CİN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
Hayranlık Veren Çok Hoş Kur’an
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminde A’râf sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Yirmi sekiz Âyet-i kerime, iki yüz seksen beş kelime ve sekiz yüz yetmiş harften teşekkül etmiştir.
Adını cinlerden bir topluluğun Resulullah Aleyhisselâm’dan Kur’an-ı kerim dinlediğini bildiren birinci Âyet-i kerime’sinden alır. Birinci Âyet-i kerime’nin ilk kelimelerinden dolayı “Kul Ûhiye İleyye” Sûre-i şerif’i de denilir.
Bu Sûre-i şerif “De ki” mânâsına gelen “Kul” emriyle başlayan beş Sûre-i şerif’in en uzunudur.
Nüzul Sebebi:
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in risâletinden önce; cinler gökyüzüne çıkarak meleklerden işitip duydukları haberleri kâhinlere vesvese yoluyla ilka etmekte, bu suretle de insanlar arasında fitne ve fesat çıkarmakta idiler. Nûr-i Muhammedî tulû edip, hidayet yolları açılmaya başlayınca cinler gökyüzünden tardolunup kovuldular. Gökyüzünden haber almaları engellendi. Üzerlerine alevli kıvılcımlar atıldı.
Geri döndüklerinde bu durumu aralarında görüştüler. Sebebini her tarafta araştırmak üzere doğuda batıda dolaşmaya başladılar. Bunlardan Tihâme ve Hicaz taraflarına gelen bir grup cin, Nahle denilen mevkide Ashâb’ı ile birlikte sabah namazı kılmakta olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına geldiler. Kur’an sesini duyunca: “Vallahi işte bizim semâdan tardolunmamızın sebebi budur!” dediler. Kemâl-i edeble, huşu içinde dinlediler ve iman ettiler. Kendilerini hayran bırakan Kur’an’a inandıklarını, artık Rabb’lerine hiçbir şeyi ortak koşmayacaklarını açıkladılar. Gördüklerini, duyduklarını kavimlerine haber verdiler. Onlardan iman edenler olduğu gibi, iman etmeyenler de oldu.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle’nin ilk Âyet-i kerime’sinden on beşinci Âyet-i kerime’sine kadar; cinlerden bir topluluğun Kur’an-ı kerim âyetlerini dinledikten sonra büyük bir etki altında kaldıklarından, kendi kavimlerine döndüklerinde bu ilâhî kitap hakkında ortaya koydukları selis görüşlerinden söz edilmektedir.
On sekizinci Âyet-i kerime’ye kadar; gerek insanların gerekse cinlerin Allah yolunda bulundukları, ilâhî hükümlere uydukları takdirde bol bol nimetlere erecekleri, yüz çevirdiklerinde ise şiddetli azaplara uğrayacakları anlatılmaktadır.
Yirmi altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; Resulullah Aleyhisselâm’a karşı çıkan Mekke müşrikleri kınanmakta, şirk ve küfürlerinin dünyadaki ve ahiretteki korkunç sonucu haber verilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde gaybı ancak Allah-u Teâlâ’nın bildiğine ve onu dilediği kullarına bildireceğine dâir ilâhî hüküm beşeriyete duyurulmaktadır.
Cinler:
Mevcûdatta cin adı verilen lâtif yaratıklar da vardır. İnsanlarla birlikte yeryüzünde hayatlarını sürdürürler. Yaratılışları insanların yaratılışlarından daha öncedir. İnsanlar topraktan yaratıldığı gibi, onlar da ateşten yaratılmışlardır.
Kur’an-ı kerim’in yirmi sekiz yerinde cinlerden söz edilmekte ve kısa bilgi verilmektedir. Rahman sûre-i şerif’inin 15. Âyet-i kerime’sinde cinlerin yalın ateşten yaratıldığı; Kehf sûre-i şerif’inin 50. Âyet-i kerime’sinde ise şeytanın cinlerden olduğu beyan edilmektedir.
Onların insan toplulukları, kabileleri ve cinsleri gibi muayyen toplulukları vardır. Evlenirler-çoğalırlar, yer-içerler, genci-ihtiyarı vardır. Ancak nerede yaşadıkları bilinmemektedir. Dünyanın dışındaki yıldızlarda yaşama kabiliyetleri de vardır. Onlar insanları görürler, söylediklerini işitebilirler, dillerini anlayabilirler. İnsanlar ise onları göremezler.
Cinler namazda insana iktidâ ederler.
Cinlerin gıdası kemiktir, tezek de hayvanlarının yemidir.
Uzunluk-kısalık ve bir mekânda bulunmak gibi sıfatlara haizdirler. Kendilerine mahsus ilimleri vardır. Muhtelif şekillere girme hassaları mevcuttur. Çok defa yılan suretinde görüldükleri rivayet olunmaktadır.
Hem hidayet yoluna hem de dalâlet yoluna girmeye müsait kabiliyette yaratılmışlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e müteaddit defalar cin sefaret heyeti gelmiştir. Mekke’de, Medine haricinde, Bâki’de, Hacun’da gelenler bunların arasındadır. Bunlardan dördünde Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- bizzat bulunmuştur.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-nın beyanına göre, ilk defakine Resulullah Aleyhisselâm vâkıf değildi. Onları görmedi, Kur’an-ı kerim dinledikleri kendisine vahiy ile bildirildi. Cin sûre-i şerif’i nâzil olduktan sonra, Resulullah Aleyhisselâm emr-i ilâhî ile çıkıp cinlerle mülâki olmuştur.
Cinlerin mümin olanları müminlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber cehennemde olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz insanlara peygamber olarak gönderildiği gibi, cinlere de aynı görevle gönderilmiştir. Bundan dolayı ona “Resûlü’s-sekaleyn” denilmiştir. İnsanlar Kur’an-ı kerim’in hükmü ile mükellef oldukları gibi, cinler de onun ahkâmı ile mükelleftirler. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in insanlardan olduğu gibi cinlerden dahi ashâbı vardı.
Hayranlık Veren Çok Hoş Kur’an:
Cinlerden bir topluluk Resulullah Aleyhisselâm’ın okuduğu Kur’an-ı kerim âyetlerini dinlemişler ve gerçeği kabul ederek müslüman olmaktan kendilerini alamamışlardır.
“Resul’üm! De ki: ‘Bana cinlerden bir topluluğun Kur’an dinlediği vahyolundu.’” (Cin: 1)
Ona bu haberlerin bildirilmesinin faydası; onun insanların ve cinlerin peygamberi olduğunu belirtmektir. Allah-u Teâlâ görünen âlemden insanlara, görünmeyen âlemden de cinlere birtakım vazifeler yüklemiştir.
“Onlar şöyle demişlerdir:
‘Gerçekten biz hayranlık veren çok hoş Kur’an dinledik!’” (Cin: 1)
Bu sözü memleketlerine döndükleri zaman kavimlerine karşı söylemişlerdi.
Bu Kur’an-ı kerim dinleme hadisesi Ahkâf sûre-i şerif’inin 29. ve 30. Âyet-i kerime’lerinde de bahis mevzuu edilmektedir.
Kur’an-ı kerim’in en büyük gayesi beşeriyeti doğru yola götürmektir.
“O, hakka ve doğru yola götürüyor.” (Cin: 2)
Bizi dünya saâdetine ve ahiret selâmetine çağırıyor.
“Bundan dolayı biz de ona iman ettik.” (Cin: 2)
İlâhî bir kitap, Rabbânî bir hitap olduğunu tasdik ettik.
“Rabb’imize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” (Cin: 2)
Bugünden sonra artık içinde bulunduğumuz şirk batağına aslâ dönmeyeceğiz.
“Doğrusu Rabb’imizin şânı çok yücedir.” (Cin: 3)
Her türlü eksikliklerden uzaktır. Azamet ve ululukta eşi ve benzeri yoktur.
“O ne eş, ne de bir çocuk edinmemiştir.” (Cin: 3)
Çocuğu, babası, eşi olmaktan münezzehtir.
“Meğer aramızdaki şu beyinsiz (İblis), Allah hakkında saçma sapan şeyler söylüyormuş.” (Cin: 4)
Çünkü İblis’ten daha beyinsiz biri yoktur. Cinlerin içinde bulunan onun gibi birçok beyinsiz de böyle söylüyor. Onların bütün sözleri iftiradan ibarettir ve gerçeklerden uzaktır.
“Biz, insanların ve cinlerin, Allah’a karşı yalan uydurabileceklerini sanmazdık.” (Cin: 5)
Bir yaratığın Allah’a karşı bu kadar büyük bir iftirâda bulunacağını hiç düşünemedik. Kur’an sayesinde gerçek önümüze çıkınca, ne büyük bir iftirâ attıklarını anlamış olduk.
•
Resulullah Aleyhisselâm’ı dinlemeye gelen cinler, kavimlerine hitaben söyledikleri sözlere devam ediyorlar:
“Gerçekten birtakım insanlar, cinlerin birtakımına sığınırlardı da, o cinlerin kibir ve azgınlıklarını artırırlardı.” (Cin: 6)
İnsanlar onlara sığınarak kendilerini tehlikelerden kurtulmak isterlerken, böyle yapmakla onlara yüz verip daha çok tuzaklarına düşüyorlardı.
Cinler insanlara yine insanlar vasıtasıyla zarar veriyorlar. Onları âlet ediniyorlar, onların sığınmasından güç alarak zararlarını artırıyorlar. İnsanlar cinlere önem vermeselerdi, cinler onları rahatsız edemezlerdi.
Günümüzde “Ruh çağırma” adı altında insanları aldatan süflî kimseler mevcuttur. Bunlar cinlerle irtibat kurmakta, boş ve faydasız şeylerle halkı oyalamaktadırlar.
Diyeceksiniz ki; ruh çağırma esnasında masada bazı hareketler görülüyor, sorulan sorulara cevap veriliyor. Bu hareketleri yapan veya yaptıran cin, masadakiler tarafından görülemediği için ruh geldi zannedilir. Onlar da kendilerini, çağırılan ruh diye tanıtırlar ve oradakilerle alay ederler. O zavallılar da cinler tarafından alaya alındıklarını bilmezler.
Eskiden de vardı bu işler. Resulullah Aleyhisselâm’ın zuhurundan önce Arabistan’da şâirler cinlerle temas kurup, onlardan birtakım bilgiler alırlardı. Her şâirin, zaman zaman kendisine ilham veren hususi bir cini vardı. Cin herkes ile konuşmaz, ancak seçtiği şâirle konuşurdu. Onu dünyada kendisinin sözcüsü olmaya zorlardı. O andan itibaren de o adama şâir denirdi.
“Onlar da sizin sandığınız gibi, Allah’ın hiç kimseyi yeniden diriltmeyeceğini sanmışlardı.” (Cin: 7)
İnsanların inanmayanları da sizin sandığınız gibi, öldükten sonra Allah’ın hiç kimseyi diriltmeyeceğini sandılar ve inkâr ettiler.
______________________________________________________________________________________
CİN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Hidâyet Yolunu Arayanlar
Cinlerin Gökyüzünden
Haber Çalması:
Cinler Resulullah Aleyhisselâm’ın gönderilişinden önce, meleklerin verdikleri haberleri veya konuşmalarını dinlemek ve bilgi sızdırmak için gökyüzüne çıkarlar, sızdırdıkları bu bilgileri dostları olan kâhinlere aktarırlardı. Bu kâhinler de edindikleri bu çok az bilgilere fesat karıştırarak insanlar arasında bozgunculuk çıkarırlardı. Hidâyet yolları açılmaya başlayınca cinler gökyüzünden kovuldular. Gökyüzünden haber almaları engellendi. Üzerlerine alevli kıvılcımlar atıldı.
Müslüman olan cinler kavimlerine devamla şöyle söylediler:
“Biz göğü yokladık, onu çok kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk.” (Cin: 8)
Şimdi artık gökyüzünden haber çalamıyoruz. Kim kulak hırsızlığı yapmak isterse bir alevle karşılaşıyor, o alevden kimse kurtulamıyor.
“Biz bundan evvel, haber işitmek için göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk.” (Cin: 9)
Karşımıza hiçbir engel çıkmazdı. Kaptığımız o gizli gök haberleri ile halkı şaşırtırdık.
“Artık şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözetleyen bir alev bulunuyor.” (Cin: 9)
Bu alevler onlardan gök haberlerini kesmiş, göğün kapılarını onlara kapatmıştır.
“Biz bilmeyiz ki, yeryüzünde olan kimseler hakkında bir belâ mı murad edildi, yoksa Rabb’leri onlara bir iyilik mi diledi?” (Cin: 10)
Yeryüzünde bulunan kimseler âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmediklerinden dolayı geçmiş kavimler gibi helâk mı olacaklar; yoksa iman edip de ebedî saâdet ve selâmete mi erecekler? Orasını Allah bilir. Allah’ın ne takdir ettiğini biz bilemeyiz!
Hidâyet Yolunu Arayanlar:
Allah-u Teâlâ’nın hidâyeti karşısında cinler kendi durumlarını ortaya koymaya çalıştılar ve dediler ki:
“Biz cinlerin içinde sâlih müminler de vardır.” (Cin: 11)
Bu müminler iman edip hakikati bulmaya uygun ve elverişlidirler. İradelerini hidâyete erme yönüne çevirmişlerdir.
“Bundan aşağı bulunanlar da vardır.” (Cin: 11)
Onların hidâyete ermesi, hakikati bulması düşünülemez.
Ne garip tecellîdir ki cinler kısa bir süre içinde hak ve hakikatin ölçüsünü anladılar da, günümüzdeki müslümanım diyenlerin çoğu anlayamadılar. Neticede sâlih olmayana sâlih adını verdiler, sâlihlere değil zâlimlere uydular, Hakk’a değil bâtıla sarıldılar.
“Biz çeşit çeşit fırkalara ayrılmış topluluklardık.” (Cin: 11)
İman eden cinler bu sözleri söyleyerek kendi kavimlerinin doğru yolu bulmalarına, hakikate ermelerine kesinlikle ihtiyaç olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı.
“Gerçekten biz anladık ki, Allah’ı yeryüzünde acze düşürmemize aslâ imkân yok!” (Cin: 12)
Yeryüzünün neresinde bulunursak bulunalım, nereye kaçarsak kaçalım, ne yaparsak yapalım; Allah’a karşı geldiğimiz zaman azabından kurtulmamız imkânsızdır. O’nun her şeye gücü yeter!
“Başka yere kaçmakla da hiçbir zaman onu âciz bırakamayız.” (Cin: 12)
O’na iman ve itaat etmedikçe kendimizi O’nun kahrından kurtaramayız. O her türlü intikama kâdirdir.
“Biz hidâyet rehberi olan Kur’an’ı dinlediğimizde, ona iman ettik.” (Cin: 13)
Ona ve onu indirene inandık. Bu hususta hiçbir tereddütümüz olmadı.
“Kim Rabb’ine iman ederse; o artık ne mükâfatın azalacağından, ne de haksızlığa uğrayacağından korkmaz.” (Cin: 13)
Sevapların eksileceğinden ve günahların çoğaltılacağından korkmaz.
Cinlerin birtakım durumları göz önünde tutularak onları gözlerde haddinden fazla büyütmeye kalkışmak doğru değildir. Onlara verilen güç, insanların idrakine verilen güçten yüksek değildir.
Allah-u Teâlâ’ya gerçekten iman edenler onlardan korkmaz ve istilâlarına uğramazlar. Kur’an-ı kerim’in nûru onları yakar.
“İçimizde kendini Allah’a vermiş müslümanlar da var, hak yolundan sapan zâlimler de var.” (Cin: 14)
Müslüman olanlar Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne inanan, itaat eden ve İslâm dâiresine giren kimselerdir. Zâlimler ise Hakk’tan sapan ve sapıtan kimselerdir.
“Kendini Allah’a veren müslümanlar; işte onlar hidayet yolunu arayanlardır.” (Cin: 14)
Âyet-i kerime’de geçen “Teharrev = Arayanlar” kelimesi ile ifade edilen mânâ; hidayet yoluna erişmede, hakikati bulmada “Arama”nın çok mühim olduğuna dikkatleri çekmektedir.
“Hakikati aramak” iyiden iyiye araştırmadan sonra, bilerek ve şuurlu olarak onu seçmektir.
Hakikati arayan bir kimse, aradığı şeyin özünü bilecek ki; bulduğu zaman:
“Aradığımı buldum.” veya: “Aradığım budur.” diyebilsin. Bulup bulmadığını anlaması için, ne aradığını bilmesi gerekmektedir.
Ne aradığını bilmezse şekle aldanır.
“Aradığım budur!” diye bir yere saplanır ve orada kalır. Ömrünü hiçe müncer etmiş, ebedî hayatını da öldürmüş olur.
“Kendilerine yazık eden zâlimlere gelince, işte onlar cehenneme odun oldular.” (Cin: 15)
Ateş odunlarla alevlendiği gibi, bunlarla da alevlerini ve kıvılcımlarını durmadan artıracak, cehennem için birer tutuşturma vasıtası olacaklardır.
Nimetlerle İmtihan:
Allah-u Teâlâ cinlerin sözlerini hikâye ettikten sonra; insanların ve cinlerin Sırat-ı müstakîm üzerinde yaşadıkları takdirde bir imtihan olarak bol bol nimetlere ereceklerini müjdelemektedir:
“Resul’üm! Eğer onlar yolda dosdoğru gitselerdi, bu nimet içinde kendilerini imtihan edelim diye onlara bol bol su verirdik. ” (Cin: 16-17)
Rızıkları yerden ve gökten bol bol fezeyan edip dururdu. Ağaçları bol bol meyve verir, ekinleri neşvünemâ bulur, kendilerine her yönden nimetler gelirdi. Ahiretleri mükemmel olduğu gibi dünyaları da mâmur olurdu.
Bu dünya bir imtihan sahnesi olduğu için, rızkın bolluğu da genişliği de bir imtihandır. Darlık içinde imtihan vermekle bolluk içinde imtihan vermek arasında fark vardır.
İnsanlar ve cinler doğru yolda gitselerdi, darlık içinde değil, bolluk içinde imtihan edileceklerdi. Fakat onlar öyle yapmadılar, bol nimetler karşısında şükürlerini artıracakları yerde isyanlarını artırdılar ve Hakk’tan yüz çevirdiler.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
“Nerede su varsa ot da vardır, nerede ot varsa mal vardır, nerede mal varsa fitne vardır.”
“Kim Rabb’inin zikrinden yüz çevirirse, Rabb’i onu gittikçe artan bir azaba uğratır.” (Cin: 17)
Öyle bir azapla muazzeb olunurlar ki, o azapla hiçbir zaman rahat yüzü görmezler. Şiddetli azapları artar durur.
Onlar iradelerini iyiye, doğruya ve güzele sarfetmedikleri için, Allah-u Teâlâ kalplerini zikrullahtan gafil kılmış, şeytanın vesveselerine terketmiştir.
Onların kalbi kalp olmaktan çıkmıştır. Vicdanları da vicdan olma hususiyetini yitirmiş, çürümüş ve bozulmuştur. İşte şeytan, hâkimiyeti altına aldığı kimselere böyle yapar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bizim zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir.” (Necm: 29)
Ümmet-i Muhammed’e bu bir emirdir. Zikrullahtan kaçınan kimselerden kaçınmak lâzımdır. Onlar ezelî istidatlarını kaybetmişlerdir.
Mescidler Beytullah’tır:
İbadetlerin toplu halde edâ edilebilmesi için câmi ve mescidler yapılmıştır. Dinimiz cemaat ruhuna büyük önem vermiştir. Cemaatte rahmet ve bereket vardır.
Allah-u Teâlâ Tevbe sûre-i şerif’inin 18. Âyet-i kerime’sinde Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselerin imar edeceğini beyan buyurmuştur.
“Mescidler şüphesiz Allah’ındır.” (Cin: 18)
Mescidler secde ile namaz ve ibadet için hususi olarak ayrılmış olan yerlerdir. “Beytullah” yani Allah’ın evi olduğu için gereken saygı gösterilmeli ve her türlü taşkınlıktan kaçınılmalıdır.
“O halde Allah’la birlikte başka birine duâ etmeyin.” (Cin: 18)
Yahudi ve hıristiyanlar kilise ve havralarına girdiklerinde oralarda Allah’a ortak koşarlardı.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a ve müminlere, mescidlere girdiklerinde sadece Allah’a ibadet etmelerini, ibadetlerinde ihlâslı olmalarını emir buyurdu.
________________________________________________________________________________
CİN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Gaybı Bilmek
Kul Peygamber:
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini şereflendirmek, değerini daha çok arttırmak için ism-i şerif’ini anmamış, onu kendisinin ubudiyetine izafe etmiş, “Allah’ın kulu” diyerek kulluk sıfatı ile vasıflandırmış, kulluğunu yerine getirmek hususunda kendine has özelliği ile beraber alçakgönüllülüğünü de beyan buyurmuştur.
“Allah’ın kulu O’na yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca, (cinler) neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi.” (Cin: 19)
Zira benzerini hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir duâ dinliyorlardı.
Yani değil insanlar, cinler dahi Resulullah Aleyhisselâm’a hayrandı ve can-u gönülden bağlı idiler. O Allah-u Teâlâ’ya yöneldiği zaman rahatsız olmasın diye cinler saygılarından, sevgilerinden ötürü üstüste yığılır gibi olurlar, aşırı kalabalıktan birbirlerinin içine girerlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın Diliyle
Beşeriyete Öğütler:
Allah-u Teâlâ âlemlere rahmet olan Resulullah Aleyhisselâm’a şöyle emir buyurmaktadır:
“Resul’üm! De ki: Ben ancak Rabb’ime duâ ederim ve O’na hiçbirini ortak koşmam.” (Cin: 20)
Benim durumum bu, sizin durumunuz da böyle olsun.
“De ki: ‘Şüphesiz ki ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kâdir değilim.’” (Cin: 21)
Eğer siz benim bir zarar vermemden korkararak veya bir fayda bekleyerek etrafımda toplanıyorsanız, haberiniz olsun ki ben size kendiliğimden bunların hiçbirini yapamam. Onu ancak Rabb’im yapar. Bu benim elimde değil, Allah’ın elinde. Ben sizi ancak irşada çalışıyorum.
