SUNARKEN
Yaşadığımız yüzyılın yarısından i'tibâren İslâm Dün-yâsı'nda yeni bir
canlılığın başladığı görülür. Bir uyanış cehdi olarak da değerlendirilen bu
hareketlenme içinde, İslâm âlemi'nin aydınları, Batı tecrübesi dışında da yükselmenin
imkânları olabileceğini düşünmeye başlamış ve gözlerini yeniden İslâm'a
çevirmiş bulunmaktadırlar. Batılı aydınlar arasında da Müslümanlığa yöneliş ve
yeniden değerlendirme gayretleri yaygınlaşmaktadır.
Bu gelişmeler bizi İslâm Medeniyeti'nin geleceği konusunda
ümitlendirecekse, Türk insanını ve özellikle aydınlarını çetin ve şerefli
yükler bekliyor demektir. Çünkü, yüz yıllarca hemen
hemen tek başına bu medeniyeti omuzlamış olan bizler, bugün de, dostun ve
düşmanın göz diktiği en diri nokta olmakta devam ediyoruz.
İşte, İslâm Medeniyeti'nin en önemli eserini bu ümit ve heyecan içinde Türk
okuyucularına sunuyoruz.
* * *
İslâm Medeniyeti'nin son kalesi olan Osmanlı'nın Batı karşısındaki direnişi
de kırıldıktan sonra, sarsıntı ve buhranlar içindeki İslâm Dünyâsı'nm aydınları
arasında Batı'ya teslimiyeti son kurtuluş çâresi olarak gören tavır
yaygınlaşmaya başlar. Bu yöneliş, birçok İslâm ülkesine acılı zamanlar yaşatır
ve aydın-halk farklılaşmasını artırır. Fakat, ayni
hüzünlü zamanlarda, kendi medeniyetimiz üzerinde yeniden düşünme gayretleri de
yoğunlaşır.
Batı'ya erken teslîm olanlarımız bir yana bırakılırsa, kendi medeniyetimizi
savunmaya çalışanlar, tartışmayı göze alamadıkları Batı Medeniyeti değerlerinin
İslâm ile çatışmadığını', bu değerlerinMüslümanlık'ta damevcûd olduğunu ileri
sürerler. İslâmiyet'in ilerlemeyi engellle-mediğini, gelişmeye açık bir dîn olduğunu
isbâta çalışan bu aydınlarımız, bir adım daha atarak, Batı Medeniyeti'nin
köklerinin Doğu'da olduğunu söyler ve Müslümanlar'm bu medeniyetin oluşumuna
yaptıkları katkıları gün ışığına çıkarmaya çalışırlar.
Onlara göre, İslâm Dünyâsı'mn geri kalışı İslâmiyet'in ortaya koyduğu
ilkeler ve değerler sisteminden değil, oir zamandan beri bu değer ve ilkelerin
hayata hâkim kı-iınamayışmdan, diğer bir söyleyişle, İslâmiyet'ten vuku-bulan
sapmalardan ötürüdür.
Bir dünyâ görüşüne îmânla bağlanmış olmanın tabiî sonucu olan ve an'anevî
Osmanlı düşüncesine de uygun bulunan bu doğru tesbîtten sonra, İslâmî
değerlerin ha-yatdan çekilişinin sebebleri araştırılır. Ulaşılan ilk tesbît,
ana kaynaklarda mevcûd olmayan bir kısım yabancı düşünce unsurlarının ve
hurafelerin İslâm'a girmiş olmasından kaynaklanan yanlış anlayış ve
yorumlardır. İkinci önemli nokta olarak da, içtihâd kapısının kapanması
üzerinde durulur; bu yüzden İslâm düşüncesinin dinamizmini kaybettiği, zamanın
getirdiği değişme ve ihtiyaçların karşılanamadığı ileri sürülür.
Bu yöneliş ve arayışların ulaştığı mantıkî çözüm, te-ceddüddür; İslâmiyet
yabancı unsur ve te'sîrlerden arındırılıp, aslî anlayış ve muhtevasına
kavuşturulabilirse, medeniyetimizin yolu açılacaktır.
Teceddüd hareketleri Hind-Pâkistan İslâmlığında daha çok, tasavvufun
arındırılarak gerçek İslâmî hüviyetine büründürülmesi şeklinde gelişir.
Osmanlı sahasında ise, Devr-i Saadet Müslümanlığı örneğine göre bir yenilenme
hareketi geliştirilmeye çalışılır. Bu gayretler, çağın idrâki ile İslâm'ın
yeniden yorumlanması esasına dayanan, düşünce ve anlayış plânında bir
teceddüdü gerçekleştirmeye yönelikti.
Şurası da belirtilmelidir ki, bu aydınlarımız Osmanlı-İslâm düşünce
geleneğini devam ettiriyor değillerdi. Onlar da Batı'dan çarpan dalgaların
ağır baskısı altında yön çiziyor, Batılı ölçü ve kavramlarla değerlendirmeler
yapıyorlardı. Ama, fiilî hâlin perişanlığına rağmen,
îmânlarına sâhib kaldıkları için; en iyi, en güzel olanın bu olması
gerektiğine inandıkları için İslâmiyet'in fikir ve inanç sistemini
savunuyorlardı. Medrese kökenli an'anevî Osmanlı-İslâm düşüncesi ise cami
vaazlarına hapsedilmişti ve düşünce hayâtımız buraya çoktan kulaklarını
tıkamıştı.
Zamanla, Batı karşısındaki eziklik duygusu azaldıkça, dikkatler daha çok
manevî ve içtimaî kıymetlere çekilerek, İslâm'ın insanlığa sunduğu
değerlerinBatı'nınki-lerden daha üstün olduğu ifâde edilmeye başlar. Bu sıralarda
Batılı aydınlar da kendi medeniyetlerinin karşılaştığı sıkıntıları tartışmaya
ve bir buhrandan bahsetmeye başlamışlardır. Bunun da verdiği imkânla, Müslüman
aydınların İslâmî yapıyı yücelterek Batı Medeniyeti'ne sal-, dırdıkları ve
buhrana karşı bir alternatif olarak ileri sürmeye başladıkları görülür.
Bu düşünce gayretleri, asrımızın ikinci yarısından i'-tibâren daha bir
canlanır ve kendine güveni artmaya başlar. Şimdi, bir kısım Müslüman aydınlar
Batı Medeniye-ti'nin tüm değerlerini reddetmekte, saf bir İslâm ideolojisinden,
san'atından ve ilminden söz etmektedirler. Batı Medeniyeti ve batılılaşma
hareketlerine şiddetli bir tepki havası veren bu düşünce çabalarında,
yüceltilen ideolojik çerçevelerle hayât arasında gerekli ilgiler başarıyla
kurulamamaktadır. Teceddüd geleneğine bağlı kalan bu aydınların bir bölümü ise,
ilk kaynaklara bağlı kalmak kaydiyle, Batı ile beraber İslâm târihinin bin
yıllık gelenek ve birikimini reddetmekte de bir be's görmemektedirler. Bâzı
İslâm ülkeleri aydınlarının bu tür tavırlarının târihe (dayalı
|açıklamalarını yapmak mümkündür. Türk aydınlan arasında ayni tavrın görülmesi
ise, düşünce gücünün henüz tercüme safhasını geçemediği şeklinde
yorumlanabilir.
Batı'mn İslâm düşüncesine vurduğu en büyük darbe, medeniyetlerin düşünce
ile değil amelle kurulduğunu ve ameli yönlendiren gücün de îmân olduğunu unutturmasıdır.
Bu yüzdendir ki, iki yüz yıla yakın zamandır aydınlarımız hep düşünce plânında
teceddüd yapmak ve mes'elelerimizi çözmekle uğraşmaktadırlar. Bu yüzdendir ki,
hayâtı amellerin yaptığını, onlara hâkim olabilmek için de îmânımızın
yenilenmesi, ateşlenmesi gerektiğini söyleyen pek çıkmamıştır.
* * *
İnsan, metafizik kaygılarını da kucaklayan küllî bir varlık anlayışı içinde
yaşamak ihtiyâcındadır. Batı'mn, bütüncü bir varlık anlayışına ulaşamadığı veya
böyle bir anlayışı kaybettiği görülüyor. Modern cemiyetin getirdiği
parçalanmaları yumuşatıp, bir anlamlar zincirine bağlayacak anlayışla
kavuşulamamıştır.
Günümüzde insan, günlük hayâtı bile bütünlüğü olan mantıkî bir tutarlılık
içinde kavramakta zorluk çekmektedir. Hayâtını, her birini bilip,
kavrayamadığı, bütün ile olan ilgi ve- fonksiyonlarım çözemediği, dev ve
karmaşık organizasyonlara bağlı olarak geçirmektedir. Bu karmaşık ve anlam
bütünlüğü kurulamayan münâsebetler ağında insanın yalnızlığı artmaktadır.
Beşerî münâsebetler gittikçe artan bir şekilde maddî kıymet ve ölçülere
dayanmakta, manevî değerler gözetilmemektedir. Ve, bu
kültür ortamında insan daralmaktadır, yozlaşmaktadır. Metafizik boyutu
gittikçe kaybolan inşan şahsiyeti yiyip, içen ve savaşta birbirini boğazlayan
bir derekeye düşmek tehlikesindedir.
Yüzyılımızın insanı, her zamankinden fazla, kendi mes'eleleri ile birlikte
bütün kâinatı kavrayıp, ma'nâlan-dırabileceği; hayâtın yükünü taşınabilir ve
hayâtı yaşanabilir hâle getirebileceği bir varlık anlayışına muhtaçtır.
Modern zamanlar insana, tanımadığı yeni yükler, acılar getirmekte ama, bunlara katlanacak manevî kudreti ve bu karmaşa içinde
hayatını tanzim edebileceği ilkeleri verememektedir.
Ayrıca, insan istikrar istemektedir; dâima değişen dış dünyâyı, değişmeyen,
kalıcı değerlere göre düzenlemeyi arzulamaktadır; bu tavır, yaratılışındandır.
Bütün hayallerini, bildiği ve bilmediği korkularını, ümîdlerini, 1
arayışlarını cevâblandıracak kavrayışlarla birlikte, kalıcı değerler
istemektedir; huzuru, mutluluğu buna bağlıdır.
Bu tür küllî ve kalıcı değerlere ise ancak îmânla ka-vuşulabilir. Batı
Medeniyeti İlmî gerçeklerin kalıcı olduğu zannı içinde, bu bilgilere dayalı
beşerî ve sosyal değerler kurarak bunlara bağlandı. Ancak, ilmî gerçeklerin de
izafî ve değişebilir olduğunun anlaşılması ile dünyâ sallanmaya başladı.
Yaptığı putlar yıkıldıkça Batılı insanın îmânı sarsıldı ve buhranlar
başgösterdi.
Şimdi ise görünen odur ki, insan, ilim ve tekniğin getirdiği imkânlara
ihtirasla bağlanarak, kendi hizmetine verilmiş olan şeylerin hizmetine
koşulmuş bulunmaktadır.
Ancak, kendi medeniyeti üzerinde düşünmesini bilen Batılı, sıkıntılarının
ve içinde bulunduğu buhranın da farkındadır. Batılı sıradan insanın hipilikten,
uyuştu-turucuya kadar çeşitli çalkantılar içinde, bâtıl inanç ve tarîkatlere
ilgisi gittikçe artarken,Batılı aydınlarda dikkatlerini
Doğu'ya çevirmiş bulunmaktadırlar. Batı'nın Uzak-Şark ilgisi geçen asırda
başlamıştır. Yüzyılımızda ise Avrupalı aydınların İslâmiyet'e yönelişlerinin
arttığı ve bunun bir müsteşrik yaklaşımı olmadığı bilinmektedir.
Batılı aydın, gittikçe yozlaşan, bencilleşen, insanî derinlik ve
değerlerini yitirmek tehlikesi ile karşı karşıya gelen insanını kurtarmak için
arayışlara girmiştir. Şimdi, îmânını kurtarmak veya yeni bir îmâna bağlanmak
peşindedir. Eğer, Ondokuzuncu Yüzyıl'da kiliseyi o ölçüde hırpalayıp, tahrîb
etmemiş olsaydı, belki yeniden bir Hrıstiyan hamlesinin imkânlarını
araştırabilirdi. Ancak, korunmuş bir kitâblarmm olmayışı, Avrupa Medeniyeti'-ne
can katacak yeni bir reform hareketine şans bırakmamaktadır. Çünkü, günümüzün idrâki çok genişlemiştir ve ayrıca,
Hnstiyan düşüncesinin ufkundaki teslis akidesi, bu idrâki duyuramamaktadır.
Bu noktada dikkatler İslâmiyet'e dönmektedir. İslâm'ın ana kaynaklarının,
her türlü şübheden uzak bir biçimde korunmuş olması, onun büyük şansı ve son
dîn olduğunun delilidir. Kitâb, tartışmasız bir sıhhatle insanlığın elindedir;
sünnet bütün genişliği İle istifâdeye açıktır. Ve,
sâdece bu tesbîtler bile İslâm Medeniyeti'nin yeniden filizlenmesinin imkânını
açık bulundurmaktadır.
Bütün medeniyetler belli bir îmân çevresinde gelişir ve.bu
îmânın zaafa|uğramasiıile çökerler. Bir medeniyetin yeniden canlanması, o
medeniyetin bağlı olduğu îmânın yeniden alevlenmesi ile yânî tecdîd-i îmân ile
mümkün olur. Temel değerlerini ister dînden, ister gelenekten almış olsunlar,
geçmiş medeniyetlerin hiç birisi açık ve korunmuş bir kitaba dayalı değildir.
İmânın telkîn ettiği değerler belirli bir zaman dilimi ve şartlar içinde,
belli bir üslûbta gerçekleştirilmekte ve medeniyet yaşlandıkça, değer ile onun
gerçekleştiriliş biçimi bütünleşmektedir; diğer bir yönüyle, üslûblar da kutsallaşmaktadır.
Bu yüzden, üslûb kaybolurken, o medeniyetin îmânı ve değerleri de birlikte göçmektedir.
îmânı ve değerlerini, tezahür eden biçimlerinden kurtararak, aslî
mukaddeslerine dayalı yeni bir heyecana kavuşturmak kolay değildir. Çünkü, artık bütünleşmiş bir gelenek vardır.
Bu yüzden, mukaddesleri sırf geleneğe dayalı kültürler bir kere göçtükden
sonra îmân tazelemeleri ve yeniden filizlenmeleri mümkün olamamaktadır. Eğer,
îmânlarını yenileyebilseler, geçmiş zaman üslûblarmı diriltmeye uğraşmayacak,
fakat onlara dayalı günün hayât üslûbunu kuracaklardır.
İslâmiyet ise, Kitâb'ı ve Sünnet'i ile, dünyânın
herhangi bir yerinde ve gelecek zamanların herhangi bir noktasında dâima bir
medeniyet kurma potansiyelini taşımaktadır. Çünkü,
zedelenmemiş, sâf ilâhî çağrısı süreklidir ve her an mü'minler ordusu bu çağrı
ile yürüyebilir. Kitâb ve Sünnet'in korunmuşluğundan doğan bu imkân, târihî
tecrübesi olan veya olmayan bütün milletlere açıktır.
Ancak, zengin bir tecrübeye sâhib olanlar, târihî birikimlerini
omuzlarında bir yük olarak taşımak yâhud kolaya kaçıp inkâr etmek yerine,
yeniden dirilişin üslûbunu bu birikime dayandırmaya çalışmalıdırlar. Çünkü, insanın kendi yaşından kaçamayışı gibi, milletler de
târihlerinden kopamazlar. Görmezlikten gelinen birikimler bütün ileri
atılımlara köstek olurlar. Onları'değerlendiren bir îmân hareketinin ise
vazgeçilmez malzemeleri olarak, güzelliklerinin kaynağını oluştururlar. îmânı
ayni, ama
târihî macerası, imkânları ve yaşadığı çevre farklı olan cemiyetler
elbetteki farklı hayât üslûbları kuracaklardır. Millî kültür farkları olmayan
bir İslâm Medeniyeti ne dün vardı, ne de gelecekte var olabilir. Her milletin
kendi târihî birikimini değerlendirmesi kolay olmayacaktır; uzun ve sabırlı
çalışmaları gerektirecektir. Ama, îmânlar
tâze-lenebilirse, bu güce de kavuşulmuş olur.
* *
Türk aydınları gönüllerindeki medeniyet hamlesini ancak îman tazelemekle
gerçekleştirebileceğimizi anlamalıdırlar; gür bir îmân, ateşli bir bağlanış,
medeniyetimizin ilk ve tek şartı olacaktır.
Bir îmân hareketi içinde gelişmedikçe düşünce, hayâttan kopuk ve sırf
zihnî spekülasyonlar olmaktan kurtulamaz. Hayâtı
yapan, medeniyetleri kuran ise, zihnî spekülasyonlar
değilamellerdir. Amelleri ölçülendiren, kültürün unsurlarını bütünleştiren ve
bir medeniyet manzumesi hâlinde üslûba sokan da îmândır. Ateşli bir bağlanış
olmadıkça kültür, yaratıcılığa kavuşamaz;.dünyâyı
kavrayıp yorumlayamaz, mukaddeslerine göre sıralaya-maz ve problemlerini
çözemez. Onun için, bütün dikkat ve imkânlar bu noktaya teksif edilmeli;
şahsiyetler onun boyası ile boyanıp, ameller onun ölçüleri ile gerçekleştirilmelidir.
Yeniden doğuş çabaları içinde olan bir medeniyet çevresinde, kültürün muhtemel
üslûb ve muhtevasını tartışan düşünce ürünleri, arayışlara yön verip, îmânı
güçlendirebildikleri ölçüde hizmet etmiş olacaklardır.
* *
İslâm Âlemi, sahip olduğu bir takım çevre imkânlarının da desteği ile
yeniden kendine ve Kitâb'ına güvenini kazanmaya başlamıştır. Canlanmanın
işaret ettiği bir ruhî gerilim doğmaktadır. Şimdi önemli olan, oluşmakta olan
bu enerjinin bir medeniyet hamlesine dönüşebilip dönüşeiniyeceğidir.
Bunu, enerjinin gücü ve bunu doğuran motivasyonun
İslâm îmânı olup olmadığı belirleyecektir. Çünkü rûhî muhtevalar nasıl motive
edilmişse, hangi îmân ile öl-çülenmişse, kültürün gerçekleşmesi de o yönde
olacaktır. İslâm Âlemi'ndeki bu canlanmada sırf maddî kalkınma, dünyâ
ni'metlerinden daha çok pay alma gibi motifler hâkimse, şübhesiz ki başarıya
ulaşılır; ama, ortaya çıkacak olan kültürün İslâmî
olup olmadığı tartışılacaktır. Daha doğrusu gerçekleştirilen bu olgu İslâm
Medeniyeti olmayacak, İslâmî motifler ancak, tamamen silinememiş eski bir
medeniyetin arta kalmış izleri olarak görülebileceklerdir.
Bu hareketlenmeyi oluşturan amellerde Allah rızâsı irâdesinin söz olarak
değil, derinlik olarak, hâl olarak yeri nedir? Diğer bir söyleyişle, Allah'ın
boyası ile ne ölçüde boyanabilmiş bir canlanma ile karşı karşıyayız? Bu gibi
mes'elelerde hüküm vermek çok zordur.
Müslüman aydınlar, ruhun İslâmî motivasyonunu
gerçekleştirebilmek için ciddî, ilmî çalışmalarla dolu yoğun bir kültür
hareketine ihtiyâç olduğunu bilmelidirler. Ve, bütün
bu gayretlerin îmânı artırmaya ve İslâm ile öl-çülenmeye matuf olduğunu
unutmamalıdırlar. Ancak, bu yol ve gayretlerle bir kavmin kendisini
değiştirmesi sağlanabilir ki, ancak o zaman Allah da onun durumunu değiştirir.
Cemiyet olarak kendini değiştirmenin anahtarı ferd-dir. Kendi içinde
Allah'ın nizâmını kurmadan, O'nun ölçüleri ile ölçülenmeden cemiyeti
değiştirmeye kalkmak, doğmakta olan bir enerjiyi saptırmak, jhebâ etmek sonucuna
varır. Şübhesiz ki hiç bir Müslüman aydın bunu istemez; ancak, yanlış yapmamak
için sâdece istememek yetmez, ayni zamanda bilmek gerekir.
Nihayet, hiç bir zaman hatırdan çıkartılmamalıdır ki, amelsiz îmânla bir
medeniyet kurulamaz. Her medeniyet, kendi îmânının ameller hâlinde hayâta
geçirilmesi ile doğar. Esasen alevlenmiş bir îmân, rûh gücünün, o îmânın dünyâ
görüşü ile motive olması ve amellerin de tabiî olarak o îmânla ölçülenmesi,
şekillenmesi demektir.
Imân-amel birliğinin dînî hükmü ayrı bir konudur. Amelsiz îmân,
Müslümânlar'ı öbür dünyâda kurtarabilir; Allah'ın bağışlayıcılığma herkes
güvenebilir. Ancak, bu dünyâda haysiyetli bir medeniyetin sahibi yâhud mensubu
olarak yaşamak isteyenler için, bunu amelleriyle gerçekleştirmekten başka yol
yoktur. Kendi medeniyetimize giden yol, hayâtı bütünüyle, Allah'ın emrettiği
gibi dosdoğru yaşamak ve küçük menfâatlere O'nun rızâsını feda etmemekten
geçer.
Amelleri ölçüîendirebilmek için kültürün îmânını pekiştirmek, îmânın
heyecanını koruyabilmek için de, sürekli ona uygun ameller gerçekleştirmek
mecburiyeti vardır. Kültürün ölüm-kalımının, îmân-amel ilişkilerinin bu
yapısına bağlı olduğu bilinmelidir. Bunun için de, yaşamak isteyen kültürler,
kendi îmânları doğrultusunda sürekli amel üzere olmak zorundadırlar.
* *
Kitâb üzerinde îmânla teemmül, bize, Müslümanca düşünmenin mantığını ve
duyuş imkânlarını kazandıracaktır. Çağın, problem sahası artan, genişleyen
idrâki ile İslâm'ı daha doğru ve derinden kavrama imkânımız olacaktır. Meselâ,
sanayi cemiyetinin, yukarıda kısmen dokunulan problemlerini bilen ve bunlar
üzerinde düşünen bir insan, "" Ey dünyâ! Bana hizmet edenin
hizmetinde ol; sana hizmet edeni hizmetinde kullan'' hadîs-i kudsî-sini bütün
gerçeği ile kavrayabilecektir.
İslâm'ın boyası ile boyanıp, o idrâki kazandıkça da, çağımızın ve insanın
bütün mes'elelerini İslâm'ın idrâki ile görebilecek, değerlendirebilecek ve
sıralayabileceğiz. Zâten, İslâm Medeniyeti'nin yeniden dirilişi de, dünyânın
yeniden İslâm'ın idrâki ile kavranıp, düzene sokulabilmesi demektir.
Bu gelişme diğer bir görünüşü ile, yabancı
kültürler karşısında zihnî istiklâle kavuşma sürecidir. Bir îmân ancak kendi
ölçüleri, kendi kavramları ile dünyâyı kavrayıp ifâde edebildiği zaman o kültür,istiklâlini kazanmış, yaratıcılığına kavuşmuş
demektir. Bunun da yolu, kendi mukaddeslerimize bağlanmak, onlarla ölçülenmek
ve îmânımızın aydınlığında düşünebilmektir. îmânı alevlen-direbilir ve onun
aydınlığında bir düşünce cehdine gire-bilirsek, o zaman her türlü zihnî bağdan
kurtularak kendi gözümüzle görmeye, kendi ölçülerimizle değerlendirmeye ve
kendi mukaddeslerimize göre sıralamaya muvaffak oluruz. Bu îmân heyecanı ve
ifâde gücüne ulaşmadan yapılan zihnî spekülasyonlar
yine, ancak îmân arayışlarına ve güçlenmesine hizmet edebildikleri ölçüde değer
kazanabileceklerdir.
* * *
İnsan, zübde-i âlem olduğunun şuuruyla varlığa ba-kabilmeli; dünyânın
kendisi için yaratıldığını bilebilme-lidir. Zamanın, bu dinmeyecek karmaşasında
korkularını, tedirginliklerini yenerek, hayâtı fütursuzca yaşayabil-melidir.
Ona, yalnız olmadığı, dünyâya terkedilmediği söylenmelidir. Bu emniyete
ulaşamamış yüreklerden hayâtı güzelleştirecek sevgiler beklenmemelidir. Bunun
için de, Allah'ın ipine sarılmak, dünyânın bütün problemleri karşısında O'nun,
yanıbaşımızda olduğunu bilmekten başka çâre yoktur. İnsan o zaman bütün ruh
zenginliklerinin açılması imkânına kavuşabilecektir. İnsan o zaman ' bütün
putlarından temizlenerek varlığın efendisi olabilecektir.
* *
And olsun Allah'ın and içtiklerine ki, insan için îmândan başka gerçek
yoktur ve çâre olmayacaktır. Nevzat Kosoğlu
"... Ve binâenaleyh akıl, bir Hâdî ve Mürşide muhtâc-dır. En yüksek mürşid ise Allah kelâmiyle Enbiyâ irşadıdır..."
Hakk Dîni, IV., 3518.
"... Hayât, muhîta mutabakat diye mülâhaza edildiğine göre de, en
yüksek hayât en yüksek muhîta mutabakat demek olur. En yüksek muhît ise...Allah Taâlâ'dır.Binâenaleyh bu en yüksek hayât her
hâl ü kârda Allah Taâlâ'nın emrine intibak ederek O'nun likaasına yükselmekle
olur..." Hakk Dîni, VII., 5683