KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
“HULUK-U AZÎM”
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminin başlarında ilk nâzil olan Sûre-i şerif'lerin arasındadır. Elli iki Âyet-i kerime, üç yüz kelime ve bin dört yüz elli altı harften müteşekkildir.
İsmini ilk Âyet-i kerime'deki “Kalem” kelimesinden alır. “Nûn” ve “Nûn ve'l-kalem” sûre-i şerif’i adı da verilir. İniş sırası bakımından başında “Hurûf-u mukattaa”nın geçtiği Sûre-i şerif'lerin ilkidir.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle üç bölümde ele alınabilir. İlk yedi Âyet-i kerime'nin başında kaleme ve yazıya yemin edilmektedir.
Daha sonra Asr-ı saâdet'te Resulullah Aleyhisselâm'ı aşağılamak ve gözden düşürmek isteyen müşriklerin iftiralarına cevap verilmekte; o yüce Peygamber'in cinlenmiş olmadığı ve yüksek bir ahlâka sahip bulunduğu belirtilmekte, nübüvvetinin ispatı bahis mevzuu edilmektedir.
Sûre-i şerif'in ikinci bölümü, kırk sekizinci Âyet-i kerime'ye kadar devam etmekte; hakikati yalanlama, başkalarını çekiştirme, kusur araştırma, insanlar arasında söz götürüp getirme, iyiliğin amansız düşmanı olma, saldırganlık, günahkârlık, kabalık ve haşinlik... gibi ahlâkî bozukluklar beyan edilmektedir. İnsan şahsiyetini hedef alan bu davranışların ortaya konulması ile; bir taraftan bunları yapanlar kınanmakta, diğer taraftan da müminler bu kötü huylardan uzak durmaları hususunda uyarılmaktadır.
Bu bölümde ayrıca, kendilerine verilen nimetlere nankörlük etmeleri yüzünden bu nimetlerden mahrum bırakılan kişilerle ilgili kıssa anlatılmaktadır.
Daha sonra kâfirlere ardarda yöneltilen çarpıcı sorular sorularak, onların üstünlük iddiâları reddedilmekte ve tuttukları yolun hiçbir temelinin olmadığı açıklanmakta; ahirette kendilerini bekleyen korkunç âkıbet hatırlatılarak, kıyamet sahnelerinden biri gözler önüne serilmektedir.
Son bölümde ise; Resulullah Aleyhisselâm'ın mâruz kaldığı sıkıntılar karşısında sabretmesi istenmekte, Yunus Aleyhisselâm'ın kıssasına yer verilerek yaşadığı tecrübe numune olarak verilmekte, bu şekilde hem kendisi hem de ona inananlanlar tesellî edilmektedir.
Kalem sûre-i şerif'i Kur’an-ı kerim'in insanlar için bir uyarı olduğunu ifade eden Âyet-i kerime ile sona ermektedir.
Huluk-u Azîm:
İlâhî kudret, ahlâkî olgunluk bakımından Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi bir beşer yaratmış değildir.
Allah-u Teâlâ ona iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin hepsini ihsan ve ikram etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde onu ve yüksek ahlâkını överek şöyle buyurmuştur:
“Nûn.” (Kalem: 1)
O Sebeb-i mevcûdât'tır. Kâinatın özü ve hülâsasıdır. Kâinatın nokta-i menbâı, medih ve iftiharıdır. Bu Âyet-i kerime hiç kimse tarafından açılmış değildir. Nûn; bir ismin rumuzu olduğu ifade edilmekle birlikte, bazı Sûre-i şerif'lerin başlarındaki diğer harfler gibi o da müteşâbihtir. Gerçekten müteşabih Âyet-i kerime'lere mahlûkun ilmi ve aklı yetmez. Fakat “Nun” çok mühimdir. Her şeyin bir özü ve hülâsası olduğu gibi, o da mükevvenâtın özü ve hülâsasıdır.
Diğer Âyet-i kerime'lere bakıp mânâsını takip ederseniz, bu Âyet-i kerime'lerin “Nûn”un üzerinde cereyan ettiğini göreceksiniz.
“Kaleme ve onunla yazılanlara andolsun!” (Kalem: 1)
Allah-u Teâlâ insanın kavrayamayacağı, anlatmakla bitirilemeyecek kadar çok olan faydasından dolayı kalem üzerine ve yazılanlara yemin etmektedir. Burada ilmin Allah katındaki değerine işaret olduğu gibi, ilmin yazıya dökülmesinin önemine de işaret vardır. İlimlerin ve bilgilerin ayakta durması kalem sayesinde olur.
Bir Âyet-i kerime'de de:
“O ki kalemle (yazı yazmayı) öğretti.” buyuruluyor. (Alâk: 4)
Allah-u Teâlâ kalemle yani bir vasıta ile öğrettiği gibi, her ne kadar okuma-yazma bilmeyen bir ümmî de olsa, vasıtasız olarak da ona öğretir. İnsanlara bilmedikleri ilim ve bilgileri O öğretmiştir.
•
Yeminin cevabı olarak Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ediyor ve şöyle buyuruyor:
“Resul'üm!
Andolsun ki sen Rabb'inin nimetine uğramış bir kimsesin ve mecnun (deli) değilsin.” (Kalem: 2)
Nurundan o nuru yarattı ve mükevvenâtı o nur ile donattı. Bu en büyük bir nimet değil midir? Bu nimetin yüzüsuyu hürmetine bütün kâinat hayat buluyor. Hayat bulduğu için medar-ı iftiharı oluyor. Çünkü kâinat onunla hayat buldu. Allah-u Teâlâ'ya şükrettiğimiz gibi ona da Sebeb-i mevcûdât olduğu için her an müteşekkiriz. Dikkat ederseniz Âyet-i kerime'ler birbirini kilitledi.
Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i hakkında kâfirler, zâlimler, nankörler birçok iftiralar attılarsa da bizzat onu yaratan Allah-u Teâlâ bu iddiâları reddetti ve Resul'ünü tesellî etti.
“Senin için tükenmeyen bir mükâfât var.” (Kalem: 3)
Allah-u Teâlâ onu öyle sonsuz bir ihsan ve ikrama mazhar etmiş ki, bu “Tükenmeyen mükâfât”a mahlûkun aklı ermez.
Öyle bir mükâfat ki aslâ sonu gelmeyen kesintisiz bir mükâfât, hiç kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah-u Teâlâ'nın lütfu ve yardımı olan bir mükâfât...
“Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin.” (Kalem: 4)
Allah-u Teâlâ nankörlerin inkârını reddettikten sonra onu bizzat kendisi meth-ü senâ ediyor ve büyük bir ahlâk sahibi olduğunu beyan buyuruyor. Onu delilikle itham edenlere bizzat kendisi cevap veriyor.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği yüceliği başka hiç kimseye vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini ferman buyurmuştur. Onu başka bir tarifle anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam mânâsıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmıştır.
Kur’an-ı kerim'in mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in “Huluk-u azîm” tabiriyle bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur.
Geçmişin ve geleceğin bütün ahlâk güzelliklerinin hepsini istisnasız üzerinde toplamıştır.
Bu Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ihsan-ı ilâhî'dir. Yalnız ona bahşetmiştir.
Kendisinden evvel gelen peygamber kardeşlerinin dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir.
Hadis-i şerif'lerinde:
“Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” buyurmaktadırlar. (Ahmed bin Hanbel)
Diğer peygamberlerin mümeyyiz vasfı hâline gelen fazilet ve meziyetlerin hepsi birden onda toplanmış, diğer fazilet ve meziyetler ise hepsinin üstüne çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ diğer peygamberlere lütfettiği, ikram ve ihsan ettiği bütün fazilet ve meziyetlerin hepsini birden ona bahşetmiş, ona olan ihsanı da hepsinden üstün kılmıştır.
Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği ihsan nedir?
Bütün peygamberler onun nurunu taşıyorlardı. Onun zuhuru ile nur nura kavuştu. Nur nurun üzerinde. O nur ona bahşettiği ihsan-ı ilâhî'dir. Bu ihsan hepsinin üstünde bir lütuftur. “Nûrun alâ nûr” olmuş oluyor.
Bir insanda bir veya bir kaç haslet en güzel şekliyle bulunabilir, fakat hepsi birden bulunmaz. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de ise insanlarda bulunabilecek istisnasız bütün güzel huylar, fazilet ve keremler kemâl derecesinde bulunmaktadır.
Bu güzellikler kendisi ile başkaları arasında taksim edilmiş de değildir. Böyle olmuş olsaydı, bir kısmı kendisinde kalır, diğerleri başkalarına verilirdi. Halbuki güzellikler bütünüyle kendisinde mevcuttur. Hiç kimsede onun güzel hasletlerinin benzeri ve dengi yoktur.
Bir insan gayret ederek iyi huylara sahip olabilir. Onun terbiyesi ise fıtrîdir, doğrudan doğruya Allah vergisidir.
Hem Allah vergisidir, hem de bizzat mürebbisi de Allah-u Teâlâ'dır.
Bir Hadis-i şerif'lerinde de:
“Beni Rabb'im terbiye etti, edebimi ne güzel eyledi.” buyurmuşlardır. (Câmiü's-sağîr)
O, insan hayatının her safhası için ve her sınıftan insan için; imanda, ibadette, ahlâkta müstesnâ bir numunedir.
Allah-u Teâlâ'nın hangi emrini tebliğ etmişse, yahut kendisi ne emretmişse; onun en güzelini harfiyyen önce kendisi uygulardı.