“De ki: ‘Doğrusu hiç kimse beni Allah’tan kurtaramaz.’” (Cin: 22)
O’na isyan ettiğim takdirde hiç kimse O’nun azabından beni uzaklaştıramaz.
“Ve ben O’ndan başka sığınak da bulamam.’” (Cin: 22)
Ben böyle olduğum gibi siz de böylesiniz.
“Benim yaptığım sadece Allah katından olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğ etmektir.” (Cin: 23)
Ben bu tebliğ vazifemi ifâ edince mesuliyetten kurtulmuş, hıfz-u himayesine nâil olmuş olurum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın öyle bir elçisidir ki, o kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb’i her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb’ini sevmiş ve itaat etmiş olur.
Bunun içindir ki elçiye isyan etmenin Allah’a isyan etmek demek olduğunu açıkça anlatmak ve isyan edenleri de uyarmak üzere Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin: 23)
Onlar buradan kaçıp kurtulamazlar ve dışarı da çıkamazlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın öyle bir elçisidir ki, o kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb’i her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb’ini sevmiş ve itaat etmiş olur.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ elçiye isyan etmenin Allah-u Teâlâ’ya isyan etmek demek olduğunu açıkça beyan etmekte ve isyan edenlerin de âkıbetlerini beşeriyete duyurmaktadır.
Bunlara verilen dünya nimetleri kesinlikle geçicidir. Haklarında mukadder olan zaman gelince hiç şüphesiz ki cezalarına çarptırılmış olacaklardır.
“Nihayet onlar kendilerine vaad olunan şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcısının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.” (Cin: 24)
Onlar mı, yoksa gönülden inanan müminler mi? Allah-u Teâlâ’nın onlara yaptıklarının karşılığını tattırınca, kimin yardımcısı ve destekçisi daha zayıf, kimin ordusunun ve askerinin daha az olduğunu anlayacaklardır.
“De ki: ‘Size vaad edilen (azap) yakın mıdır, yoksa Rabb’im onun için uzun bir süre mi koyar? Ben bilemem.’” (Cin: 25)
Bu azap kesin olarak gelecektir. Vakti ne zaman? Onu ancak Allah bilir.
Gaybı Bilmek:
Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhî’yi dilediğine bildirir. Onlar bunu biliyorlar. Amma isterse açıklarlar, isterse açıklamazlar.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Gaybı bilen O’dur.” (Cin: 26)
Gaybı sadece Allah bilir.
“Gizli bilgisini kimseye göstermez.” (Cin: 26)
O’nun gösterip açıklamadığı şeylerden, yaratıklarından hiç kimse tam olarak bilgi sahibi olamaz.
“Ancak râzı olduğu elçiye gösterir.” (Cin: 27)
Ancak dilediği kuluna, gayb ilminin bazı hakikatlerinden dilediği kadarını bildirir. Onun haricinde mahlûkun Hakk’a âit bilgisi olmaz.
Allah-u Teâlâ “Nebi”ye vahiy vasıtasıyla “Veli”ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini ilka eder. Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ona O öğretiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri’nden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine ilham olunan insanlar vardı.
Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer’dir.” (Buhârî)
İlhamdan hasıl olan ilme Ledün ilmi denir.
Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’e şâmil olduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in arasında da böylelerinin bulunacağına işarettir.
İşte bütün bu lütuf, fazilet ve meziyetler, Allah-u Teâlâ’nın o kimseyi o Kudsî ruh ile desteklemesinden doğmuştur. Geldiği makama dünyada iken çıkar, peygamberler meclisine girer.
Bu sırlara mazhar olabilmek Allah-u Teâlâ’nın bu ilmi kalpte yazması ve ikinci bir ruh ile desteklemesiyle mümkün olur.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Çünkü O, bunun önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.” (Cin: 27)
Allah-u Teâlâ’nın gaybı bildirdiği elçiyi koruyucu melekler her yönden kuşatır.
“Tâ ki, Rabb’lerinin gönderdiklerini gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin.” (Cin: 28)
Allah-u Teâlâ’nın ezelde bildiği şey ortaya çıkar.
“Şüphesiz ki Allah onların yanında bulunan her şeyi çepeçevre kuşatmış ve her şeyi teker teker saymıştır.” (Cin: 28)
Onların işlerinden hiçbir şey Allah-u Teâlâ’ya gizli kalmaz. Her şeyi en ince taferruâtıyla bilir. Gaybın anahtarları O’nun katındadır, hiçbir şey O’na gayb olmaz, hiçbir iş O’ndan gizli kalmaz, onları ancak O bilir.
•
Allah-u Teâlâ bir insanla üç şekilde konuştuğunu Şûrâ sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i kerime’sinde şu şekilde beyan buyurmaktadır:
“Allah’ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak;
Vahiy yoluyla,
Veya perde arkasından konuşur.
Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hikmet sahibidir.” (Şûrâ: 51)
Vahiy malumdur, peygamberlere verilen ilâhî kelimelerdir. Muhtelif şekilleri vardır.
Perde arkasından ise; Allah-u Teâlâ dilediği kulunun kalbine, dilediği zaman perde arkasından nurunu akıtır, bütün hakikatleri bildirir. Dilediğine harfsiz hurufatsız ilham eder.
Çok ince bir sır: Görünüşte o konuşuyor, fakat Allah-u Teâlâ’nın onu konuşturduğunu kimse bilmiyor.
Cin Sûre-i Şerîf’ini Okumanın Mükâfâtı
Übeyy bin Ka’b -radiyallâhu anh-den rivâyet edildiğine göre, Cin Sûre-i şerîf’ini okumanın fazîletine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadîs-i şerîf’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kim Cin sûresi’ni okursa, kendisine Muhammed’in peygamberliğine inanan ve inanmayan bütün cinlerin sayısı kadar köle azâd etmişçesine sevap verilir.” (Zemahşerî, “el-Keşşâf”, c. 4, s. 622-633.)
Velilere Gaybın Bildirildiğini Gösteren Delil,
Cin Sûresi’nin 26. ve 27. Âyet-i Kerîme’leridir
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Hatmü’l-evliyâ’” kitabında, Cin sûre-i şerîf’inin; “Gaybı bilen ancak O’dur, gaybına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak beğenip seçtiği elçi bunun dışındadır.” meâlindeki 26. ve 27. Âyet-i kerîme’lerinin, Allah’ın gaybı hiç kimseye bildirmediğini iddiâ edenlere karşı apaçık bir delil olduğunu ifâde ederek, bu zihniyet sâhiplerine şöyle hitap etmektedir:
“Allah’ın, gönderilme ile ilgisi bulunmayan nebîlerin içinde de, vahiy yolundan gaybı izhâr ettiği kimseler vardı. Şu hâlde buradaki gayb, O’nun katında bulunup da, neredeyse kendisinden dahî gizlediği bir ‘Gayb’tır. Bu ise “Saat”; yâni “Kıyâmet”tir. Halbuki O’nun, hem meleklerin yanında izhâr ettiği bir gayb, hem de muhaddes’lerin ve velilerin yanında izhâr ettiği bir gayb daha vardır.
Bu şeyleri birbirinden ayırt edebiliyor musun? Yoksan sen hâlâ boş ve asılsız bir iddiâ ve inkârın içinde misin? Gayb’ın ismini duymuşsun, Kur’ân’ın sunduğu bir Âyet’i de ikide bir ona delil gösterip duruyorsun!” (Hakîm et-Tirmizî, “Hatmü’l-evliyâ”, s. 337-338; bas.: Hakikat yay., 2002)
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Hayranlık Veren Çok Hoş Kur’an
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminde A’râf sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Yirmi sekiz Âyet-i kerime, iki yüz seksen beş kelime ve sekiz yüz yetmiş harften teşekkül etmiştir.
Adını cinlerden bir topluluğun Resulullah Aleyhisselâm’dan Kur’an-ı kerim dinlediğini bildiren birinci Âyet-i kerime’sinden alır. Birinci Âyet-i kerime’nin ilk kelimelerinden dolayı “Kul Ûhiye İleyye” Sûre-i şerif’i de denilir.
Bu Sûre-i şerif “De ki” mânâsına gelen “Kul” emriyle başlayan beş Sûre-i şerif’in en uzunudur.
Nüzul Sebebi:
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in risâletinden önce; cinler gökyüzüne çıkarak meleklerden işitip duydukları haberleri kâhinlere vesvese yoluyla ilka etmekte, bu suretle de insanlar arasında fitne ve fesat çıkarmakta idiler. Nûr-i Muhammedî tulû edip, hidayet yolları açılmaya başlayınca cinler gökyüzünden tardolunup kovuldular. Gökyüzünden haber almaları engellendi. Üzerlerine alevli kıvılcımlar atıldı.
Geri döndüklerinde bu durumu aralarında görüştüler. Sebebini her tarafta araştırmak üzere doğuda batıda dolaşmaya başladılar. Bunlardan Tihâme ve Hicaz taraflarına gelen bir grup cin, Nahle denilen mevkide Ashâb’ı ile birlikte sabah namazı kılmakta olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına geldiler. Kur’an sesini duyunca: “Vallahi işte bizim semâdan tardolunmamızın sebebi budur!” dediler. Kemâl-i edeble, huşu içinde dinlediler ve iman ettiler. Kendilerini hayran bırakan Kur’an’a inandıklarını, artık Rabb’lerine hiçbir şeyi ortak koşmayacaklarını açıkladılar. Gördüklerini, duyduklarını kavimlerine haber verdiler. Onlardan iman edenler olduğu gibi, iman etmeyenler de oldu.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle’nin ilk Âyet-i kerime’sinden on beşinci Âyet-i kerime’sine kadar; cinlerden bir topluluğun Kur’an-ı kerim âyetlerini dinledikten sonra büyük bir etki altında kaldıklarından, kendi kavimlerine döndüklerinde bu ilâhî kitap hakkında ortaya koydukları selis görüşlerinden söz edilmektedir.
On sekizinci Âyet-i kerime’ye kadar; gerek insanların gerekse cinlerin Allah yolunda bulundukları, ilâhî hükümlere uydukları takdirde bol bol nimetlere erecekleri, yüz çevirdiklerinde ise şiddetli azaplara uğrayacakları anlatılmaktadır.
Yirmi altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; Resulullah Aleyhisselâm’a karşı çıkan Mekke müşrikleri kınanmakta, şirk ve küfürlerinin dünyadaki ve ahiretteki korkunç sonucu haber verilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde gaybı ancak Allah-u Teâlâ’nın bildiğine ve onu dilediği kullarına bildireceğine dâir ilâhî hüküm beşeriyete duyurulmaktadır.
Cinler:
Mevcûdatta cin adı verilen lâtif yaratıklar da vardır. İnsanlarla birlikte yeryüzünde hayatlarını sürdürürler. Yaratılışları insanların yaratılışlarından daha öncedir. İnsanlar topraktan yaratıldığı gibi, onlar da ateşten yaratılmışlardır.
Kur’an-ı kerim’in yirmi sekiz yerinde cinlerden söz edilmekte ve kısa bilgi verilmektedir. Rahman sûre-i şerif’inin 15. Âyet-i kerime’sinde cinlerin yalın ateşten yaratıldığı; Kehf sûre-i şerif’inin 50. Âyet-i kerime’sinde ise şeytanın cinlerden olduğu beyan edilmektedir.
Onların insan toplulukları, kabileleri ve cinsleri gibi muayyen toplulukları vardır. Evlenirler-çoğalırlar, yer-içerler, genci-ihtiyarı vardır. Ancak nerede yaşadıkları bilinmemektedir. Dünyanın dışındaki yıldızlarda yaşama kabiliyetleri de vardır. Onlar insanları görürler, söylediklerini işitebilirler, dillerini anlayabilirler. İnsanlar ise onları göremezler.
Cinler namazda insana iktidâ ederler.
Cinlerin gıdası kemiktir, tezek de hayvanlarının yemidir.
Uzunluk-kısalık ve bir mekânda bulunmak gibi sıfatlara haizdirler. Kendilerine mahsus ilimleri vardır. Muhtelif şekillere girme hassaları mevcuttur. Çok defa yılan suretinde görüldükleri rivayet olunmaktadır.
Hem hidayet yoluna hem de dalâlet yoluna girmeye müsait kabiliyette yaratılmışlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e müteaddit defalar cin sefaret heyeti gelmiştir. Mekke’de, Medine haricinde, Bâki’de, Hacun’da gelenler bunların arasındadır. Bunlardan dördünde Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- bizzat bulunmuştur.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-nın beyanına göre, ilk defakine Resulullah Aleyhisselâm vâkıf değildi. Onları görmedi, Kur’an-ı kerim dinledikleri kendisine vahiy ile bildirildi. Cin sûre-i şerif’i nâzil olduktan sonra, Resulullah Aleyhisselâm emr-i ilâhî ile çıkıp cinlerle mülâki olmuştur.
Cinlerin mümin olanları müminlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber cehennemde olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz insanlara peygamber olarak gönderildiği gibi, cinlere de aynı görevle gönderilmiştir. Bundan dolayı ona “Resûlü’s-sekaleyn” denilmiştir. İnsanlar Kur’an-ı kerim’in hükmü ile mükellef oldukları gibi, cinler de onun ahkâmı ile mükelleftirler. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in insanlardan olduğu gibi cinlerden dahi ashâbı vardı.
Hayranlık Veren Çok Hoş Kur’an:
Cinlerden bir topluluk Resulullah Aleyhisselâm’ın okuduğu Kur’an-ı kerim âyetlerini dinlemişler ve gerçeği kabul ederek müslüman olmaktan kendilerini alamamışlardır.
“Resul’üm! De ki: ‘Bana cinlerden bir topluluğun Kur’an dinlediği vahyolundu.’” (Cin: 1)
Ona bu haberlerin bildirilmesinin faydası; onun insanların ve cinlerin peygamberi olduğunu belirtmektir. Allah-u Teâlâ görünen âlemden insanlara, görünmeyen âlemden de cinlere birtakım vazifeler yüklemiştir.
“Onlar şöyle demişlerdir:
‘Gerçekten biz hayranlık veren çok hoş Kur’an dinledik!’” (Cin: 1)
Bu sözü memleketlerine döndükleri zaman kavimlerine karşı söylemişlerdi.
Bu Kur’an-ı kerim dinleme hadisesi Ahkâf sûre-i şerif’inin 29. ve 30. Âyet-i kerime’lerinde de bahis mevzuu edilmektedir.
Kur’an-ı kerim’in en büyük gayesi beşeriyeti doğru yola götürmektir.
“O, hakka ve doğru yola götürüyor.” (Cin: 2)
Bizi dünya saâdetine ve ahiret selâmetine çağırıyor.
“Bundan dolayı biz de ona iman ettik.” (Cin: 2)
İlâhî bir kitap, Rabbânî bir hitap olduğunu tasdik ettik.
“Rabb’imize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” (Cin: 2)
Bugünden sonra artık içinde bulunduğumuz şirk batağına aslâ dönmeyeceğiz.
“Doğrusu Rabb’imizin şânı çok yücedir.” (Cin: 3)
Her türlü eksikliklerden uzaktır. Azamet ve ululukta eşi ve benzeri yoktur.
“O ne eş, ne de bir çocuk edinmemiştir.” (Cin: 3)
Çocuğu, babası, eşi olmaktan münezzehtir.
“Meğer aramızdaki şu beyinsiz (İblis), Allah hakkında saçma sapan şeyler söylüyormuş.” (Cin: 4)
Çünkü İblis’ten daha beyinsiz biri yoktur. Cinlerin içinde bulunan onun gibi birçok beyinsiz de böyle söylüyor. Onların bütün sözleri iftiradan ibarettir ve gerçeklerden uzaktır.
“Biz, insanların ve cinlerin, Allah’a karşı yalan uydurabileceklerini sanmazdık.” (Cin: 5)
Bir yaratığın Allah’a karşı bu kadar büyük bir iftirâda bulunacağını hiç düşünemedik. Kur’an sayesinde gerçek önümüze çıkınca, ne büyük bir iftirâ attıklarını anlamış olduk.
•
Resulullah Aleyhisselâm’ı dinlemeye gelen cinler, kavimlerine hitaben söyledikleri sözlere devam ediyorlar:
“Gerçekten birtakım insanlar, cinlerin birtakımına sığınırlardı da, o cinlerin kibir ve azgınlıklarını artırırlardı.” (Cin: 6)
İnsanlar onlara sığınarak kendilerini tehlikelerden kurtulmak isterlerken, böyle yapmakla onlara yüz verip daha çok tuzaklarına düşüyorlardı.
Cinler insanlara yine insanlar vasıtasıyla zarar veriyorlar. Onları âlet ediniyorlar, onların sığınmasından güç alarak zararlarını artırıyorlar. İnsanlar cinlere önem vermeselerdi, cinler onları rahatsız edemezlerdi.
Günümüzde “Ruh çağırma” adı altında insanları aldatan süflî kimseler mevcuttur. Bunlar cinlerle irtibat kurmakta, boş ve faydasız şeylerle halkı oyalamaktadırlar.
Diyeceksiniz ki; ruh çağırma esnasında masada bazı hareketler görülüyor, sorulan sorulara cevap veriliyor. Bu hareketleri yapan veya yaptıran cin, masadakiler tarafından görülemediği için ruh geldi zannedilir. Onlar da kendilerini, çağırılan ruh diye tanıtırlar ve oradakilerle alay ederler. O zavallılar da cinler tarafından alaya alındıklarını bilmezler.
Eskiden de vardı bu işler. Resulullah Aleyhisselâm’ın zuhurundan önce Arabistan’da şâirler cinlerle temas kurup, onlardan birtakım bilgiler alırlardı. Her şâirin, zaman zaman kendisine ilham veren hususi bir cini vardı. Cin herkes ile konuşmaz, ancak seçtiği şâirle konuşurdu. Onu dünyada kendisinin sözcüsü olmaya zorlardı. O andan itibaren de o adama şâir denirdi.
“Onlar da sizin sandığınız gibi, Allah’ın hiç kimseyi yeniden diriltmeyeceğini sanmışlardı.” (Cin: 7)
İnsanların inanmayanları da sizin sandığınız gibi, öldükten sonra Allah’ın hiç kimseyi diriltmeyeceğini sandılar ve inkâr ettiler.
______________________________________________________________________________________
CİN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Hidâyet Yolunu Arayanlar
Cinlerin Gökyüzünden
Haber Çalması:
Cinler Resulullah Aleyhisselâm’ın gönderilişinden önce, meleklerin verdikleri haberleri veya konuşmalarını dinlemek ve bilgi sızdırmak için gökyüzüne çıkarlar, sızdırdıkları bu bilgileri dostları olan kâhinlere aktarırlardı. Bu kâhinler de edindikleri bu çok az bilgilere fesat karıştırarak insanlar arasında bozgunculuk çıkarırlardı. Hidâyet yolları açılmaya başlayınca cinler gökyüzünden kovuldular. Gökyüzünden haber almaları engellendi. Üzerlerine alevli kıvılcımlar atıldı.
Müslüman olan cinler kavimlerine devamla şöyle söylediler:
“Biz göğü yokladık, onu çok kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk.” (Cin: 8)
Şimdi artık gökyüzünden haber çalamıyoruz. Kim kulak hırsızlığı yapmak isterse bir alevle karşılaşıyor, o alevden kimse kurtulamıyor.
“Biz bundan evvel, haber işitmek için göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk.” (Cin: 9)
Karşımıza hiçbir engel çıkmazdı. Kaptığımız o gizli gök haberleri ile halkı şaşırtırdık.
“Artık şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözetleyen bir alev bulunuyor.” (Cin: 9)
Bu alevler onlardan gök haberlerini kesmiş, göğün kapılarını onlara kapatmıştır.
“Biz bilmeyiz ki, yeryüzünde olan kimseler hakkında bir belâ mı murad edildi, yoksa Rabb’leri onlara bir iyilik mi diledi?” (Cin: 10)
Yeryüzünde bulunan kimseler âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmediklerinden dolayı geçmiş kavimler gibi helâk mı olacaklar; yoksa iman edip de ebedî saâdet ve selâmete mi erecekler? Orasını Allah bilir. Allah’ın ne takdir ettiğini biz bilemeyiz!
Hidâyet Yolunu Arayanlar:
Allah-u Teâlâ’nın hidâyeti karşısında cinler kendi durumlarını ortaya koymaya çalıştılar ve dediler ki:
“Biz cinlerin içinde sâlih müminler de vardır.” (Cin: 11)
Bu müminler iman edip hakikati bulmaya uygun ve elverişlidirler. İradelerini hidâyete erme yönüne çevirmişlerdir.
“Bundan aşağı bulunanlar da vardır.” (Cin: 11)
Onların hidâyete ermesi, hakikati bulması düşünülemez.
Ne garip tecellîdir ki cinler kısa bir süre içinde hak ve hakikatin ölçüsünü anladılar da, günümüzdeki müslümanım diyenlerin çoğu anlayamadılar. Neticede sâlih olmayana sâlih adını verdiler, sâlihlere değil zâlimlere uydular, Hakk’a değil bâtıla sarıldılar.
“Biz çeşit çeşit fırkalara ayrılmış topluluklardık.” (Cin: 11)
İman eden cinler bu sözleri söyleyerek kendi kavimlerinin doğru yolu bulmalarına, hakikate ermelerine kesinlikle ihtiyaç olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı.
“Gerçekten biz anladık ki, Allah’ı yeryüzünde acze düşürmemize aslâ imkân yok!” (Cin: 12)
Yeryüzünün neresinde bulunursak bulunalım, nereye kaçarsak kaçalım, ne yaparsak yapalım; Allah’a karşı geldiğimiz zaman azabından kurtulmamız imkânsızdır. O’nun her şeye gücü yeter!
“Başka yere kaçmakla da hiçbir zaman onu âciz bırakamayız.” (Cin: 12)
O’na iman ve itaat etmedikçe kendimizi O’nun kahrından kurtaramayız. O her türlü intikama kâdirdir.
“Biz hidâyet rehberi olan Kur’an’ı dinlediğimizde, ona iman ettik.” (Cin: 13)
Ona ve onu indirene inandık. Bu hususta hiçbir tereddütümüz olmadı.
“Kim Rabb’ine iman ederse; o artık ne mükâfatın azalacağından, ne de haksızlığa uğrayacağından korkmaz.” (Cin: 13)
Sevapların eksileceğinden ve günahların çoğaltılacağından korkmaz.
Cinlerin birtakım durumları göz önünde tutularak onları gözlerde haddinden fazla büyütmeye kalkışmak doğru değildir. Onlara verilen güç, insanların idrakine verilen güçten yüksek değildir.
Allah-u Teâlâ’ya gerçekten iman edenler onlardan korkmaz ve istilâlarına uğramazlar. Kur’an-ı kerim’in nûru onları yakar.
“İçimizde kendini Allah’a vermiş müslümanlar da var, hak yolundan sapan zâlimler de var.” (Cin: 14)
Müslüman olanlar Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne inanan, itaat eden ve İslâm dâiresine giren kimselerdir. Zâlimler ise Hakk’tan sapan ve sapıtan kimselerdir.
“Kendini Allah’a veren müslümanlar; işte onlar hidayet yolunu arayanlardır.” (Cin: 14)
Âyet-i kerime’de geçen “Teharrev = Arayanlar” kelimesi ile ifade edilen mânâ; hidayet yoluna erişmede, hakikati bulmada “Arama”nın çok mühim olduğuna dikkatleri çekmektedir.
“Hakikati aramak” iyiden iyiye araştırmadan sonra, bilerek ve şuurlu olarak onu seçmektir.
Hakikati arayan bir kimse, aradığı şeyin özünü bilecek ki; bulduğu zaman:
“Aradığımı buldum.” veya: “Aradığım budur.” diyebilsin. Bulup bulmadığını anlaması için, ne aradığını bilmesi gerekmektedir.
Ne aradığını bilmezse şekle aldanır.
“Aradığım budur!” diye bir yere saplanır ve orada kalır. Ömrünü hiçe müncer etmiş, ebedî hayatını da öldürmüş olur.
“Kendilerine yazık eden zâlimlere gelince, işte onlar cehenneme odun oldular.” (Cin: 15)
Ateş odunlarla alevlendiği gibi, bunlarla da alevlerini ve kıvılcımlarını durmadan artıracak, cehennem için birer tutuşturma vasıtası olacaklardır.
Nimetlerle İmtihan:
Allah-u Teâlâ cinlerin sözlerini hikâye ettikten sonra; insanların ve cinlerin Sırat-ı müstakîm üzerinde yaşadıkları takdirde bir imtihan olarak bol bol nimetlere ereceklerini müjdelemektedir:
“Resul’üm! Eğer onlar yolda dosdoğru gitselerdi, bu nimet içinde kendilerini imtihan edelim diye onlara bol bol su verirdik. ” (Cin: 16-17)
Rızıkları yerden ve gökten bol bol fezeyan edip dururdu. Ağaçları bol bol meyve verir, ekinleri neşvünemâ bulur, kendilerine her yönden nimetler gelirdi. Ahiretleri mükemmel olduğu gibi dünyaları da mâmur olurdu.
Bu dünya bir imtihan sahnesi olduğu için, rızkın bolluğu da genişliği de bir imtihandır. Darlık içinde imtihan vermekle bolluk içinde imtihan vermek arasında fark vardır.
İnsanlar ve cinler doğru yolda gitselerdi, darlık içinde değil, bolluk içinde imtihan edileceklerdi. Fakat onlar öyle yapmadılar, bol nimetler karşısında şükürlerini artıracakları yerde isyanlarını artırdılar ve Hakk’tan yüz çevirdiler.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
“Nerede su varsa ot da vardır, nerede ot varsa mal vardır, nerede mal varsa fitne vardır.”
“Kim Rabb’inin zikrinden yüz çevirirse, Rabb’i onu gittikçe artan bir azaba uğratır.” (Cin: 17)
Öyle bir azapla muazzeb olunurlar ki, o azapla hiçbir zaman rahat yüzü görmezler. Şiddetli azapları artar durur.
Onlar iradelerini iyiye, doğruya ve güzele sarfetmedikleri için, Allah-u Teâlâ kalplerini zikrullahtan gafil kılmış, şeytanın vesveselerine terketmiştir.
Onların kalbi kalp olmaktan çıkmıştır. Vicdanları da vicdan olma hususiyetini yitirmiş, çürümüş ve bozulmuştur. İşte şeytan, hâkimiyeti altına aldığı kimselere böyle yapar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bizim zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir.” (Necm: 29)
Ümmet-i Muhammed’e bu bir emirdir. Zikrullahtan kaçınan kimselerden kaçınmak lâzımdır. Onlar ezelî istidatlarını kaybetmişlerdir.
Mescidler Beytullah’tır:
İbadetlerin toplu halde edâ edilebilmesi için câmi ve mescidler yapılmıştır. Dinimiz cemaat ruhuna büyük önem vermiştir. Cemaatte rahmet ve bereket vardır.
Allah-u Teâlâ Tevbe sûre-i şerif’inin 18. Âyet-i kerime’sinde Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselerin imar edeceğini beyan buyurmuştur.
“Mescidler şüphesiz Allah’ındır.” (Cin: 18)
Mescidler secde ile namaz ve ibadet için hususi olarak ayrılmış olan yerlerdir. “Beytullah” yani Allah’ın evi olduğu için gereken saygı gösterilmeli ve her türlü taşkınlıktan kaçınılmalıdır.
“O halde Allah’la birlikte başka birine duâ etmeyin.” (Cin: 18)
Yahudi ve hıristiyanlar kilise ve havralarına girdiklerinde oralarda Allah’a ortak koşarlardı.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a ve müminlere, mescidlere girdiklerinde sadece Allah’a ibadet etmelerini, ibadetlerinde ihlâslı olmalarını emir buyurdu.
________________________________________________________________________________
CİN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Gaybı Bilmek
Kul Peygamber:
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini şereflendirmek, değerini daha çok arttırmak için ism-i şerif’ini anmamış, onu kendisinin ubudiyetine izafe etmiş, “Allah’ın kulu” diyerek kulluk sıfatı ile vasıflandırmış, kulluğunu yerine getirmek hususunda kendine has özelliği ile beraber alçakgönüllülüğünü de beyan buyurmuştur.
“Allah’ın kulu O’na yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca, (cinler) neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi.” (Cin: 19)
Zira benzerini hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir duâ dinliyorlardı.
Yani değil insanlar, cinler dahi Resulullah Aleyhisselâm’a hayrandı ve can-u gönülden bağlı idiler. O Allah-u Teâlâ’ya yöneldiği zaman rahatsız olmasın diye cinler saygılarından, sevgilerinden ötürü üstüste yığılır gibi olurlar, aşırı kalabalıktan birbirlerinin içine girerlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın Diliyle
Beşeriyete Öğütler:
Allah-u Teâlâ âlemlere rahmet olan Resulullah Aleyhisselâm’a şöyle emir buyurmaktadır:
“Resul’üm! De ki: Ben ancak Rabb’ime duâ ederim ve O’na hiçbirini ortak koşmam.” (Cin: 20)
Benim durumum bu, sizin durumunuz da böyle olsun.
“De ki: ‘Şüphesiz ki ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kâdir değilim.’” (Cin: 21)
Eğer siz benim bir zarar vermemden korkararak veya bir fayda bekleyerek etrafımda toplanıyorsanız, haberiniz olsun ki ben size kendiliğimden bunların hiçbirini yapamam. Onu ancak Rabb’im yapar. Bu benim elimde değil, Allah’ın elinde. Ben sizi ancak irşada çalışıyorum.
“De ki: ‘Doğrusu hiç kimse beni Allah’tan kurtaramaz.’” (Cin: 22)
O’na isyan ettiğim takdirde hiç kimse O’nun azabından beni uzaklaştıramaz.
“Ve ben O’ndan başka sığınak da bulamam.’” (Cin: 22)
Ben böyle olduğum gibi siz de böylesiniz.
“Benim yaptığım sadece Allah katından olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğ etmektir.” (Cin: 23)
Ben bu tebliğ vazifemi ifâ edince mesuliyetten kurtulmuş, hıfz-u himayesine nâil olmuş olurum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın öyle bir elçisidir ki, o kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb’i her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb’ini sevmiş ve itaat etmiş olur.
Bunun içindir ki elçiye isyan etmenin Allah’a isyan etmek demek olduğunu açıkça anlatmak ve isyan edenleri de uyarmak üzere Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin: 23)
Onlar buradan kaçıp kurtulamazlar ve dışarı da çıkamazlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın öyle bir elçisidir ki, o kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb’i her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb’ini sevmiş ve itaat etmiş olur.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ elçiye isyan etmenin Allah-u Teâlâ’ya isyan etmek demek olduğunu açıkça beyan etmekte ve isyan edenlerin de âkıbetlerini beşeriyete duyurmaktadır.
Bunlara verilen dünya nimetleri kesinlikle geçicidir. Haklarında mukadder olan zaman gelince hiç şüphesiz ki cezalarına çarptırılmış olacaklardır.
“Nihayet onlar kendilerine vaad olunan şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcısının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.” (Cin: 24)
Onlar mı, yoksa gönülden inanan müminler mi? Allah-u Teâlâ’nın onlara yaptıklarının karşılığını tattırınca, kimin yardımcısı ve destekçisi daha zayıf, kimin ordusunun ve askerinin daha az olduğunu anlayacaklardır.
“De ki: ‘Size vaad edilen (azap) yakın mıdır, yoksa Rabb’im onun için uzun bir süre mi koyar? Ben bilemem.’” (Cin: 25)
Bu azap kesin olarak gelecektir. Vakti ne zaman? Onu ancak Allah bilir.
Gaybı Bilmek:
Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhî’yi dilediğine bildirir. Onlar bunu biliyorlar. Amma isterse açıklarlar, isterse açıklamazlar.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Gaybı bilen O’dur.” (Cin: 26)
Gaybı sadece Allah bilir.
“Gizli bilgisini kimseye göstermez.” (Cin: 26)
O’nun gösterip açıklamadığı şeylerden, yaratıklarından hiç kimse tam olarak bilgi sahibi olamaz.
“Ancak râzı olduğu elçiye gösterir.” (Cin: 27)
Ancak dilediği kuluna, gayb ilminin bazı hakikatlerinden dilediği kadarını bildirir. Onun haricinde mahlûkun Hakk’a âit bilgisi olmaz.
Allah-u Teâlâ “Nebi”ye vahiy vasıtasıyla “Veli”ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini ilka eder. Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ona O öğretiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri’nden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine ilham olunan insanlar vardı.
Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer’dir.” (Buhârî)
İlhamdan hasıl olan ilme Ledün ilmi denir.
Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’e şâmil olduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in arasında da böylelerinin bulunacağına işarettir.
İşte bütün bu lütuf, fazilet ve meziyetler, Allah-u Teâlâ’nın o kimseyi o Kudsî ruh ile desteklemesinden doğmuştur. Geldiği makama dünyada iken çıkar, peygamberler meclisine girer.
Bu sırlara mazhar olabilmek Allah-u Teâlâ’nın bu ilmi kalpte yazması ve ikinci bir ruh ile desteklemesiyle mümkün olur.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Çünkü O, bunun önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.” (Cin: 27)
Allah-u Teâlâ’nın gaybı bildirdiği elçiyi koruyucu melekler her yönden kuşatır.
“Tâ ki, Rabb’lerinin gönderdiklerini gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin.” (Cin: 28)
Allah-u Teâlâ’nın ezelde bildiği şey ortaya çıkar.
“Şüphesiz ki Allah onların yanında bulunan her şeyi çepeçevre kuşatmış ve her şeyi teker teker saymıştır.” (Cin: 28)
Onların işlerinden hiçbir şey Allah-u Teâlâ’ya gizli kalmaz. Her şeyi en ince taferruâtıyla bilir. Gaybın anahtarları O’nun katındadır, hiçbir şey O’na gayb olmaz, hiçbir iş O’ndan gizli kalmaz, onları ancak O bilir.
•
Allah-u Teâlâ bir insanla üç şekilde konuştuğunu Şûrâ sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i kerime’sinde şu şekilde beyan buyurmaktadır:
“Allah’ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak;
Vahiy yoluyla,
Veya perde arkasından konuşur.
Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hikmet sahibidir.” (Şûrâ: 51)
Vahiy malumdur, peygamberlere verilen ilâhî kelimelerdir. Muhtelif şekilleri vardır.
Perde arkasından ise; Allah-u Teâlâ dilediği kulunun kalbine, dilediği zaman perde arkasından nurunu akıtır, bütün hakikatleri bildirir. Dilediğine harfsiz hurufatsız ilham eder.
Çok ince bir sır: Görünüşte o konuşuyor, fakat Allah-u Teâlâ’nın onu konuşturduğunu kimse bilmiyor.
Cin Sûre-i Şerîf’ini Okumanın Mükâfâtı
Übeyy bin Ka’b -radiyallâhu anh-den rivâyet edildiğine göre, Cin Sûre-i şerîf’ini okumanın fazîletine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadîs-i şerîf’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kim Cin sûresi’ni okursa, kendisine Muhammed’in peygamberliğine inanan ve inanmayan bütün cinlerin sayısı kadar köle azâd etmişçesine sevap verilir.” (Zemahşerî, “el-Keşşâf”, c. 4, s. 622-633.)
Velilere Gaybın Bildirildiğini Gösteren Delil,
Cin Sûresi’nin 26. ve 27. Âyet-i Kerîme’leridir
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Hatmü’l-evliyâ’” kitabında, Cin sûre-i şerîf’inin; “Gaybı bilen ancak O’dur, gaybına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak beğenip seçtiği elçi bunun dışındadır.” meâlindeki 26. ve 27. Âyet-i kerîme’lerinin, Allah’ın gaybı hiç kimseye bildirmediğini iddiâ edenlere karşı apaçık bir delil olduğunu ifâde ederek, bu zihniyet sâhiplerine şöyle hitap etmektedir:
“Allah’ın, gönderilme ile ilgisi bulunmayan nebîlerin içinde de, vahiy yolundan gaybı izhâr ettiği kimseler vardı. Şu hâlde buradaki gayb, O’nun katında bulunup da, neredeyse kendisinden dahî gizlediği bir ‘Gayb’tır. Bu ise “Saat”; yâni “Kıyâmet”tir. Halbuki O’nun, hem meleklerin yanında izhâr ettiği bir gayb, hem de muhaddes’lerin ve velilerin yanında izhâr ettiği bir gayb daha vardır.
Bu şeyleri birbirinden ayırt edebiliyor musun? Yoksan sen hâlâ boş ve asılsız bir iddiâ ve inkârın içinde misin? Gayb’ın ismini duymuşsun, Kur’ân’ın sunduğu bir Âyet’i de ikide bir ona delil gösterip duruyorsun!” (Hakîm et-Tirmizî, “Hatmü’l-evliyâ”, s. 337-338; bas.: Hakikat yay., 2002)
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh