya koymak için yemin etmektedir.
“Hayır! Yıldızların yerleri üzerine andolsun ki!” (Vâkıa: 75)
Kur’an-ı kerim’in verdiği bu bilgi, yıldızların yerlerinin büyüklüğünü göstermektedir.
Milyonlarca yıldız ve gezegen arasında çıplak gözle görülebilenler olduğu gibi, teleskoplarla da görülemeyenler vardır. Hatta görmek şöyle dursun, gerekli âletlerin farkına varması mümkün olmayanları dahi bulunmaktadır.
Halbuki ışığın saniyedeki hızı üçyüz bin kilometredir ve ışık dünyanın çevresini bir saniye zarfında 7.5 defa dönebilecek bir hıza sahiptir.
“Bu, eğer bilirseniz, gerçekten büyük bir yemindir.” (Vâkıa: 76)
Şayet siz bu yeminin ne kadar büyük olduğunu bilmiş olsaydınız, hakkında yemin edilen şeyi de gerektiği gibi tâzim ederdiniz.
“Muhakkak ki o, elbette çok şerefli bir Kur’an’dır.” (Vâkıa: 77)
Hoşnud olunmuş olan bu yüce Kitab-ı kerim’in ismi bizzat Allah-u Teâlâ tarafından verilmiştir. İlimlerin özü ve kaynağıdır. İyilikler ve bereketler menbaıdır. Allah katındaki değeri tasavvur bile edilemez.
“Koruma altında olan bir kitaptadır.” (Vâkıa: 78)
Onun âyetleri Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesindedir, bâtıl hiçbir surette ona ulaşamaz.
Bu ilâhî hitap, Kur’an-ı kerim’in kıyamete kadar baki ve daim olacağına en büyük delildir. Bindörtyüz yıldan bu yana bir benzeri ortaya konmamıştır, kıyamete kadar da beşer bundan âciz kalacak, hiç kimse lâfzını ve hükmünü değiştiremeyecektir.
“Temizlenmiş olanlardan başkası ona el süremez.” (Vâkıa: 79)
Mushaf-ı şerif’in kendisine abdestsiz dokunulamadığı gibi, ahlâk-ı zemimeden, hayvani sıfatlardan arınmamış, hürmet ve tazîm nuru ile parlamamış olan kalbler de Allah kelâmının hakikatını anlayamaz, hakiki mânâsına da nüfuz edemez.
Çünkü o;
“Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.” (Vâkıa: 80)
Gerçek bu olunca, O’nun Kitab-ı kerim’ini küçümsemek, değil bir Âyet-i kerime’sini, bir tek harfini bile kabul etmemek, kişiyi küfre ve nankürlüğe götürür.
Âhirete Göçerken:
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in şan ve şerefini yücelttikten sonra ilâhi hükümleri umursamayanları, emir ve yasaklara uymayı kibirlerine yediremeyenleri, bunca nimetlere karşılık nankörlük edenleri uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?” (Vâkıa: 81)
Onu hafife alan, leke sürmeye cesaret eden siz misiniz? Temizlenmeden onu kirletmeye mi kalkışıyorsunuz?
“Rızkınıza karşılık şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?” (Vâkıa: 82)
Bütün bu rızıkları size hiçbir karşılık beklemeden veren Zât-ı kibriya’ya karşı yalanlamayı şükür yerine mi koyuyorsunuz? Sizin bu inkârınızdan dolayı kârınız ne olacak?
“Can boğaza dayandığında, siz (o can çekişen kimseye) bakar durursunuz.” (Vâkıa: 83-84)
Etrafındakiler onun ölüm sarhoşluğunu görürler, kurtaracak hiç bir şey yapamazlar, âcizlik ve çaresizlik içinde kara kara bakar dururlar. Ortada sadece cesedi görürler, perde arkasında nelerin olup bittiğini bilmezler.
“Biz ona sizden yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Onun o anda çektiği sıkıntıyı O bilir. Dilerse ruhunu pek kolay alır, dilerse güçlük çektirerek alır. İnsanlar bunların hiç birini idrak edemezler. Onun başına gelen azabın bir zerresine bile mâni olamazlar.
Bu Âyet-i kerime doğrudan doğruya Vahdet-i Vücud’a işaret etmektedir.
Allah-u Teâlâ her şeyden her şeye yakın olduğunu, her zerrede ulûhiyet sırlarının mevcut olduğunu beyan ediyor. Zerreyi de O halketti, insanı da O halketti, kâinatı da O halketti. O’ndan başka hiç mevcut yok zaten.
Zira vücut O, mevcut O... Mevcudatın; vücut nurunun zerrelerinin zuhur mahalli olduğunu, O’ndan başka ne vücud ne de mevcut olmadığını, “İman-ı kâmil sahibi olan mârifetullah ehli”nden başkası bilemez. Bu bilgi ancak onlara mahsustur.
Çıkmak Üzere Olan Can:
Ecel gelip can boğaza dayanınca, onu artık geri çevirmek mümkün değildir. İnsan isterse de istemese de, bir gün ahirete intikal edecektir.
“Eğer siz hesap ve ceza görmeyecekseniz, iddianızda doğru sözlü iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!...” (Vâkıa: 86-87)
Bunu yapamadıklarına göre, ki yapamazlar, ne kadar yalancı ve âciz oldukları teşhir edilmiş oluyor.
Üç Sınıf İnsan:
Ölmek üzere olan “Hâlet-i nezi”deki insanlar üç sınıfa ayrılır:
a- Mukarrebler:
Bunlar Hakk katında yakınlık kazanmış, mânevî olgunluğa erişmiş olan sabikun, yani öncülerdir.
Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ölen kişi Allah’a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti var.” (Vâkıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif’ler vardır.
O kişiye Âyet-i kerime’deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak ister, Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar.
Bu gibi kimseler taraf-ı ilâhiden şu hitapla taltif edilirler:
“Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabbine. Gir salih kullarımın içine, gir cennetime!” (Fecr: 27-28-29-30)
Bu hitap ona hem vefat anında hem de kıyamet gününde söylenir.
Mutmain nefis; Hakk’ta karar kılmış, yakîn serinliğinin yatıştırmış olduğu nefistir.
Allah’ımızdan bizleri de o mübarek kulları ile beraber haşretmesini, onların maiyetlerinde bulundurmasını niyaz eyleriz.
“Ey Rabbimiz! Ruhumuzu iyilerle beraber al!” (Âl-i imran: 193)
b- Ashâb-ı Yemin:
Bunlar amel defterleri sağlarından verilen müminlerdir. Ruhları alınırken bunlar da bir sıkıntı görmezler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer sağcılardan ise; ‘Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!’ denir.” (Vâkıa: 90-91)
Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemâl-i meserretle alır ve rahatlar, dostluğun ünsiyetini hisseder.
Onların bir mükafatı da meleklerin iltifatlarıdır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da doğru yolda sebat edenlerin üzerine melekler iner ve derler ki:
(Ölümden) korkmayın, (dünyada bıraktıklarınızdan dolayı da) tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin!” (Fussilet: 30)
“Biz dünyada da ahirette de sizin dostlarınızız.
Çok bağışlayıcı, çok rahmet edici Allah’ın bir fazl-u keremi olarak canlarınız neyi isterse hepsi sizindir, ne isterseniz hepsi sizin!” (Fussilet: 31-32)
Melekler böylece onların bu yeni hayata intibakları sırasında onlara yardımcı olurlar. Kabirdeki yalnızlıklarında, Sur’a üfürülüş esnasındaki durumlarda kendilerini teselli edeceklerini, Allah-u Teâlâ’nın kendileri için her türlü üzüntü ve kederden yana emniyet altında olmayı takdir buyurduğunu müjdelerler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar meleklerin ‘Selâm sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin!’ diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.” (Nahl: 32)
Onlar ki, şirkten, şüpheden, her türlü kötülüklerden arınmışlar ve böyle bir takdir ve övgüye layık olmuşlardır.
c- İnkârcı Sapıklar:
Yüce Allah’a inanmayan, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ve bunun neticesi olarak amel defterleri sollarından verilecek olan kâfirlerin âkıbetleri hakkında da Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Amma yalanlayıcı sapıklardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır.” (Vâkıa: 92-93-94)
İlk geldiklerinde onlara çekilecek ziyafet, aşırı sıcaklığından karınları eritecek olan kaynar sudur. Ne fena bir ziyafettir o kaynar su!
Onlar Allah-u Teâlâ’ya ulaşmaktan nefret ederler. Halbuki Allah-u Teâlâ onlarla buluşmaktan daha çok nefret etmektedir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah aslâ affetmeyecektir.” (Muhammed: 34)
Zira küfrün affı yoktur. Ancak dünyada iman etmekle affolunur.
“Melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiç bir sevinç haberi yoktur ve ‘(size sevinmek) yasaktır yasak!’ derler.” (Furkan: 22)
Allah-u Teâlâ onlara her türlü sevinçli haberi haram kılmıştır. Müjde ancak müminlerin hakkıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nefislerine zulmederlerken meleklerin canlarını aldığı kimseler (ölümü görünce) teslim olurlar.
‘Biz hiç bir kötülük yapmıyorduk!’ derler.
Melekler de onlara ‘Hayır! Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.’ diye cevap verirler.” (Nahl: 28)
Onlar kendilerini iman şerefinden mahrum bırakarak, göz göre göre felâkete sürüklemişlerdir.
Onların canları cehenneme, öldükleri andan itibaren girecek, kabirlerinde cehennemin sıcak yeli kendilerini kuşatacak, kasıp kavuracaktır.
Melekler canlarını şiddetle ve zor kullanarak, vura vura çıkartmaya çalışacaklar:
“Fakat melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?” (Muhammed: 27)
Azapları gecikse gecikse, ömürleri sona erene kadar gecikebilir.
Onlar bu âkıbeti kendileri istemişlerdi, kendi elleriyle seçmişlerdi.
“Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah’ı kızdıracak şeylerin ardınca gittiler ve O’nu râzı edecek şeylerden hoşlanmadılar.
Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 28)
Kâfirin ölüm zamanı geldiğinde melekler kendilerine azabı, cezayı, zincir ve halkaları, cehennemi ve kaynar suları, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ’nın öfkesini müjdelerler.
“Bu zâlimler ölüm dalgaları içinde can çekişirken, melekler de ellerini uzatmış ‘Haydi canlarınızı teslim edin! Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah’ın âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bu gün siz horlayıcı, alçaltıcı azapla cezalandırılacaksınız!’ derken bir görsen!” (En’am: 93)
Kendi ruhlarını çıkarmaya güçleri olmadığı halde, meleklerin bu emirleri azaplarını, hasretlerini artırmak, onları tâciz etmek içindir.
Azap melekleri ise ruhlarının cesetlerinden çıkması için yüzlerine ve kıçlarına şiddetle vururlar.
“Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak ve ‘Haydi, yangın azabını tadın!’ diyerek canlarını alırken onları bir görsen!” (Enfâl: 50)
O kâfir kimsenin bedeninden ruhu kabzolunurken onun gerçekte ne acılar çektiğini ve ne hasretler içinde gittiğini dışarıdakilerin müşahede etmesi mümkün değildir.
Âyet-i kerime’de “O anda onları bir görsen?” buyurulmasında büyük ibretler vardır.
Bu ayrılık anında, dünyadan kopmadan ve uzaklaşmadan dolayı öyle bir acı duyar, öyle bir ızdırap çeker ki, yanar da yanar. Bu yanmadan dolayı her türlü nurdan mahrum olarak önünde azaba, ardında lânet olarak o âleme sevkedilir. Yeniden dirilişinde de, mahşer yerinde haşroluşunda da bu minval üzere acılar sürer gider.
“Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 95)
İnkârı mümkün değildir, gerçeğin tâ kendisidir.
Âyet-i kerime’de geçen “Hakk’al yakîn” bilgi derecelerinin üçüncü merhalesidir.
“İlmel-yakîn” İlim yolu ile bilgi edinmek; “Aynel-yakîn” gözle görünmek suretiyle anlamak; “Hakkal-yakîn” ise öğrenmek istenilen şeyin içinde bulunup yaşamak suretiyle kesin bilgiye sahip olmaktadır.
Daha doğrusu, Ilmel-yakîn “Bilmek”, Aynel-yakin “Bulmak”, Hakkal’yakin ise “Bulmaktadır”
Tesbih:
Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmek günahların bağışlanmasına vesiledir.
Âyet-i kerime’lerde tesbih, sarih olarak emredilmektedir:
“Çok büyük olan Rabbinin ismini tesbih et.” (Vâkıa: 96)
Tesbih; kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemal sıfatlarıyla O’nu övüp tâzimde bulunmasıdır.
Allah-u Teâlâ’yı tesbih edip şanına layık olmayan vasıflardan tenzih eden, O’nu kemal ve cemal sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlak-ı zemimelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Tamamı Mekke döneminde nâzil olan bu mübarek sûre-i celile; doksanaltı Âyet-i kerime, üçyüz doksansekiz kelime, binyediyüzüç harften teşekkül etmiştir.
İlk Âyet-i kerime’sinde geçen ve: “Büyük hadise” yani “Kıyamet” mânâsına gelen “Vâkıa” kelimesi, bu sûre-i şerif’e isim olmaktadır.
“Vâkıa”, hem bu sûre-i şerif’in adı, hem de konusudur. Kıyametin birgün gelip mutlaka kopacağını haber vererek başlamakta ve ahiret hayatından sahneler gözönüne sermektedir.
“Vâkıa” ile “Rahman” sûre-i şerifleri arasında büyük bir ilgi vardır. İkisinde de cennet ve cehennem sakinleri hakkında bilgi verilmektedir. Her ikisi de aynı hususları ele aldığı için tek bir sûre gibidirler. Birinin sonunun diğerinin başı ile ilişkisi olması dolayısıyla benzer muhtevalara sahiptirler.
Fazileti:
Vâkıa sûre-i şerif’inin faziletine dair bazı Hadis-i şerif’ler nakledilmiştir.
Şöyle ki:
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Vâkıa sûresi zenginlik sûresidir. Onu hem okuyunuz, hem de çocuklarınıza öğretiniz.” (Deylemî)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- ölümle sonuçlanan hastalığa yakalanmıştı, yatağında yatıyordu. Hazret-i Osman -radiyallahu anh- ziyaretine geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçti:
-Şikâyetin nedendir?
-Gürahlarımdan.
-Canın neyi arzuluyor?
-Rabbimin rahmetini.
-Senin için bir doktor getirteyim mi?
-Beni doktor hastalandırdı.
-Sana bir bağış verilmesini emredeyim mi?
-Benim bağışa ihtiyacım yok.
-Senden sonra kızlarının olur.
-Kızlarımın fakirliğe düşeceğinden mi korkuyorsun? Ben kızlarıma emrettim, onlar her gece Vâkıa sûresini okurlar.
Cünkü ben Resulullah Alayhisselâm’ın şöyle buyurduğunu işittim:
“Her gece Vâkıa suresini okuyan kimseye aslâ fakirlik gelmez.” (İbn-i Asâkir)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- validemiz:
“Sizden kimse Vâkıa sûresini okumaktan âciz olmasın.” buyurmuşlardır.
Muhtavâsı:
Bu mübârek sûre-i şerif kıyamete dâir açıklamalarla, her türlü şüpheyi ortadan kaldıracak ifadelerle başlamakta; yerin sarsıldıkça sarsılacağını, dağların darmadağın olup un ufak olacağını beyan etmektedir.
Daha sonra hesap gününde insanların üç sınıfa ayrılacağını ve herbirinin âkibetlerini; karşılaşacakları nimetleri ve azapları bildirmektedir.
“Mukarreb”lerin büyük bir kısmının geçmişte yaşamış ümmetlerden, bir kısmının da sonrakilerden olduğu; mukarreblerin cennetlerinin vasıfları anlatılmaktadır.
“Ashab-ı yemin” adı verilen müminlerin birçoğunun önceki ümmetlerden, birçoğunun da sonrakilerden olduğu; cennette kavuşacakları nimetler gözler önüne serilmektedir.
“Ashab-ı şimal” adı verilen kâfirlerin ise ne kadar bahtsız oldukları, cehennemde görecekleri azap çeşitleri korkunç bir şekilde beyan edilmekte, dünyadaki durumlarının çirkinliği ortaya konulmakta, yalanlamalarının kendilerini ne kadar alçalttığı açıklanmaktadır.
Öldükten sonra dirilme, mahşere sevk edilme ve hesaba çekilme ile ilgili deliller sıralanmakta; Allah-u Teâlâ’nın azamet ve kudreti bütün açıklığı ile zihinlere yerleştirilmektedir.
Yıldızların yerlerine yemin edilerek kerim olan bu Kur’an’ın, âlemlerin Rabbi tarafından indirildiği, koruma altında olan bir Kitap’ta yazılı olduğu, ancak temizlenmiş ve arınmış olanların ona el sürebileceği, böyle bir yeminin büyük bir yemin olduğu hatırlatılmaktadır.
Nihayet insanları ölüm esnâsındaki bir sahne ile uyarmakta, can çekişen kişinin durumu; mukarreblerin ve sâlihlerin ahiretteki güzel âkibetleri ile kâfirlerin kötü âkibetleri tasvir edilerek sona ermektedir.
Kıyamet Hadisesi:
“Vâkıa”; kıyametin isimlerinden bir isimdir. Kıyametin vukuu, yani gerçekleşmesi kesin bir vâkıa olduğu, gelecekte muhakkak surette meydana geleceği için bu isim verilmiştir. Zira Allah-u Teâlâ’ya göre, meydana gelmesi kesin olan bir hadise, gelmiş gibi kabul edilir.
“Kıyamet koptuğu zaman!” (Vâkıa: 1)
Kıyametin kopması, sûra üfürüldüğü zaman olacaktır. İşte bu esnâda hayal bile edilemeyecek, kelimelerle anlatılamayacak, çok korkunç ve dehşet verici şeyler olacaktır.
“Onu yalanlayacak hiç kimse olmaz.” (Vâkıa: 2)
Allah-u Teâlâ kıyametin gerçekleşmesini dilediğinde, onu önleyecek hiç bir engel olmadığı gibi; onun meydana gelişini yalanlayan, bugünkü yalancılar gibi bir tek yalancı bulunmaz. Azabı açık açık görecekleri için artık inkâr edemezler ve çaresizce doğrulamaya mecbur olurlar.
“O alçaltıcı, yükselticidir.” (Vâkıa: 3)
Dünyada iken iman etmeyi kibirlerine yediremeyen, ilâhî buyruklara iltifat etmeyen, ölümden sonra dirilmeyi red ve inkâr eden kimseleri aşağıların aşağısına, esfel-i sâfilin’e düşürür. İsterse onlar kendilerini şerefli ve seçkin kişiler sansınlar.
İman şerefiyle müşerref olan, kulluğun gereğini yerine getiren bahtiyar müminleri ise yücelerin yücesine, a’lâ-i illiyyîne yükseltir.
Şakîleri cehennemin dibine savurup atmak suretiyle alçaltır, said olanları da cennetlerinin yüksek derecelerine kavuşturur. Herkes lâyık olduğu dereceyi bulur.
Bazılarını düşürür alçaltır, bazılarını kaldırır yükseltir. Çünkü görülüyor ki devletleri yıkan ihtilâl gibi büyük hadiseler; nice kimseleri aşağıya düşürmekte, nicelerini de yükseklere kaldırmaktadır.
“Yer şiddetle sarsıldığı zaman.” (Vâkıa: 4)
Kıyamet koptuğu an yer dehşetle sarsılıp yerinden oynar, mevcut düzen alt-üst olur. Zelzele belirli bir bölgeyi değil, bütün yeryüzünü kaplar.
Hayal etmenin bile ürperti vereceği sıkıntılı ve korkulu durumlarla karşı karşıya kalınır.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kıyamet saatinin zelzelesi, şüphesiz ki çok büyük bir şeydir.” (Hacc: 1)
Kıyametin numunesi zelzelelerdir. İnsanoğlu zelzeleye karşı koyacak güce sahip değildir, insan böyle bir zamanda aczini idrak eder. Zelzele hiç bir zaman “Ben geliyorum!” demez, bir anda ortalığı harabeye çevirir. Gelmesi ile gitmesi bir olur.
Zelzeleler kıyametin açık bir delilidir, bize büyük kıyameti haber vermektedir.
“Dağlar parçalanıp da toz duman haline geldiği zaman.” (Vâkıa: 5-6)
Dünya nizamının alt-üst olacağı o büyük hadise vuku bulduğunda, dağlar o muhteşem cesametleri ve ağırlıkları ile beraber yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılır.
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi haline gelir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor: “Yerlerini dümdüz, bomboş bırakacaktır.” (Tâhâ: 106)
Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı görülür, yüksek ve alçak hiç bir şey kalmaz.
___________________________________________________
VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
İnsan Sınıfları:
Dünya nizamı alt-üst olduğu, o büyük kıyamet hadisesi gerçekleştiği ve bunun neticesi olarak da ahiret hayatına geçildiği zaman, insanlar umumi mânâda üç sınıfa ayrılırlar:
“Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman!” (Vâkıa: 7)
Bu ayırımı bizzat Allah-u Teâlâ yapmaktadır. İnsanlar ilâhî huzurda mertebe mertebe ayrılacaklar, üç sınıfa bölünecekler, iki sınıf cennette bir sınıf cehennemde olacaktır. İlk insandan itibaren kıyamet gününe kadar bütün insanlık bu üç sınıf içinde yerini alacaktır.
Daha sonra Allah-u Teâlâ bu üç sınıfı açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
“Sağın adamları, ne uğurludurlar onlar!” (Vâkıa: 8)
Bunlar öyle mesut, öyle bahtiyar insanlardır ki; amel defterleri kendilerine sağlarından verilir ve sağlarından alınır, Arş’ın sağında yerlerini alırlar. Bu yüksek şeref sahipleri bütünüyle cennet ehlidirler.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın sonsuz ihsan ve ikramına nâil olmuş, lütuf birlik ve beraberliğine dâhil olmuş, rızâ ve hoşnutluğunu kazanmış, böylece cennetin yolunu tutmuşlar, Cemâlullah’a vâsıl olmuşlardır.
“Solun adamları, ne uğursuzdurlar onlar!” (Vâkıa: 9)
Bunlar ise öyle bedbaht, öyle uğursuz kişilerdir ki; amel defterleri kendilerine sollarından verilir ve sollarından alınır, Arş’ın solunda yerlerini alırlar. Uğursuzlukları hem kendilerine hem de yakınlarına dokunan bu hayırsız, bereketsiz kişiler cehenneme sürüklenirler. Son derece perişan bir hâldedirler.
Bunlar yaratan ve yaşatana, engin nimetleriyle donatana tâbi olmayıp isyan etmişler; Hâlik-ı kerim’e hasım kesilmişler, O’nun ilâhî emir ve hükümlerini dinlemeyip alaya almışlar, böylece de cehennemdeki kötü akıbete müstehak olmuşlardır. Yaptıkları bütün iş ve icraatları noksansız olarak orada bulurlar.
Bunların hepsinin önünde olmak üzere:
“Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar!” (Vâkıa: 10)
Âyet-i kerime’de geçen “Sâbikûn” kelimesinin türemiş olduğu “Sebk” kelimesinin mânâsı: “Yürüyüşte öne geçmek” demektir.
Bunlar öne geçip Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde yarışanlardır. O’nun hoşnutluğunu elde etmeye çalışırlar. Bunlar kitapları sağ tarafından verilmiş olan müminlerden daha hususi, daha değerli ve daha üstün olup, onların önderleridir. Bütün mânevî makam ve mertebelerin ilerisinde bulunurlar. Peygamberler, sıddıklar, şehitler bunların arasında yer alırlar. Sayıları çok azdır.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın zâtına çektiği, hıfz-u himâyesine, tasarruf-u ilâhîsine aldığı, sevip beğendiği, hem nuru ile hem de Kudsî ruh’la desteklediği, Sıddıkiyet makamına çıkardığı has ve hususi kullarıdır.
“Sâbikûn”un erişecekleri dereceler, hâl ve şanlar insan aklinin idrâkinin üstünde olduğuna işaret için “Sâbikûn”dan “Sabikûn”la haber verilmiş, “Sâbikûn sâbikûndur.” buyurulmuştur. Bu ise: “Onların ahirette görecekleri nimetlerden bu dünyada haber vermek mümkün değildir.” demektir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır.” (Fâtır: 32)
İşte asıl peygamber vârisi olanlar, Allah-u Teâlâ’nın övgüsüne ermiş olanlar bunlardır. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın hem nurunu, hem de vekâletini yani emanet-i ilâhîyi taşırlar.
“İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir.” (Fâtır: 32)
Bu büyük ikram ve ihsana ancak O’nun dilemesi ile ulaşılır. Onların hâl ve şanları her türlü takdirin üstünde güzeldir. Uğur ve bereketleri her bakımdan gıpta edilecek bir durumdur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki kadar aydın, onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız gibidir.” (Buhârî. Tecrid-i sarih: 1343)
Sehl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivâyet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Muhakkak ki ümmetimden, cennete yetmişbin veya yediyüzbin kişi girecek. Öyle ki sonrakiler girmeden öndekiler girmeyecektir. (Saf hâlinde girecekler.) Yüzleri ayin ondördü gibi olacaktır.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1344)
Bunlar Nur’unun nuru, kehribarın tozu, Resulullah Aleyhisselâm’ın vekilleridir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın şefaat izni verdiği kimselerdir. Bu ise derece derecedir. Onlara bahşedilen bu şefaat sayesinde, en son neferini toplayıp cennete koymadıkça kendisi girmeyecektir.
Daha sonra Allah-u Teâlâ şöyle buyurarak onları övmüştür:
“İşte onlar mukarreblerdir (Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır).” (Vâkıa: 11)
Bunlar “Mukarrebûn” ünvanını almışlardır, mânevî kurbiyete nâil ve dahil olmuşlardır. Sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetindedirler. Dünyada O’nunla oldukları gibi, ahirette de O’nunladırlar.
“Naîm cennetindedirler.” (Vâkıa: 12)
Nimet kelimesinden daha geniş bir muhtevaya sahip bulunan Naîm, insana mutluluk veren maddî ve mânevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre “Cennâtün-naîm”, mutluluklarla dolu cennetler demektir.
Bir delikanlı bir kıza âşık olmuş. Fakat o çok sevdiği kızı çok güzel bir bahçenin köşküne kapatmışlar, o genci de bahçede bırakmışlar. O bahçe ona zindan gibi gelmez mi? Çünkü onun gayesi bahçe değil.
Allah-u Teâlâ’ya âşik olan kimseler de cennete o nazarla bakarlar. Çünkü gayeleri cennet-i âlâ degil, Cemâlullah’tır.
Binaenaleyh onlar cennetlerin en âlisindedir. Onlar hem orada her an Allah-u Teâlâ iledirler, O’na nazar ederler, O’nunla mülâkat yaparlar; hem de Allah-u Teâlâ onları orada en güzel bir şekilde yaşatır.
Onlar dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı tercih ettiği için, Allah-u Teâlâ da onları tercih etmiş, onları huzuruna almış, mülâkatına kabul buyurmuş.
Onlar en güzel ameli yaptığı için, en güzel nimetler yine onlarındır. Onlar pek büyük ve yüksek cennetlerde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, maddî ve mânevî nimetlerle huzur ve lezzet içindedirler.
Bunlar nâdir olarak gelenlerdir, yüz senede bir gelirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Her asırda benim ümmetimden ‘Sâbikûn=önde gelenler’ vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki ilâhî inâyet ve merhamet o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için geleceği tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (Nevâdirül-usûl)
Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzü halkına vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer veya tehir eder.
Dünyada olduğu gibi mahşerde de, sıratta da böyledir.
Musa Aleyhisselâm’a denizi yol yapan Hazret-i Allah, bu sevgili kulları da cehennemin üstüne yol yapar.
__________________________________________________________
VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Evvelkiler ve Sonrakiler:
“Onların büyük bir kısmı eski ümmetlerdendir.” (Vâkıa: 13)
Önceki ümmetlerin içinde “Sâbikûn” yani öncülerin çok olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Çünkü Âdem Aleyhisselâm’dan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin zaman-ı saâdetlerine gelinceye kadar yüzyirmidört bin peygamber gelip geçmiştir.
Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“İki cennet Allah-u Teâlâ’ya çok yaklaştırılmış olan mukarreblere (öncülere) verilecektir. Onların oradaki eşyaları altından olacaktır.
Diğer iki cennet de, kitapları sağlarından verilen Ashab-ı yemin’e verilecektir. Onların eşyaları da gümüştendir.” (Feth’ül-bâri)
Azlık ve çokluk sayıya göredir, onların hepsi de cennette olacaklardır.
“Onların bir kısmı da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 14)
Geçmiş ümmetlere çok sayıda peygamber gönderildiği için onların içinde “Sâbikûn” yani öncüler çoktur. Bununla beraber ümmet-i Muhammed içinde “Öncüler”e uyanlar, geçmiş ümmetlerin öncülerine uyanlardan daha çok olacaktır. Zira onlar cennetliklerin yarısından çoğunu teşkil edeceklerdir.
Çünkü onlar:
“Siz beşeriyet için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” (Âl-i imran: 110)
Âyet-i kerime’sindeki şerefe mazhar olmuşlardır.
Onların bu fazileti Hakk katında malumdur ve Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Onlara bu lütfu bahşederek bütün ümmetlerden üstün kılmıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Bizler en son gelenleriz. Fakat kıyamet gününde en başa geçenler de biz olacağız. Şu kadar var ki her ümmete kitap bizden önce verilmiş, bize onlardan sonra verilmiştir.” buyurmuşlardır. (Müslim: 855)
Onların bütün ümmetlerden hayırlı olmaları, tâbi oldukları âlicenap Peygamber’in Allah katındaki faziletinden dolayıdır.
Ashab-ı yemin’in de fazileti “Sâbikûn”a uymalarından ileri gelmektedir.
Cennette Kavuşacakları
Göz Kamaştırıcı Nimetler:
“İleri geçenler” için neler hazırlandığını bildirmek, onlara verilen ruhânî ve cismânî nimetleri açıklamak ve zihinlerde hayâl ettirmek için şöyle buyuruluyor:
“Altın ve mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler.” (Vâkıa: 15)
Allah-u Teâlâ kullarının anlamalarına kolaylık sağlamak için o nimetleri dünya nimetlerinin isimlerini vererek anıyor. Yoksa bunların vasıflarını bütünüyle anlamak ve kavramak imkânsızdır. Huzur ve emniyet içinde oturacakları, altın ile dokunmuş, inci ve yakut kakmalı öyle tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
“Onların üzerine karşılıklı olarak yaslanırlar.” (Vâkıa: 16)
Diledikleri gibi otururlar, diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler. O tahtlar üzerinde kurulurlar, birbirlerine kemâl-i hürmetle nazar ederler, birbirleriyle karşılıklı olarak sohbet ve muhabbet ederler. Nâil oldukları nimetin huzuruna ermiş bir şekilde gayet rahattırlar, aslâ sıkıntıları olmaz.
Sonra gelen Âyet-i kerime’lerde Mukarrebler’in Allah-u Teâlâ’nın sonsuz ihsan ve ikramlarına nâil olacakları temsillerle beyan buyurulmaktadır:
“Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır.” (Vâkıa: 17)
Vildan ve Gılman ismi verilen, sonsuzluğa ermiş genç delikanlılar hizmetlerinde bir an bile olsun aslâ kusur etmezler. Saygılı ve naziktirler. Güler yüzlü ve tatlı sözlüdürler. Hep aynı hâlde kalırlar, büyüyerek vasıfları değişmez. Her zaman gençliğin tazelik ve zindeliğinde bulunurlar, hiç yaşlanmazlar.
“Akıp giden şarap kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.” (Vâkıa: 18)
Bitip tükenmelerinden ve boşalmalarından yana endişeleri olmayacak şekilde akıp duran ırmaklar cennet şarapları ile doludur.
Hizmetçi Vildan’lar kulpsuz, yuvarlak ve büyük büyük kadehlerle; kulplu, parlak, şeffaf ibrik ve sürahilerle pınarlardan akan şarap dolu kâselerle dolaşırlar.
“Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.” (Vâkıa: 19)
Baş ağrısı yapmaz, şuuru zedelemez, baş döndüren tadına rağmen aklı gidermez, hâlsizlik doğurmaz, lezzetleri kesilmez, ne kadar içilirse içilsin hiçbir zaman bitip tükenmez, alabildiğine zevk ve neşe verir.
“Beğendikleri meyveler.” (Vâkıa: 20)
O hizmetçiler yanlarında envâi çeşit meyvelerle dolaşarak onlara takdim ederler. O meyvelerin hepsi de güzel ve lezzetli olmasına rağmen; içlerinden en iyisini, bunca çeşit arasından en üstününü, canlarının çektiğini seçerler.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Naîm cennetlerinde türlü meyveler kendilerine ikram edilmektedir.” (Saffat: 42-43)
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.
Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyve yemeleri, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.
“Canlarının çektiği kuş etleri.” (Vâkıa: 21)
Şüphesiz ki cennetin kuşları da dünyadakilerden çok farklıdır. Etlerinin posası yoktur. Her biri ilâhî kudret eliyle yaratıldığından dolayı son derece nefis ve lezzetlidir. Canları nasıl çekerse, ister kızartılmış, ister pişirilmiş olarak yerler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-e:
“Sen cennette iken canın kuş arzu edecek, o da senin önüne kızarmış olarak düşüverecektir.” buyurmuşlardır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Cennet kuşları melez deve gibi cennet ağaçları arasında yayılırlar.” buyurduğunda Ebu Bekir -radiyallahu anh-: “Yâ Resulellah! Demek ki bunlar çok değerli kuşlardır!” dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Onun yenilişi kendinden de güzeldir.” buyurdu ve bu sözünü üç kere tekrarladıktan sonra:
“Doğrusu ben senin de o kuşlardan yiyecek kimselerden olmanı ümit ederim.” buyurdu. (Ahmed bin Hanbel)
Meyve ve et, dünya hayatında insanın dengeli beslenmesi için son derece lüzumludur. Ahiretteki meyve ve et ise dünyadakilerden çok farklıdır, sırf zevk ve lezzet almaları için, canlarının çektiği anda onlara bu gibi çeşitli nimetler bahşedilir.
“Onlar için ceylan gözlü huriler vardır.” (Vâkıa: 22)
Hurilerin vasıfları anlatılmakla tükenmez. Allah-u Teâlâ’nın Cemal ve Lâtif sıfatlarının tecellileriyle vücut bulmuşlardır. Tarifi mümkün olmayan şekil ve endama, çarpıcı zerafete sahiptirler.
Hurilerin güzellikleri yanında huyları da güzeldir. İffet ve hayâ numunesidirler. Daha önce bir insan dokunmadığı gibi cin de dokunmamıştır.
“Gün görmemiş inciler gibi.” (Vâkıa: 23)
Hiç kimsenin elleyip dokunmadığı, bakıp yıpratmadığı korunmuş incilerdir.
Meyil ve muhabbetleri, kime bağışlanmışlarsa sadece onlaradır. Başkaları onlara şehevî bir ilgi duymadığı gibi, onlar da eşlerinden başkalarına karşı böyle bir duygu beslemezler.
Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.
“İşledikleri amellerine karşılık olarak.” (Vâkıa: 24)
Cennete girmek, Allah-u Teâlâ’nın bir ikram ve ihsanıdır. İnsanın yapmış olduğu ameller ise, cennette derecelerin yükselmesine sebep olur. İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.
“Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar.” (Vâkıa: 25)
Cennetin mükemmelliklerinden birisi de, onların yakışık almayan her türlü sözden uzak olmalarıdır. Selim sözler konuşulur. Birbirlerinden ancak esenlik ihtiva eden sözler işitirler. Lâubalilik, boş söz, kötü söz duymazlar. İşittikleri sözlerden onlara bir günah da gelmez.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Orada hoşa gitmeyen boş bir söz dahi işitmezler.” (Ğaşiye: 11)
Bu bile başlı başına, cennet nimetlerinden bir nimettir.
“Sadece selâma karşılık selâm sözü işitirler.” (Vâkıa: 26)
Kendi aralarında selâmı yayarlar ve ardı ardına selâmlaşırlar. Selâm bu dünyada nasıl alınıp veriliyorsa, ahirette de öyle olacaktır.
Bu Âyet-i kerime’de onların bu cennette sadece Allah-u Teâlâ ile birlikte olacaklarına ve Allah-u Teâlâ’nın kendilerine her türlü eksikliklerden uzak olan “Selâm” ism-i şerifi ile tecelli edeceğine de işaret vardır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onların orada birbirlerine dilekleri ‘Selâm’dır.” (İbrahim: 23)
Mutlu Sağcıların Cenneti:
Allah-u Teâlâ gözde olan öncülerin âkıbetini beyan ettikten sonra, amel defterleri sağlarından verilen ve “Ashâb-ı yemin” adı verilen müminlerin durumunu açıklamak üzere şöyle buyurdu:
“Defterleri sağdan verilenler, ne mutlu o sağcılara!” (Vâkıa: 27)
Sağcılar, Sûre-i şerif’in başında “Ashâb-ı meymene” adı ile kısaca işaret edilen mutlu kimselerdir. Bunlar verdikleri sözü yerine getirmişler, yeminlerine sâdık ve bağlı kalmışlardır.
“Onlar dikensiz kirazlar.” (Vâkıa: 28)
Allah-u Teâlâ tarafından “Ashâb-ı yemin” adı verilen müminler cennette dikensiz kiraz ağaçlarının altında bulunurlar. Öyle ağaçlar ki, âdeta gövdesine ağır gelecek şekilde bol bol meyvesi olacaktır.
“Salkımları sarkmış muz ağaçları.” (Vâkıa: 29)
Muz ağacının büyük yaprakları ve serin gölgesi olur, meyvesi boldur, tıklım tıklım dizili, aşağıdan yukarıya doğru istiflidir. Meyvesinin kabuğu bile olmaz, her tarafı zahmetsizce yenir.
O ağaçlar ve onların meyveleri dünyadaki meyvelerin adı ile anılmakla birlikte, mahiyetleri ve lezzetleri itibariyle dünya ağaçlarının ve meyvelerinin çok çok üstündedirler. Onları ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir beşerin hayaline gelmiştir. Duyduğumuz, okuduğumuz, hatta aklımızdan geçenlerin de fevkinde güzelliktedirler. Dünyadakilere hiç benzemezler, sadece isim benzerliği vardır. Beklenilmeyen anlarda peşi peşine takdim edilir, her defasında yeni bir şekil arzeder.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kendilerine ne zaman onlardan bir meyve rızık olarak yedirilirse, her defasında;
‘Bu bizim daha önce dünyada iken yediğimiz şeydir!’ derler.” (Bakara: 25)
Allah-u Teâlâ’nın kendilerini dünyada ve ahirette rızıklandırmış olduğu şeyleri bir şükran vesilesi olarak ihtiramla anarlar.
Bunlar kendilerine, dünyadakilerine benzer meyveler şeklinde sunulur ki yabancılık çekmesinler. İlk anda onları tanırlar ve hemen yemeye başlarlar. Çünkü gönül alışık olduğu şeye çok daha eğilimli olur. Fakat tadıp yediklerinde bunların, dünyadakilerden tamamen farklı ve görülmedik şeyler olduklarını, sadece cins ve şekil bakımından dünyadakilere benzediklerini; tat, hacim ve nefaset bakımından benzerlerini aslâ görmedikleri şeyler olduklarını hemen kavrarlar.
“Bunlar söylediklerinin benzerleri olarak sunulmuştur.” (Bakara: 25)
İşte bahtiyarlık budur. Gerçek hayat budur. Bu nimetlerin ne sonu ne de bitimi vardır. Sermedî ve ebedi olarak devam eder.
“Uzamış gölgeler altındadırlar.” (Vâkıa: 30)
İnsana huzur veren ve her tarafa uzanan gölgelerde, ağaçlar altından çağlayarak akan pınarlar başında ve arzu ettikleri her türlü meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.
Gölgenin insan hayatında çok mühim bir yeri vardır, bir insan gölgede istirahat etmek ve rahat bulmak için oturur.
“Çağlayarak akan sular kenarlarındadırlar.” (Vâkıa: 31)
Öyle bir su ki, belli bir yatağı ve arkı olmaksızın hiç durmaksızın akar. Öyle bir su ki, hiç azalmaz, tükenmez ve kesilmez, istenilen yerde akar. Herkes bu sudan zahmet çekmeden kolaylıkla istifade eder.
“Bol meyveler arasında.” (Vâkıa: 32)
Çeşitleri ve cinsleri ile o kadar bol meyve vardır ki, mevsimlik olmaksızın istenilen her zamanda ve anda her meyve bulunur. Diledikleri meyvelerden yerler, zevkyâb olurlar.
“Bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen.” (Vâkıa: 33)
Bir meyve koparılıp toplandığında, mutlaka yerine başkası gelir, kesintiye uğramaz. Herhangi bir kimse almak istediğinde ona engel olunmaz, hiç kimseye yasaklanmaz, kurumak çürümek gibi şeyler de olmaz.
__________________________________________________________
VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4
Mutlu Sağcıların Cenneti (Devam):
“Ve yüksek döşekler üzerindedirler.” (Vâkıa: 34)
Bu döşeklerin değeri oldukça yüksektir, mânevî yüksekliği ise beşer aklının çok çok üstündedir. Rahatlatıcıdır, dinlendiricidir. Üzerinde yatmak istendiğinde alçalır, sonra yükselir.
“Biz onları (cennete giren kadınları) yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır.” (Vâkıa: 35)
Dünyaya gelip giden, imanı ile sâlih amelleri ile cennete ulaşan kadınları Allah-u Teâlâ orada yeniden yaratır gibi bambaşka bir güzellikte ve en mükemmel bir surette yaratacaktır. İhtiyar olan gençleşecek, çirkin olan güzelleşecektir. Kadınlığın en olgun çağında olacaklardır.
Onlar cennet hurilerinden daha üstün ve daha câzibelidirler. Birbirleriyle en güzel şekilde uyuşurlar.
“Böylece onları hep bakire kızlar yapmışızdır.” (Vâkıa: 36)
Hepsi bakiredirler, bakirelikleri hiç gitmez. Kocaları onlara her geldiklerinde daima bakire olarak bulacaklardır. Kadınlar için bu durum, iki taraf için de sevgiye vesile olduğu için, Allah-u Teâlâ onları bekaretle vasıflandırmıştır.
“Eşlerine düşkündürler.” (Vâkıa: 37)
Kocalarına gönülden bağlı ve tutkundurlar, onları çok severler, tatlı bakışlarını yalnız onlara dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, böyle birşeyi hatırlarından bile geçirmezler. Kadınlık görevlerini kemaliyle yerine getirirler.
“Hepsi bir yaşta nâzeninlerdir.” (Vâkıa: 37)
Büyük küçük bütün cennet halkı otuzüç yaşında olacaktır. Kadınların ise onaltı yaşında olacakları rivayet edilmektedir.
“Bütün bunlar Ashâb-ı yemin (sağcılar) içindir.” (Vâkıa: 38)
Allah-u Teâlâ onları sağcılara takdim edecek, onlarla ebedî olarak beraber olacaklardır.
İnsanın fıtratı icabı bu gibi kadınlarla beraber olmak dünyada iken gönlünün arzuladığı bir emeldir. Ahirette ise takvâ sahiplerine ancak Allah-u Teâlâ’nın bileceği bir düzende bu kadınlar ihsan edilecektir.
O sağcılar ki;
“Onların birçoğu önceki ümmetlerdendir.” (Vâkıa: 39)
Sayı bakımından geçmiş ümmetlerde bulunan “Öncüler”den çokturlar. Onlar da birer topluluk teşkil edeceklerdir.
“Birçoğu da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 40)
Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmeti arasında Ashâb-ı yemin’den olmak şerefine erenler pek çok bulunmaktadır.
Vâkıa sûre-i şerif’inin 13. ve 14. Âyet-i kerime’leri nâzil olduğunda Ashâb-ı kiram’ın gücüne gitmişti. Daha sonra 39. ve 40. Âyet-i kerime’ler nâzil oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Ben her halde ümit ederim ki, siz cennet ehlinin üçte biri, belki de yarısı olursunuz. Kalan ikinci yarısını da onlarla paylaşırsınız.” buyurdu. (Ahmed bin Hanbel)
Böylece Ashâb-ı kiram’ın, cennette Ümmet-i Muhammed’in az olacağına dair endişeleri giderilmiş oldu.
Bedbaht Solcuların Âkıbeti:
Ahirette amel defterleri sol tarafından verilen ve “Ashâb-ı şimal” adı ile tanınan solcular; kaypak ruhlu, uğursuz, mutsuz, yalancı kimselerdir.
Allah-u Teâlâ bu bedbahtların pek feci ve müthiş âkıbetlerini ve bunun sebeplerini Âyet-i kerime’lerinde şöyle tasvir etmektedir:
“Amel defterleri soldan verilenler! Onlar ne uğursuzdurlar!” (Vâkıa: 41)
Öldükten sonra dirilmeye inanmazlar veya bu hususta devamlı şüphe içindedirler. Onun içindir ki, hem Allah’tan korkmazlar, hem de içten bir sorumluluk duymazlar.
“İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.” (Vâkıa: 42)
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgar, suları ise çok sıcak kaynar bir sudur. O su, sıcaklığın en ileri derecesindedir ve onların etlerini eritir, iliklerine ve ciğerlerine işler. Bir kere yutunca bağırsaklarını döker.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gidip gelirler. İlelebed bu şekilde azap üstüne azap görür dururlar.
“Onlar kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.” (Vâkıa: 43)
Böyle bir gölgeden hiçbir hayır beklenemez. Öyle bir gölge ki, göz gözü görmez hâle getirir. Onlar, öyle bunaltır ki nefeslerini keser. Azap üstüne azap verir. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hafif kalır.
“Ki ne serindir, ne de hoş!” (Vâkıa: 44)
O dumanın gölgesi hiçbir gölgeye benzemez.
Bu ifade bedbaht solcuları hafife alma ve alay etme mânâsı taşımaktadır. Çünkü ateş yakıcıdır, gölge ise insanı sıcaktan korur. Onlar hiçbir zaman serinletici gölgelere lâyık değildirler.
Şımarık Sapıklar:
Allah-u Teâlâ daha sonra gelen Âyet-i kerime’lerde bu sapıkların bu acı azabı hak etmelerinin sebebini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı.” (Vâkıa: 45)
Bu durum onların kötülüklerden uzak durmalarını engelledi, böylece arzularına uydular. Helâl dururken harama yöneldiler. Şehvetlerinin peşine düştüler, günahlardan lezzet aldılar. Hakk ve hakikat önlerinde güneş gibi parlarken, onlar gözü yumuk baktılar ve körlüğü tercih ettiler. Nimet deryası içinde yaşadıkları halde Yaratan’ı tanımadılar, Ulu Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmediler. Şükredecekleri yerde nankörlük ettiler.
“Büyük günah işlemekte direnir dururlardı.” (Vâkıa: 46)
Günah üstüne günah işlediler. Tevbe etmeyi, Hakk’a yönelmeyi içlerinden dahi geçirmediler.
“Ve diyorlardı ki:
‘Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?’” (Vâkıa: 47)
Yoktan var eden Yaratıcı’nın, öldükten sonra kendilerini tekrar diriltebileceğini beyinsiz kafaları bir türlü almıyordu.
“Önce gelip geçmiş atalarımız da mı?” (Vâkıa: 48)
Son derece azgın ve inatçı olmaları yüzünden, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal görüyorlardı.
Mahşer:
İsrafil Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ’nın emri ile ikinci defa Sur’a üfürmesi sonucunda, evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden kalkarlar ve mahşer yerine sevkolunurlar.
“De ki:
Hem öncekiler, hem de sonrakiler, bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır.” (Vâkıa: 49-50)
Bu vakit belirli bir vakittir. Ne öne alınır, ne de sona bırakılır. Ne artırılır, ne de eksiltilir. O gün, bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür. Allah-u Teâlâ onu, ancak sayılı bir müddet için ertelemektedir.
Zakkum:
Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin dibinde yetişir ve ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan yemek zorunda bırakılacaklardır.
Amel defterleri sol yanlarından verilecek olan uğursuz bedbahtların cehennemde ilk olarak zakkumdan yiyeceklerini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde haber veriyor:
“Sonra siz ey sapıklar, yalancılar!” (Vâkıa: 51)
Hidayetten uzak düşenler! Öldükten sonra dirilişi inkâr edenler!
“Doğrusu siz zakkum ağacından yiyeceksiniz.” (Vâkıa: 52)
Cehennemin dibinden çıkan bu ağaçlar, onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar. Manzarası çok çirkin, tadı çok acı, kokusu çok iğrençtir.
“Karınlarınızı onunla dolduracaksınız.” (Vâkıa: 53)
Cehennemlikler takatlerinin de üstünde bir açlığa mübtelâ olup, başka yiyecek bulamayınca; ister istemez, bu ağaçtan bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar. Fakat açlığa hiç faydası olmaz, çünkü çok yerlerse, o nisbette açlık hissederler.
“Üzerine de kaynar su içeceksiniz.” (Vâkıa: 54)
Bu kaynar suyu içmekle susuzlukları gitmez, hararetlerine hararet katar, acı üstüne acı verir.
“Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.” (Vâkıa: 55)
Allah-u Teâlâ onlara öyle bir susuzluk verir ki; o kaynar suyu, susamış develerin içtiği gibi içerler. Bir türlü kanmazlar, içtikçe de azapları artar.
“Ceza gününde işte onlar böyle ağırlanacaklardır.” (Vâkıa: 56)
Cehennemliklerin azaplarına, bir alay ifadesi olarak “Ağırlama” denmiştir.
Cehennem misafirlerine ilk geldiklerinde ilk defa böyle şeyler takdim edilince, daha sonra kendileri için hazırlanmış olan şiddetli azabın nasıl olacağı düşünülmelidir. Onlar ancak böyle bir ziyafete lâyık bulunmuşlardır.
_____________________________________________________________
VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-5
HALLÂK-I AZİM
İnsanın Yaratılışı:
Herşeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, yaratan ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren Allah-u Teâlâ'dır. Hiçbir güç ve kuvvet O'na muhalefet edemez, hükmünü dilediği gibi yürütür.
İnkârcıları susturmak ve beşeriyete gerçeği duyurmak için Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey inkâr edenler! Sizi biz yarattık." (Vâkıa: 57)
İlk başta benzersiz olarak yaratmaya kâdir olanın, öldükten sonra yeniden yaratmaya da gücü yeter.
"Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz?" (Vâkıa: 57)
İnanmanız gerekmez mi? İnanmakla birlikte itaat etmeniz ve yolunda bulunmanız gerekmez mi?
Nice insanlar her ne kadar Allah-u Teâlâ'nın yaratıcılığını tasdik ediyorlarsa da, takip ettikleri yol bu tasdiklerine aykırı düşmektedir. Bunun içindir ki gerçekleri yalanlamış olmaktadırlar.
Allah-u Teâlâ bu hususu daha açık ifade etmek için de şöyle buyurmaktadır:
"Gördünüz mü (rahimlere) akıttığınız meniyi?" (Vâkıa: 58)
Ona ibret nazarı ile baktınız mı? Bana haber veriniz!
"Onu (siz mi düzgün bir insan suretine getirip) yaratıyorsunuz, yoksa yaratanlar biz miyiz?" (Vâkıa: 59)
Elbette bunun aksini iddiâ edemezsiniz.
İnsanın yaratılışı gözler önünde her an tekrarlanan bir mucizedir. Atılan ve dökülen bir nutfe, kısa bir zaman sonra işiten ve gören bir insan oluveriyor. Eti ve kemiği ile, sinirleri ve damarları ile, huyları ve karakterleri ile bu insan nerede gizli idi? Doğacak çocuğun kız mı erkek mi olacağına Allah'tan başkası mı karar veriyor?
Bu yaratma tecellisinde karı-kocanın rolü, sadece birleşmekten ibarettir. Bundan sonra erkeğin de kadının da işi biter. İlâhî irade safha safha ortaya çıkmaya başlar.
Erkek cinsiyet hücresine nutfe yani sperma, kadının cinsiyet hücresine de yumurta denir.
Sperma, meninin içindeki tohumun ismidir. Erkeğin yumurtalıklarında yaratılır.
Birleşme sırasında normal olarak ikiyüz-üçyüz milyon kadar sperma çıkar ve rahme iner. Aşılamak için yaklaşık sekiz saat kadar yumurta hücresi arar. Milyonlarca spermadan 15-18 santimetre arası mesafeyi ancak ikibin veya ikibinbeşyüz kadarı kateder. İçlerinden de sadece bir tanesi ve en güçlü olanı rahim yolundaki yumurtayı bulur ve yumurtanın yaptığı hafif bir çıkıntıyı delerek içeri girer. İki hücre böylece birleşerek bir tek hücre meydana gelir.
Yumurta, spermaya kıyasla daha büyüktür ve çekicilik kabiliyeti vardır. Sperma ise son derece hareketlidir, dakikada 2-3 milimetre mesafe alabilir.
Bu kadar küçük canlıların bu kadar büyük işler başarması, hiç şüphesiz ki azâmet-i ilâhî'yi gösteren şaşırtıcı bir tablodur.
Yumurta aşılandıktan sonra onu dış çevresinden koruyucu bir duvar kuşatır, diğerlerinin girmesini önler. Öyle ki, bundan sonra gelebilecek bütün spermalar kafaları ile bu duvara çarptıkları halde, bu duvarı delmek imkânı bulamazlar. Böylelikle geri kalan spermalar ölürler.
Aşılanan bu hücre hemen onbeş dakika sonra, canlıyı meydana getirmek için ikiye, dörde, sekize... bölünmeye ve üremeye başlar. Her hücre ardı ardına devamlı olarak bölünür ve çoğalır. Bu bölünme esnasında yumurta rahim kanalında yoluna devam eder. Daha sonra rahim yolu kaslarının kasılmasıyla altı veya yedi gün içinde rahme ulaşır. Bu süre içinde hücre bölünmesi zirveye ulaşmış olur. Yaklaşık elli bölünme meydana gelir.
Yumurta rahime ulaştığında, tıkalı olan rahim cidarının önünde durur. Aradan fazla bir zaman geçmeden, rahim cidarının açılması için uğraşır. Bu iş gerçekleştiği zaman rahim cidarına gömülür, arkasından da açmış olduğu kapı kapanıverir.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın “Kün!” emri ile, tedbiri ile ve takdiri ile olmaktadır.
Hücrelerin içinde bulunan ve gen dediğimiz, mikroskopla bile zor görülebilen varlıklar, gelecek olan insanın karakter ve kabiliyetlerini, bütün hususiyetlerini üzerlerinde taşımaktadırlar.
Erkek veya dişi olacağı, güzelliği, çirkinliği, boyunun kısalığı veya uzunluğu, aklî ve ruhî yapısı, duygu ve emelleri, kabiliyet ve anormallikleri... Hepsi bu bir zerrede gizli bulunuyor.
Yeryüzüne gelmiş ve geçmiş iki insanı asla birbirine benzetmeyen hususiyetler güçsüz bir cisimcikte mevcut. Bir zerre nerede, bir insan nerede?
O zerrenin içerisine bütün mukadderâtını da koymuş. Sonra o kerih suyu dilediği şekilde şekillendirmiş ve şekilden şekile koymuş.
Belirli Bir Ölüm:
Ölüm, bu fâni âlemdeki hayat yolculuğunun sona ermesi ile bekâ âleminde geçirilecek ebedî hayatın başlangıç noktasıdır. Her doğan ölür, her gelen gider.
Dünyanın yıkılışı büyük kıyamet, insanın ölümü ise küçük kıyamettir.
Allah-u Teâlâ'nın sonsuz hikmetlerini ihtiva eden iradesinin gerektirdiğine göre, insanların her birine belli bir ecel tayin ve taksim etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyuruyor:
"Aranızda ölümü takdir eden biziz." (Vâkıa: 60)
İnsanların doğumu gibi ölümü de O'nun kudret elindedir ve bilgisi dahilindedir.
İnsanların hayat süreleri değişik değişiktir. Kimi uzun kimi kısadır. Büyük küçük, genç ihtiyar hiç kimse belirlenmiş olan vakti gelmeden ölmez. Vakti gelince de bir dakika tehir olmaz.
Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce âhiret tedarikine bakmak gerekiyor.
Ölüm, dar ve sıkıntılı bir evden, çok geniş ve o nisbette ferah bir eve taşınmaktır. Ebedî yaşamanın sırrı ve habercisidir. Ölüm eskiyen bedenin atılması ve ruhun yeni bir bedene bürünmesi demektir.
Her kim olursa olsun insanoğlundan hiçbir ferde Allah-u Teâlâ bu dünyada ebedi kalmayı nasip etmemiştir.
"Ve biz önüne geçilebileceklerden değiliz." (Vâkıa: 60)
Bize kimse üstün gelemez, her dilediğimizi istediğimiz gibi yaparız. Biz hiçbir kimseye karşı mağlup ve âciz değiliz. Kudret ve kuvvette bizi hiç kimse geçemez.
"Sizi ortadan kaldırıp da sizin yerinize benzerlerinizi getirmeye ve sizi bilmeyeceğiniz bir biçimde yaratmaya da gücümüz yeter." (Vâkıa: 61)
Sizin benzerlerinizi yaratmaya da, size benzemeyenleri yaratmaya da kâdiriz.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyurmaktadır:
"Dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir nesil getirir. Bu Allah'a göre güç değildir." (Fâtır: 16-17)
Bu O'nun için zor olmadığı gibi, imkânsız da değildir. Dilerse yeryüzündeki bütün insanları yok eder, siler, süpürür de, hiç görülmedik bambaşka yeni bir mahlûk, tanımadığımız bir âlem yaratır.
O'nun bu azameti, insanların O'na olan ihtiyacının ve O'nun da ihtiyaçsızlığının bir tecellisidir.
"Her halde ilk yaratılışınızı bilirsiniz, (fakat tekrar yaratılacağınızı) düşünmeli değil misiniz?" (Vâkıa: 62)
Bütün bunları yapmaya muktedir olanın, ölüleri de diriltmeye muktedir olduğunu düşünmek gerekmez mi?
Ekinler:
İnsan hayatı için gerekli hususlardan birisi de rızıktır. Rızkın esası ise ekip biçmek olduğu için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Şimdi bana ekmekte olduğunuz (tohum işini) haber verin!" (Vâkıa: 63)
Bir tek daneden ne kadar çeşit daneler, başaklar meydana geliyor. Onları bitirmek ancak Allah-u Teâlâ'nın yaratıcı kudretinin bir tecellisidir. Yerden bitkiler çıkararak ölümünden sonra toprağı diriltir, kokuşmaya müsait olan çamurdaki tohumdan yemyeşil bitkiler çıkarır.
"Onu yerden siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler biz miyiz?" (Vâkıa: 64)
Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Hazret-i Allah'tır. İnsanların bu hususta hiçbir kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiçbir şey yapmamışlardır.
O dileseydi, bitki mahsulünü vermeden sararıp solar ve saman yığını haline gelirdi.
"Eğer isteseydik onu (o ekini tohumsuz) bir ot kırıntısı yapardık da siz şaşakalırdınız." (Vâkıa: 65)
Harcadıkları emeklere, yaptıkları masraflara pişman olurlardı. Fakat Allah-u Teâlâ lütf-u kereminden insanlara mahsuller vermektedir.
"(O zaman şöyle derdiniz): Doğrusu biz çok zarara uğratıldık." (Vâkıa: 66)
“Çünkü ekinimiz yok oldu, ektiğimiz tohumda ziyan ettik.” derdiniz.
"Hatta umduğumuzdan mahrum kaldık." (Vâkıa: 67)
Malımızı yitirdiğimiz gibi, elimize bir kâr da geçmedi. Biz ne kadar nasipsizmişiz!
Sular:
Su, her canlının hayat kaynağıdır. İnsanlar içmek, ekin ve hayvanlarını sulamak için ona son derece muhtaçtırlar.
"İçmekte olduğunuz suyu da söyleyin bana!" (Vâkıa: 68)
Allah-u Teâlâ bu beyan-ı ilâhî'si ile mahlûkâtı üzerindeki Ulûhiyet ve Samediyet'ini göstermekte, su gibi bir tek sebep altında çeşitli görüntülerle kudretinin azametini hatırlatmaktadır.
"Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa indirenler biz miyiz?" (Vâkıa: 69)
Suyu güneş harareti vasıtasıyla buharlaştırıp bulutlaştıran ve yağmur halinde indiren, bütün canlıların hayatının devamını sağlayan ve buna muktedir olan sadece Allah-u Teâlâ'dır. Buhar şeklinde saf ve berrak olarak denizlerden yükseltip bulutlarda toplar, sonra da onu yağmur şeklinde indirir. Bu fiziki ve kimyevi hadiseler kendiliğinden değil, ilâhî bir plân dahilinde cereyan etmektedir.
Rüzgârlar bulutları O'nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O'nun tayin ettiği zamanlarda yağmur yağdırırlar.
İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış, onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.
"Eğer dileseydik, onu (içilmeyecek) tuzlu bir su yapardık. Hâlâ şükretmez misiniz?" (Vâkıa: 70)
Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da bulunur, yağmur yağdığında yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.
Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken, karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını sürdürebilmektedirler.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Size tatlı sular içirdik." (Mürselât: 27)
Tatlı suları bulutlardan O indirmiş, pınarlardan kuyulardan O çıkarmıştır.
Allah-u Teâlâ bu şartları hazırlamasaydı, dünyada yaşamak mümkün olmayacaktı.
O'nun mülkünde yaşayan, O'nun verdiği rızık ve O'nun bahşettiği su ile beslenen insan, nasıl olur da kendisini Rabbinden müstağnî görür?
Ateş:
Ateş, ısıtma ve aydınlatmayı sağlayan ilâhî bir nimet, aynı zamanda Allah-u Teâlâ'nın fâil-i mutlak olduğunu belgeleyen bir delildir.
"Söyleyin şimdi bana, çakmakta olduğunuz ateşi!" (Vâkıa: 71)
Yanan ağacın asıl maddesi ve bu maddenin yanmaya elverişli duruma gelmesi, Allah-u Teâlâ'nın değişmez kanunlarından ve hikmetlerinden biridir.
"Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan?" (Vâkıa: 72)
Allah-u Teâlâ cisimleri bu özelliği ile yaratmamış olsaydı, hiçbir şekilde ateş meydana çıkmaz, elektrik üretimi kabil olmazdı.
Ne günümüzde yaşayan insanların elektrik lâmbası yanar, ne de o çağlarda yaşayanların çakmağı çakardı.
"Biz onu bir ibret ve çöl yolcuları için bir fayda yaptık." (Vâkıa: 73)
Geçim sebeplerini ateşe bağlı kılmıştır. Ateş sayesinde yemekler pişer, ısınma sağlanır, birçok madenler eritilerek muhtelif eşyalar yapılır. Ateşin ne büyük bir nimet olduğu düşünülecek olursa, onu Allah-u Teâlâ'nın yarattığı apaçık görülmüş olur. Fakat ateş alışılan bir şey haline geldiği için, insanların gözünde basit bir şeymiş gibi telâkki edilmektedir.
Fakat şuurlu insanlar bu ilâhî nimetin kıymetini her an için takdir ettikleri gibi, ahiret ateşini hatırlatan bir ibret olarak görürler.
Tesbihât:
Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ'yı tesbih etmek günahların bağışlanmasına vesiledir.
Âyet-i kerime'lerde tesbih, sarih olarak emredilmektedir:
"Çok büyük olan Rabbinin ismini tesbih et." (Vâkıa: 74)
Tesbih; kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemâl sıfatlarıyla O'nu övüp tâzimde bulunmasıdır.
İnsanlar, melekler, cinler, bitkiler ve cansızlar, havada kanat çırpan kuşlar O'nu tesbih etmektedirler.
Bütün yaratıklar, hareketleri ve durmaları ile Allah-u Teâla'nın varlığına, birliğine, eksiklik şüphesinden münezzeh oluşuna fiilen delâlet edip durmaktadırlar. Hepsi O'ndan dilek diler, hepsi O'nu kendine göre takdis eder.
Allah-u Teâlâ'yı tesbih edip şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O'nu kemâl ve cemal sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı zemimelerden, hayvânî sıfatlardan temizler.
_____________________________________
VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-6
Şerefli Bir Kur’an:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, hareket halinde iken yıldızların mesken edindiği yüksek menzilleri bulunan göğe, şeref ve değerlerini ortaya koymak için yemin etmektedir.
“Hayır! Yıldızların yerleri üzerine andolsun ki!” (Vâkıa: 75)
Kur’an-ı kerim’in verdiği bu bilgi, yıldızların yerlerinin büyüklüğünü göstermektedir.
Milyonlarca yıldız ve gezegen arasında çıplak gözle görülebilenler olduğu gibi, teleskoplarla da görülemeyenler vardır. Hatta görmek şöyle dursun, gerekli âletlerin farkına varması mümkün olmayanları dahi bulunmaktadır.
Halbuki ışığın saniyedeki hızı üçyüz bin kilometredir ve ışık dünyanın çevresini bir saniye zarfında 7.5 defa dönebilecek bir hıza sahiptir.
“Bu, eğer bilirseniz, gerçekten büyük bir yemindir.” (Vâkıa: 76)
Şayet siz bu yeminin ne kadar büyük olduğunu bilmiş olsaydınız, hakkında yemin edilen şeyi de gerektiği gibi tâzim ederdiniz.
“Muhakkak ki o, elbette çok şerefli bir Kur’an’dır.” (Vâkıa: 77)
Hoşnud olunmuş olan bu yüce Kitab-ı kerim’in ismi bizzat Allah-u Teâlâ tarafından verilmiştir. İlimlerin özü ve kaynağıdır. İyilikler ve bereketler menbaıdır. Allah katındaki değeri tasavvur bile edilemez.
“Koruma altında olan bir kitaptadır.” (Vâkıa: 78)
Onun âyetleri Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesindedir, bâtıl hiçbir surette ona ulaşamaz.
Bu ilâhî hitap, Kur’an-ı kerim’in kıyamete kadar baki ve daim olacağına en büyük delildir. Bindörtyüz yıldan bu yana bir benzeri ortaya konmamıştır, kıyamete kadar da beşer bundan âciz kalacak, hiç kimse lâfzını ve hükmünü değiştiremeyecektir.
“Temizlenmiş olanlardan başkası ona el süremez.” (Vâkıa: 79)
Mushaf-ı şerif’in kendisine abdestsiz dokunulamadığı gibi, ahlâk-ı zemimeden, hayvani sıfatlardan arınmamış, hürmet ve tazîm nuru ile parlamamış olan kalbler de Allah kelâmının hakikatını anlayamaz, hakiki mânâsına da nüfuz edemez.
Çünkü o;
“Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.” (Vâkıa: 80)
Gerçek bu olunca, O’nun Kitab-ı kerim’ini küçümsemek, değil bir Âyet-i kerime’sini, bir tek harfini bile kabul etmemek, kişiyi küfre ve nankürlüğe götürür.
Âhirete Göçerken:
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in şan ve şerefini yücelttikten sonra ilâhi hükümleri umursamayanları, emir ve yasaklara uymayı kibirlerine yediremeyenleri, bunca nimetlere karşılık nankörlük edenleri uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?” (Vâkıa: 81)
Onu hafife alan, leke sürmeye cesaret eden siz misiniz? Temizlenmeden onu kirletmeye mi kalkışıyorsunuz?
“Rızkınıza karşılık şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?” (Vâkıa: 82)
Bütün bu rızıkları size hiçbir karşılık beklemeden veren Zât-ı kibriya’ya karşı yalanlamayı şükür yerine mi koyuyorsunuz? Sizin bu inkârınızdan dolayı kârınız ne olacak?
“Can boğaza dayandığında, siz (o can çekişen kimseye) bakar durursunuz.” (Vâkıa: 83-84)
Etrafındakiler onun ölüm sarhoşluğunu görürler, kurtaracak hiç bir şey yapamazlar, âcizlik ve çaresizlik içinde kara kara bakar dururlar. Ortada sadece cesedi görürler, perde arkasında nelerin olup bittiğini bilmezler.
“Biz ona sizden yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Onun o anda çektiği sıkıntıyı O bilir. Dilerse ruhunu pek kolay alır, dilerse güçlük çektirerek alır. İnsanlar bunların hiç birini idrak edemezler. Onun başına gelen azabın bir zerresine bile mâni olamazlar.
Bu Âyet-i kerime doğrudan doğruya Vahdet-i Vücud’a işaret etmektedir.
Allah-u Teâlâ her şeyden her şeye yakın olduğunu, her zerrede ulûhiyet sırlarının mevcut olduğunu beyan ediyor. Zerreyi de O halketti, insanı da O halketti, kâinatı da O halketti. O’ndan başka hiç mevcut yok zaten.
Zira vücut O, mevcut O... Mevcudatın; vücut nurunun zerrelerinin zuhur mahalli olduğunu, O’ndan başka ne vücud ne de mevcut olmadığını, “İman-ı kâmil sahibi olan mârifetullah ehli”nden başkası bilemez. Bu bilgi ancak onlara mahsustur.
Çıkmak Üzere Olan Can:
Ecel gelip can boğaza dayanınca, onu artık geri çevirmek mümkün değildir. İnsan isterse de istemese de, bir gün ahirete intikal edecektir.
“Eğer siz hesap ve ceza görmeyecekseniz, iddianızda doğru sözlü iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!...” (Vâkıa: 86-87)
Bunu yapamadıklarına göre, ki yapamazlar, ne kadar yalancı ve âciz oldukları teşhir edilmiş oluyor.
Üç Sınıf İnsan:
Ölmek üzere olan “Hâlet-i nezi”deki insanlar üç sınıfa ayrılır:
a- Mukarrebler:
Bunlar Hakk katında yakınlık kazanmış, mânevî olgunluğa erişmiş olan sabikun, yani öncülerdir.
Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ölen kişi Allah’a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti var.” (Vâkıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif’ler vardır.
O kişiye Âyet-i kerime’deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak ister, Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar.
Bu gibi kimseler taraf-ı ilâhiden şu hitapla taltif edilirler:
“Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabbine. Gir salih kullarımın içine, gir cennetime!” (Fecr: 27-28-29-30)
Bu hitap ona hem vefat anında hem de kıyamet gününde söylenir.
Mutmain nefis; Hakk’ta karar kılmış, yakîn serinliğinin yatıştırmış olduğu nefistir.
Allah’ımızdan bizleri de o mübarek kulları ile beraber haşretmesini, onların maiyetlerinde bulundurmasını niyaz eyleriz.
“Ey Rabbimiz! Ruhumuzu iyilerle beraber al!” (Âl-i imran: 193)
b- Ashâb-ı Yemin:
Bunlar amel defterleri sağlarından verilen müminlerdir. Ruhları alınırken bunlar da bir sıkıntı görmezler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer sağcılardan ise; ‘Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!’ denir.” (Vâkıa: 90-91)
Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemâl-i meserretle alır ve rahatlar, dostluğun ünsiyetini hisseder.
Onların bir mükafatı da meleklerin iltifatlarıdır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da doğru yolda sebat edenlerin üzerine melekler iner ve derler ki:
(Ölümden) korkmayın, (dünyada bıraktıklarınızdan dolayı da) tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin!” (Fussilet: 30)
“Biz dünyada da ahirette de sizin dostlarınızız.
Çok bağışlayıcı, çok rahmet edici Allah’ın bir fazl-u keremi olarak canlarınız neyi isterse hepsi sizindir, ne isterseniz hepsi sizin!” (Fussilet: 31-32)
Melekler böylece onların bu yeni hayata intibakları sırasında onlara yardımcı olurlar. Kabirdeki yalnızlıklarında, Sur’a üfürülüş esnasındaki durumlarda kendilerini teselli edeceklerini, Allah-u Teâlâ’nın kendileri için her türlü üzüntü ve kederden yana emniyet altında olmayı takdir buyurduğunu müjdelerler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar meleklerin ‘Selâm sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin!’ diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.” (Nahl: 32)
Onlar ki, şirkten, şüpheden, her türlü kötülüklerden arınmışlar ve böyle bir takdir ve övgüye layık olmuşlardır.
c- İnkârcı Sapıklar:
Yüce Allah’a inanmayan, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ve bunun neticesi olarak amel defterleri sollarından verilecek olan kâfirlerin âkıbetleri hakkında da Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Amma yalanlayıcı sapıklardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır.” (Vâkıa: 92-93-94)
İlk geldiklerinde onlara çekilecek ziyafet, aşırı sıcaklığından karınları eritecek olan kaynar sudur. Ne fena bir ziyafettir o kaynar su!
Onlar Allah-u Teâlâ’ya ulaşmaktan nefret ederler. Halbuki Allah-u Teâlâ onlarla buluşmaktan daha çok nefret etmektedir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah aslâ affetmeyecektir.” (Muhammed: 34)
Zira küfrün affı yoktur. Ancak dünyada iman etmekle affolunur.
“Melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiç bir sevinç haberi yoktur ve ‘(size sevinmek) yasaktır yasak!’ derler.” (Furkan: 22)
Allah-u Teâlâ onlara her türlü sevinçli haberi haram kılmıştır. Müjde ancak müminlerin hakkıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nefislerine zulmederlerken meleklerin canlarını aldığı kimseler (ölümü görünce) teslim olurlar.
‘Biz hiç bir kötülük yapmıyorduk!’ derler.
Melekler de onlara ‘Hayır! Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.’ diye cevap verirler.” (Nahl: 28)
Onlar kendilerini iman şerefinden mahrum bırakarak, göz göre göre felâkete sürüklemişlerdir.
Onların canları cehenneme, öldükleri andan itibaren girecek, kabirlerinde cehennemin sıcak yeli kendilerini kuşatacak, kasıp kavuracaktır.
Melekler canlarını şiddetle ve zor kullanarak, vura vura çıkartmaya çalışacaklar:
“Fakat melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?” (Muhammed: 27)
Azapları gecikse gecikse, ömürleri sona erene kadar gecikebilir.
Onlar bu âkıbeti kendileri istemişlerdi, kendi elleriyle seçmişlerdi.
“Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah’ı kızdıracak şeylerin ardınca gittiler ve O’nu râzı edecek şeylerden hoşlanmadılar.
Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 28)
Kâfirin ölüm zamanı geldiğinde melekler kendilerine azabı, cezayı, zincir ve halkaları, cehennemi ve kaynar suları, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ’nın öfkesini müjdelerler.
“Bu zâlimler ölüm dalgaları içinde can çekişirken, melekler de ellerini uzatmış ‘Haydi canlarınızı teslim edin! Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah’ın âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bu gün siz horlayıcı, alçaltıcı azapla cezalandırılacaksınız!’ derken bir görsen!” (En’am: 93)
Kendi ruhlarını çıkarmaya güçleri olmadığı halde, meleklerin bu emirleri azaplarını, hasretlerini artırmak, onları tâciz etmek içindir.
Azap melekleri ise ruhlarının cesetlerinden çıkması için yüzlerine ve kıçlarına şiddetle vururlar.
“Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak ve ‘Haydi, yangın azabını tadın!’ diyerek canlarını alırken onları bir görsen!” (Enfâl: 50)
O kâfir kimsenin bedeninden ruhu kabzolunurken onun gerçekte ne acılar çektiğini ve ne hasretler içinde gittiğini dışarıdakilerin müşahede etmesi mümkün değildir.
Âyet-i kerime’de “O anda onları bir görsen?” buyurulmasında büyük ibretler vardır.
Bu ayrılık anında, dünyadan kopmadan ve uzaklaşmadan dolayı öyle bir acı duyar, öyle bir ızdırap çeker ki, yanar da yanar. Bu yanmadan dolayı her türlü nurdan mahrum olarak önünde azaba, ardında lânet olarak o âleme sevkedilir. Yeniden dirilişinde de, mahşer yerinde haşroluşunda da bu minval üzere acılar sürer gider.
“Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 95)
İnkârı mümkün değildir, gerçeğin tâ kendisidir.
Âyet-i kerime’de geçen “Hakk’al yakîn” bilgi derecelerinin üçüncü merhalesidir.
“İlmel-yakîn” İlim yolu ile bilgi edinmek; “Aynel-yakîn” gözle görünmek suretiyle anlamak; “Hakkal-yakîn” ise öğrenmek istenilen şeyin içinde bulunup yaşamak suretiyle kesin bilgiye sahip olmaktadır.
Daha doğrusu, Ilmel-yakîn “Bilmek”, Aynel-yakin “Bulmak”, Hakkal’yakin ise “Bulmaktadır”
Tesbih:
Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmek günahların bağışlanmasına vesiledir.
Âyet-i kerime’lerde tesbih, sarih olarak emredilmektedir:
“Çok büyük olan Rabbinin ismini tesbih et.” (Vâkıa: 96)
Tesbih; kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemal sıfatlarıyla O’nu övüp tâzimde bulunmasıdır.
Allah-u Teâlâ’yı tesbih edip şanına layık olmayan vasıflardan tenzih eden, O’nu kemal ve cemal sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlak-ı zemimelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh