HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm
Fil Kıssası
Arapların takvim başı olarak kullandıkları “Fil hadisesi”, Muhammed Aleyhisselâm’ın doğumundan elli iki gün önce olmuştur.
Yemen’e hâkim olan Habeş valisi dudağı yarık Ebrehe, mutaassıp bir hıristiyandı. Bu dini yaymak ve Arapları Kâbe-i muazzama ziyaretinden vazgeçirmek için Sana’da muhteşem bir kilise yaptırmış ve orasını Araplar için hacc yeri olarak ilân etmişti. Böylece bütün Araplar’ı Kâbe yerine bu kiliseyi tavaf etmeye zorlamak ve Sana’yı hem dini hem de ticari bir merkez haline getirmek istiyordu. Fakat buna muvaffak olamadı. Çünkü Araplar bu kiliseye hiç iltifat etmedikleri gibi, hakaretler ettiler, gizlice adam salarak içini kirlettiler.
Ebrehe bunun üzerine Kâbe’yi ortadan kaldırmaya karar verdi. Hazırladığı bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü. Ordunun önünde Mahmud adlı büyük bir fil, birkaç tane de eğitilmiş fil bulunuyordu. Haberi alan Araplar yer yer karşı durmak istedilerse de dayanamadılar.
Ebrehe Mekke yakınlarında karargâh kurup, Kureyşliler’in mallarını yağma ettirdi. Yağma edilen mallar arasında Resulullah Aleyhisselâm’ın dedesi Abdülmuttalib’in develeri de bulunuyordu. Mekke’nin lideri durumunda bulunan Abdülmuttalip, Ebrehe ile görüşerek gasbedilen malların geri verilmesini söyledi. Ebrehe’nin bu durum pek tuhafına gitti.
“Ben Kâbe’yi yıkmaya gelmişken, sen develerinin derdindesin!” dedi.
O ise şöyle cevap verdi:
“Ben ancak develerin sahibiyim, Kâbe’nin elbet bir sahibi var, onu O korur.”
Bunun üzerine Ebrehe develeri geri verdi. Abdülmuttalip dönüşte halkın şehri terketmelerini ve dağlara çekilmelerini söyledi.
Ebrehe Kâbe’yi yıkmak için ordusunu ve filini, gösterdiği yöne tevcih etti. Ancak önde yürüttüğü büyük fil, olduğu yere çöküp hareket etmedi. Güneye, Kuzeye ve Doğuya doğru çevrilince gidiyor, Mekke’ye doğru çevrilince çöküyordu. Ayağa kaldırmak için ne kadar zorladılarsa da başaramadılar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kasvâ adlı devesi Mekke yakınlarında çökünce:
“Kasvâ’ya, file mâni olan mâni oldu.” buyurmuşlardı.
Sonra Allah-u Teâlâ’nın ezelî iradesi gerçekleşti, tam Mekke’ye girmek üzere bulundukları bir sırada üzerlerine deniz tarafından kırlangıca benzer bölük bölük kuşlar sevketti. Ebâbil adındaki irili ufaklı, siyah, yeşil, beyaz renklerdeki bu kuşlar biri gagasında ikisi ayakları arasında olmak üzere üçer taş taşıyordu. Sürüler halinde Ebrehe’nin ordusunu yukarıdan kuşatıp attıkları taşlarla ölüm yağmuruna tuttular. Bu taşlar kime isabet ediyorsa, vücudu hemen çürümeye başlıyordu. Çok geçmeden altmış bin kişilik ordu delik-deşik olup mahvoldu. Aynı âkıbete uğrayan Ebrehe canını zor kurtarıp Yemen’e döndü ise de, parça parça olan etleri çürüyerek ölmüştür. Mekke’den Yemen’e kadar bütün yollar, ilâhî azaptan kaçmaya çalışan Habeşliler’in cesetleriyle doldu.
Mekkeliler ölenlerin üzerindekilerden ve yanlarında getirdikleri şeylerden pek çok mal elde ettiler.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Ebrehe ve ordusunun başına gelenleri Fîl sûre-i şerif’inde şöyle haber vermektedir:
“Resul’üm! Görmedin mi Allah (Kâbe’yi yıkmaya gelen) fil sahiplerine ne yaptı? Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?” (Fîl: 1-2)
Tabiatıyla bu bir ilâhî cezadır ki, tuğyan eden bir kavmi yok etmiş, düzenlerini boşa çıkarmış, insanların emniyet yeri olan Beyt’i muhafaza etmiştir.
“Üzerlerine sürü sürü Ebâbil kuşları gönderdi. O kuşlar onlara ateşte pişirilmiş (sert) taşlar atıyorlardı. Sonunda onları yenilmiş ekin gibi paramparça yaptı.” (Fîl: 3-4-5)
Bu kuşlar daha önce hiç görülmedikleri gibi, daha sonra da hiç görülmemişlerdir.
Karşılarında açıkça karşı koyacak bir kuvvet görmeyen, fillerine ve çokluklarına güvenerek istedikleri gibi Kâbe-i muazzama’yı yıkacaklarını zanneden istilacı bir orduyu, Allah-u Teâlâ böyle bir âfet ile yenilmiş ekin gibi ansızın yerlere serip mahv-ü perişan ediverdi. Bunu böyle yapan Allah-u Teâlâ’nın, dilediği zaman onların benzerlerine de buna benzer belâlar ve azaplar verebileceğinden, düşmanlarından intikam alacağından hiç şüphe yoktur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hiç şüphesiz ki Allah, hâinlerin tuzağını başarıya erdirmez.” (Yusuf: 52)
Allah-u Teâlâ onlara bu cezayı vermekle kalmamış, İranlılar’ı onlara musallat kılmıştır.
Bu kıssa ile önce Mekke’li müşrikler uyarılmakta, sonra da kıyamete kadar Hakk’a ve hakikate saldıranların âkıbetlerinin de buna benzer olacağı haber verilmektedir.
Süt Anne:
Mekke’nin havası ağır ve sıcak olduğu için çocuklara yaramıyordu. Bu bakımdan yeni doğan çocuklarının açık ve sağlıklı havada iyi yetişmelerini ve aynı zamanda güzel Arapça öğrenmelerini sağlamak maksadıyla onları taşradan gelen süt annelere, vermek Mekke eşrâfının âdetleri idi. Bu şekilde taşradan sık sık kadınlar ve kızlar yeni doğan çocukları almak üzere şehre gelirlerdi.
Süt anne gelinceye kadar amcası Ebu Leheb’in câriyesi Süveybe, çocuğu birkaç gün emzirdi. Süveybe daha önce Hamza’yı da emzirmişti.
O sıralarda Havâzin kabilesi’nin bir kolu olan Sa’d oğulları’ndan bazı süt anneler Mekke’ye geldiler. Bu kadınların her biri zenginlikleri ile tanınmış, babaları sağ olan çocukları aldılar. Gelenler arasında Halime adlı pek fakir bir kadın da vardı. Bineğinin zayıf olması sebebiyle biraz geç geldiği için bir zengin çocuğu bulamadı. Eli boş dönmek istemediği için yetim Muhammed’i almaya karar verdi. Kocası Hâris ile beraber çocuğu alıp bâdiyeye döndüler.
Muhammed Aleyhisselâm orada güzel bir hava içinde büyüdü. Halime’nin üç çocuğu vardı, fakat onu öz evlâdından daha çok seviyordu. Süt kardeşi Şeymâ da çok sever, daima beraber oynarlardı.
Onun oraya gelmesiyle beraber birçok mucizeler zuhur etmiştir.
Halime’nin merkebinin kervanda en hızlı hayvan haline gelmesi, eve bereket gelmesi, develerinin evin ihtiyacına yeterinden fazla süt vermeye başlaması, koyunların diğer hayvanlara hiçbir şey vermeyen otlaktan her zaman tok dönmesi, süt annesinin bir memesini süt kardeşine bırakarak tek memesini emmesi... herkes tarafından müşâhade ediliyordu.
Daha mühim bir başka hadise ise şöyle oldu:
Bir gün süt kardeşi Abdullah heyecanla eve geldi. “Beyaz elbiseli iki kişi Kureyşli kardeşimi yere yatırıp göğsünü yardılar.” dedi. Halime ile kocası dışarı fırladılar. “Yavrucuğum sana ne oldu?” dediler. O da Allah tarafından meleklerin geldiğini, göğsünü açtıklarını, kalbini çıkarıp şeytana âit olan kısmı kaldırdıklarını, kalanını mânevî bir su ile yıkayıp yerine koyduklarını, hâlâ bu suyun serinliğini hissettiğini söyledi.
Bunun üzerine Hâris: “Ey Halime! Bu çocuğun başına bir felâket gelmesinden korkuyorum, bunu bir an önce âilesine teslim edelim.” dedi.
Bu hadiseden sonra çocuğu annesine teslim etmek üzere hareket ettiler. Mekke’ye geldiklerinde kalabalık arasında çocuğu kaybettiler. Her tarafı aramalarına rağmen bulamayınca durumu Abdülmuttalib’e bildirdiler. Biraz aramadan sonra, yerde ağaç yaprakları ile oynarken buldular.
Abdülmuttalip davar ve sığır kestirip Mekkeliler’e ziyafet verdi. Halime -radiyallahu anhâ- ve kocası Hâris -radiyallahu anh-i memnun bir şekilde yurduna yolcu ettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz süt annesi Halime -radiyallahu anhâ-ya hayatı boyunca minnettar kaldı. Onu her gördükçe: “Benim annem, benim annem!” der, ridâsını yere serip oturtur, bir ihtiyacı varsa hemen karşılardı.
Zamanla gerek Halime -radiyallahu anhâ- ve kocası, gerekse çocukları Abdullah -radiyallahu anh- ve Şeymâ -radiyallahu anhâ- müslüman olmuşlardır.
Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’le evlendikten sonra Halime -radiyallahu anhâ- bir gün ziyarete geldi ve yurtlarında hüküm süren kuraklık ve kıtlıktan dert yandı. Kendisine kırk koyunla, binmek ve yüklerini taşımak üzere bir de deve verdiler.
Mekke-i mükerreme’nin fethinden sonra Halime -radiyallahu anhâ-nın kız kardeşi huzura gelerek onun vefat ettiğini haber verince gözleri nemlendi. Geride kimlerin kaldığını sorup bilgi aldı. Ona da elbise giydirilmesini, bir deveye bindirilmesini, ayrıca iki yüz dirhem gümüş verilmesini emir buyurdu. Kadın sevinerek evine döndü.
Taif seferinden sonra Hevâzinliler’den alınan esirler arasında, çocukluğunda kendisini kucağında taşıyan Şeymâ -radiyallahu anhâ- da vardı. Süt kardeşini hemen tanıdı, ona ikramda bulunarak hürmetle âilesine geri gönderdi.
Daha sonraları Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de Halime -radiyallahu anhâ-nın âile ve yakınlarına daima saygı göstermişlerdir.
Resulullah Aleyhisselâm az da olsa kendisine süt annelik yapan Süveybe’ye minnettar kaldığını her fırsatta belli ederdi. Mekke’de iken ona harçlık verir, ziyaret edip hatırını sorardı. Hicret’ten sonra Medine-i münevvere’den de elbise ve harçlık göndermiştir. Hayber’den dönerken vefat haberini aldığında: “Akrabalarından sağ kalan kim var?” diye sordu, kimse kalmadığını söylediler.
Abdülmuttalib’in Himâyesi:
Âmine Vâlidemiz’in vefatından sonra dedesi Abdülmuttalip, Muhammed Aleyhisselâm’ı evine ve himâyesine alıp bağrına bastı. Onu bütün evlâtlarından çok seviyor, bir an bile gözünden ayırmıyordu.
Diğer evlâtları müsaade almadan yanına sokulamadığı halde, o ne zaman olursa olsun yanına girip çıkabilirdi.
Abdülmuttalib’in gördüğü rüyâlar ve karşılaştığı hadiseler, torununun ileride büyük bir insan olacağı hakkındaki inancını iyice artırmıştı. Şu kadar var ki ihtiyardı, kendisinden sonra ne olacağını düşündü. Hasta döşeğinde de oğullarını yanıbaşına çağırdı. Ebu Leheb’e: “Sen zenginsin, fakat kalbinde merhamet yok, çocuk ise yetim.” dedi. Abbas’a dönerek: “Sen bu işe lâyıksın, fakat âilen kalabalık.” dedi. Ebu Tâlib ileri atıldı. “Baba! Biliyorsun zengin değilim, fakat yüreğim yufkadır. Kardeşimin oğluna bakmayı canıma minnet bilirim.” karşılığını verdi.
Abdülmuttalip: “Amcalarının hangisinde kalmak istersin?” diye, bir de torununa sorması üzerine Ebu Tâlib’in boynuna sarıldı. Böylece amcasının himayesine girmiş oldu.
Abdülmuttalip oğluna bu emanete en büyük ihtimamı göstermesini emrettikten sonra, seksen iki yaşlarında olduğu halde vefat etti. Kureyşliler ona karşı duydukları saygıdan dolayı mersiyeler söylediler, cenazesini eller üzerinde taşıdılar ve Hacun kabristanındaki dedesi Kusayy’ın yanına gömdüler. Dükkanlar matem için günlerce kapalı kaldı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz dedesinin tabutunun arkasından göz yaşı dökmüştür. Bir gün kendisine “Abdülmuttalib’in ölümünü hatırlayabiliyor musunuz?” diye sorulmuştu. “Evet hatırlıyorum, ben o zaman sekiz yaşında idim.” buyurdu.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Fil Kıssası
Arapların takvim başı olarak kullandıkları “Fil hadisesi”, Muhammed Aleyhisselâm’ın doğumundan elli iki gün önce olmuştur.
Yemen’e hâkim olan Habeş valisi dudağı yarık Ebrehe, mutaassıp bir hıristiyandı. Bu dini yaymak ve Arapları Kâbe-i muazzama ziyaretinden vazgeçirmek için Sana’da muhteşem bir kilise yaptırmış ve orasını Araplar için hacc yeri olarak ilân etmişti. Böylece bütün Araplar’ı Kâbe yerine bu kiliseyi tavaf etmeye zorlamak ve Sana’yı hem dini hem de ticari bir merkez haline getirmek istiyordu. Fakat buna muvaffak olamadı. Çünkü Araplar bu kiliseye hiç iltifat etmedikleri gibi, hakaretler ettiler, gizlice adam salarak içini kirlettiler.
Ebrehe bunun üzerine Kâbe’yi ortadan kaldırmaya karar verdi. Hazırladığı bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü. Ordunun önünde Mahmud adlı büyük bir fil, birkaç tane de eğitilmiş fil bulunuyordu. Haberi alan Araplar yer yer karşı durmak istedilerse de dayanamadılar.
Ebrehe Mekke yakınlarında karargâh kurup, Kureyşliler’in mallarını yağma ettirdi. Yağma edilen mallar arasında Resulullah Aleyhisselâm’ın dedesi Abdülmuttalib’in develeri de bulunuyordu. Mekke’nin lideri durumunda bulunan Abdülmuttalip, Ebrehe ile görüşerek gasbedilen malların geri verilmesini söyledi. Ebrehe’nin bu durum pek tuhafına gitti.
“Ben Kâbe’yi yıkmaya gelmişken, sen develerinin derdindesin!” dedi.
O ise şöyle cevap verdi:
“Ben ancak develerin sahibiyim, Kâbe’nin elbet bir sahibi var, onu O korur.”
Bunun üzerine Ebrehe develeri geri verdi. Abdülmuttalip dönüşte halkın şehri terketmelerini ve dağlara çekilmelerini söyledi.
Ebrehe Kâbe’yi yıkmak için ordusunu ve filini, gösterdiği yöne tevcih etti. Ancak önde yürüttüğü büyük fil, olduğu yere çöküp hareket etmedi. Güneye, Kuzeye ve Doğuya doğru çevrilince gidiyor, Mekke’ye doğru çevrilince çöküyordu. Ayağa kaldırmak için ne kadar zorladılarsa da başaramadılar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kasvâ adlı devesi Mekke yakınlarında çökünce:
“Kasvâ’ya, file mâni olan mâni oldu.” buyurmuşlardı.
Sonra Allah-u Teâlâ’nın ezelî iradesi gerçekleşti, tam Mekke’ye girmek üzere bulundukları bir sırada üzerlerine deniz tarafından kırlangıca benzer bölük bölük kuşlar sevketti. Ebâbil adındaki irili ufaklı, siyah, yeşil, beyaz renklerdeki bu kuşlar biri gagasında ikisi ayakları arasında olmak üzere üçer taş taşıyordu. Sürüler halinde Ebrehe’nin ordusunu yukarıdan kuşatıp attıkları taşlarla ölüm yağmuruna tuttular. Bu taşlar kime isabet ediyorsa, vücudu hemen çürümeye başlıyordu. Çok geçmeden altmış bin kişilik ordu delik-deşik olup mahvoldu. Aynı âkıbete uğrayan Ebrehe canını zor kurtarıp Yemen’e döndü ise de, parça parça olan etleri çürüyerek ölmüştür. Mekke’den Yemen’e kadar bütün yollar, ilâhî azaptan kaçmaya çalışan Habeşliler’in cesetleriyle doldu.
Mekkeliler ölenlerin üzerindekilerden ve yanlarında getirdikleri şeylerden pek çok mal elde ettiler.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Ebrehe ve ordusunun başına gelenleri Fîl sûre-i şerif’inde şöyle haber vermektedir:
“Resul’üm! Görmedin mi Allah (Kâbe’yi yıkmaya gelen) fil sahiplerine ne yaptı? Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?” (Fîl: 1-2)
Tabiatıyla bu bir ilâhî cezadır ki, tuğyan eden bir kavmi yok etmiş, düzenlerini boşa çıkarmış, insanların emniyet yeri olan Beyt’i muhafaza etmiştir.
“Üzerlerine sürü sürü Ebâbil kuşları gönderdi. O kuşlar onlara ateşte pişirilmiş (sert) taşlar atıyorlardı. Sonunda onları yenilmiş ekin gibi paramparça yaptı.” (Fîl: 3-4-5)
Bu kuşlar daha önce hiç görülmedikleri gibi, daha sonra da hiç görülmemişlerdir.
Karşılarında açıkça karşı koyacak bir kuvvet görmeyen, fillerine ve çokluklarına güvenerek istedikleri gibi Kâbe-i muazzama’yı yıkacaklarını zanneden istilacı bir orduyu, Allah-u Teâlâ böyle bir âfet ile yenilmiş ekin gibi ansızın yerlere serip mahv-ü perişan ediverdi. Bunu böyle yapan Allah-u Teâlâ’nın, dilediği zaman onların benzerlerine de buna benzer belâlar ve azaplar verebileceğinden, düşmanlarından intikam alacağından hiç şüphe yoktur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hiç şüphesiz ki Allah, hâinlerin tuzağını başarıya erdirmez.” (Yusuf: 52)
Allah-u Teâlâ onlara bu cezayı vermekle kalmamış, İranlılar’ı onlara musallat kılmıştır.
Bu kıssa ile önce Mekke’li müşrikler uyarılmakta, sonra da kıyamete kadar Hakk’a ve hakikate saldıranların âkıbetlerinin de buna benzer olacağı haber verilmektedir.
Süt Anne:
Mekke’nin havası ağır ve sıcak olduğu için çocuklara yaramıyordu. Bu bakımdan yeni doğan çocuklarının açık ve sağlıklı havada iyi yetişmelerini ve aynı zamanda güzel Arapça öğrenmelerini sağlamak maksadıyla onları taşradan gelen süt annelere, vermek Mekke eşrâfının âdetleri idi. Bu şekilde taşradan sık sık kadınlar ve kızlar yeni doğan çocukları almak üzere şehre gelirlerdi.
Süt anne gelinceye kadar amcası Ebu Leheb’in câriyesi Süveybe, çocuğu birkaç gün emzirdi. Süveybe daha önce Hamza’yı da emzirmişti.
O sıralarda Havâzin kabilesi’nin bir kolu olan Sa’d oğulları’ndan bazı süt anneler Mekke’ye geldiler. Bu kadınların her biri zenginlikleri ile tanınmış, babaları sağ olan çocukları aldılar. Gelenler arasında Halime adlı pek fakir bir kadın da vardı. Bineğinin zayıf olması sebebiyle biraz geç geldiği için bir zengin çocuğu bulamadı. Eli boş dönmek istemediği için yetim Muhammed’i almaya karar verdi. Kocası Hâris ile beraber çocuğu alıp bâdiyeye döndüler.
Muhammed Aleyhisselâm orada güzel bir hava içinde büyüdü. Halime’nin üç çocuğu vardı, fakat onu öz evlâdından daha çok seviyordu. Süt kardeşi Şeymâ da çok sever, daima beraber oynarlardı.
Onun oraya gelmesiyle beraber birçok mucizeler zuhur etmiştir.
Halime’nin merkebinin kervanda en hızlı hayvan haline gelmesi, eve bereket gelmesi, develerinin evin ihtiyacına yeterinden fazla süt vermeye başlaması, koyunların diğer hayvanlara hiçbir şey vermeyen otlaktan her zaman tok dönmesi, süt annesinin bir memesini süt kardeşine bırakarak tek memesini emmesi... herkes tarafından müşâhade ediliyordu.
Daha mühim bir başka hadise ise şöyle oldu:
Bir gün süt kardeşi Abdullah heyecanla eve geldi. “Beyaz elbiseli iki kişi Kureyşli kardeşimi yere yatırıp göğsünü yardılar.” dedi. Halime ile kocası dışarı fırladılar. “Yavrucuğum sana ne oldu?” dediler. O da Allah tarafından meleklerin geldiğini, göğsünü açtıklarını, kalbini çıkarıp şeytana âit olan kısmı kaldırdıklarını, kalanını mânevî bir su ile yıkayıp yerine koyduklarını, hâlâ bu suyun serinliğini hissettiğini söyledi.
Bunun üzerine Hâris: “Ey Halime! Bu çocuğun başına bir felâket gelmesinden korkuyorum, bunu bir an önce âilesine teslim edelim.” dedi.
Bu hadiseden sonra çocuğu annesine teslim etmek üzere hareket ettiler. Mekke’ye geldiklerinde kalabalık arasında çocuğu kaybettiler. Her tarafı aramalarına rağmen bulamayınca durumu Abdülmuttalib’e bildirdiler. Biraz aramadan sonra, yerde ağaç yaprakları ile oynarken buldular.
Abdülmuttalip davar ve sığır kestirip Mekkeliler’e ziyafet verdi. Halime -radiyallahu anhâ- ve kocası Hâris -radiyallahu anh-i memnun bir şekilde yurduna yolcu ettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz süt annesi Halime -radiyallahu anhâ-ya hayatı boyunca minnettar kaldı. Onu her gördükçe: “Benim annem, benim annem!” der, ridâsını yere serip oturtur, bir ihtiyacı varsa hemen karşılardı.
Zamanla gerek Halime -radiyallahu anhâ- ve kocası, gerekse çocukları Abdullah -radiyallahu anh- ve Şeymâ -radiyallahu anhâ- müslüman olmuşlardır.
Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’le evlendikten sonra Halime -radiyallahu anhâ- bir gün ziyarete geldi ve yurtlarında hüküm süren kuraklık ve kıtlıktan dert yandı. Kendisine kırk koyunla, binmek ve yüklerini taşımak üzere bir de deve verdiler.
Mekke-i mükerreme’nin fethinden sonra Halime -radiyallahu anhâ-nın kız kardeşi huzura gelerek onun vefat ettiğini haber verince gözleri nemlendi. Geride kimlerin kaldığını sorup bilgi aldı. Ona da elbise giydirilmesini, bir deveye bindirilmesini, ayrıca iki yüz dirhem gümüş verilmesini emir buyurdu. Kadın sevinerek evine döndü.
Taif seferinden sonra Hevâzinliler’den alınan esirler arasında, çocukluğunda kendisini kucağında taşıyan Şeymâ -radiyallahu anhâ- da vardı. Süt kardeşini hemen tanıdı, ona ikramda bulunarak hürmetle âilesine geri gönderdi.
Daha sonraları Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de Halime -radiyallahu anhâ-nın âile ve yakınlarına daima saygı göstermişlerdir.
Resulullah Aleyhisselâm az da olsa kendisine süt annelik yapan Süveybe’ye minnettar kaldığını her fırsatta belli ederdi. Mekke’de iken ona harçlık verir, ziyaret edip hatırını sorardı. Hicret’ten sonra Medine-i münevvere’den de elbise ve harçlık göndermiştir. Hayber’den dönerken vefat haberini aldığında: “Akrabalarından sağ kalan kim var?” diye sordu, kimse kalmadığını söylediler.
Abdülmuttalib’in Himâyesi:
Âmine Vâlidemiz’in vefatından sonra dedesi Abdülmuttalip, Muhammed Aleyhisselâm’ı evine ve himâyesine alıp bağrına bastı. Onu bütün evlâtlarından çok seviyor, bir an bile gözünden ayırmıyordu.
Diğer evlâtları müsaade almadan yanına sokulamadığı halde, o ne zaman olursa olsun yanına girip çıkabilirdi.
Abdülmuttalib’in gördüğü rüyâlar ve karşılaştığı hadiseler, torununun ileride büyük bir insan olacağı hakkındaki inancını iyice artırmıştı. Şu kadar var ki ihtiyardı, kendisinden sonra ne olacağını düşündü. Hasta döşeğinde de oğullarını yanıbaşına çağırdı. Ebu Leheb’e: “Sen zenginsin, fakat kalbinde merhamet yok, çocuk ise yetim.” dedi. Abbas’a dönerek: “Sen bu işe lâyıksın, fakat âilen kalabalık.” dedi. Ebu Tâlib ileri atıldı. “Baba! Biliyorsun zengin değilim, fakat yüreğim yufkadır. Kardeşimin oğluna bakmayı canıma minnet bilirim.” karşılığını verdi.
Abdülmuttalip: “Amcalarının hangisinde kalmak istersin?” diye, bir de torununa sorması üzerine Ebu Tâlib’in boynuna sarıldı. Böylece amcasının himayesine girmiş oldu.
Abdülmuttalip oğluna bu emanete en büyük ihtimamı göstermesini emrettikten sonra, seksen iki yaşlarında olduğu halde vefat etti. Kureyşliler ona karşı duydukları saygıdan dolayı mersiyeler söylediler, cenazesini eller üzerinde taşıdılar ve Hacun kabristanındaki dedesi Kusayy’ın yanına gömdüler. Dükkanlar matem için günlerce kapalı kaldı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz dedesinin tabutunun arkasından göz yaşı dökmüştür. Bir gün kendisine “Abdülmuttalib’in ölümünü hatırlayabiliyor musunuz?” diye sorulmuştu. “Evet hatırlıyorum, ben o zaman sekiz yaşında idim.” buyurdu.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh