HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm
Hicret Belirtileri
Medine’li müslümanların bu tarihî biatları Resulullah Aleyhisselâm’ın gönlünü rahatlatmıştı. Allah-u Teâlâ onun için güçlü kuvvetli, savaşçı ve kahraman bir topluluk nasip etmişti.Müslümanlığın bütün insanlığa yayılması için hicret artık kaçınılmaz olmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm’ın ve müslümanların Medine’ye eninde sonunda hicret edeceklerini anlayan müşrikler; müslümanlar üzerindeki zulümlerini arttırdıkça arttırdılar, birbirlerini kışkırttılar. Zulüm adına ellerinden geleni arkalarına koymuyorlardı. Müslümanlar artık Mekke’de barınamaz hâle gelmişlerdi.
Son Akabe biatından sonra Resulullah Aleyhisselâm, müslümanların Medine’ye hicretleri için genel bir izin çıkartmıştı.
“Sizin hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi.” buyurdular.
Bu arada bazı müslümanlar:
“Orada ne yerimiz ne yurdumuz, ne de malımız mülkümüz var, oraya nasıl gideriz? Bizi kim yedirir içirir?” demişlerdi.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Nice canlılar vardır ki, rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizin de onların da rızkınızı Allah veriyor.” (Ankebût: 60)
Herkesin rızkını vererek takdir olan zamana kadar yaşatıyor.
“O her şeyi işitir ve bilir.” (Ankebût: 60)
Resulullah Aleyhisselâm da o bir avuç müslümanı şöyle teselli etti:
“Allah-u Teâlâ artık sizin için yeni kardeşler ortaya çıkarmıştır, size huzur ve sükûnet içinde yaşayabileceğiniz bir yer temin etmiştir.”
Bir emir sayılabilecek bu açık izinden sonra müslümanlar hiç sezdirmeden; hayvanı olan hayvanına binerek, olmayan yaya olarak, ferdi veya toplu hâlde, akın akın hicret etmeye başladılar.
İlk hicret eden Ebu Seleme Abdullah bin Abdülesed -radiyallahu anh- oldu. Sonra Abdullah bin Cahş -radiyallahu anh-, Ammar bin Yâsir -radiyallahu anh- ve diğer müslümanlar gizli gizli hicret ettiler. Çünkü müşrikler gidenlere mâni olabilmek için her türlü tedbiri alıyorlardı.
Yalnız Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- onlara meydan okudu ve açıktan hicret etti.
Şöyle ki:
Hicret etmeye karar verdiği zaman kılıcını kuşanıp yayını omuzuna astı. Oklarını eline alarak Kâbe’ye doğru yürüdü. Ağır ağır, sükûnet içinde yedi defa tavaf etti. Makam-ı İbrahim’e gelip namaz kıldı. Namazını bitirdikten sonra orada bulunan bir grup müşriğin karşısında durdu ve:
“Kara olsun yüzleri! Allah ancak bu burunları yere sürter!... Anasını ağlatmak, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak isteyen varsa, şu vâdinin arkasında gelip benimle karşılaşsın!” diyerek onlara meydan okudu.
Hiç kimse onu takip etme cesaretini kendisinde bulamadı.
•
Kısa bir müddet sonra Mekke’de; müslümanlıkları yüzünden âileleri tarafından hapsedilmiş olanlardan, zorla dinlerinden döndürdüklerinden, yaşlı ve hasta olanlardan, köle ve câriyelerden başka müslüman kalmamış, birkaç mahalle boşalmıştı. Şehrin bir tarafı böyle boşaldıkça Mekke’nin ileri gelenleri hayret eder üzülürlerdi. Fakat kabilelerin ileri gelenlerinin her biri kendi kabilesinden olan müslümanları müdafaa ettiği için bu hicreti engellemeye güç yetiremediler. Müslümanlar inançları uğruna mal, mülk, ev, bark ne varsa hepsini terkediyorlardı.
Hatta Ebu Süfyan, Cahş oğulları’nın evini işgâl edip başkalarına satmıştı. Abdullah bin Cahş -radiyallahu anh- durumu bildirdiğinde Resulullah Aleyhisselâm:
“Siz bu evinizin bedelini cennette bulmaktan memnun olmaz mısınız?” buyurdu.
Süheyb-i Rûmî -radiyallahu anh- hicret için evden çıktığında müşriklerden bir grup onu geri çevirmek için arkasından yetiştiler. Bunun üzerine bineğinden inip, çantasındaki okları çıkarttı, yayını aldı ve: “Ey Kureyşliler! Sizin en iyi okçunuz olduğumu biliyorsunuz. Allah’a yemin olsun ki, çantamdaki okları atıp bitirinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Sonra kılıcımdan elimde bir parça kaldığı müddetçe sizinle çarpışırım. Ondan sonra bana istediğinizi yapın.” dedi.
Müşrikler ise: “Sen bizim aramıza dilenci gibi gelmiştin, bizim mallarımızla zengin oldun. Şimdi canınla beraber mallarını da mı alıp götürmek istiyorsun? Hayır!... Buna müsaade etmeyiz!” dediler. “Peki mal ve mülkümü size bırakırsam bana gitme iznini verir misiniz?” diye sordu. “Evet!” dediler. Bunun üzerine Süheyb -radiyallahu anh- bütün sermayesini onlara bıraktı ve eli boş olarak Mekke’den çıktı.
Bunu duyan Resulullah Aleyhisselâm:
“Süheyb kârlı bir iş yapmıştır.” buyurdular.
Bu hadisenin hatırası Kur’an-ı kerim’de şu Âyet-i kerime ile yaşatılmıştır:
“İnsanlardan öyleleri var ki Allah’ın hoşnutluğunu dileyerek nefsini satar.” (Bakara: 207)
O biliyordu ki mülk kendisinin değil Allah’ındır. En üstün gaye mal değil O’nun rızâ-i Bârî’sidir. O uğurda canını veren, kendisini ebedî acılardan kurtarmış ve en büyük ticarete ermiş olur. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır. Kendilerini ne dünyaya ne ahirete değil, ancak Allah’a satarlar.
“Allah ise kullarına karşı çok merhametlidir.” (Bakara: 207)
İyilikleri kat kat mükâfatlandırır, kötülükleri bağışlar, kendisine isyan edenleri hemen cezalandırmaz.
•
Müşrikler öfkeden kuduruyorlardı. Çeşitli yollara başvurarak, ellerinden geldiğince, güçlerinin yettiğince müslümanları hicretten alıkoymaya çalıştılar, saldırıları daha da şiddetlendi. Öyle ileri gittiler ki, karısı ile kocasının arasına bile girdiler. Bütün bunlara rağmen bu iman selini engelleyemediler.
Onlar bu hicretleri ile Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğundan başka bir şey istemiyorlardı.
Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Sonra Rabb’in, işkenceye uğratılıp eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihad edenlerle beraberdir. Rabb’in şüphesiz bundan sonra da bağışlar ve merhamet eder.” (Nahl: 110)
Onlar hicret ile kurtuluş imkânı bulmuşlar, Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu ve bağışlamasını dileyerek memleketlerini, âilelerini ve mallarını terketmişlerdi.
Onların Mekke’deki imtihan şekli; işkence, eziyet ve müşriklerden gördükleri çeşitli istihza biçiminde olmuştu. Resulullah Aleyhisselâm onlara hicret için izin verince, bu sefer onların imtihanları vatanlarını, mallarını, evlerini ve evlerinde bulunan kıymetli eşyalarını bırakıp gitme şekline dönüştü.
Onlar her iki imtihan karşısında da Rabb’lerine karşı samimi, dinlerine karşı vefâkâr idiler. Her türlü sıkıntı ve meşakkatleri sarsılmaz bir iman ve kararlılıkla karşıladılar. İmanlarını korumak için en kıymetli varlıklarından ayrılmalarına karşılık, Medine’de kendilerini bekleyen yeni kardeşler kazandılar.
•
Müslümanlar Mekke’den böyle göç ettikçe, onları Medine’de Evs ve Hazreç kabileleri hürmetle karşılıyorlar, yer gösteriyorlar ve yardım ediyorlardı. Onun içindir ki Medine’li müslümanlara “Ensâr”, hicret eden Mekke’li müslümanlara ise “Muhâcir” denildi. Muhâcirler, sanki kendi öz akraba ve aşireti arasındaymış gibi yer buluyorlardı.
Onlara bu ismi Âyet-i kerime’sinde bizzat Allah-u Teâlâ vermiştir:
“İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Tevbe: 100)
Kendilerine lütuf ve ihsan buyurmuş olduğu dünyevî ve uhrevî nimetlerden ve hususiyetle kendilerini bütün nimetlerin üzerinde olan rızâ-i Bârî’sine nâil buyurduğundan dolayı bir şükran ifadesi olarak kalben fevkalâde mahzuz bulundular.
Muhâcirler Resulullah Aleyhisselâm’ı ilk önce tasdik eden, onun uğrunda her türlü zahmetlere ve fedâkârlıklara katlanan zâtlardır. Dinlerini korumak için yurtlarından aşiretlerinden ayrılmışlar, Resulullah Aleyhisselâm’a samimi bir bağlılık göstermişlerdir.
Ensâr’a gelince; birçok kimselerden önce Mekke-i mükerreme’ye gelerek Resulullah Aleyhisselâm’ı tasdik etmişler, onu kendi memleketlerine dâvette bulunmuşlar, hicret eden din kardeşlerine pek çok yardımlar yapmışlar, İslâmiyet’in intişarı için pek çok çalışmışlardır.
Bu güzel işlerde onlara uyup, onlar gibi güzel işler yapan, kıyamete kadar onların yaptıkları işleri kendisine numune alan ve onların izinden giden bütün müslümanlar da üçüncü zümreyi teşkil etmektedirler.
Allah-u Teâlâ Muhâcir ve Ensâr’ın en önde ve ileri gelenleriyle, ihsan ile kıyamete kadar onlara uyanlardan râzı olduğunu haber vermiştir.
“Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır.” (Tevbe: 100)
Bu bahtiyarlıktan daha büyük bir bahtiyarlık düşünülemez. Öyle bir kazançtır ki, bundan öte herhangi bir kazanç yoktur.
•
Resulullah Aleyhisselâm da hicret etmek arzusunda ise de, henüz Allah-u Teâlâ tarafından izin verilmemişti. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ile Hazret-i Ali -radiyallahu anh-i yanında alıkoymuştu. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- müslümanların birbiri peşinden hicret ettiklerini gördükçe Resulullah Aleyhisselâm’dan sık sık izin istemeye geliyor, Resulullah Aleyhisselâm da:
“Hele acele etme, belki Allah sana bir arkadaş verir.” buyurarak hicretini geciktiriyordu. O da yol arkadaşının Resulullah Aleyhisselâm olmasını çok arzuluyordu.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ise hicret için hiç başvurmadı. Allah-u Teâlâ’nın onu da Resulullah Aleyhisselâm’ın hicretinde mühim bir vazifeye hazırladığı anlaşılıyordu.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Hicret Belirtileri
Medine’li müslümanların bu tarihî biatları Resulullah Aleyhisselâm’ın gönlünü rahatlatmıştı. Allah-u Teâlâ onun için güçlü kuvvetli, savaşçı ve kahraman bir topluluk nasip etmişti.Müslümanlığın bütün insanlığa yayılması için hicret artık kaçınılmaz olmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm’ın ve müslümanların Medine’ye eninde sonunda hicret edeceklerini anlayan müşrikler; müslümanlar üzerindeki zulümlerini arttırdıkça arttırdılar, birbirlerini kışkırttılar. Zulüm adına ellerinden geleni arkalarına koymuyorlardı. Müslümanlar artık Mekke’de barınamaz hâle gelmişlerdi.
Son Akabe biatından sonra Resulullah Aleyhisselâm, müslümanların Medine’ye hicretleri için genel bir izin çıkartmıştı.
“Sizin hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi.” buyurdular.
Bu arada bazı müslümanlar:
“Orada ne yerimiz ne yurdumuz, ne de malımız mülkümüz var, oraya nasıl gideriz? Bizi kim yedirir içirir?” demişlerdi.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Nice canlılar vardır ki, rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizin de onların da rızkınızı Allah veriyor.” (Ankebût: 60)
Herkesin rızkını vererek takdir olan zamana kadar yaşatıyor.
“O her şeyi işitir ve bilir.” (Ankebût: 60)
Resulullah Aleyhisselâm da o bir avuç müslümanı şöyle teselli etti:
“Allah-u Teâlâ artık sizin için yeni kardeşler ortaya çıkarmıştır, size huzur ve sükûnet içinde yaşayabileceğiniz bir yer temin etmiştir.”
Bir emir sayılabilecek bu açık izinden sonra müslümanlar hiç sezdirmeden; hayvanı olan hayvanına binerek, olmayan yaya olarak, ferdi veya toplu hâlde, akın akın hicret etmeye başladılar.
İlk hicret eden Ebu Seleme Abdullah bin Abdülesed -radiyallahu anh- oldu. Sonra Abdullah bin Cahş -radiyallahu anh-, Ammar bin Yâsir -radiyallahu anh- ve diğer müslümanlar gizli gizli hicret ettiler. Çünkü müşrikler gidenlere mâni olabilmek için her türlü tedbiri alıyorlardı.
Yalnız Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- onlara meydan okudu ve açıktan hicret etti.
Şöyle ki:
Hicret etmeye karar verdiği zaman kılıcını kuşanıp yayını omuzuna astı. Oklarını eline alarak Kâbe’ye doğru yürüdü. Ağır ağır, sükûnet içinde yedi defa tavaf etti. Makam-ı İbrahim’e gelip namaz kıldı. Namazını bitirdikten sonra orada bulunan bir grup müşriğin karşısında durdu ve:
“Kara olsun yüzleri! Allah ancak bu burunları yere sürter!... Anasını ağlatmak, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak isteyen varsa, şu vâdinin arkasında gelip benimle karşılaşsın!” diyerek onlara meydan okudu.
Hiç kimse onu takip etme cesaretini kendisinde bulamadı.
•
Kısa bir müddet sonra Mekke’de; müslümanlıkları yüzünden âileleri tarafından hapsedilmiş olanlardan, zorla dinlerinden döndürdüklerinden, yaşlı ve hasta olanlardan, köle ve câriyelerden başka müslüman kalmamış, birkaç mahalle boşalmıştı. Şehrin bir tarafı böyle boşaldıkça Mekke’nin ileri gelenleri hayret eder üzülürlerdi. Fakat kabilelerin ileri gelenlerinin her biri kendi kabilesinden olan müslümanları müdafaa ettiği için bu hicreti engellemeye güç yetiremediler. Müslümanlar inançları uğruna mal, mülk, ev, bark ne varsa hepsini terkediyorlardı.
Hatta Ebu Süfyan, Cahş oğulları’nın evini işgâl edip başkalarına satmıştı. Abdullah bin Cahş -radiyallahu anh- durumu bildirdiğinde Resulullah Aleyhisselâm:
“Siz bu evinizin bedelini cennette bulmaktan memnun olmaz mısınız?” buyurdu.
Süheyb-i Rûmî -radiyallahu anh- hicret için evden çıktığında müşriklerden bir grup onu geri çevirmek için arkasından yetiştiler. Bunun üzerine bineğinden inip, çantasındaki okları çıkarttı, yayını aldı ve: “Ey Kureyşliler! Sizin en iyi okçunuz olduğumu biliyorsunuz. Allah’a yemin olsun ki, çantamdaki okları atıp bitirinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Sonra kılıcımdan elimde bir parça kaldığı müddetçe sizinle çarpışırım. Ondan sonra bana istediğinizi yapın.” dedi.
Müşrikler ise: “Sen bizim aramıza dilenci gibi gelmiştin, bizim mallarımızla zengin oldun. Şimdi canınla beraber mallarını da mı alıp götürmek istiyorsun? Hayır!... Buna müsaade etmeyiz!” dediler. “Peki mal ve mülkümü size bırakırsam bana gitme iznini verir misiniz?” diye sordu. “Evet!” dediler. Bunun üzerine Süheyb -radiyallahu anh- bütün sermayesini onlara bıraktı ve eli boş olarak Mekke’den çıktı.
Bunu duyan Resulullah Aleyhisselâm:
“Süheyb kârlı bir iş yapmıştır.” buyurdular.
Bu hadisenin hatırası Kur’an-ı kerim’de şu Âyet-i kerime ile yaşatılmıştır:
“İnsanlardan öyleleri var ki Allah’ın hoşnutluğunu dileyerek nefsini satar.” (Bakara: 207)
O biliyordu ki mülk kendisinin değil Allah’ındır. En üstün gaye mal değil O’nun rızâ-i Bârî’sidir. O uğurda canını veren, kendisini ebedî acılardan kurtarmış ve en büyük ticarete ermiş olur. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır. Kendilerini ne dünyaya ne ahirete değil, ancak Allah’a satarlar.
“Allah ise kullarına karşı çok merhametlidir.” (Bakara: 207)
İyilikleri kat kat mükâfatlandırır, kötülükleri bağışlar, kendisine isyan edenleri hemen cezalandırmaz.
•
Müşrikler öfkeden kuduruyorlardı. Çeşitli yollara başvurarak, ellerinden geldiğince, güçlerinin yettiğince müslümanları hicretten alıkoymaya çalıştılar, saldırıları daha da şiddetlendi. Öyle ileri gittiler ki, karısı ile kocasının arasına bile girdiler. Bütün bunlara rağmen bu iman selini engelleyemediler.
Onlar bu hicretleri ile Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğundan başka bir şey istemiyorlardı.
Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Sonra Rabb’in, işkenceye uğratılıp eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihad edenlerle beraberdir. Rabb’in şüphesiz bundan sonra da bağışlar ve merhamet eder.” (Nahl: 110)
Onlar hicret ile kurtuluş imkânı bulmuşlar, Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu ve bağışlamasını dileyerek memleketlerini, âilelerini ve mallarını terketmişlerdi.
Onların Mekke’deki imtihan şekli; işkence, eziyet ve müşriklerden gördükleri çeşitli istihza biçiminde olmuştu. Resulullah Aleyhisselâm onlara hicret için izin verince, bu sefer onların imtihanları vatanlarını, mallarını, evlerini ve evlerinde bulunan kıymetli eşyalarını bırakıp gitme şekline dönüştü.
Onlar her iki imtihan karşısında da Rabb’lerine karşı samimi, dinlerine karşı vefâkâr idiler. Her türlü sıkıntı ve meşakkatleri sarsılmaz bir iman ve kararlılıkla karşıladılar. İmanlarını korumak için en kıymetli varlıklarından ayrılmalarına karşılık, Medine’de kendilerini bekleyen yeni kardeşler kazandılar.
•
Müslümanlar Mekke’den böyle göç ettikçe, onları Medine’de Evs ve Hazreç kabileleri hürmetle karşılıyorlar, yer gösteriyorlar ve yardım ediyorlardı. Onun içindir ki Medine’li müslümanlara “Ensâr”, hicret eden Mekke’li müslümanlara ise “Muhâcir” denildi. Muhâcirler, sanki kendi öz akraba ve aşireti arasındaymış gibi yer buluyorlardı.
Onlara bu ismi Âyet-i kerime’sinde bizzat Allah-u Teâlâ vermiştir:
“İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Tevbe: 100)
Kendilerine lütuf ve ihsan buyurmuş olduğu dünyevî ve uhrevî nimetlerden ve hususiyetle kendilerini bütün nimetlerin üzerinde olan rızâ-i Bârî’sine nâil buyurduğundan dolayı bir şükran ifadesi olarak kalben fevkalâde mahzuz bulundular.
Muhâcirler Resulullah Aleyhisselâm’ı ilk önce tasdik eden, onun uğrunda her türlü zahmetlere ve fedâkârlıklara katlanan zâtlardır. Dinlerini korumak için yurtlarından aşiretlerinden ayrılmışlar, Resulullah Aleyhisselâm’a samimi bir bağlılık göstermişlerdir.
Ensâr’a gelince; birçok kimselerden önce Mekke-i mükerreme’ye gelerek Resulullah Aleyhisselâm’ı tasdik etmişler, onu kendi memleketlerine dâvette bulunmuşlar, hicret eden din kardeşlerine pek çok yardımlar yapmışlar, İslâmiyet’in intişarı için pek çok çalışmışlardır.
Bu güzel işlerde onlara uyup, onlar gibi güzel işler yapan, kıyamete kadar onların yaptıkları işleri kendisine numune alan ve onların izinden giden bütün müslümanlar da üçüncü zümreyi teşkil etmektedirler.
Allah-u Teâlâ Muhâcir ve Ensâr’ın en önde ve ileri gelenleriyle, ihsan ile kıyamete kadar onlara uyanlardan râzı olduğunu haber vermiştir.
“Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır.” (Tevbe: 100)
Bu bahtiyarlıktan daha büyük bir bahtiyarlık düşünülemez. Öyle bir kazançtır ki, bundan öte herhangi bir kazanç yoktur.
•
Resulullah Aleyhisselâm da hicret etmek arzusunda ise de, henüz Allah-u Teâlâ tarafından izin verilmemişti. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ile Hazret-i Ali -radiyallahu anh-i yanında alıkoymuştu. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- müslümanların birbiri peşinden hicret ettiklerini gördükçe Resulullah Aleyhisselâm’dan sık sık izin istemeye geliyor, Resulullah Aleyhisselâm da:
“Hele acele etme, belki Allah sana bir arkadaş verir.” buyurarak hicretini geciktiriyordu. O da yol arkadaşının Resulullah Aleyhisselâm olmasını çok arzuluyordu.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ise hicret için hiç başvurmadı. Allah-u Teâlâ’nın onu da Resulullah Aleyhisselâm’ın hicretinde mühim bir vazifeye hazırladığı anlaşılıyordu.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh