MÜCÂDELE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
“Allah’ım! Şikâyetim Ancak Sanadır!”
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Tamamı Medine döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celile; yirmiiki Âyet-i kerime, dörtyüzdoksanüç kelime ve binyediyüzdoksaniki harften müteşekkildir.
Bir âile meselesi hakkındaki mücâdele hadisesini bildirdiği için kendisine “Mücâdele” sûre-i şerif’i adı verilmiştir. “Kad semia” sûre-i şerif’i adı da verilir.
Muhtevâsı:
Mücâdele sûre-i şerif’inde müslümanlara bazı çözüm yolları gösterilmekte, karı-koca arasındaki ülfetin üzerinde durulmakta, karı-kocanın “Zıhar” sebebiyle ayrılmalarının hükmü açıklanmakta, Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelenlerin dünyada ve ahirette ağır cezalara çarptırılacakları beyan edilmektedir.
Daha sonra Tenâcî’den, yani iki veya daha çok kimse arasında yapılan gizli konuşmalardan Allah-u Teâlâ’nın haberdar olduğu; münafıkların yaptıkları gizli plânların müslümanlara hiçbir zarar veremeyeceği, tevekkül edip Hakk yolunda sabırla yürümelerinin gerektiği anlatılmaktadır.
Resulullah Aleyhisselâm’la hususi görüşmek isteyenlerin uyacakları kâide ve kurallar belirtilmektedir.
Bu mübarek sûre-i celîle münafıklardan etraflıca bahsetmekte, yahudilerle samimi dostluk kurdukları haber verilmekte, müslümanların İslâm düşmanları ile dostluk kurmalarının büyük bir suç olduğu belirtilmekte, onlara meyledenlerin korkunç âkıbetleri ihtar edilmekte, imanın aslı ve dinin en sağlam kulpu olan: “Allah için sevme ve Allah için buğzetme”nin hakikati açıklanmaktadır.
Sûre-i şerif’in sonunda “Kudsî ruh” ile desteklenen sâlih kullar ve cennetteki dereceleri haber verilmekte, onların Allah’ın hizbi (partisi) olduğu, kurtuluşa erecek olanların da onlar olduğu beşeriyete duyurulmaktadır.
Zıhar Sebebiyle Ayrılma:
Zıhar “İki şey arasında benzerlik meydana getirmek.” demektir. Terim olarak Zıhar ise; bir kimsenin, karısının tamamını veya yüz, göz, baş, sırt... gibi bir uzvunu, kendisine ebediyyen haram olan bir kadının, tamamına bakması haram olan bir uzvuna benzetmesine denir.
Meselâ: “Sen bana anamın sırtı gibisin” veya “Senin yüzün bana kız kardeşimin yüzü gibidir.” demesi bir Zıhar’dır.
Bu yemine Zıhar isminin verilmesi, sırt mânâsına gelen “Zahr” kelimesi çok kullanıldığı içindir.
Zıhar Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye ile sabittir.
Câhiliye devrinde bir kimse karısına: “Sen bana anamın sırtı gibisin.” dediği zaman, artık karısı ona haram olur, bu söz boşama sayılırdı, onu bir daha alamazdı.
İslâm’da ilk Zıhar’ı yapan Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh-in kardeşi Evs bin Sâmit -radiyallahu anh-dir. Kendisi ihtiyarlamış ve hırçın bir yapıya sahip olmuştu. Kızdığı zaman aklı gider gelirdi. Amcasının kızı Havle bint-i Sa’lebe -radiyallahu anhâ- ile evli bulunuyordu.
Bir gün hanımından bir istekte bulundu, isteği yerine getirilmeyince de öfkelendi ve:
“Sen bana anamın sırtı gibisin!” deyiverdi. (Ebu Dâvud)
Evs -radiyallahu anh- çok geçmeden söylediğine pişman oldu. Fakat Havle -radiyallahu anhâ- “Nefsimi kudret elinde tutan Rabb’ime yemin ederim ki, sen bu sözü söyledikten sonra, Allah ve Resul’ü hüküm verinceye kadar yanıma gelemezsin. Git Resulullah Aleyhisselâm’a danış!” dedi. Evs -radiyallahu anh- “Ben utanırım soramam!” karşılığını verince Havle -radiyallahu anhâ- “Ben gider sorarım!” dedi ve Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in hanesinde bulunduğu sırada Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna vardı.
“Yâ Resulellah! Evs benimle evlendiğinde gençtim, çekici idim. Ancak yaşım ilerleyip bir çok çocuğum olunca Evs beni anası gibi kıldı ve kimsesiz bırakıverdi. Eğer bana bir çare bulup onunla geçinmemi temin edersen bunu beyan buyur!” diye istekte bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Ben şimdiye kadar bu hususta herhangi bir şeyle emrolunmadım. Senin ona haram kılındığını görüyorum.” buyurdu.
Havle -radiyallahu anhâ- “Öyle söyleme Yâ Resulellah! Vallâhi o, boşama sözünü hiç anmadı!” dedi.
Fakat Resulullah Aleyhisselâm:
“Senin ona haram kılındığını görüyorum.” şeklindeki sözünü tekrarladı. Kadın devamlı surette kendi sözlerini tekrarlıyor:
“Kurbanın olayım nazar buyur Yâ Resulellah!” diyordu.
Nihayet Resulullah Aleyhisselâm:
“Sen şimdi evine dön! İnşaallah bir şey emrolunursa onu sana bildiririm.” buyurdu.
Havle -radiyallahu anhâ- bu defa şikâyetini Allah-u Teâlâ’ya arzetmeye başladı.
Ellerini açtı, şöyle duâ ediyordu:
“Ey Allah’ım! Halimin perişanlığını, üzüntü ve tasalarımı, bu ayrılmanın üzerimdeki zahmet ve meşakkatini sana şikâyet ediyorum.
Körpe çocuklarım var. Onları ona bıraksam zâyi olacaklar, yanıma alsam aç kalacaklar.
Allah’ım! Şikâyetlerim ancak sanadır!”
Hem duâ ediyor, hem ağlıyordu. O sırada Resulullah Aleyhisselâm’ı vahiy hali bürüdü. Vahyin şiddeti geçtikten sonra gülümseyerek doğruldu ve:
“Müjde yâ Havle! Allah-u Teâlâ ikiniz hakkında vahiy indirdi.” buyurdu ve bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’leri okudu.
“Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir.” (Mücâdele: 1)
Kadının sözlerini Allah-u Teâlâ’nın işitmesi, duâsını kabul etmesi demektir.
“Allah sizin konuşmanızı işitir.” (Mücâdele: 1)
Her hâl ve hareketinizden haberdardır.
“Muhakkak ki Allah işitendir, görendir.” (Mücâdele: 1)
Sıkıntı içinde, darda olanların şikâyetlerini, ağlamalarını işitir; üzüntü ve tasalarını görür, her derdin dermanı O’dur.
Daha sonra Allah-u Teâlâ “Zıhar”ın hükmünü şöylece beyan etmiştir:
“İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır.” (Mücâdele: 2)
Bu şekilde bir tesbit yapılmakla, zıhar yapan kocanın, karısı ile nikâhının sona ermesi şeklindeki düşünce ortadan kaldırılmıştır.
“Şüphesiz ki onlar çirkin ve yalan bir lâf söylüyorlar.” (Mücâdele: 2)
Yalandır, çünkü hanımları, anaları değildir. Bununla beraber çirkin bir sözdür, çünkü zıhar kendisine nikâhı haram olan yakınının bir uzvunu diline dolamak demektir.
Ayrıca Allah’ın helâl kıldığını haram kılmak gibi küstahlıkla Allah-u Teâlâ’nın haklarına tecavüzdür.
Fakat söylenince de bir hükmü olması gerekir.
“Bununla beraber şüphesiz ki Allah çok affeden, çok bağışlayandır.” (Mücâdele: 2)
Bu suç aslında ağır bir cezâyı gerektirmektedir. Fakat Allah-u Teâlâ merhametlilerin en merhametlisi olduğu için, böyle bir hüküm koymakla bu suçun cezâsını çok hafif olarak beyan etmiştir.
•
Daha sonra Allah-u Teâlâ bu çirkin sözün kefaret yolunu açıklamak üzere şöyle buyurdu:
“Hanımları hakkında zıhar yapıp da sonra söylediklerinden dönenler, birbirleriyle temas etmeden önce bir köle azad etmelidirler.” (Mücâdele: 3)
O çirkin sözü söylemek kadının şerefine halel getirdiği içindir ki, cezâ olarak bir köle hürriyetine kavuşturulmalıdır.
“Size böylece öğüt verilmektedir.” (Mücâdele: 3)
Öyleyse sizin için koymuş olduğu hükümlere uymaya devam edin, şer’î hudutlara riâyetten ayrılmayın.
“Allah işlediklerinizden haberdar olandır.” (Mücâdele: 3)
Şu halde sizin için koymuş olduğu hükümlere uymaya devam edin, size gösterdiği hudutları aşmayın.
“Kim de (buna imkân) bulamazsa, temas etmezden önce birbiri peşinden iki ay oruç tutmalıdır.” (Mücâdele: 4)
Bu iki ay içerisinde bir gün dahi tutmasa, peşpeşe tutma durumu bozulmuş olur ve yeniden başlaması gerekir.
“Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur.” (Mücâdele: 4)
Bunu hanımına temas etmeden önce ödemesi gerekir. Fakat eğer yedirme esnasında cimâda bulunacak olursa, ödemiş olduklarını yeniden tekrarlamaz.
“Bu, Allah’a ve O’nun Resul’üne iman etmenizden dolayıdır.” (Mücâdele: 4)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî hükmü bunun için koymuştur. Resulullah Aleyhisselâm’ın yüzü suyu hürmetine ümmet-i muhteremesine sağlanan kolaylıklardır.
“Bunlar Allah’ın hudutlarıdır.” (Mücâdele: 4)
Allah-u Teâlâ’nın hududu; O’nun tahdit ve takdir ettiği hükümler, insanların onları geçmesi câiz olmayan hususlar demektir. Haram kıldığı, yasakladığı şeylere “Hududullah” denir.
“Kâfirler için acı bir azap vardır.” (Mücâdele: 4)
Bu azabın kâfirlere verileceğinin ifade edilmesi, müminleri itaate teşvik mânâsına gelmektedir.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
“Hamd olsun o Allah’a ki, O’nun işitmesi bütün sesleri kapsar. Tartışıp hâlini arzeden kadın, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e gelip konuştu, ben de evin bir köşesinde bulunuyordum. Kadının söylediklerini duyuyordum. Bunun üzerine ilgili âyet indi.” (Buhârî)
•
Zıhar hakkındaki Âyet-i kerime’lerin inmesi üzerine Resulullah Aleyhisselâm Evs bin Sâmit -radiyallahu anh-e haber saldı. Gelince onunla konuştular:
“– Yâ Evs! Zıhar hükmünden kurtulman için bir köle azad etmen gerekiyor.
– Yâ Resulellah! Köle azad etmeye gücüm yetmez ki!
– Öyleyse devamlı olarak iki ay oruç tutacaksın.
– Günde iki defa yemezsem, gözümün ışığı eksiliyor.
– O halde altmış fakiri doyurmalısın.
– Ona da gücüm yetmez. Meğer ki bana yardım etmiş olasın.”
Resulullah Aleyhisselâm Evs -radiyallahu anh-e onbeş ölçek zâhire bağışladı. O da onunla altmış fakiri doyurdu.
Resulullah Aleyhisselâm daha sonra Havle -radiyallahu anhâ-ya: “Kocan çok yaşlanmıştır. Onun hakkında Allah’tan kork! Ona karşı hayırlı olmanı, iyi davranmanı tavsiye ederim.” buyurdu. Havle -radiyallahu anhâ- da: “Öyle yapacağım.” diyerek söz verdi.
•
Zıhar’ın rüknü: Zıhara delâlet eden sözdür. Bu ise kocanın hanımına: “Sen bana anamın sırtı gibisin.” sözüdür.
Zıhar’ın şartları: Akıllı, büluğa ermiş ve müslüman olan her koca zıhar yapabilir.
Zıhar’ın hükümleri: Kefaret vermeden önce mukarenet haramdır. Zıhar yapan koca kefaret vermeden önce hanımı ile mukarenette bulunsa, irtikap ettiği bu günahtan dolayı Allah-u Teâlâ’dan affını diler. Kefaret verinceye kadar da hanımından tekrar istifade edemez.
Zıhar kefareti: Bu kefaretin meşru oluşu Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye ile sabittir.
Mücâdele sûre-i şerif’inin 3. ve 4. Âyet-i kerime’lerinde görüldüğü üzere; birbiri peşinden iki ay oruç tutulur. Oruç tutmaya gücü yetmeyenler sabahlı akşamlı altmış fakiri doyururlar. Altmış fakire birer fitre miktarı para vermesi de yeterli olur.
Kefaretin sahih olması için niyet şarttır. Çünkü kefaret, zekât gibi temizlenmesi vâcip olan mâli bir haktır, ameller niyetlerle sahih olur.
Bu kefaret ölümle, boşama ile veya herhangi bir şeyle düşmez.
Zıhar’da hâkim tarafından ayırma, sadece koca kefaret vermekten kaçındığı zaman olmaktadır.
•
Havle bint-i Sâlebe -radiyallahu anhâ-Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in ahirete intikalinden sonra bir müddet daha yaşamış ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtından çok büyük sevgi, saygı ve hürmet görmüştür.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-Efendimiz bazı kişilerle bir toplantıya giderken yolda Havle bint-i Sâlebe -radiyallahu anhâ- ile karşılaştı. Bu mübarek hanımın bir derdi vardı, onu Halife’ye anlatmak istedi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-yanındaki arkadaşlarını bırakıp kadına döndü ve başını eğip onu dakikalarca dinledi. Ayrılınca Ashâb’dan biri ona:
“Yâ Emirel-müminîn! Bu yaşlı kadından dolayı Kureyşli zâtları hayli beklettin.” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ona:
“Yazıklar olsun sana! Bu kadının kim olduğunu biliyor musun?” dedi.
O da: “Hayır bilmiyorum!” diye cevap verdi
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- onu şöyle tanıttı:
“Bu, Havle bint-i Sâlebe’dir. Vallâhî eğer o, geceye kadar ayrılmayıp anlatmak istediğini anlatmaya devam etseydi, ayrılmayıp onu dinlerdim. Ancak namaz vakti gelince ayrılıp namaz kılar; tekrar onu dinlemeye yönelirdim.” (İbn-i Kesir)
Diğer bir rivayete göre Havle bint-i Sâlebe -radiyallahu anhâ- yolun üzerinde Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-i durdurup ona şu öğüdü vermiştir:
“Yâ Ömer! Önceleri sen ‘Ömercik’ olarak çağırılırdın. Sonra sana ‘Ömer!’ diye seslenildi. Sonra: ‘Müminlerin emiri’ ünvanını aldın, bu sıfatla çağırılmaya başladın. Artık Allah’tan kork yâ Ömer! Çünkü gerçekten ölüme kesinlikle inanan kimse fevt olmaktan korkar. Hesaba inanan kimse azaptan korkar.”
____________________________________________________________________________________
MÜCÂDELE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
İman Mutlak İtaati Gerektirir
Alçaltılanlar:
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve rüsvay ereceğini haber vermektedir:
“Allah’a, Peygamber’ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır.” (Mücâdele: 5)
Kendilerinden önce Allah’a ve Peygamber’lere muhalefet ettikleri için zillete düşürülüp alçaltılan kâfir ve münâfıkların yardımsız bırakıldıkları gibi, Muhammed Aleyhisselâm’a muhalefet edenler de yardımsız bırakılıp alçaltılacaklardır.
“Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir.” (Mücâdele: 5)
Bu “Âyetler”, Resulullah Aleyhisselâm’ın doğruluğuna delâlet ettiği gibi, doğru yolu göstermekte, Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelmenin acı sonucunu açıklamaktadır.
“Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücâdele: 5)
O alçalma ne kötü bir şeydir ki cehennemde azapları hiç de hafifletilmeyecektir. Kimisi yılan gibi sürüne sürüne, kimisi zincirlere vurulup bağlanarak, kimisi çeşit çeşit azaplarla azap göreceklerdir.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar bilmezler ki, kim Allah ve Resul’üne karşı koyarsa, onun için içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır.
Bu ise büyük bir rezilliktir.” (Tevbe: 63)
Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır ne de azaplarında bir gevşeme ve hafifleme bahis mevzuudur.
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine karşı koyarsa, bilsin ki Allah’ın cezâsı çok şiddetlidir.” (Enfâl: 13)
Bu korkunç azap, onların Allah ve Resul’ünün emirlerine muhalefet ve isyan etmeleri sebebiyle başlarına gelmektedir.
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin: 23)
Resulullah Aleyhisselâm’a düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de Rabb’ini sevmiş ve itaat etmiş olur. Bundan dolayı da Resulullah Aleyhisselâm’a isyan etmenin Allah-u Teâlâ’ya isyan etmek demek olduğu anlaşılmış oluyor.
Ahiretteki Durum:
Allah-u Teâlâ emr-i ilâhî’ye muhalefet edenlerin sonsuz rüsvaylıklarının zamanını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
“O gün Allah onların hepsini huzurunda topladığı gün, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (Mücâdele: 6)
Öyle bir gün ki, Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kıyamet kopuncaya kadar gelmiş geçmiş bütün insanlar ilâhî huzurda toplanacaklar ve Allah-u Teâlâ inkârcıları rezil ve rüsvay edecek, kendilerini mahçubiyet içinde bırakacaktır. Hatta öyle ki, onlar herkesin gözü önünde rezil olmaktansa, bir an önce cehenneme götürülmeyi bile temenni edeceklerdir.
“Allah onları bir bir saymıştır.” (Mücâdele: 6)
Kişilerin yaptığı bütün işler; saat ve dakikası, mekânı ve en ince teferruatı ile birlikte bir bir kayda geçmiş, hiç birini gözden kaçırmamıştır. Çünkü O’na hiçbir şey gizli değildir.
“Onlar ise unutmuşlardır.” (Mücâdele: 6)
Onlar karşılarına böyle vahim bir durumun çıkacağını hiç ummuyorlardı ve aldırmıyorlardı, çünkü böyle bir şeyin olacağına inançları yoktu.
“Allah her şeye şâhittir.” (Mücâdele: 6)
Uzak yakın her şeye şâhittir, her şeye her zerreye yakınlığı birdir. Görmedikçe kullarının bilemeyecekleri hadiselerin iç yüzünü de dış yüzünü de bilir. Kıyamet gününde herkese yaptıkların bildirecek; iiyilik yapanları mükâfâtladıracak, kötülük yapanları cezâlandıracaktır.
Gaybların Yegâne Bilicisi:
Allah-u Teâlâ bütün mükevvenâtta olup bitenlerden, her ahvâl ve esrardan haberdar bulunduğunu ve herkesin dünyada neler yapmış olduklarını ahirette kendilerine haber vereceğini beyan buyurmaktadır:
“Göklerde olanları da yerde olanları da Allah’ın bildiğini görmüyor musun?” (Mücâdele: 7)
O’na ne sır gizli kalır, ne de aşikâr yapılan iş. O’nun ezelî ve ebedî ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden hariç bulunamaz. En gizli halleri bilmek ancak O’na mahsustur.
Fâil-i mutlak’ın fiillerini aynel-yakîn gören bir kimse, O’nun göklerde ve yerde olanları bildiğini bilir.
“Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur.” (Mücâdele: 7)
Allah-u Teâlâ aralarında konuştukları şeyi bilmesi bakımından, o üç kişinin arasında dördüncüsü olmaktadır.
“Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur.” (Mücâdele: 7)
Onların neleri fısıldaştıklarını bilir ve içinde bulundukları durum asla O’na gizli kalmaz. Hallerine muttali olur, konuşmalarını, fısıltılarını işitir.
Onlar her nerede olurlarsa olsunlar ve her nerede konuşurlarsa konuşsunlar farkı yoktur.
“Bundan az da olsalar, bundan çok da olsalar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir.” (Mücâdele: 7)
Burada Allah-u Teâlâ’dan hiç bir şeyin gizlenemeyeceği ve kimsenin O’ndan kaçamayacağı ihsas ettirilmektedir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadîd: 4)
Denizin dibinde konuşuyorsun, telsizle üstteki duyuyor. Havada konuşuyorsun yine öyle. Hiçbir ses, hiçbir kelime, hiçbir iyi ve kötü iş asla kaybolmuyor, bir taraftan zapta geçiyor.
Allah-u Teâlâ onların durumlarını bilip duymasına rağmen, vazifeli melekleri de gizlice yapılan konuşmaları kaydederler.
“Sonra kıyamet günü onların yaptıklarını haber verecektir.” (Mücâdele: 7)
Hiç bir kimsenin bir diyeceği kalmaz, söyleyecek hiç bir şey bulamazlar.
Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ’nın sınırsız ilminden söz ederek başladığı gibi, yine ezelî ilminden söz ederek nihayete ermektedir:
“Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.” (Mücâdele: 7)
Artık insanlar bu hakikati düşünerek hareketlerini ona göre tanzim etmelidirler.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bilmezler mi ki Allah, onların sırlarını da gizli konuşmalarını da bilir.
Ve Allah, gaybları çok iyi bilendir.” (Tevbe: 78)
Münafıklar:
Allah-u Teâlâ münafıkların durumlarını haber vermek üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hitap ederek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Gizli fısıldaşmaları yasak edildikten sonra kendilerine yasaklanan şeye dönenleri ve aralarında günahı, düşmanlığı ve Peygamber’e isyanı gizlice fısıldaşanları görmedin mi?” (Mücadele: 8)
Çünkü bunlar bu halleri ile dine zarar vermektedirler, yeryüzünde fesat çıkarmak istemektedirler. Durumları gerçekten hayret vericidir.
“Onlar sana geldikleri zaman, seni Allah’ın selâmlamadığı bir şekilde selâmlarlar.” (Mücadele: 8)
Onlar sözü değiştirirler ve selâm veriyorlarmış gibi intibâ verirlerdi.
“İçlerinden de: ‘Bu söylediğimiz şeyler yüzünden Allah’ın gazap etmesi gerekmez mi?’ derler.” (Mücadele: 8)
Onların bu selâmları selâm değil, ölüm temennisi idi. Böyle olduğu halde, Allah-u Teâlâ’nın kendilerini cezâlandırmadığını alaylı bir şekilde diillerine dolarlardı.
Allah-u Teâlâ onların bu sözlerine cevap olarak şöyle buyurdu:
“Cehennem onlara yeter!” (Mücadele: 8)
İntikam almak için ahiretteki cehennem azabı her azaptan daha beterdir.
“Oraya gireceklerdir.” (Mücadele: 8)
Ve orada sonsuz olarak kalacaklardır.
“Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Mücadele: 8)
Dönüp varılacak yerlerin en fenâsıdır.
Bu ihtar-ı ilâhî, onların bu dünyada ceza görmeyeceği mânâsına değildir, lâkin ahiretteki cehennem azabı her azaptan da beter olup, hepsinin yerine yetecek derecededir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müslümanların gizli konuşmalarında hususiyetle Resulullah Aleyhisselâm’a isyan mahiyetinde şeyler konuşmalarını yasaklamıştır:
“Ey iman edenler! Aranızda gizli fısıldaştığınız zaman günahı, düşmanlığı ve Peygamber’e isyanı fısıldaşmayın.” (Mücâdele: 9)
Münafıkların ve yahudilerin yaptığı gibi aranızda günah ve düşmanlık hususlarında fısıldaşmayın. Sakın ola ki Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine aykırı hususları ihtiva eden sözler konuşmayın.
“İyiliği ve takvâyı fısıldaşın.” (Mücâdele: 9)
Nasıl iyilik yapacağınızı, takvâya nasıl ereceğinizi arıştırın.
“Huzurunda toplanacağınız Allah’tan korkun.” (Mücâdele: 9)
Düşünün ki yarın ahirette mahşere sevkedileceksiniz ve yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.
“Gizli fısıldaşmalar ancak şeytandandır.” (Mücâdele: 10)
Çünkü şeytan vesvese verir, o sözleri güzelleştirir ve onları gayr-i meşru konuşmaya teşvik eder.
“Bunu iman edenleri üzmek için yapar.” (Mücâdele: 10)
Müminlerin azmini gevşetir, gönüllerini bulandırmaya çalışır.
“Oysa şeytan, Allah’ın izni olmadıkça müminlere hiçbir zarar veremez.” (Mücâdele: 10)
Onlara musallat olamaz. Ne onları susturacak bir delili, ne de fiilî olarak kullanacak bir gücü vardır. İmanlarını değiştirme imkânına sahip değildir.
“Müminler Allah’a tevekkül etsinler.” (Mücâdele: 10)
Çünkü onların gerçek mevlâsıdır, münafıkların kötülük ve fenâlıklarından, zararlarından koruyacaktır. Sapıklığı tercih edenlerin dışında şeytan hiç kimseyi etkileyemez.
Toplantı Yerlerinde Edepler:
Kur’an-ı kerim’de müminlerin toplantı yerlerinde birbirlerine yer göstermeleri ve dağılmaları istendiğinde de hemen dağılmaları teşvik ve tavsiye edilmektedir:
“Ey iman edenler! Size meclislerde: ‘Yer açın!’ denilince yer açın ki, Allah da size genişlik versin.” (Mücâdele: 11)
Genişlik açanlara Allah-u Teâlâ’nın vermiş olduğu bu genişlik vaadi, insanların genişliğe talip oldukları rızık genişliğinden kalp genişliğine varıncaya kadar her hususu kapsayan mutlak bir genişlik vaadidir.
Bir toplantıda cemaat biraz sıkıştıkları takdirde gelenlere yer verme imkânı varken yer açmamak doğru bir davranış değildir. Aksini yapmak ise din kardeşleri arasında sevgi ve saygıyı artırır. Birbirleri ile kaynaşıp bütünleşmelerini sağlar.
“Size: ‘Kalkın!’ denilince de kalkın.” (Mücâdele: 11)
Çünkü kalkmayı gerektirecek bir zorunluluk vardır, bunu size emreden kimseye taat ediniz.
Hakiki Âlimler:
Din-i İslâm’a nur saçan, ümmet-i Muhammed’e yol gösteren ve bu uğurda her türlü ibtilâlara ve belâlara imanlarıyla göğüs geren hakiki âlimlerin, İslâm dininde çok mühim evkileri vardır. Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “İlim sahipleri... Kendilerine ilim verilenler...” diye bahsederek onları övmüş, ilmi ve ilim ehlini müteaddit defalar zikretmiş, fazilet ve meziyetlerini beyan buyurmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah içinizden iman edenleri yüceltir. Bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları ise kat kat derecelerle yükseltir.” (Mücâdele: 11)
Bu yükselme; dünyada hayırla anılmaları, ahirette ise cennetlerdeki derecelerinin yüksekliğidir.
Allah-u Teâlâ ilmi aziz kılmıştır. İlim dinin hayatıdır. İslâm’ın canlılığıdır. Dinin esasları olan ilâhi hükümler ilimle içiçedir. Şuurlu bir şekilde ibadet yapabilmek için, ilim amelden önce gelir. Amelin kabule şâyan olması ise fıkhın bilinmesine bağlıdır.
Allah-u Teâlâ’nın veli kullarına gösterilmesi gereken sevgi ve saygının, hakiki ulemâya da gösterilmesi gerekmektedir.
İlmiyle âmil olan âlimlere daima hüsn-ü zan beslemelidir. Onlar halk arasında ahkâmı ilgilendiren muamelâtın ilmini hakkıyla bilenlerdir. Halka hakikati öğretirler, şeriat ahkâmını tâlim ederler, bid’atlardan sakındırırlar. İlâhi hükümleri tahriften, cahillerin te’villerinden korurlar. Bunu da ancak hakiki âlimler yapar. Çünkü yol birdir, onlar da şeriatın zâhirine vâristirler.
“Allah işlediklerinizden haberdar olandır.” (Mücâdele: 11)
Büyük ve küçük hiçbir hadise, hiçbir haber hiçbir zaman O’ndan gizli kalmaz.
Kimlerin yükselmeye hak kazandıklarını, kimlerin de kazanmadıklarını bilir.
__________________________________________________________________________________
MÜCÂDELE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Rabbânî İhtar
Peygamber Saygısı:
Resulullah Aleyhisselâm’ı ziyarete gelenler uzun süre oturup konuşmak, bazıları da yalnız başlarına konuşmak istiyorlardı. Bazıları kendilerini göstermek için lüzumlu lüzumsuz bir şeyler arzetmeye çalışıyor, bu hal gittikçe artıyordu. Huzurlarında gerekli gereksiz konuşanlar da vardı. Bu durum âlicenap Peygamber’i üzmeye başladı. Fakat kimseye bir şey demiyordu.
Onun bulunduğu meclis, ilâhi vahyin indiği çok mübarek bir meclisti. O yüce makamda ciddiyetin muhafaza edilmesi, edebli olunması, lüzumsuz meşgul edilmemesi lâzımdı.
Allah-u Teâlâ hem Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin üzüntü ve sıkıntısını gidermek, yükünü hafifletmek, hem de müminlerin daha dikkatli ve ölçülü olmalarını sağlamak için Âyet-i kerime’sini indirdi:
“Ey iman edenler! Peygamber’e hususi bir şey arzedip konuşmak istediğiniz zaman bu konuşmanızdan önce fakirlere sadaka veriniz.” (Mücâdele: 12)
Bu emirde Resulullah Aleyhisselâm’ın âlî makamına bir saygı, fakirler için ise faydalar vardır. Ayrıca mümin ile münâfık, dünyayı seven ile ahireti seven ayırt edilmektedir.
“Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir.” (Mücâdele: 12)
Böyle yapmakla ilâhî emir yerine getirilmiş olur.
“Şayet sadaka verecek bir şey bulamazsanız üzülmeyiniz. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (Mücâdele: 12)
Ancak gücü yeteni bununla mükellef kılmıştır, sadaka veremeyecek olanlara da azab etmez.
Bu Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm ile müşerref olmak, bu şeref ve saâdete nail olmak için Allah-u Teâlâ'ya şükran ifadesi olarak fakirlere tasadduk etmeyi emrediyor.
Çünkü Hazret-i Allah'ın nûru ile müşerref oluyorsun, onunla nûrlanmış oluyorsun. Derdini arzediyor, derman buluyorsun. Bunun için şükran olarak fakirlere sadaka ver ki Allah-u Teâlâ sana yollarını açsın.
Yine bu Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm'a saygı gösterilmesini, soru sormada ileri gidilmemesini, diğer ziyaretçilere de fırsat verilmesini müslümanlara bildirmiş oldu. Ayrıca Resulullah Aleyhisselâm'la yerli-yersiz görüşüp konuşmak isteyen ve onu rahatsız eden kişilerin ziyareti de bir sisteme bağlandı.
Sadaka verecek durumda olanların ziyaretten önce bir sadaka vermesi emredildi. Verecek durumda olmayanlar hakkında Allah-u Teâlâ'nın çok bağışlayıcı ve çok merhametli olduğu hatırlatıldı.
Böylece konuşma ihtiyacı olan konuştu. Sık sık gelenler ara sıra gelmeye başladı ve ziyaretçiler seyreldi. Durum normale döndü.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz bile Resulullah Aleyhisselâm'la görüşebilmek istediği zaman bir kaç dirhem sadaka vermiştir.
Bir sonraki Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Hususi konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz da mı bunu yerine getirmediniz?” (Mücâdele: 13)
Fakirliğe düşmekten mi çekindiniz?
“Fakat Allah sizi affetti.” (Mücâdele: 13)
Kusurunuzu bağışlayıp, yükünüzü hafifletti. Yine sadaka vermeksizin Resulullah Aleyhisselâm’dan istekte bulunmanıza müsaade etti.
“Şu halde namazı kılın, zekâtı verin.” (Mücâdele: 13)
Bu iki ilâhî emir, gevşek tutulmaması gereken şartlardır.
“Allah’a ve Peygamber’ine itaat edin.” (Mücâdele: 13)
İşte sizin kurtuluşunuz ancak bu hükümlere riâyet etmekle mümkündür.
“Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mücâdele: 13)
Gerek açıkta gerek gizlide, gerek sevap gerek günah, gerek yapma gerek terketme gibi hususların hepsini bilir ve ona göre karşılığını verir.
Bu Âyet-i kerime’de hem bir müjde hem de bir tehdit vardır.
Düşmanla Dostluk Kuran Münafıklar:
Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği kimselere yardakçılık yapan ve aslında ne müminlerden ne de o kimselerden olmayan münafıkların yalan yere yemin edip kendilerini müslüman göstermek istedikleri diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle haber verilmektedir:
“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?” (Mücâdele: 14)
İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücâdele: 14)
Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.
“Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (Mücâdele: 14)
Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!” (Mücâdele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah’ın yolundan alıkoydular.” (Mücâdele: 16)
“Biz de müslümanız!” diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm’ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.
“Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücâdele: 16)
Allah’ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap verilecektir.
“Onların malları da çocukları da Allah’a karşı kendilerine bir fayda vermez. Onlar cehennem ehlidirler. Orada ebedî kalacaklardır.” (Mücâdele: 17)
Ateşe tepetakla atıldıkları zaman hakikati anlayacaklar, fakat bu anlamaları onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır. Artık oradan bir daha çıkmamak üzere cehennem sakini olacaklardır.
•
____________________________________________________________________________________
MÜCÂDELE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4
Kudsî Ruh ve Rûhâniyet
Gerçeklerin Meydana Çıkması:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, mahşere toptan sevkedilecek olan münâfıkların yalan yere yemin ederek kâfir olmadıklarını iddiâ edeceklerini haber vermektedir:
“Allah o gün onların hepsini yeniden diriltecek, onlar da dünyada iken (mümin olduklarına dair) size yemin ettikleri gibi O’na yemin edeceklerdir.” (Mücâdele: 18)
Dünyada iken yalan yere yemin etmeye alışmış olan bu yol kesiciler, ahirette de yalan yeminleriyle kendilerini kurtaracaklarını zannederler.
Onların yeminleri:
“Rabb’imiz Allah’a yemin olsun ki biz müşriklerden değildik.” (En’âm: 23)
Âyet-i kerime’si ile bildirilen yemindir.
Burada müslüman gibi görünüyor, kendilerini müslüman olarak tanıtmaya çalışıyorlar, böylece halkı kandırıyorlardı. Hakk’ı kandırmak ne mümkün?
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar.” (Mücâdele: 18)
Hak ve hakikati izlemezler, sırf nefislerinin zan ve tahminine uyarlar. Görüş ve düşüncelerini yalnızca zanna ve tahmine dayandırırlar. Hakikati kendi vehimleri gibi zannederler.
“İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.” (Mücâdele: 18)
Yalan söylemede son derece ileri gitmişlerdir. Bu onların ayrılmaz bir vasfıdır. Gizli ve açık herşeyi bilen Hakk’ın huzurunda bile yalan söylemeye cesaret ederler.
“Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur.” (Mücâdele: 19)
O kerim Zât’ı ne kalpleri ile ne de dilleri ile zikretmekten, O’nun ilâhî hükümlerine riâyet etmekten onları gâfil bulundurmuştur. Şeytan boyunduruğu altına aldığı kimseleri işte böyle yapar.
“Ülâike Hizbüşşeytan”
İmandan mahrum olan kişilerin bütün eğilimleri şeytanlıkta olduğu için, önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer ve artık onları diledikleri yerlere sevkederler.
“Onlar şeytanın hizbi (partisi)dirler.” (Mücâdele: 19)
Askeri, taraftarı ve yardımcısıdırlar. Günah, isyan ve düşmanlık hususunda birleşmişlerdir.
“İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytanın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 19)
Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişler, dünya saâdetinden ahiret selâmetinden mahrum kalmışlardır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“O kendi hizbini (partisini) çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” (Fâtır: 6)
Şeytan güçlü kuvvetli bir düşmandır, insanları cehenneme çağıran simsar ve tellaldır. Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz. İman sahibi olanlar hiçbir zaman şeytanı dost edinmez, kendi isteğiyle bile bile onun vesveselerine tâbi olmazlar.
Aşağıların En Aşağısı:
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’i ile Resulullah Aleyhisselâm’ı bir tutmuş, ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan muhalefet gibi saymıştır.
Buyurur ki:
“Allah’a ve Peygamber’e muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.” (Mücâdele: 20)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve rüsvay edeceğini haber veriyor. Onlardan daha aşağılık kimseyi görmek mümkün değildir.
Bu aşağılık ve bedbahtlık hem dünyada hem de ahirettedir, en büyük mahrumluk bunlar içindir.
İlâhî Ferman:
Allah-u Teâlâ ezelî ilmi ile hükmünü vemiş ve ilâhî fermanını beşeriyete şöyle duyurmuştur:
“Allah: ‘Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!’ diye yazmıştır.” (Mücâdele: 21)
Kuvvet ve kudret O’nundur, ululuk ve azamet O’nundur, kahır ve galebe O’nundur. Zafer ve muvaffakiyet er veya geç Hakk tarafında tecellî edecektir. Bu hüküm kesin ve gerçektir, bunda aslâ şüphe yoktur, çünkü O öyle hükmetmiştir.
“Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir.” (Mücâdele: 21)
O galip olduğu gibi, O’nun yolunda olanlar da daima galip ve muzafferdirler.
İmanın En Bâriz Alâmeti:
Allah-u Teâlâ’ya ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine gerçek mânâda gönül verenlerin, onlara düşman olanlarla sevgi bağını kurduğunun görülmeyeceği Âyet-i kerime’de beyan buyurululmaktadır:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
Bu vasıflar gerçek müminlere âittir.
Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a düşmanlık etmek, küfrün ve şirkin en şiddetlisidir. Küfre ve kâfirlere muhabbet ise iman ile bir arada bulunmaz. Kim Allah’ı ve O’nun Peygamber’ini severse, onların düşmanlarına düşman olur.
Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde tutulması, her türlü muhabbete tercih edilmesi gerekir.
Kudsî Ruh ve Rûhâniyet:
Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruhla desteklediği kimseler Âyet-i kerime’de şu şekilde beşeriyete tanıtılmaktadır:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nur sayesinde hakikati ona bildirmiş oluyor.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
İşi gören Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm’ın nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti vardır, Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka kimsede yoktur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz onu kudsî ruhla destekledik.” (Bakara: 87)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram’dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
“Allah’ım! Onu kudsî ruhla destekle!” diye duâ buyurmuştur. (Buhârî)
Kudsî ruhla desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.
O yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı bilir, onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.
Bu bilinmeyen bir ilimdir. Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu rûhâniyetle destekler, bu rûhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır.
Onların ahiretteki mükâfatlarına gelince:
“Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır.” (Mücâdele: 22)
Cennetlerdeki sonsuz ulvî hayatı bütün ihtişamı ile yaşamaya başlayacaklar.
“Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Mücâdele: 22)
Çünkü onlara verdiği bu büyük nimet, tasavvurlarının da fevkinde tecellî etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın rızâsı nimetlerin en büyüklerinden birisi ve mertebelerin en yücesidir.
“Ülâike Hizbullah”:
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde kendi dinini, kendi partisini, kendi dosdoğru yolunu ilân etmiş, kurtuluşun ancak ve ancak burada olduğunu ferman buyurmuştur:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 22)
Onlar sevdikleri her şeyi elde eden, her korkudan yana emniyet içerisinde olan kimselerdir.
Âyet-i kerime’de geçen “Ülâike Hizbullah” Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın hizbi yani partisidir. Bu parti 1400 sene evvel kurulmuş olup; Allah yolunda olanların, sırat-ı müstakim üzere gidenlerin, ilâhi hükümlere göre hayatını düzenleyenlerin, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve nehiylerine gönülden teslim olanların, fîsebîlillâh malı ve canı ile cihad edenlerin, din-i İslâm’a yardım edenlerin yoludur.
•
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
“Allah’ım! Şikâyetim Ancak Sanadır!”
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Tamamı Medine döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celile; yirmiiki Âyet-i kerime, dörtyüzdoksanüç kelime ve binyediyüzdoksaniki harften müteşekkildir.
Bir âile meselesi hakkındaki mücâdele hadisesini bildirdiği için kendisine “Mücâdele” sûre-i şerif’i adı verilmiştir. “Kad semia” sûre-i şerif’i adı da verilir.
Muhtevâsı:
Mücâdele sûre-i şerif’inde müslümanlara bazı çözüm yolları gösterilmekte, karı-koca arasındaki ülfetin üzerinde durulmakta, karı-kocanın “Zıhar” sebebiyle ayrılmalarının hükmü açıklanmakta, Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelenlerin dünyada ve ahirette ağır cezalara çarptırılacakları beyan edilmektedir.
Daha sonra Tenâcî’den, yani iki veya daha çok kimse arasında yapılan gizli konuşmalardan Allah-u Teâlâ’nın haberdar olduğu; münafıkların yaptıkları gizli plânların müslümanlara hiçbir zarar veremeyeceği, tevekkül edip Hakk yolunda sabırla yürümelerinin gerektiği anlatılmaktadır.
Resulullah Aleyhisselâm’la hususi görüşmek isteyenlerin uyacakları kâide ve kurallar belirtilmektedir.
Bu mübarek sûre-i celîle münafıklardan etraflıca bahsetmekte, yahudilerle samimi dostluk kurdukları haber verilmekte, müslümanların İslâm düşmanları ile dostluk kurmalarının büyük bir suç olduğu belirtilmekte, onlara meyledenlerin korkunç âkıbetleri ihtar edilmekte, imanın aslı ve dinin en sağlam kulpu olan: “Allah için sevme ve Allah için buğzetme”nin hakikati açıklanmaktadır.
Sûre-i şerif’in sonunda “Kudsî ruh” ile desteklenen sâlih kullar ve cennetteki dereceleri haber verilmekte, onların Allah’ın hizbi (partisi) olduğu, kurtuluşa erecek olanların da onlar olduğu beşeriyete duyurulmaktadır.
Zıhar Sebebiyle Ayrılma:
Zıhar “İki şey arasında benzerlik meydana getirmek.” demektir. Terim olarak Zıhar ise; bir kimsenin, karısının tamamını veya yüz, göz, baş, sırt... gibi bir uzvunu, kendisine ebediyyen haram olan bir kadının, tamamına bakması haram olan bir uzvuna benzetmesine denir.
Meselâ: “Sen bana anamın sırtı gibisin” veya “Senin yüzün bana kız kardeşimin yüzü gibidir.” demesi bir Zıhar’dır.
Bu yemine Zıhar isminin verilmesi, sırt mânâsına gelen “Zahr” kelimesi çok kullanıldığı içindir.
Zıhar Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye ile sabittir.
Câhiliye devrinde bir kimse karısına: “Sen bana anamın sırtı gibisin.” dediği zaman, artık karısı ona haram olur, bu söz boşama sayılırdı, onu bir daha alamazdı.
İslâm’da ilk Zıhar’ı yapan Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh-in kardeşi Evs bin Sâmit -radiyallahu anh-dir. Kendisi ihtiyarlamış ve hırçın bir yapıya sahip olmuştu. Kızdığı zaman aklı gider gelirdi. Amcasının kızı Havle bint-i Sa’lebe -radiyallahu anhâ- ile evli bulunuyordu.
Bir gün hanımından bir istekte bulundu, isteği yerine getirilmeyince de öfkelendi ve:
“Sen bana anamın sırtı gibisin!” deyiverdi. (Ebu Dâvud)
Evs -radiyallahu anh- çok geçmeden söylediğine pişman oldu. Fakat Havle -radiyallahu anhâ- “Nefsimi kudret elinde tutan Rabb’ime yemin ederim ki, sen bu sözü söyledikten sonra, Allah ve Resul’ü hüküm verinceye kadar yanıma gelemezsin. Git Resulullah Aleyhisselâm’a danış!” dedi. Evs -radiyallahu anh- “Ben utanırım soramam!” karşılığını verince Havle -radiyallahu anhâ- “Ben gider sorarım!” dedi ve Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in hanesinde bulunduğu sırada Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna vardı.
“Yâ Resulellah! Evs benimle evlendiğinde gençtim, çekici idim. Ancak yaşım ilerleyip bir çok çocuğum olunca Evs beni anası gibi kıldı ve kimsesiz bırakıverdi. Eğer bana bir çare bulup onunla geçinmemi temin edersen bunu beyan buyur!” diye istekte bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Ben şimdiye kadar bu hususta herhangi bir şeyle emrolunmadım. Senin ona haram kılındığını görüyorum.” buyurdu.
Havle -radiyallahu anhâ- “Öyle söyleme Yâ Resulellah! Vallâhi o, boşama sözünü hiç anmadı!” dedi.
Fakat Resulullah Aleyhisselâm:
“Senin ona haram kılındığını görüyorum.” şeklindeki sözünü tekrarladı. Kadın devamlı surette kendi sözlerini tekrarlıyor:
“Kurbanın olayım nazar buyur Yâ Resulellah!” diyordu.
Nihayet Resulullah Aleyhisselâm:
“Sen şimdi evine dön! İnşaallah bir şey emrolunursa onu sana bildiririm.” buyurdu.
Havle -radiyallahu anhâ- bu defa şikâyetini Allah-u Teâlâ’ya arzetmeye başladı.
Ellerini açtı, şöyle duâ ediyordu:
“Ey Allah’ım! Halimin perişanlığını, üzüntü ve tasalarımı, bu ayrılmanın üzerimdeki zahmet ve meşakkatini sana şikâyet ediyorum.
Körpe çocuklarım var. Onları ona bıraksam zâyi olacaklar, yanıma alsam aç kalacaklar.
Allah’ım! Şikâyetlerim ancak sanadır!”
Hem duâ ediyor, hem ağlıyordu. O sırada Resulullah Aleyhisselâm’ı vahiy hali bürüdü. Vahyin şiddeti geçtikten sonra gülümseyerek doğruldu ve:
“Müjde yâ Havle! Allah-u Teâlâ ikiniz hakkında vahiy indirdi.” buyurdu ve bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’leri okudu.
“Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir.” (Mücâdele: 1)
Kadının sözlerini Allah-u Teâlâ’nın işitmesi, duâsını kabul etmesi demektir.
“Allah sizin konuşmanızı işitir.” (Mücâdele: 1)
Her hâl ve hareketinizden haberdardır.
“Muhakkak ki Allah işitendir, görendir.” (Mücâdele: 1)
Sıkıntı içinde, darda olanların şikâyetlerini, ağlamalarını işitir; üzüntü ve tasalarını görür, her derdin dermanı O’dur.
Daha sonra Allah-u Teâlâ “Zıhar”ın hükmünü şöylece beyan etmiştir:
“İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır.” (Mücâdele: 2)
Bu şekilde bir tesbit yapılmakla, zıhar yapan kocanın, karısı ile nikâhının sona ermesi şeklindeki düşünce ortadan kaldırılmıştır.
“Şüphesiz ki onlar çirkin ve yalan bir lâf söylüyorlar.” (Mücâdele: 2)
Yalandır, çünkü hanımları, anaları değildir. Bununla beraber çirkin bir sözdür, çünkü zıhar kendisine nikâhı haram olan yakınının bir uzvunu diline dolamak demektir.
Ayrıca Allah’ın helâl kıldığını haram kılmak gibi küstahlıkla Allah-u Teâlâ’nın haklarına tecavüzdür.
Fakat söylenince de bir hükmü olması gerekir.
“Bununla beraber şüphesiz ki Allah çok affeden, çok bağışlayandır.” (Mücâdele: 2)
Bu suç aslında ağır bir cezâyı gerektirmektedir. Fakat Allah-u Teâlâ merhametlilerin en merhametlisi olduğu için, böyle bir hüküm koymakla bu suçun cezâsını çok hafif olarak beyan etmiştir.
•
Daha sonra Allah-u Teâlâ bu çirkin sözün kefaret yolunu açıklamak üzere şöyle buyurdu:
“Hanımları hakkında zıhar yapıp da sonra söylediklerinden dönenler, birbirleriyle temas etmeden önce bir köle azad etmelidirler.” (Mücâdele: 3)
O çirkin sözü söylemek kadının şerefine halel getirdiği içindir ki, cezâ olarak bir köle hürriyetine kavuşturulmalıdır.
“Size böylece öğüt verilmektedir.” (Mücâdele: 3)
Öyleyse sizin için koymuş olduğu hükümlere uymaya devam edin, şer’î hudutlara riâyetten ayrılmayın.
“Allah işlediklerinizden haberdar olandır.” (Mücâdele: 3)
Şu halde sizin için koymuş olduğu hükümlere uymaya devam edin, size gösterdiği hudutları aşmayın.
“Kim de (buna imkân) bulamazsa, temas etmezden önce birbiri peşinden iki ay oruç tutmalıdır.” (Mücâdele: 4)
Bu iki ay içerisinde bir gün dahi tutmasa, peşpeşe tutma durumu bozulmuş olur ve yeniden başlaması gerekir.
“Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur.” (Mücâdele: 4)
Bunu hanımına temas etmeden önce ödemesi gerekir. Fakat eğer yedirme esnasında cimâda bulunacak olursa, ödemiş olduklarını yeniden tekrarlamaz.
“Bu, Allah’a ve O’nun Resul’üne iman etmenizden dolayıdır.” (Mücâdele: 4)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî hükmü bunun için koymuştur. Resulullah Aleyhisselâm’ın yüzü suyu hürmetine ümmet-i muhteremesine sağlanan kolaylıklardır.
“Bunlar Allah’ın hudutlarıdır.” (Mücâdele: 4)
Allah-u Teâlâ’nın hududu; O’nun tahdit ve takdir ettiği hükümler, insanların onları geçmesi câiz olmayan hususlar demektir. Haram kıldığı, yasakladığı şeylere “Hududullah” denir.
“Kâfirler için acı bir azap vardır.” (Mücâdele: 4)
Bu azabın kâfirlere verileceğinin ifade edilmesi, müminleri itaate teşvik mânâsına gelmektedir.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
“Hamd olsun o Allah’a ki, O’nun işitmesi bütün sesleri kapsar. Tartışıp hâlini arzeden kadın, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e gelip konuştu, ben de evin bir köşesinde bulunuyordum. Kadının söylediklerini duyuyordum. Bunun üzerine ilgili âyet indi.” (Buhârî)
•
Zıhar hakkındaki Âyet-i kerime’lerin inmesi üzerine Resulullah Aleyhisselâm Evs bin Sâmit -radiyallahu anh-e haber saldı. Gelince onunla konuştular:
“– Yâ Evs! Zıhar hükmünden kurtulman için bir köle azad etmen gerekiyor.
– Yâ Resulellah! Köle azad etmeye gücüm yetmez ki!
– Öyleyse devamlı olarak iki ay oruç tutacaksın.
– Günde iki defa yemezsem, gözümün ışığı eksiliyor.
– O halde altmış fakiri doyurmalısın.
– Ona da gücüm yetmez. Meğer ki bana yardım etmiş olasın.”
Resulullah Aleyhisselâm Evs -radiyallahu anh-e onbeş ölçek zâhire bağışladı. O da onunla altmış fakiri doyurdu.
Resulullah Aleyhisselâm daha sonra Havle -radiyallahu anhâ-ya: “Kocan çok yaşlanmıştır. Onun hakkında Allah’tan kork! Ona karşı hayırlı olmanı, iyi davranmanı tavsiye ederim.” buyurdu. Havle -radiyallahu anhâ- da: “Öyle yapacağım.” diyerek söz verdi.
•
Zıhar’ın rüknü: Zıhara delâlet eden sözdür. Bu ise kocanın hanımına: “Sen bana anamın sırtı gibisin.” sözüdür.
Zıhar’ın şartları: Akıllı, büluğa ermiş ve müslüman olan her koca zıhar yapabilir.
Zıhar’ın hükümleri: Kefaret vermeden önce mukarenet haramdır. Zıhar yapan koca kefaret vermeden önce hanımı ile mukarenette bulunsa, irtikap ettiği bu günahtan dolayı Allah-u Teâlâ’dan affını diler. Kefaret verinceye kadar da hanımından tekrar istifade edemez.
Zıhar kefareti: Bu kefaretin meşru oluşu Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye ile sabittir.
Mücâdele sûre-i şerif’inin 3. ve 4. Âyet-i kerime’lerinde görüldüğü üzere; birbiri peşinden iki ay oruç tutulur. Oruç tutmaya gücü yetmeyenler sabahlı akşamlı altmış fakiri doyururlar. Altmış fakire birer fitre miktarı para vermesi de yeterli olur.
Kefaretin sahih olması için niyet şarttır. Çünkü kefaret, zekât gibi temizlenmesi vâcip olan mâli bir haktır, ameller niyetlerle sahih olur.
Bu kefaret ölümle, boşama ile veya herhangi bir şeyle düşmez.
Zıhar’da hâkim tarafından ayırma, sadece koca kefaret vermekten kaçındığı zaman olmaktadır.
•
Havle bint-i Sâlebe -radiyallahu anhâ-Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in ahirete intikalinden sonra bir müddet daha yaşamış ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtından çok büyük sevgi, saygı ve hürmet görmüştür.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-Efendimiz bazı kişilerle bir toplantıya giderken yolda Havle bint-i Sâlebe -radiyallahu anhâ- ile karşılaştı. Bu mübarek hanımın bir derdi vardı, onu Halife’ye anlatmak istedi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-yanındaki arkadaşlarını bırakıp kadına döndü ve başını eğip onu dakikalarca dinledi. Ayrılınca Ashâb’dan biri ona:
“Yâ Emirel-müminîn! Bu yaşlı kadından dolayı Kureyşli zâtları hayli beklettin.” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ona:
“Yazıklar olsun sana! Bu kadının kim olduğunu biliyor musun?” dedi.
O da: “Hayır bilmiyorum!” diye cevap verdi
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- onu şöyle tanıttı:
“Bu, Havle bint-i Sâlebe’dir. Vallâhî eğer o, geceye kadar ayrılmayıp anlatmak istediğini anlatmaya devam etseydi, ayrılmayıp onu dinlerdim. Ancak namaz vakti gelince ayrılıp namaz kılar; tekrar onu dinlemeye yönelirdim.” (İbn-i Kesir)
Diğer bir rivayete göre Havle bint-i Sâlebe -radiyallahu anhâ- yolun üzerinde Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-i durdurup ona şu öğüdü vermiştir:
“Yâ Ömer! Önceleri sen ‘Ömercik’ olarak çağırılırdın. Sonra sana ‘Ömer!’ diye seslenildi. Sonra: ‘Müminlerin emiri’ ünvanını aldın, bu sıfatla çağırılmaya başladın. Artık Allah’tan kork yâ Ömer! Çünkü gerçekten ölüme kesinlikle inanan kimse fevt olmaktan korkar. Hesaba inanan kimse azaptan korkar.”
____________________________________________________________________________________
MÜCÂDELE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
İman Mutlak İtaati Gerektirir
Alçaltılanlar:
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve rüsvay ereceğini haber vermektedir:
“Allah’a, Peygamber’ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır.” (Mücâdele: 5)
Kendilerinden önce Allah’a ve Peygamber’lere muhalefet ettikleri için zillete düşürülüp alçaltılan kâfir ve münâfıkların yardımsız bırakıldıkları gibi, Muhammed Aleyhisselâm’a muhalefet edenler de yardımsız bırakılıp alçaltılacaklardır.
“Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir.” (Mücâdele: 5)
Bu “Âyetler”, Resulullah Aleyhisselâm’ın doğruluğuna delâlet ettiği gibi, doğru yolu göstermekte, Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelmenin acı sonucunu açıklamaktadır.
“Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücâdele: 5)
O alçalma ne kötü bir şeydir ki cehennemde azapları hiç de hafifletilmeyecektir. Kimisi yılan gibi sürüne sürüne, kimisi zincirlere vurulup bağlanarak, kimisi çeşit çeşit azaplarla azap göreceklerdir.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar bilmezler ki, kim Allah ve Resul’üne karşı koyarsa, onun için içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır.
Bu ise büyük bir rezilliktir.” (Tevbe: 63)
Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır ne de azaplarında bir gevşeme ve hafifleme bahis mevzuudur.
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine karşı koyarsa, bilsin ki Allah’ın cezâsı çok şiddetlidir.” (Enfâl: 13)
Bu korkunç azap, onların Allah ve Resul’ünün emirlerine muhalefet ve isyan etmeleri sebebiyle başlarına gelmektedir.
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin: 23)
Resulullah Aleyhisselâm’a düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de Rabb’ini sevmiş ve itaat etmiş olur. Bundan dolayı da Resulullah Aleyhisselâm’a isyan etmenin Allah-u Teâlâ’ya isyan etmek demek olduğu anlaşılmış oluyor.
Ahiretteki Durum:
Allah-u Teâlâ emr-i ilâhî’ye muhalefet edenlerin sonsuz rüsvaylıklarının zamanını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
“O gün Allah onların hepsini huzurunda topladığı gün, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (Mücâdele: 6)
Öyle bir gün ki, Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kıyamet kopuncaya kadar gelmiş geçmiş bütün insanlar ilâhî huzurda toplanacaklar ve Allah-u Teâlâ inkârcıları rezil ve rüsvay edecek, kendilerini mahçubiyet içinde bırakacaktır. Hatta öyle ki, onlar herkesin gözü önünde rezil olmaktansa, bir an önce cehenneme götürülmeyi bile temenni edeceklerdir.
“Allah onları bir bir saymıştır.” (Mücâdele: 6)
Kişilerin yaptığı bütün işler; saat ve dakikası, mekânı ve en ince teferruatı ile birlikte bir bir kayda geçmiş, hiç birini gözden kaçırmamıştır. Çünkü O’na hiçbir şey gizli değildir.
“Onlar ise unutmuşlardır.” (Mücâdele: 6)
Onlar karşılarına böyle vahim bir durumun çıkacağını hiç ummuyorlardı ve aldırmıyorlardı, çünkü böyle bir şeyin olacağına inançları yoktu.
“Allah her şeye şâhittir.” (Mücâdele: 6)
Uzak yakın her şeye şâhittir, her şeye her zerreye yakınlığı birdir. Görmedikçe kullarının bilemeyecekleri hadiselerin iç yüzünü de dış yüzünü de bilir. Kıyamet gününde herkese yaptıkların bildirecek; iiyilik yapanları mükâfâtladıracak, kötülük yapanları cezâlandıracaktır.
Gaybların Yegâne Bilicisi:
Allah-u Teâlâ bütün mükevvenâtta olup bitenlerden, her ahvâl ve esrardan haberdar bulunduğunu ve herkesin dünyada neler yapmış olduklarını ahirette kendilerine haber vereceğini beyan buyurmaktadır:
“Göklerde olanları da yerde olanları da Allah’ın bildiğini görmüyor musun?” (Mücâdele: 7)
O’na ne sır gizli kalır, ne de aşikâr yapılan iş. O’nun ezelî ve ebedî ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden hariç bulunamaz. En gizli halleri bilmek ancak O’na mahsustur.
Fâil-i mutlak’ın fiillerini aynel-yakîn gören bir kimse, O’nun göklerde ve yerde olanları bildiğini bilir.
“Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur.” (Mücâdele: 7)
Allah-u Teâlâ aralarında konuştukları şeyi bilmesi bakımından, o üç kişinin arasında dördüncüsü olmaktadır.
“Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur.” (Mücâdele: 7)
Onların neleri fısıldaştıklarını bilir ve içinde bulundukları durum asla O’na gizli kalmaz. Hallerine muttali olur, konuşmalarını, fısıltılarını işitir.
Onlar her nerede olurlarsa olsunlar ve her nerede konuşurlarsa konuşsunlar farkı yoktur.
“Bundan az da olsalar, bundan çok da olsalar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir.” (Mücâdele: 7)
Burada Allah-u Teâlâ’dan hiç bir şeyin gizlenemeyeceği ve kimsenin O’ndan kaçamayacağı ihsas ettirilmektedir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadîd: 4)
Denizin dibinde konuşuyorsun, telsizle üstteki duyuyor. Havada konuşuyorsun yine öyle. Hiçbir ses, hiçbir kelime, hiçbir iyi ve kötü iş asla kaybolmuyor, bir taraftan zapta geçiyor.
Allah-u Teâlâ onların durumlarını bilip duymasına rağmen, vazifeli melekleri de gizlice yapılan konuşmaları kaydederler.
“Sonra kıyamet günü onların yaptıklarını haber verecektir.” (Mücâdele: 7)
Hiç bir kimsenin bir diyeceği kalmaz, söyleyecek hiç bir şey bulamazlar.
Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ’nın sınırsız ilminden söz ederek başladığı gibi, yine ezelî ilminden söz ederek nihayete ermektedir:
“Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.” (Mücâdele: 7)
Artık insanlar bu hakikati düşünerek hareketlerini ona göre tanzim etmelidirler.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bilmezler mi ki Allah, onların sırlarını da gizli konuşmalarını da bilir.
Ve Allah, gaybları çok iyi bilendir.” (Tevbe: 78)
Münafıklar:
Allah-u Teâlâ münafıkların durumlarını haber vermek üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hitap ederek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Gizli fısıldaşmaları yasak edildikten sonra kendilerine yasaklanan şeye dönenleri ve aralarında günahı, düşmanlığı ve Peygamber’e isyanı gizlice fısıldaşanları görmedin mi?” (Mücadele: 8)
Çünkü bunlar bu halleri ile dine zarar vermektedirler, yeryüzünde fesat çıkarmak istemektedirler. Durumları gerçekten hayret vericidir.
“Onlar sana geldikleri zaman, seni Allah’ın selâmlamadığı bir şekilde selâmlarlar.” (Mücadele: 8)
Onlar sözü değiştirirler ve selâm veriyorlarmış gibi intibâ verirlerdi.
“İçlerinden de: ‘Bu söylediğimiz şeyler yüzünden Allah’ın gazap etmesi gerekmez mi?’ derler.” (Mücadele: 8)
Onların bu selâmları selâm değil, ölüm temennisi idi. Böyle olduğu halde, Allah-u Teâlâ’nın kendilerini cezâlandırmadığını alaylı bir şekilde diillerine dolarlardı.
Allah-u Teâlâ onların bu sözlerine cevap olarak şöyle buyurdu:
“Cehennem onlara yeter!” (Mücadele: 8)
İntikam almak için ahiretteki cehennem azabı her azaptan daha beterdir.
“Oraya gireceklerdir.” (Mücadele: 8)
Ve orada sonsuz olarak kalacaklardır.
“Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Mücadele: 8)
Dönüp varılacak yerlerin en fenâsıdır.
Bu ihtar-ı ilâhî, onların bu dünyada ceza görmeyeceği mânâsına değildir, lâkin ahiretteki cehennem azabı her azaptan da beter olup, hepsinin yerine yetecek derecededir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müslümanların gizli konuşmalarında hususiyetle Resulullah Aleyhisselâm’a isyan mahiyetinde şeyler konuşmalarını yasaklamıştır:
“Ey iman edenler! Aranızda gizli fısıldaştığınız zaman günahı, düşmanlığı ve Peygamber’e isyanı fısıldaşmayın.” (Mücâdele: 9)
Münafıkların ve yahudilerin yaptığı gibi aranızda günah ve düşmanlık hususlarında fısıldaşmayın. Sakın ola ki Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine aykırı hususları ihtiva eden sözler konuşmayın.
“İyiliği ve takvâyı fısıldaşın.” (Mücâdele: 9)
Nasıl iyilik yapacağınızı, takvâya nasıl ereceğinizi arıştırın.
“Huzurunda toplanacağınız Allah’tan korkun.” (Mücâdele: 9)
Düşünün ki yarın ahirette mahşere sevkedileceksiniz ve yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.
“Gizli fısıldaşmalar ancak şeytandandır.” (Mücâdele: 10)
Çünkü şeytan vesvese verir, o sözleri güzelleştirir ve onları gayr-i meşru konuşmaya teşvik eder.
“Bunu iman edenleri üzmek için yapar.” (Mücâdele: 10)
Müminlerin azmini gevşetir, gönüllerini bulandırmaya çalışır.
“Oysa şeytan, Allah’ın izni olmadıkça müminlere hiçbir zarar veremez.” (Mücâdele: 10)
Onlara musallat olamaz. Ne onları susturacak bir delili, ne de fiilî olarak kullanacak bir gücü vardır. İmanlarını değiştirme imkânına sahip değildir.
“Müminler Allah’a tevekkül etsinler.” (Mücâdele: 10)
Çünkü onların gerçek mevlâsıdır, münafıkların kötülük ve fenâlıklarından, zararlarından koruyacaktır. Sapıklığı tercih edenlerin dışında şeytan hiç kimseyi etkileyemez.
Toplantı Yerlerinde Edepler:
Kur’an-ı kerim’de müminlerin toplantı yerlerinde birbirlerine yer göstermeleri ve dağılmaları istendiğinde de hemen dağılmaları teşvik ve tavsiye edilmektedir:
“Ey iman edenler! Size meclislerde: ‘Yer açın!’ denilince yer açın ki, Allah da size genişlik versin.” (Mücâdele: 11)
Genişlik açanlara Allah-u Teâlâ’nın vermiş olduğu bu genişlik vaadi, insanların genişliğe talip oldukları rızık genişliğinden kalp genişliğine varıncaya kadar her hususu kapsayan mutlak bir genişlik vaadidir.
Bir toplantıda cemaat biraz sıkıştıkları takdirde gelenlere yer verme imkânı varken yer açmamak doğru bir davranış değildir. Aksini yapmak ise din kardeşleri arasında sevgi ve saygıyı artırır. Birbirleri ile kaynaşıp bütünleşmelerini sağlar.
“Size: ‘Kalkın!’ denilince de kalkın.” (Mücâdele: 11)
Çünkü kalkmayı gerektirecek bir zorunluluk vardır, bunu size emreden kimseye taat ediniz.
Hakiki Âlimler:
Din-i İslâm’a nur saçan, ümmet-i Muhammed’e yol gösteren ve bu uğurda her türlü ibtilâlara ve belâlara imanlarıyla göğüs geren hakiki âlimlerin, İslâm dininde çok mühim evkileri vardır. Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “İlim sahipleri... Kendilerine ilim verilenler...” diye bahsederek onları övmüş, ilmi ve ilim ehlini müteaddit defalar zikretmiş, fazilet ve meziyetlerini beyan buyurmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah içinizden iman edenleri yüceltir. Bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları ise kat kat derecelerle yükseltir.” (Mücâdele: 11)
Bu yükselme; dünyada hayırla anılmaları, ahirette ise cennetlerdeki derecelerinin yüksekliğidir.
Allah-u Teâlâ ilmi aziz kılmıştır. İlim dinin hayatıdır. İslâm’ın canlılığıdır. Dinin esasları olan ilâhi hükümler ilimle içiçedir. Şuurlu bir şekilde ibadet yapabilmek için, ilim amelden önce gelir. Amelin kabule şâyan olması ise fıkhın bilinmesine bağlıdır.
Allah-u Teâlâ’nın veli kullarına gösterilmesi gereken sevgi ve saygının, hakiki ulemâya da gösterilmesi gerekmektedir.
İlmiyle âmil olan âlimlere daima hüsn-ü zan beslemelidir. Onlar halk arasında ahkâmı ilgilendiren muamelâtın ilmini hakkıyla bilenlerdir. Halka hakikati öğretirler, şeriat ahkâmını tâlim ederler, bid’atlardan sakındırırlar. İlâhi hükümleri tahriften, cahillerin te’villerinden korurlar. Bunu da ancak hakiki âlimler yapar. Çünkü yol birdir, onlar da şeriatın zâhirine vâristirler.
“Allah işlediklerinizden haberdar olandır.” (Mücâdele: 11)
Büyük ve küçük hiçbir hadise, hiçbir haber hiçbir zaman O’ndan gizli kalmaz.
Kimlerin yükselmeye hak kazandıklarını, kimlerin de kazanmadıklarını bilir.
__________________________________________________________________________________
MÜCÂDELE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Rabbânî İhtar
Peygamber Saygısı:
Resulullah Aleyhisselâm’ı ziyarete gelenler uzun süre oturup konuşmak, bazıları da yalnız başlarına konuşmak istiyorlardı. Bazıları kendilerini göstermek için lüzumlu lüzumsuz bir şeyler arzetmeye çalışıyor, bu hal gittikçe artıyordu. Huzurlarında gerekli gereksiz konuşanlar da vardı. Bu durum âlicenap Peygamber’i üzmeye başladı. Fakat kimseye bir şey demiyordu.
Onun bulunduğu meclis, ilâhi vahyin indiği çok mübarek bir meclisti. O yüce makamda ciddiyetin muhafaza edilmesi, edebli olunması, lüzumsuz meşgul edilmemesi lâzımdı.
Allah-u Teâlâ hem Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin üzüntü ve sıkıntısını gidermek, yükünü hafifletmek, hem de müminlerin daha dikkatli ve ölçülü olmalarını sağlamak için Âyet-i kerime’sini indirdi:
“Ey iman edenler! Peygamber’e hususi bir şey arzedip konuşmak istediğiniz zaman bu konuşmanızdan önce fakirlere sadaka veriniz.” (Mücâdele: 12)
Bu emirde Resulullah Aleyhisselâm’ın âlî makamına bir saygı, fakirler için ise faydalar vardır. Ayrıca mümin ile münâfık, dünyayı seven ile ahireti seven ayırt edilmektedir.
“Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir.” (Mücâdele: 12)
Böyle yapmakla ilâhî emir yerine getirilmiş olur.
“Şayet sadaka verecek bir şey bulamazsanız üzülmeyiniz. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (Mücâdele: 12)
Ancak gücü yeteni bununla mükellef kılmıştır, sadaka veremeyecek olanlara da azab etmez.
Bu Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm ile müşerref olmak, bu şeref ve saâdete nail olmak için Allah-u Teâlâ'ya şükran ifadesi olarak fakirlere tasadduk etmeyi emrediyor.
Çünkü Hazret-i Allah'ın nûru ile müşerref oluyorsun, onunla nûrlanmış oluyorsun. Derdini arzediyor, derman buluyorsun. Bunun için şükran olarak fakirlere sadaka ver ki Allah-u Teâlâ sana yollarını açsın.
Yine bu Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm'a saygı gösterilmesini, soru sormada ileri gidilmemesini, diğer ziyaretçilere de fırsat verilmesini müslümanlara bildirmiş oldu. Ayrıca Resulullah Aleyhisselâm'la yerli-yersiz görüşüp konuşmak isteyen ve onu rahatsız eden kişilerin ziyareti de bir sisteme bağlandı.
Sadaka verecek durumda olanların ziyaretten önce bir sadaka vermesi emredildi. Verecek durumda olmayanlar hakkında Allah-u Teâlâ'nın çok bağışlayıcı ve çok merhametli olduğu hatırlatıldı.
Böylece konuşma ihtiyacı olan konuştu. Sık sık gelenler ara sıra gelmeye başladı ve ziyaretçiler seyreldi. Durum normale döndü.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz bile Resulullah Aleyhisselâm'la görüşebilmek istediği zaman bir kaç dirhem sadaka vermiştir.
Bir sonraki Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Hususi konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz da mı bunu yerine getirmediniz?” (Mücâdele: 13)
Fakirliğe düşmekten mi çekindiniz?
“Fakat Allah sizi affetti.” (Mücâdele: 13)
Kusurunuzu bağışlayıp, yükünüzü hafifletti. Yine sadaka vermeksizin Resulullah Aleyhisselâm’dan istekte bulunmanıza müsaade etti.
“Şu halde namazı kılın, zekâtı verin.” (Mücâdele: 13)
Bu iki ilâhî emir, gevşek tutulmaması gereken şartlardır.
“Allah’a ve Peygamber’ine itaat edin.” (Mücâdele: 13)
İşte sizin kurtuluşunuz ancak bu hükümlere riâyet etmekle mümkündür.
“Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mücâdele: 13)
Gerek açıkta gerek gizlide, gerek sevap gerek günah, gerek yapma gerek terketme gibi hususların hepsini bilir ve ona göre karşılığını verir.
Bu Âyet-i kerime’de hem bir müjde hem de bir tehdit vardır.
Düşmanla Dostluk Kuran Münafıklar:
Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği kimselere yardakçılık yapan ve aslında ne müminlerden ne de o kimselerden olmayan münafıkların yalan yere yemin edip kendilerini müslüman göstermek istedikleri diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle haber verilmektedir:
“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?” (Mücâdele: 14)
İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücâdele: 14)
Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.
“Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (Mücâdele: 14)
Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!” (Mücâdele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah’ın yolundan alıkoydular.” (Mücâdele: 16)
“Biz de müslümanız!” diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm’ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.
“Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücâdele: 16)
Allah’ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap verilecektir.
“Onların malları da çocukları da Allah’a karşı kendilerine bir fayda vermez. Onlar cehennem ehlidirler. Orada ebedî kalacaklardır.” (Mücâdele: 17)
Ateşe tepetakla atıldıkları zaman hakikati anlayacaklar, fakat bu anlamaları onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır. Artık oradan bir daha çıkmamak üzere cehennem sakini olacaklardır.
•
____________________________________________________________________________________
MÜCÂDELE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4
Kudsî Ruh ve Rûhâniyet
Gerçeklerin Meydana Çıkması:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, mahşere toptan sevkedilecek olan münâfıkların yalan yere yemin ederek kâfir olmadıklarını iddiâ edeceklerini haber vermektedir:
“Allah o gün onların hepsini yeniden diriltecek, onlar da dünyada iken (mümin olduklarına dair) size yemin ettikleri gibi O’na yemin edeceklerdir.” (Mücâdele: 18)
Dünyada iken yalan yere yemin etmeye alışmış olan bu yol kesiciler, ahirette de yalan yeminleriyle kendilerini kurtaracaklarını zannederler.
Onların yeminleri:
“Rabb’imiz Allah’a yemin olsun ki biz müşriklerden değildik.” (En’âm: 23)
Âyet-i kerime’si ile bildirilen yemindir.
Burada müslüman gibi görünüyor, kendilerini müslüman olarak tanıtmaya çalışıyorlar, böylece halkı kandırıyorlardı. Hakk’ı kandırmak ne mümkün?
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar.” (Mücâdele: 18)
Hak ve hakikati izlemezler, sırf nefislerinin zan ve tahminine uyarlar. Görüş ve düşüncelerini yalnızca zanna ve tahmine dayandırırlar. Hakikati kendi vehimleri gibi zannederler.
“İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.” (Mücâdele: 18)
Yalan söylemede son derece ileri gitmişlerdir. Bu onların ayrılmaz bir vasfıdır. Gizli ve açık herşeyi bilen Hakk’ın huzurunda bile yalan söylemeye cesaret ederler.
“Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur.” (Mücâdele: 19)
O kerim Zât’ı ne kalpleri ile ne de dilleri ile zikretmekten, O’nun ilâhî hükümlerine riâyet etmekten onları gâfil bulundurmuştur. Şeytan boyunduruğu altına aldığı kimseleri işte böyle yapar.
“Ülâike Hizbüşşeytan”
İmandan mahrum olan kişilerin bütün eğilimleri şeytanlıkta olduğu için, önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer ve artık onları diledikleri yerlere sevkederler.
“Onlar şeytanın hizbi (partisi)dirler.” (Mücâdele: 19)
Askeri, taraftarı ve yardımcısıdırlar. Günah, isyan ve düşmanlık hususunda birleşmişlerdir.
“İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytanın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 19)
Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişler, dünya saâdetinden ahiret selâmetinden mahrum kalmışlardır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“O kendi hizbini (partisini) çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” (Fâtır: 6)
Şeytan güçlü kuvvetli bir düşmandır, insanları cehenneme çağıran simsar ve tellaldır. Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz. İman sahibi olanlar hiçbir zaman şeytanı dost edinmez, kendi isteğiyle bile bile onun vesveselerine tâbi olmazlar.
Aşağıların En Aşağısı:
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’i ile Resulullah Aleyhisselâm’ı bir tutmuş, ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan muhalefet gibi saymıştır.
Buyurur ki:
“Allah’a ve Peygamber’e muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.” (Mücâdele: 20)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve rüsvay edeceğini haber veriyor. Onlardan daha aşağılık kimseyi görmek mümkün değildir.
Bu aşağılık ve bedbahtlık hem dünyada hem de ahirettedir, en büyük mahrumluk bunlar içindir.
İlâhî Ferman:
Allah-u Teâlâ ezelî ilmi ile hükmünü vemiş ve ilâhî fermanını beşeriyete şöyle duyurmuştur:
“Allah: ‘Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!’ diye yazmıştır.” (Mücâdele: 21)
Kuvvet ve kudret O’nundur, ululuk ve azamet O’nundur, kahır ve galebe O’nundur. Zafer ve muvaffakiyet er veya geç Hakk tarafında tecellî edecektir. Bu hüküm kesin ve gerçektir, bunda aslâ şüphe yoktur, çünkü O öyle hükmetmiştir.
“Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir.” (Mücâdele: 21)
O galip olduğu gibi, O’nun yolunda olanlar da daima galip ve muzafferdirler.
İmanın En Bâriz Alâmeti:
Allah-u Teâlâ’ya ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine gerçek mânâda gönül verenlerin, onlara düşman olanlarla sevgi bağını kurduğunun görülmeyeceği Âyet-i kerime’de beyan buyurululmaktadır:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
Bu vasıflar gerçek müminlere âittir.
Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a düşmanlık etmek, küfrün ve şirkin en şiddetlisidir. Küfre ve kâfirlere muhabbet ise iman ile bir arada bulunmaz. Kim Allah’ı ve O’nun Peygamber’ini severse, onların düşmanlarına düşman olur.
Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde tutulması, her türlü muhabbete tercih edilmesi gerekir.
Kudsî Ruh ve Rûhâniyet:
Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruhla desteklediği kimseler Âyet-i kerime’de şu şekilde beşeriyete tanıtılmaktadır:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nur sayesinde hakikati ona bildirmiş oluyor.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
İşi gören Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm’ın nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti vardır, Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka kimsede yoktur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz onu kudsî ruhla destekledik.” (Bakara: 87)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram’dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
“Allah’ım! Onu kudsî ruhla destekle!” diye duâ buyurmuştur. (Buhârî)
Kudsî ruhla desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.
O yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı bilir, onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.
Bu bilinmeyen bir ilimdir. Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu rûhâniyetle destekler, bu rûhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır.
Onların ahiretteki mükâfatlarına gelince:
“Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır.” (Mücâdele: 22)
Cennetlerdeki sonsuz ulvî hayatı bütün ihtişamı ile yaşamaya başlayacaklar.
“Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Mücâdele: 22)
Çünkü onlara verdiği bu büyük nimet, tasavvurlarının da fevkinde tecellî etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın rızâsı nimetlerin en büyüklerinden birisi ve mertebelerin en yücesidir.
“Ülâike Hizbullah”:
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde kendi dinini, kendi partisini, kendi dosdoğru yolunu ilân etmiş, kurtuluşun ancak ve ancak burada olduğunu ferman buyurmuştur:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 22)
Onlar sevdikleri her şeyi elde eden, her korkudan yana emniyet içerisinde olan kimselerdir.
Âyet-i kerime’de geçen “Ülâike Hizbullah” Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın hizbi yani partisidir. Bu parti 1400 sene evvel kurulmuş olup; Allah yolunda olanların, sırat-ı müstakim üzere gidenlerin, ilâhi hükümlere göre hayatını düzenleyenlerin, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve nehiylerine gönülden teslim olanların, fîsebîlillâh malı ve canı ile cihad edenlerin, din-i İslâm’a yardım edenlerin yoludur.
•
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh