ORGAN NAKLİ VE VASİYETİ CÂİZ MİDİR?
Bu Hususta Mahlûkun Hükmü Yoktur. Allah-u Teâlâ Âyet-i Kerime'lerinde Şöyle Buyuruyor:
"Andolsun ki Biz Âdemoğullarını Üstün Bir İzzet ve Şerefe Mazhar Kıldık." (İsrâ: 70)
"Kendi Kendinizi Katletmeyin." (Nisâ: 29)
Bu Bir Emr-i İlâhî'dir.
"Kendi Elinizle Kendinizi Tehlikeye Atmayın." (Bakara: 195)
Bu da Bir Emr-i İlâhî'dir.
"Kim Bir Mümini Kasten Öldürürse, Onun Cezası, İçinde Devamlı Kalacağı Cehennemdir." (Nisâ: 93)
Bu da İlâhî Bir Hükümdür.
İNSAN VÜCUDU ALLAH-U TEÂLÂ'NIN BAHŞETTİĞİ İLÂHÎ BİR EMANETTİR.
ŞAHSA ÂİT DEĞİLDİR Kİ, ORGANLARINI BAŞKASINA BAĞIŞLAYABİLSİN!
Gayemiz; mükerrem bir varlık olan insanın hayatta olduğu gibi vefatında da hürmete lâyık olduğunu duyurmaktır. Kanunlar izin vermiş, alan almış, veren vermiş, kendisi bilir. Ancak "İslâm dini'nde bu vardır" denildiği zaman hükm-ü İlâhî'yi hatırlatmak her müslümanın vasifesidir. Bu hatırlatma müslümanlar için, Allah-u Teâlâ'nın hükmü ile hareket edip, O'nun rızasına uygun iş ve icraat yapmak isteyenler içindir. Bizim beyanlarımız İslâm dini'ne göredir.
Bu konuda Hazret-i Allah ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hükmü esastır.
Biz sadece hatırlatıyoruz. Mesul olmamak için. Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı kerim'inde:
"Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir." buyuruyor. (Lokman: 17)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri organ nakli ilk gündeme geldiği yıllarda bu hakikatleri hemen duyurmaya gayret etmişler ve 1990 yılında "İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli" isminde bir de eser neşretmişlerdi. Mart 1994 ve Temmuz 2001 tarihli dergilerimizde de konu ele alınmış, ilâhî hükümler hatırlatılmıştır. Binaenaleyh; Bu hakikatleri tekrar hatırlatmak bir zaruret oldu. Bu vesile ile; Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli" isimli eserini özet olarak arzediyoruz.
Allah-u Teâlâ dünya ve ahireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratmıştır.
Hazret-i Allah insanı hiçbir mahlûkuna vermediği nimetlerle donatmış, ruh vermiş, "Mükerrem" kılmıştır.
Bu vücut insanoğlunun kendi malı değil, Hazret-i Allah'ın emanetidir. Tasarruf yetkisi Hazret-i Allah'a aittir.
"Organ Nakli ve Vasiyeti" mevzuu Hazret-i Allah'ın mülkünde yaratmış olduğu, insan üzerindeki tasarruf yetkisini "İnsan kurtarma" adı altında ihlâl etmek demektir. Üstelik organlar "Beyin ölümü" adı altında kişi daha ölmeden, can çekişirken alınmaktadır.
Bu sebeple "Organ Nakli ve Vasiyeti" câiz değildir. Alan da veren de mesuldür.
Bilim adına veyahut "Ne olursa olsun biraz daha yaşayayım." anlayışıyla din-i İslâm'ın hükümlerini değiştirmeye çalışmak, "Bu dinde vardır." diye hüküm vermek Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a -sallallahu aleyhi ve sellem- karşı gelmektir.
Kendisini Allah-u Teâlâ'nın hükm-ü ilâhîsi ve onun izin dairesi ile sınırlı görmeyen bir bilim anlayışını kabul etmemiz mümkün müdür? Asla mümkün değildir! Eğer mümkün idiyse; insan kopyalama çalışmalarına, rahim nakline, hatta başkalarının spermiyle çocuk doğurmaya niye cevaz vermiyorsunuz? Veyahut farz-ı muhal bir gün kafa nakli yapılabilir hâle gelirse buna ne diyeceksiniz?
Binaenaleyh kimisi bilimi putlaştırdığı için, kimisi "Daha çok yaşayayım!" diye, kimisi "Çocuk sahibi olayım" diye "Hududullah"ı hiçe sayıyor, Allah-u Teâlâ'ya hasım kesiliyor.
Kanunlar izin vermiş, alan almış, veren vermiş, kendisi bilir. Ancak "İslâm dini'nde bu vardır" denildiği zaman hükm-ü İlâhî'yi hatırlatmak her müslümanın vasifesidir. Bu hatırlatma müslümanlar için, Allah-u Teâlâ'nın hükmü ile hareket edip, O'nun rızasına uygun iş ve icraat yapmak isteyenler içindir. Bizim beyanlarımız İslâm dini'ne göredir. Bu konuda Hazret-i Allah'ın ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hükmü esastır.
Biz sadece hatırlatıyoruz. Mesul olmamak için. Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı kerim'inde şöyle buyuruyor:
"Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir. Bu hususta sana isabet edecek eziyetlere katlan, çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." (Lokman: 17)
•
Tedavi adı altında yapılan organ nakli ile üç büyük cürüm işlenmektedir:
Birincisi; insanın mükerrem vasfına kastedilmekte ve ilâhî emanete ihanet edilmektedir.
"Andolsun ki biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." (İsrâ: 70)
İkincisi; organlar kişi ölmeden can çekişirken alındığı için organları alınan kişi katledilmiş, organlarını vasiyet eden kişi de kendi kendini katletmiş olmaktadır.
"Kendi kendinizi katletmeyin!" (Nisa: 29)
Bu bir emr-i İlâhi'dir.
Üçüncüsü; bir kimse organlarının alınmasını vasiyet etmekle, kendisini katlettiği için bu bir intihardır.
"Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!" (Bakara: 195)
Bu da bir emr-i İlâhi'dir.
Diğer bir husus; kişi ölmüş dahi olsa ölüye eziyet haramdır. Ruhla cesedin irtibatı öldükten sonra da devam eder.
"Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir." (Ebu Dâvud: 3207 - İbn-i Mâce: 1616)
Bu emr-i Peygamberî'dir.
Bu hususta Muhterem, Merhum Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli" isminde müstakil bir eser neşretmişlerdir. İlk baskısı 1990 yılında yapılan bu eserden derlediğimiz bu ayki konumuzu ümmet-i Muhammed'in istifadesine arzediyoruz.
Hazret-i Allah insanı hiçbir mahlûkuna vermediği nimetlerle donatmış, ruh vermiş, "Mükerrem" kılmıştır.
Bu vücut insanoğlunun kendi malı değil, Hazret-i Allah'ın emanetidir. Tasarruf yetkisi Hazret-i Allah'a aittir.
"Organ Nakli ve Vasiyeti" mevzuu Hazret-i Allah'ın mülkünde yaratmış olduğu, insan üzerindeki tasarruf yetkisini "İnsan kurtarma" adı altında ihlâl etmek demektir. Üstelik organlar "Beyin ölümü" adı altında kişi daha ölmeden, can çekişirken alınmaktadır.
Bu sebeple "Organ Nakli ve Vasiyeti" câiz değildir. Alan da veren de mesuldür.
Bilim adına veyahut "Ne olursa olsun biraz daha yaşayayım." anlayışıyla din-i İslâm'ın hükümlerini değiştirmeye çalışmak, "Bu dinde vardır." diye hüküm vermek Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a -sallallahu aleyhi ve sellem- karşı gelmektir.
Kendisini Allah-u Teâlâ'nın hükm-ü ilâhîsi ve onun izin dairesi ile sınırlı görmeyen bir bilim anlayışını kabul etmemiz mümkün müdür? Asla mümkün değildir! Eğer mümkün idiyse; insan kopyalama çalışmalarına, rahim nakline, hatta başkalarının spermiyle çocuk doğurmaya niye cevaz vermiyorsunuz? Veyahut farz-ı muhal bir gün kafa nakli yapılabilir hâle gelirse buna ne diyeceksiniz?
Binaenaleyh kimisi bilimi putlaştırdığı için, kimisi "Daha çok yaşayayım!" diye, kimisi "Çocuk sahibi olayım" diye "Hududullah"ı hiçe sayıyor, Allah-u Teâlâ'ya hasım kesiliyor.
Kanunlar izin vermiş, alan almış, veren vermiş, kendisi bilir. Ancak "İslâm dini'nde bu vardır" denildiği zaman hükm-ü İlâhî'yi hatırlatmak her müslümanın vasifesidir. Bu hatırlatma müslümanlar için, Allah-u Teâlâ'nın hükmü ile hareket edip, O'nun rızasına uygun iş ve icraat yapmak isteyenler içindir. Bizim beyanlarımız İslâm dini'ne göredir. Bu konuda Hazret-i Allah'ın ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hükmü esastır.
Biz sadece hatırlatıyoruz. Mesul olmamak için. Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı kerim'inde şöyle buyuruyor:
"Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir. Bu hususta sana isabet edecek eziyetlere katlan, çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." (Lokman: 17)
•
Tedavi adı altında yapılan organ nakli ile üç büyük cürüm işlenmektedir:
Birincisi; insanın mükerrem vasfına kastedilmekte ve ilâhî emanete ihanet edilmektedir.
"Andolsun ki biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." (İsrâ: 70)
İkincisi; organlar kişi ölmeden can çekişirken alındığı için organları alınan kişi katledilmiş, organlarını vasiyet eden kişi de kendi kendini katletmiş olmaktadır.
"Kendi kendinizi katletmeyin!" (Nisa: 29)
Bu bir emr-i İlâhi'dir.
Üçüncüsü; bir kimse organlarının alınmasını vasiyet etmekle, kendisini katlettiği için bu bir intihardır.
"Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!" (Bakara: 195)
Bu da bir emr-i İlâhi'dir.
Diğer bir husus; kişi ölmüş dahi olsa ölüye eziyet haramdır. Ruhla cesedin irtibatı öldükten sonra da devam eder.
"Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir." (Ebu Dâvud: 3207 - İbn-i Mâce: 1616)
Bu emr-i Peygamberî'dir.
Bu hususta Muhterem, Merhum Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli" isminde müstakil bir eser neşretmişlerdir. İlk baskısı 1990 yılında yapılan bu eserden derlediğimiz bu ayki konumuzu ümmet-i Muhammed'in istifadesine arzediyoruz.
Allah-u Teâlâ'nın Emaneti;
Mükerrem Olarak Yaratılan Beden:
Allah-u Teâlâ insanları mükerrem olarak yaratmıştır.
Allah-u Teâlâ gören göze, duyan kulağa, anlayan gönüle ibret olsun, yüceliğine ve yaratıcılığındaki eşsizliğe bir delil olsun diye insanı varlık âlemine çıkarmış; insanoğluna verdiği değeri, ikram edip şereflendirdiğini, onu en güzel bir şekilde ve mükemmellikte yarattığını Âyet-i kerime'sinde haber vermiştir:
"Andolsun ki biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." (İsrâ: 70)
İnsanların bütün âzâları da mükerremdir ve hürmete lâyıktır. Alınıp satılması, herhangi bir işte kullanılması helâl değildir.
İnsan niçin mükerremdir? Allah-u Teâlâ yarattığı için, içini ve dışını donattığı için, içinde O olduğu için mükerremdir. Binaenaleyh bu mükerrem olan insanın her organı da mükerremdir, kişiye âit değildir.
Bütün dünya senin olsa bir beden satın alabilir misin? Bir tek organı yapabilir misin? Yaratan O, yaşatan O...
Allah-u Teâlâ'nın yarattığı en değerli varlık insandır. Göklerde ve yerde bulunan her şey insan için yaratılmıştır.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Görmediniz mi, göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah size boyun eğdirdi." (Lokman: 20)
İnsanın ruhu ilâhi nefhanın tezahürü, bedeni ise Allah-u Teâlâ'nın kudretinin surette tecelli eden eseridir.
Allah-u Teâlâ dünya mülkünde ona halifelik gibi üstün meziyet vermiştir. Ona lutfettiği yüksek kabiliyetler sayesinde, bütün varlıklar arasında en mümtaz yerini almıştır.
Bu mülkünde insanı kendisine halife yapması insanın değerinin ve mükerremliğinin diğer bir delilidir.
Allah-u Teâlâ ilk insan Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmadan önce "En yüce melekler meclisi" mânâsına gelen Mele-i a'lâ'da onu anarak yüceltmiş, ona olan lütuf ve ihsanını önce meleklere haber vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Bir zamanlar Rabb'in meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti." (Bakara: 30)
Diğer Âyet-i kerime'lerde de şöyle buyuruluyor:
"Sizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur." (Fâtır: 39)
"Sizi yeryüzünün hâlifeleri yapar." (Neml: 62)
Halifelik, Allah-u Teâlâ'ya ait bir ruh taşıma imtiyazından doğmaktadır.
Zira Âyet-i kerime'de:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruluyor. (Sâd: 72)
İsrâ sûre-i şerif'inin 70. Âyet-i kerime'sinin devamında:
"Yaratmış olduklarımızdan çoğuna onları üstün kıldık." buyuruluyor. (İsrâ: 70)
Yeryüzündeki bütün varlıklardan üstün olma şerefini insana Allah-u Teâlâ vermiştir. Bu ancak O'nun tarafından verilen nimet ve ikramdır.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin: 4)
Gerek bedeni ve organları bakımından, gerekse mânevî bakımdan insan en güzel biçimde yaratılmıştır. Mühim olan ise, insanın Allah-u Teâlâ tarafından verilen fazilet ve meziyetini koruması, Rabb'inin kendisine bir lütuf olarak bağışladığı eşsiz emsalsiz nimetlerine karşı O'na nankörlük etmemesi; bedeninin, organlarının, akıl ve zekâsının hikmet ve değerini bilip, her birini en güzel bir şekilde kullanmaya ihtimam göstermesidir.
Bu zâhirde mükerremliktir. Zâhirde mükerremlik olduğu gibi, bâtında da mükerremlik vardır.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir." (Lokman: 20)
Bâtındaki mükerremliğe gelince;
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak "Ol!" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." (Nahl: 40)
Yani "Ol!" diyor, oluyorsun. Ve fakat en büyük gaflet, herkes olanı görüyor da olduranı görmüyor. Yani Yaratan'ını bilmiyor.
Görüyor, fakat yarattıklarını görüyor. Oysa her şeyi O yaratıyor, uzuvlarla donatıyor, her birini yerli yerine koyuyor, her birine ayrı ayrı vazifeler vermiş.
Senin aslın bir damla kerih su, o ise çok değersiz bir şey. O çok değersiz bir şeyi dilediği şekilde inşâ etmiş, kendi ruhundan üflemiştir.
Allah-u Teâlâ bedenlerin ve uzuvların yaratılışındaki hikmetlerden, faydalardan, ziynet ve meziyetlerden hiçbir kusur ve noksanlık bırakmayıp, hepsini de en mükemmel şekilde yapmıştır.
Bedenin yaratılışında o kadar ince hikmetler, göz alıcı güzellikler, hayrete düşürücü sanatlar vardır ki, saymakla bitmez.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitar: 7-8)
Allah-u Teâlâ insanı her uzvu yerli yerinde ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir ölçüde yaratmıştır. O'nun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
Hazret-i Ali -kerremallahu veçhe- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Devân sendedir bilmezsin.
Derdin de sendedir görmezsin.
Sen kendini küçücük bir cirim zannedersin
Halbuki bütün âlemler sende dürülmüştür (de bilmezsin)"
Kâinatta ne ki mevcutsa Allah-u Teâlâ'nın insanda hepsini halkettiğinden haberin var mı?
Senin ise bunlardan hiç haberin yok. Sen sadece el ve ayağın tutmak ve yürümek için, dilin konuşmak için kullanıldığını bilirsin. Halbuki insanın içindeki ve dışındaki bütün organlar bir iş için yaratılmışlardır. Her biri bir işle meşgul olurken sen ise tatlı tatlı uykudasın. Onlar sana hizmetten bir an bile geri durmuyorlar. Sen ise onları tanımıyorsun. Aynı zamanda onları sana hizmet ettirene de şükretmiyorsun.
"Gerçekten insan çok nankördür." (Hacc: 66)
İnsan bu hususlarda tefekkür etmiyor, sırlarını çözmeye çalışmıyor.
"Gerçek hükümdar olan Allah çok yücedir!" (Tâhâ: 114 - Müminûn: 116)
Yaratmak, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek suretiyle mülkünde tasarruf sahibidir. Boşuna bir şey yaratmaktan münezzehtir.
•
Parmak ucundaki hassasiyete bir bakın ki, kör onunla görüyor. Bir parmak izi, diğer hiçbir insanın parmak izine uymuyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski haline getirmeye kadiriz." (Kıyamet: 4)
Parmak uçlarında yaratılış bakımından ince bir sanat bulunduğu için Allah-u Teâlâ onları anmıştır.
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir." (Müminûn: 14)
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O'dur. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk numunesi O'nundur.
Bunların her biri ne büyük birer ihsan-ı ilâhîdir!
"Ne az şükrediyorsunuz!" (Mülk: 23)
"Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz.
Kudreti karşısında en güçlü kimselerin âciz kaldığı Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz."
Mükerrem Olarak Yaratılan Beden:
Allah-u Teâlâ insanları mükerrem olarak yaratmıştır.
Allah-u Teâlâ gören göze, duyan kulağa, anlayan gönüle ibret olsun, yüceliğine ve yaratıcılığındaki eşsizliğe bir delil olsun diye insanı varlık âlemine çıkarmış; insanoğluna verdiği değeri, ikram edip şereflendirdiğini, onu en güzel bir şekilde ve mükemmellikte yarattığını Âyet-i kerime'sinde haber vermiştir:
"Andolsun ki biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." (İsrâ: 70)
İnsanların bütün âzâları da mükerremdir ve hürmete lâyıktır. Alınıp satılması, herhangi bir işte kullanılması helâl değildir.
İnsan niçin mükerremdir? Allah-u Teâlâ yarattığı için, içini ve dışını donattığı için, içinde O olduğu için mükerremdir. Binaenaleyh bu mükerrem olan insanın her organı da mükerremdir, kişiye âit değildir.
Bütün dünya senin olsa bir beden satın alabilir misin? Bir tek organı yapabilir misin? Yaratan O, yaşatan O...
Allah-u Teâlâ'nın yarattığı en değerli varlık insandır. Göklerde ve yerde bulunan her şey insan için yaratılmıştır.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Görmediniz mi, göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah size boyun eğdirdi." (Lokman: 20)
İnsanın ruhu ilâhi nefhanın tezahürü, bedeni ise Allah-u Teâlâ'nın kudretinin surette tecelli eden eseridir.
Allah-u Teâlâ dünya mülkünde ona halifelik gibi üstün meziyet vermiştir. Ona lutfettiği yüksek kabiliyetler sayesinde, bütün varlıklar arasında en mümtaz yerini almıştır.
Bu mülkünde insanı kendisine halife yapması insanın değerinin ve mükerremliğinin diğer bir delilidir.
Allah-u Teâlâ ilk insan Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmadan önce "En yüce melekler meclisi" mânâsına gelen Mele-i a'lâ'da onu anarak yüceltmiş, ona olan lütuf ve ihsanını önce meleklere haber vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Bir zamanlar Rabb'in meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti." (Bakara: 30)
Diğer Âyet-i kerime'lerde de şöyle buyuruluyor:
"Sizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur." (Fâtır: 39)
"Sizi yeryüzünün hâlifeleri yapar." (Neml: 62)
Halifelik, Allah-u Teâlâ'ya ait bir ruh taşıma imtiyazından doğmaktadır.
Zira Âyet-i kerime'de:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruluyor. (Sâd: 72)
İsrâ sûre-i şerif'inin 70. Âyet-i kerime'sinin devamında:
"Yaratmış olduklarımızdan çoğuna onları üstün kıldık." buyuruluyor. (İsrâ: 70)
Yeryüzündeki bütün varlıklardan üstün olma şerefini insana Allah-u Teâlâ vermiştir. Bu ancak O'nun tarafından verilen nimet ve ikramdır.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin: 4)
Gerek bedeni ve organları bakımından, gerekse mânevî bakımdan insan en güzel biçimde yaratılmıştır. Mühim olan ise, insanın Allah-u Teâlâ tarafından verilen fazilet ve meziyetini koruması, Rabb'inin kendisine bir lütuf olarak bağışladığı eşsiz emsalsiz nimetlerine karşı O'na nankörlük etmemesi; bedeninin, organlarının, akıl ve zekâsının hikmet ve değerini bilip, her birini en güzel bir şekilde kullanmaya ihtimam göstermesidir.
Bu zâhirde mükerremliktir. Zâhirde mükerremlik olduğu gibi, bâtında da mükerremlik vardır.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir." (Lokman: 20)
Bâtındaki mükerremliğe gelince;
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak "Ol!" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." (Nahl: 40)
Yani "Ol!" diyor, oluyorsun. Ve fakat en büyük gaflet, herkes olanı görüyor da olduranı görmüyor. Yani Yaratan'ını bilmiyor.
Görüyor, fakat yarattıklarını görüyor. Oysa her şeyi O yaratıyor, uzuvlarla donatıyor, her birini yerli yerine koyuyor, her birine ayrı ayrı vazifeler vermiş.
Senin aslın bir damla kerih su, o ise çok değersiz bir şey. O çok değersiz bir şeyi dilediği şekilde inşâ etmiş, kendi ruhundan üflemiştir.
Allah-u Teâlâ bedenlerin ve uzuvların yaratılışındaki hikmetlerden, faydalardan, ziynet ve meziyetlerden hiçbir kusur ve noksanlık bırakmayıp, hepsini de en mükemmel şekilde yapmıştır.
Bedenin yaratılışında o kadar ince hikmetler, göz alıcı güzellikler, hayrete düşürücü sanatlar vardır ki, saymakla bitmez.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitar: 7-8)
Allah-u Teâlâ insanı her uzvu yerli yerinde ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir ölçüde yaratmıştır. O'nun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
Hazret-i Ali -kerremallahu veçhe- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Devân sendedir bilmezsin.
Derdin de sendedir görmezsin.
Sen kendini küçücük bir cirim zannedersin
Halbuki bütün âlemler sende dürülmüştür (de bilmezsin)"
Kâinatta ne ki mevcutsa Allah-u Teâlâ'nın insanda hepsini halkettiğinden haberin var mı?
Senin ise bunlardan hiç haberin yok. Sen sadece el ve ayağın tutmak ve yürümek için, dilin konuşmak için kullanıldığını bilirsin. Halbuki insanın içindeki ve dışındaki bütün organlar bir iş için yaratılmışlardır. Her biri bir işle meşgul olurken sen ise tatlı tatlı uykudasın. Onlar sana hizmetten bir an bile geri durmuyorlar. Sen ise onları tanımıyorsun. Aynı zamanda onları sana hizmet ettirene de şükretmiyorsun.
"Gerçekten insan çok nankördür." (Hacc: 66)
İnsan bu hususlarda tefekkür etmiyor, sırlarını çözmeye çalışmıyor.
"Gerçek hükümdar olan Allah çok yücedir!" (Tâhâ: 114 - Müminûn: 116)
Yaratmak, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek suretiyle mülkünde tasarruf sahibidir. Boşuna bir şey yaratmaktan münezzehtir.
•
Parmak ucundaki hassasiyete bir bakın ki, kör onunla görüyor. Bir parmak izi, diğer hiçbir insanın parmak izine uymuyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski haline getirmeye kadiriz." (Kıyamet: 4)
Parmak uçlarında yaratılış bakımından ince bir sanat bulunduğu için Allah-u Teâlâ onları anmıştır.
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir." (Müminûn: 14)
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O'dur. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk numunesi O'nundur.
Bunların her biri ne büyük birer ihsan-ı ilâhîdir!
"Ne az şükrediyorsunuz!" (Mülk: 23)
"Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz.
Kudreti karşısında en güçlü kimselerin âciz kaldığı Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz."
Katliam:
Organlar kişi ölmeden can çekişirken alınmaktadır. Zira solunum ve kalp durduktan sonra alınan organ işe yaramaz. Nitekim "Beyin ölümü" organ alabilmek için 1968 yılında icat edilmiş bir kriterdir.
Ölüm nedir?
Nefes alıp vermenin durması, ruhun çıkması, vücudun soğumasıdır.
Organın alınması esnasında kalp çalışıyor, ruh daha alınmamış olduğundan "Bir katliam!" diyoruz. İslâm'ın kabul ettiği ölüm; nefes alıp vermenin durması, ruhun çekilmesidir.
(Meselâ geçtiğimiz Ocak ayında organları bağışlanan şahsın yüzünü, kollarını, bacaklarını almak için Antalya'dan, iç organlarını almak için Ankara'dan iki ayrı ekip İzmir'e gitmişti. Hasta kolları, bacakları alınırken öldüğü, kalbi durduğu için Ankara'dan gelenler iç organlarını alamadan geri döndüler. Yine "Beyin ölümü gercekleşti" denilen bazı hamile kadınların makinalara bağlı olarak da olsa günlerce yaşayarak bebeklerinin sağlıklı olarak dünyaya geldiği vakalar vardır. Ruh olmasa idi, nefes alıp vermese idi, karnındaki çocuk nasıl yaşayacaktı? Hayy ve Kayyum olan Hazret-i Allah her zerreye hayat veriyor. İnsan da onun ruhu ile hayat buluyor. O ruh olmadan hayat mümkün mü? Mümkün değil!)
Binaenaleyh burada kişi can çekişirken vücudu parçalanıyor.
Organ nakli ve vasiyeti hususunda mahlûkun hükmü yoktur. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kesin olarak emir buyuruyor:
"Kendi kendinizi katletmeyin!" (Nisa: 29)
Halbuki organ nakli, organlar canlı iken yapılıyor. Öleceğine yakın bir zamanda vazifeli melekler canını alırken, doktorlar da organlarını alıyor. Kişi hem içten, hem de dıştan ıstırap görüyor. Bir taraftan en büyük eza ve cefâ çekiliyor, bir taraftan da bir nevi cinayet işleniyor. Bu ise haramdır.
Bu doğrudan doğruya bir katliamdır. Vasiyet etmekle de kişi kendisine en büyük tehlikeyi kastediyor. Bir insan kendisini katlederse ebedî cehennemdedir. Hem kendi eliyle kendisini katlediyor, hem de en büyük felâketi hazırlamış oluyor.
Kur'an-ı kerim'de organ nakli diye bir Âyet-i kerime yok diyorlar. Doğrusu bu çok büyük iftirâdır. Zira Allah-u Teâlâ değil katliamı, mümine eziyeti de haram kılmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyuruyorlar ki:
"Kendi kendini boğan kimse, cehennemde kendini boğa boğa kendini vuran kimse de cehennemde kendine vura vura azap eder." (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 669)
Kişi emr-i İlâhi gelmeden kendisini öldürdüğü için Hazret-i Allah'ın takdirine karışmış oluyor. Bunun için de cehenneme giriyor. Çünkü O'nun verdiği canı ancak O alır.
Sen de organlarını vasiyet etmekle; ilâhi takdire müdahale etmiş, Hazret-i Allah'ın emanetini çiğnemiş ve kendini katletmiş oluyorsun. Böylece de azaba müstehak oluyorsun. O'nun verdiği âzâyı yine O alır. Kimin malını kime ve ne sıfatla veriyorsun?
Bir doktor dedi ki "Biz âzânın hepsini almıyoruz, bir parçasını alıyoruz."
Biz de o zaman diyoruz ki "Bir cümlenin noktasını virgülünü aldığında o cümle düzgün oluyor mu?" Bunun gibi, o âzânın öz noktasını alınca; o âzâ da, âzâ olmaktan çıkıyor.
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi profesörlerinden Dr. Saffet Solak "Hakikat ile Dalâleti Bilmemiz Lâzım" adlı kitabımızı okumuş. Bir ziyaretimizde "Kitabı nasıl buldun?" diye sorduk. "Başucu kitabım." dedi. Organ nakli hakkındaki beyanımız üzerine de şunları söyledi: "Şu gördüğünüz oğlumun geçirdiği bir kaza neticesinde kalbi durdu, dimağı da durdu ve öldü diye morga kaldırıldı. Daha sonra bir şüphe üzerine masaj yapıla yapıla Allah-u Teâlâ oğlumu yeniden hayata döndürdü. Eğer ben oğlumun organlarını bağışlamış olsaydım, kendi çocuğumun katili olurdum. İşte yanımda" dedi.
Ölmek üzere olan bir hastayı "Nasıl olsa ölecek!" diye ecelinden bir-iki gün önce öldüren kimse -doktor bile olsa- cinayet ile yargılanır değil mi?
O halde sormak lâzım: "O kadar insan ölüyor, niye onların organlarını alamıyorsunuz?", "Kalbi-solunumu duran bir kimseden niye organ alamıyorsunuz?" "İşe yaramıyor." diyeceksiniz. İşte organ alabilmek için "Beyin ölümü" diye bir şey çıkardılar, öyle olmasaydı morglar cenaze dolu, onlardan organ alırlardı.
Bile bile bu fetvâyı vermek, tavsiye etmek büyük cürettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir." (Nisâ: 93)
Bu ilâhî beyanlar Kur'an-ı kerim'de yok mu?
Nitekim "Öldü!" diye hüküm verildiği halde tekrar Cenâb-ı Hakk'ın dilemesi ile hayatına devam eden nice insanlar var. "Beyni öldü!" diye vücudu parçalanan o insanlardan bir tanesi bile hayatına devam edebilecek durumda ise sizin durumunuz ne olacak?
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide: 32)
Görüldüğü gibi bir kişiyi öldürmek ile milyarlarca kişiyi öldürmek arasında ilâhî mesuliyet noktasında hiçbir fark yok.
Bu katle cevaz verenlerin, bu katliama ortak olanların durumu ne olacak?
Onlar bu hâle neden düştüler? Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onların çoğu akıllarını kullanmazlar." buyuruyor. (Ankebût: 63)
Bunların bu hakikatleri kabul etmeyeceklerini çok iyi biliyoruz. Bütün bunları açık açık yüzlerine söylüyoruz ki, ind-i İlâhî'de mesul olmayalım. Duyan da bu mesuliyetten kurtulsun!
Buna cevaz verenler iyiden iyiye bilsinler ki, büyük bir vebal altındadırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Herhangi bir kişi zulmen öldürülürse, onun kanından bir hisse Adem'in ilk oğlu Kabil'e ayrılır. Çünkü o, adam öldürme çığırını ilk açandır." (Buhârî)
Her adam öldürmede bir günah payı Kabil'e ayrıldığı gibi, organ nakline ilk cevaz verenlerin her birisine bu katliamdan günah payı gelecek.
Organlarını vasiyet edenler de bu mesuliyetten kurtulamazlar.
Allah-u Teâlâ'nın hükmü yanında mahlûkun ne hükmü var? Hiç!
Âyet-i kerime'lerde:
"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur." (A'râf: 54)
"Her şeyden haberdar olan Allah gibi, sana hiç kimse haber veremez." buyuruluyor. (Fâtır: 14)
•
Biri kendini diğeri için feda etmiş bir diyeceğim yok. Fakat bu hususta bildiğimi arzedeyim:
Zeynel Kahya adında bir arkadaşım vardı. Akyazı'da kaymakamlık da yapmıştı. Bu kardeşimizin babası vefat etti. Hafta içinde de kendisi vefat etti. Bunun hikmetini sorduğumuzda dediler ki: Bir fabrika müdürü arkadaşı varmış, böbreğini ona verdi. Ve o tek böbrek ona yetersiz olduğundan vefat etti. Böbrek verdiği fabrika müdürü ise cenazesine bile gelmedi. O ise böylece kendi kendinin katili oldu. Genç hanımını ve çocuklarını bıraktı gitti. Kaymakamlık yaptığı dönemdeki makam şoförü gelmişti. Faaliyetlerinden bahsediyordu.. Hepsi geride kaldı.
Bir doktor bu hususta şöyle mevzu bahis etti:
Babamız hastadır. Kardeşim böbreğini verecek. Mahsurlu hususlarını arzettim, vazgeçti. Zira bu tıbben de mahsurludur.
Organlar kişi ölmeden can çekişirken alınmaktadır. Zira solunum ve kalp durduktan sonra alınan organ işe yaramaz. Nitekim "Beyin ölümü" organ alabilmek için 1968 yılında icat edilmiş bir kriterdir.
Ölüm nedir?
Nefes alıp vermenin durması, ruhun çıkması, vücudun soğumasıdır.
Organın alınması esnasında kalp çalışıyor, ruh daha alınmamış olduğundan "Bir katliam!" diyoruz. İslâm'ın kabul ettiği ölüm; nefes alıp vermenin durması, ruhun çekilmesidir.
(Meselâ geçtiğimiz Ocak ayında organları bağışlanan şahsın yüzünü, kollarını, bacaklarını almak için Antalya'dan, iç organlarını almak için Ankara'dan iki ayrı ekip İzmir'e gitmişti. Hasta kolları, bacakları alınırken öldüğü, kalbi durduğu için Ankara'dan gelenler iç organlarını alamadan geri döndüler. Yine "Beyin ölümü gercekleşti" denilen bazı hamile kadınların makinalara bağlı olarak da olsa günlerce yaşayarak bebeklerinin sağlıklı olarak dünyaya geldiği vakalar vardır. Ruh olmasa idi, nefes alıp vermese idi, karnındaki çocuk nasıl yaşayacaktı? Hayy ve Kayyum olan Hazret-i Allah her zerreye hayat veriyor. İnsan da onun ruhu ile hayat buluyor. O ruh olmadan hayat mümkün mü? Mümkün değil!)
Binaenaleyh burada kişi can çekişirken vücudu parçalanıyor.
Organ nakli ve vasiyeti hususunda mahlûkun hükmü yoktur. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kesin olarak emir buyuruyor:
"Kendi kendinizi katletmeyin!" (Nisa: 29)
Halbuki organ nakli, organlar canlı iken yapılıyor. Öleceğine yakın bir zamanda vazifeli melekler canını alırken, doktorlar da organlarını alıyor. Kişi hem içten, hem de dıştan ıstırap görüyor. Bir taraftan en büyük eza ve cefâ çekiliyor, bir taraftan da bir nevi cinayet işleniyor. Bu ise haramdır.
Bu doğrudan doğruya bir katliamdır. Vasiyet etmekle de kişi kendisine en büyük tehlikeyi kastediyor. Bir insan kendisini katlederse ebedî cehennemdedir. Hem kendi eliyle kendisini katlediyor, hem de en büyük felâketi hazırlamış oluyor.
Kur'an-ı kerim'de organ nakli diye bir Âyet-i kerime yok diyorlar. Doğrusu bu çok büyük iftirâdır. Zira Allah-u Teâlâ değil katliamı, mümine eziyeti de haram kılmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyuruyorlar ki:
"Kendi kendini boğan kimse, cehennemde kendini boğa boğa kendini vuran kimse de cehennemde kendine vura vura azap eder." (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 669)
Kişi emr-i İlâhi gelmeden kendisini öldürdüğü için Hazret-i Allah'ın takdirine karışmış oluyor. Bunun için de cehenneme giriyor. Çünkü O'nun verdiği canı ancak O alır.
Sen de organlarını vasiyet etmekle; ilâhi takdire müdahale etmiş, Hazret-i Allah'ın emanetini çiğnemiş ve kendini katletmiş oluyorsun. Böylece de azaba müstehak oluyorsun. O'nun verdiği âzâyı yine O alır. Kimin malını kime ve ne sıfatla veriyorsun?
Bir doktor dedi ki "Biz âzânın hepsini almıyoruz, bir parçasını alıyoruz."
Biz de o zaman diyoruz ki "Bir cümlenin noktasını virgülünü aldığında o cümle düzgün oluyor mu?" Bunun gibi, o âzânın öz noktasını alınca; o âzâ da, âzâ olmaktan çıkıyor.
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi profesörlerinden Dr. Saffet Solak "Hakikat ile Dalâleti Bilmemiz Lâzım" adlı kitabımızı okumuş. Bir ziyaretimizde "Kitabı nasıl buldun?" diye sorduk. "Başucu kitabım." dedi. Organ nakli hakkındaki beyanımız üzerine de şunları söyledi: "Şu gördüğünüz oğlumun geçirdiği bir kaza neticesinde kalbi durdu, dimağı da durdu ve öldü diye morga kaldırıldı. Daha sonra bir şüphe üzerine masaj yapıla yapıla Allah-u Teâlâ oğlumu yeniden hayata döndürdü. Eğer ben oğlumun organlarını bağışlamış olsaydım, kendi çocuğumun katili olurdum. İşte yanımda" dedi.
Ölmek üzere olan bir hastayı "Nasıl olsa ölecek!" diye ecelinden bir-iki gün önce öldüren kimse -doktor bile olsa- cinayet ile yargılanır değil mi?
O halde sormak lâzım: "O kadar insan ölüyor, niye onların organlarını alamıyorsunuz?", "Kalbi-solunumu duran bir kimseden niye organ alamıyorsunuz?" "İşe yaramıyor." diyeceksiniz. İşte organ alabilmek için "Beyin ölümü" diye bir şey çıkardılar, öyle olmasaydı morglar cenaze dolu, onlardan organ alırlardı.
Bile bile bu fetvâyı vermek, tavsiye etmek büyük cürettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir." (Nisâ: 93)
Bu ilâhî beyanlar Kur'an-ı kerim'de yok mu?
Nitekim "Öldü!" diye hüküm verildiği halde tekrar Cenâb-ı Hakk'ın dilemesi ile hayatına devam eden nice insanlar var. "Beyni öldü!" diye vücudu parçalanan o insanlardan bir tanesi bile hayatına devam edebilecek durumda ise sizin durumunuz ne olacak?
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide: 32)
Görüldüğü gibi bir kişiyi öldürmek ile milyarlarca kişiyi öldürmek arasında ilâhî mesuliyet noktasında hiçbir fark yok.
Bu katle cevaz verenlerin, bu katliama ortak olanların durumu ne olacak?
Onlar bu hâle neden düştüler? Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onların çoğu akıllarını kullanmazlar." buyuruyor. (Ankebût: 63)
Bunların bu hakikatleri kabul etmeyeceklerini çok iyi biliyoruz. Bütün bunları açık açık yüzlerine söylüyoruz ki, ind-i İlâhî'de mesul olmayalım. Duyan da bu mesuliyetten kurtulsun!
Buna cevaz verenler iyiden iyiye bilsinler ki, büyük bir vebal altındadırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Herhangi bir kişi zulmen öldürülürse, onun kanından bir hisse Adem'in ilk oğlu Kabil'e ayrılır. Çünkü o, adam öldürme çığırını ilk açandır." (Buhârî)
Her adam öldürmede bir günah payı Kabil'e ayrıldığı gibi, organ nakline ilk cevaz verenlerin her birisine bu katliamdan günah payı gelecek.
Organlarını vasiyet edenler de bu mesuliyetten kurtulamazlar.
Allah-u Teâlâ'nın hükmü yanında mahlûkun ne hükmü var? Hiç!
Âyet-i kerime'lerde:
"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur." (A'râf: 54)
"Her şeyden haberdar olan Allah gibi, sana hiç kimse haber veremez." buyuruluyor. (Fâtır: 14)
•
Biri kendini diğeri için feda etmiş bir diyeceğim yok. Fakat bu hususta bildiğimi arzedeyim:
Zeynel Kahya adında bir arkadaşım vardı. Akyazı'da kaymakamlık da yapmıştı. Bu kardeşimizin babası vefat etti. Hafta içinde de kendisi vefat etti. Bunun hikmetini sorduğumuzda dediler ki: Bir fabrika müdürü arkadaşı varmış, böbreğini ona verdi. Ve o tek böbrek ona yetersiz olduğundan vefat etti. Böbrek verdiği fabrika müdürü ise cenazesine bile gelmedi. O ise böylece kendi kendinin katili oldu. Genç hanımını ve çocuklarını bıraktı gitti. Kaymakamlık yaptığı dönemdeki makam şoförü gelmişti. Faaliyetlerinden bahsediyordu.. Hepsi geride kaldı.
Bir doktor bu hususta şöyle mevzu bahis etti:
Babamız hastadır. Kardeşim böbreğini verecek. Mahsurlu hususlarını arzettim, vazgeçti. Zira bu tıbben de mahsurludur.
Vasiyet İntihardır:
Bir kimse organlarının alınmasını vasiyet etmekle, kendisini katlettirdiği için, bu bir intihardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın." buyuruyor. (Bakara: 195)
Zira organ nakli daha kişi ölmeden, organlar canlı iken yapılıyor. Beyin fonksiyonlarının durmuş olduğuna hükmedilerek nakil yapılıyor. Halbuki o anda kalp çalışır vaziyettedir. İşte bu kişinin takdir-i İlâhi ile bitkisel hayattan çıkma imkânı ve ihtimali de vardır. Misalleri de çoktur. Fakat daha kalp durmamışken organlar alındığı için, bu bir intihar oluyor.
Kişi emr-i İlâhi gelmeden kendini öldürdüğü için Allah-u Teâlâ'nın takdirine karışmış oluyor. Bunun için de cehenneme giriyor. Çünkü O'nun verdiği canı ancak O alır.
Bir insan da organlarını vasiyet etmekle; ilâhî takdire müdahale etmiş, Hazret-i Allah'ın emanetini çiğnemiş ve kendisini katletmiş, böylece de azaba müstehak olmuş olmaktadır. O'nun verdiği organı yine O alır. Kimin malını kime ve ne sıfatla veriyorsun?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yarasının ıstırabına dayanamayıp kendisini öldüren için Allah-u Teâlâ'nın:
"Kulum acele ederek bana geldi, ben de ona cenneti haram kıldım." buyurduğunu haber veriyorlar. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 668)
Organlarının alınmasını vasiyet eden kişi, ölümünü Hazret-i Allah'ın takdirine değil, doktorların kararına bırakmıştır.
Şayet onlar ölümüne hüküm verirlerse organlarını alacaklar ve ölmemiş olan veya daha yaşaması muhtemel olan kendisinin hayatına son vereceklerdir.
İşte bu bir intihardır.
Artık kalbi, böbreği, gözü, ciğeri -iç organları- alınan biri nasıl yaşasın. Ama belki yaşayacaktı. Hazret-i Allah belki tekrar sıhhat verecekti! İmansız ise belki iman edecekti, günahkâr ise belki tevbe edecekti. Ama takdirine müdahale etmiş oldu.
Şimdi düşünün! Organlarını vasiyet etmekle; ilâhi takdire müdahale etmiş, Hazret-i Allah'ın emanetini çiğnemiş, emr-i İlâhi gelmeden kendisini öldürdüğü için Hazret-i Allah'ın takdirine karışmış oluyor. Böylece de azaba müstehak oluyor.
Ashab-ı kiram'dan Câbir bin Semüre -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah Aleyhisselâm'a kendisini öldüren bir adam getirilmişti, üzerine namaz kılmadı." (Müslim: 978)
Bununla birlikte Ashab-ı kiram'ına "Arkadaşınızın cenaze namazını kılın." buyurduğu da rivayet edilmiştir.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Her kim kendini bir demir parçası ile öldürürse, demiri elinde, onu karnına saplar bir halde cehennem ateşinde ebedi ve daimi olarak kalacaktır.
Her kim zehir içer de kendini öldürürse o kimse de zehirini cehennem ateşinde ebedi ve daimi kalarak içecektir.
Her kim de dağdan yuvarlanır da kendini öldürürse, o da cehennem ateşinde ebedi ve daimi olarak yuvarlanacaktır." (Müslim: 109)
O'nun verdiği canı vakti saati geldiğinde yine O alır.
Organ nakli, organlar canlı iken yapılıyor. Öleceğine yakın bir zamanda vazifeli melekler canını alırken, doktorlar da organları alıyor. Hem içten hem de dıştan ıstırap görüyor. Şöyle bir temsil getirirsek "Keçi can derdinde, kasap et derdinde." Bunun da müsebbibi sensin, çünkü vasiyetini yaptın.
Bir taraftan en büyük ezâ ve cefâ çekiliyor, bir taraftan da bir nevi cinayet işleniyor. Bu ise haramdır. "Kilise harabesiyle cami tamir edilmez." sözü meşhurdur.
Bir kimse organlarının alınmasını vasiyet etmekle, kendisini katlettirdiği için, bu bir intihardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın." buyuruyor. (Bakara: 195)
Zira organ nakli daha kişi ölmeden, organlar canlı iken yapılıyor. Beyin fonksiyonlarının durmuş olduğuna hükmedilerek nakil yapılıyor. Halbuki o anda kalp çalışır vaziyettedir. İşte bu kişinin takdir-i İlâhi ile bitkisel hayattan çıkma imkânı ve ihtimali de vardır. Misalleri de çoktur. Fakat daha kalp durmamışken organlar alındığı için, bu bir intihar oluyor.
Kişi emr-i İlâhi gelmeden kendini öldürdüğü için Allah-u Teâlâ'nın takdirine karışmış oluyor. Bunun için de cehenneme giriyor. Çünkü O'nun verdiği canı ancak O alır.
Bir insan da organlarını vasiyet etmekle; ilâhî takdire müdahale etmiş, Hazret-i Allah'ın emanetini çiğnemiş ve kendisini katletmiş, böylece de azaba müstehak olmuş olmaktadır. O'nun verdiği organı yine O alır. Kimin malını kime ve ne sıfatla veriyorsun?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yarasının ıstırabına dayanamayıp kendisini öldüren için Allah-u Teâlâ'nın:
"Kulum acele ederek bana geldi, ben de ona cenneti haram kıldım." buyurduğunu haber veriyorlar. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 668)
Organlarının alınmasını vasiyet eden kişi, ölümünü Hazret-i Allah'ın takdirine değil, doktorların kararına bırakmıştır.
Şayet onlar ölümüne hüküm verirlerse organlarını alacaklar ve ölmemiş olan veya daha yaşaması muhtemel olan kendisinin hayatına son vereceklerdir.
İşte bu bir intihardır.
Artık kalbi, böbreği, gözü, ciğeri -iç organları- alınan biri nasıl yaşasın. Ama belki yaşayacaktı. Hazret-i Allah belki tekrar sıhhat verecekti! İmansız ise belki iman edecekti, günahkâr ise belki tevbe edecekti. Ama takdirine müdahale etmiş oldu.
Şimdi düşünün! Organlarını vasiyet etmekle; ilâhi takdire müdahale etmiş, Hazret-i Allah'ın emanetini çiğnemiş, emr-i İlâhi gelmeden kendisini öldürdüğü için Hazret-i Allah'ın takdirine karışmış oluyor. Böylece de azaba müstehak oluyor.
Ashab-ı kiram'dan Câbir bin Semüre -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah Aleyhisselâm'a kendisini öldüren bir adam getirilmişti, üzerine namaz kılmadı." (Müslim: 978)
Bununla birlikte Ashab-ı kiram'ına "Arkadaşınızın cenaze namazını kılın." buyurduğu da rivayet edilmiştir.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Her kim kendini bir demir parçası ile öldürürse, demiri elinde, onu karnına saplar bir halde cehennem ateşinde ebedi ve daimi olarak kalacaktır.
Her kim zehir içer de kendini öldürürse o kimse de zehirini cehennem ateşinde ebedi ve daimi kalarak içecektir.
Her kim de dağdan yuvarlanır da kendini öldürürse, o da cehennem ateşinde ebedi ve daimi olarak yuvarlanacaktır." (Müslim: 109)
O'nun verdiği canı vakti saati geldiğinde yine O alır.
Organ nakli, organlar canlı iken yapılıyor. Öleceğine yakın bir zamanda vazifeli melekler canını alırken, doktorlar da organları alıyor. Hem içten hem de dıştan ıstırap görüyor. Şöyle bir temsil getirirsek "Keçi can derdinde, kasap et derdinde." Bunun da müsebbibi sensin, çünkü vasiyetini yaptın.
Bir taraftan en büyük ezâ ve cefâ çekiliyor, bir taraftan da bir nevi cinayet işleniyor. Bu ise haramdır. "Kilise harabesiyle cami tamir edilmez." sözü meşhurdur.
Organ Nakli Ölüye Eziyettir,
Eziyet İse Haramdır:
Organ naklinde organlar "Beyin ölümü gerçekleşti." denilen hastalardan alınmaktadır. Ancak ileriki sayfalarda etraflıca izah edileceği üzere "Beyin ölümü" ölüm değildir.
Sağlık Bakanlığı'nın yayın organı SB Diyalog Dergisi'nin Kasım 2004 tarihli 7. sayısında beyin ölümü şu benzetme ile anlatılmıştır:
"Beyin ölümü, çok basit bir benzetme ile vazodaki çiçeğe, bitkisel hayatı ise saksıdaki çiçeğe benzetebiliriz. Vazodaki çiçek istesek de istemesek de bırkaç gün sonra solacak kuruyacaktır."
Görüldüğü üzere "Beyin ölümü" denilen şey aslında ölüm değil, "Nasıl olsa ölecek" durumudur. Ancak bu durumun tespitinde dahi hata yapma ihtimali her zaman mevcuttur. Amerika'da Zack Dunlap isimli gencin beyin ölümü tanısı konulup organları alınmaya hazırlanırken hareket ederek ölümden kurtulması bunun en bariz bir delilidir.
Ölüm vaki olsa dahi; İslâm dini'nde ölüye saygı ve hürmet gerekir. Ölü dahi olsa organları alınamaz, ölüye eziyet haramdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Bir müslümana eziyet eden, bana eziyet etmiş gibi olur. Bana edilen eziyet ise Allah'a edilen ezâ gibidir." buyuruyorlar. (Camius-sağir)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir." (Ebu Dâvud: 3207 - İbn-i Mâce: 1616)
Hadis-i şerif'ten; kişinin hayatta iken eziyet duyduğu şeylerden ölü iken de eziyet duyduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim Ashâb-ı kiram'dan Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-:
"Bir mümine ölü iken eziyet etmek, hayatta iken eziyet etmek gibidir." demiştir.
Hadis-i şerif'ten maksat; dirinin kemiğini kırmak haram olduğu gibi, ölünün kemiğini kırmak da haramdır.
Ebu Dâvud'un haşiyesinde, Süyutî bu Hadis-i şerif'in sebebini şöyle zikretmektedir:
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Biz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile beraber, bir cenazeye çıktık. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kabrin kenarında oturdu, biz de beraberinde oturduk. Mezar kazıcısı toprak altından bir bacak veya kol kemiği çıkardı. Onu kırmak istedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Onu kırma! Senin onu ölü iken kırman, onu diri iken kırman gibidir. Lâkin onu kabrin kenarında toprağa göm." buyurdu.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Günah hususunda ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir." (İbn-i Mâce: 1617)
Bu emr-i Peygamberî'yi çürütmek için, nefsini ilâh edinip şeytana uyanlar ameliyattan bahsediyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah-u Teâlâ derdi de devâyı da indirdiği gibi, her dert için bir devâ yaratmıştır. Binaenaleyh tedaviye devam ediniz. Fakat haram ile tedavi etmeyiniz." buyuruyorlar. (Ebu Dâvud: 3874)
İnsan vücudu Allah-u Teâlâ'nın kullarına bahşettiği ilâhî bir emanettir. Şahsa ait değildir ki, organlarını başkasına bağışlayabilsin.
Birisi öldü diye onun evinden istediğin malzemeyi alıp kendi binana kullanabiliyor musun? Diyeceksin ki "Hayır kullanamam, çünkü onun vârisleri var."
Beşerî bir insanı varis kabul ediyorsun da, Yaratan'ı nasıl unutuyorsun? Satın mı aldın o organları?
Allah-u Teâlâ'nın verdiğini ancak Allah-u Teâlâ alır. Dilerse tekrar iade eder. Vasiyet edip kendi arzunla verdiğin o organını bir daha sana verecek mi acaba? O zaman kimden bulacaksın?
Eziyet İse Haramdır:
Organ naklinde organlar "Beyin ölümü gerçekleşti." denilen hastalardan alınmaktadır. Ancak ileriki sayfalarda etraflıca izah edileceği üzere "Beyin ölümü" ölüm değildir.
Sağlık Bakanlığı'nın yayın organı SB Diyalog Dergisi'nin Kasım 2004 tarihli 7. sayısında beyin ölümü şu benzetme ile anlatılmıştır:
"Beyin ölümü, çok basit bir benzetme ile vazodaki çiçeğe, bitkisel hayatı ise saksıdaki çiçeğe benzetebiliriz. Vazodaki çiçek istesek de istemesek de bırkaç gün sonra solacak kuruyacaktır."
Görüldüğü üzere "Beyin ölümü" denilen şey aslında ölüm değil, "Nasıl olsa ölecek" durumudur. Ancak bu durumun tespitinde dahi hata yapma ihtimali her zaman mevcuttur. Amerika'da Zack Dunlap isimli gencin beyin ölümü tanısı konulup organları alınmaya hazırlanırken hareket ederek ölümden kurtulması bunun en bariz bir delilidir.
Ölüm vaki olsa dahi; İslâm dini'nde ölüye saygı ve hürmet gerekir. Ölü dahi olsa organları alınamaz, ölüye eziyet haramdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Bir müslümana eziyet eden, bana eziyet etmiş gibi olur. Bana edilen eziyet ise Allah'a edilen ezâ gibidir." buyuruyorlar. (Camius-sağir)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir." (Ebu Dâvud: 3207 - İbn-i Mâce: 1616)
Hadis-i şerif'ten; kişinin hayatta iken eziyet duyduğu şeylerden ölü iken de eziyet duyduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim Ashâb-ı kiram'dan Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-:
"Bir mümine ölü iken eziyet etmek, hayatta iken eziyet etmek gibidir." demiştir.
Hadis-i şerif'ten maksat; dirinin kemiğini kırmak haram olduğu gibi, ölünün kemiğini kırmak da haramdır.
Ebu Dâvud'un haşiyesinde, Süyutî bu Hadis-i şerif'in sebebini şöyle zikretmektedir:
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Biz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile beraber, bir cenazeye çıktık. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kabrin kenarında oturdu, biz de beraberinde oturduk. Mezar kazıcısı toprak altından bir bacak veya kol kemiği çıkardı. Onu kırmak istedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Onu kırma! Senin onu ölü iken kırman, onu diri iken kırman gibidir. Lâkin onu kabrin kenarında toprağa göm." buyurdu.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Günah hususunda ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir." (İbn-i Mâce: 1617)
Bu emr-i Peygamberî'yi çürütmek için, nefsini ilâh edinip şeytana uyanlar ameliyattan bahsediyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah-u Teâlâ derdi de devâyı da indirdiği gibi, her dert için bir devâ yaratmıştır. Binaenaleyh tedaviye devam ediniz. Fakat haram ile tedavi etmeyiniz." buyuruyorlar. (Ebu Dâvud: 3874)
İnsan vücudu Allah-u Teâlâ'nın kullarına bahşettiği ilâhî bir emanettir. Şahsa ait değildir ki, organlarını başkasına bağışlayabilsin.
Birisi öldü diye onun evinden istediğin malzemeyi alıp kendi binana kullanabiliyor musun? Diyeceksin ki "Hayır kullanamam, çünkü onun vârisleri var."
Beşerî bir insanı varis kabul ediyorsun da, Yaratan'ı nasıl unutuyorsun? Satın mı aldın o organları?
Allah-u Teâlâ'nın verdiğini ancak Allah-u Teâlâ alır. Dilerse tekrar iade eder. Vasiyet edip kendi arzunla verdiğin o organını bir daha sana verecek mi acaba? O zaman kimden bulacaksın?
Hakikate Dayanmayan, Zanla Yapılan Teviller:
"Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir." (Mâide: 32)
Âyet-i kerime'sine isnad ederek bu katliama fetvâ veriyorlar.
Oysa bu Âyet-i kerime onların anladığı mânâda değildir. Bunu anlayabilmeleri için evvelâ ölü olan ruhlarının dirilmesi lâzım.
En'âm sûresinin 122. Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulan dirilme, ruhların dirilmesine ait olduğunun açık bir delilidir.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç?" (En'âm: 122)
Ve fakat bunların ruhları ölü olduğu için karanlıkta kalmışlardır. Karanlıktan çıkmaları için mânevî bir tabibe ihtiyaçları vardır. Bu Âyet-i kerime işte onların iç yüzünü beyan eder.
"Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir." Âyet-i kerime'sini ikide bir ileriye sürmekle, güya ölüleri onlar diriltiyormuş gibi bir mânâ çıkarmak istiyorlar.
Hayat kurtarmaya gelince; esaretten, trafik kazasından, suda boğulmaktan, ateşte yanmaktan, düşmandan, doktorun niyet-i halisa ile yaptığı müdahale ve buna benzer kurtarmalar zahiri kurtarmadır. Bunlara kurtarma denir, diriltme denmez.
Madem ki böyle bir hüneriniz var; ölen en sevdiğiniz birisini diriltin, veya canı çıkmak üzere olan birinin canını geri çevirin de görelim!
Ve fakat onlar âcizdirler, bunu yapamazlar. Onlarınkisi kuru lâftan ibarettir.
Doğum esnasında ölmek üzere olan veya ölen bir kadının, karnını yarıp çocuğunu almaya dahi kurtarma denir. Doğru sözlü iseler, bu ölen kadını diriltsinler.
Zira Âyet-i kerime'de:
"O ölüleri diriltir." (Şûrâ: 9)
"Dirilten de O'dur, öldüren de O'dur." buyuruluyor. (Müminûn: 80)
Onlar kendilerini hâşâ Allah yerine koyuyorlar da farkında bile değiller!
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Can boğaza dayandığında, siz (o can çekişen kimseye) bakar durursunuz.
Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz. Eğer siz hesap ve ceza görmeyecekseniz, iddiânızda doğru sözlü iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!.." (Vâkıa: 83-87)
Hadi madem ki dirilttiğinizi iddiâ ediyorsunuz, yani zımmen de olsa kendiniz diriltiyormuş gibi gösteriyorsunuz, eğer doğru sözlü iseniz en sevdiğiniz bir kimsenin çıkmakta olan canını geri çevirin de görelim! Halkın huzuruna çıkıp halkı aldatıyorsunuz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Doğrusu bir çokları, bilmeden hevâ ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar." (En'âm: 119)
Bu cevazı verenler aslında hiçbir hakikate isnad edemiyorlar. "Vasiyet edin!" demekle halkı da bu katliama teşvik ediyorlar, onların günahlarını da üzerlerine alıyorlar.
"Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir." (Mâide: 32)
Âyet-i kerime'sine isnad ederek bu katliama fetvâ veriyorlar.
Oysa bu Âyet-i kerime onların anladığı mânâda değildir. Bunu anlayabilmeleri için evvelâ ölü olan ruhlarının dirilmesi lâzım.
En'âm sûresinin 122. Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulan dirilme, ruhların dirilmesine ait olduğunun açık bir delilidir.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç?" (En'âm: 122)
Ve fakat bunların ruhları ölü olduğu için karanlıkta kalmışlardır. Karanlıktan çıkmaları için mânevî bir tabibe ihtiyaçları vardır. Bu Âyet-i kerime işte onların iç yüzünü beyan eder.
"Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir." Âyet-i kerime'sini ikide bir ileriye sürmekle, güya ölüleri onlar diriltiyormuş gibi bir mânâ çıkarmak istiyorlar.
Hayat kurtarmaya gelince; esaretten, trafik kazasından, suda boğulmaktan, ateşte yanmaktan, düşmandan, doktorun niyet-i halisa ile yaptığı müdahale ve buna benzer kurtarmalar zahiri kurtarmadır. Bunlara kurtarma denir, diriltme denmez.
Madem ki böyle bir hüneriniz var; ölen en sevdiğiniz birisini diriltin, veya canı çıkmak üzere olan birinin canını geri çevirin de görelim!
Ve fakat onlar âcizdirler, bunu yapamazlar. Onlarınkisi kuru lâftan ibarettir.
Doğum esnasında ölmek üzere olan veya ölen bir kadının, karnını yarıp çocuğunu almaya dahi kurtarma denir. Doğru sözlü iseler, bu ölen kadını diriltsinler.
Zira Âyet-i kerime'de:
"O ölüleri diriltir." (Şûrâ: 9)
"Dirilten de O'dur, öldüren de O'dur." buyuruluyor. (Müminûn: 80)
Onlar kendilerini hâşâ Allah yerine koyuyorlar da farkında bile değiller!
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Can boğaza dayandığında, siz (o can çekişen kimseye) bakar durursunuz.
Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz. Eğer siz hesap ve ceza görmeyecekseniz, iddiânızda doğru sözlü iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!.." (Vâkıa: 83-87)
Hadi madem ki dirilttiğinizi iddiâ ediyorsunuz, yani zımmen de olsa kendiniz diriltiyormuş gibi gösteriyorsunuz, eğer doğru sözlü iseniz en sevdiğiniz bir kimsenin çıkmakta olan canını geri çevirin de görelim! Halkın huzuruna çıkıp halkı aldatıyorsunuz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Doğrusu bir çokları, bilmeden hevâ ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar." (En'âm: 119)
Bu cevazı verenler aslında hiçbir hakikate isnad edemiyorlar. "Vasiyet edin!" demekle halkı da bu katliama teşvik ediyorlar, onların günahlarını da üzerlerine alıyorlar.
Organların Şahitliği:
Şu Âyet-i kerime'ler de unutulmamalı:
"Sonunda oraya varınca, kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhinde şahidlik ederler. Derilerine: 'Aleyhimize niçin şahidlik ettiniz?' derler. 'Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi önce yaratan O'dur ve O'na döndürülüyorsunuz.' cevabını verirler.
Siz, gözleriniz, kulaklarınız ve derilerinizin aleyhinize şahidlik edeceğinden korkarak kötü iş işlemekten çekinmiyordunuz. Hayır; Allah'ın, yaptıklarınızın çoğunu bilmediğini sanıyordunuz." (Fussilet: 20-21-22)
"Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur." (İsrâ: 36)
"O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şâhidlik edeceklerdir." (Nûr: 24)
Bu dünyada organı alınan insanın organı kendisinde mi yoksa sonradan organı taşıyanda mı şehadet edecek?
Elbette Hazret-i Allah herşeye kadirdir. Ancak Hazret-i Allah'ın nizamını, düzenini kimse bozamaz.
"O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şâhidlik eder." (Yâsin: 65)
Bu Âyet-i kerime'lere göre vasiyet edilen veyahut vasiyetsiz alınan organlar kimde şâhidlik edecek?
Buna fetvâ verenler ya bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri tekzib edecek, veya Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere bir bir cevap verecekler!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur. İşte benim Rabb'im olan Allah budur. Ben ancak O'na güvenirim ve yalnız O'na sığınırım." (Şûrâ: 10)
Bu katliama cevaz vermek büyük bir dalâlettir, doğrudan doğruya bir ifsattır.
"Kendilerine 'Yeryüzünde fesad çıkarmayın.' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
Allah-u Teâlâ Secde Sûre-i şerif'i 22. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!"
Şu Âyet-i kerime'ler de unutulmamalı:
"Sonunda oraya varınca, kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhinde şahidlik ederler. Derilerine: 'Aleyhimize niçin şahidlik ettiniz?' derler. 'Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi önce yaratan O'dur ve O'na döndürülüyorsunuz.' cevabını verirler.
Siz, gözleriniz, kulaklarınız ve derilerinizin aleyhinize şahidlik edeceğinden korkarak kötü iş işlemekten çekinmiyordunuz. Hayır; Allah'ın, yaptıklarınızın çoğunu bilmediğini sanıyordunuz." (Fussilet: 20-21-22)
"Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur." (İsrâ: 36)
"O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şâhidlik edeceklerdir." (Nûr: 24)
Bu dünyada organı alınan insanın organı kendisinde mi yoksa sonradan organı taşıyanda mı şehadet edecek?
Elbette Hazret-i Allah herşeye kadirdir. Ancak Hazret-i Allah'ın nizamını, düzenini kimse bozamaz.
"O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şâhidlik eder." (Yâsin: 65)
Bu Âyet-i kerime'lere göre vasiyet edilen veyahut vasiyetsiz alınan organlar kimde şâhidlik edecek?
Buna fetvâ verenler ya bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri tekzib edecek, veya Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere bir bir cevap verecekler!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur. İşte benim Rabb'im olan Allah budur. Ben ancak O'na güvenirim ve yalnız O'na sığınırım." (Şûrâ: 10)
Bu katliama cevaz vermek büyük bir dalâlettir, doğrudan doğruya bir ifsattır.
"Kendilerine 'Yeryüzünde fesad çıkarmayın.' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
Allah-u Teâlâ Secde Sûre-i şerif'i 22. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!"
Bozulan Organlar:
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir:
Tufeyl bin Amr ed-Devsî -radiyallahu anh- Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gelerek "Yâ Resulellah! Muhkem bir kal'aya ve muhafızların yanına gitmek ister misin?" demiş. (Câbir 'Cahiliye devrinde Devs kabilesine ait muhkem bir kal'a vardı.' diyor.)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buna râzı olmamıştı. Çünkü Allah muhafızlığı Medine'li Ensar'a ayırmıştı.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine'ye hicret edince Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- de Medine'ye hicret etti. Onunla birlikte kavminden bir zât da hicret etti. Fakat Medine'de sıkıldılar. O zât hastalandı ve sabırsızlık ederek oklarını aldı, onlarla parmak eklerini kesti. Derken ellerinden kan fışkırmaya başladı, sonra da öldü.
Daha sonraki günlerde Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- onu rüyasında gördü. Kılık kıyafeti güzel olmasına rağmen elleri sarılı idi. Tufeyl -radiyallahu anh- ona "Rabb'in sana ne yaptı?" diye sordu. O da "Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına hicret ettiğim için beni affetti." diye cevap verdi. Tufeyl -radiyallahu anh- "Neden seni ellerini sarmış görüyorum?" deyince:
"Bana 'Senin bozduğun bir organını biz düzeltemeyiz.' denildi." cevabını verdi.
Tufeyl -radiyallahu anh- bu rüyayı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e anlattığında:
"Allah'ım! Onun ellerini de affeyle!" diye duâ etti. (Müslim: 116)
Allah için hicret ettiği, Allah'a ve Resulü'ne gönül verdiği halde arzusu ile parmak eklerini kestiğinden ötürü böyle bir ihtar almaya sebep oldu. Ya kendisini katlettiren, organlarını vasiyet edip aldıranın halini siz düşünün!
İşte bu Âyet-i kerime'lere ve Hadis-i şerif'lere iman ediyorsanız bu böyledir. Bunun için de bunlardan sakının ve kaçının.
Biz kendimizden konuşmuyoruz. Bunca Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri delil olarak gösteriyoruz. Bunlar delil olarak size neyi gösteriyorlar?
Doğru sözlü iseler; bir tek Âyet-i kerime ve bir tek Hadis-i şerif ibraz etsinler. Ve fakat aslâ ibraz edemezler.
"Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 18-19)
Organ nakli ve vasiyeti asla caiz değildir. Buna rağmen bir takım kimseler bilinçli olarak halkı yoldan çıkarmaya, hem kendilerini katletmeye, hem de organlarını vasiyet etmekle intihar etmelerine ve cehenneme girmelerine vesile oluyorlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde ahirzamanda gökkubbe altında en şerli insanların âlimler olacağını haber vermiştir:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhaki)
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir:
Tufeyl bin Amr ed-Devsî -radiyallahu anh- Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gelerek "Yâ Resulellah! Muhkem bir kal'aya ve muhafızların yanına gitmek ister misin?" demiş. (Câbir 'Cahiliye devrinde Devs kabilesine ait muhkem bir kal'a vardı.' diyor.)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buna râzı olmamıştı. Çünkü Allah muhafızlığı Medine'li Ensar'a ayırmıştı.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine'ye hicret edince Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- de Medine'ye hicret etti. Onunla birlikte kavminden bir zât da hicret etti. Fakat Medine'de sıkıldılar. O zât hastalandı ve sabırsızlık ederek oklarını aldı, onlarla parmak eklerini kesti. Derken ellerinden kan fışkırmaya başladı, sonra da öldü.
Daha sonraki günlerde Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- onu rüyasında gördü. Kılık kıyafeti güzel olmasına rağmen elleri sarılı idi. Tufeyl -radiyallahu anh- ona "Rabb'in sana ne yaptı?" diye sordu. O da "Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına hicret ettiğim için beni affetti." diye cevap verdi. Tufeyl -radiyallahu anh- "Neden seni ellerini sarmış görüyorum?" deyince:
"Bana 'Senin bozduğun bir organını biz düzeltemeyiz.' denildi." cevabını verdi.
Tufeyl -radiyallahu anh- bu rüyayı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e anlattığında:
"Allah'ım! Onun ellerini de affeyle!" diye duâ etti. (Müslim: 116)
Allah için hicret ettiği, Allah'a ve Resulü'ne gönül verdiği halde arzusu ile parmak eklerini kestiğinden ötürü böyle bir ihtar almaya sebep oldu. Ya kendisini katlettiren, organlarını vasiyet edip aldıranın halini siz düşünün!
İşte bu Âyet-i kerime'lere ve Hadis-i şerif'lere iman ediyorsanız bu böyledir. Bunun için de bunlardan sakının ve kaçının.
Biz kendimizden konuşmuyoruz. Bunca Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri delil olarak gösteriyoruz. Bunlar delil olarak size neyi gösteriyorlar?
Doğru sözlü iseler; bir tek Âyet-i kerime ve bir tek Hadis-i şerif ibraz etsinler. Ve fakat aslâ ibraz edemezler.
"Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 18-19)
Organ nakli ve vasiyeti asla caiz değildir. Buna rağmen bir takım kimseler bilinçli olarak halkı yoldan çıkarmaya, hem kendilerini katletmeye, hem de organlarını vasiyet etmekle intihar etmelerine ve cehenneme girmelerine vesile oluyorlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde ahirzamanda gökkubbe altında en şerli insanların âlimler olacağını haber vermiştir:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhaki)
Ölü Hayattaki Gibi Aynı Acıyı Duyuyor:
Organ naklinde vücud hayattaki gibi aynı acıyı duyar. Çünkü ruh alınmıştır amma, cesed ile irtibatı vardır. Diş de cansız fakat acıyor, içindeki sinir irtibatı sağlıyor.
Hazret-i Allah bütün ruhları lâhut âleminde yarattı. Sonra kâinatın en aşağısına indirdi.
Bu mülk âleminde cesetlere giren ruhlar mülk elbisesine bürünerek cismânî ruh oldular.
Hakiki hayat ölümden sonra başlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar." buyurmuşlardır. (K. Hafâ c.2, sh. 312, 2795)
Çürüyen elbisedir ve hükümsüzdür. Ruh intikal etmiş olduğu berzahta o âleme mahsus lâtif bir kalıba bürünür. Kabirde insan, dünyada iken huy edindiği sıfatlara göre elbise giyer.
Meselâ hırsızlık yapan fare sıfatında, âilesini kıskanmayan domuz sıfatında, başkalarına hırlayan kelp sıfatında, büyük düşman ejderha sıfatında, diğer düşmanlar yılan sıfatında bir kalıp içine girer.
Hayvanî sıfatlardan arınanlar, orada insan şeklinde ve sıfatındadırlar. Mükemmel bir hayat sürerler; oturur, kalkar ve gezerler yer ve içerler.
Mahşere çıktıkları zaman da oranın elbisesini giyerler.
Bu ne zaman belli olacak? Perde kalktığı zaman.
Vücud bir elbisedir. Elbisenin altındaki elbise görünmediği için zanla hareket ediliyor.
Bu görünen dış âlemdir, içini göremezsiniz. Bunların hepsi o kapalı âlemin altındadır.
Kapalı bir âlem var, fakat dıştakiler bilmiyor.
"Onlar dünya hayatının yalnız görünen dış kısmını bilirler. Ahiretten ise habersizdirler." (Rûm: 7)
Âyet-i kerime'si bunu ispat eder.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki sen bundan gafildin. İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir." (Kaf: 22)
Kabirde fevkalâde bir hayat mevcuttur. Berzah âlemi ile dünya arasında hassas bir perde vardır. Kabirdekiler dünyaya emirsiz gelemiyor, dünyadakiler de onların hâlini göremiyorlar.
Bir Âyet-i kerime'de:
"O Allah ki iki denizi birbirine salıverip yaklaştırmıştır. Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki ise tuzlu ve acıdır. İkisinin arasına birbirlerine karışmalarına engel olan bir perde koymuştur." buyuruluyor. (Furkân: 53)
Nitekim ünlü Fransız deniz araştırmacısı kaptan Kusto, uzun araştırmalardan sonra iki denizin arasındaki hassas perdeyi görmesi ile bu hakikate vakıf oldu.
Onun araştırıp bulduğu gibi sen de araştırırsan, sen de gerçek mânâda ilâhi bir lütfa erişirsen; âlem-i berzah ile irtibat kurabilirsin ve bu esrarı çözmüş olursun. Şu kadar var ki, milyonlarda bir kişi bu lütfa mazhar olur.
Uzak bir memlekette bulunan bir evlâdından haber alabilmen, onun yazacağı bir mektup veya edeceği bir telefona bağlı olduğu gibi; âlem-i berzahtaki durum da, oradaki fevkalâde hayat da ancak Hazret-i Allah ve Habib-i Ekrem'inin -sallallahu aleyhi ve sellem- beyanları ile anlaşılır.
Âyet-i kerime:
"Her şeyden haberdar olan Allah gibi, sana hiç kimse haber veremez." (Fatır: 14)
Vücud bir elbisedir. Onu ayakta tutan, düşündüren, konuşturan, hareket ettiren ruhtur. O bir emr-i İlâhi'dir.
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki, ruh Rabb'imin emrindendir." buyuruluyor. (İsrâ: 85)
Uyku halinde iken ruh; bedenden çıkarak misâl ve melekût âlemine intikal eder, Arşurahman'a yükselir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerin ruhunu yanında tutar, diğerlerini belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir.
Şüphesiz ki bunda iyi düşünen kimseler için öğütler ve ibretler vardır." (Zümer: 42)
Ruh ile vücudun ilgisi olduğu için, ruh rüyâ gördüğü zaman beden de etkilenir. Vücud güzel rüyalardan neşelenip haz duyduğu gibi, korkunç rüyalardan da üzüntü duyar.
Yani rüyâyı ruh görüyor, vücuda da tesiri oluyor. Demek ki ruh ile cesed arasında irtibat var.
Ölüm kati bir tükeniş değildir, diyar değişikliğidir.
Biz burada imtihan sahasındayız. Gerçek hayat ölümden sonra başlar. Ya sefa, ya cefa.
Âyet-i kerime'de:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." buyuruluyor. (Mülk: 2)
Zira bu dünya hayatı hayalidir, süfli bir âlemdir. İçi bilinmediği için yanlış hüküm veriliyor.
Ashab-ı kehf'in mağaradaki hayatları hakkında Kur'an-ı kerim'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar mağaranın genişçe bir yerinde idiler." (Kehf: 17)
Görünüşte dar yerde, fakat Cenâb-ı Hakk Âyet–i kerime'sinde onları geniş bir vâdide yaşattığını bildiriyor. Yani iç âlemin dışarıdan görülmediğini ifade ediyoruz.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Nihayet onlardan her birine ölüm geldiği vakit der ki 'Rabb'im! Beni dünyaya geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve yararlı iş işlerim.'
Hayır, bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilip kaldırılacakları güne kadar, önlerinde geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah bir perde vardır." (Müminûn: 99-100)
"Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah akşam ateşe sunulur. Kıyamet koptuğu gün de 'Firavun hânedanını azabın en çetinine sokun' denilir." (Mümin: 46)
Allah-u Teâlâ günahkâr kişilerin âhirete intikal ettiklerinde:
"Keşke benim için (dünyaya) dönüş imkânı bulunsa da iyilerden olsam!" (Zümer: 58)
"Rabb'imiz! Gördük, işittik. Artık bizi dünyaya geri döndür de salih bir amel işleyelim." diyeceklerini haber vermektedir. (Secde: 12)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir mezar ziyaretinde şöyle buyurmuştur:
"Ey mümin kavimlerin yurdu! Size selâm olsun. İnşaallah biz de arkanızdan gelip size katılacağız." (Müslim)
Diğer Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Bir ölü tabuta konulup taşınırken, iyi bir kişi ise 'Beni bir an evvel yerime ulaştırınız!' der. Kötü bir kişi ise 'Eyvah! Beni nereye götürüyorsunuz?' diye feryat eder.
Bu sesi insanlardan başka her mahluk duyar. Eğer insan da bunu duymuş olsa, derhal bayılırdı." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 652)
"Bir kul kabrine konulduğunda, cenazeye gelenler dönüp giderlerken onların ayak seslerini işitir." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 658)
"Ölü, yakınlarının kendisine ağlamasından dolayı azab görür." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 638)
"Yas tutularak ardından ağlanan ölü, bundan ötürü azab görür." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 640)
"Vasiyet etmeksizin vefat eden mümin, çevresinde gömülü bulunan ölüler ile konuşma ve muhabbet etmeye izinli olamaz." (C. Sağîr; sh. 167)
"Ölülerinizi salih insanların civarına defnediniz. Zira diriler fena komşudan eziyet gördükleri gibi ölüler de fenaların karşılıklı konuşmalarıyla rahatsız olur." (C. Sağîr; sh.13)
"Borçlu kimse kabirde mahpustur." (C. Sağîr; sh. 36)
"Biriniz ölünce sabah ve akşam ona gideceği yer gösterilir. Cennetlik ise, cennet ehlinin makamlarından bir makam; cehennemlik ise cehennem hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ona 'Burası senin yerindir'. Kıyamet günü Allah seni buraya gönderecektir denir." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 678)
Yani bunları size kabirde fevkalâde bir hayat olduğunu belirtmek için arzediyoruz.
Bir yahudi karısı ölmüştü, ev halkı başında ağlaşıyorlardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz oradan geçerken şöyle buyurdu:
"Bunlar ölülerine ağlıyorlar. Ölü ise kabrinde azap görüyor." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 639)
Bir defasında da iki kabrin yanından geçerken şöyle buyurdular:
"Bunlar azab görüyorlar. Halbuki azab görmeleri büyük bir şey için değildir. Birisi idrar sıçramasından sakınmazdı. Diğeri de koğuculuk ederdi." (Buhârî)
Bedir savaşında öldürülen müşriklerin ileri gelenlerinden yirmi dördünün cesetlerinin kör bir kuyuya atılmasını emretmişti. Daha sonra kuyunun başına gelerek "Siz Allah'a ve Resulullah'a itaat etseydiniz sevinirdiniz. Biz Rabb'imizin bize vaadini gerçek bulduk. Siz de Rabb'inizin size vaad etmiş olduğu azâbı gerçekleşmiş buldunuz mu?" buyurdu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz "Yâ Resulellah!... Kendilerinde hayat eseri bulunmayan şu kokmuş cesetlere mi sesleniyorsun?" deyince şu sözü söylediler:
"Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, benim bu söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitir değilsiniz. Fakat onların bana cevap vermeye güçleri yetmez." (Buhârî)
Organ naklinde vücud hayattaki gibi aynı acıyı duyar. Çünkü ruh alınmıştır amma, cesed ile irtibatı vardır. Diş de cansız fakat acıyor, içindeki sinir irtibatı sağlıyor.
Hazret-i Allah bütün ruhları lâhut âleminde yarattı. Sonra kâinatın en aşağısına indirdi.
Bu mülk âleminde cesetlere giren ruhlar mülk elbisesine bürünerek cismânî ruh oldular.
Hakiki hayat ölümden sonra başlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar." buyurmuşlardır. (K. Hafâ c.2, sh. 312, 2795)
Çürüyen elbisedir ve hükümsüzdür. Ruh intikal etmiş olduğu berzahta o âleme mahsus lâtif bir kalıba bürünür. Kabirde insan, dünyada iken huy edindiği sıfatlara göre elbise giyer.
Meselâ hırsızlık yapan fare sıfatında, âilesini kıskanmayan domuz sıfatında, başkalarına hırlayan kelp sıfatında, büyük düşman ejderha sıfatında, diğer düşmanlar yılan sıfatında bir kalıp içine girer.
Hayvanî sıfatlardan arınanlar, orada insan şeklinde ve sıfatındadırlar. Mükemmel bir hayat sürerler; oturur, kalkar ve gezerler yer ve içerler.
Mahşere çıktıkları zaman da oranın elbisesini giyerler.
Bu ne zaman belli olacak? Perde kalktığı zaman.
Vücud bir elbisedir. Elbisenin altındaki elbise görünmediği için zanla hareket ediliyor.
Bu görünen dış âlemdir, içini göremezsiniz. Bunların hepsi o kapalı âlemin altındadır.
Kapalı bir âlem var, fakat dıştakiler bilmiyor.
"Onlar dünya hayatının yalnız görünen dış kısmını bilirler. Ahiretten ise habersizdirler." (Rûm: 7)
Âyet-i kerime'si bunu ispat eder.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki sen bundan gafildin. İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir." (Kaf: 22)
Kabirde fevkalâde bir hayat mevcuttur. Berzah âlemi ile dünya arasında hassas bir perde vardır. Kabirdekiler dünyaya emirsiz gelemiyor, dünyadakiler de onların hâlini göremiyorlar.
Bir Âyet-i kerime'de:
"O Allah ki iki denizi birbirine salıverip yaklaştırmıştır. Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki ise tuzlu ve acıdır. İkisinin arasına birbirlerine karışmalarına engel olan bir perde koymuştur." buyuruluyor. (Furkân: 53)
Nitekim ünlü Fransız deniz araştırmacısı kaptan Kusto, uzun araştırmalardan sonra iki denizin arasındaki hassas perdeyi görmesi ile bu hakikate vakıf oldu.
Onun araştırıp bulduğu gibi sen de araştırırsan, sen de gerçek mânâda ilâhi bir lütfa erişirsen; âlem-i berzah ile irtibat kurabilirsin ve bu esrarı çözmüş olursun. Şu kadar var ki, milyonlarda bir kişi bu lütfa mazhar olur.
Uzak bir memlekette bulunan bir evlâdından haber alabilmen, onun yazacağı bir mektup veya edeceği bir telefona bağlı olduğu gibi; âlem-i berzahtaki durum da, oradaki fevkalâde hayat da ancak Hazret-i Allah ve Habib-i Ekrem'inin -sallallahu aleyhi ve sellem- beyanları ile anlaşılır.
Âyet-i kerime:
"Her şeyden haberdar olan Allah gibi, sana hiç kimse haber veremez." (Fatır: 14)
Vücud bir elbisedir. Onu ayakta tutan, düşündüren, konuşturan, hareket ettiren ruhtur. O bir emr-i İlâhi'dir.
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki, ruh Rabb'imin emrindendir." buyuruluyor. (İsrâ: 85)
Uyku halinde iken ruh; bedenden çıkarak misâl ve melekût âlemine intikal eder, Arşurahman'a yükselir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerin ruhunu yanında tutar, diğerlerini belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir.
Şüphesiz ki bunda iyi düşünen kimseler için öğütler ve ibretler vardır." (Zümer: 42)
Ruh ile vücudun ilgisi olduğu için, ruh rüyâ gördüğü zaman beden de etkilenir. Vücud güzel rüyalardan neşelenip haz duyduğu gibi, korkunç rüyalardan da üzüntü duyar.
Yani rüyâyı ruh görüyor, vücuda da tesiri oluyor. Demek ki ruh ile cesed arasında irtibat var.
Ölüm kati bir tükeniş değildir, diyar değişikliğidir.
Biz burada imtihan sahasındayız. Gerçek hayat ölümden sonra başlar. Ya sefa, ya cefa.
Âyet-i kerime'de:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." buyuruluyor. (Mülk: 2)
Zira bu dünya hayatı hayalidir, süfli bir âlemdir. İçi bilinmediği için yanlış hüküm veriliyor.
Ashab-ı kehf'in mağaradaki hayatları hakkında Kur'an-ı kerim'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar mağaranın genişçe bir yerinde idiler." (Kehf: 17)
Görünüşte dar yerde, fakat Cenâb-ı Hakk Âyet–i kerime'sinde onları geniş bir vâdide yaşattığını bildiriyor. Yani iç âlemin dışarıdan görülmediğini ifade ediyoruz.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Nihayet onlardan her birine ölüm geldiği vakit der ki 'Rabb'im! Beni dünyaya geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve yararlı iş işlerim.'
Hayır, bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilip kaldırılacakları güne kadar, önlerinde geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah bir perde vardır." (Müminûn: 99-100)
"Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah akşam ateşe sunulur. Kıyamet koptuğu gün de 'Firavun hânedanını azabın en çetinine sokun' denilir." (Mümin: 46)
Allah-u Teâlâ günahkâr kişilerin âhirete intikal ettiklerinde:
"Keşke benim için (dünyaya) dönüş imkânı bulunsa da iyilerden olsam!" (Zümer: 58)
"Rabb'imiz! Gördük, işittik. Artık bizi dünyaya geri döndür de salih bir amel işleyelim." diyeceklerini haber vermektedir. (Secde: 12)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir mezar ziyaretinde şöyle buyurmuştur:
"Ey mümin kavimlerin yurdu! Size selâm olsun. İnşaallah biz de arkanızdan gelip size katılacağız." (Müslim)
Diğer Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Bir ölü tabuta konulup taşınırken, iyi bir kişi ise 'Beni bir an evvel yerime ulaştırınız!' der. Kötü bir kişi ise 'Eyvah! Beni nereye götürüyorsunuz?' diye feryat eder.
Bu sesi insanlardan başka her mahluk duyar. Eğer insan da bunu duymuş olsa, derhal bayılırdı." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 652)
"Bir kul kabrine konulduğunda, cenazeye gelenler dönüp giderlerken onların ayak seslerini işitir." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 658)
"Ölü, yakınlarının kendisine ağlamasından dolayı azab görür." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 638)
"Yas tutularak ardından ağlanan ölü, bundan ötürü azab görür." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 640)
"Vasiyet etmeksizin vefat eden mümin, çevresinde gömülü bulunan ölüler ile konuşma ve muhabbet etmeye izinli olamaz." (C. Sağîr; sh. 167)
"Ölülerinizi salih insanların civarına defnediniz. Zira diriler fena komşudan eziyet gördükleri gibi ölüler de fenaların karşılıklı konuşmalarıyla rahatsız olur." (C. Sağîr; sh.13)
"Borçlu kimse kabirde mahpustur." (C. Sağîr; sh. 36)
"Biriniz ölünce sabah ve akşam ona gideceği yer gösterilir. Cennetlik ise, cennet ehlinin makamlarından bir makam; cehennemlik ise cehennem hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ona 'Burası senin yerindir'. Kıyamet günü Allah seni buraya gönderecektir denir." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 678)
Yani bunları size kabirde fevkalâde bir hayat olduğunu belirtmek için arzediyoruz.
Bir yahudi karısı ölmüştü, ev halkı başında ağlaşıyorlardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz oradan geçerken şöyle buyurdu:
"Bunlar ölülerine ağlıyorlar. Ölü ise kabrinde azap görüyor." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 639)
Bir defasında da iki kabrin yanından geçerken şöyle buyurdular:
"Bunlar azab görüyorlar. Halbuki azab görmeleri büyük bir şey için değildir. Birisi idrar sıçramasından sakınmazdı. Diğeri de koğuculuk ederdi." (Buhârî)
Bedir savaşında öldürülen müşriklerin ileri gelenlerinden yirmi dördünün cesetlerinin kör bir kuyuya atılmasını emretmişti. Daha sonra kuyunun başına gelerek "Siz Allah'a ve Resulullah'a itaat etseydiniz sevinirdiniz. Biz Rabb'imizin bize vaadini gerçek bulduk. Siz de Rabb'inizin size vaad etmiş olduğu azâbı gerçekleşmiş buldunuz mu?" buyurdu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz "Yâ Resulellah!... Kendilerinde hayat eseri bulunmayan şu kokmuş cesetlere mi sesleniyorsun?" deyince şu sözü söylediler:
"Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, benim bu söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitir değilsiniz. Fakat onların bana cevap vermeye güçleri yetmez." (Buhârî)
Tedavi ve Sabır:
Resul-i Ekrem -sav- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Hasta olunca tedâviye devam ediniz. Zira Allah devâsız bir hastalık yaratmamıştır. Ancak haramla tedâvi olmayınız." (Münâvî)
Şu halde derman arayacağız. Hastalık için âfiyet istemek, şifasını aramak, doktora görünüp ilâç kullanmak, maddî ve mânevî çarelere başvurmak, sebeplerini araştırmak vazifemizdir. Bunlar şikâyetten sayılmaz. İslâm dini tedâviyi emretmiştir, sağlığını korumayan kimse günahkâr olur.
Şu kadar var ki tedavi olurken, hakiki şifâ verenin Allah-u Teâlâ olduğuna inanmak, doktor ve ilâcı sebep olarak görmek lâzımdır. Doktora ve ilaca o imkânları bahşeden Allah-u Teâlâ'ya şükranlarını arzetmelidir.
Zâhirî hastalıklar zararlı gibi görünür, nefsimize ağır gelir, fakat faydası daha çoktur. Hadis-i şerif'te kul için hastalıkların Allah-u Teâlâ tarafından hediye olduğu beyan buyuruluyor. Zira Allah-u Teâlâ kulundan kuvvetini ve lezzetlerini alırken, günahlarını da alıyor. Daha sonra şifâsını vererek, birçok nimetlerini mükâfatı ile beraber yine iâde ediyor. Aynı zamanda bazı hastalıklar da var ki, şehitliğe vesile oluyor.
İbtilâ anında kul Mevlâ'sına çok yakındır. O yakıcı ateşin içinde büyük bir haz vardır. Yakup Aleyhisselâm ki, Yusuf'una kavuşması ile o hâl kayboldu.
Kula boyun bükmek ve teslimiyet düşer.
Resul-i Ekrem -sav- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Hasta olunca tedâviye devam ediniz. Zira Allah devâsız bir hastalık yaratmamıştır. Ancak haramla tedâvi olmayınız." (Münâvî)
Şu halde derman arayacağız. Hastalık için âfiyet istemek, şifasını aramak, doktora görünüp ilâç kullanmak, maddî ve mânevî çarelere başvurmak, sebeplerini araştırmak vazifemizdir. Bunlar şikâyetten sayılmaz. İslâm dini tedâviyi emretmiştir, sağlığını korumayan kimse günahkâr olur.
Şu kadar var ki tedavi olurken, hakiki şifâ verenin Allah-u Teâlâ olduğuna inanmak, doktor ve ilâcı sebep olarak görmek lâzımdır. Doktora ve ilaca o imkânları bahşeden Allah-u Teâlâ'ya şükranlarını arzetmelidir.
Zâhirî hastalıklar zararlı gibi görünür, nefsimize ağır gelir, fakat faydası daha çoktur. Hadis-i şerif'te kul için hastalıkların Allah-u Teâlâ tarafından hediye olduğu beyan buyuruluyor. Zira Allah-u Teâlâ kulundan kuvvetini ve lezzetlerini alırken, günahlarını da alıyor. Daha sonra şifâsını vererek, birçok nimetlerini mükâfatı ile beraber yine iâde ediyor. Aynı zamanda bazı hastalıklar da var ki, şehitliğe vesile oluyor.
İbtilâ anında kul Mevlâ'sına çok yakındır. O yakıcı ateşin içinde büyük bir haz vardır. Yakup Aleyhisselâm ki, Yusuf'una kavuşması ile o hâl kayboldu.
Kula boyun bükmek ve teslimiyet düşer.
Şehitlik:
Bir de şu var ki, iç hastalıklar sebebiyle ölenler şehittir. Şehitlerin ise ölmeyecekleri Kur'an-ı kerim'de haber verilmektedir:
"Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar diridirler." (Âl-i imrân: 169)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İç hastalığı ile olsun, boğularak olsun, ölenler şehittir." (Münavî)
"Humma ile ölenler şehittir." (Münavî)
"Taun (Veba) hastalığı ile ölen her bir müslüman şehittir." (C. Sağîr)
"Her bir şehit, ev halkından yetmiş kişiye şefaat eder." (Münavî)
Bunlar ölü değildir ki organlarını nasıl alabilirsin!
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Mü'minler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar."
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölülerden sanmayın, onlar diridirler. Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de, hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler." (Âl-i imrân: 169-170)
Âyet-i kerime'si ile şehidlerin ölmediğini beyan buyururken; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde iç hastalıkları ile, humma ve veba gibi ateşli hastalıklarla, boğularak ve yanarak ölenlerin şehit olduğunu arzederken;
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir." (Ebu Dâvud: 3207)
Buyururken; bunca hakikatler karşısında, hele böyle mühim bir mevzuda, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'e dayanmadan, zandan öteye geçmeyen bir ilimle fetva vermek büyük bir cesaret, dalâlet ve cehalettir.
İşte din böylece esastan çıkarılıyor.
"ORGAN NAKLİ"NİN TIBBÎ MAHZURLARI
(Bu yazı Mart 1994 tarihli Hakikat Dergisi'de aynı başlıkla yayınlanan makaleden kısaltılarak alınmıştır.)
Hekim olmak onurunu taşımak, insana, hayatiyete, dokuya saygı prensibi ile paraleldir.
Bugün için tıbbın yüz akı gibi görülen ve gösterilen organ nakli yöntemi bu saygı sınırının dışına çıkmanın da ötesinde insan orjinalitesine aykırıdır. Çünkü her birey genetik şifresinde belirli kendisine has özellikler taşır. Ve bu orjinalliği savunacak bir takım mekanizmalarla donatılmıştır. ... Başka bir bedene ait doku parçasını, vücut kendisine yabancı kabul eder ve bağışıklık sistemiyle atmaya çalışır. .... Tıbbın bugün ulaşabildiği en üstün tenolojiyle uygun bulunan organın bile rejeksiyonu (vücut tarafından reddedilmesi) mümkündür. Çünkü insan orjinal yaratılmıştır, hiç kimsenin doku ve organı, tıpkı parmak izinde olduğu gibi diğerinin aynı değildir. Bu yüzden nakil işleminden sonra hasta bağışıklık sistemini baskılayan ilaçları ömür boyu kullanmak zorundadır. Hasta, bu ilaçlara ait ciddi yan etkilere de maruz kalır. Örneğin bu amaçla kullanılan Kortizon, kanşekerinin yükselmesi, ülser, kemik erimesi, yağlanma gibi daha pek çok yan etkisi olan, hekimlerin tabiriyle iki ucu keskin bıçaktır. Bu yan etkilere karşı da sürekli tıbbi tedavi uygulanır. Bağışıklık sistemi baskılandığı için, vücudun kanser ve enfeksiyona karşı savunması kırıldığından organ alıcısına transplante edilmiş organa ait fonksiyon kazandırılırken basit bir mantar enfeksiyonu ile hasta kaybedilebilir. ....
... Çağımızın en büyük vebası olan AİDS hastalığı da; vücudun bağışıklık sisteminin komple defekte uğramasıdır. Hastanın bağışıklığını tamamen baskılamasıdır. İşte organ trasplantasyonunda klinik anlamda buna benzer görüntü elde ediliyor. Bu yüzden organ transplantasyonu gerçekleştirilen hastalar mikroplardan korunmak için maske ile geziyorlar.
... güçlü bağışıklık rejimlerinin ortaya çıkması ile reddetme potansiyeli olan alıcılar bile transplantasyon için uygun sayılmaya başlanmıştır. Fakat, düşünülmesi gereken nokta şu ki: Tıpta uygulanan her yöntem insanın tabii fizyolojik şartlarına en yakın, en uygun olması esasını taşırken, nakil yönteminde beden fonksiyonunun tabii gerçeğinin baskılanması suretiyle bu yöntemde başarı elde ediliyor olması...
... Her organ hayatiyeti devam ettirecek kapasitenin bir kaç kat fazlasıyla yaratılmıştır. Verici şahıstan çift olan organdan birini almakla bu kapasite yarı yarıya düşürülmüş olur. .... Ayrıca tebabet icrasının ilk kuralı olan "Önce zarar verme" prensibinin dışına çıkılmış olacağından hekimlik yeminine de aykırıdır. Zira her ameliyat bir travmadır. Ve her anestezi risk taşır. Tamamen sağlıklı bir insanı, ameliyat edilmesi suretiyle bu riske maruz etmek; ... insana zarar vermek demektir. ...
... Bir insan herkesin bildiği anlamda öldükten sonra artık ondan çıkartılacak organ genellikle işe yaramaz.
İlk bakışta ölümün birden vücudu etkisi altına aldığı ve cansız bir cisim haline getirdiği zannedilir. .... Somatik ölüm veya gerçek ölüm diye tabir edilen beynin, kalbin ve solunumun fonksionlarını yitirmesinden sonra bile hayatiyete dair belirtilen izlenimler varken bu fonksionlardan yalnız beyne ait olanlar yitirilince hastanın ölü kabul edilmesi şeklindeki yasal düzenlemenin insan hayatına ve hekim ahlakına ne derece uygun olduğu düşünülmelidir.
... Organ transplantasyonunda kullanılacak vericiler hastanede ölen daha doğrusu öleceği bilinen hastalardır. Beyin geri dönüşümsüz hasara uğramış, solunum ve kalp çalışması yapay yöntemlerle sağlanan hasta, bu yapay aygıtlar çalıştırıldığı müddetçe hayattadır. Modern tıbbın insan hayatına saygılı(!) mensuplarının "Kalbi çarpan kadavra" dediği bu durumdaki insandan bir yandan organı çıkartılırken bir yandan alıcı hazırlanır. Vericinin aygıtını çıkartmak için ya suni aygıtları durdurup kalp durana kadar beklenir, veya aygıtı durdurmadan doğrudan doğruya bir canlıda ameliyat yapar gibi çalışılır. ... Halbuki tıbbi olarak ölmesine kesin gözüyle bakılan hastalara bile mevcut tüm şartları kullanmak hekimin vazifesidir. Suni yaşatma aygıtlarına hastayı bağladıktan sonra aygıttan hastayı çıkartmaya (ki bu noktadan sonra hayata dönmek ihtimali hemen hiç olmasa da, hasta yakınının bu yöndeki arzusu ve talebi olsa bile) deontolojik olarak (hekimlik ahlâkı) hekimin hakkı yoktur.
Geçtiğimiz yıllarda son dönem kanser hastalarını acılarından kurtarmak üzere Avrupa ülkelerinden birinde iki hemşire pek çok hastayı ilaç kullanarak öldürmüş ve yaptıkları "Suç" kabul edilerek yargılanmışlar ve dünya basınında skandal oluşturmuşlardı. "Acıyı dindirmek" gayesi nasıl bir hüsniniyet idi ve fakat olayın suç teşkil etmesine ve hemşirelerin yargılanmasına mani olmadı ise; "Başka bir hastayı tedavi etmek" gibi bir hüsniniyet de en küçük ve en basit anlamda hayat emaresi bulunan (Yaşayan tek bir hücresi olsa dahi) hastadan organ almak suretiyle hayatını sonlandırmak da "Suç" kabul edilmelidir.
Oysa ... hekimin hastaya yaklaşımındaki ilk prensibi olan "Önce zarar verme" ilkesini de çiğneyerek meslek yeminine ve meslek ahlâkına aykırılaşılmıştır.
Bir de şu var ki, iç hastalıklar sebebiyle ölenler şehittir. Şehitlerin ise ölmeyecekleri Kur'an-ı kerim'de haber verilmektedir:
"Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar diridirler." (Âl-i imrân: 169)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İç hastalığı ile olsun, boğularak olsun, ölenler şehittir." (Münavî)
"Humma ile ölenler şehittir." (Münavî)
"Taun (Veba) hastalığı ile ölen her bir müslüman şehittir." (C. Sağîr)
"Her bir şehit, ev halkından yetmiş kişiye şefaat eder." (Münavî)
Bunlar ölü değildir ki organlarını nasıl alabilirsin!
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Mü'minler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar."
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölülerden sanmayın, onlar diridirler. Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de, hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler." (Âl-i imrân: 169-170)
Âyet-i kerime'si ile şehidlerin ölmediğini beyan buyururken; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde iç hastalıkları ile, humma ve veba gibi ateşli hastalıklarla, boğularak ve yanarak ölenlerin şehit olduğunu arzederken;
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir." (Ebu Dâvud: 3207)
Buyururken; bunca hakikatler karşısında, hele böyle mühim bir mevzuda, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'e dayanmadan, zandan öteye geçmeyen bir ilimle fetva vermek büyük bir cesaret, dalâlet ve cehalettir.
İşte din böylece esastan çıkarılıyor.
"ORGAN NAKLİ"NİN TIBBÎ MAHZURLARI
(Bu yazı Mart 1994 tarihli Hakikat Dergisi'de aynı başlıkla yayınlanan makaleden kısaltılarak alınmıştır.)
Hekim olmak onurunu taşımak, insana, hayatiyete, dokuya saygı prensibi ile paraleldir.
Bugün için tıbbın yüz akı gibi görülen ve gösterilen organ nakli yöntemi bu saygı sınırının dışına çıkmanın da ötesinde insan orjinalitesine aykırıdır. Çünkü her birey genetik şifresinde belirli kendisine has özellikler taşır. Ve bu orjinalliği savunacak bir takım mekanizmalarla donatılmıştır. ... Başka bir bedene ait doku parçasını, vücut kendisine yabancı kabul eder ve bağışıklık sistemiyle atmaya çalışır. .... Tıbbın bugün ulaşabildiği en üstün tenolojiyle uygun bulunan organın bile rejeksiyonu (vücut tarafından reddedilmesi) mümkündür. Çünkü insan orjinal yaratılmıştır, hiç kimsenin doku ve organı, tıpkı parmak izinde olduğu gibi diğerinin aynı değildir. Bu yüzden nakil işleminden sonra hasta bağışıklık sistemini baskılayan ilaçları ömür boyu kullanmak zorundadır. Hasta, bu ilaçlara ait ciddi yan etkilere de maruz kalır. Örneğin bu amaçla kullanılan Kortizon, kanşekerinin yükselmesi, ülser, kemik erimesi, yağlanma gibi daha pek çok yan etkisi olan, hekimlerin tabiriyle iki ucu keskin bıçaktır. Bu yan etkilere karşı da sürekli tıbbi tedavi uygulanır. Bağışıklık sistemi baskılandığı için, vücudun kanser ve enfeksiyona karşı savunması kırıldığından organ alıcısına transplante edilmiş organa ait fonksiyon kazandırılırken basit bir mantar enfeksiyonu ile hasta kaybedilebilir. ....
... Çağımızın en büyük vebası olan AİDS hastalığı da; vücudun bağışıklık sisteminin komple defekte uğramasıdır. Hastanın bağışıklığını tamamen baskılamasıdır. İşte organ trasplantasyonunda klinik anlamda buna benzer görüntü elde ediliyor. Bu yüzden organ transplantasyonu gerçekleştirilen hastalar mikroplardan korunmak için maske ile geziyorlar.
... güçlü bağışıklık rejimlerinin ortaya çıkması ile reddetme potansiyeli olan alıcılar bile transplantasyon için uygun sayılmaya başlanmıştır. Fakat, düşünülmesi gereken nokta şu ki: Tıpta uygulanan her yöntem insanın tabii fizyolojik şartlarına en yakın, en uygun olması esasını taşırken, nakil yönteminde beden fonksiyonunun tabii gerçeğinin baskılanması suretiyle bu yöntemde başarı elde ediliyor olması...
... Her organ hayatiyeti devam ettirecek kapasitenin bir kaç kat fazlasıyla yaratılmıştır. Verici şahıstan çift olan organdan birini almakla bu kapasite yarı yarıya düşürülmüş olur. .... Ayrıca tebabet icrasının ilk kuralı olan "Önce zarar verme" prensibinin dışına çıkılmış olacağından hekimlik yeminine de aykırıdır. Zira her ameliyat bir travmadır. Ve her anestezi risk taşır. Tamamen sağlıklı bir insanı, ameliyat edilmesi suretiyle bu riske maruz etmek; ... insana zarar vermek demektir. ...
... Bir insan herkesin bildiği anlamda öldükten sonra artık ondan çıkartılacak organ genellikle işe yaramaz.
İlk bakışta ölümün birden vücudu etkisi altına aldığı ve cansız bir cisim haline getirdiği zannedilir. .... Somatik ölüm veya gerçek ölüm diye tabir edilen beynin, kalbin ve solunumun fonksionlarını yitirmesinden sonra bile hayatiyete dair belirtilen izlenimler varken bu fonksionlardan yalnız beyne ait olanlar yitirilince hastanın ölü kabul edilmesi şeklindeki yasal düzenlemenin insan hayatına ve hekim ahlakına ne derece uygun olduğu düşünülmelidir.
... Organ transplantasyonunda kullanılacak vericiler hastanede ölen daha doğrusu öleceği bilinen hastalardır. Beyin geri dönüşümsüz hasara uğramış, solunum ve kalp çalışması yapay yöntemlerle sağlanan hasta, bu yapay aygıtlar çalıştırıldığı müddetçe hayattadır. Modern tıbbın insan hayatına saygılı(!) mensuplarının "Kalbi çarpan kadavra" dediği bu durumdaki insandan bir yandan organı çıkartılırken bir yandan alıcı hazırlanır. Vericinin aygıtını çıkartmak için ya suni aygıtları durdurup kalp durana kadar beklenir, veya aygıtı durdurmadan doğrudan doğruya bir canlıda ameliyat yapar gibi çalışılır. ... Halbuki tıbbi olarak ölmesine kesin gözüyle bakılan hastalara bile mevcut tüm şartları kullanmak hekimin vazifesidir. Suni yaşatma aygıtlarına hastayı bağladıktan sonra aygıttan hastayı çıkartmaya (ki bu noktadan sonra hayata dönmek ihtimali hemen hiç olmasa da, hasta yakınının bu yöndeki arzusu ve talebi olsa bile) deontolojik olarak (hekimlik ahlâkı) hekimin hakkı yoktur.
Geçtiğimiz yıllarda son dönem kanser hastalarını acılarından kurtarmak üzere Avrupa ülkelerinden birinde iki hemşire pek çok hastayı ilaç kullanarak öldürmüş ve yaptıkları "Suç" kabul edilerek yargılanmışlar ve dünya basınında skandal oluşturmuşlardı. "Acıyı dindirmek" gayesi nasıl bir hüsniniyet idi ve fakat olayın suç teşkil etmesine ve hemşirelerin yargılanmasına mani olmadı ise; "Başka bir hastayı tedavi etmek" gibi bir hüsniniyet de en küçük ve en basit anlamda hayat emaresi bulunan (Yaşayan tek bir hücresi olsa dahi) hastadan organ almak suretiyle hayatını sonlandırmak da "Suç" kabul edilmelidir.
Oysa ... hekimin hastaya yaklaşımındaki ilk prensibi olan "Önce zarar verme" ilkesini de çiğneyerek meslek yeminine ve meslek ahlâkına aykırılaşılmıştır.