HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Tamamı Medine döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celile; yirmidokuz Âyet-i kerime, beşyüzkırkdört kelime ve bindörtyüzyetmişdört harften müteşekkildir.
Adını 25. Âyet-i kerime’de geçen ve “Demir” mânâsına gelen “Hadîd” kelimesinden alır. Tesbihle başladıkları için “Müsebbihât” denilen beş sûre-i şerif’in ilkidir.
Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı (Hadîd, Haşr, Saf, Cumâ ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizi)
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i şerif; Allah-u Teâlâ’nın bazı sıfatlarını, ilim ve kudretinin delillerini, iman etmenin önemini, infakta bulunmanın lüzumunu, müminlerle münafıkların ahiretteki durumları bakımından karşılaştırılmasını, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu anlatıp açıklamaktadır.
Son bölümünde demirin bir nimet olarak yaratıldığından söz edilir.
Hadîd Sûre-i şerif’inden itibaren beşi tesbihle başlayan on sûre, Medine döneminde nâzil olan son sûrelerdir. Daha önce nâzil olan sûreleri tamamlayıcı durumdaki bu sûreler, iman ve ahlâkla ilgili son öğütleri ihtivâ etmektedirler.
Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:
Yaratılan ne ki varsa hepsi; Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, kudret ve azâmetine işarette ve şehâdette bulunur dururlar.
“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Hadîd: 1)
Göklerde ve yerde, canlı ve cansız her şey, yokluktan varlık âlemine çıkarıldıktan beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir.
“O Aziz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Hadîd: 1)
Yani Aziz ve Hakîm ancak O’dur. O çok güçlüdür, kuvvet sahibidir, üstündür. Hiç kimse O’nun emirlerine karşı koyamaz. O’na karşı çıkan, O’ndan kaçıp kurtulamaz.
Hiçbir şey O’nu engelleyemez, her şey O’nun tasarrufundadır. O’nun yaptığı her şeyde bir hikmet vardır. Yaratmakta, emir ve hükümlerinde hikmeti sonsuzdur.
Mâlik-ül Mülk:
Mülk O’nundur. Mülkünün hem sahibi, hem hükümdarıdır.
“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur.” (Hadîd: 2)
Göklerde ve yerde bulunan melekler, insanlar, cinler ne varsa hepsi O’nun mülküdür, yarattığı ve yönettiği varlıklardır.
Bütün hepsi de şerik ve nezirden münezzeh olan Allah-u Teâlâ'nın hâkimiyetinde bulunmaktadırlar.
Bu nihayetsiz mülke ve saltanata bir baksana! Kâinatta her gün, her gece, her saat ve her anda neler yapılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar, ne imhâlar oluyor? Ne kudretler açığa çıkarılıyor, ne hikmetler ortaya konuyor ve uygulanıyor?
Böyle bir saltanatın sahibi olan Allah nelere kâdir olmaz?
O'nun mülkünde ancak O'nun emirleri ve kudreti hüküm sürer. Takdirine ve tedbirine kimse karşı gelemez. Hükümlerinin tersine hareket etmek isteyenler, elbette cezaya müstehak olurlar.
"Diriltir ve öldürür." (Hadid: 2- Bakara: 258- Âl-i imran: 156- A'raf: 158- Tevbe: 116- Yunus: 56- Müminun: 80- Mümin: 68)
Hayat da ölüm de Allah-u Teâlâ'nın göklerde ve yeryüzündeki mutlak hakimiyetinin tezahürlerinden başka bir şey değildir.
Dünyada dirileri öldürür, ahirette ise haşrı ve neşri gerçekleştirmek için ölülere hayat verir.
"O her şeye kâdirdir." (Hadid: 2 - Mâide: 120) (Bakınız. Âl-i imran: 189 - Mâide: 17)
O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır. Dilediğini yapmakta hiç kimse O'na mâni olamaz.
O her şeye karşı kâdirdir, hiçbir şey O'na kâdir değildir. O'nun kudreti hiçbir şekilde kayıt ve tahdide uymaz. Dilediği şeyi yaratır ve o yarattığı şeyde dilediği kadar kudret ve şeref de yaratır. O'ndan başka her şey, yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün kâinâtıyla âlemin bütün sistemleri âcizdir. Onları her an yaşatmakta ve yok etmekte ve hepsinin üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır.
Zâhir de O, Bâtın da O:
O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir. Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O hem Evvel’dir, hem Âhir’dir, hem Zâhir’dir, hem Bâtın’dır.” (Hadîd: 3)
O Evvel’dir, ezelîdir. O’ndan evvel hiçbir şey yok idi. Vücud O, mevcud O. O’ndan başka bir mevcut yok, mevcûdatı O yarattı. Bunun içindir ki O “Rabbül-âlemin.” oldu.
Zât-ı akdes’i için aslâ başlangıç tasavvur olunamaz. O’nun varlığı Zât-ı akdes’inin gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O’ndandır.
O Âhir’dir, ebedidir, sona ermekten münezzehtir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi nihayeti de yoktur. O’ndan başka mevcut olmadığı için Âhir de O’dur.
Hâlık’ın işine mahlûkun aklı da ermez, ilmi de yetmez.
“Allah herşeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)
O öyle bir Allah, öyle bir Allah, öyle bir Allah ki, yalnız kendi kendisini bilir ve kendisini metheder.
Bütün yaratıklar takke mesabesindedir. Takke kişiyi ne anlar?
Yalnız şu kadar var ki kendisini bildirdiği kadarını kul bilir, duyurduğu kadarını duyurur.
Niçin bunu böyle yaptı? Bilenlere sorulsun diye yaptı.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“Bunu bir bilene sor! (Sana gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır).” buyuruyor. (Furkan: 59)
Rabbim bunu bana biiznillâh-i Teâlâ gösterir, ben bunu bile bile konuşurum. Amma siz duyuyorsunuz. Bilerek söylendiği için size tesir ediyor.
O Zâhir’dir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O’nun Zâhir ismi-i şerif’i ile ortaya çıkmışlardır. Her yarattığı şeyde ulûhiyet sırları ve hikmetleri vardır.
Görünüşte o şey var, fakat aslında O var. Elbiseyi geçir sen varsın, kaldır O var. Yarın öldüğün zaman yine O var. Ruhunu çektiği zaman hani sendin? O zaman saman çöpü senden hayırlı olacak. Çünkü ruh çıkınca sen kokacaksın, saman çöpü ise kokmayacak.
Amma elbiseyi çıkarabilen kişi, nefsini öldürdüğü için, şimdi de O’nun olduğunu görüyor. Varlığını yok edebilen şimdiden görüyor. Sen ise öldükten sonra anlayacaksın.
Sen buna şaşma! Senin ilmin kavramıyor diye çizmeden yukarıya çıkma, hududunu da aşma. Sen bunun böyle olduğunu öğreneceksin amma, öldükten sonra öğreneceksin. Bunu bilen, ölmeden evvel öğrenmiş, böyle olduğunu bilmiş.
Her şeyi “Ol!” emriyle var ediyor. Zâhir olanlar O’nun “Ol!” emrinden ibarettir. Gökler ve yer de, insanlar da, hayvanlar da, nebatat ve cemâdat da böyledir, O'nun “Ol!” emriyle zuhura gelmiştir. Hepsini O var ediyor. Mukadderâtını, şeklini, şemalini, her şeyini o “Ol!” emrinin içinde dürüyor, “Ol!” diyor ve oluveriyor. “Öl!” diyor ölüyor.
Ve o olanların içinde O var.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara: 255 - Âl-i imran: 2)
O öyle bir Allah ki, Allah’tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcud vardır. Her şeye hayat veren O’dur, her şey O’nunla kâimdir.
Yaratılanları “Ol!” emriyle yarattı, herşey O’nun varlığı ile kâimdir. Her görünen şey maskedir, insan da böyledir, kâinat da böyledir.
Ota bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş meydana çıkarmış, insana bir şekil vermiş meydana çıkarmış, kâinata bir şekil vermiş meydana çıkarmış. Şimdi her meydana çıkan O'nunla çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. Hani sen vardın? Yani sen O'nunla kaimsin. Fakat zavallı insan “Ben!” dedi, putuna tapındı. Ben putuna tapındı gitti. Kâinat da böyledir. Yani bir otla, bir çiçekle, bir insanla, bir kâinat Allah-u Teâlâ'nın yanında değişmez.
O Bâtın’dır. Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur ve gizlidir. O’ndan başka bir mevcut yok. Var olanlar vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor. “Ol!” buyuruyor, herşey oluveriyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir. O ise her şeyden her şeye yakındır.
“O her şeyi bilendir.” (Hadîd: 3)
O’nun bilmediği, bilemeyeceği hiçbir şey düşünülemez. O’nun ilmine göre gizli de âşikâr da birdir. Bilgisinde artma eksilme olmaz.
Göklerin ve Yerin Yaratılışı:
Kur’an-ı kerim’de göklerin ve yerin yaratılması ile ilgili pek çok Âyet-i kerime’ler mevcuttur.
Göklerin ve yerin yaratılmasının mânâsı, bu muazzam kâinatın ve mahlûkatın yoktan var edilişi demektir.
Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.
Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, "Ol!" demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, olgunlaştıra olgunlaştıra yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu yoğun ve geniş yerleri bir anda da yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hadîd: 4) (Bakınız; A’raf: 54 - Yunus: 3 - Hud: 7 - Furkan: 59 - Secde: 4 - Kaf: 38)
Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan bütün yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına şâhid olamazdı. Diriden ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile doğmazdı. Atalarımız yaratılırsa biz olmazdık, biz olursak onlar olmazdı veya hepimiz olur ata evlât olmazdık. Şu halde birçok yaratılışları da içine alan dereceleme ile yaratmada Allah-u Teâlâ'nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.
Günlerden maksat, yirmidört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak O'nun bildiği merhaleler ve devrelerdir.
Çünkü gün, güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çıkan bir durumdur. Gökler yaratılmadan önce ise gündüz ve gece yoktu.
Arş-ı Rahman:
Allah-u Teâlâ’nın gökleri ve yeri altı günde yarattığını beyan eden Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Sonra Arş’ı istivâ etti.” (Hadîd: 4 - A’raf: 54 - Yunus: 3 - Ra’d: 2 - Secde: 4)
Arş'ın tahsisi mahlûkatın en büyüğü olmasındandır. Kâinat Arş ile son bulmakta ve Allah-u Teâlâ mekândan münezzeh olarak O'nun da ötesinde ve aslında her yerde bulunmaktadır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Rahman Arş'ı istivâ etti." (Tâhâ: 5)
Bu istivâ; keyfiyetsiz, teşbihsiz, temsilsiz bir istivâdır. Kâinat yaratıldıktan sonra Allah-u Teâlâ onu yönetmekte ve onunla ilgili bütün düzenlemeleri yapmaktadır.
Arş, diğer cisimleri kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden dolayı veya hükümdarın tahtına benzetildiğinden dolayı bu isim verilmiştir.
Kur'an-ı kerim'de Arş'ın Allah-u Teâlâ'ya nisbet edildiği onsekiz kadar Âyet-i kerime mevcuttur ve yedi gökten ayrı bir âlem olarak ele alınmıştır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"De ki: Yedi göklerin Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?" (Müminun: 86)
Kimdir tertemiz meleklerin taşıdığı yüce Arş'ı yaratan?
Allah-u Teâlâ Arş'ı ihtiyaç için değil, azametini ve kudretini göstermek için yaratmıştır.
"Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir." (Zuhruf: 82) (Bakınız. Enbiyâ: 22)
Çünkü böyle bir Rububiyet, bütün yaratılmışların tesbihini gerektirir.
Bazı Âyet-i kerime'lerde Arş'ın büyük, değerli ve şerefli oluşundan bahsedilmektedir:
"O, çok bağışlayan, çok sevendir, şerefli Arş'ın sahibidir." (Bürûc: 14-15)
Arş ve diğer yaratıklar üzerindeki hakimiyet O'na aittir.
Arş-ı âzam, Allah-u Teâlâ'nın yarattığı cisimlerin en büyüğüdür. Kürsî'yi de kaplamıştır.
Bir kısım melekler de Arş-ı âzam'ın çevresini sarmış olup tavaf ederler, Allah-u Teâlâ'yı övgü ve tesbih ile anarlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Melekleri görürsün ki Rabblerini hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır." (Zümer: 75)
Allah-u Teâlâ'yı lâyık olmadık sıfatlardan tenzih ve meth-ü senâ ile meşgul olurlar.
•
Allah-u Teâlâ’nın “Arş’ı istivâ etmesi” hususuna gelince;
“İstivâ etti” demek “Oturdu”, “Hükmetti” demektir. “Arş-ı Rahman”dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam ediyor.
Yerden göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O'nun hüküm ve idaresinin altında, andan âna, halden hâle, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yokoluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
Bu Âyet-i kerime, olduğu gibi Vahdet-i vücud'u tarif ettiği gibi, bütün yaratıklarını nereden ve nasıl yönettiğini bildiriyor.
____________________________________________________________________________________
HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Yaratan Bilmez Olur mu Hiç?
Sınırsız İlim:
En gizli halleri bilmek Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Her şeyin içyüzünü bilen ve her şeyden haberdar olan O'dur.
Öyle haberdardır ki:
"O yere gireni de, yerden çıkanı da, gökten ineni de, göğe yükseleni de bilir." (Hadid: 4)
Bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ'nın sınırsız ilmini, her şeyi en ince teferruatıyla bildiğini ortaya koymaktadır.
"Yere giren";
Yeryüzünün her bölgesine, yerin derinliklerine doğru inen yağmur tanesi, yağmurun her damlası; saçılan tohum, toprağın sakladığı bitki; rahimlere akıtılan nutfe; toprağa gömülen cesetler...
Neler yağıyor? Neler ekiliyor? Neler gömülüyor? Neler saklanıyor?
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru her şey Allah'ın ilmindedir." (En'am: 59)
"Yere giren" ifadesi aynı zamanda sâlikin kalbine vârid olan Mârifetullah'a işaret etmektedir.
"Yerden çıkan";
Yere saçılan tohumlardan hasıl olan bitkiler, sayıları, şekil ve keyfiyetleri; yerin diplerinden gelen su, fışkıran kaynaklar; alevlenip püsküren volkanlar...
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Şimdi bana ekmekte olduğunuz tohum işini haber verin! Onu yerden siz mi bitiriyorsunuz, yoksa biz mi?" (Vâkıa: 63-64)
"Yerden çıkan" ifadesi, kalbî mükâşefeye işarettir.
"Gökten inen";
Yağmurlar ve kar... Rızıklar ve bereket... Yıldırımlar ve şimşek... Melekler... Emir ve nehiyler... Yeryüzüne neler neler iniyor.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"İçmekte olduğunuz suyu da haber verin bana! Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa biz miyiz?" (Vâkıa: 68-69)
"Gökten inen" tabiri, esmâ ve sıfat-ı ilâhiyeden gönüle doğan ledün ilmine işarettir.
"Göğe yükselen";
Buharlar... Ruhlar... Melekler... Samimi duâlar, salih âmeller...
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Güzel söz O'na yükselir, onu da salih âmel yükseltir." (Fatır: 10)
"Göğe yükselen" kelimesi de Kelime-i tevhid'e işaret etmektedir.
"Yerde ve gökte eğer Allah'tan başka ilâh bulunmuş olsaydı, ikisi de bozulup giderdi." (Enbiya: 22)
Âyet-i kerime'sinden anlaşılacağı gibi, varlıklar ister yıldızlar gibi yüksekte, ister hayvanlar ve bitkiler gibi yeryüzünde bulunsun, binlerce seneden beri değişmez ve sarsılmaz bir kaide ve hikmet üzere devam edegelmesi, Cenâb-ı Hakk'tan başka bir ilâh bulunmadığına kati surette delâlet eder.
Murakaba-i Maiyyet:
Allah-u Teâlâ her yerde hazır ve kişinin her haline nâzırdır.
"Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir." (Hadid: 4)
Allah-u Teâlâ'nın içinde olduğunu bilen, nereye gitse O'nunladır. Allah-u Teâlâ içinde, o kişiyi O yürütüyor. Ona O gösteriyor, ona O bildiriyor. O ise bir ten elbisesinden ibaret oluyor. Yani sen O'nunla değilsin, O seninle. Sen O'nunla görüyorsun, O'nunla söylüyorsun, O'nunla tutuyorsun, O'nunla yürüyorsun, amma farkında değilsin. Gafletin ve cehâletin sebebiyle, O'nu içinde göremediğin için, O'nunla olduğunu da bilmiyorsun. İçindeki, varlığını senden çektiği zaman oluyorsun bir leş. Hadi bunları yap! Şimdi öğrendin mi O'nunla olduğunu?
Bu Âyet-i kerime “Maiyyet” murakabasına işaret etmektedir. Sâlik bu murakabada ikinci kapıdan içeriye alınır. “Ehadiyet” murakabasında marifet çiçekleriydi, burada marifet fidanları olur. Allah-u Teâlâ’nın her yerde varlığını, kendisinin her an kontrol altında bulundurulduğunu hissetmeye başlar.
“Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Hadid: 4)
Denizin dibinde konuşuyorsun, telsizle üstteki duyuyor. Havada konuşuyorsun yine öyle. Hiçbir ses, hiçbir kelime, hiçbir iyi ve kötü iş asla kaybolmuyor, bir taraftan zapta geçiyor.
Yaratıcı ve Yönetici:
Allah-u Teâlâ mülkünün hem yaratıcısı, hem de yöneticisidir, dilediği gibi tasarruf eder.
“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur.” (Hadid-5 ve 2 - Zümer: 44) (Bakınız. Bürûc: 9)
Bütün hepsi de şerik ve nezirden münezzeh olan Allah-u Teâlâ’nın hâkimiyetinde bulunmaktadır.
“Bütün işler ancak Allah’a döndürülür.” (Hadid: 5 - Âl-i imran: 109)
Çünkü ilk ve son O’dur, mutlak tasarruf sahibi de O’dur. Dönüş, kıyamet gününde O’nadır. Yarattıkları arasında dilediği gibi hüküm verecek, herkes yaptığının karşılığını görecektir.
Gece ve Gündüz:
Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.
“Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar.” (Hadid: 6) (Bakınız. Hacc: 61 - Fâtır: 13 - Lokman: 29)
Günün aydınlığı yavaş yavaş azalmaya başladığında, gecenin karanlığı artmaya başlar, sonunda da tamamen karanlık bastırır. Gecenin sonuna doğru ise, ufukta önce hafif bir aydınlık meydana gelir, ortalık yavaş yavaş aydınlanmaya başlar.
Bu durum zamanın akışını, ömürlerin geçişini gösterdiği gibi; bütün değişikliklerin O’nun hükmüyle cereyan ettiğini de ispat etmektedir.
“Ve O, göğüslerin özünü bilendir.” (Hadid: 6)
En gizli fikirleri, niyetleri, her türlü duyguları O bilir.
Allah’a ve Resul’üne iman:
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmeyi imanın iki rüknünden biri yapmış, “Lâilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirmiş, ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını belirtmiştir.
Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’ine ve Resul-i Ekrem (s.a.v)’ine en mükemmel şekilde iman etmeyi ve bu iman üzerinde devam edip sabit kalmayı emir buyurmaktadır:
“Allah’a ve Peygamber’ine iman edin.” (Hadid: 7)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile müslümanları Allah’a ve Resul’üne gönülden iman etmeye, hakiki imanı kalplerine yerleştirmeye çağırmaktadır.
Sarf İçin Yetki:
Mülkün asıl sahibi olan Allah-u Teâlâ, insanları yeryüzüne halife tayin etmiş ve onlara nimetlerini lütfetmiştir. Mal ve mülkün nesilden nesile kuşaktan kuşağa miras yolu ile geçtiği, herkesin bunlara vekil olarak bir süre sahip olduğu malumdur. Öyleyse mülk sahibinin, kendilerine verdiği şeylerden bir kısmını infak etmesi gerekmektedir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Sizden önce geçenlerin ardından Allah'ın size infak için yetki verdiği şeylerden sarfedin." (Hadid: 7)
İnfak edenler kendiliklerinden infak etmiyorlar, tasarrufları hususunda Allah-u Teâlâ'nın yeryüzünde halife kıldığı şeylerden infak ediyorlar. Onlar gerçekte O'nundur, çünkü onları O yaratmıştır. Hakimiyet O'nun olduğu gibi, mülkiyet de O'nundur.
Bu Âyet-i kerime kişinin mal ve mülküne daha sonra başkalarının halef olacağına işaret etmektedir. O elindekilerine nasıl başkalarından miras olarak sahip olduysa, başkaları da kendisinden miras olarak alacaklardır.
Şu kadar var ki sağlık hayatında Allah yolunda O'nun rızâsı mucibince sarfiyatta bulunursa, ahiret hayatında mükâfatını bulur. Eğer böyle yapmazsa, malının hakkını vermezse cezasını bulacağı şüphesizdir.
Vârisleri de o malı Yaratan'a itaat yolunda kullanırlarsa hem ölen hem kalan için iyiliğe vesiledir. Yaratan'a isyan yolunda kullanırlarsa, o da onların bu isyanlarını desteklemiş, günah yüklenmeleri hususunda vârislerine yardımcı olmuş olur.
“İçinizden iman edip de infak eden kimselere büyük mükâfat vardır.” (Hadid: 7)
İlâhî emre uydukları için Allah-u Teâlâ’nın vaadine ereceklerdir. Bu mükâfat hem dünyaya hem de ahirete şâmildir.
Âyet-i kerime’de bir müslümanın cihad için malını sarfetmesi, imanın bir gereği, ihlâsının alâmeti olarak gösterilmiştir.
Peygamber Dâveti:
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin dâvetine uymayıp Zât-ı kibriyâ'sına iman etmeyenleri kınamakta ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber sizi Rabbinize iman etmeye çağırdığı halde ne diye Allah'a iman etmiyorsunuz?" (Hadid: 8)
Halbuki o sizin aranızda bulunmakta ve doğrudan doğruya ilâhî vahyi beyan etmektedir. İslâm'ın gerçek bir din olduğuna dair delil ve belgeleri açık açık ortaya koyuyor, sizi en kuvvetli hüccetlerle irşad etmeye çalışıyor, dünya saâdetine ahiret saâdetine ermenizi istiyor.
Hâl böyle iken niçin iman etmiyorsunuz?
"Oysa O, sizden kesin söz almıştı. Eğer mümin iseniz!" (Hadid: 8)
Allah-u Teâlâ âlem-i ervahta kullarından ahd ve misak almıştı. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sualine "Evet, sen bizim Rabbimizsin!" diye itirafta bulunmuş, kesin söz vermiştiniz.
Daha ne duruyorsunuz? Verdiğiniz sözü gerçekleştirmek için ne diye iman etmiyorsunuz?
Allah-u Teâlâ iman etmeyenleri tevbih ettikten sonra, iman edenleri küfür karanlığından iman aydınlığına çıkaracağını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur." (Hadid: 9)
Şu halde size düşen o apaçık âyetlere sımsıkı sarılarak yola koyulmak ve o yolda sebat etmektir.
“Doğrusu Allah size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Hadid: 9)
Zira doğru yolu bulmanız için size iman kabiliyeti vermiş, kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiş, sizi imana dâvet etmiştir.
Gerçek Vâris:
Allah-u Teâlâ müminlerin kurtuluşa ererek cennet-i âlâ'ya girmelerini sağlayacak olan sadaka ve infaka riayet etmeyen ümmetin halini hayret ifadesi ile şöyle ferman buyurmaktadır:
"Ey müminler! Size ne oluyor ki, Allah yolunda infakta bulunmuyor, mallarınızı sarfetmiyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası zaten Allah'ındır." (Hadid: 10)
Servet sahiplerinin Allah yolunda infak hususunda gevşek davranmaları cidden üzüntü vericidir.
Mülkün gerçek sahibi Allah-u Teâlâ'dır, mal ve mülk O'nundur. İnsanlar O'nun mülkünde O'nun verdiği güç ve kudretle, akıl ve idrakle hayatlarını idame ettirmektedirler. Binaenaleyh O'nun yolunda infakta bulunmaları gerekir. Uğrunda infak edilen zat, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'tır.
Âyet-i kerime'de:
"Onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin." buyurulmaktadır. (Nur: 33)
O'na inanan ve tevekkül eden kimse infak eder, mali sıkıntıya düşme korkusu ile Allah yolunda sarfetmekten kaçınmaz. Bilir ki o sarfettiğini Allah-u Teâlâ tekrar yerine koyacaktır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine daha iyisini verir." (Sebe: 39)
Nice kimseler helâl-haram demeden birçok servet yığmışlardır, sonra da onları mirasçılarına terkederek gitmişlerdir. Onlar da onu har vurup harman savurmuşlardır.
Nice müminler de vardır ki kazanç sağlarken helâli gözetmiş, haramdan sakınmış, zekâtını vermiş, Allah yolunda sarfetmiştir. Ahirete göç ederken de evlât ve ıyalini Allah-u Teâlâ'ya emanet ederek ardında bırakmıştır.
"Babaları salih bir kimse idi." (Kehf: 82)
Âyet-i kerimesi mucibince çok geçmeden Allah-u Teâlâ geride kalanlara mal ve itibar bahşetmiştir.
____________________________________________________________________________________
HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Cennette Dereceler
İnfak:
Allah-u Teâlâ infak etmeyenleri kınadıktan sonra Mekke’nin fethinden önce infak etmenin, fetihten sonra yapılacak infaktan hayırlı olduğunu şöyle beyan buyuruyor:
“İçinizden fetihten önce infak edenler ve savaşan kimseler, daha sonra infak eden ve savaşanlarla bir değildir.” (Hadid: 10)
Elbette öncekilerin dereceleri daha yüksektir. Çünkü Fetih’ten önce müslümanlar büyük bir darlık içinde idiler, sayıları azdı. Fetihten önceki infak ve cihatta daha büyük fedakârlık bulunduğu için mükâfat da pek fazladır. Fetih’ten sonra Allah-u Teâlâ İslâm’ı güçlendirdi, insanlar bölük bölük İslâm’a girdiler.
“Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha üstündür.” (Hadid: 10)
Her iki kısım da mükâfatı haketmiştir ve fakat birinin mertebesi diğerinden üstündür. Çünkü onlar en nazik durumlarda Allah yolunda canlarını bile tehlikeye attılar, mallarını çekinmeden sarfettiler.
“Allah hepsine de en güzel olanı (cenneti) vâdetmiştir.” (Hadid: 10)
Her ne kadar dereceleri farklı bile olsa, hepsi de en güzel olanı seçmişlerdir. Farklılığa rağmen hepsine de güzel mükâfat verilecektir.
“Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Hadid: 10)
Açığını da gizlisini de bilir ve ona göre size karşılığını verir.
Karz-ı Hasen:
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak vasıflandırmaktadır:
“Kim Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat kat artırır.” (Hadid: 11)
“Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.
İnfakın Karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli verilmesi, riyâ karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi, verilirken başa kakılmaması şarttır.
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun karşılığını kat kat iâde edeceğini vadetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine saâdet ve selâmet verir. Ahirette ise mükâfat olarak birçok sevaplar ihsan buyurur, ecrini kat kat artırır.
“Ayrıca ona cömertçe verilecek bir mükâfat da vardır.” (Hadid: 11)
Allah-u Teâlâ’nın cömertçe vereceği mükâfatın büyüklüğü bizim tasavvurumuzun haricindedir. Bu gibi kimseler cennetlere ve ilâhi tecellilere ereceklerdir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu Âyet-i kerime nâzil olunca Ensar’dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh- “Yâ Resulellah! Allah gerçekten bizden borç mu istiyor?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca “Yâ Resulellah! Elini bana göster.” dedi ve Resulullah Aleyhisselâm’ın elinden tutarak “Bahçemi Rabbime borç olarak veriyorum.” buyurdu.
Bahçesinde altıyüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, âile fertleri de orada kalıyorlardı. Yanlarına gelerek “Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabbime borç verdim.” dedi. Âilesi ise sevincini belirterek “Çok kârlı bir alış-veriş yapmışsın!” cevabını verdi ve vakit kaybetmeden başka bir yere taşındı.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için sarkıtmış bulunuyor.” (İbn-i Kesir)
Müminlerin Nuru:
Müminlere ahirette amellerine göre nur verilecek, yüzleri de gece karanlığındaki ayın parlaklığı gibi parlayacaktır. Bu nur dünyada kazanılır, dünyadan ahirete intikal eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde itaatkâr müminlerden ve nurlarından haber vererek şöyle buyurmuştur:
“O günde erkek müminlerle kadın müminleri önlerinden ve sağlarından nurlarını koşarken görürsün.” (Hadid: 12)
Bu nur sadece müminlere mahsustur. Kâfirler dünyada iken nasıl ki karanlıklar içinde yaşamışlarsa, orada da karanlıklar içinde kalacaklardır.
Müminler mahşer meydanından cennete doğru giderlerken, sırat üzerinden geçerlerken, nurları da onlarla beraber koşacaktır.
Onlara şöyle denilir:
“Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler sizindir.” (Hadid: 12)
Cennetle müjdelenen bir insan için artık hiçbir endişe kalmaz. Bu ne büyük bir saâdettir.
“İşte büyük kurtuluş budur!” (Hadid: 12)
Cennete girmekten daha büyük kurtuluş olabilir mi?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece namazlarının sonunda yaptığı duâlarının bir bölümünde şöyle münacaatta bulunurlardı:
“Ey Allah’ım! Kalbime bir nur ver, kabrime bir nur ver, önüme bir nur arkama bir nur ver, üstüme bir nur altıma bir nur ver, kulağıma bir nur gözüme bir nur ver, saçıma bir nur ver, derime bir nur ver, etime bir nur kanıma bir nur ver, beynime bir nur kemiklerime bir nur ver!
Ey Allah’ım! Nûrumu büyült, bana bir nur ver, benim için bir nur yarat!” (Tirmizi)
Münafıkların Nursuzluğu:
Allah-u Teâlâ kıyamet günü müminlerin durumunu açıkladıktan sonra, münâfıkların durumunu açıklayarak şöyle buyurdu:
“O gün ki, erkek münâfıklarla kadın münâfıklar, iman edenlere: ‘Bize bakınız, nurunuzdan alalım!’ diyeceklerdir.” (Hadid: 13)
Müminler nurlar içinde muradlarına ererken, münâfıklar karanlıklar içinde kalacaklardır.
Müminlerden merhamet isteğinde bulunmalarının hiçbir faydasını göremeyecekler, hasretler ve pişmanlıklar içinde terkedileceklerdir. Çünkü onlar bu merhamete lâyık değillerdir. Onlar karanlık dünyaların adamıdırlar.
“Onlara: ‘Dönün ardınıza da bir nur arayın!’ denilir.” (Hadid: 13)
Siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeye sebep arardınız. Şimdi dönebilirseniz dönün dünyaya da bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak yoktur.
Müminler onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk’a dâvet edip, dalâletten kurtarmak istedikleri halde; onlar müminlerin inançlarıyla, ibadetleriyle hep alay etmişler, alaya eğlenceye almışlardı, şimdi ise alay etme sırası müminlere geldi.
“Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapalı bir sur çekilir.” (Hadid: 13)
Kıyamet gününde müminlerle münâfıkların arasını ayırmak için bir sur konulur. Müminler oraya varınca kapısından girerler, kapı kapanır ve münâfıklar surun arkasında karanlık ve azap içinde kalırlar. Öyle ki onlar kapının öte tarafına aslâ geçemezler. Kapının içi cennet tarafına baktığı için rahmettir, dışı ise cehennem tarafına baktığından dolayı azaptır.
“Münâfıklar müminlere: ‘Biz sizinle beraber değil miydik?’ diye seslenirler.” (Hadid: 14)
Biz de kelime-i şehadet getirmemiş miydik? Sizin gibi camiye gitmiyor muyduk, namaz kılmıyor muyduk, oruç tutmuyor muyduk? O halde aramızdaki bu fark nereden geliyor?
“Müminler de derler ki: ‘Evet amma, siz kendinizi aldattınız.’” (Hadid: 14)
Müslüman gibi göründüğünüz halde münafıklık yaptınız. İslâm ile küfür arasında bocalayıp durdunuz. Gerçekten iman etmediniz, İslâm’a hiçbir zaman gönülden bağlanmadınız. Nurdan tiksindiniz, zulmeti tercih ettiniz. Sonunda da sapıklıkta kaldınız. Kendi elinizle kendinizi ateşe attınız, helâk oldunuz.
“Bize pusu kurdunuz.” (Hadid: 14)
“Biz de müslümanız.” diyerek bu perde altında icraatınızı yaptınız. Hep müminlerin zararını istediniz durdunuz.
“Şüpheye düştünüz.” (Hadid: 14)
Allah-u Teâlâ’nın dilediği şekilde bir türlü inanamadınız, ilâhi hükümleri hep hafife aldınız, kendi arzu ve heveslerinize göre hareket ettiniz. Bunun içindir ki hiçbir zaman müminlerle beraber olmadınız.
“Kuruntu sizi aldattı.” (Hadid: 14)
Bu münafıklık sayesinde kârlı çıkacağınızı, isteklerinize ereceğinizi zannettiniz.
“O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip çattı.’” (Hadid: 14)
“Allah Ğafur’dur, Rahim’dir. diyerek, şeytanın iğvâsına kapıldınız ve bu sapıklığınız bir ömür boyu sürdü, bu halde iken de ölüm size yetişti, tepetakla yuvarlandınız, cehennemin dibini buldunuz.
“Bugün artık sizden de inkâr edenlerden de fidye kabul edilmez.” (Hadid: 15)
Sizin gibi gizlice değil, açıkça inkâr edenler de cehennem odunu olacaklardır. Orada kâfirlerle beraber olacaksınız. Kurtuluşu hiçbir zaman ümit etmeyin. Kendinizi kurtarmak için ne kadar kurtuluş bedeli verecek olsanız kabul edilmez.
“Varacağınız yer ateştir!” (Hadid: 15)
Zorunlu olarak oraya varacaksınız ve hiç çıkmamak üzere oraya döküleceksiniz.
“O sizin yardımcınızdır.” (Hadid: 15)
Dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı dost ve yardımcı edinmediniz. Şimdi artık yardımcınız cehennemdir. İşte size lâyık olan en uygun cezâ!
“O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hadid: 15)
Küfür ve nifakın cezası işte böyle müebbettir.
İntibaha Dâvet:
Allah-u Teâlâ gaflet içinde yaşayan müminleri Âyet-i kerime’sinde uyanmaya dâvet ediyor. Zikrullah ile ve Kur’an-ı kerim ile kalplerinde Allah korkusunun tecelli etmesini tavsiye ediyor.
“İman edenlerin zikrullah için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi?” (Hadid: 16)
Müminlerin, kalplerini Allah’ın zikrine vermeleri ilâhi bir emirdir. Kalplerin Allah’tan gafil olma tehlikesinden korunması ancak zikrullah ile mümkündür. Zikrullah, kalplerin yumuşaması için bir sebeptir.
Allah-u Teâlâ’nın bu azarlamasında bir sevgi ve teşvik gizlidir. Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ kullarını tatlı bir korkutma ile uyarmaktadır.
“Ve O’ndan inen gerçek için.” (Hadid: 16)
Çünkü Kur’an-ı kerim hem bir zikir bir hatırlatma, hem de bir öğüttür. Gerçek bir müminin, onun emir ve yasaklarına riayet etmesi, ilâhi hükümlere göre hayatını düzenlemesi gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında müminlerin, kendilerinden önce Kitab’ı yüklenmiş bulunan yahudi ve hıristiyanlar gibi olmamalarını, onlara benzemelerini yasaklamaktadır:
“Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar.” (Hadid: 16)
Çünkü onlar aradan geçen uzun zamanda ellerinde bulunan Allah’ın Kitab’ını değiştirdiler ve onu az bir dünyalık karşılığında sattılar. Hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka rabler edindiler. Hak ve hakikatı bırakıp bâtıla yöneldiler, sıradan insanların peşlerine takıldılar.
“Onların üzerlerinden uzun zamanlar geçti ve kalpleri katılaştı.” (Hadid: 16)
Onlarla peygamberleri arasında zaman geçti, ardı arkası kesilmeyen arzular peşine düştüler. Kendilerine katılık ve duygusuzluk hâkim oldu. Tevrat ve İncil’i okuyup dinlediklerinde hâsıl olan haşyetullah kayboldu. Kalpleri taş gibi, hatta daha da katılaştı.
Artık onların kalpleri hiçbir öğüdü kabul etmez ve hiçbir tehdit sebebiyle de kalpleri yumuşamaz.
“Zaten onlardan birçoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.” (Hadid: 16)
Dinlerinin sınırını aşmış, kitaplarındaki ilâhî hükümleri terketmişlerdir.
•
Müminler Mekke döneminde daha gayretli ve daha bağlı idiler. Medine-i münevvere’ye hicret ettiklerinde bolluk ve rahata kavuştular. Bunun üzerine kalbî hassasiyetlerini biraz kaybettiler. Bunun üzerine bu Âyet-i kerime indi ve Allah-u Teâlâ tarafından azarlandılar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- der ki:
“Allah-u Teâlâ müminlerin kalplerinde bir ağırlık görerek Kur’an’ın inişinin onüçüncü senesine girerken bizi azarladı.”
Bu Âyet-i kerime Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in huzurunda okunmuştu. Yemame halkından bir grup da orada bulunuyordu, alabildiğine ağladılar.
Onlara bakıp şöyle buyurdu:
“Kalplerimiz katılaşıncaya kadar işte bizler de böyleydik.”
Kalplerin Canlanması:
Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir mucizedir ve bu mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.
“İyi bilin ki Allah ölümünden sonra yeryüzünü diriltiyor.” (Hadid: 17)
Çoraklaşıp kuruyan toprağı, yağmurla canlandırıyor.
Hiç şüphe yok ki kuru toprağı su ile dirilten Allah-u Teâlâ, mânevi hayattan mahrum kalan kimselerin ölü kalplerini de Zikrullah ve Kelâmullah vasıtası ile diriltiyor.
“Aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.” (Hadid: 17)
Zamanın uzaması ile kalp katılığına düşmemek için Zikrullah’a ve Kelâmullah’a sımsıkı sarılırsınız.
____________________________________________________________________________________
HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4
Ahirete Göre Dünya
Sadaka:
Allah-u Teâlâ sadaka veren erkek ve kadınların nâil olacakları sevapları Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunanlara, verdikleri kat kat artırılır.” (Hadid: 18)
Onlar Allah-u Teâlâ’nın rızasını gözeterek sırf onu elde etmek için samimi bir niyetle infakta bulunurlar, hiç kimseden de herhangi bir karşılık beklemezler.
Önceden kendileri için takdim ettikleri her şey, o gün yine kendilerine takdim edilecektir. Dünyada iken sakladıkları şeylerin en hayırlısı bunlardır.
Allah-u Teâlâ ihtiyaçtan münezzeh olduğu halde “Borç istemek” zâtına izafe edilmiştir. Bu sadece sadakayı teşvik içindir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir bayram günü cemaate vaaz ve nasihatte bulunmuş, daha sonra kadınların yanına giderek onlara da vaaz ve nasihatta bulunarak:
“Tasadduk ediniz! Zira çoğunuz cehennem odunu olacaksınız!” buyurdu.
Bunun üzerine kadınlardan kara yağız güzeli biri kalkarak:
“Niçin yâ Resulellah?” diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle cevap verdi:
“Çünkü sizler hâlinizden çok şikayet eder, kocalarınızın nimetine karşı küfranda bulunursunuz.”
Râvi der ki:
“Derken kadınlar kendi ziynetlerinden tasadduk etmeye başladılar. Bilâl’in elbisesi içine küpe ve yüzüklerini atıyorlardı.” (Müslim: 885)
Öyle ki büyük bir miktar toplandı. Resulullah Aleyhisselâm onları fakir müslümanlara dağıttı.
Bu Hadis-i şerif’te kadınların sadaka vermeye daha muhtaç olduklarına işaret vardır.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Hem onlara çömertçe verilecek bir mükâfat da vardır.” (Hadid: 18)
Ki o da hiç şüphesiz ki cennettir, cennetin nimetleridir.
İnananların Derecesi, Yalanlayanların Derekesi:
Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a gönülden iman eden kismeler, Allah katında “Sıddıklar” ve “Şehitler” derecesindedirler.
“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar Rabb’leri katında sıddıklar ve şehitlerdir.” (Hadid: 19)
Sıddıklar, Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı tasdik etmede ve bu tasdiklerinde sâdık kalmada en ileri gidenlerdir. Öyle ki sadâketlerini söz ve davranışları ile de ispat ederler.
Şehitler ise, Allah yolunda çekinmeden canlarını fedâ eden mücahidlerdir. Şehitlerin cennetlik oldukları müjdelenmiştir.
“Onların mükâfatları ve nurları vardır.” (Hadid: 19)
Mükâfat nurla beraber olduğu zaman tamam olur. Bu onlara düşen bir paydır ve dünyada iken kendilerine verilmiştir. Ahirete göçtükleri zaman ellerinde hazır bulurlar, önlerinde ve sağlarında koşar durur.
“Kâfir olup da, âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar da cehennem halkıdırlar.” (Hadid: 19)
Onlar inanma ve nurlanma saâdetinden mahrum oldukları için bu derekeye düşmüşlerdir. Kâfir oldukları için de hiç çıkmamak üzere cehennemde kalacaklardır.
Ahirete Göre Dünya:
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.
Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür.” (Hadid: 20)
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.
“Aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir.” (Hadid: 20)
Bu dünya hayatı, “Ben filânın oğluyum!.. Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve kibirlenmedir.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Dünyaya aldananlara, dünyanın kazandırdığı işte budur.
“Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.” (Hadid: 20)
Yağmur sonrası biten bitkiler, nasıl ki ekincilerin hoşlarına gidiyorsa; kâfirler de dünya hayıtını geçici güzelliklerinden o derece hoşlanırlar, gel-geç sevdalara oldukça düşkündürler.
“Ki, sonra kurur sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.” (Hadid: 20)
İşte dünya hayatı da böyledir. İnsan gençlik döneminde canlı olur, sonra orta yaşlılığa geçer, kuvvetten düşmeye başlar, daha sonra yaşlanır, hareketleri tamamen azalır, sararıp solar.
“İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.” (Hadid: 20)
Dünya hayatına düşkünlüğün neticesi acı bir azaptır. Ahireti dünyaya tercih edenler ise büyük bir mağfirete kavuşacaklar, bunun da üstünde Allah-u Teâlâ’nın rızâsına ereceklerdir. Bu öyle bir hoşnutluk ki, değeri hiçbir şeyle ölçülemez.
“Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid: 20)
Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.
Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de meyilleri ve gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.
İlâhî Dâvet:
Allah-u Teâlâ kullarını cennetlere kavuşmaları için çalışmaya teşvik etmektedir.
“Ey insanlar! Rabb’iniz tarafından bağışlanmaya; Allah’a ve peygamberlerine inananlar için hazırlanmış, genişliği yerle göğün genişliği kadar olan cennete koşun!” (Hadid: 21)
Bu beyan-ı ilâhî cennetin büyüklüğünü zihinlere yerleştirmek için verilen bir temsildir. Çünkü insanların gözünde yer ve gökten daha geniş bir şey olmadığından, Allah-u Teâlâ o büyüklüğü kullarına tarif etmek için yerle göğün genişliği ile teşbih buyurmuştur. Binaenaleyh yeri ve göğü yaratan Allah-u Teâlâ onların genişliğinde veya daha geniş cennetleri yaratmaya elbette kâdirdir.
Cennet ve cehennem hâlen mevcuttur. Bulundukları yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir. Cehennem kâfirler için hazırlandığı gibi, cennet de müminler için hazırlanmıştır.
Rum kralı Herakl’in elçisi “Sen genişliği yer ve gökler kadar olan bir cennete çağırıyorsun. O halde cehennem nerede?” diye Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sorduğunda şöyle buyurmuşlar:
“Sübhânellah!.. Gündüz olduğu zaman gece nerede olur?”
Cennet son derece büyüktür. Milyonlarca insanları ilelebed barındırıp, huzur ve sükuna, rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır.
Böylesine geniş ve ferah cennete ve mağfirete nail olmak; hiç şüphesiz ki Allah’a ve Peygamber’ine dosdoğru iman etmek, sevapları ve dereceleri elde etmeye vesile olan itaatları işlemek, haramları terketmekle olur.
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Hadid: 21)
Öyle bir ikram, öyle bir ihsandır ki; hiçbir kimse kendi gayreti ile hak kazanamaz. Bu karşılıksız lütuf olmadıkça hiçbir kimse aslâ cennete giremez.
“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadid: 21)
Büyük lütuf sahibi oluşu sebebiyledir ki, mümin kullarına bu ulvî makamları bahşedecektir.
Kaza ve Kader:
Kaza ve kadere inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, fayda ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsinin; Allah-u Teâlâ’nın takdiri ile, tertibiyle, dilemesi ve yaratması ile meydana geldiğine inanmak demektir.
Kader ve takdir; bir şeyi belirli bir ölçüye göre yapmak, plânlamak, tayin etmek demektir. Sınırlama, ölçü, miktar, emir ve hüküm mânâlarına da gelir.
İslâm dini’ne göre; Allah-u Teâlâ’nın ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeylerin yerini ve zamanını, en ince teferruatına varıncaya kadar her şeyi ezelî ilmi ile bilip takdir etmesine kader denir.
Allah-u Teâlâ’nın ezelde irade ve takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince Levh-i mahfuz’da yazıldığı şekilde meydana getirmesine de kaza denir.
Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlukat hakkındaki takdirini Âyet-i kerime’lerinde haber vermektedir:
“Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan evvel, bir Kitap’ta yazılmış olmasın.” (Hadid: 22)
Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ’nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.
Kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz’da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı silemezler.
“Şüphesiz ki bu Allah’a göre kolaydır.” (Hadid: 22)
Yarattığı mahlukatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O’na güç değildir.
Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket etmelidir. İbtilâlara karşı kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerekse tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası vardır.
Bu husus şöyle beyan buyurulmuştur:
“Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah’ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir.” (Hadid: 23)
Üzüntüden maksat ümitsizliğe düşüren üzüntüdür, sevinçten maksat da şımarıklığa ve taşkınlığa iten sevinçtir. Burada her ikisi de yerilmektedir.
Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak üzüntü duysalar da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kendilerini kaptırmazlar. Hepsinin Hakk’tan indiğini ve nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde de gönlünü Allah-u Teâlâ’nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam, olmayan bir iş için ‘Keşke olsaydı!’ dememden bana daha sevimli gelir.”
Her nimet ve musibetin kader neticesini bilen bir kimse, kaybettiğine fazla üzülmez, elde ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların pek yakında yok olmasını takdir edebilir. Elden çıkan düşünmekle geri gelmez, elde edilen de sevinmekle devam etmez.
“Allah kendisini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadid: 23)
Çünkü dünyadaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse bununla başkalarına karşı övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.
Kendini beğenip nefsine güvenen kimse Rabbine ihtiyaç hissetmez. Allah-u Teâlâ da onu kendi haline bırakır. Daha o zaman imtihanı kaybetmiş olur.
Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretlerine yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ’dan istemelidir.
Hayır ancak Allah-u Teâlâ’nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de ancak O bilir. Biz iyilikleri O’ndan isteyeceğiz. Her şey O’nun takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.
Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet ışıklar yanınca bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın başından, herkesi hayretler içinde bırakan bir çok hadiseler geçer. Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz. Olmadığına göre telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.
Kul bütün iyiliklerini Hakk’tan bilecek, kötülüklerini ise kendi nefsinden. Kula düşen budur.
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ’ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
Bir mühim husus da şudur ki; enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram hazeratının şefaatlarını temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ’dan niyaz etmek de O’na olan merbudiyete, O’nun takdirine teslimiyete mâni değildir.
Cimrilik:
Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzümsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyuruyor. (A’raf: 31) (Bakınız: En’am: 141)
İsraf kelimesi; aşırı derecede cimriliği ve aşırı derecede harcama yapmayı, yemede ve içmede helâl sınırından haram sınırına geçmeyi ihtiva etmektedir. Allah-u Teâlâ helâl ve haram kıldığı hususlarda haddi aşanları sevmez.
“Onlar cimrilik ederler, insanlara da cimriliği emrederler.” (Hadid: 24)
Kendi mallarından hiç kimseye yardımda bulunmadıkları gibi, başkalarına da bu hususta engel olurlar.
“Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah zengindir, hamda lâyıktır.” (Hadid: 24)
Kişilerin yüz çevirmeleri ile O’na zarar vermediği gibi, zarar onların kendilerine âittir, ihtiyaç da kendilerinindir.
Fayda ve zarar vermek sadece Allah-u Teâlâ’nın yed-i kudretindedir.
_________________________________________________________________________________
HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-5
ADALET
Peygamberler Ve Açık Deliller:
Allah-u Teâlâ kullarını en doğru yola yönlendirmeleri için zaman zaman peygamberler göndermiştir:
“Andolsun ki biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik.” (Hadîd: 25)
Her birini göz kamaştırıcı mucizelerle, mağlup edilemeyen kesin delillerle desteklemiş, beşeriyetin hakiki rehberleri yapmıştır. Hepsi de aynı yolun yolcularıdırlar.
“Ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik.” (Hadîd: 25)
Haysiyetli yaşamanın yolu adaletin ayakta tutulmasına bağlıdır.
Evde, sokakta, çarşıda, pazarda, mahkemede... kısacası her yerde, adalet söz ve hareketlerimizin temeli olmalıdır. Baba çocuklarına, âmir memuruna, muallim talebesine, esnaf müşterisine karşı adaletli davranmalı, kimse kimsenin hakkına tecavüz etmemelidir.
Adalet kelimesi Kur’an-ı kerim’de ve Hadis-i şerif’lerde; eşitlik, denklik, düzen, dürüstlük, tarafsızlık, gerçeğe uygun olarak hükmetme, hak sahibine hakkını verme, meydana gelen haksızlığı düzeltme, haksızlık yapanı cezalandırma, haksızlığa uğrayanların yanında olma, doğru yolu izleme, iyiliğe iyilikle karşılık verme, zarar vermeyene zarar vermeme, görevini yerine getirme ve hakkını alma, her işi ehline verme, borcunu verme, alacağını isteme... gibi mânâlarda kullanılmıştır.
Adalet fert ve toplum hayatında en önemli huzur ve emniyet kaynağıdır. Devletlerin ve hükümetlerin temel direğidir.
Allah-u Teâlâ’nın gerek peygamberlerini göndermesi, gerekse kitabı ve mizanı indirmesi, insanların adaleti ayakta tutması, adaletle ömür sürdürmeleri içindir.
Demirin Musahhar Kılınması:
Demir, Allah-u Teâlâ’nın insanlığın istifâdesine sunduğu nimetlerden birisidir.
“Biz demiri de indirdik. Onda çetin bir sertlik ve insanlar için faydalar vardır.” (Hadîd: 25)
Demirin indirilmesi, yaratılması mânâsında kullanılmıştır. Allah-u Teâlâ demiri bol bol yaratmış, varlığını haber vermiş, kullanılmasını öğretmiştir. İğneden ipliğe kadar hiç bir sanat yoktur ki, onda demirin hizmet ve katkısı bulunmasın. Bugünkü medeniyet demir üzerine kurulmuştur. Demirin insanlığa hizmeti, altından çok daha fazladır.
Demirde çetin bir sertliğin olması, onunla harp silâhları yapılmaktadır.
“Bu, Allah’ın, dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri meydana çıkarması içindir.” (Hadîd: 25)
Tâ ki İslâm bahadırları, o demirden yapılmış silâhlarla Allah’ın dinini yüceltmek için cihad etsinler. Böylece kimin Allah’ın dinine ve peygamberlerine yardım edeceği bilinmiş olsun.
“Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir.” (Hadîd: 25)
Hiç kimsenin yandımına muhtaç değildir. Yok etmek istediğini yok edecek güce ve azamete sahiptir.
Doğru Yolda Olanlar, Doğru Yoldan Çıkanlar:
İbrahim Aleyhisselâm’dan sonra gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı hep onun soyundan gelmiştir. Şu kadar var ki peygamber torunu olmak veya o soydan gelmek, ancak iman ve amel-i sâlih ile birleşince bir mânâ taşır. Bunun içindir ki, İbrahim Aleyhisselâm’ın ve dolayısıyle oğulları İsmail Aleyhisselâm ve İshak Aleyhisselâm’ın soyundan gelenin içlerinde mümin olanlar bulunmakla beraber, kendilerine yazık eden sapıklar da olmuştur.
“Andolsun ki Nuh’u ve İbrahim’i biz gönderdik. Peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik.
Soylarından gelenlerin kimi doğru yoldadır, içlerinden bir çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadîd: 26)
Kendilerine kitap verilen peygamberlerin hepsi Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.
Bu iki büyük peygamberin soyundan bazı sâlih kişiler gelmekle beraber, soylarının çoğu kendi kabiliyetlerini suistimal ederek sapıklığa düşmüşlerdir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kendisine ve İshak’a da bereketler verdik.
Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendisine açıktan açığa zulmedenler de olacak.” (Saffat:113)
Herkes kendi amelinden mesuldür, fâsık kimsenin mesuliyeti kendisine âittir. Babası buna sebebiyet vermemişse, bundan mesul olmaz. Ancak sâlih evlâda sahip olmak için elden geldiği kadar çalışmalı ve bunun için Allah-u Teâlâ’ya niyaz etmelidir.
İsa Aleyhisselâm’ın Dâveti:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın gönderildiklerini, onların zürriyetlerinin de nübüvvete nâil olduklarını, daha sonra da diğer peygamberlerin ve İsa Aleyhisselâm’ın gönderilmiş olduklarını beyan buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği ve Kitab’ı da onların soyuna verdik.” (Hadîd: 26)
Kendilerine kitap verilen peygamberlerin hepsi Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.
“Onlardan kimi doğru yoldadır, içlerinden bir çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadîd: 26)
Bu iki büyük peygamberin soyundan bazı sâlih kişiler gelmekle beraber, soylarının çoğu kendi kabiliyetlerini suistimal ederek sapıklığa düşmüşlerdir.
Her asırda Hakk dine uyanlar, hidayet yolunu kabul edenler azınlıkta kalmış; bâtıla uyanlar, dalâleti seçenler ise çoğunluk olmuştur.
“Sonra onların izleri üzerinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik.” (Hadîd: 27)
Musa Aleyhisselâm’dan sonraki İsrâiloğulları peygamberleri de bunlara dahildir.
“Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik ve ona İncil’i verdik.” (Hadîd: 27)
Allah-u Teâlâ ona, içinde Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine dair müjde bulunan İncil’i indirmiştir.
“Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk.” (Hadîd: 27)
İsa Aleyhisselâm çok yumuşak kalpli ve merhametli olduğu için, onu takip edenler de aynı şekilde mahlûkata karşı yumuşak ve merhametli davranıyorlardı. Birbirlerini sevmeleri dolayısıyle, bu onlara Allah-u Teâlâ tarafından bir övgüdür.
“Türettikleri ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Ancak Allah’ın rızâsını kazanmak için kendileri türettiler, amma buna da gereği gibi riâyet etmediler.” (Hadîd: 27)
Allah-u Teâlâ’nın dininde O’nun emretmediği ruhbanlığı ortaya attılar ve ona göre yaşamaya kendilerini zorladılar. Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak uğruna nefislerine vacip kıldıkları şeyin hakkını da veremediler, hiç birisi verdikleri sözün icabına uymadılar, böylece dalâlete düştüler.
“Biz de onlardan iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik.” (Hadîd: 27)
İsa Aleyhisselâm’ın haber verdiği Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini tasdik eden sâlih kimseleri kat kat sevaplara kavuşturduk.
“İçlerinden çoğu da yoldan çıkmış fâsıktırlar.” (Hadîd: 27)
Hıristiyanlardan çoğu da itaat sınırından çıkmışlar, son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini inkâr etmişlerdir.
“Onların izleri üzerine arkalarından Meryem oğlu İsa’yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik.” (Mâide: 46)
Aslında İncil, daha önce gelmiş bulunan Tevrat’ı tasdik edici olarak gelmiş ve bazı küçük değişikliklerin dışında kalan hususlarda Tevrat’ın getirdiği ahkâma dayanmıştır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ve ona, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önündeki Tevrat’ı tasdik eden İncil’i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik.” (Mâide: 46)
İncil Tevrat’ı doğrulayıcıdır, onunla çelişen bir kitap olarak indirilmemiştir. Allah-u Teâlâ İncil’i yol gösterici, nurlandırıcı ve öğüt olarak göndermiştir.
Fakat yahudiler inanmadılar, bu dâveti kabul etmediler. İsa Aleyhisselâm’ın karşısında, aslından çıkardıkları Tevrat’ı savunmaya kalktılar.
İsrailoğulları İsa Aleyhisselâm’ı müşkül durumda bırakmak için, peygamber olduğuna dair mucize istediler. Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’ın risalet ve nübüvvetini tasdik ve teyid etmek için ona parlak ve üstün mucizeler ihsan buyurmuştur.
İmanın İki Rüknü:
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem’i olan Muhammed Aleyhisselâm’a imanı, Tevhid’in iki rüknundan biri yapmıştır. Adını adı ile beraber almış, onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tutmuştur. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirmiş; ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını, iman etmemiş olacağını belirtmiştir. Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez.
Nitekim diğer din sahipleri de Allah’a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmedikleri için küfürda kalmış oluyorlar.
“Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince iman etmiş olur.
“Ey inananlar! Allah’tan korkun ve Peygamber’ine inanın ki; size rahmetini iki kat versin.” (Hadîd: 28)
Birisi önceki peygamberlere imanın mükâfâtı, birisi de Muhammed Aleyhisselâm’a imanın mükâfâtıdır.
“Işığında yürüyeceğiniz bir nur ihsan etsin.” (Hadîd: 28)
Hak ile bâtılı ayıracak, basiret sahibi yapacak, körlükten ve cehaletten kurtaracak bir hidayet versin.
Bu nur ledünnî bir lütuftur, cennet-i âlâ’ya varıncaya kadar müminlerin üzerinde yürüdükleri aydınlık yoldur.
Ahiretteki nur ise 12. Âyet-i kerime’de belirtilen nurdur. O gün mümin erkeklerle mümin kadınların nurları önlerinde ve arkalarında koşacaktır.
“Ve sizi bağışlasın.” (Hadîd: 28)
Önceden işlediğiniz günahlarınızı ve inkânlarınızı affetsin ve rahmetiyle gizlesin.
“Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Hadîd: 28)
Allah-u Teâlâ merhametlilerin en merhametlisidir. O aslâ kullarına zulmetmez, lütuf rahmetine dâvet eder. Ancak küfründe kalanlar, kendisi kendisinin hükmünü vermiş, kendi kendisine zulmetmiş olur.
Lütuf Allah’ın Elindedir:
Kitap ehlinden olan yahudiler Allah-u Teâlâ’nın lütfunun Musa Aleyhisselâm’a has olduğunu, ona verilenlerin benzerinin başkasına verilmediği görüşündedirler. Yine ilâhî lütfun kavim olarak sadece kendilerini kuşattığını ve kendilerinin bir benzerinin hiçbir ümmete verilmediğini sanarlar.
Kitap ehlinden olan hıristiyanlar da Allah-u Teâlâ’nın lütfunun İsa Aleyhisselâm’a münhasır olduğunu, ona verilenin benzerinin Muhammed Aleyhisselâm’a verilmediğini, yine kavim olarak ilâhî lütfun kendilerinden başka hiç bir ümmete verilmediğini düşünürler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde lütuf ve keremin kudret elinde olduğunu, onu dilediği kuluna vereceğini beyan buyurmaktadır:
“Böylece kitap ehli bilsin ki, Allah’ın lütfundan hiç bir şey elde edemezler.” (Hadîd: 29)
Müslüman olmayan ehl-i kitap çok iyi bilsin ki, belirtilen bu lütuflardan hiçbirini elde edemezler, etmeleri de mümkün değildir. Çünkü bu lütuflara ermek için Muhammed Aleyhisselâm’a inanmaları şarttır.
“Lütuf ancak Allah’ın elindedir.” (Hadîd: 29)
O azamet sahibi olduğu için, onun lütufları da büyüktür.
“Onu ancak dilediği kimselere verir.” (Hadîd: 29)
Dilediğine dilediğini verme hakkına sahiptir. Dilediği olur, dilemediği olmaz.
“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadîd: 29)
Hiç kimse O’nun kadrini hakkıyla takdir edemez.
•
Ebu Musa el-Eş’arî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanların, yahudilerin ve hıristiyanların misali, bir takım insanları ücretle çalıştıran bir adamın misali gibidir. O adam bir takım gündelikçi tuttu, onlar yarı güne kadar çalıştıktan sonra;
‘Biz işi bırakıyoruz, ücret de istemeyiz.’ dediler.
İşveren onlara;
‘Gününüzü tamamlayın, ücretinizi alın’ diye ısrar etmişse de bırakıp gittiler. O da başka işçiler tuttu.
Onlara;
‘Kalan yarım günü çalışın, eskilere vereceğim tam gündeliği size vereceğim.’ dedi.
İkinciler ikindiye kadar çalıştılar, sonra onlar da işi terk ettiler.
“Biz iş yapmayacağız, ücret de istemeyiz.’ dediler.
İş sahibi;
‘Az vakit kaldı, çalışınız ücretinizi alınız.’ demişse de dinlemediler. Adam başka işçiler tutarak;
‘Günün kalanını çalışın, eskilerin ücretini de siz alın.’ dedi.
Onlar güneş batıncaya kadar çalışıp tam yevmiye aldılar.
İşte bu yahudilerin, hıristiyanların ve (İslâm) nurunu kabul edenlerin misalidir.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1029)
Bu Hadis-i şerif’te ehl-i kitabın daha uzun ömürlü, daha çok çalışıp daha az ücretli olduğuna, bu ümmetin ise daha kısa ömürlü fakat daha çok kazançlı olduğuna, ayrıca verilen mükâfatın hak etmeye göre olmadığına işaret vardır. Allah-u Teâlâ dilediğine dilediğini verir.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Tamamı Medine döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celile; yirmidokuz Âyet-i kerime, beşyüzkırkdört kelime ve bindörtyüzyetmişdört harften müteşekkildir.
Adını 25. Âyet-i kerime’de geçen ve “Demir” mânâsına gelen “Hadîd” kelimesinden alır. Tesbihle başladıkları için “Müsebbihât” denilen beş sûre-i şerif’in ilkidir.
Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı (Hadîd, Haşr, Saf, Cumâ ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizi)
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i şerif; Allah-u Teâlâ’nın bazı sıfatlarını, ilim ve kudretinin delillerini, iman etmenin önemini, infakta bulunmanın lüzumunu, müminlerle münafıkların ahiretteki durumları bakımından karşılaştırılmasını, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu anlatıp açıklamaktadır.
Son bölümünde demirin bir nimet olarak yaratıldığından söz edilir.
Hadîd Sûre-i şerif’inden itibaren beşi tesbihle başlayan on sûre, Medine döneminde nâzil olan son sûrelerdir. Daha önce nâzil olan sûreleri tamamlayıcı durumdaki bu sûreler, iman ve ahlâkla ilgili son öğütleri ihtivâ etmektedirler.
Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:
Yaratılan ne ki varsa hepsi; Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, kudret ve azâmetine işarette ve şehâdette bulunur dururlar.
“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Hadîd: 1)
Göklerde ve yerde, canlı ve cansız her şey, yokluktan varlık âlemine çıkarıldıktan beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir.
“O Aziz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Hadîd: 1)
Yani Aziz ve Hakîm ancak O’dur. O çok güçlüdür, kuvvet sahibidir, üstündür. Hiç kimse O’nun emirlerine karşı koyamaz. O’na karşı çıkan, O’ndan kaçıp kurtulamaz.
Hiçbir şey O’nu engelleyemez, her şey O’nun tasarrufundadır. O’nun yaptığı her şeyde bir hikmet vardır. Yaratmakta, emir ve hükümlerinde hikmeti sonsuzdur.
Mâlik-ül Mülk:
Mülk O’nundur. Mülkünün hem sahibi, hem hükümdarıdır.
“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur.” (Hadîd: 2)
Göklerde ve yerde bulunan melekler, insanlar, cinler ne varsa hepsi O’nun mülküdür, yarattığı ve yönettiği varlıklardır.
Bütün hepsi de şerik ve nezirden münezzeh olan Allah-u Teâlâ'nın hâkimiyetinde bulunmaktadırlar.
Bu nihayetsiz mülke ve saltanata bir baksana! Kâinatta her gün, her gece, her saat ve her anda neler yapılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar, ne imhâlar oluyor? Ne kudretler açığa çıkarılıyor, ne hikmetler ortaya konuyor ve uygulanıyor?
Böyle bir saltanatın sahibi olan Allah nelere kâdir olmaz?
O'nun mülkünde ancak O'nun emirleri ve kudreti hüküm sürer. Takdirine ve tedbirine kimse karşı gelemez. Hükümlerinin tersine hareket etmek isteyenler, elbette cezaya müstehak olurlar.
"Diriltir ve öldürür." (Hadid: 2- Bakara: 258- Âl-i imran: 156- A'raf: 158- Tevbe: 116- Yunus: 56- Müminun: 80- Mümin: 68)
Hayat da ölüm de Allah-u Teâlâ'nın göklerde ve yeryüzündeki mutlak hakimiyetinin tezahürlerinden başka bir şey değildir.
Dünyada dirileri öldürür, ahirette ise haşrı ve neşri gerçekleştirmek için ölülere hayat verir.
"O her şeye kâdirdir." (Hadid: 2 - Mâide: 120) (Bakınız. Âl-i imran: 189 - Mâide: 17)
O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır. Dilediğini yapmakta hiç kimse O'na mâni olamaz.
O her şeye karşı kâdirdir, hiçbir şey O'na kâdir değildir. O'nun kudreti hiçbir şekilde kayıt ve tahdide uymaz. Dilediği şeyi yaratır ve o yarattığı şeyde dilediği kadar kudret ve şeref de yaratır. O'ndan başka her şey, yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün kâinâtıyla âlemin bütün sistemleri âcizdir. Onları her an yaşatmakta ve yok etmekte ve hepsinin üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır.
Zâhir de O, Bâtın da O:
O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir. Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O hem Evvel’dir, hem Âhir’dir, hem Zâhir’dir, hem Bâtın’dır.” (Hadîd: 3)
O Evvel’dir, ezelîdir. O’ndan evvel hiçbir şey yok idi. Vücud O, mevcud O. O’ndan başka bir mevcut yok, mevcûdatı O yarattı. Bunun içindir ki O “Rabbül-âlemin.” oldu.
Zât-ı akdes’i için aslâ başlangıç tasavvur olunamaz. O’nun varlığı Zât-ı akdes’inin gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O’ndandır.
O Âhir’dir, ebedidir, sona ermekten münezzehtir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi nihayeti de yoktur. O’ndan başka mevcut olmadığı için Âhir de O’dur.
Hâlık’ın işine mahlûkun aklı da ermez, ilmi de yetmez.
“Allah herşeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)
O öyle bir Allah, öyle bir Allah, öyle bir Allah ki, yalnız kendi kendisini bilir ve kendisini metheder.
Bütün yaratıklar takke mesabesindedir. Takke kişiyi ne anlar?
Yalnız şu kadar var ki kendisini bildirdiği kadarını kul bilir, duyurduğu kadarını duyurur.
Niçin bunu böyle yaptı? Bilenlere sorulsun diye yaptı.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“Bunu bir bilene sor! (Sana gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır).” buyuruyor. (Furkan: 59)
Rabbim bunu bana biiznillâh-i Teâlâ gösterir, ben bunu bile bile konuşurum. Amma siz duyuyorsunuz. Bilerek söylendiği için size tesir ediyor.
O Zâhir’dir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O’nun Zâhir ismi-i şerif’i ile ortaya çıkmışlardır. Her yarattığı şeyde ulûhiyet sırları ve hikmetleri vardır.
Görünüşte o şey var, fakat aslında O var. Elbiseyi geçir sen varsın, kaldır O var. Yarın öldüğün zaman yine O var. Ruhunu çektiği zaman hani sendin? O zaman saman çöpü senden hayırlı olacak. Çünkü ruh çıkınca sen kokacaksın, saman çöpü ise kokmayacak.
Amma elbiseyi çıkarabilen kişi, nefsini öldürdüğü için, şimdi de O’nun olduğunu görüyor. Varlığını yok edebilen şimdiden görüyor. Sen ise öldükten sonra anlayacaksın.
Sen buna şaşma! Senin ilmin kavramıyor diye çizmeden yukarıya çıkma, hududunu da aşma. Sen bunun böyle olduğunu öğreneceksin amma, öldükten sonra öğreneceksin. Bunu bilen, ölmeden evvel öğrenmiş, böyle olduğunu bilmiş.
Her şeyi “Ol!” emriyle var ediyor. Zâhir olanlar O’nun “Ol!” emrinden ibarettir. Gökler ve yer de, insanlar da, hayvanlar da, nebatat ve cemâdat da böyledir, O'nun “Ol!” emriyle zuhura gelmiştir. Hepsini O var ediyor. Mukadderâtını, şeklini, şemalini, her şeyini o “Ol!” emrinin içinde dürüyor, “Ol!” diyor ve oluveriyor. “Öl!” diyor ölüyor.
Ve o olanların içinde O var.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara: 255 - Âl-i imran: 2)
O öyle bir Allah ki, Allah’tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcud vardır. Her şeye hayat veren O’dur, her şey O’nunla kâimdir.
Yaratılanları “Ol!” emriyle yarattı, herşey O’nun varlığı ile kâimdir. Her görünen şey maskedir, insan da böyledir, kâinat da böyledir.
Ota bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş meydana çıkarmış, insana bir şekil vermiş meydana çıkarmış, kâinata bir şekil vermiş meydana çıkarmış. Şimdi her meydana çıkan O'nunla çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. Hani sen vardın? Yani sen O'nunla kaimsin. Fakat zavallı insan “Ben!” dedi, putuna tapındı. Ben putuna tapındı gitti. Kâinat da böyledir. Yani bir otla, bir çiçekle, bir insanla, bir kâinat Allah-u Teâlâ'nın yanında değişmez.
O Bâtın’dır. Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur ve gizlidir. O’ndan başka bir mevcut yok. Var olanlar vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor. “Ol!” buyuruyor, herşey oluveriyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir. O ise her şeyden her şeye yakındır.
“O her şeyi bilendir.” (Hadîd: 3)
O’nun bilmediği, bilemeyeceği hiçbir şey düşünülemez. O’nun ilmine göre gizli de âşikâr da birdir. Bilgisinde artma eksilme olmaz.
Göklerin ve Yerin Yaratılışı:
Kur’an-ı kerim’de göklerin ve yerin yaratılması ile ilgili pek çok Âyet-i kerime’ler mevcuttur.
Göklerin ve yerin yaratılmasının mânâsı, bu muazzam kâinatın ve mahlûkatın yoktan var edilişi demektir.
Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.
Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, "Ol!" demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, olgunlaştıra olgunlaştıra yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu yoğun ve geniş yerleri bir anda da yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hadîd: 4) (Bakınız; A’raf: 54 - Yunus: 3 - Hud: 7 - Furkan: 59 - Secde: 4 - Kaf: 38)
Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan bütün yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına şâhid olamazdı. Diriden ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile doğmazdı. Atalarımız yaratılırsa biz olmazdık, biz olursak onlar olmazdı veya hepimiz olur ata evlât olmazdık. Şu halde birçok yaratılışları da içine alan dereceleme ile yaratmada Allah-u Teâlâ'nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.
Günlerden maksat, yirmidört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak O'nun bildiği merhaleler ve devrelerdir.
Çünkü gün, güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çıkan bir durumdur. Gökler yaratılmadan önce ise gündüz ve gece yoktu.
Arş-ı Rahman:
Allah-u Teâlâ’nın gökleri ve yeri altı günde yarattığını beyan eden Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Sonra Arş’ı istivâ etti.” (Hadîd: 4 - A’raf: 54 - Yunus: 3 - Ra’d: 2 - Secde: 4)
Arş'ın tahsisi mahlûkatın en büyüğü olmasındandır. Kâinat Arş ile son bulmakta ve Allah-u Teâlâ mekândan münezzeh olarak O'nun da ötesinde ve aslında her yerde bulunmaktadır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Rahman Arş'ı istivâ etti." (Tâhâ: 5)
Bu istivâ; keyfiyetsiz, teşbihsiz, temsilsiz bir istivâdır. Kâinat yaratıldıktan sonra Allah-u Teâlâ onu yönetmekte ve onunla ilgili bütün düzenlemeleri yapmaktadır.
Arş, diğer cisimleri kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden dolayı veya hükümdarın tahtına benzetildiğinden dolayı bu isim verilmiştir.
Kur'an-ı kerim'de Arş'ın Allah-u Teâlâ'ya nisbet edildiği onsekiz kadar Âyet-i kerime mevcuttur ve yedi gökten ayrı bir âlem olarak ele alınmıştır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"De ki: Yedi göklerin Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?" (Müminun: 86)
Kimdir tertemiz meleklerin taşıdığı yüce Arş'ı yaratan?
Allah-u Teâlâ Arş'ı ihtiyaç için değil, azametini ve kudretini göstermek için yaratmıştır.
"Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir." (Zuhruf: 82) (Bakınız. Enbiyâ: 22)
Çünkü böyle bir Rububiyet, bütün yaratılmışların tesbihini gerektirir.
Bazı Âyet-i kerime'lerde Arş'ın büyük, değerli ve şerefli oluşundan bahsedilmektedir:
"O, çok bağışlayan, çok sevendir, şerefli Arş'ın sahibidir." (Bürûc: 14-15)
Arş ve diğer yaratıklar üzerindeki hakimiyet O'na aittir.
Arş-ı âzam, Allah-u Teâlâ'nın yarattığı cisimlerin en büyüğüdür. Kürsî'yi de kaplamıştır.
Bir kısım melekler de Arş-ı âzam'ın çevresini sarmış olup tavaf ederler, Allah-u Teâlâ'yı övgü ve tesbih ile anarlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Melekleri görürsün ki Rabblerini hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır." (Zümer: 75)
Allah-u Teâlâ'yı lâyık olmadık sıfatlardan tenzih ve meth-ü senâ ile meşgul olurlar.
•
Allah-u Teâlâ’nın “Arş’ı istivâ etmesi” hususuna gelince;
“İstivâ etti” demek “Oturdu”, “Hükmetti” demektir. “Arş-ı Rahman”dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam ediyor.
Yerden göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O'nun hüküm ve idaresinin altında, andan âna, halden hâle, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yokoluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
Bu Âyet-i kerime, olduğu gibi Vahdet-i vücud'u tarif ettiği gibi, bütün yaratıklarını nereden ve nasıl yönettiğini bildiriyor.
____________________________________________________________________________________
HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Yaratan Bilmez Olur mu Hiç?
Sınırsız İlim:
En gizli halleri bilmek Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Her şeyin içyüzünü bilen ve her şeyden haberdar olan O'dur.
Öyle haberdardır ki:
"O yere gireni de, yerden çıkanı da, gökten ineni de, göğe yükseleni de bilir." (Hadid: 4)
Bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ'nın sınırsız ilmini, her şeyi en ince teferruatıyla bildiğini ortaya koymaktadır.
"Yere giren";
Yeryüzünün her bölgesine, yerin derinliklerine doğru inen yağmur tanesi, yağmurun her damlası; saçılan tohum, toprağın sakladığı bitki; rahimlere akıtılan nutfe; toprağa gömülen cesetler...
Neler yağıyor? Neler ekiliyor? Neler gömülüyor? Neler saklanıyor?
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru her şey Allah'ın ilmindedir." (En'am: 59)
"Yere giren" ifadesi aynı zamanda sâlikin kalbine vârid olan Mârifetullah'a işaret etmektedir.
"Yerden çıkan";
Yere saçılan tohumlardan hasıl olan bitkiler, sayıları, şekil ve keyfiyetleri; yerin diplerinden gelen su, fışkıran kaynaklar; alevlenip püsküren volkanlar...
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Şimdi bana ekmekte olduğunuz tohum işini haber verin! Onu yerden siz mi bitiriyorsunuz, yoksa biz mi?" (Vâkıa: 63-64)
"Yerden çıkan" ifadesi, kalbî mükâşefeye işarettir.
"Gökten inen";
Yağmurlar ve kar... Rızıklar ve bereket... Yıldırımlar ve şimşek... Melekler... Emir ve nehiyler... Yeryüzüne neler neler iniyor.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"İçmekte olduğunuz suyu da haber verin bana! Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa biz miyiz?" (Vâkıa: 68-69)
"Gökten inen" tabiri, esmâ ve sıfat-ı ilâhiyeden gönüle doğan ledün ilmine işarettir.
"Göğe yükselen";
Buharlar... Ruhlar... Melekler... Samimi duâlar, salih âmeller...
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Güzel söz O'na yükselir, onu da salih âmel yükseltir." (Fatır: 10)
"Göğe yükselen" kelimesi de Kelime-i tevhid'e işaret etmektedir.
"Yerde ve gökte eğer Allah'tan başka ilâh bulunmuş olsaydı, ikisi de bozulup giderdi." (Enbiya: 22)
Âyet-i kerime'sinden anlaşılacağı gibi, varlıklar ister yıldızlar gibi yüksekte, ister hayvanlar ve bitkiler gibi yeryüzünde bulunsun, binlerce seneden beri değişmez ve sarsılmaz bir kaide ve hikmet üzere devam edegelmesi, Cenâb-ı Hakk'tan başka bir ilâh bulunmadığına kati surette delâlet eder.
Murakaba-i Maiyyet:
Allah-u Teâlâ her yerde hazır ve kişinin her haline nâzırdır.
"Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir." (Hadid: 4)
Allah-u Teâlâ'nın içinde olduğunu bilen, nereye gitse O'nunladır. Allah-u Teâlâ içinde, o kişiyi O yürütüyor. Ona O gösteriyor, ona O bildiriyor. O ise bir ten elbisesinden ibaret oluyor. Yani sen O'nunla değilsin, O seninle. Sen O'nunla görüyorsun, O'nunla söylüyorsun, O'nunla tutuyorsun, O'nunla yürüyorsun, amma farkında değilsin. Gafletin ve cehâletin sebebiyle, O'nu içinde göremediğin için, O'nunla olduğunu da bilmiyorsun. İçindeki, varlığını senden çektiği zaman oluyorsun bir leş. Hadi bunları yap! Şimdi öğrendin mi O'nunla olduğunu?
Bu Âyet-i kerime “Maiyyet” murakabasına işaret etmektedir. Sâlik bu murakabada ikinci kapıdan içeriye alınır. “Ehadiyet” murakabasında marifet çiçekleriydi, burada marifet fidanları olur. Allah-u Teâlâ’nın her yerde varlığını, kendisinin her an kontrol altında bulundurulduğunu hissetmeye başlar.
“Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Hadid: 4)
Denizin dibinde konuşuyorsun, telsizle üstteki duyuyor. Havada konuşuyorsun yine öyle. Hiçbir ses, hiçbir kelime, hiçbir iyi ve kötü iş asla kaybolmuyor, bir taraftan zapta geçiyor.
Yaratıcı ve Yönetici:
Allah-u Teâlâ mülkünün hem yaratıcısı, hem de yöneticisidir, dilediği gibi tasarruf eder.
“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur.” (Hadid-5 ve 2 - Zümer: 44) (Bakınız. Bürûc: 9)
Bütün hepsi de şerik ve nezirden münezzeh olan Allah-u Teâlâ’nın hâkimiyetinde bulunmaktadır.
“Bütün işler ancak Allah’a döndürülür.” (Hadid: 5 - Âl-i imran: 109)
Çünkü ilk ve son O’dur, mutlak tasarruf sahibi de O’dur. Dönüş, kıyamet gününde O’nadır. Yarattıkları arasında dilediği gibi hüküm verecek, herkes yaptığının karşılığını görecektir.
Gece ve Gündüz:
Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.
“Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar.” (Hadid: 6) (Bakınız. Hacc: 61 - Fâtır: 13 - Lokman: 29)
Günün aydınlığı yavaş yavaş azalmaya başladığında, gecenin karanlığı artmaya başlar, sonunda da tamamen karanlık bastırır. Gecenin sonuna doğru ise, ufukta önce hafif bir aydınlık meydana gelir, ortalık yavaş yavaş aydınlanmaya başlar.
Bu durum zamanın akışını, ömürlerin geçişini gösterdiği gibi; bütün değişikliklerin O’nun hükmüyle cereyan ettiğini de ispat etmektedir.
“Ve O, göğüslerin özünü bilendir.” (Hadid: 6)
En gizli fikirleri, niyetleri, her türlü duyguları O bilir.
Allah’a ve Resul’üne iman:
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmeyi imanın iki rüknünden biri yapmış, “Lâilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirmiş, ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını belirtmiştir.
Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’ine ve Resul-i Ekrem (s.a.v)’ine en mükemmel şekilde iman etmeyi ve bu iman üzerinde devam edip sabit kalmayı emir buyurmaktadır:
“Allah’a ve Peygamber’ine iman edin.” (Hadid: 7)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile müslümanları Allah’a ve Resul’üne gönülden iman etmeye, hakiki imanı kalplerine yerleştirmeye çağırmaktadır.
Sarf İçin Yetki:
Mülkün asıl sahibi olan Allah-u Teâlâ, insanları yeryüzüne halife tayin etmiş ve onlara nimetlerini lütfetmiştir. Mal ve mülkün nesilden nesile kuşaktan kuşağa miras yolu ile geçtiği, herkesin bunlara vekil olarak bir süre sahip olduğu malumdur. Öyleyse mülk sahibinin, kendilerine verdiği şeylerden bir kısmını infak etmesi gerekmektedir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Sizden önce geçenlerin ardından Allah'ın size infak için yetki verdiği şeylerden sarfedin." (Hadid: 7)
İnfak edenler kendiliklerinden infak etmiyorlar, tasarrufları hususunda Allah-u Teâlâ'nın yeryüzünde halife kıldığı şeylerden infak ediyorlar. Onlar gerçekte O'nundur, çünkü onları O yaratmıştır. Hakimiyet O'nun olduğu gibi, mülkiyet de O'nundur.
Bu Âyet-i kerime kişinin mal ve mülküne daha sonra başkalarının halef olacağına işaret etmektedir. O elindekilerine nasıl başkalarından miras olarak sahip olduysa, başkaları da kendisinden miras olarak alacaklardır.
Şu kadar var ki sağlık hayatında Allah yolunda O'nun rızâsı mucibince sarfiyatta bulunursa, ahiret hayatında mükâfatını bulur. Eğer böyle yapmazsa, malının hakkını vermezse cezasını bulacağı şüphesizdir.
Vârisleri de o malı Yaratan'a itaat yolunda kullanırlarsa hem ölen hem kalan için iyiliğe vesiledir. Yaratan'a isyan yolunda kullanırlarsa, o da onların bu isyanlarını desteklemiş, günah yüklenmeleri hususunda vârislerine yardımcı olmuş olur.
“İçinizden iman edip de infak eden kimselere büyük mükâfat vardır.” (Hadid: 7)
İlâhî emre uydukları için Allah-u Teâlâ’nın vaadine ereceklerdir. Bu mükâfat hem dünyaya hem de ahirete şâmildir.
Âyet-i kerime’de bir müslümanın cihad için malını sarfetmesi, imanın bir gereği, ihlâsının alâmeti olarak gösterilmiştir.
Peygamber Dâveti:
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin dâvetine uymayıp Zât-ı kibriyâ'sına iman etmeyenleri kınamakta ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber sizi Rabbinize iman etmeye çağırdığı halde ne diye Allah'a iman etmiyorsunuz?" (Hadid: 8)
Halbuki o sizin aranızda bulunmakta ve doğrudan doğruya ilâhî vahyi beyan etmektedir. İslâm'ın gerçek bir din olduğuna dair delil ve belgeleri açık açık ortaya koyuyor, sizi en kuvvetli hüccetlerle irşad etmeye çalışıyor, dünya saâdetine ahiret saâdetine ermenizi istiyor.
Hâl böyle iken niçin iman etmiyorsunuz?
"Oysa O, sizden kesin söz almıştı. Eğer mümin iseniz!" (Hadid: 8)
Allah-u Teâlâ âlem-i ervahta kullarından ahd ve misak almıştı. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sualine "Evet, sen bizim Rabbimizsin!" diye itirafta bulunmuş, kesin söz vermiştiniz.
Daha ne duruyorsunuz? Verdiğiniz sözü gerçekleştirmek için ne diye iman etmiyorsunuz?
Allah-u Teâlâ iman etmeyenleri tevbih ettikten sonra, iman edenleri küfür karanlığından iman aydınlığına çıkaracağını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur." (Hadid: 9)
Şu halde size düşen o apaçık âyetlere sımsıkı sarılarak yola koyulmak ve o yolda sebat etmektir.
“Doğrusu Allah size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Hadid: 9)
Zira doğru yolu bulmanız için size iman kabiliyeti vermiş, kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiş, sizi imana dâvet etmiştir.
Gerçek Vâris:
Allah-u Teâlâ müminlerin kurtuluşa ererek cennet-i âlâ'ya girmelerini sağlayacak olan sadaka ve infaka riayet etmeyen ümmetin halini hayret ifadesi ile şöyle ferman buyurmaktadır:
"Ey müminler! Size ne oluyor ki, Allah yolunda infakta bulunmuyor, mallarınızı sarfetmiyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası zaten Allah'ındır." (Hadid: 10)
Servet sahiplerinin Allah yolunda infak hususunda gevşek davranmaları cidden üzüntü vericidir.
Mülkün gerçek sahibi Allah-u Teâlâ'dır, mal ve mülk O'nundur. İnsanlar O'nun mülkünde O'nun verdiği güç ve kudretle, akıl ve idrakle hayatlarını idame ettirmektedirler. Binaenaleyh O'nun yolunda infakta bulunmaları gerekir. Uğrunda infak edilen zat, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'tır.
Âyet-i kerime'de:
"Onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin." buyurulmaktadır. (Nur: 33)
O'na inanan ve tevekkül eden kimse infak eder, mali sıkıntıya düşme korkusu ile Allah yolunda sarfetmekten kaçınmaz. Bilir ki o sarfettiğini Allah-u Teâlâ tekrar yerine koyacaktır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine daha iyisini verir." (Sebe: 39)
Nice kimseler helâl-haram demeden birçok servet yığmışlardır, sonra da onları mirasçılarına terkederek gitmişlerdir. Onlar da onu har vurup harman savurmuşlardır.
Nice müminler de vardır ki kazanç sağlarken helâli gözetmiş, haramdan sakınmış, zekâtını vermiş, Allah yolunda sarfetmiştir. Ahirete göç ederken de evlât ve ıyalini Allah-u Teâlâ'ya emanet ederek ardında bırakmıştır.
"Babaları salih bir kimse idi." (Kehf: 82)
Âyet-i kerimesi mucibince çok geçmeden Allah-u Teâlâ geride kalanlara mal ve itibar bahşetmiştir.
____________________________________________________________________________________
HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Cennette Dereceler
İnfak:
Allah-u Teâlâ infak etmeyenleri kınadıktan sonra Mekke’nin fethinden önce infak etmenin, fetihten sonra yapılacak infaktan hayırlı olduğunu şöyle beyan buyuruyor:
“İçinizden fetihten önce infak edenler ve savaşan kimseler, daha sonra infak eden ve savaşanlarla bir değildir.” (Hadid: 10)
Elbette öncekilerin dereceleri daha yüksektir. Çünkü Fetih’ten önce müslümanlar büyük bir darlık içinde idiler, sayıları azdı. Fetihten önceki infak ve cihatta daha büyük fedakârlık bulunduğu için mükâfat da pek fazladır. Fetih’ten sonra Allah-u Teâlâ İslâm’ı güçlendirdi, insanlar bölük bölük İslâm’a girdiler.
“Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha üstündür.” (Hadid: 10)
Her iki kısım da mükâfatı haketmiştir ve fakat birinin mertebesi diğerinden üstündür. Çünkü onlar en nazik durumlarda Allah yolunda canlarını bile tehlikeye attılar, mallarını çekinmeden sarfettiler.
“Allah hepsine de en güzel olanı (cenneti) vâdetmiştir.” (Hadid: 10)
Her ne kadar dereceleri farklı bile olsa, hepsi de en güzel olanı seçmişlerdir. Farklılığa rağmen hepsine de güzel mükâfat verilecektir.
“Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Hadid: 10)
Açığını da gizlisini de bilir ve ona göre size karşılığını verir.
Karz-ı Hasen:
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak vasıflandırmaktadır:
“Kim Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat kat artırır.” (Hadid: 11)
“Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.
İnfakın Karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli verilmesi, riyâ karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi, verilirken başa kakılmaması şarttır.
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun karşılığını kat kat iâde edeceğini vadetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine saâdet ve selâmet verir. Ahirette ise mükâfat olarak birçok sevaplar ihsan buyurur, ecrini kat kat artırır.
“Ayrıca ona cömertçe verilecek bir mükâfat da vardır.” (Hadid: 11)
Allah-u Teâlâ’nın cömertçe vereceği mükâfatın büyüklüğü bizim tasavvurumuzun haricindedir. Bu gibi kimseler cennetlere ve ilâhi tecellilere ereceklerdir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu Âyet-i kerime nâzil olunca Ensar’dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh- “Yâ Resulellah! Allah gerçekten bizden borç mu istiyor?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca “Yâ Resulellah! Elini bana göster.” dedi ve Resulullah Aleyhisselâm’ın elinden tutarak “Bahçemi Rabbime borç olarak veriyorum.” buyurdu.
Bahçesinde altıyüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, âile fertleri de orada kalıyorlardı. Yanlarına gelerek “Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabbime borç verdim.” dedi. Âilesi ise sevincini belirterek “Çok kârlı bir alış-veriş yapmışsın!” cevabını verdi ve vakit kaybetmeden başka bir yere taşındı.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için sarkıtmış bulunuyor.” (İbn-i Kesir)
Müminlerin Nuru:
Müminlere ahirette amellerine göre nur verilecek, yüzleri de gece karanlığındaki ayın parlaklığı gibi parlayacaktır. Bu nur dünyada kazanılır, dünyadan ahirete intikal eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde itaatkâr müminlerden ve nurlarından haber vererek şöyle buyurmuştur:
“O günde erkek müminlerle kadın müminleri önlerinden ve sağlarından nurlarını koşarken görürsün.” (Hadid: 12)
Bu nur sadece müminlere mahsustur. Kâfirler dünyada iken nasıl ki karanlıklar içinde yaşamışlarsa, orada da karanlıklar içinde kalacaklardır.
Müminler mahşer meydanından cennete doğru giderlerken, sırat üzerinden geçerlerken, nurları da onlarla beraber koşacaktır.
Onlara şöyle denilir:
“Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler sizindir.” (Hadid: 12)
Cennetle müjdelenen bir insan için artık hiçbir endişe kalmaz. Bu ne büyük bir saâdettir.
“İşte büyük kurtuluş budur!” (Hadid: 12)
Cennete girmekten daha büyük kurtuluş olabilir mi?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece namazlarının sonunda yaptığı duâlarının bir bölümünde şöyle münacaatta bulunurlardı:
“Ey Allah’ım! Kalbime bir nur ver, kabrime bir nur ver, önüme bir nur arkama bir nur ver, üstüme bir nur altıma bir nur ver, kulağıma bir nur gözüme bir nur ver, saçıma bir nur ver, derime bir nur ver, etime bir nur kanıma bir nur ver, beynime bir nur kemiklerime bir nur ver!
Ey Allah’ım! Nûrumu büyült, bana bir nur ver, benim için bir nur yarat!” (Tirmizi)
Münafıkların Nursuzluğu:
Allah-u Teâlâ kıyamet günü müminlerin durumunu açıkladıktan sonra, münâfıkların durumunu açıklayarak şöyle buyurdu:
“O gün ki, erkek münâfıklarla kadın münâfıklar, iman edenlere: ‘Bize bakınız, nurunuzdan alalım!’ diyeceklerdir.” (Hadid: 13)
Müminler nurlar içinde muradlarına ererken, münâfıklar karanlıklar içinde kalacaklardır.
Müminlerden merhamet isteğinde bulunmalarının hiçbir faydasını göremeyecekler, hasretler ve pişmanlıklar içinde terkedileceklerdir. Çünkü onlar bu merhamete lâyık değillerdir. Onlar karanlık dünyaların adamıdırlar.
“Onlara: ‘Dönün ardınıza da bir nur arayın!’ denilir.” (Hadid: 13)
Siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeye sebep arardınız. Şimdi dönebilirseniz dönün dünyaya da bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak yoktur.
Müminler onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk’a dâvet edip, dalâletten kurtarmak istedikleri halde; onlar müminlerin inançlarıyla, ibadetleriyle hep alay etmişler, alaya eğlenceye almışlardı, şimdi ise alay etme sırası müminlere geldi.
“Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapalı bir sur çekilir.” (Hadid: 13)
Kıyamet gününde müminlerle münâfıkların arasını ayırmak için bir sur konulur. Müminler oraya varınca kapısından girerler, kapı kapanır ve münâfıklar surun arkasında karanlık ve azap içinde kalırlar. Öyle ki onlar kapının öte tarafına aslâ geçemezler. Kapının içi cennet tarafına baktığı için rahmettir, dışı ise cehennem tarafına baktığından dolayı azaptır.
“Münâfıklar müminlere: ‘Biz sizinle beraber değil miydik?’ diye seslenirler.” (Hadid: 14)
Biz de kelime-i şehadet getirmemiş miydik? Sizin gibi camiye gitmiyor muyduk, namaz kılmıyor muyduk, oruç tutmuyor muyduk? O halde aramızdaki bu fark nereden geliyor?
“Müminler de derler ki: ‘Evet amma, siz kendinizi aldattınız.’” (Hadid: 14)
Müslüman gibi göründüğünüz halde münafıklık yaptınız. İslâm ile küfür arasında bocalayıp durdunuz. Gerçekten iman etmediniz, İslâm’a hiçbir zaman gönülden bağlanmadınız. Nurdan tiksindiniz, zulmeti tercih ettiniz. Sonunda da sapıklıkta kaldınız. Kendi elinizle kendinizi ateşe attınız, helâk oldunuz.
“Bize pusu kurdunuz.” (Hadid: 14)
“Biz de müslümanız.” diyerek bu perde altında icraatınızı yaptınız. Hep müminlerin zararını istediniz durdunuz.
“Şüpheye düştünüz.” (Hadid: 14)
Allah-u Teâlâ’nın dilediği şekilde bir türlü inanamadınız, ilâhi hükümleri hep hafife aldınız, kendi arzu ve heveslerinize göre hareket ettiniz. Bunun içindir ki hiçbir zaman müminlerle beraber olmadınız.
“Kuruntu sizi aldattı.” (Hadid: 14)
Bu münafıklık sayesinde kârlı çıkacağınızı, isteklerinize ereceğinizi zannettiniz.
“O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip çattı.’” (Hadid: 14)
“Allah Ğafur’dur, Rahim’dir. diyerek, şeytanın iğvâsına kapıldınız ve bu sapıklığınız bir ömür boyu sürdü, bu halde iken de ölüm size yetişti, tepetakla yuvarlandınız, cehennemin dibini buldunuz.
“Bugün artık sizden de inkâr edenlerden de fidye kabul edilmez.” (Hadid: 15)
Sizin gibi gizlice değil, açıkça inkâr edenler de cehennem odunu olacaklardır. Orada kâfirlerle beraber olacaksınız. Kurtuluşu hiçbir zaman ümit etmeyin. Kendinizi kurtarmak için ne kadar kurtuluş bedeli verecek olsanız kabul edilmez.
“Varacağınız yer ateştir!” (Hadid: 15)
Zorunlu olarak oraya varacaksınız ve hiç çıkmamak üzere oraya döküleceksiniz.
“O sizin yardımcınızdır.” (Hadid: 15)
Dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı dost ve yardımcı edinmediniz. Şimdi artık yardımcınız cehennemdir. İşte size lâyık olan en uygun cezâ!
“O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hadid: 15)
Küfür ve nifakın cezası işte böyle müebbettir.
İntibaha Dâvet:
Allah-u Teâlâ gaflet içinde yaşayan müminleri Âyet-i kerime’sinde uyanmaya dâvet ediyor. Zikrullah ile ve Kur’an-ı kerim ile kalplerinde Allah korkusunun tecelli etmesini tavsiye ediyor.
“İman edenlerin zikrullah için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi?” (Hadid: 16)
Müminlerin, kalplerini Allah’ın zikrine vermeleri ilâhi bir emirdir. Kalplerin Allah’tan gafil olma tehlikesinden korunması ancak zikrullah ile mümkündür. Zikrullah, kalplerin yumuşaması için bir sebeptir.
Allah-u Teâlâ’nın bu azarlamasında bir sevgi ve teşvik gizlidir. Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ kullarını tatlı bir korkutma ile uyarmaktadır.
“Ve O’ndan inen gerçek için.” (Hadid: 16)
Çünkü Kur’an-ı kerim hem bir zikir bir hatırlatma, hem de bir öğüttür. Gerçek bir müminin, onun emir ve yasaklarına riayet etmesi, ilâhi hükümlere göre hayatını düzenlemesi gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında müminlerin, kendilerinden önce Kitab’ı yüklenmiş bulunan yahudi ve hıristiyanlar gibi olmamalarını, onlara benzemelerini yasaklamaktadır:
“Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar.” (Hadid: 16)
Çünkü onlar aradan geçen uzun zamanda ellerinde bulunan Allah’ın Kitab’ını değiştirdiler ve onu az bir dünyalık karşılığında sattılar. Hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka rabler edindiler. Hak ve hakikatı bırakıp bâtıla yöneldiler, sıradan insanların peşlerine takıldılar.
“Onların üzerlerinden uzun zamanlar geçti ve kalpleri katılaştı.” (Hadid: 16)
Onlarla peygamberleri arasında zaman geçti, ardı arkası kesilmeyen arzular peşine düştüler. Kendilerine katılık ve duygusuzluk hâkim oldu. Tevrat ve İncil’i okuyup dinlediklerinde hâsıl olan haşyetullah kayboldu. Kalpleri taş gibi, hatta daha da katılaştı.
Artık onların kalpleri hiçbir öğüdü kabul etmez ve hiçbir tehdit sebebiyle de kalpleri yumuşamaz.
“Zaten onlardan birçoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.” (Hadid: 16)
Dinlerinin sınırını aşmış, kitaplarındaki ilâhî hükümleri terketmişlerdir.
•
Müminler Mekke döneminde daha gayretli ve daha bağlı idiler. Medine-i münevvere’ye hicret ettiklerinde bolluk ve rahata kavuştular. Bunun üzerine kalbî hassasiyetlerini biraz kaybettiler. Bunun üzerine bu Âyet-i kerime indi ve Allah-u Teâlâ tarafından azarlandılar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- der ki:
“Allah-u Teâlâ müminlerin kalplerinde bir ağırlık görerek Kur’an’ın inişinin onüçüncü senesine girerken bizi azarladı.”
Bu Âyet-i kerime Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in huzurunda okunmuştu. Yemame halkından bir grup da orada bulunuyordu, alabildiğine ağladılar.
Onlara bakıp şöyle buyurdu:
“Kalplerimiz katılaşıncaya kadar işte bizler de böyleydik.”
Kalplerin Canlanması:
Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir mucizedir ve bu mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.
“İyi bilin ki Allah ölümünden sonra yeryüzünü diriltiyor.” (Hadid: 17)
Çoraklaşıp kuruyan toprağı, yağmurla canlandırıyor.
Hiç şüphe yok ki kuru toprağı su ile dirilten Allah-u Teâlâ, mânevi hayattan mahrum kalan kimselerin ölü kalplerini de Zikrullah ve Kelâmullah vasıtası ile diriltiyor.
“Aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.” (Hadid: 17)
Zamanın uzaması ile kalp katılığına düşmemek için Zikrullah’a ve Kelâmullah’a sımsıkı sarılırsınız.
____________________________________________________________________________________
HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4
Ahirete Göre Dünya
Sadaka:
Allah-u Teâlâ sadaka veren erkek ve kadınların nâil olacakları sevapları Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunanlara, verdikleri kat kat artırılır.” (Hadid: 18)
Onlar Allah-u Teâlâ’nın rızasını gözeterek sırf onu elde etmek için samimi bir niyetle infakta bulunurlar, hiç kimseden de herhangi bir karşılık beklemezler.
Önceden kendileri için takdim ettikleri her şey, o gün yine kendilerine takdim edilecektir. Dünyada iken sakladıkları şeylerin en hayırlısı bunlardır.
Allah-u Teâlâ ihtiyaçtan münezzeh olduğu halde “Borç istemek” zâtına izafe edilmiştir. Bu sadece sadakayı teşvik içindir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir bayram günü cemaate vaaz ve nasihatte bulunmuş, daha sonra kadınların yanına giderek onlara da vaaz ve nasihatta bulunarak:
“Tasadduk ediniz! Zira çoğunuz cehennem odunu olacaksınız!” buyurdu.
Bunun üzerine kadınlardan kara yağız güzeli biri kalkarak:
“Niçin yâ Resulellah?” diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle cevap verdi:
“Çünkü sizler hâlinizden çok şikayet eder, kocalarınızın nimetine karşı küfranda bulunursunuz.”
Râvi der ki:
“Derken kadınlar kendi ziynetlerinden tasadduk etmeye başladılar. Bilâl’in elbisesi içine küpe ve yüzüklerini atıyorlardı.” (Müslim: 885)
Öyle ki büyük bir miktar toplandı. Resulullah Aleyhisselâm onları fakir müslümanlara dağıttı.
Bu Hadis-i şerif’te kadınların sadaka vermeye daha muhtaç olduklarına işaret vardır.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Hem onlara çömertçe verilecek bir mükâfat da vardır.” (Hadid: 18)
Ki o da hiç şüphesiz ki cennettir, cennetin nimetleridir.
İnananların Derecesi, Yalanlayanların Derekesi:
Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a gönülden iman eden kismeler, Allah katında “Sıddıklar” ve “Şehitler” derecesindedirler.
“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar Rabb’leri katında sıddıklar ve şehitlerdir.” (Hadid: 19)
Sıddıklar, Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı tasdik etmede ve bu tasdiklerinde sâdık kalmada en ileri gidenlerdir. Öyle ki sadâketlerini söz ve davranışları ile de ispat ederler.
Şehitler ise, Allah yolunda çekinmeden canlarını fedâ eden mücahidlerdir. Şehitlerin cennetlik oldukları müjdelenmiştir.
“Onların mükâfatları ve nurları vardır.” (Hadid: 19)
Mükâfat nurla beraber olduğu zaman tamam olur. Bu onlara düşen bir paydır ve dünyada iken kendilerine verilmiştir. Ahirete göçtükleri zaman ellerinde hazır bulurlar, önlerinde ve sağlarında koşar durur.
“Kâfir olup da, âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar da cehennem halkıdırlar.” (Hadid: 19)
Onlar inanma ve nurlanma saâdetinden mahrum oldukları için bu derekeye düşmüşlerdir. Kâfir oldukları için de hiç çıkmamak üzere cehennemde kalacaklardır.
Ahirete Göre Dünya:
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.
Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür.” (Hadid: 20)
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.
“Aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir.” (Hadid: 20)
Bu dünya hayatı, “Ben filânın oğluyum!.. Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve kibirlenmedir.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Dünyaya aldananlara, dünyanın kazandırdığı işte budur.
“Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.” (Hadid: 20)
Yağmur sonrası biten bitkiler, nasıl ki ekincilerin hoşlarına gidiyorsa; kâfirler de dünya hayıtını geçici güzelliklerinden o derece hoşlanırlar, gel-geç sevdalara oldukça düşkündürler.
“Ki, sonra kurur sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.” (Hadid: 20)
İşte dünya hayatı da böyledir. İnsan gençlik döneminde canlı olur, sonra orta yaşlılığa geçer, kuvvetten düşmeye başlar, daha sonra yaşlanır, hareketleri tamamen azalır, sararıp solar.
“İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.” (Hadid: 20)
Dünya hayatına düşkünlüğün neticesi acı bir azaptır. Ahireti dünyaya tercih edenler ise büyük bir mağfirete kavuşacaklar, bunun da üstünde Allah-u Teâlâ’nın rızâsına ereceklerdir. Bu öyle bir hoşnutluk ki, değeri hiçbir şeyle ölçülemez.
“Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid: 20)
Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.
Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de meyilleri ve gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.
İlâhî Dâvet:
Allah-u Teâlâ kullarını cennetlere kavuşmaları için çalışmaya teşvik etmektedir.
“Ey insanlar! Rabb’iniz tarafından bağışlanmaya; Allah’a ve peygamberlerine inananlar için hazırlanmış, genişliği yerle göğün genişliği kadar olan cennete koşun!” (Hadid: 21)
Bu beyan-ı ilâhî cennetin büyüklüğünü zihinlere yerleştirmek için verilen bir temsildir. Çünkü insanların gözünde yer ve gökten daha geniş bir şey olmadığından, Allah-u Teâlâ o büyüklüğü kullarına tarif etmek için yerle göğün genişliği ile teşbih buyurmuştur. Binaenaleyh yeri ve göğü yaratan Allah-u Teâlâ onların genişliğinde veya daha geniş cennetleri yaratmaya elbette kâdirdir.
Cennet ve cehennem hâlen mevcuttur. Bulundukları yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir. Cehennem kâfirler için hazırlandığı gibi, cennet de müminler için hazırlanmıştır.
Rum kralı Herakl’in elçisi “Sen genişliği yer ve gökler kadar olan bir cennete çağırıyorsun. O halde cehennem nerede?” diye Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sorduğunda şöyle buyurmuşlar:
“Sübhânellah!.. Gündüz olduğu zaman gece nerede olur?”
Cennet son derece büyüktür. Milyonlarca insanları ilelebed barındırıp, huzur ve sükuna, rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır.
Böylesine geniş ve ferah cennete ve mağfirete nail olmak; hiç şüphesiz ki Allah’a ve Peygamber’ine dosdoğru iman etmek, sevapları ve dereceleri elde etmeye vesile olan itaatları işlemek, haramları terketmekle olur.
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Hadid: 21)
Öyle bir ikram, öyle bir ihsandır ki; hiçbir kimse kendi gayreti ile hak kazanamaz. Bu karşılıksız lütuf olmadıkça hiçbir kimse aslâ cennete giremez.
“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadid: 21)
Büyük lütuf sahibi oluşu sebebiyledir ki, mümin kullarına bu ulvî makamları bahşedecektir.
Kaza ve Kader:
Kaza ve kadere inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, fayda ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsinin; Allah-u Teâlâ’nın takdiri ile, tertibiyle, dilemesi ve yaratması ile meydana geldiğine inanmak demektir.
Kader ve takdir; bir şeyi belirli bir ölçüye göre yapmak, plânlamak, tayin etmek demektir. Sınırlama, ölçü, miktar, emir ve hüküm mânâlarına da gelir.
İslâm dini’ne göre; Allah-u Teâlâ’nın ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeylerin yerini ve zamanını, en ince teferruatına varıncaya kadar her şeyi ezelî ilmi ile bilip takdir etmesine kader denir.
Allah-u Teâlâ’nın ezelde irade ve takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince Levh-i mahfuz’da yazıldığı şekilde meydana getirmesine de kaza denir.
Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlukat hakkındaki takdirini Âyet-i kerime’lerinde haber vermektedir:
“Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan evvel, bir Kitap’ta yazılmış olmasın.” (Hadid: 22)
Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ’nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.
Kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz’da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı silemezler.
“Şüphesiz ki bu Allah’a göre kolaydır.” (Hadid: 22)
Yarattığı mahlukatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O’na güç değildir.
Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket etmelidir. İbtilâlara karşı kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerekse tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası vardır.
Bu husus şöyle beyan buyurulmuştur:
“Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah’ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir.” (Hadid: 23)
Üzüntüden maksat ümitsizliğe düşüren üzüntüdür, sevinçten maksat da şımarıklığa ve taşkınlığa iten sevinçtir. Burada her ikisi de yerilmektedir.
Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak üzüntü duysalar da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kendilerini kaptırmazlar. Hepsinin Hakk’tan indiğini ve nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde de gönlünü Allah-u Teâlâ’nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam, olmayan bir iş için ‘Keşke olsaydı!’ dememden bana daha sevimli gelir.”
Her nimet ve musibetin kader neticesini bilen bir kimse, kaybettiğine fazla üzülmez, elde ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların pek yakında yok olmasını takdir edebilir. Elden çıkan düşünmekle geri gelmez, elde edilen de sevinmekle devam etmez.
“Allah kendisini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadid: 23)
Çünkü dünyadaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse bununla başkalarına karşı övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.
Kendini beğenip nefsine güvenen kimse Rabbine ihtiyaç hissetmez. Allah-u Teâlâ da onu kendi haline bırakır. Daha o zaman imtihanı kaybetmiş olur.
Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretlerine yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ’dan istemelidir.
Hayır ancak Allah-u Teâlâ’nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de ancak O bilir. Biz iyilikleri O’ndan isteyeceğiz. Her şey O’nun takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.
Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet ışıklar yanınca bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın başından, herkesi hayretler içinde bırakan bir çok hadiseler geçer. Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz. Olmadığına göre telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.
Kul bütün iyiliklerini Hakk’tan bilecek, kötülüklerini ise kendi nefsinden. Kula düşen budur.
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ’ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
Bir mühim husus da şudur ki; enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram hazeratının şefaatlarını temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ’dan niyaz etmek de O’na olan merbudiyete, O’nun takdirine teslimiyete mâni değildir.
Cimrilik:
Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzümsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyuruyor. (A’raf: 31) (Bakınız: En’am: 141)
İsraf kelimesi; aşırı derecede cimriliği ve aşırı derecede harcama yapmayı, yemede ve içmede helâl sınırından haram sınırına geçmeyi ihtiva etmektedir. Allah-u Teâlâ helâl ve haram kıldığı hususlarda haddi aşanları sevmez.
“Onlar cimrilik ederler, insanlara da cimriliği emrederler.” (Hadid: 24)
Kendi mallarından hiç kimseye yardımda bulunmadıkları gibi, başkalarına da bu hususta engel olurlar.
“Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah zengindir, hamda lâyıktır.” (Hadid: 24)
Kişilerin yüz çevirmeleri ile O’na zarar vermediği gibi, zarar onların kendilerine âittir, ihtiyaç da kendilerinindir.
Fayda ve zarar vermek sadece Allah-u Teâlâ’nın yed-i kudretindedir.
_________________________________________________________________________________
HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-5
ADALET
Peygamberler Ve Açık Deliller:
Allah-u Teâlâ kullarını en doğru yola yönlendirmeleri için zaman zaman peygamberler göndermiştir:
“Andolsun ki biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik.” (Hadîd: 25)
Her birini göz kamaştırıcı mucizelerle, mağlup edilemeyen kesin delillerle desteklemiş, beşeriyetin hakiki rehberleri yapmıştır. Hepsi de aynı yolun yolcularıdırlar.
“Ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik.” (Hadîd: 25)
Haysiyetli yaşamanın yolu adaletin ayakta tutulmasına bağlıdır.
Evde, sokakta, çarşıda, pazarda, mahkemede... kısacası her yerde, adalet söz ve hareketlerimizin temeli olmalıdır. Baba çocuklarına, âmir memuruna, muallim talebesine, esnaf müşterisine karşı adaletli davranmalı, kimse kimsenin hakkına tecavüz etmemelidir.
Adalet kelimesi Kur’an-ı kerim’de ve Hadis-i şerif’lerde; eşitlik, denklik, düzen, dürüstlük, tarafsızlık, gerçeğe uygun olarak hükmetme, hak sahibine hakkını verme, meydana gelen haksızlığı düzeltme, haksızlık yapanı cezalandırma, haksızlığa uğrayanların yanında olma, doğru yolu izleme, iyiliğe iyilikle karşılık verme, zarar vermeyene zarar vermeme, görevini yerine getirme ve hakkını alma, her işi ehline verme, borcunu verme, alacağını isteme... gibi mânâlarda kullanılmıştır.
Adalet fert ve toplum hayatında en önemli huzur ve emniyet kaynağıdır. Devletlerin ve hükümetlerin temel direğidir.
Allah-u Teâlâ’nın gerek peygamberlerini göndermesi, gerekse kitabı ve mizanı indirmesi, insanların adaleti ayakta tutması, adaletle ömür sürdürmeleri içindir.
Demirin Musahhar Kılınması:
Demir, Allah-u Teâlâ’nın insanlığın istifâdesine sunduğu nimetlerden birisidir.
“Biz demiri de indirdik. Onda çetin bir sertlik ve insanlar için faydalar vardır.” (Hadîd: 25)
Demirin indirilmesi, yaratılması mânâsında kullanılmıştır. Allah-u Teâlâ demiri bol bol yaratmış, varlığını haber vermiş, kullanılmasını öğretmiştir. İğneden ipliğe kadar hiç bir sanat yoktur ki, onda demirin hizmet ve katkısı bulunmasın. Bugünkü medeniyet demir üzerine kurulmuştur. Demirin insanlığa hizmeti, altından çok daha fazladır.
Demirde çetin bir sertliğin olması, onunla harp silâhları yapılmaktadır.
“Bu, Allah’ın, dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri meydana çıkarması içindir.” (Hadîd: 25)
Tâ ki İslâm bahadırları, o demirden yapılmış silâhlarla Allah’ın dinini yüceltmek için cihad etsinler. Böylece kimin Allah’ın dinine ve peygamberlerine yardım edeceği bilinmiş olsun.
“Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir.” (Hadîd: 25)
Hiç kimsenin yandımına muhtaç değildir. Yok etmek istediğini yok edecek güce ve azamete sahiptir.
Doğru Yolda Olanlar, Doğru Yoldan Çıkanlar:
İbrahim Aleyhisselâm’dan sonra gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı hep onun soyundan gelmiştir. Şu kadar var ki peygamber torunu olmak veya o soydan gelmek, ancak iman ve amel-i sâlih ile birleşince bir mânâ taşır. Bunun içindir ki, İbrahim Aleyhisselâm’ın ve dolayısıyle oğulları İsmail Aleyhisselâm ve İshak Aleyhisselâm’ın soyundan gelenin içlerinde mümin olanlar bulunmakla beraber, kendilerine yazık eden sapıklar da olmuştur.
“Andolsun ki Nuh’u ve İbrahim’i biz gönderdik. Peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik.
Soylarından gelenlerin kimi doğru yoldadır, içlerinden bir çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadîd: 26)
Kendilerine kitap verilen peygamberlerin hepsi Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.
Bu iki büyük peygamberin soyundan bazı sâlih kişiler gelmekle beraber, soylarının çoğu kendi kabiliyetlerini suistimal ederek sapıklığa düşmüşlerdir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kendisine ve İshak’a da bereketler verdik.
Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendisine açıktan açığa zulmedenler de olacak.” (Saffat:113)
Herkes kendi amelinden mesuldür, fâsık kimsenin mesuliyeti kendisine âittir. Babası buna sebebiyet vermemişse, bundan mesul olmaz. Ancak sâlih evlâda sahip olmak için elden geldiği kadar çalışmalı ve bunun için Allah-u Teâlâ’ya niyaz etmelidir.
İsa Aleyhisselâm’ın Dâveti:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın gönderildiklerini, onların zürriyetlerinin de nübüvvete nâil olduklarını, daha sonra da diğer peygamberlerin ve İsa Aleyhisselâm’ın gönderilmiş olduklarını beyan buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği ve Kitab’ı da onların soyuna verdik.” (Hadîd: 26)
Kendilerine kitap verilen peygamberlerin hepsi Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.
“Onlardan kimi doğru yoldadır, içlerinden bir çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadîd: 26)
Bu iki büyük peygamberin soyundan bazı sâlih kişiler gelmekle beraber, soylarının çoğu kendi kabiliyetlerini suistimal ederek sapıklığa düşmüşlerdir.
Her asırda Hakk dine uyanlar, hidayet yolunu kabul edenler azınlıkta kalmış; bâtıla uyanlar, dalâleti seçenler ise çoğunluk olmuştur.
“Sonra onların izleri üzerinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik.” (Hadîd: 27)
Musa Aleyhisselâm’dan sonraki İsrâiloğulları peygamberleri de bunlara dahildir.
“Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik ve ona İncil’i verdik.” (Hadîd: 27)
Allah-u Teâlâ ona, içinde Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine dair müjde bulunan İncil’i indirmiştir.
“Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk.” (Hadîd: 27)
İsa Aleyhisselâm çok yumuşak kalpli ve merhametli olduğu için, onu takip edenler de aynı şekilde mahlûkata karşı yumuşak ve merhametli davranıyorlardı. Birbirlerini sevmeleri dolayısıyle, bu onlara Allah-u Teâlâ tarafından bir övgüdür.
“Türettikleri ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Ancak Allah’ın rızâsını kazanmak için kendileri türettiler, amma buna da gereği gibi riâyet etmediler.” (Hadîd: 27)
Allah-u Teâlâ’nın dininde O’nun emretmediği ruhbanlığı ortaya attılar ve ona göre yaşamaya kendilerini zorladılar. Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak uğruna nefislerine vacip kıldıkları şeyin hakkını da veremediler, hiç birisi verdikleri sözün icabına uymadılar, böylece dalâlete düştüler.
“Biz de onlardan iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik.” (Hadîd: 27)
İsa Aleyhisselâm’ın haber verdiği Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini tasdik eden sâlih kimseleri kat kat sevaplara kavuşturduk.
“İçlerinden çoğu da yoldan çıkmış fâsıktırlar.” (Hadîd: 27)
Hıristiyanlardan çoğu da itaat sınırından çıkmışlar, son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini inkâr etmişlerdir.
“Onların izleri üzerine arkalarından Meryem oğlu İsa’yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik.” (Mâide: 46)
Aslında İncil, daha önce gelmiş bulunan Tevrat’ı tasdik edici olarak gelmiş ve bazı küçük değişikliklerin dışında kalan hususlarda Tevrat’ın getirdiği ahkâma dayanmıştır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ve ona, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önündeki Tevrat’ı tasdik eden İncil’i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik.” (Mâide: 46)
İncil Tevrat’ı doğrulayıcıdır, onunla çelişen bir kitap olarak indirilmemiştir. Allah-u Teâlâ İncil’i yol gösterici, nurlandırıcı ve öğüt olarak göndermiştir.
Fakat yahudiler inanmadılar, bu dâveti kabul etmediler. İsa Aleyhisselâm’ın karşısında, aslından çıkardıkları Tevrat’ı savunmaya kalktılar.
İsrailoğulları İsa Aleyhisselâm’ı müşkül durumda bırakmak için, peygamber olduğuna dair mucize istediler. Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’ın risalet ve nübüvvetini tasdik ve teyid etmek için ona parlak ve üstün mucizeler ihsan buyurmuştur.
İmanın İki Rüknü:
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem’i olan Muhammed Aleyhisselâm’a imanı, Tevhid’in iki rüknundan biri yapmıştır. Adını adı ile beraber almış, onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tutmuştur. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirmiş; ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını, iman etmemiş olacağını belirtmiştir. Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez.
Nitekim diğer din sahipleri de Allah’a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmedikleri için küfürda kalmış oluyorlar.
“Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince iman etmiş olur.
“Ey inananlar! Allah’tan korkun ve Peygamber’ine inanın ki; size rahmetini iki kat versin.” (Hadîd: 28)
Birisi önceki peygamberlere imanın mükâfâtı, birisi de Muhammed Aleyhisselâm’a imanın mükâfâtıdır.
“Işığında yürüyeceğiniz bir nur ihsan etsin.” (Hadîd: 28)
Hak ile bâtılı ayıracak, basiret sahibi yapacak, körlükten ve cehaletten kurtaracak bir hidayet versin.
Bu nur ledünnî bir lütuftur, cennet-i âlâ’ya varıncaya kadar müminlerin üzerinde yürüdükleri aydınlık yoldur.
Ahiretteki nur ise 12. Âyet-i kerime’de belirtilen nurdur. O gün mümin erkeklerle mümin kadınların nurları önlerinde ve arkalarında koşacaktır.
“Ve sizi bağışlasın.” (Hadîd: 28)
Önceden işlediğiniz günahlarınızı ve inkânlarınızı affetsin ve rahmetiyle gizlesin.
“Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Hadîd: 28)
Allah-u Teâlâ merhametlilerin en merhametlisidir. O aslâ kullarına zulmetmez, lütuf rahmetine dâvet eder. Ancak küfründe kalanlar, kendisi kendisinin hükmünü vermiş, kendi kendisine zulmetmiş olur.
Lütuf Allah’ın Elindedir:
Kitap ehlinden olan yahudiler Allah-u Teâlâ’nın lütfunun Musa Aleyhisselâm’a has olduğunu, ona verilenlerin benzerinin başkasına verilmediği görüşündedirler. Yine ilâhî lütfun kavim olarak sadece kendilerini kuşattığını ve kendilerinin bir benzerinin hiçbir ümmete verilmediğini sanarlar.
Kitap ehlinden olan hıristiyanlar da Allah-u Teâlâ’nın lütfunun İsa Aleyhisselâm’a münhasır olduğunu, ona verilenin benzerinin Muhammed Aleyhisselâm’a verilmediğini, yine kavim olarak ilâhî lütfun kendilerinden başka hiç bir ümmete verilmediğini düşünürler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde lütuf ve keremin kudret elinde olduğunu, onu dilediği kuluna vereceğini beyan buyurmaktadır:
“Böylece kitap ehli bilsin ki, Allah’ın lütfundan hiç bir şey elde edemezler.” (Hadîd: 29)
Müslüman olmayan ehl-i kitap çok iyi bilsin ki, belirtilen bu lütuflardan hiçbirini elde edemezler, etmeleri de mümkün değildir. Çünkü bu lütuflara ermek için Muhammed Aleyhisselâm’a inanmaları şarttır.
“Lütuf ancak Allah’ın elindedir.” (Hadîd: 29)
O azamet sahibi olduğu için, onun lütufları da büyüktür.
“Onu ancak dilediği kimselere verir.” (Hadîd: 29)
Dilediğine dilediğini verme hakkına sahiptir. Dilediği olur, dilemediği olmaz.
“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadîd: 29)
Hiç kimse O’nun kadrini hakkıyla takdir edemez.
•
Ebu Musa el-Eş’arî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanların, yahudilerin ve hıristiyanların misali, bir takım insanları ücretle çalıştıran bir adamın misali gibidir. O adam bir takım gündelikçi tuttu, onlar yarı güne kadar çalıştıktan sonra;
‘Biz işi bırakıyoruz, ücret de istemeyiz.’ dediler.
İşveren onlara;
‘Gününüzü tamamlayın, ücretinizi alın’ diye ısrar etmişse de bırakıp gittiler. O da başka işçiler tuttu.
Onlara;
‘Kalan yarım günü çalışın, eskilere vereceğim tam gündeliği size vereceğim.’ dedi.
İkinciler ikindiye kadar çalıştılar, sonra onlar da işi terk ettiler.
“Biz iş yapmayacağız, ücret de istemeyiz.’ dediler.
İş sahibi;
‘Az vakit kaldı, çalışınız ücretinizi alınız.’ demişse de dinlemediler. Adam başka işçiler tutarak;
‘Günün kalanını çalışın, eskilerin ücretini de siz alın.’ dedi.
Onlar güneş batıncaya kadar çalışıp tam yevmiye aldılar.
İşte bu yahudilerin, hıristiyanların ve (İslâm) nurunu kabul edenlerin misalidir.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1029)
Bu Hadis-i şerif’te ehl-i kitabın daha uzun ömürlü, daha çok çalışıp daha az ücretli olduğuna, bu ümmetin ise daha kısa ömürlü fakat daha çok kazançlı olduğuna, ayrıca verilen mükâfatın hak etmeye göre olmadığına işaret vardır. Allah-u Teâlâ dilediğine dilediğini verir.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh