KIYÂME SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
Kıyâmet
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminde Kâria Sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Kırk Âyet-i kerime, yüz doksan üç kelime ve altı yüz elli iki harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime’de geçen ve ölümden sonra dirilmeyi ifade eden “Kıyâme” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmaktadır. “Lâ Uksimu” sûre-i şerif’i de denir.
Muhtevâsı:
Kıyâme sûre-i şerif’inde İslâm dininin ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret gibi iman esasları üzerinde durulmuş, Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametinden söz edilerek bu hususta mühim bilgiler verilmiştir.
Konusu ölümün ardından dirilme olan bu mübârek Sûre-i celîle’nin muhtevâsı dört bölümdür.
Kıyamet gününe ve kendini alabildiğine kınayan nefse yemin edilerek başlamaktadır.
On altıncı Âyet-i kerime’ye kadar, kemiklerin toplanmayacağını sanan kâfirlere karşı Allah-u Teâlâ’nın parmak uçlarını bile bir araya getirmeye muktedir olduğu belirtilmekte ve o gün kâinatta meydana gelecek değişiklerle, insanların şaşkınlıklarına temas edilmektedir.
Yirminci Âyet-i kerime’ye kadar Resulullah Aleyhisselâm’ın kendisine vahiy geldikten sonra onu nasıl okuyacağı anlatılmaktadır.
Otuz birinci Âyet-i kerime’ye kadar insanların dünya hayatının geçiçi zevklerine kapılıp, ebedî ahiret hayatı için hazırlığı terketmeleri kınandıktan sonra; o gün inananların yüzlerinin ışıl ışıl parlayacağı ve Rabb’lerine bakacakları, inanmayanların ise yüzlerinin asık olacağı, bel kemiklerini kıracak bir musibete uğrayacaklarını sezecekleri belirtilmektedir.
Kalan bölümde ise azaba uğrayacak kimselerin, Resulullah Aleyhisselâm’ın getirdiklerini yalanlama, namaz kılmama, çalımlı çalımlı yürüyerek taraftarlarının yanına gitme gibi uğursuzlukları beyan edilmektedir.
Daha sonra ise insanın başıboş bırakılmayacağı ve yaratılışındaki safhalar anlatılmakta, Allah-u Teâlâ’nın yaratıcı kudreti gözler önüne serilmektedir.
Kıyâmet:
Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan “Ahiret inancı”nın bir bölümüdür. Ahiret hayatı kıyâmetle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme girmeleri ve ebedî bir hayatın başlaması safhaları takip eder.
“Kıyâmet” kelimesi “Kıyam”dan türemiş olup; dikilmek, ayağa kalkmak, ayaklanmak mânâlarına gelir ve Kur’an-ı kerim’de yetmiş yerde geçmektedir.
Dini bir tabir olarak kıyâmet ise; içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yer aldığı kâinatın parçalanıp dağılması, daha sonra insanların hesap vermek üzere Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde, mahiyetini bilemediğimiz bir biçimde kıyam etmesidir.
“Kıyâmet gününe andolsun!” (Kıyâme: 1)
Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlûkatı geçici bir zaman için yaratmıştır. Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır. Yarattıklarını dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret hayatı başlayacaktır.
Kıyâmet günü üzerine yemin edilmiş olması, bu hadisenin muhakkak gerçekleşeceğini göstermektedir.
Nefs-i Levvâme:
İnsânî ruh, emmâre iken işlediği günahlardan ve kötülüklerden pişmanlık duyar ve kendisini kınamaya başlarsa, onun bu hâline “Nefs-i levvâme” denir.
Bu makama yükselen sâlikin artık kalbindeki yedi perdeden birisi kalkmıştır. İbadetlerini yapar, yasaklardan kaçınmaya, emr-i ilâhîyi yerine getirmeye çalışır. Buna rağmen yine günah işler, fakat hemen arkasından da pişman olup tevbe eder.
Nefs-i levvâme’de bulunan bir kimse takvâ ehlinden sayılır. Bu makamın en yüksek derecesi ihlâstır. Ancak amellerinde ihlâs da olsa, sâlik yine de tehlikeden kurtulmuş değildir.
Buna rağmen Allah katında kudsiyet ifâde eden bir makamdır.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki!” buyuruluyor. (Kıyâme: 2)
Bu kınama övünülecek bir hususiyettir.
Nefs-i emmâre’nin bir kısım sıfatları hâlâ mevcut olmasına rağmen hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görür ve bilir. Şeriat ameli ve muhabbeti eksilmez. Kötü hallerinden dolayı üzülür. Fakat o kötü sıfatlardan kurtulması gücünün dışındadır.
Eğer tevbe ederse, Allah-u Teâlâ’nın onların günah ve kusurlarını bağışlayacağı, tevbelerini kabul buyuracağı umulur.
Nefs-i levvâme’de bulunan müminde gizli bir riyâ ve kendini beğenme hastalığı vardır. İyi amellerini halkın bilmesini ister. Övülmekten memnun olur. Başkalarına üstün gelip ezme arzusu duyar. Bu kötü huyundan hoşlanmamasına rağmen, kalbinden de söküp atamaz.
Kâfir ise işine devam eder. Ne kendisini hesaba çeker, ne de nefsini kınar. Fakat bu gibi kimseler ahirette kendilerini çok çok kınayacaklar, işledikleri günahlara pek çok pişman olacaklar, fakat hiç de faydası olmayacak.
İlâhî Kudret:
Rivayete göre Adiyy bin Rebîa ismindeki bir müşrik Resulullah Aleyhisselâm’a:
“Ey Muhammed! Bana kıyamet gününü haber ver. O ne zaman ve nasıl olacak?” dedi. Resulullah Aleyhisselâm kıyamet hakkında ona bilgi verdi. Bu sefer: “Eğer o günü gözümle görsem yine de doğrulamam ve sana inanmam. Allah çürüyüp ufalandıktan sonra bu kemikleri toplayacak mı?” karşılığını verdi.
Bunun üzerine Âyet-i kerime’ler indi, Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“İnsan, kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor?” (Kıyâme: 3)
O kemikler nelerden ve nerelerden çıkıp gelerek düzenine giriyor, etler nasıl meydana geliyor, kemikleri kim sarıyor?
İnsan iskeletinde irili ufaklı 206 kemik bulunur. Bu kemikler birbirlerine mafsallarla bağlı olup, hareketlerini kaslar temin eder.
Biçimlerine göre uzun ve kısa, yassı ve düzensiz kemikler olmak üzere dörde ayrılır. Bulundukları yere göre; baş, gövde, üstyan, altyan kemikleri diye isim alırlar.
İskelet parça parça kemiklerden teşekkül ettiği için, böylelikle her parça kolaylıkla ve rahatça hareket etme imkânı bulur.
Ne lâtif hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarıya çıkınca sertleştiği gibi; kemikler de rahimde iken yumuşak, çocuk doğduktan sonra katılaşacak bir halde yaratılmıştır.
“Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski hâline getirmeye kâdiriz.” (Kıyame: 4)
Parmak uçlarında yaratılış bakımından ince bir sanat bulunduğu için Allah-u Teâlâ onları anmıştır. Çünkü bir insanın parmaklarının derisi son derece ince çizgilerle kaplıdır.
Bu çizgilerden bazısı kavis, bazıları düz ya da daire şeklindedir. Bu ince çizgiler o şekilde yaratılmıştır ki, yeryüzündeki diğer herhangi bir şahsın parmak çizgileri bu çizgilere benzemez.
Parmak ucundaki hassasiyete bir bakın ki, kör onunla görüyor. Bir parmak izi, diğer hiç bir insanın parmak izine uymuyor.
Her insanın farklı simâlarda olmasının yanısıra, parmak uçlarındaki desenlerin de birbirine benzememesi, Âdem Aleyhisselâm zamanından bu yana yaratılan milyarlarca insanın simâsını ve parmak izlerini ezelî ilminde muhafaza eden Zât-ı kibriyâ’nın mevcudiyetine ve ulûhiyetine delildir.
Küfürde İnat, Kötülükte Israr:
Kıyamet, dünyayı ve geçici dünya hayatını arzu edenlerin isteklerine muhaliftir. Bunun içindir ki çekinmeden onu inkâra cüret ederler.
Şehvetlerinden, lezzetlerden ayrılmamayı, ileride onlara devam etmeyi, ahlâki ve dini herhangi bir engel olmadan kötülükleri ve günahkârlığı sürdürmeyi isterler. Bu hallerinden dolayı hiçbir üzüntü duymazlar. Tevbekâr olmak istemezler, hallerini ıslaha çalışmazlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Fakat insan, ileriye doğru devamlı suç işlemek (ömrünü günahla geçirmek) ister.” (Kıyâme: 5)
Gelecek zamanlarda da o bundan vazgeçmek istemez, ahirete bir türlü inanmaz.
“‘Kıyamet günü ne zamanmış?’ diye sorar.” (Kıyâme: 6)
Sınırlı bir ömürde yapacağı kötülüklere sınır tanımamak için öldükten sonra dirilmeyi inkâr eder.
“Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman!” (Kıyâme: 7-9)
Gözler o günde görecekleri şiddet ve dehşetten dolayı şimşeğe tutulmuş gibi bir hâle gelir. Âlem alt-üst olur, ay ve güneş birbirine katılır, ışıkları söner simsiyah kesilir.
Kaçış Nereye?
İnkârcılar kıyamet gününde bu dehşetli hallerle yüz yüze gelince, ümitsizlik ve şaşkınlıklarından kaçacak yer ararlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İşte o gün insan: ‘Kaçacak yer neresi?’ der.” (Kıyâme: 10)
Bu sorusu ile sanki kurtuluş ümidi aramaktadır.
Mahşerin mehabeti karşısında ve dehşeti içinde, cehenneme sevkedileceklerini anlamış olacakları için böyle bir temennide bulunurlar.
Halbuki ne koruyacak bir kimse, ne de sığınılacak bir yer vardır.
“Hayır hayır!.. Sığınılacak bir yer yoktur!” (Kıyâme: 11)
O gün her kim olursa olsun, sığınma yerleri Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetidir. O’ndan kaçmak isteyenler de o gün O’ndan başka sığınacak bir sığınak bulamazlar.
“O gün varıp durulacak yer, ancak Rabb’inin huzurudur.” (Kıyâme: 12)
İnsan için artık çare aramakta fayda yoktur, zira zamanı geçmiştir.
“O gün insana, yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey haber verilir.” (Kıyâme: 13)
İşlemiş olduğu iyilikler ve kötülükler, yapması gerekirken yapmadıkları şeyler, yapmaması gerekirken yaptıkları şeyler bir bir haber verilecektir.
“İnsan artık kendi kendisinin şahitidir.” (Kıyâme: 14)
Bir başkasının haber vermesine ihtiyaç yoktur.
“İsterse günahlarını örtmek için özürlerini sayıp döksün.” (Kıyâme: 15)
O büyük mahkemede kâfir, fâsık, fâcir kimseler bazı mazeretler sayıp dökseler de, yaptıklarını gayet iyi bilirler. İşte o vakit gözleri tam açılır. O gün kendi amellerinden başka hiçbir şeyi göremezler.
________________________________________________________________________________
KIYÂME SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Rüyetullah
Ağır Söz:
Müslim’in rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm ilâhî vahyi tebliğ ettiği zaman, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz herhangi birşey kaçırmamak için çok defa dilini dudaklarını harekete getirirdi. Vahiy kendisine şiddet verirdi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ şu Âyet-i kerime’leri indirdi:
“Resul’üm! Onu hemen ezberlemek için acele ederek dilini kıpırdatma.” (Kıyâme: 16)
Vahyolunacak âyetler hafızanda tekerrür edecek ve kalbini nurlandıracaktır.
“Şüphesiz ki onu (ezberinde) toplamak ve okutmak bize âittir.” (Kıyâme: 17)
Onu sana indiren okutacaktır. Öyle ki onun mânâlarından hiçbir şey sana gizli kalmaz.
“O halde biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy.” (Kıyâme: 18)
Ardınca yavaş yavaş oku. Kalbinde tespit ettiğimiz zaman da onu uygula, gereğince amel et.
“Sonra onu açıklamak bize âittir.” (Kıyâme: 19)
Anlamakta zorluk çektiğin mânâ ve hükümleri, ihtiyaç duyuldukça biz sana açıklarız.
Bundan sonra artık Cebrâil Aleyhisselâm geldiği zaman sükut eder, o gidince Allah-u Teâlâ’nın vaad buyurduğu şekilde okurdu. (Müslim: 448)
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
“Resul’üm! Sana onun vahyi bitmeden, Kur’an’ı okumakta acele etme!” (Tâhâ: 114)
Hepsi de kalbini olduğu gibi tenvir ve tezyin edecektir.
“Seni en kolaya muvaffak kılacağız.” (A’lâ: 8)
Her hususta en kolay yola erdireceğiz.
Çarçabuk Geçen Dünya:
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a hitap ettikten sonra, tekrar kıyameti yalanlayanlara dönerek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:
“Hayır, hayır! Siz çarçabuk geçen dünyayı seviyorsunuz.” (Kıyâmet: 20)
Hep bu geçici dünyanın zevk ve lezzetleri için çalışmak gerektiğini sanıyorsunuz, daha hayırlı ve devamlı olan ahiret için hiçbir hazırlıkta bulunmuyorsunuz.
“Ve ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyâme: 21)
O âlemdeki mükâfat ve mücâzâtı hiç düşünmüyorsunuz.
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Diğer taraftan hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb’inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere de çok büyük müjdeler vardır.
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın câzip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti unutturmaması gerekir.
Rüyetullah:
Müminler cennette bütün nimetlerin üstünde, mekândan münezzeh olarak Allah-u Teâlâ’yı zaman zaman görmek saadetine nâil olacaklardır.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlar:
“Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, vech-i İlâhi’ye sabah ve akşam nazar ederler.” (Tirmizî: 2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime’leri okumuşlardır:
“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb’lerine bakarlar.” (Kıyâme: 22-23)
Allah-u Teâlâ kendi cemâlini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında, görmeye liyâkat halkeder. Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u Teâlâ’yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar. O’na bakmaya devam ettikleri sürece hiçbir şeye iltifat etmezler. Cennet bu nimetin yanında bütün şaşası ile sönük kalır.
Cerir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabb’inizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu görme hususunda üstüste sıkışıp birbirinizin üzerine yığılmayacaksınız.” (Müslim: 633)
Süheyb -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:
“Cennetlikler cennete girdiği zaman Allah Tebâreke ve Teâlâ: ‘Bir şey istiyorsanız söyleyin, onu da vereyim!’ buyurur. Onlar da: ‘Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı?’ derler.
Bunun üzerine Allah hicabı kaldırır, artık onlara Rabb’lerine -azze ve celle- bakmaktan daha sevimli bir şey verilmiş olmayacaktır.” (Müslim: 181)
Kadın erkek herkes her Cuma günü Allah-u Teâlâ’nın dâveti üzerine O’nun yüce ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi net olarak görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile sevinçle karşılar.
Said bin Müseyyeb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Said -radiyallahu anh-, Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- ile karşılaştıklarında:
“Allah’tan, cennet çarşısında bizi bir araya getirmesini dilerim.” dedi.
Bunun üzerine Said -radiyallahu anh-:
“Cennette çarşı var mıdır?” diye sordu.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-:
“Evet vardır.” dedi ve sözlerine devam etti:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana bildirdi ki, cennetlikler cennete girdikleri vakit orada amellerin çokluğu nisbetinde yerleşeceklerdir. Sonra dünya günlerinden bir Cuma günü kadar bir müsaade verilecek, onlar da Rabb’lerini ziyaret edeceklerdir.
Rabb’in arşı onlara görünecek ve Rabb kendilerine cennet bahçelerinden bir bahçede tecellî edecektir.
Onlar için nurdan minberler, inciden minberler, yakuttan minberler, zebercetten minberler, altından minberler ve gümüşten minberler kurulacaktır.
Onların en aşağı mertebede olanları -ki içlerinde hiç bir aşağılık kişi yoktur- misk ve kafur tepesinin üzerinde oturacaklar ve minber sahiplerini, kendilerinden daha üstün oturma yerlerinde olduklarını sanmayacaklardır.”
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:
“Yâ Resulellah! Rabb’imizi görecek miyiz?” dedim.
Şöyle buyurdu:
“Evet göreceksiniz. Siz güneşin ve dolunay gecesi ayın görünmesinden şüphe eder misiniz?”
Biz de: “Hayır!” diye cevap verdik.
Buyurdu ki:
“Böylece Rabb’inizin görünmesinde de şüphe etmeyeceksiniz.
Allah’ın o mecliste kendisiyle karşılıklı konuşmadığı hiçbir kişi kalmayacaktır. Hatta onlardan birine:
‘Ey filân oğlu filân! Şöyle ve şöyle dediğin günü hatırlıyor musun?’ buyuracak. Ve ona dünyadaki vefasızlıklarından bir kısmını hatırlatacaktır.
O da:
‘Ey Rabb’im! Beni bağışlamadın mı?’ diyecek. Allah: ‘Evet bağışladım. İşte sen benim bağışlamamın genişliği sayesinde şu makama ermiş bulunuyorsun.’
Onlar bu durum üzere iken üstlerinden bir bulut kendilerini kaplayacak ve üzerlerine bir güzel koku yağdıracaktır. Ki onlar o zamana kadar onun kokusuna benzer hiç bir koku almamışlardı.
Sonra Rabb’imiz: ‘Sizin için hazırladığım büyük bağışa kalkın ve canınızın çektiğini alın!’ buyuracak. Bunun üzerine meleklerle çevrili ve içinde gözlerin bir benzerini görmediği, kulakların işitmediği ve gönüllerden geçmeyen şeyler bulunan bir çarşıya geleceğiz. Canımızın istediği şey bize taşınacaktır.
Orada satmak ve satın almak yoktur. İşte o çarşıda cennetlikler birbirleriyle karşılaşacaklardır.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle devam etti:
“Yüksek mevki sahibi olan kişi gelip kendisinden aşağı olan kişiyle buluşacak -esasen içlerinde aşağılık kişi yoktur- ve onun üzerinde gördüğü elbise, bunun gözünü kamaştıracaktır. Ancak son cümlesi bitmeden, kendi üzerindeki elbisenin, onun sırtında bulunandan daha iyi olduğunu hayal edecektir. Çünkü cennette hiç kimsenin üzülmesi diye bir şey yoktur.
Sonra köşklerimize meskenlerimize dağılacağız. Eşlerimiz bizleri: ‘Merhaba, hoş geldin! Bizden ayrıldığın zamanki güzelliğinden daha üstün bir güzelliğe sahip olarak geldin!’ diyerek karşılayacaklar.
O da şöyle mukabelede bulunacak:
“Biz bugün Cebbar olan Rabb’imizin meclisinde bulunduk. Elbette bu döndüğümüz şekilde dönecektik.” (Tirmizî: 2673)
Bedbahtlar:
O gün ışıl ışıl parlayan ve Rabb’lerine bakan yüzlerin mukabili olarak nice yüzler de, dünyada nursuz oldukları gibi orada da çirkinleşecek ve kararacaktır.
“Nice yüzler de vardır ki o gün asıktır.” (Kıyâme: 24)
Üzüntü ve sıkıntısından ekşir, kararır, üzerinde hiçbir sevinç eseri yoktur. İçlerini istilâ eden şirk ve küfür karanlığı yüzlerine vurmuştur.
“Bel kemiklerini kıracak bir musibete uğratılacağını sezer.” (Kıyâme: 25)
Büyük bir azapla karşılaşacaklarını kesin olarak anlarlar, başlarına bellerini kıracak korkunç bir musibetin gelmesini beklerler.
Can Çekişme Sahnesi:
Allah kullarının nazarlarını eninde sonunda canlarının çıkacağı ana ve o anda meydana gelecek olan korkulu dakikalara çevirmeleri için uyarı mahiyetinde Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır.” (Kıyâme: 26)
Dünya hayatının sonu ve ahiret merhalelerinin ilk kapısı olan ölüm ve can çekişme hâli beyan edilerek, ahireti bırakıp da dünyaya bel bağlayanların belini kıran o büyük belânın ahirete de kalmayıp, dünyada iken başladığı gözler önüne seriliyor.
Ölüm işaretleri gelmiş çatmış. Yakınları etrafını sarmışlar. Bir şeyler yapabilmek için başında dönüp duruyorlar.
Çare aramak için çırpınan aile efradı tarafından:
“Kim afsun yapar, bunu kim tedavi eder acaba? denir.” (Kıyâme: 27)
Kimi hekim çağırır, kimi üfürükçüden meded umar. İnanan da inanmayan da son bir teselli olmak üzere ona başvurur.
“Ve kendisi de bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar.” (Kıyâme: 28)
İşler sarpa sarmış, can boğaza dayanmış, nefesi tıkanmış, ayrılık vakti gelmiş. Sevgili dünyasına “Elveda!” diye diye vedâ ediyor. Dünyasından ayrılma sıkıntısı ile ölüm sıkıntıları birleşmiş, el ayak karışmış.
“Ve bacak bacağa dolaşır.” (Kıyâme: 29)
Artık onun işi bâki olan Allah’a kalmıştır.
“İşte o gün sevk Rabb’inedir.” (Kıyâme: 30)
Hesabı görülmek, cezası verilmek üzere, itile kakıla, hakaretlerle âlemlerin Rabb’inin huzuruna götürülür.
Ahireti bırakıp da dünyayı sevenlerin dünyada varacakları kötü son işte budur.
Ebu Cehil:
Elinden ve dilinden müslümanların en çok çektiği putperestlerden biri olan Ebu Cehil, Mekke’nin o gün için en bilgili ve ileri gelenlerinden idi. Velid bin Muğire’nin de yeğeni idi.
Asıl adı Amr bin Hişam iken, Allah’a ve Peygamber’ine karşı küfründe her geçen gün biraz daha inatlaştığı için, Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine “Cehâletin babası” mânâsına gelen Ebu Cehil adı verilmiştir.
İslâm dâvetine başından beri karşı çıkmış ve müslümanlar aleyhinde hazırlanan bütün komplolarda başrolü oynamıştı.
Ticari nüfuz ve servetinden güç alan Ebu Cehil, hayatı boyunca İslâmiyet’in yayılmasını engellemeye çalıştı, müslüman olanları da dinlerinden vazgeçirmeye gayret etti.
Hicretten birkaç yıl önce Mahzumoğulları kabilesinin reisliğine getirilen Ebu Cehil, Resulullah Aleyhisselâm’a ve müslümanlara her fırsatta sözlü ve fiili saldırıda bulunmuştu.
Müslümanlara karşı başlatılan boykotla onların Ebu Tâlib mahallesinde üç yıl boyunca muhasara altında tutulmasına öncülük etmiş, dışarıdan yapılmak istenen yardımlara da engel olmuştu.
Bir ömür cehâlette kalan Ebu Cehil, müşriklerin muharebe ihtiyaçlarının büyük bir kısmını bizzat karşıladığı Bedir savaşı’nda cezasını bulmuş, katledilen diğer müşriklerle beraber Bedir’deki kör kuyulardan birine atılmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm’ın: “Bu ümmetin firavunu” olarak vasıflandırdığı Ebu Cehil hakkında pek çok Âyet-i kerime nâzil olmuştur.
Ezcümle şöyle buyurulmaktadır:
“İşte o tasdik etmemiş, namaz da kılmamıştı.” (Kıyâme: 31)
Allah için hiçbir iş yapmadı, hiçbir iyilikte bulunmadı.
“Aksine yalanlamış ve arkasını dönmüştü.” (Kıyâme: 32)
Peygamber Aleyhisselâm’a indirilenleri bütünüyle inkâr etti. Hiçbir kulluk görevini yerine getirmedi.
“Sonra da salına salına yürüyerek taraftarlarının yanına gitmişti.” (Kıyâme: 33)
İçini dışını büyük bir kibir ve gurur kaplamıştı, Hakk ve hakikate yönelecek cinsten bir kimse değildi.
“Gerektir o belâ sana gerek!
Evet! Gerektir o belâ sana gerek!” (Kıyâme: 34-35)
Sen ancak cehennemin kızgın ateşine lâyıksın!
Bu Âyet-i kerime’ler onun gibi İslâm düşmanlarını da kapsamaktadır.
Annesi Esma binti Muharribe -radiyallahu anhâ- müslümanlıkla şereflenmiş, Mekke’nin fethinden sonra müslüman olan oğlu İkrime -radiyallahu anh- ise meşhur bir vali ve kumandan olarak İslâm’a hizmet etmiştir.
Sorumluluk:
İnsanı yaratan Allah-u Teâlâ ona bir takım mükellefiyetler yüklemiş, önüne emir ve yasaklar koymuş, bir zaman sonra da kendisinden hesap soracağını bildirmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyâme: 36)
İnsanların çoğunun anlayışı böyledir. İlâhî emir ve yasakların yükümlülüğü altına girmek istememektedirler.
Halbuki kâinatta hiçbir şey boş, mânâsız, hikmetsiz ve gayesiz yaratılmamıştır. İnsan nasıl başıboş bırakılabilir?
Allah-u Teâlâ uyulması için koyduğu hükümleri çiğneyenlere, yasakları işleyenlere dünyada bir takım cezalar uygulanmasını emretmektedir.
Yasaklanmış olan fiilleri yapmak haramdır, yapana ceza tereddüp eder.
“O, akıtılan meniden bir nutfe değil miydi?” (Kıyâme: 37)
İnsan sulplerden rahimlere akıtılan değersiz suyun güçsüz ve kerih bir damlası idi.
“Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu insan biçimine koyup şekil vermiştir.” (Kıyâme: 38)
O bir damla çirkin sudan mükemmel bir insan vücuda getirdi.
“Ondan erkek ve dişi iki eş yaratmıştır.” (Kıyâme: 39)
Allah-u Teâlâ kudreti ile bu insandan erkek ve dişi olarak iki sınıf insan yarattı. Çünkü insan nesli bu iki türden çoğalacaktır.
“Bunları yapan Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? (Elbet yeter).” (Kıyâme: 40)
Allah-u Teâlâ insanları tekrar dirilteceğini haber verdiğine göre, öldükten sonra dirilme muhakkak vuku bulacaktır.
İnsanları hesaba çekeceğini de bildirmiştir, şu halde hesap verme de kesindir.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Kıyâmet
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminde Kâria Sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Kırk Âyet-i kerime, yüz doksan üç kelime ve altı yüz elli iki harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime’de geçen ve ölümden sonra dirilmeyi ifade eden “Kıyâme” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmaktadır. “Lâ Uksimu” sûre-i şerif’i de denir.
Muhtevâsı:
Kıyâme sûre-i şerif’inde İslâm dininin ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret gibi iman esasları üzerinde durulmuş, Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametinden söz edilerek bu hususta mühim bilgiler verilmiştir.
Konusu ölümün ardından dirilme olan bu mübârek Sûre-i celîle’nin muhtevâsı dört bölümdür.
Kıyamet gününe ve kendini alabildiğine kınayan nefse yemin edilerek başlamaktadır.
On altıncı Âyet-i kerime’ye kadar, kemiklerin toplanmayacağını sanan kâfirlere karşı Allah-u Teâlâ’nın parmak uçlarını bile bir araya getirmeye muktedir olduğu belirtilmekte ve o gün kâinatta meydana gelecek değişiklerle, insanların şaşkınlıklarına temas edilmektedir.
Yirminci Âyet-i kerime’ye kadar Resulullah Aleyhisselâm’ın kendisine vahiy geldikten sonra onu nasıl okuyacağı anlatılmaktadır.
Otuz birinci Âyet-i kerime’ye kadar insanların dünya hayatının geçiçi zevklerine kapılıp, ebedî ahiret hayatı için hazırlığı terketmeleri kınandıktan sonra; o gün inananların yüzlerinin ışıl ışıl parlayacağı ve Rabb’lerine bakacakları, inanmayanların ise yüzlerinin asık olacağı, bel kemiklerini kıracak bir musibete uğrayacaklarını sezecekleri belirtilmektedir.
Kalan bölümde ise azaba uğrayacak kimselerin, Resulullah Aleyhisselâm’ın getirdiklerini yalanlama, namaz kılmama, çalımlı çalımlı yürüyerek taraftarlarının yanına gitme gibi uğursuzlukları beyan edilmektedir.
Daha sonra ise insanın başıboş bırakılmayacağı ve yaratılışındaki safhalar anlatılmakta, Allah-u Teâlâ’nın yaratıcı kudreti gözler önüne serilmektedir.
Kıyâmet:
Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan “Ahiret inancı”nın bir bölümüdür. Ahiret hayatı kıyâmetle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme girmeleri ve ebedî bir hayatın başlaması safhaları takip eder.
“Kıyâmet” kelimesi “Kıyam”dan türemiş olup; dikilmek, ayağa kalkmak, ayaklanmak mânâlarına gelir ve Kur’an-ı kerim’de yetmiş yerde geçmektedir.
Dini bir tabir olarak kıyâmet ise; içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yer aldığı kâinatın parçalanıp dağılması, daha sonra insanların hesap vermek üzere Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde, mahiyetini bilemediğimiz bir biçimde kıyam etmesidir.
“Kıyâmet gününe andolsun!” (Kıyâme: 1)
Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlûkatı geçici bir zaman için yaratmıştır. Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır. Yarattıklarını dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret hayatı başlayacaktır.
Kıyâmet günü üzerine yemin edilmiş olması, bu hadisenin muhakkak gerçekleşeceğini göstermektedir.
Nefs-i Levvâme:
İnsânî ruh, emmâre iken işlediği günahlardan ve kötülüklerden pişmanlık duyar ve kendisini kınamaya başlarsa, onun bu hâline “Nefs-i levvâme” denir.
Bu makama yükselen sâlikin artık kalbindeki yedi perdeden birisi kalkmıştır. İbadetlerini yapar, yasaklardan kaçınmaya, emr-i ilâhîyi yerine getirmeye çalışır. Buna rağmen yine günah işler, fakat hemen arkasından da pişman olup tevbe eder.
Nefs-i levvâme’de bulunan bir kimse takvâ ehlinden sayılır. Bu makamın en yüksek derecesi ihlâstır. Ancak amellerinde ihlâs da olsa, sâlik yine de tehlikeden kurtulmuş değildir.
Buna rağmen Allah katında kudsiyet ifâde eden bir makamdır.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki!” buyuruluyor. (Kıyâme: 2)
Bu kınama övünülecek bir hususiyettir.
Nefs-i emmâre’nin bir kısım sıfatları hâlâ mevcut olmasına rağmen hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görür ve bilir. Şeriat ameli ve muhabbeti eksilmez. Kötü hallerinden dolayı üzülür. Fakat o kötü sıfatlardan kurtulması gücünün dışındadır.
Eğer tevbe ederse, Allah-u Teâlâ’nın onların günah ve kusurlarını bağışlayacağı, tevbelerini kabul buyuracağı umulur.
Nefs-i levvâme’de bulunan müminde gizli bir riyâ ve kendini beğenme hastalığı vardır. İyi amellerini halkın bilmesini ister. Övülmekten memnun olur. Başkalarına üstün gelip ezme arzusu duyar. Bu kötü huyundan hoşlanmamasına rağmen, kalbinden de söküp atamaz.
Kâfir ise işine devam eder. Ne kendisini hesaba çeker, ne de nefsini kınar. Fakat bu gibi kimseler ahirette kendilerini çok çok kınayacaklar, işledikleri günahlara pek çok pişman olacaklar, fakat hiç de faydası olmayacak.
İlâhî Kudret:
Rivayete göre Adiyy bin Rebîa ismindeki bir müşrik Resulullah Aleyhisselâm’a:
“Ey Muhammed! Bana kıyamet gününü haber ver. O ne zaman ve nasıl olacak?” dedi. Resulullah Aleyhisselâm kıyamet hakkında ona bilgi verdi. Bu sefer: “Eğer o günü gözümle görsem yine de doğrulamam ve sana inanmam. Allah çürüyüp ufalandıktan sonra bu kemikleri toplayacak mı?” karşılığını verdi.
Bunun üzerine Âyet-i kerime’ler indi, Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“İnsan, kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor?” (Kıyâme: 3)
O kemikler nelerden ve nerelerden çıkıp gelerek düzenine giriyor, etler nasıl meydana geliyor, kemikleri kim sarıyor?
İnsan iskeletinde irili ufaklı 206 kemik bulunur. Bu kemikler birbirlerine mafsallarla bağlı olup, hareketlerini kaslar temin eder.
Biçimlerine göre uzun ve kısa, yassı ve düzensiz kemikler olmak üzere dörde ayrılır. Bulundukları yere göre; baş, gövde, üstyan, altyan kemikleri diye isim alırlar.
İskelet parça parça kemiklerden teşekkül ettiği için, böylelikle her parça kolaylıkla ve rahatça hareket etme imkânı bulur.
Ne lâtif hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarıya çıkınca sertleştiği gibi; kemikler de rahimde iken yumuşak, çocuk doğduktan sonra katılaşacak bir halde yaratılmıştır.
“Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski hâline getirmeye kâdiriz.” (Kıyame: 4)
Parmak uçlarında yaratılış bakımından ince bir sanat bulunduğu için Allah-u Teâlâ onları anmıştır. Çünkü bir insanın parmaklarının derisi son derece ince çizgilerle kaplıdır.
Bu çizgilerden bazısı kavis, bazıları düz ya da daire şeklindedir. Bu ince çizgiler o şekilde yaratılmıştır ki, yeryüzündeki diğer herhangi bir şahsın parmak çizgileri bu çizgilere benzemez.
Parmak ucundaki hassasiyete bir bakın ki, kör onunla görüyor. Bir parmak izi, diğer hiç bir insanın parmak izine uymuyor.
Her insanın farklı simâlarda olmasının yanısıra, parmak uçlarındaki desenlerin de birbirine benzememesi, Âdem Aleyhisselâm zamanından bu yana yaratılan milyarlarca insanın simâsını ve parmak izlerini ezelî ilminde muhafaza eden Zât-ı kibriyâ’nın mevcudiyetine ve ulûhiyetine delildir.
Küfürde İnat, Kötülükte Israr:
Kıyamet, dünyayı ve geçici dünya hayatını arzu edenlerin isteklerine muhaliftir. Bunun içindir ki çekinmeden onu inkâra cüret ederler.
Şehvetlerinden, lezzetlerden ayrılmamayı, ileride onlara devam etmeyi, ahlâki ve dini herhangi bir engel olmadan kötülükleri ve günahkârlığı sürdürmeyi isterler. Bu hallerinden dolayı hiçbir üzüntü duymazlar. Tevbekâr olmak istemezler, hallerini ıslaha çalışmazlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Fakat insan, ileriye doğru devamlı suç işlemek (ömrünü günahla geçirmek) ister.” (Kıyâme: 5)
Gelecek zamanlarda da o bundan vazgeçmek istemez, ahirete bir türlü inanmaz.
“‘Kıyamet günü ne zamanmış?’ diye sorar.” (Kıyâme: 6)
Sınırlı bir ömürde yapacağı kötülüklere sınır tanımamak için öldükten sonra dirilmeyi inkâr eder.
“Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman!” (Kıyâme: 7-9)
Gözler o günde görecekleri şiddet ve dehşetten dolayı şimşeğe tutulmuş gibi bir hâle gelir. Âlem alt-üst olur, ay ve güneş birbirine katılır, ışıkları söner simsiyah kesilir.
Kaçış Nereye?
İnkârcılar kıyamet gününde bu dehşetli hallerle yüz yüze gelince, ümitsizlik ve şaşkınlıklarından kaçacak yer ararlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İşte o gün insan: ‘Kaçacak yer neresi?’ der.” (Kıyâme: 10)
Bu sorusu ile sanki kurtuluş ümidi aramaktadır.
Mahşerin mehabeti karşısında ve dehşeti içinde, cehenneme sevkedileceklerini anlamış olacakları için böyle bir temennide bulunurlar.
Halbuki ne koruyacak bir kimse, ne de sığınılacak bir yer vardır.
“Hayır hayır!.. Sığınılacak bir yer yoktur!” (Kıyâme: 11)
O gün her kim olursa olsun, sığınma yerleri Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetidir. O’ndan kaçmak isteyenler de o gün O’ndan başka sığınacak bir sığınak bulamazlar.
“O gün varıp durulacak yer, ancak Rabb’inin huzurudur.” (Kıyâme: 12)
İnsan için artık çare aramakta fayda yoktur, zira zamanı geçmiştir.
“O gün insana, yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey haber verilir.” (Kıyâme: 13)
İşlemiş olduğu iyilikler ve kötülükler, yapması gerekirken yapmadıkları şeyler, yapmaması gerekirken yaptıkları şeyler bir bir haber verilecektir.
“İnsan artık kendi kendisinin şahitidir.” (Kıyâme: 14)
Bir başkasının haber vermesine ihtiyaç yoktur.
“İsterse günahlarını örtmek için özürlerini sayıp döksün.” (Kıyâme: 15)
O büyük mahkemede kâfir, fâsık, fâcir kimseler bazı mazeretler sayıp dökseler de, yaptıklarını gayet iyi bilirler. İşte o vakit gözleri tam açılır. O gün kendi amellerinden başka hiçbir şeyi göremezler.
________________________________________________________________________________
KIYÂME SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Rüyetullah
Ağır Söz:
Müslim’in rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm ilâhî vahyi tebliğ ettiği zaman, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz herhangi birşey kaçırmamak için çok defa dilini dudaklarını harekete getirirdi. Vahiy kendisine şiddet verirdi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ şu Âyet-i kerime’leri indirdi:
“Resul’üm! Onu hemen ezberlemek için acele ederek dilini kıpırdatma.” (Kıyâme: 16)
Vahyolunacak âyetler hafızanda tekerrür edecek ve kalbini nurlandıracaktır.
“Şüphesiz ki onu (ezberinde) toplamak ve okutmak bize âittir.” (Kıyâme: 17)
Onu sana indiren okutacaktır. Öyle ki onun mânâlarından hiçbir şey sana gizli kalmaz.
“O halde biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy.” (Kıyâme: 18)
Ardınca yavaş yavaş oku. Kalbinde tespit ettiğimiz zaman da onu uygula, gereğince amel et.
“Sonra onu açıklamak bize âittir.” (Kıyâme: 19)
Anlamakta zorluk çektiğin mânâ ve hükümleri, ihtiyaç duyuldukça biz sana açıklarız.
Bundan sonra artık Cebrâil Aleyhisselâm geldiği zaman sükut eder, o gidince Allah-u Teâlâ’nın vaad buyurduğu şekilde okurdu. (Müslim: 448)
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
“Resul’üm! Sana onun vahyi bitmeden, Kur’an’ı okumakta acele etme!” (Tâhâ: 114)
Hepsi de kalbini olduğu gibi tenvir ve tezyin edecektir.
“Seni en kolaya muvaffak kılacağız.” (A’lâ: 8)
Her hususta en kolay yola erdireceğiz.
Çarçabuk Geçen Dünya:
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a hitap ettikten sonra, tekrar kıyameti yalanlayanlara dönerek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:
“Hayır, hayır! Siz çarçabuk geçen dünyayı seviyorsunuz.” (Kıyâmet: 20)
Hep bu geçici dünyanın zevk ve lezzetleri için çalışmak gerektiğini sanıyorsunuz, daha hayırlı ve devamlı olan ahiret için hiçbir hazırlıkta bulunmuyorsunuz.
“Ve ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyâme: 21)
O âlemdeki mükâfat ve mücâzâtı hiç düşünmüyorsunuz.
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Diğer taraftan hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb’inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere de çok büyük müjdeler vardır.
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın câzip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti unutturmaması gerekir.
Rüyetullah:
Müminler cennette bütün nimetlerin üstünde, mekândan münezzeh olarak Allah-u Teâlâ’yı zaman zaman görmek saadetine nâil olacaklardır.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlar:
“Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, vech-i İlâhi’ye sabah ve akşam nazar ederler.” (Tirmizî: 2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime’leri okumuşlardır:
“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb’lerine bakarlar.” (Kıyâme: 22-23)
Allah-u Teâlâ kendi cemâlini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında, görmeye liyâkat halkeder. Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u Teâlâ’yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar. O’na bakmaya devam ettikleri sürece hiçbir şeye iltifat etmezler. Cennet bu nimetin yanında bütün şaşası ile sönük kalır.
Cerir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabb’inizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu görme hususunda üstüste sıkışıp birbirinizin üzerine yığılmayacaksınız.” (Müslim: 633)
Süheyb -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:
“Cennetlikler cennete girdiği zaman Allah Tebâreke ve Teâlâ: ‘Bir şey istiyorsanız söyleyin, onu da vereyim!’ buyurur. Onlar da: ‘Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı?’ derler.
Bunun üzerine Allah hicabı kaldırır, artık onlara Rabb’lerine -azze ve celle- bakmaktan daha sevimli bir şey verilmiş olmayacaktır.” (Müslim: 181)
Kadın erkek herkes her Cuma günü Allah-u Teâlâ’nın dâveti üzerine O’nun yüce ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi net olarak görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile sevinçle karşılar.
Said bin Müseyyeb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Said -radiyallahu anh-, Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- ile karşılaştıklarında:
“Allah’tan, cennet çarşısında bizi bir araya getirmesini dilerim.” dedi.
Bunun üzerine Said -radiyallahu anh-:
“Cennette çarşı var mıdır?” diye sordu.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-:
“Evet vardır.” dedi ve sözlerine devam etti:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana bildirdi ki, cennetlikler cennete girdikleri vakit orada amellerin çokluğu nisbetinde yerleşeceklerdir. Sonra dünya günlerinden bir Cuma günü kadar bir müsaade verilecek, onlar da Rabb’lerini ziyaret edeceklerdir.
Rabb’in arşı onlara görünecek ve Rabb kendilerine cennet bahçelerinden bir bahçede tecellî edecektir.
Onlar için nurdan minberler, inciden minberler, yakuttan minberler, zebercetten minberler, altından minberler ve gümüşten minberler kurulacaktır.
Onların en aşağı mertebede olanları -ki içlerinde hiç bir aşağılık kişi yoktur- misk ve kafur tepesinin üzerinde oturacaklar ve minber sahiplerini, kendilerinden daha üstün oturma yerlerinde olduklarını sanmayacaklardır.”
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:
“Yâ Resulellah! Rabb’imizi görecek miyiz?” dedim.
Şöyle buyurdu:
“Evet göreceksiniz. Siz güneşin ve dolunay gecesi ayın görünmesinden şüphe eder misiniz?”
Biz de: “Hayır!” diye cevap verdik.
Buyurdu ki:
“Böylece Rabb’inizin görünmesinde de şüphe etmeyeceksiniz.
Allah’ın o mecliste kendisiyle karşılıklı konuşmadığı hiçbir kişi kalmayacaktır. Hatta onlardan birine:
‘Ey filân oğlu filân! Şöyle ve şöyle dediğin günü hatırlıyor musun?’ buyuracak. Ve ona dünyadaki vefasızlıklarından bir kısmını hatırlatacaktır.
O da:
‘Ey Rabb’im! Beni bağışlamadın mı?’ diyecek. Allah: ‘Evet bağışladım. İşte sen benim bağışlamamın genişliği sayesinde şu makama ermiş bulunuyorsun.’
Onlar bu durum üzere iken üstlerinden bir bulut kendilerini kaplayacak ve üzerlerine bir güzel koku yağdıracaktır. Ki onlar o zamana kadar onun kokusuna benzer hiç bir koku almamışlardı.
Sonra Rabb’imiz: ‘Sizin için hazırladığım büyük bağışa kalkın ve canınızın çektiğini alın!’ buyuracak. Bunun üzerine meleklerle çevrili ve içinde gözlerin bir benzerini görmediği, kulakların işitmediği ve gönüllerden geçmeyen şeyler bulunan bir çarşıya geleceğiz. Canımızın istediği şey bize taşınacaktır.
Orada satmak ve satın almak yoktur. İşte o çarşıda cennetlikler birbirleriyle karşılaşacaklardır.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle devam etti:
“Yüksek mevki sahibi olan kişi gelip kendisinden aşağı olan kişiyle buluşacak -esasen içlerinde aşağılık kişi yoktur- ve onun üzerinde gördüğü elbise, bunun gözünü kamaştıracaktır. Ancak son cümlesi bitmeden, kendi üzerindeki elbisenin, onun sırtında bulunandan daha iyi olduğunu hayal edecektir. Çünkü cennette hiç kimsenin üzülmesi diye bir şey yoktur.
Sonra köşklerimize meskenlerimize dağılacağız. Eşlerimiz bizleri: ‘Merhaba, hoş geldin! Bizden ayrıldığın zamanki güzelliğinden daha üstün bir güzelliğe sahip olarak geldin!’ diyerek karşılayacaklar.
O da şöyle mukabelede bulunacak:
“Biz bugün Cebbar olan Rabb’imizin meclisinde bulunduk. Elbette bu döndüğümüz şekilde dönecektik.” (Tirmizî: 2673)
Bedbahtlar:
O gün ışıl ışıl parlayan ve Rabb’lerine bakan yüzlerin mukabili olarak nice yüzler de, dünyada nursuz oldukları gibi orada da çirkinleşecek ve kararacaktır.
“Nice yüzler de vardır ki o gün asıktır.” (Kıyâme: 24)
Üzüntü ve sıkıntısından ekşir, kararır, üzerinde hiçbir sevinç eseri yoktur. İçlerini istilâ eden şirk ve küfür karanlığı yüzlerine vurmuştur.
“Bel kemiklerini kıracak bir musibete uğratılacağını sezer.” (Kıyâme: 25)
Büyük bir azapla karşılaşacaklarını kesin olarak anlarlar, başlarına bellerini kıracak korkunç bir musibetin gelmesini beklerler.
Can Çekişme Sahnesi:
Allah kullarının nazarlarını eninde sonunda canlarının çıkacağı ana ve o anda meydana gelecek olan korkulu dakikalara çevirmeleri için uyarı mahiyetinde Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır.” (Kıyâme: 26)
Dünya hayatının sonu ve ahiret merhalelerinin ilk kapısı olan ölüm ve can çekişme hâli beyan edilerek, ahireti bırakıp da dünyaya bel bağlayanların belini kıran o büyük belânın ahirete de kalmayıp, dünyada iken başladığı gözler önüne seriliyor.
Ölüm işaretleri gelmiş çatmış. Yakınları etrafını sarmışlar. Bir şeyler yapabilmek için başında dönüp duruyorlar.
Çare aramak için çırpınan aile efradı tarafından:
“Kim afsun yapar, bunu kim tedavi eder acaba? denir.” (Kıyâme: 27)
Kimi hekim çağırır, kimi üfürükçüden meded umar. İnanan da inanmayan da son bir teselli olmak üzere ona başvurur.
“Ve kendisi de bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar.” (Kıyâme: 28)
İşler sarpa sarmış, can boğaza dayanmış, nefesi tıkanmış, ayrılık vakti gelmiş. Sevgili dünyasına “Elveda!” diye diye vedâ ediyor. Dünyasından ayrılma sıkıntısı ile ölüm sıkıntıları birleşmiş, el ayak karışmış.
“Ve bacak bacağa dolaşır.” (Kıyâme: 29)
Artık onun işi bâki olan Allah’a kalmıştır.
“İşte o gün sevk Rabb’inedir.” (Kıyâme: 30)
Hesabı görülmek, cezası verilmek üzere, itile kakıla, hakaretlerle âlemlerin Rabb’inin huzuruna götürülür.
Ahireti bırakıp da dünyayı sevenlerin dünyada varacakları kötü son işte budur.
Ebu Cehil:
Elinden ve dilinden müslümanların en çok çektiği putperestlerden biri olan Ebu Cehil, Mekke’nin o gün için en bilgili ve ileri gelenlerinden idi. Velid bin Muğire’nin de yeğeni idi.
Asıl adı Amr bin Hişam iken, Allah’a ve Peygamber’ine karşı küfründe her geçen gün biraz daha inatlaştığı için, Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine “Cehâletin babası” mânâsına gelen Ebu Cehil adı verilmiştir.
İslâm dâvetine başından beri karşı çıkmış ve müslümanlar aleyhinde hazırlanan bütün komplolarda başrolü oynamıştı.
Ticari nüfuz ve servetinden güç alan Ebu Cehil, hayatı boyunca İslâmiyet’in yayılmasını engellemeye çalıştı, müslüman olanları da dinlerinden vazgeçirmeye gayret etti.
Hicretten birkaç yıl önce Mahzumoğulları kabilesinin reisliğine getirilen Ebu Cehil, Resulullah Aleyhisselâm’a ve müslümanlara her fırsatta sözlü ve fiili saldırıda bulunmuştu.
Müslümanlara karşı başlatılan boykotla onların Ebu Tâlib mahallesinde üç yıl boyunca muhasara altında tutulmasına öncülük etmiş, dışarıdan yapılmak istenen yardımlara da engel olmuştu.
Bir ömür cehâlette kalan Ebu Cehil, müşriklerin muharebe ihtiyaçlarının büyük bir kısmını bizzat karşıladığı Bedir savaşı’nda cezasını bulmuş, katledilen diğer müşriklerle beraber Bedir’deki kör kuyulardan birine atılmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm’ın: “Bu ümmetin firavunu” olarak vasıflandırdığı Ebu Cehil hakkında pek çok Âyet-i kerime nâzil olmuştur.
Ezcümle şöyle buyurulmaktadır:
“İşte o tasdik etmemiş, namaz da kılmamıştı.” (Kıyâme: 31)
Allah için hiçbir iş yapmadı, hiçbir iyilikte bulunmadı.
“Aksine yalanlamış ve arkasını dönmüştü.” (Kıyâme: 32)
Peygamber Aleyhisselâm’a indirilenleri bütünüyle inkâr etti. Hiçbir kulluk görevini yerine getirmedi.
“Sonra da salına salına yürüyerek taraftarlarının yanına gitmişti.” (Kıyâme: 33)
İçini dışını büyük bir kibir ve gurur kaplamıştı, Hakk ve hakikate yönelecek cinsten bir kimse değildi.
“Gerektir o belâ sana gerek!
Evet! Gerektir o belâ sana gerek!” (Kıyâme: 34-35)
Sen ancak cehennemin kızgın ateşine lâyıksın!
Bu Âyet-i kerime’ler onun gibi İslâm düşmanlarını da kapsamaktadır.
Annesi Esma binti Muharribe -radiyallahu anhâ- müslümanlıkla şereflenmiş, Mekke’nin fethinden sonra müslüman olan oğlu İkrime -radiyallahu anh- ise meşhur bir vali ve kumandan olarak İslâm’a hizmet etmiştir.
Sorumluluk:
İnsanı yaratan Allah-u Teâlâ ona bir takım mükellefiyetler yüklemiş, önüne emir ve yasaklar koymuş, bir zaman sonra da kendisinden hesap soracağını bildirmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyâme: 36)
İnsanların çoğunun anlayışı böyledir. İlâhî emir ve yasakların yükümlülüğü altına girmek istememektedirler.
Halbuki kâinatta hiçbir şey boş, mânâsız, hikmetsiz ve gayesiz yaratılmamıştır. İnsan nasıl başıboş bırakılabilir?
Allah-u Teâlâ uyulması için koyduğu hükümleri çiğneyenlere, yasakları işleyenlere dünyada bir takım cezalar uygulanmasını emretmektedir.
Yasaklanmış olan fiilleri yapmak haramdır, yapana ceza tereddüp eder.
“O, akıtılan meniden bir nutfe değil miydi?” (Kıyâme: 37)
İnsan sulplerden rahimlere akıtılan değersiz suyun güçsüz ve kerih bir damlası idi.
“Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu insan biçimine koyup şekil vermiştir.” (Kıyâme: 38)
O bir damla çirkin sudan mükemmel bir insan vücuda getirdi.
“Ondan erkek ve dişi iki eş yaratmıştır.” (Kıyâme: 39)
Allah-u Teâlâ kudreti ile bu insandan erkek ve dişi olarak iki sınıf insan yarattı. Çünkü insan nesli bu iki türden çoğalacaktır.
“Bunları yapan Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? (Elbet yeter).” (Kıyâme: 40)
Allah-u Teâlâ insanları tekrar dirilteceğini haber verdiğine göre, öldükten sonra dirilme muhakkak vuku bulacaktır.
İnsanları hesaba çekeceğini de bildirmiştir, şu halde hesap verme de kesindir.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh