SÖZLER ve NOTLAR - 35
“Kelime-i Tevhid’in Hakikati”
Bir sohbetlerinden:
“Eğer birisi Allah-u Teâlâ’yı merak etse, ben ona çok rahat gösteririm. Düşün ki, ben zerre bir hakirim. Onu karıştırdı, sonra kan pıhtısı yaptı. Etleri kemik yaptı, kemiklere et geçirdi. Bütün âzâları yerleştirdi, meydana çıkardı. Nimetlerle merzuk etti. Hiçbir kimsenin bunda zerre kadar dahli var mı? Kim yaptı? Hazret-i Allah yaptı. İşte Hazret-i Allah’ı görmek çok basit. Nutfeye bak, koca bir insana bak!
İnsanı öyle süslemiş ki, bir insanın ayakta durması ruhu ile kâim. Ruh demek O’nun emri demek. Yani O’nun izni ile ayakta duruyor. İznini aldığı zaman insan ölüyor.
Seni ayakta durduruyor, sana binayı kurmuş, nimetlendirmiş, ziynetlendirmiş. Dünyadan da değerli. Mülkünde bulunduruyor. Her nimetle merzuk ediyor. Fakat bunların da hükmü yok. Varlığını ve muhabbetini koymuşsa, her zerrede O var. Ruhunda O var, vücudunda O var, mülkünde O var, her zerrede O var.
Kelime-i tevhid çekilirken kişi kendisinin zerre bir hakir olduğunu görerek ‘Lâ’ dediği zaman onu silmeye çalışacak ki azamet-i ilâhî zuhur etsin. Değil varlığını ortaya koymak, o pisliği silmeye çalışacak. Varlığı ile ‘Lâ’ diyen, dememiş oluyor. Üstelik Hakk’tan gayrı sevgi de kalbine yerleşmişse o sevgi puttur.
Her zerrede O’nun olduğunu görebilmek için, kendi asliyetine inmesi lâzım, o zaman O’nun varlığı tecellî eder.
Eğer nefis asliyetinden bir zerre ilerlesin, ilerlediği kadar Allah-u Teâlâ’nın varlığının azametini kaybeder. Çünkü O’ndan başka bir varlık yok ki dehâlet etsin.
Bunun için azamet-i ilâhî’yi şimdi size tarif ettiğim gibi görmek isteyen bende görür. Bende gören her zerrede görür. Her şeyi O yarattı, O donattı. Nasıl ki bir insan vitrinde bir şeyi teşhir ettiği gibi, Allah-u Teâlâ kudreti ile görebilen için kâinatta her şeyi teşhir ediyor. İnsanı, hayvanı, zerreyi, kürreyi teşhir ediyor.
Bütün bunlar kendi varlığını duyurmak için, bildirmek için, daha ileriye giderse göstermek için... Görülür mü? Tabii ki görülür. Görülmeyecek ne var? O nasıl tecellî ederse öyle olur.” (8 Kasım 1987)
“Muvakkat Nimetler”
Bir sohbetlerinden:
“Ruhum var diyorsun senin değil, cesedim var diyorsun senin değil, mülk de senin değil. İnsanda bunlar varken bunların kendisinin olduğunu zanneder. Allah-u Teâlâ’yı zanla anar. Bunları kendinden uzaklaştır, nefsine senin olmadığını bildir! Ruh senin değil, vücudun senin değil, mülk de senin değil. Şimdi senin neyin kaldı? Hiç! Bunu hayatta bir defacık tefekkür ettik mi? Halbuki hiçbir tanesine sahip değiliz. “Benim” diyen insan onu vereni nasıl öğrenebilir? Sen bunları kendinden uzaklaştırmadın ki, onu vereni bilesin. ‘Bana Sahibim ruh verdi, O’nundur. Binayı kurdu, O’nundur. Mülkünde yaşıyorum, O’nundur. Gerçekten benim bunlarla hiçbir ilgim yok, Allah-u Teâlâ’nın bana koymasıdır, vermesidir, muvakkattır, hepsini alır, hepsini verir!’ diyerek bunları bir bir kendinden uzaklaştırmadıkça vereni bilemezsin. Vereni bilmeyince vereni tanımak ne mümkün?
Fakir namazlarda: ‘Ettahiyyatü lillâhi ves-salâvâtü vet-tayyibât’ dediğim zaman zâhirî mânânın yanında; Allah’ım! Ruhum senin, bedenim senin, mülk de senin. Bunları bana Sen verdin. Ben bunların bir tekine değil, bir zerresine bile şükretmekten âciz olduğumu itiraf ediyorum.
Şehâdet getirirken, orada zerre bir pislik olduğumu görürüm ve onun yok olmasını isterim. Zerre kerih suyun orada ne işi var! Onu ifnâ edeyim ki Sahibim’i tesbih edebileyim. O’nunla O’nu tesbih edebileyim. O kerih su tesbihime mâni oluyor.
Bunun için Sahibim’e o kadar yalvarıyorum. İtimat edin başka bir şeye bu kadar yalvardığımı pek bilmiyorum. ‘Allah’ım! Hakir bir zerre olduğumu bana bildir ve beni orada tut! Ben sana bunun için yalvarıyorum.’ diyorum. Bunlar sırların da sırrıdır.” (8 Kasım 1987)
“Kelime-i Tevhid’in Hakikati”
Bir sohbetlerinden:
“Eğer birisi Allah-u Teâlâ’yı merak etse, ben ona çok rahat gösteririm. Düşün ki, ben zerre bir hakirim. Onu karıştırdı, sonra kan pıhtısı yaptı. Etleri kemik yaptı, kemiklere et geçirdi. Bütün âzâları yerleştirdi, meydana çıkardı. Nimetlerle merzuk etti. Hiçbir kimsenin bunda zerre kadar dahli var mı? Kim yaptı? Hazret-i Allah yaptı. İşte Hazret-i Allah’ı görmek çok basit. Nutfeye bak, koca bir insana bak!
İnsanı öyle süslemiş ki, bir insanın ayakta durması ruhu ile kâim. Ruh demek O’nun emri demek. Yani O’nun izni ile ayakta duruyor. İznini aldığı zaman insan ölüyor.
Seni ayakta durduruyor, sana binayı kurmuş, nimetlendirmiş, ziynetlendirmiş. Dünyadan da değerli. Mülkünde bulunduruyor. Her nimetle merzuk ediyor. Fakat bunların da hükmü yok. Varlığını ve muhabbetini koymuşsa, her zerrede O var. Ruhunda O var, vücudunda O var, mülkünde O var, her zerrede O var.
Kelime-i tevhid çekilirken kişi kendisinin zerre bir hakir olduğunu görerek ‘Lâ’ dediği zaman onu silmeye çalışacak ki azamet-i ilâhî zuhur etsin. Değil varlığını ortaya koymak, o pisliği silmeye çalışacak. Varlığı ile ‘Lâ’ diyen, dememiş oluyor. Üstelik Hakk’tan gayrı sevgi de kalbine yerleşmişse o sevgi puttur.
Her zerrede O’nun olduğunu görebilmek için, kendi asliyetine inmesi lâzım, o zaman O’nun varlığı tecellî eder.
Eğer nefis asliyetinden bir zerre ilerlesin, ilerlediği kadar Allah-u Teâlâ’nın varlığının azametini kaybeder. Çünkü O’ndan başka bir varlık yok ki dehâlet etsin.
Bunun için azamet-i ilâhî’yi şimdi size tarif ettiğim gibi görmek isteyen bende görür. Bende gören her zerrede görür. Her şeyi O yarattı, O donattı. Nasıl ki bir insan vitrinde bir şeyi teşhir ettiği gibi, Allah-u Teâlâ kudreti ile görebilen için kâinatta her şeyi teşhir ediyor. İnsanı, hayvanı, zerreyi, kürreyi teşhir ediyor.
Bütün bunlar kendi varlığını duyurmak için, bildirmek için, daha ileriye giderse göstermek için... Görülür mü? Tabii ki görülür. Görülmeyecek ne var? O nasıl tecellî ederse öyle olur.” (8 Kasım 1987)
“Muvakkat Nimetler”
Bir sohbetlerinden:
“Ruhum var diyorsun senin değil, cesedim var diyorsun senin değil, mülk de senin değil. İnsanda bunlar varken bunların kendisinin olduğunu zanneder. Allah-u Teâlâ’yı zanla anar. Bunları kendinden uzaklaştır, nefsine senin olmadığını bildir! Ruh senin değil, vücudun senin değil, mülk de senin değil. Şimdi senin neyin kaldı? Hiç! Bunu hayatta bir defacık tefekkür ettik mi? Halbuki hiçbir tanesine sahip değiliz. “Benim” diyen insan onu vereni nasıl öğrenebilir? Sen bunları kendinden uzaklaştırmadın ki, onu vereni bilesin. ‘Bana Sahibim ruh verdi, O’nundur. Binayı kurdu, O’nundur. Mülkünde yaşıyorum, O’nundur. Gerçekten benim bunlarla hiçbir ilgim yok, Allah-u Teâlâ’nın bana koymasıdır, vermesidir, muvakkattır, hepsini alır, hepsini verir!’ diyerek bunları bir bir kendinden uzaklaştırmadıkça vereni bilemezsin. Vereni bilmeyince vereni tanımak ne mümkün?
Fakir namazlarda: ‘Ettahiyyatü lillâhi ves-salâvâtü vet-tayyibât’ dediğim zaman zâhirî mânânın yanında; Allah’ım! Ruhum senin, bedenim senin, mülk de senin. Bunları bana Sen verdin. Ben bunların bir tekine değil, bir zerresine bile şükretmekten âciz olduğumu itiraf ediyorum.
Şehâdet getirirken, orada zerre bir pislik olduğumu görürüm ve onun yok olmasını isterim. Zerre kerih suyun orada ne işi var! Onu ifnâ edeyim ki Sahibim’i tesbih edebileyim. O’nunla O’nu tesbih edebileyim. O kerih su tesbihime mâni oluyor.
Bunun için Sahibim’e o kadar yalvarıyorum. İtimat edin başka bir şeye bu kadar yalvardığımı pek bilmiyorum. ‘Allah’ım! Hakir bir zerre olduğumu bana bildir ve beni orada tut! Ben sana bunun için yalvarıyorum.’ diyorum. Bunlar sırların da sırrıdır.” (8 Kasım 1987)