İnsanlara güzel ahlâkı emretti, kendisi ise bütün güzel huylarla mücessem ve muhteşem bir şekilde fazilet numunesi oldu. Hayatı, Kur’an-ı kerim'in canlı bir levhası, tatbikî bir tefsiriydi. Onun ahlâkı Kur’an ahlâkı idi.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ahlâkı sorulduğunda:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an'dı.” buyurdular. (Müslim)
Yani Kur’an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir.
Bütün iş ve icraatlarda, ibadet ve taatlerde numune olarak insanlara o yeter.
Onu kimseler tarif edemedi.
“Gel ey Hakkı! Unut halkı, Habib-i Hakk'tan al hulku
Ki Hakk'tan hüsn-i hulk almıştı meccan ol kerem kânı.”
•
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine vaadde bulunurken, onun düşmanlarına da tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır.
“Hanginizin aklından zoru olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler.” (Kalem: 5-6)
İslâmiyet her tarafa yayılacak, kemâle erecek; onu söndürmek isteyenlerin kendileri ise sönecekler, kahrolup gidecekler.
“Doğrusu senin Rabb'in, yolundan sapanları çok iyi bilir. Hidayete erip doğru yolda olanları da çok iyi bilir.” (Kalem: 7)
Allah-u Teâlâ hidayet bulanın ve aklı başında olanın kendi Peygamber'i olduğuna, yolundan sapanın ve akılsız kimselerin de onlar olduğuna dâir şâhitlik etmektedir.
Küfür ve Kâfirler Aslâ Hoşgörülemez:
Kureyş'in ileri gelenleri Muhammed Aleyhisselâm'a gelerek kendi putlarına saygı göstermesi hâlinde, onlar da onun Rabb'ine karşı saygılı olabileceklerini söyleyerek uzlaşma taraftarı olduklarını belirtmek istiyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'lerde ise İslâm'la ve İman'la bağdaşmayan hiçbir teklife iltifat edilmemesi beyan buyuruldu:
“(Hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar senin yumuşak ve müsamahalı davranmanı isterler ki, kendileri de sana yumuşak davransınlar.” (Kalem: 8-9)
Âyet-i kerime'de geçen “Müdâhene”, lüzumsuz yere yumuşak davranmak demektir.
Allah-u Teâlâ onu istikamet üzerinde sabit kıldığı için müşriklere meyletmesi kesinlikle imkânsızdı.
Resulullah Aleyhisselâm hiç kimseden çekinmeden, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan; müşriklerin kötülüklerini ortaya döken Âyet-i kerime'leri yüzlerine çarparcasına okuyordu.
Allah-u Teâlâ hak ve hakikati yalanlayanlara itaat etmesini Resulullah Aleyhisselâm'a kesinlikle yasakladığı gibi, ayrıca her türlü güzel huylardan mahrum olan sapıklara itaat etmesini de yasaklamıştır.
Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
“Resul'üm! Sakın itaat (ve iltifat) etme alabildiğine yemin eden aşağılığa!” (Kalem: 10)
Eğriye doğruya yemin edip duran âdî kâfire boyun eğme! O ki yaptığı yeminleri maske yapıp, nefsânî arzularını elde etmeye çalışır.
“Daima kusur arayıp kınayana, söz götürüp getirene.” (Kalem: 11)
Onu bunu ayıplar, arkasından çekiştirir, ara bozmak için sürekli lâf taşır, ikiyüzlüdür.
“İyiliği engelleyen, haddi aşan, günahkâra.” (Kalem: 12)
İnsanları imandan ve taatten men eder, zulüm yapar, günahlara dalmaktan çekinmez.
“Kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine.” (Kalem: 13)
Yaratılışı kaba, kalbi katı, aslı belli değil nesli belli değil, şerefsizlik onun şiârı olmuş.
“Çok mal ve oğulları vardır diye (sakın itaat ve iltifat etme!)” (Kalem: 14)
Mal ve servetleriyle, oğullarının çokluğu ile gururlanıp böbürlenir. Bu gibi kimseler hiçbir zaman dost edinilmeye lâyık değildir. Görünüşteki iyi hâllerine hiçbir zaman itibar edilmez. Onların aslı ve asaleti işte budur.
“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘Eskilerin masallarıdır!’ der.” (Kalem: 15)
Allah-u Teâlâ'nın indirdiği ilâhî beyanlara: “Eskilerin masalları” deyip geçer. Eski kitaplardan alıp yazdırdığı evhamına kapılır. Allah kelâmı ile geçmişlerin hurafelerini ayıramayacak derecede bir sapıklığa düşer.
“Biz yakında onun burnuna damga vurup işaretleyeceğiz.” (Kalem: 16)
Öyle zelil bir hâle getireceğiz ki, bu zilletini herkes görüp anlayacak.
Müşriklerin önde gelenleri, bu ve benzeri Âyet-i kerime'lerde sıralanan kötülüklerin hepsini veya bir kısmını kendisinde apaçık görüyor ve tedirgin oluyordu.
Nitekim müşrik elebaşlarından Velid bin Muğire, anasının kendisini gayr-i meşru olarak doğurduğunu Kalem sûre-i şerif'inin 13. Âyet-i kerime'si ininceye kadar bilmiyordu.
__________________________________________________________________________
KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
BAHÇE SAHİPLERİNİN HİKÂYESİ
Bahçe Sahiplerinin Hikâyesi:
Geçmişte yaşamış ümmetlerden birinde, rivayete göre Yemen’in San’a şehri yakınlarında ehl-i kitaptan sâlih bir zât yaşıyordu. Öyle bir bahçesi vardı ki, her türlü meyve yetişiyordu.
Dindar, muttaki, aynı zamanda çok cömert olan bu zât; hasat zamanı gelince, ilân vermek suretiyle fakirleri ve düşkünleri çağırır, bahçeden onlara bolca pay verir, onlara ikramda bulunurdu. Ayrıca devşirme mevsiminde dalda ve başakta kalanları, yere dökülenleri yoksullara bırakmayı âdet edinmişti.
Bu şekilde nezih bir hayat yaşayan, halkın sevgi ve saygısını kazanan bu sâlih zât gün geldi vefat etti. Yerine çocukları vâris olup bahçe ile ilgilenmeye başladılar.
Devşirme mevsimi geldiğinde babalarına muhalif harekette bulundular. Aç gözlülük ederek dediler ki:
“Mal az âile fertlerimiz çok... Eğer babamızın yaptığı gibi biz de bu mahsulâttan fakirlere bir şeyler bırakırsak ihtiyaç içinde kalırız, onların bu bahçede hakları yoktur.”
Aralarında istişare yapıp, hiçbir fakire herhangi bir şey vermemeyi kararlaştırdılar. Şu kadar var ki içlerinden bir kardeşleri bu fikre karşı çıktı. Bu davranışlarının doğru olmadığını, babalarının yolunu takip etmek gerektiğini onlara hatırlattı, öğütler verdi, fakat öğütlerine kulak asmadılar. O bir kişi, diğerleri ise çoğunlukta idi.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Kalem sûre-i şerif’inin 17-35. Âyet-i kerime’lerinde bahçe sahiplerinin ahvâlini bir vesile-i intibah olmak üzere hikâye buyurmaktadır:
“Biz vaktiyle bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi, bunlara da belâ verdik.” (Kalem: 17)
Bu Âyet-i kerime, Allah-u Teâlâ’nın Muhammed Aleyhisselâm’ı kendilerine bir rahmet olmak üzere gönderdiği Kureyşliler’in, onu reddedip karşı koymaları üzerine belâlara musibetlere uğratıldıklarını beyan buyurmaktadır.
Bahçenin yeni sahipleri sabah erkenden meyveleri devşirmeye gideceklerdi. Miskinlere haber vermeyecekler ve onlara hiçbir pay ayırmayacaklardı. Bu kararlarını yemin ile de teyit ettiler.
“Hani o bahçe sahipleri, sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.” (Kalem: 17)
Bu işten son derece emin idiler. Kendilerine o kadar güveniyorlardı ki, bu işi karara bağlarken: “‘İnşallah... Allah izin verirse... Sağ salim sabaha çıkarsak... Bir âfete uğramazsak...” gibi bir sakınma kaydı koymamışlar, yoksulları haklarından mahrum bırakmaya güç yetireceklerini sanmışlardı.
“Bir istisna da yapmıyorlardı.” (Kalem: 18)
Böyle olunca da Allah-u Teâlâ onları istek ve arzularının tersiyle cezalandırdı. Yemin ettikleri iş, kararlaştırdıkları gibi lehlerine değil, akıl ve hayallerine gelmeyecek bir şekilde aleyhlerine tecellî etmişti.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Fakat onlar daha uykudayken Rabb’inin katından gönderilen kuşatıcı bir afet bahçeyi sarıverdi de, bahçe kapkara kesildi.” (Kalem: 19-20)
Miskinlerin payı hususunda cimrilik etmenin, nimetle şımarmanın cezası olarak; kendi paylarına düşecek olan mahsuller yok olduğu gibi, muhtaçlara verilmesi gereken paylar da yok oldu, kendilerine hiçbir şey kalmadı. Şükrü edâ olunmayan nimet, her zaman için zevâle mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ onların bu kötü niyetlerinin neticesi olarak, haberleri olmaksızın geceleyin bahçenin harap olduğunu beyandan sonra, sabahın erken saatlerinde kalkan bahçe sahiplerinin ahvâlini beyan etmek üzere şöyle buyuruyor:
“Sabah olurken: ‘Madem devşireceksiniz, hadi erkenden mahsulünüzün başına gidin!’ diye birbirine seslendiler.” (Kalem: 21-22)
Yoksulların farkına varmasından korktukları için, gizlice konuşarak bahçeye doğru yola çıktılar. Keyifli keyifli birbirlerini teşvik ediyorlardı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Derken: ‘Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanımıza sokulmasın!’ diye fısıldaşa fısıldaşa yola koyuldular.” (Kalem: 23-24)
Halbuki düşünmeleri gerekirdi ki o bahçe, onu kendilerine veren, onlar uyurken onu gözetecek olan Allah-u Teâlâ’nın mülküdür, onca fakir fukaranın da hukuku vardır.
“Yoksullara yardım etmeye güçleri yettiği halde, böyle konuşarak erkenden gittiler.” (Kalem: 25)
Sabahleyin bahçelerine geldiklerinde bir de ne görsünler! Ne bir ağaç, ne de bir meyve var! Oranın kendi bahçeleri olduğuna inanamadılar, yolu şaşırdıklarını sandılar.
“Fakat bahçeyi gördüklerinde: ‘Herhalde biz yolumuzu şaşırmış olmalıyız!’ dediler.” (Kalem: 26)
Hepsi birlikte dikkatlice baktılar. Tekrar baktılar. Nihayet oranın gerçekten kendi bahçeleri olduğunu, yanlış yere gelmediklerini, kendi kötü niyetleri yüzünden böyle bir felâkete uğradıklarını anladılar.
Dediler ki:
“Yok yok, doğrusu biz mahrum bırakılmışız.” (Kalem: 27)
Allah-u Teâlâ’nın kendilerini cezalandırdığının farkına vardılar. İş işten geçtikten sonra hayıflanmaya başladılar. Olup bitenlerden, elden kaçan fırsatlardan dolayı büyük bir pişmanlık duydular.
Onlar fakirleri mahrum bırakmak istemişlerdi, fakat kendileri Allah-u Teâlâ tarafından mahrum bırakılmışlardı.
“İnsaflıları şöyle dedi:
‘Ben size demedim mi? Rabbinizi tesbih etmeniz gerekmez miydi?” (Kalem: 28)
Bu kardeşleri evvelce de onlara öğüt vermiş, uyarılarda bulunmuştu. Fakat aldırış etmemişler, kulak asmamışlar, kendi fikirlerinde ısrar etmişlerdi.
Eğer içlerinde aklı eren bir fert bulunmasaydı, o ümitsizlik içinde kıvranıp duracaklardı.
Bir musibet bin nasihattan iyidir. Önce dinlemedikleri nasihatı, bu defa uğradıkları felâket içinde dinlediler ve kusurlarını itiraf ederek dediler ki:
“Rabb’imizi tesbih ederiz. Doğrusu biz zalimlermişiz.” (Kalem: 29)
İlk şaşkınlık hali geçer geçmez biri diğerini itham etmeye: “Bu felâkete sebep sensin!.. Bu hileyi bize sen öğrettin!.. Tasadduk edersek fakir düşeriz diyerek bizi korkuttun!..” gibi sözlerle suçu birbirine atmaya başladılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dönüp kabahati birbirine yüklemeye başladılar.” (Kalem: 30)
Ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Emr-i ilâhîye muhalefet etmeleri, fakirlerin haklarını vermekten kaçınmaları sebebiyle ellerindeki nimetlerin zevâli ile cezalandırılacaklarını düşündükçe deli divane oluyorlardı.
Tekrar be tekrar hatalarını itiraf etmekten kendilerini alamıyorlar, pişmanlıklarına pişmanlık katıyorlardı.
“Şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz.” (Kalem: 31)
Hepsi de gerçekten tevbekâr oldular. Tevbe etmekle kalmadılar, dağılıp gidivermediler:
“Belki Rabb’imiz bize bunun yerine daha iyisini verir.” (Kalem: 32)
Diyerek, Rabb’lerine samimiyetle yöneldiler, dergâh-ı ulûhiyete el açtılar. Bunu bile yeterli görmeyerek, bütün rağbetlerini sırf O’na çevirdiklerini, gayelerinin O’nun rızasına ulaşmak olduğunu beyan ederek en sonunda şöyle dediler:
“Biz sadece Rabb’imize rağbet edip gönül bağlayanlardanız.” (Kalem: 32)
Bu bahçe sahiplerinin hikâyesinden, mal ve evladı Allah-u Teâlâ’nın insana imtihan için verdiği, eğer O’nun rızasına uygun olarak sarfederse faydasını, kötülük yolunda sarfederse zararını göreceği, yaptığından pişmanlık duyup da tevbe ederse tevbesinin kabul olunacağı anlaşılmış oluyor.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bu kıssanın ardından şöyle buyuruyor:
“İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!” (Kalem: 33)
Bu azap mala değil canadır, geçici değil süreklidir, içine düşen kurtulmaz. O bir kere başa geldikten sonra uyanmanın hiç faydası olmaz.
İnsanlar bunu bilmiş olsalardı günahlarından vazgeçerlerdi. Bilmedikleri için isyanlarında ısrar etmektedirler.
Bağlara, bahçelere ve diğer emvale âfetlerin inmesi, nimet sahiplerinin şükrünü yerine getirmemeleri sebebiyledir.
Dünyada iken insanın başına gelen bu gibi belâ ve ibtilâlar, anlamak kabiliyetinde olanları uyandırır, Hakk’a teslim ettirir, daha büyük tehlikelerden korunmasına ve daha büyük iyiliklere ulaşmasına sebep olur. Kişinin bilemeyeceği birçok hikmetler mevcuttur.
Bu hitap kıyamete kadar gelecek insanların hepsine şâmildir. Allah-u Teâlâ insanları insafa ve ibret almaya dâvet etmektedir.
Küfür Aynı Küfür:
Allah-u Teâlâ bahçe sahiplerinin hikâyesini beyandan sonra, ahiret yurdunu gözetip Allah’tan korkanlara lütfedeceği bitmez tükenmez nimetleri müjdelemektedir:
“Şu da muhakkak ki, takva sahipleri için Rabb’leri katında Naîm cennetleri vardır.” (Kalem: 34)
Her türlü korku ve endişeden, belâ ve musibetlerden uzak bir şekilde bağlara, bahçelere, bostanlara nâil ve dahil olacaklardır.
Müşriklerin ileri gelenleri dünyada kendi kısmetlerinin bolluğunu, müslümanların ise geçim darlığı çektiklerini görüyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın müslümanlara ahiret ile ilgili vaadlerini duyduklarında: “Öldükten sonra her şey biter. Eğer Muhammed’in ve beraberindekilerin zannettikleri gibi ölümden sonra gerçekten diriltilecek olursak, o zaman bizim de onların da durumlarımız dünyadaki gibidir. Bizden üstün olmaları mümkün değildir. Orada da biz yine refah içinde olacağız.” dediler.
Allah-u Teâlâ onların bu sapık fikirlerini reddetmek ve kınamak için şöyle buyurdu:
“Teslimiyet gösterenleri biz suçlular gibi tutar mıyız hiç?” (Kalem: 35)
Elbette ki suç işleyenin âkıbeti azap, itaatkârların karşılığı da Nâim cennetidir.
Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime’lerinde Mekke müşriklerine hitap ederek, kıyamete kadar gelecek bu tıynetteki kişileri uyarmaktadır:
“Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?” (Kalem: 36)
Sizi bu pek yanlış fikir ve kanaatlere sevk eden nedir? Nasıl oluyor da kâfirleri hoş gören bir hüküm veriyorsunuz? Hiç akıllı bir kimse böyle yapar mı?
“Yoksa size mahsus bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz?” (Kalem: 37)
Size âit olmak üzere böyle ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki emirlere dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz?
Her şeyin nefsinizin hevâ ve hevesine, süfli arzusuna göre olacağını o kitaptan mı okuyup inceliyorsunuz?
“O kitapta: ‘Beğendiğiniz her şey sizindir.’ diye mi yazılı?” (Kalem: 38)
“Her yaptığınız yanınıza kâr kalır, sizin her yaptığınız icraat, her söylediğiniz söz doğrudur.” diye yalnız size âit bir delil mi var?
“Yoksa: ‘Ne hükmederseniz mutlaka sizindir!’ diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?” (Kalem: 39)
Halbuki ellerinde hiçbir delil, hiçbir istinat yok. Hevâ ve heveslerine göre konuşuyorlar. Kendi kendilerine hüküm ve hakikati değiştirmeye kalkıyorlar.
“Sor bakalım onlara, hangisi bunu üzerine alıyor?” (Kalem: 40)
İçlerinden hangisi böyle bir şeyi garanti edebilir?
“Yoksa onların ortakları mı var? Sözlerinde doğru iseler, hadi ortaklarını da getirsinler!” (Kalem: 41)
Bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, Allah-u Teâlâ’nın bir hükmünü değiştiremezler. Hepsi de Hakk’ın karşısında kahrolmaya mahkumdurlar.
__________________________________________________________________________________
KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
ÜCRET İSTEMEYEN PEYGAMBER
Secdeye Dâvet:
Kıyamet gününün ilk başlangıcında Allah-u Teâlâ’ya ibadet edenlerin kim olduğu ve O’nu inkâr edenlerin kim olduğu, bütün işlerin hakikatleri ve asılları ayan-beyan ortaya çıkacaktır. Hakikatin üzerinden perde kalkar. O gün gam, keder, sıkıntı ve şiddet günüdür. Zorluklar kat kat artar. O gün korkular ve büyük işler birbirine karışır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün baldırlar açılır ve secdeye dâvet edilirler, fakat güç getiremezler.” (Kalem: 42)
Ahirette müminler ilâhî dâvete gönül verip secdeye kapanırken, mütekebbirler sırtlarındaki günah yükünün ağırlığı ile secde imkânı bulamazlar.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te beyan buyurulduğuna göre; mümin erkekler ve kadınlar Allah-u Teâlâ’ya secde ederler, riyâ ve gösteriş olarak secde edenler ise geri kalırlar. Onlar secde etmeye çalışırlar, fakat sırtları tek bir saç haline gelir, secde edemezler. (Buhârî-Müslim)
O günün şiddetinden hayretler ve dehşetler içinde ne yapacaklarını bilemezler. Bir faydası olmadığı halde secdeye kapanmak için can atarlar, fakat güçleri yetmez. Ne başlarını kaldırabilirler, ne de bellerini eğebilirler. Dehşet ve şiddetten sinirleri tutulmuş gibi olur. Değil secde etmeye, işarete bile güçleri yetmemektedir. Onlar bu şereften ebedî olarak mahrumdurlar. Bu mahrumiyetleri, hasret ve pişmanlıklarını kat kat artırır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür. Halbuki onlar sapasağlam iken de secde etmeye davet ediliyorlardı.” (Kalem: 43)
Dünyada sağlıkları yerindeyken, elleri ayakları tutarken; secdeye, ibadete davet edildikleri halde iltifat etmemişler, icabetten kaçınmışlardı. Güçleri yetmesine rağmen, gönül hoşluğu ile secdeye yanaşmamışlardı. O vakit başlarında bu dertleri de yoktu.
Onların bu secdeye dâvet edilmeleri yükümlülük için, kulluk için değil; kınamak, başa vurmak ve utandırmak içindir.
Kâfirlere Verilen Mühlet:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde zulüm ve isyanlarına rağmen kullarına belirli bir zamana kadar ruhsat verdiğini, süre dolunca da bu ruhsatı ellerinden alacağını haber vererek şöyle buyurur:
“Bu sözü yalan sayanlarla beni başbaşa bırak.” (Kalem: 44)
Yaptıklarından etkilenme, söylediklerine karşı kalbini meşgul etme, onları bana havale et, ben onlara neler yapılması gerektiğini bilirim.
“Biz onları bilmeyecekleri bir cihetten derece derece azaba yaklaştırıyoruz.” (Kalem: 44)
Azapları ertelemek, ömürleri uzatmak, genişlik bolluk vermek, darlığa düşürmemek... gibi mühletler şeref ve üstünlük alâmeti değildir. Görünüşte nimet, gerçekte ise azaptır. Onlar farkına varmadan Allah-u Teâlâ azaplarını artırmayı murad etmektedir.
“Ben onlara mühlet veriyorum.” (Kalem: 45)
Günahları artsın diye onlara süre tanır. Onlar da iyi bir iş yaptıklarını zannederler.
“Şüphe yok ki, benim tuzağım metindir.” (Kalem: 45)
Onun tuzağına kimse engel olamaz. Tam sırası gelince bir anda iplerini çekiverir.
Ücret İstemeyen Peygamber:
Resulullah Aleyhisselâm, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getirirken, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın tebliği karşısında hiçbir ücret istemediğini çok iyi bildiği halde, bu hususu duyurmak ve insanları ikaz etmek için şöyle buyurmaktadır.
“Resul’üm! Yoksa sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden ağır bir borç altında mı kalıyorlar?” (Kalem: 46 - Tûr: 40)
Böyle zannediyorlarsa bu zanları yanlıştır. Böyle bir talepte bulunmaktan elbette ki müteâlidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, iman etmedikleri için müşrikleri kınamaktadır. Yoksa Resulullah Aleyhisselâm onlardan hiçbir ücret istememekte, hiçbir menfaat beklememektedir. Sahibi onu dünyada da ahirette de rızıklandırır, büyük mükâfatlara nâil buyurur. Rezzâk-ı âlem O’dur.
Resulullah Aleyhisselâm hiçbir zaman halktan en küçük bir menfaat beklemiş değildir. İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin de gidişatı böyledir.
Bir peygamber olarak insanların kurtuluşundan başka hiçbir şey istememektedir. Onların ıslah olması en büyük ücrettir.
Ancak Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak için, din-i İslâm’ın izzeti ve ehl-i imanın kuvveti için, malını infak etmek isteyen kimse de men olunmamıştır. Böylece kıyamete kadar her devirdeki müslümanlara güzel bir numune, şaşmaz bir ölçü bırakılmıştır.
“Yoksa gayb (bilgisi) onların yanında da onlar mı yazıyorlar?” (Kalem: 47)
Bunun için mi inkâr etmekte ısrar ediyorlar, akla ve Kitab’a uymaz hükümler veriyorlar, ilâhî hükmün başlarına ineceği ilâhî azap gününden çekinmiyorlar?
Yunus Aleyhisselâm:
Allah-u Teâlâ Yunus Aleyhisselâm’ın başından geçenleri Muhammed Aleyhisselâm’a hatırlatmış; mücadelesinde sabırlı olmasını, yalanlayanların eziyetlerine katlanmasını, yılmamasını, azmi elden bırakmamasını tavsiye etmiştir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Resul’üm! Sen Rabb’inin hükmünü sabırla bekle!” (Kalem: 48)
İlâhî emirleri halka duyurmaya azimle devam et. Sana olan yardımını er veya geç gönderecek, ilâhî hükmü ortaya çıkaracak, seni muhaliflerine karşı muzaffer kılacaktır.
“O, balığın arkadaşı Yunus gibi olma!” (Kalem: 48)
Rabb’inin kesin emrini gözet, sabırla işin sonuna bak!
“Hani o dertli dertli Rabb’ine niyaz etmişti.” (Kalem: 48)
Balığın karnında karanlıklar içinde olduğu halde naz ile niyaz etmekten uzak durmadı.
Zor şartlar altında kalınsa bile bu şekilde davranılmaması gerekiyordu. Yunus Aleyhisselâm’ın zellesinin sebebi bu idi.
Fakat onun samimi itirafı, aczini ortaya koyuşu, azamet-i ilâhî karşısında boyun büküşü kurtuluşuna vesile oldu.
“Şayet Rabb’inden ona bir lütuf nimeti erişmemiş olsaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı.” (Kalem: 49)
Fakat Allah-u Teâlâ ona büyük bir lütufta bulundu, tevbe etmeye muvaffak kıldı, kınanmaksızın dışarıya çıkardı.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.” (Sâffât: 143-144)
Zühd ve takvâsı, zikir ve tesbihi kendisi için büyük bir nimet ve rahmet olmuştu. Yoksa kıyametten evvel berhayat olarak bir daha dünya yüzüne gelemeyecekti. Bu balığın karnı kıyamete kadar ona mezar olabilirdi.
O tesbihi o tehlili de ona ilham eden Allah-u Teâlâ idi.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu duâ gelip arşı kuşattığında melekler:
“Ey Rabbimiz! Biz uzak bir yerden zayıf bir ses işitiyoruz.” dediler.
Allah-u Teâlâ:
“Siz bu sesin sahibini tanıyor musunuz?” diye sordu.
“Ey Rabbimiz! O kimdir?” dediler.
“Kulum Yunus’tur!” buyurdu.
Melekler: “Her gün ve her gece salih amellerin, icabet buyurulan duâların kendisinden yükseldiği kulun Yunus mu?” dediler.
“Evet!” buyurdu.
“Ey Rabbimiz! Bollukta yaptıklarından dolayı ona rahmet edip onu bu musibetten kurtarmayacak mısın?” diye sordular.
Allah-u Teâlâ:
“Evet kurtaracağım!” buyurdu ve Yunus Aleyhisselâm’ı artık dışarıya çıkarması için balığa emretti. (İbn-i Kesir)
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu üzüntüden kurtardık.” (Enbiyâ: 88)
Allah-u Teâlâ bir süre dinlenip eski sıhhat ve âfiyetine yeniden kavuşan Yunus peygamberine, kavminin yanına gidip tevbelerinin kabul edildiğini kendilerine haber vermesini emrederek onu sayıları yüz bin kadar olan halkının üzerine tekrar irşad için gönderdi.
Âyet-i kerime’de:
“Fakat Rabb’i onu seçti ve onu sâlihlerden kıldı.” buyuruluyor. (Kalem: 50)
Onu arıttı, kınanmış olmaktan korudu, yeni baştan vahyine nâil etti.
Kâfirlerin Peygamber’e Hâince Bakışları:
Mekke kâfirleri Resulullah Aleyhisselâm’ın dâvetini şiddetle reddediyorlardı. O kadar kızgın idilerdi ki, Kur’an dinlemeye hiç tahammül edemiyorlardı. Kin ve nefretleri gözlerinden okunuyordu.
“O kâfirler Zikr’i işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi.” (Kalem: 51)
Azılı düşmanlıklarından ve kıskançlıklarından dolayı, kem gözlerinin kötülükleriyle ellerinden gelse seni yok edeceklerdi.
“Ve: ‘O bir delidir!’ diyorlardı.” (Kalem: 51)
İnsanları ondan uzaklaştırmak maksadıyla böyle söylüyorlardı, yoksa onun akıllı olduğunu onlar da çok iyi biliyorlardı.
Allah-u Teâlâ onlara cevap olarak şöyle buyurdu:
“Halbuki o Kur’an âlemler için bir öğüttür.” (Kalem: 52)
Bütün insanlar ve cinler için hidayet kaynağıdır.
•
Kalem sûre-i şerif’inin bu son iki Âyet-i kerime’sinde “Nazar değmesi”nin hak olduğuna dâir delil vardır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in odasında yüzünde sarılık eseri bulunan bir kız çocuğu gören Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bu kızcağızı okutunuz. Buna nazar değmiştir.” buyurdular. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1933)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz şöyle buyuruyorlar:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- göz değmesine karşı okunmasını bana emretti.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1932)
________________________________________________________________________________
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
“HULUK-U AZÎM”
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminin başlarında ilk nâzil olan Sûre-i şerif'lerin arasındadır. Elli iki Âyet-i kerime, üç yüz kelime ve bin dört yüz elli altı harften müteşekkildir.
İsmini ilk Âyet-i kerime'deki “Kalem” kelimesinden alır. “Nûn” ve “Nûn ve'l-kalem” sûre-i şerif’i adı da verilir. İniş sırası bakımından başında “Hurûf-u mukattaa”nın geçtiği Sûre-i şerif'lerin ilkidir.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle üç bölümde ele alınabilir. İlk yedi Âyet-i kerime'nin başında kaleme ve yazıya yemin edilmektedir.
Daha sonra Asr-ı saâdet'te Resulullah Aleyhisselâm'ı aşağılamak ve gözden düşürmek isteyen müşriklerin iftiralarına cevap verilmekte; o yüce Peygamber'in cinlenmiş olmadığı ve yüksek bir ahlâka sahip bulunduğu belirtilmekte, nübüvvetinin ispatı bahis mevzuu edilmektedir.
Sûre-i şerif'in ikinci bölümü, kırk sekizinci Âyet-i kerime'ye kadar devam etmekte; hakikati yalanlama, başkalarını çekiştirme, kusur araştırma, insanlar arasında söz götürüp getirme, iyiliğin amansız düşmanı olma, saldırganlık, günahkârlık, kabalık ve haşinlik... gibi ahlâkî bozukluklar beyan edilmektedir. İnsan şahsiyetini hedef alan bu davranışların ortaya konulması ile; bir taraftan bunları yapanlar kınanmakta, diğer taraftan da müminler bu kötü huylardan uzak durmaları hususunda uyarılmaktadır.
Bu bölümde ayrıca, kendilerine verilen nimetlere nankörlük etmeleri yüzünden bu nimetlerden mahrum bırakılan kişilerle ilgili kıssa anlatılmaktadır.
Daha sonra kâfirlere ardarda yöneltilen çarpıcı sorular sorularak, onların üstünlük iddiâları reddedilmekte ve tuttukları yolun hiçbir temelinin olmadığı açıklanmakta; ahirette kendilerini bekleyen korkunç âkıbet hatırlatılarak, kıyamet sahnelerinden biri gözler önüne serilmektedir.
Son bölümde ise; Resulullah Aleyhisselâm'ın mâruz kaldığı sıkıntılar karşısında sabretmesi istenmekte, Yunus Aleyhisselâm'ın kıssasına yer verilerek yaşadığı tecrübe numune olarak verilmekte, bu şekilde hem kendisi hem de ona inananlanlar tesellî edilmektedir.
Kalem sûre-i şerif'i Kur’an-ı kerim'in insanlar için bir uyarı olduğunu ifade eden Âyet-i kerime ile sona ermektedir.
Huluk-u Azîm:
İlâhî kudret, ahlâkî olgunluk bakımından Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi bir beşer yaratmış değildir.
Allah-u Teâlâ ona iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin hepsini ihsan ve ikram etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde onu ve yüksek ahlâkını överek şöyle buyurmuştur:
“Nûn.” (Kalem: 1)
O Sebeb-i mevcûdât'tır. Kâinatın özü ve hülâsasıdır. Kâinatın nokta-i menbâı, medih ve iftiharıdır. Bu Âyet-i kerime hiç kimse tarafından açılmış değildir. Nûn; bir ismin rumuzu olduğu ifade edilmekle birlikte, bazı Sûre-i şerif'lerin başlarındaki diğer harfler gibi o da müteşâbihtir. Gerçekten müteşabih Âyet-i kerime'lere mahlûkun ilmi ve aklı yetmez. Fakat “Nun” çok mühimdir. Her şeyin bir özü ve hülâsası olduğu gibi, o da mükevvenâtın özü ve hülâsasıdır.
Diğer Âyet-i kerime'lere bakıp mânâsını takip ederseniz, bu Âyet-i kerime'lerin “Nûn”un üzerinde cereyan ettiğini göreceksiniz.
“Kaleme ve onunla yazılanlara andolsun!” (Kalem: 1)
Allah-u Teâlâ insanın kavrayamayacağı, anlatmakla bitirilemeyecek kadar çok olan faydasından dolayı kalem üzerine ve yazılanlara yemin etmektedir. Burada ilmin Allah katındaki değerine işaret olduğu gibi, ilmin yazıya dökülmesinin önemine de işaret vardır. İlimlerin ve bilgilerin ayakta durması kalem sayesinde olur.
Bir Âyet-i kerime'de de:
“O ki kalemle (yazı yazmayı) öğretti.” buyuruluyor. (Alâk: 4)
Allah-u Teâlâ kalemle yani bir vasıta ile öğrettiği gibi, her ne kadar okuma-yazma bilmeyen bir ümmî de olsa, vasıtasız olarak da ona öğretir. İnsanlara bilmedikleri ilim ve bilgileri O öğretmiştir.
•
Yeminin cevabı olarak Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ediyor ve şöyle buyuruyor:
“Resul'üm!
Andolsun ki sen Rabb'inin nimetine uğramış bir kimsesin ve mecnun (deli) değilsin.” (Kalem: 2)
Nurundan o nuru yarattı ve mükevvenâtı o nur ile donattı. Bu en büyük bir nimet değil midir? Bu nimetin yüzüsuyu hürmetine bütün kâinat hayat buluyor. Hayat bulduğu için medar-ı iftiharı oluyor. Çünkü kâinat onunla hayat buldu. Allah-u Teâlâ'ya şükrettiğimiz gibi ona da Sebeb-i mevcûdât olduğu için her an müteşekkiriz. Dikkat ederseniz Âyet-i kerime'ler birbirini kilitledi.
Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i hakkında kâfirler, zâlimler, nankörler birçok iftiralar attılarsa da bizzat onu yaratan Allah-u Teâlâ bu iddiâları reddetti ve Resul'ünü tesellî etti.
“Senin için tükenmeyen bir mükâfât var.” (Kalem: 3)
Allah-u Teâlâ onu öyle sonsuz bir ihsan ve ikrama mazhar etmiş ki, bu “Tükenmeyen mükâfât”a mahlûkun aklı ermez.
Öyle bir mükâfat ki aslâ sonu gelmeyen kesintisiz bir mükâfât, hiç kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah-u Teâlâ'nın lütfu ve yardımı olan bir mükâfât...
“Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin.” (Kalem: 4)
Allah-u Teâlâ nankörlerin inkârını reddettikten sonra onu bizzat kendisi meth-ü senâ ediyor ve büyük bir ahlâk sahibi olduğunu beyan buyuruyor. Onu delilikle itham edenlere bizzat kendisi cevap veriyor.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği yüceliği başka hiç kimseye vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini ferman buyurmuştur. Onu başka bir tarifle anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam mânâsıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmıştır.
Kur’an-ı kerim'in mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in “Huluk-u azîm” tabiriyle bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur.
Geçmişin ve geleceğin bütün ahlâk güzelliklerinin hepsini istisnasız üzerinde toplamıştır.
Bu Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ihsan-ı ilâhî'dir. Yalnız ona bahşetmiştir.
Kendisinden evvel gelen peygamber kardeşlerinin dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir.
Hadis-i şerif'lerinde:
“Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” buyurmaktadırlar. (Ahmed bin Hanbel)
Diğer peygamberlerin mümeyyiz vasfı hâline gelen fazilet ve meziyetlerin hepsi birden onda toplanmış, diğer fazilet ve meziyetler ise hepsinin üstüne çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ diğer peygamberlere lütfettiği, ikram ve ihsan ettiği bütün fazilet ve meziyetlerin hepsini birden ona bahşetmiş, ona olan ihsanı da hepsinden üstün kılmıştır.
Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği ihsan nedir?
Bütün peygamberler onun nurunu taşıyorlardı. Onun zuhuru ile nur nura kavuştu. Nur nurun üzerinde. O nur ona bahşettiği ihsan-ı ilâhî'dir. Bu ihsan hepsinin üstünde bir lütuftur. “Nûrun alâ nûr” olmuş oluyor.
Bir insanda bir veya bir kaç haslet en güzel şekliyle bulunabilir, fakat hepsi birden bulunmaz. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de ise insanlarda bulunabilecek istisnasız bütün güzel huylar, fazilet ve keremler kemâl derecesinde bulunmaktadır.
Bu güzellikler kendisi ile başkaları arasında taksim edilmiş de değildir. Böyle olmuş olsaydı, bir kısmı kendisinde kalır, diğerleri başkalarına verilirdi. Halbuki güzellikler bütünüyle kendisinde mevcuttur. Hiç kimsede onun güzel hasletlerinin benzeri ve dengi yoktur.
Bir insan gayret ederek iyi huylara sahip olabilir. Onun terbiyesi ise fıtrîdir, doğrudan doğruya Allah vergisidir.
Hem Allah vergisidir, hem de bizzat mürebbisi de Allah-u Teâlâ'dır.
Bir Hadis-i şerif'lerinde de:
“Beni Rabb'im terbiye etti, edebimi ne güzel eyledi.” buyurmuşlardır. (Câmiü's-sağîr)
O, insan hayatının her safhası için ve her sınıftan insan için; imanda, ibadette, ahlâkta müstesnâ bir numunedir.
Allah-u Teâlâ'nın hangi emrini tebliğ etmişse, yahut kendisi ne emretmişse; onun en güzelini harfiyyen önce kendisi uygulardı.
İnsanlara güzel ahlâkı emretti, kendisi ise bütün güzel huylarla mücessem ve muhteşem bir şekilde fazilet numunesi oldu. Hayatı, Kur’an-ı kerim'in canlı bir levhası, tatbikî bir tefsiriydi. Onun ahlâkı Kur’an ahlâkı idi.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ahlâkı sorulduğunda:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an'dı.” buyurdular. (Müslim)
Yani Kur’an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir.
Bütün iş ve icraatlarda, ibadet ve taatlerde numune olarak insanlara o yeter.
Onu kimseler tarif edemedi.
“Gel ey Hakkı! Unut halkı, Habib-i Hakk'tan al hulku
Ki Hakk'tan hüsn-i hulk almıştı meccan ol kerem kânı.”
•
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine vaadde bulunurken, onun düşmanlarına da tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır.
“Hanginizin aklından zoru olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler.” (Kalem: 5-6)
İslâmiyet her tarafa yayılacak, kemâle erecek; onu söndürmek isteyenlerin kendileri ise sönecekler, kahrolup gidecekler.
“Doğrusu senin Rabb'in, yolundan sapanları çok iyi bilir. Hidayete erip doğru yolda olanları da çok iyi bilir.” (Kalem: 7)
Allah-u Teâlâ hidayet bulanın ve aklı başında olanın kendi Peygamber'i olduğuna, yolundan sapanın ve akılsız kimselerin de onlar olduğuna dâir şâhitlik etmektedir.
Küfür ve Kâfirler Aslâ Hoşgörülemez:
Kureyş'in ileri gelenleri Muhammed Aleyhisselâm'a gelerek kendi putlarına saygı göstermesi hâlinde, onlar da onun Rabb'ine karşı saygılı olabileceklerini söyleyerek uzlaşma taraftarı olduklarını belirtmek istiyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'lerde ise İslâm'la ve İman'la bağdaşmayan hiçbir teklife iltifat edilmemesi beyan buyuruldu:
“(Hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar senin yumuşak ve müsamahalı davranmanı isterler ki, kendileri de sana yumuşak davransınlar.” (Kalem: 8-9)
Âyet-i kerime'de geçen “Müdâhene”, lüzumsuz yere yumuşak davranmak demektir.
Allah-u Teâlâ onu istikamet üzerinde sabit kıldığı için müşriklere meyletmesi kesinlikle imkânsızdı.
Resulullah Aleyhisselâm hiç kimseden çekinmeden, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan; müşriklerin kötülüklerini ortaya döken Âyet-i kerime'leri yüzlerine çarparcasına okuyordu.
Allah-u Teâlâ hak ve hakikati yalanlayanlara itaat etmesini Resulullah Aleyhisselâm'a kesinlikle yasakladığı gibi, ayrıca her türlü güzel huylardan mahrum olan sapıklara itaat etmesini de yasaklamıştır.
Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
“Resul'üm! Sakın itaat (ve iltifat) etme alabildiğine yemin eden aşağılığa!” (Kalem: 10)
Eğriye doğruya yemin edip duran âdî kâfire boyun eğme! O ki yaptığı yeminleri maske yapıp, nefsânî arzularını elde etmeye çalışır.
“Daima kusur arayıp kınayana, söz götürüp getirene.” (Kalem: 11)
Onu bunu ayıplar, arkasından çekiştirir, ara bozmak için sürekli lâf taşır, ikiyüzlüdür.
“İyiliği engelleyen, haddi aşan, günahkâra.” (Kalem: 12)
İnsanları imandan ve taatten men eder, zulüm yapar, günahlara dalmaktan çekinmez.
“Kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine.” (Kalem: 13)
Yaratılışı kaba, kalbi katı, aslı belli değil nesli belli değil, şerefsizlik onun şiârı olmuş.
“Çok mal ve oğulları vardır diye (sakın itaat ve iltifat etme!)” (Kalem: 14)
Mal ve servetleriyle, oğullarının çokluğu ile gururlanıp böbürlenir. Bu gibi kimseler hiçbir zaman dost edinilmeye lâyık değildir. Görünüşteki iyi hâllerine hiçbir zaman itibar edilmez. Onların aslı ve asaleti işte budur.
“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘Eskilerin masallarıdır!’ der.” (Kalem: 15)
Allah-u Teâlâ'nın indirdiği ilâhî beyanlara: “Eskilerin masalları” deyip geçer. Eski kitaplardan alıp yazdırdığı evhamına kapılır. Allah kelâmı ile geçmişlerin hurafelerini ayıramayacak derecede bir sapıklığa düşer.
“Biz yakında onun burnuna damga vurup işaretleyeceğiz.” (Kalem: 16)
Öyle zelil bir hâle getireceğiz ki, bu zilletini herkes görüp anlayacak.
Müşriklerin önde gelenleri, bu ve benzeri Âyet-i kerime'lerde sıralanan kötülüklerin hepsini veya bir kısmını kendisinde apaçık görüyor ve tedirgin oluyordu.
Nitekim müşrik elebaşlarından Velid bin Muğire, anasının kendisini gayr-i meşru olarak doğurduğunu Kalem sûre-i şerif'inin 13. Âyet-i kerime'si ininceye kadar bilmiyordu.
__________________________________________________________________________
KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
BAHÇE SAHİPLERİNİN HİKÂYESİ
Bahçe Sahiplerinin Hikâyesi:
Geçmişte yaşamış ümmetlerden birinde, rivayete göre Yemen’in San’a şehri yakınlarında ehl-i kitaptan sâlih bir zât yaşıyordu. Öyle bir bahçesi vardı ki, her türlü meyve yetişiyordu.
Dindar, muttaki, aynı zamanda çok cömert olan bu zât; hasat zamanı gelince, ilân vermek suretiyle fakirleri ve düşkünleri çağırır, bahçeden onlara bolca pay verir, onlara ikramda bulunurdu. Ayrıca devşirme mevsiminde dalda ve başakta kalanları, yere dökülenleri yoksullara bırakmayı âdet edinmişti.
Bu şekilde nezih bir hayat yaşayan, halkın sevgi ve saygısını kazanan bu sâlih zât gün geldi vefat etti. Yerine çocukları vâris olup bahçe ile ilgilenmeye başladılar.
Devşirme mevsimi geldiğinde babalarına muhalif harekette bulundular. Aç gözlülük ederek dediler ki:
“Mal az âile fertlerimiz çok... Eğer babamızın yaptığı gibi biz de bu mahsulâttan fakirlere bir şeyler bırakırsak ihtiyaç içinde kalırız, onların bu bahçede hakları yoktur.”
Aralarında istişare yapıp, hiçbir fakire herhangi bir şey vermemeyi kararlaştırdılar. Şu kadar var ki içlerinden bir kardeşleri bu fikre karşı çıktı. Bu davranışlarının doğru olmadığını, babalarının yolunu takip etmek gerektiğini onlara hatırlattı, öğütler verdi, fakat öğütlerine kulak asmadılar. O bir kişi, diğerleri ise çoğunlukta idi.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Kalem sûre-i şerif’inin 17-35. Âyet-i kerime’lerinde bahçe sahiplerinin ahvâlini bir vesile-i intibah olmak üzere hikâye buyurmaktadır:
“Biz vaktiyle bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi, bunlara da belâ verdik.” (Kalem: 17)
Bu Âyet-i kerime, Allah-u Teâlâ’nın Muhammed Aleyhisselâm’ı kendilerine bir rahmet olmak üzere gönderdiği Kureyşliler’in, onu reddedip karşı koymaları üzerine belâlara musibetlere uğratıldıklarını beyan buyurmaktadır.
Bahçenin yeni sahipleri sabah erkenden meyveleri devşirmeye gideceklerdi. Miskinlere haber vermeyecekler ve onlara hiçbir pay ayırmayacaklardı. Bu kararlarını yemin ile de teyit ettiler.
“Hani o bahçe sahipleri, sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.” (Kalem: 17)
Bu işten son derece emin idiler. Kendilerine o kadar güveniyorlardı ki, bu işi karara bağlarken: “‘İnşallah... Allah izin verirse... Sağ salim sabaha çıkarsak... Bir âfete uğramazsak...” gibi bir sakınma kaydı koymamışlar, yoksulları haklarından mahrum bırakmaya güç yetireceklerini sanmışlardı.
“Bir istisna da yapmıyorlardı.” (Kalem: 18)
Böyle olunca da Allah-u Teâlâ onları istek ve arzularının tersiyle cezalandırdı. Yemin ettikleri iş, kararlaştırdıkları gibi lehlerine değil, akıl ve hayallerine gelmeyecek bir şekilde aleyhlerine tecellî etmişti.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Fakat onlar daha uykudayken Rabb’inin katından gönderilen kuşatıcı bir afet bahçeyi sarıverdi de, bahçe kapkara kesildi.” (Kalem: 19-20)
Miskinlerin payı hususunda cimrilik etmenin, nimetle şımarmanın cezası olarak; kendi paylarına düşecek olan mahsuller yok olduğu gibi, muhtaçlara verilmesi gereken paylar da yok oldu, kendilerine hiçbir şey kalmadı. Şükrü edâ olunmayan nimet, her zaman için zevâle mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ onların bu kötü niyetlerinin neticesi olarak, haberleri olmaksızın geceleyin bahçenin harap olduğunu beyandan sonra, sabahın erken saatlerinde kalkan bahçe sahiplerinin ahvâlini beyan etmek üzere şöyle buyuruyor:
“Sabah olurken: ‘Madem devşireceksiniz, hadi erkenden mahsulünüzün başına gidin!’ diye birbirine seslendiler.” (Kalem: 21-22)
Yoksulların farkına varmasından korktukları için, gizlice konuşarak bahçeye doğru yola çıktılar. Keyifli keyifli birbirlerini teşvik ediyorlardı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Derken: ‘Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanımıza sokulmasın!’ diye fısıldaşa fısıldaşa yola koyuldular.” (Kalem: 23-24)
Halbuki düşünmeleri gerekirdi ki o bahçe, onu kendilerine veren, onlar uyurken onu gözetecek olan Allah-u Teâlâ’nın mülküdür, onca fakir fukaranın da hukuku vardır.
“Yoksullara yardım etmeye güçleri yettiği halde, böyle konuşarak erkenden gittiler.” (Kalem: 25)
Sabahleyin bahçelerine geldiklerinde bir de ne görsünler! Ne bir ağaç, ne de bir meyve var! Oranın kendi bahçeleri olduğuna inanamadılar, yolu şaşırdıklarını sandılar.
“Fakat bahçeyi gördüklerinde: ‘Herhalde biz yolumuzu şaşırmış olmalıyız!’ dediler.” (Kalem: 26)
Hepsi birlikte dikkatlice baktılar. Tekrar baktılar. Nihayet oranın gerçekten kendi bahçeleri olduğunu, yanlış yere gelmediklerini, kendi kötü niyetleri yüzünden böyle bir felâkete uğradıklarını anladılar.
Dediler ki:
“Yok yok, doğrusu biz mahrum bırakılmışız.” (Kalem: 27)
Allah-u Teâlâ’nın kendilerini cezalandırdığının farkına vardılar. İş işten geçtikten sonra hayıflanmaya başladılar. Olup bitenlerden, elden kaçan fırsatlardan dolayı büyük bir pişmanlık duydular.
Onlar fakirleri mahrum bırakmak istemişlerdi, fakat kendileri Allah-u Teâlâ tarafından mahrum bırakılmışlardı.
“İnsaflıları şöyle dedi:
‘Ben size demedim mi? Rabbinizi tesbih etmeniz gerekmez miydi?” (Kalem: 28)
Bu kardeşleri evvelce de onlara öğüt vermiş, uyarılarda bulunmuştu. Fakat aldırış etmemişler, kulak asmamışlar, kendi fikirlerinde ısrar etmişlerdi.
Eğer içlerinde aklı eren bir fert bulunmasaydı, o ümitsizlik içinde kıvranıp duracaklardı.
Bir musibet bin nasihattan iyidir. Önce dinlemedikleri nasihatı, bu defa uğradıkları felâket içinde dinlediler ve kusurlarını itiraf ederek dediler ki:
“Rabb’imizi tesbih ederiz. Doğrusu biz zalimlermişiz.” (Kalem: 29)
İlk şaşkınlık hali geçer geçmez biri diğerini itham etmeye: “Bu felâkete sebep sensin!.. Bu hileyi bize sen öğrettin!.. Tasadduk edersek fakir düşeriz diyerek bizi korkuttun!..” gibi sözlerle suçu birbirine atmaya başladılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dönüp kabahati birbirine yüklemeye başladılar.” (Kalem: 30)
Ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Emr-i ilâhîye muhalefet etmeleri, fakirlerin haklarını vermekten kaçınmaları sebebiyle ellerindeki nimetlerin zevâli ile cezalandırılacaklarını düşündükçe deli divane oluyorlardı.
Tekrar be tekrar hatalarını itiraf etmekten kendilerini alamıyorlar, pişmanlıklarına pişmanlık katıyorlardı.
“Şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz.” (Kalem: 31)
Hepsi de gerçekten tevbekâr oldular. Tevbe etmekle kalmadılar, dağılıp gidivermediler:
“Belki Rabb’imiz bize bunun yerine daha iyisini verir.” (Kalem: 32)
Diyerek, Rabb’lerine samimiyetle yöneldiler, dergâh-ı ulûhiyete el açtılar. Bunu bile yeterli görmeyerek, bütün rağbetlerini sırf O’na çevirdiklerini, gayelerinin O’nun rızasına ulaşmak olduğunu beyan ederek en sonunda şöyle dediler:
“Biz sadece Rabb’imize rağbet edip gönül bağlayanlardanız.” (Kalem: 32)
Bu bahçe sahiplerinin hikâyesinden, mal ve evladı Allah-u Teâlâ’nın insana imtihan için verdiği, eğer O’nun rızasına uygun olarak sarfederse faydasını, kötülük yolunda sarfederse zararını göreceği, yaptığından pişmanlık duyup da tevbe ederse tevbesinin kabul olunacağı anlaşılmış oluyor.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bu kıssanın ardından şöyle buyuruyor:
“İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!” (Kalem: 33)
Bu azap mala değil canadır, geçici değil süreklidir, içine düşen kurtulmaz. O bir kere başa geldikten sonra uyanmanın hiç faydası olmaz.
İnsanlar bunu bilmiş olsalardı günahlarından vazgeçerlerdi. Bilmedikleri için isyanlarında ısrar etmektedirler.
Bağlara, bahçelere ve diğer emvale âfetlerin inmesi, nimet sahiplerinin şükrünü yerine getirmemeleri sebebiyledir.
Dünyada iken insanın başına gelen bu gibi belâ ve ibtilâlar, anlamak kabiliyetinde olanları uyandırır, Hakk’a teslim ettirir, daha büyük tehlikelerden korunmasına ve daha büyük iyiliklere ulaşmasına sebep olur. Kişinin bilemeyeceği birçok hikmetler mevcuttur.
Bu hitap kıyamete kadar gelecek insanların hepsine şâmildir. Allah-u Teâlâ insanları insafa ve ibret almaya dâvet etmektedir.
Küfür Aynı Küfür:
Allah-u Teâlâ bahçe sahiplerinin hikâyesini beyandan sonra, ahiret yurdunu gözetip Allah’tan korkanlara lütfedeceği bitmez tükenmez nimetleri müjdelemektedir:
“Şu da muhakkak ki, takva sahipleri için Rabb’leri katında Naîm cennetleri vardır.” (Kalem: 34)
Her türlü korku ve endişeden, belâ ve musibetlerden uzak bir şekilde bağlara, bahçelere, bostanlara nâil ve dahil olacaklardır.
Müşriklerin ileri gelenleri dünyada kendi kısmetlerinin bolluğunu, müslümanların ise geçim darlığı çektiklerini görüyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın müslümanlara ahiret ile ilgili vaadlerini duyduklarında: “Öldükten sonra her şey biter. Eğer Muhammed’in ve beraberindekilerin zannettikleri gibi ölümden sonra gerçekten diriltilecek olursak, o zaman bizim de onların da durumlarımız dünyadaki gibidir. Bizden üstün olmaları mümkün değildir. Orada da biz yine refah içinde olacağız.” dediler.
Allah-u Teâlâ onların bu sapık fikirlerini reddetmek ve kınamak için şöyle buyurdu:
“Teslimiyet gösterenleri biz suçlular gibi tutar mıyız hiç?” (Kalem: 35)
Elbette ki suç işleyenin âkıbeti azap, itaatkârların karşılığı da Nâim cennetidir.
Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime’lerinde Mekke müşriklerine hitap ederek, kıyamete kadar gelecek bu tıynetteki kişileri uyarmaktadır:
“Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?” (Kalem: 36)
Sizi bu pek yanlış fikir ve kanaatlere sevk eden nedir? Nasıl oluyor da kâfirleri hoş gören bir hüküm veriyorsunuz? Hiç akıllı bir kimse böyle yapar mı?
“Yoksa size mahsus bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz?” (Kalem: 37)
Size âit olmak üzere böyle ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki emirlere dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz?
Her şeyin nefsinizin hevâ ve hevesine, süfli arzusuna göre olacağını o kitaptan mı okuyup inceliyorsunuz?
“O kitapta: ‘Beğendiğiniz her şey sizindir.’ diye mi yazılı?” (Kalem: 38)
“Her yaptığınız yanınıza kâr kalır, sizin her yaptığınız icraat, her söylediğiniz söz doğrudur.” diye yalnız size âit bir delil mi var?
“Yoksa: ‘Ne hükmederseniz mutlaka sizindir!’ diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?” (Kalem: 39)
Halbuki ellerinde hiçbir delil, hiçbir istinat yok. Hevâ ve heveslerine göre konuşuyorlar. Kendi kendilerine hüküm ve hakikati değiştirmeye kalkıyorlar.
“Sor bakalım onlara, hangisi bunu üzerine alıyor?” (Kalem: 40)
İçlerinden hangisi böyle bir şeyi garanti edebilir?
“Yoksa onların ortakları mı var? Sözlerinde doğru iseler, hadi ortaklarını da getirsinler!” (Kalem: 41)
Bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, Allah-u Teâlâ’nın bir hükmünü değiştiremezler. Hepsi de Hakk’ın karşısında kahrolmaya mahkumdurlar.
__________________________________________________________________________________
KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
ÜCRET İSTEMEYEN PEYGAMBER
Secdeye Dâvet:
Kıyamet gününün ilk başlangıcında Allah-u Teâlâ’ya ibadet edenlerin kim olduğu ve O’nu inkâr edenlerin kim olduğu, bütün işlerin hakikatleri ve asılları ayan-beyan ortaya çıkacaktır. Hakikatin üzerinden perde kalkar. O gün gam, keder, sıkıntı ve şiddet günüdür. Zorluklar kat kat artar. O gün korkular ve büyük işler birbirine karışır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün baldırlar açılır ve secdeye dâvet edilirler, fakat güç getiremezler.” (Kalem: 42)
Ahirette müminler ilâhî dâvete gönül verip secdeye kapanırken, mütekebbirler sırtlarındaki günah yükünün ağırlığı ile secde imkânı bulamazlar.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te beyan buyurulduğuna göre; mümin erkekler ve kadınlar Allah-u Teâlâ’ya secde ederler, riyâ ve gösteriş olarak secde edenler ise geri kalırlar. Onlar secde etmeye çalışırlar, fakat sırtları tek bir saç haline gelir, secde edemezler. (Buhârî-Müslim)
O günün şiddetinden hayretler ve dehşetler içinde ne yapacaklarını bilemezler. Bir faydası olmadığı halde secdeye kapanmak için can atarlar, fakat güçleri yetmez. Ne başlarını kaldırabilirler, ne de bellerini eğebilirler. Dehşet ve şiddetten sinirleri tutulmuş gibi olur. Değil secde etmeye, işarete bile güçleri yetmemektedir. Onlar bu şereften ebedî olarak mahrumdurlar. Bu mahrumiyetleri, hasret ve pişmanlıklarını kat kat artırır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür. Halbuki onlar sapasağlam iken de secde etmeye davet ediliyorlardı.” (Kalem: 43)
Dünyada sağlıkları yerindeyken, elleri ayakları tutarken; secdeye, ibadete davet edildikleri halde iltifat etmemişler, icabetten kaçınmışlardı. Güçleri yetmesine rağmen, gönül hoşluğu ile secdeye yanaşmamışlardı. O vakit başlarında bu dertleri de yoktu.
Onların bu secdeye dâvet edilmeleri yükümlülük için, kulluk için değil; kınamak, başa vurmak ve utandırmak içindir.
Kâfirlere Verilen Mühlet:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde zulüm ve isyanlarına rağmen kullarına belirli bir zamana kadar ruhsat verdiğini, süre dolunca da bu ruhsatı ellerinden alacağını haber vererek şöyle buyurur:
“Bu sözü yalan sayanlarla beni başbaşa bırak.” (Kalem: 44)
Yaptıklarından etkilenme, söylediklerine karşı kalbini meşgul etme, onları bana havale et, ben onlara neler yapılması gerektiğini bilirim.
“Biz onları bilmeyecekleri bir cihetten derece derece azaba yaklaştırıyoruz.” (Kalem: 44)
Azapları ertelemek, ömürleri uzatmak, genişlik bolluk vermek, darlığa düşürmemek... gibi mühletler şeref ve üstünlük alâmeti değildir. Görünüşte nimet, gerçekte ise azaptır. Onlar farkına varmadan Allah-u Teâlâ azaplarını artırmayı murad etmektedir.
“Ben onlara mühlet veriyorum.” (Kalem: 45)
Günahları artsın diye onlara süre tanır. Onlar da iyi bir iş yaptıklarını zannederler.
“Şüphe yok ki, benim tuzağım metindir.” (Kalem: 45)
Onun tuzağına kimse engel olamaz. Tam sırası gelince bir anda iplerini çekiverir.
Ücret İstemeyen Peygamber:
Resulullah Aleyhisselâm, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getirirken, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın tebliği karşısında hiçbir ücret istemediğini çok iyi bildiği halde, bu hususu duyurmak ve insanları ikaz etmek için şöyle buyurmaktadır.
“Resul’üm! Yoksa sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden ağır bir borç altında mı kalıyorlar?” (Kalem: 46 - Tûr: 40)
Böyle zannediyorlarsa bu zanları yanlıştır. Böyle bir talepte bulunmaktan elbette ki müteâlidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, iman etmedikleri için müşrikleri kınamaktadır. Yoksa Resulullah Aleyhisselâm onlardan hiçbir ücret istememekte, hiçbir menfaat beklememektedir. Sahibi onu dünyada da ahirette de rızıklandırır, büyük mükâfatlara nâil buyurur. Rezzâk-ı âlem O’dur.
Resulullah Aleyhisselâm hiçbir zaman halktan en küçük bir menfaat beklemiş değildir. İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin de gidişatı böyledir.
Bir peygamber olarak insanların kurtuluşundan başka hiçbir şey istememektedir. Onların ıslah olması en büyük ücrettir.
Ancak Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak için, din-i İslâm’ın izzeti ve ehl-i imanın kuvveti için, malını infak etmek isteyen kimse de men olunmamıştır. Böylece kıyamete kadar her devirdeki müslümanlara güzel bir numune, şaşmaz bir ölçü bırakılmıştır.
“Yoksa gayb (bilgisi) onların yanında da onlar mı yazıyorlar?” (Kalem: 47)
Bunun için mi inkâr etmekte ısrar ediyorlar, akla ve Kitab’a uymaz hükümler veriyorlar, ilâhî hükmün başlarına ineceği ilâhî azap gününden çekinmiyorlar?
Yunus Aleyhisselâm:
Allah-u Teâlâ Yunus Aleyhisselâm’ın başından geçenleri Muhammed Aleyhisselâm’a hatırlatmış; mücadelesinde sabırlı olmasını, yalanlayanların eziyetlerine katlanmasını, yılmamasını, azmi elden bırakmamasını tavsiye etmiştir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Resul’üm! Sen Rabb’inin hükmünü sabırla bekle!” (Kalem: 48)
İlâhî emirleri halka duyurmaya azimle devam et. Sana olan yardımını er veya geç gönderecek, ilâhî hükmü ortaya çıkaracak, seni muhaliflerine karşı muzaffer kılacaktır.
“O, balığın arkadaşı Yunus gibi olma!” (Kalem: 48)
Rabb’inin kesin emrini gözet, sabırla işin sonuna bak!
“Hani o dertli dertli Rabb’ine niyaz etmişti.” (Kalem: 48)
Balığın karnında karanlıklar içinde olduğu halde naz ile niyaz etmekten uzak durmadı.
Zor şartlar altında kalınsa bile bu şekilde davranılmaması gerekiyordu. Yunus Aleyhisselâm’ın zellesinin sebebi bu idi.
Fakat onun samimi itirafı, aczini ortaya koyuşu, azamet-i ilâhî karşısında boyun büküşü kurtuluşuna vesile oldu.
“Şayet Rabb’inden ona bir lütuf nimeti erişmemiş olsaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı.” (Kalem: 49)
Fakat Allah-u Teâlâ ona büyük bir lütufta bulundu, tevbe etmeye muvaffak kıldı, kınanmaksızın dışarıya çıkardı.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.” (Sâffât: 143-144)
Zühd ve takvâsı, zikir ve tesbihi kendisi için büyük bir nimet ve rahmet olmuştu. Yoksa kıyametten evvel berhayat olarak bir daha dünya yüzüne gelemeyecekti. Bu balığın karnı kıyamete kadar ona mezar olabilirdi.
O tesbihi o tehlili de ona ilham eden Allah-u Teâlâ idi.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu duâ gelip arşı kuşattığında melekler:
“Ey Rabbimiz! Biz uzak bir yerden zayıf bir ses işitiyoruz.” dediler.
Allah-u Teâlâ:
“Siz bu sesin sahibini tanıyor musunuz?” diye sordu.
“Ey Rabbimiz! O kimdir?” dediler.
“Kulum Yunus’tur!” buyurdu.
Melekler: “Her gün ve her gece salih amellerin, icabet buyurulan duâların kendisinden yükseldiği kulun Yunus mu?” dediler.
“Evet!” buyurdu.
“Ey Rabbimiz! Bollukta yaptıklarından dolayı ona rahmet edip onu bu musibetten kurtarmayacak mısın?” diye sordular.
Allah-u Teâlâ:
“Evet kurtaracağım!” buyurdu ve Yunus Aleyhisselâm’ı artık dışarıya çıkarması için balığa emretti. (İbn-i Kesir)
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu üzüntüden kurtardık.” (Enbiyâ: 88)
Allah-u Teâlâ bir süre dinlenip eski sıhhat ve âfiyetine yeniden kavuşan Yunus peygamberine, kavminin yanına gidip tevbelerinin kabul edildiğini kendilerine haber vermesini emrederek onu sayıları yüz bin kadar olan halkının üzerine tekrar irşad için gönderdi.
Âyet-i kerime’de:
“Fakat Rabb’i onu seçti ve onu sâlihlerden kıldı.” buyuruluyor. (Kalem: 50)
Onu arıttı, kınanmış olmaktan korudu, yeni baştan vahyine nâil etti.
Kâfirlerin Peygamber’e Hâince Bakışları:
Mekke kâfirleri Resulullah Aleyhisselâm’ın dâvetini şiddetle reddediyorlardı. O kadar kızgın idilerdi ki, Kur’an dinlemeye hiç tahammül edemiyorlardı. Kin ve nefretleri gözlerinden okunuyordu.
“O kâfirler Zikr’i işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi.” (Kalem: 51)
Azılı düşmanlıklarından ve kıskançlıklarından dolayı, kem gözlerinin kötülükleriyle ellerinden gelse seni yok edeceklerdi.
“Ve: ‘O bir delidir!’ diyorlardı.” (Kalem: 51)
İnsanları ondan uzaklaştırmak maksadıyla böyle söylüyorlardı, yoksa onun akıllı olduğunu onlar da çok iyi biliyorlardı.
Allah-u Teâlâ onlara cevap olarak şöyle buyurdu:
“Halbuki o Kur’an âlemler için bir öğüttür.” (Kalem: 52)
Bütün insanlar ve cinler için hidayet kaynağıdır.
•
Kalem sûre-i şerif’inin bu son iki Âyet-i kerime’sinde “Nazar değmesi”nin hak olduğuna dâir delil vardır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in odasında yüzünde sarılık eseri bulunan bir kız çocuğu gören Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bu kızcağızı okutunuz. Buna nazar değmiştir.” buyurdular. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1933)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz şöyle buyuruyorlar:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- göz değmesine karşı okunmasını bana emretti.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1932)
________________________________________________________________________________
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh