TEĞÂBÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
“Müsebbihat (5)”
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübarek Sûre-i celîle; on sekiz Âyet-i kerime, iki yüz kırk bir kelime ve bin yetmiş harften meydana gelmiştir.
İsmi 9. Âyet-i kerime’den alınmıştır. Dünyada iken kimlerin aldandığı, kimlerin de aldattığı ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı kıyamet günü ortaya çıkarılacağı anlatıldığı için “Sûre-i Teğâbün” denilmiştir.
Tesbihle başladıkları için “Müsebbihât” denilen beş sûre-i şerif’in sonuncusudur.
Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı (Hadîd, Haşr, Saf, Cum’a ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizî)
Muhtevası:
Hadîd, Haşr, Saff, Cum’a sûre-i şerif’inde olduğu gibi, bu mübârek Sûre-i celîle de, göklerde ve yerdekilerin hepsinin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğine dair beyan ile başlamaktadır.
İlk dört Âyet-i kerime’de bütün insanlara hitap etmekte; Allah-u Teâlâ’nın azamet ve yüceliğinin, kuvvet ve kudretinin tezahürleri anlatılmakta, inanan müminlerin ve inanmayan kâfirlerin durumları belirtilmektedir.
Akabinde hitap kâfirlere çevrilmekte; onuncu Âyet-i kerime’ye kadar geçmiş kavimlerin azaplarından bahsedilmekte ve başlarına gelen felâketlerin Hakk’ı yalanlayıp peygamberlere muhalefet etmek olduğu açıklanarak inkârcılar uyarılmaktadır.
Daha sonra da Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek bazı öğüt ve ikazlarda bulunmaktadır.
Şöyle ki;
Kâinatın ve insanın başına gelen her musibet O’nun emri ve izniyle olmaktadır. Müminler her türlü zor şartlarda bile olsa sebat göstermelidirler.
İman edildikten sonra Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat edilmesi zaruridir. İtaatten yüz çeviren kimseler, başlarına gelebilecek her türlü zararı kabullenmiş demektir.
Müminlerin malları, eşleri ve çocukları birer imtihan sebebidir. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ’ya gönülden sığınmaları, güçleri yettiği nisbette Allah korkusu içinde ömürlerini geçirmeye gayret göstermeleri gerekmektedir.
Ayrıca müminler mal fitnesinden korunabilmek için sevdiği mallarından Allah yolunda sarf etmelidirler.
Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:
Müsebbihat adı verilen Hadîd, Haşr, Sâf ve Cum’a sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde dolduğu gibi; Teğâbün sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’sinde de yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ı tesbih ederler.” (Teğabün: 1)
O ulu Yaratıcı’yı Zât’ına lâyık olmayan şeylerden, her türlü kusur ve noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan sürekli olarak tenzih ve takdis ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. O’ndan başka bir yaratıcı yok ki hamd ve senâya müstehak olsun.
“Mülk O’nundur.” (Teğabün: 1)
O’ndan başkasının değildir. Çünkü hepsini de yaratan, yaşatan ve nimetlerle donatan, tutan ve koruyan O’dur. Kullarının elindeki de O’nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O’nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem de hükümdarıdır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Dengi ve benzeri, eşi, ortağı ve yardımcısı yoktur.
Her şeye sahip olmak ancak Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. İnsanların bir şeye sahip olmaları ise hakiki değil, geçicidir. O vermeseydi, hiç kimse bir şeye sahip olamazdı. Dilediğine dilediğini verir, dilediği anda da ellerinden alır.
Göklerin ve yerin anahtarları O’nun kudret elindedir. Yaratmak da emretmek de yalnız O’na mahsustur.
“Hamd O’na mahsustur.” (Teğabün: 1)
Dünyada da ahirette de hamd sadece O’nadır. Bütün hamd ve senâlarla, şükürlerle, medihlerle kendisine tâzim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet O’dur. Çünkü hamd ve senâyı icabettiren bütün kemâlât ancak O’nda mevcuttur. En güzel övgüler ancak O’na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.
“O her şeye kâdirdir.” (Teğabün: 1)
Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Bütün kuvvetler O’nundur, dilediği şeyi yaratır, yarattığı şeyde dilerse dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır. Dilerse güçsüzleri güçlü, zayıfları kuvvetli, âcizleri kudretli kılar.
Bugün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük gâlibiyetlere erdirmeye, zengin veya güçlü zannedilenleri zelil ve perişan etmeye kâdirdir. Dilemediği hiç bir şey de olmaz. Kâdir ve muktedir ancak O’dur. O’nun her şeye gücü yeter.
O’nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir, her şeyi kuşatmıştır. Kudretinin delillerini kâinatın her zerresinde görmemek mümkün değildir.
Bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol!” der, o da derhal oluverir.
Hâlık-ı Azîm:
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren, her şeyi tam kemaliyle takdir ve icad ederek yaratan ancak Allah-u Teâlâ’dır.
Bir şeyi yapmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Her şeyin ilk numunesini meydana çıkaran O’dur. Kâinatı ve içindeki her şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini yaratan O’dur.
Ezelde Allah-u Teâlâ vardı, kendisiyle beraber başka bir şey yoktu. Sonra varlığını ve kemâlini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanı yaratmayı irade buyurdu, dilediği şekil ve nizam üzerine yarattı.
“Sizi yaratan O’dur.” (Teğabün: 2)
Siz hiç bir şey değilken, şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı takdir ve icad ettik.
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi “Ahsen-i takvim” olan insan şekline koyduk.
“Böyle iken kiminiz kâfir kiminiz de mümindir.” (Teğabün: 2)
İnsan fıtratı, yaratıcıya iman etmeyi gerektirdiği halde, küfre de imana da kabiliyetlidir. Bazıları yaratılış gereğinin aksi olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazıları da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur.
Âyet-i kerime’de görülüyor ki; insanlar iki kısma ayrılmışlardır ve imanla küfür dışında üçüncü bir yol yoktur.
“Allah her ne yaparsanız görür.” (Teğabün: 2)
Hidayete hak kazananı da görür, dalâleti hak edeni de görür. Herkesin yaptığına en mükemmel şekliyle karşılık verecektir.
“Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı.” (Teğâbün: 3 - Nahl: 3)
Zât-ı akdes’inin vasfı olan “Hakk”ın mânâsını göstermiş, mahlukat arasında bir intizam ifade eden üstün bir hikmetle her şeyi yaratmıştır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık.” (Hicr: 85)
Hepsi de adalet ve hak ile ayaktadırlar, hiç bir şey abes olarak yaratılmamıştır. Bu âlemin idaresi sağlam ve saşmaz ölçülere göre yürür. Bu ölçüler sayesinde birbirleriyle çatışmazlar ve dağılmazlar.
Allah-u Teâlâ yarattığı herşeyi hak ile yarattığı gibi; insanı da, her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir şekilde yaratmıştır. O’nun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın şeklinin, diğer canlılara nisbetle en güzel bir şekil olduğunu anlar.
“Size suret verip, suretlerinizi de en güzel bir şekilde yapmıştır.” (Teğabün: 3)
Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmüş ve en güzel bir şekilde insan varlığını meydana getirmiştir.
Uzuvları ile, şekil ve şemâli ile her yarattığını öyle nimetlerle öylesine donatmıştır ki, her yaratık kendisinin müstakil bir vücut olduğunu sanır. Oysa her yarattığı O’nunladır ve O’nunla kâimdir.
“Dönüş O’nadır.” (Teğâbün: 3)
Geliş Allah’tan olduğu gibi gidiş de Allah’adır. O herkese yaptığının karşılığını eksiksiz verecektir. İyiler büyük bir mükâfâta erecekler, kötüler ise en ağır cezalara katlanmak zorunda bırakılacaklardır.
Allah-u Teâlâ’nın Ezelî İlmi:
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O’dur. O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
“Göklerde ve yerde olanları bilir.” (Teğâbün: 4)
Zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük büyük, gizli âşikâr, olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen, hiçbir şey sonsuz ve sınırsız ilminden gizlenmeyen Zât-ı kibriyâ O’dur.
İster ulvî âlem olan göklerde, ister süflî âlem olan yerde olanları en ince teferruâtı ile bilir. Çünkü O yaratmıştır. Yaratan yarattığını bilmez mi?
“Gizlediklerinizi de açığa çıkardıklarınızı da bilir.” (Teğâbün: 4)
Bir insanın yüz sene ömrü olsa, en son nefesinde söyleyeceği sözden, yapacağı işten, son lokmasına kadar yiyeceğinden, içecek suyundan haberi vardır. Yalnız insan değil, yarattığı bütün varlıklar zerreden kürreye kadar böyledir. Bu hükmü O tayin ve takdir ettiği için her şeyi biliyor. Bu bilgi O’na mahsustur.
“Allah göğüslerin özünü bilendir.” (Teğâbün: 4)
Onun içindir ki insan bâtıl düşüncelerinden, münâfıkça kuruntulardan, kötü işlerden son derece kaçınmalı; kâinatın bütün sırlarını bilen Allah-u Teâlâ’nın ilminin ve kudretinin azametini tefekkür ederek rızâ-i Bârî’sine uymayan şeylerden çekinmeli, O’na karşı takvâlı olmalıdır.
Aynı zamanda nimetlerini yerinde sarfetmeli, hamdini ve şükrünü yerine getirmeli, huzuruna yüz akı ile gitmeli, küfür ve nifak, isyan ve tuğyan ile yüz karası içinde gidip ilâhî azaba atılmamalıdır.
__________________________________________________________________________________
TEĞÂBÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
“Aldanma Günü(5)”
Geçmişten İbret Almak:
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de muhtelif Âyet-i kerime’lerde geçmişte yaşamış milletlerden ve onların başlarına gelen azaplardan haber vererek; bu felâketin sebebinin hak ve hakikati yalanlayıp, Peygamber Aleyhimüsselâm Hazeratı’na muhalefet etmek olduğunu beyan etmektedir.
Ezcümle buyurur ki:
“Daha önce inkâr edip de, yaptıklarının cezâsını tadanların haberi size gelmedi mi?” (Teğâbûn: 5)
Âd ve Semûd kavmi gibi geçmiş zamanlarda yaşayan zorba kavimler, inkârlarından ötürü dünyada iken hor ve hakir edici azaplara çarptırıldılar. Bunlar size haber verilmişken, sizler niçin ibret almıyorsunuz da küfürde ısrar ediyorsunuz?
Onlar yalnız bu dünyada tattıkları o alçaltıcı azapla kalmadılar:
“Onlar için elem verici bir azap da vardır.” (Teğâbûn: 5)
Dünyada çektikleri cezâ yaptıkları suçlarının tam karşılığı değildir. O dayanılmaz azap ahirette mutlaka başlarına gelecek, bu azap dünyadaki azaba eklenecektir.
“O azabın sebebi şudur: Onlara peygamberleri apaçık delillerle gelmişlerdi.” (Teğâbûn: 6)
Güzel huyları ile, dürüst yaşayışları ile numune olmuşlardı. Allah yolunda olduklarını gösteren apaçık mucizeler göstermişler, parlak deliller getirmişlerdi.
Fakat bir çokları bu gerçeklere gözü yumuk baktılar, kendi felsefelerini yürüttüler, inanmayı ve uymayı bir türlü kibirlerine yediremediler. Kendilerini dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştıracak bu güzide zevât-ı kirâm’la alay etmeye cüret ettiler.
“Onlar ise: ‘Bizi bir beşer mi doğru yola götürecekmiş?’ dediler.” (Teğâbûn: 6)
Kendileri gibi birer insan olan bu yüce şahsiyetlerin, insanlar arasında yaşayarak insanlara rehberlik yapacaklarını uzak bir ihtimal gördüler. Sapıklığa yönelten önderlerin peşine takıldılar da, hidayete çağıran nurlu rehberleri tanımadılar.
“Ve inkâr edip yüz çevirdiler.” (Teğâbûn: 6)
Gözleriyle gördükleri halde gerçekleri kabul etmediler, böylece şirki ve küfrü imana tercih ettiler. Allah-u Teâlâ onları kendi hallerine bıraktı, sapıklığa düşmekten onları korumadı.
“Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi.” (Teğâbûn: 6)
İman ve itaatlarına ihtiyacı olmadığını duyurdu, hepsini de yeryüzünden silip bir anda köklerini kesti. Onlara muhtaç olsa idi böyle yapmazdı.
“Allah zengindir, hamde lâyıktır.” (Teğâbûn: 6)
Mülk O’nundur, hükümranlık O’na mahsustur. Eğer onlar inanmazlarsa O’nun hükümranlığı yıkılmaz. Bitmez tükenmez zenginliklere sahiptir. Hiçbir şekilde hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, hiç kimsenin övgüsüne de muhtaç değildir. Herkes her nefeste O’na muhtaçtır. En güzel övgüler ancak O’na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.
Aldanma Günü:
Küfür “Örtmek” mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak suretiyle örtmek veya nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerinde kâfirlerin kıyametin kopacağına, insanların ceza ve mükâfat görmeleri için tekrar diriltileceklerine aslâ inanmadıklarını haber vermektedir:
“Kâfirler öldükten sonra aslâ diriltilmeyeceklerini iddia ettiler.” (Teğâbûn: 7)
Halbuki ellerinde bu hususta hiçbir delil yoktur. Ölümden sonra başka bir hayatın olmayacağına dâir bir delil bulmak mümkün değildir. Günlük hayatta gözler önünde akıp giden hadiseler, öldükten sonra yeni bir hayatın başlayacağını göstermektedir. Buna rağmen aklı kıt kâfirler çok iddiâlı bir şekilde zanları ile böyle bir hayatın olmadığını söylerler, küfürlerinde ısrar ederek inatlaşırlar.
Şehvetlerine ve keyiflerine düşkün olduklarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak hoşlarına gitmez.
“De ki: Hayır! Rabb’ime yemin ederim ki mutlaka diriltileceksiniz.” (Teğâbûn: 7)
İnanan, imanını yaşayan kimseler kârlı çıkıp ebedî saâdete erecekler; inanmayı reddederek imansız yaşayanlar ise belâlarını bulup, sonsuz felâketlere uğrayacaklardır. Ölüm nasıl ki hiç kimsenin şüphe etmediği biçimde gerçekse, ölümden sonraki hayat da öyledir. İnkâr edenlerin inkârına itibar edilmez.
“Sonra da yaptıklarınız hiç şüphe yok ki size haber verilecektir.” (Teğâbûn: 7)
Hiçbir şey yanınıza kâr kalmaz. Geleceğinizi düşünün de, ona göre kendinizi hazırlayın.
“Bu, Allah’a göre pek kolaydır.” (Teğâbûn: 7)
Çünkü yeniden diriltmek, ilk yaratmadan daha kolaydır. Kâinat gibi bir nizamı ve içinde insanı yaratan Allah-u Teâlâ’ya, insanları yeniden diriltip hesaba çekmek elbette zor değildir.
•
Allah-u Teâlâ yalanlayıcı ve inkârcı milletlerin durumlarını açıkladıktan sonra beşeriyete hitap ederek onları gerçek kurtuluşa çağırmaktadır:
“Allah’a Peygamber’ine ve indirdiğimiz o nura (Kur’an’a) inanın.” (Teğâbûn: 8)
Allah-u Teâlâ’ya iman etmek, bu imanı tebliğ eden Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayı gerekli kılar; her ikisine iman etmek ise indirdiği Kitab’a, dolayısıyla Din-i İslâm’a iman etmeyi gerektirir. İşte imanın özü budur.
“Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Teğâbûn: 8)
Büyük ve küçük, iyi ve kötü hepsini bilir. Sırası gelince bir bir size haber verir. Yaptıklarınızdan gizli saklı kalan hiçbir şey yoktur. O bakımdan imanınız gerçek ve her şüpheden uzak olsun.
•
O gün kimin aldanıp kimin aldanmadığı ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür. Onun içindir ki bu güne “Aldanma günü” mânâsına gelen “Yevmüt-teğâbûn” denilmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kıyamet günü için sizi topladığı zaman, işte o gün kimin aldandığının ortaya çıktığı gündür.” (Teğâbûn: 9)
Kıyamet günü toplanma günüdür. Allah-u Teâlâ hesap ve ceza için insanları mahşer meydanında toplayacaktır.
O gün kimin kazanıp kimin kaybettiği, kandırılanın kim, aklını kullananın kim olduğu, kimin hakkının kime geçtiği, kimin hakkından mahrum olduğu anlaşılacaktır.
Yine o gün, ömür sermayesini yanlış işlere yatırarak iflâs edenlerle; kârlı işlere yatırarak ebedî saâdet ve selâmetini kazananlar ortaya çıkacaktır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün görülecek bir gündür.” (Hûd: 103)
Herkes amelinin karşılığını almak için grup grup, zümre zümre gelirler. Haklarında verilecek hükmü gözetlemekten başka yapacak bir çareleri yoktur. Herkes lâyık oldukları âkıbete erer.
Müminler gönüllerini Hakk’a bağlamışlar, O’nun hoşnutluğunu kazanmak için çalışmışlar, ölünceye kadar Hakk yolunda sabır ve sebat etmişler, böylece de en büyük ticarette en büyük kârı, en büyük başarıyı elde etmişlerdir.
“Kim Allah’a iman etmiş ve sâlih amel işlemişse, Allah onun günahlarını örter.” (Teğâbûn: 9)
Dünyada yaptıkları hataları hiçbir zaman yüzlerine vurmaz, onları hiçbir zaman utandırmaz. Engin merhameti ile günahların izlerini tamamen yok eder, Kirâmen kâtibîn meleklerine kayıtlarını sildirir, kıyamet günü bu günahlarından dolayı hesap sormaz, mahçup olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.
Ve onu altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar.” (Teğâbûn: 9)
Kur’an-ı kerim’de cennetlerden söz edilirken altlarından ırmaklar aktığından haber verilmektedir. Bu ırmaklar cennetin her köşesine ve her köşke uğrar. Müminler cennette bağlar ve bahçeler içinde, akan ırmakların kenarlarında refah ve saâdet içinde yaşarlar.
“Orada ebedî kalırlar.” (Teğâbûn: 9)
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevâzu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.
Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları nisbetinde cezalarını çektikten sonra imanları sebebiyle cennete gireceklerdir. En son müslüman da cehennemden çıktıktan sonra, cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere ebediyen kâfirlerin üzerine kapanır.
Buna mukabil cennetlikler de cennetlerde sonsuz bir hayatı bütün ihtişamı ile yaşamaya başlarlar.
“İşte en büyük kurtuluş budur.” (Teğâbûn: 9)
Korkulacak şeylerin hepsinden de emniyette olmak, umduğu şeylerin hepsine birden kavuşmak, hiç şüphesiz ki büyük bir bahtiyarlıktır. Bundan daha büyük mutluluk olamaz.
Kâfirler ise Hakk’tan yüz çevirmişler, şeytanın adımlarına uyarak bâtıl yollarda ömür tüketmişler, dünyayı kazanayım derken ahiretlerini fedâ etmişler, cennetten Cemâlullah’tan mahrum kaldıkları gibi cehenneme müstehak olmuşlar, büyük bir aldanış içine girmişlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar ateş ehlidirler ve orada ebedî kalacaklardır.” (Teğâbûn: 10)
Cennetlikler cennette nasıl ki ebedileşirlerse, cehennemliklerden küfür ve nifak üzere ölen azgınların cezası da öylece sonsuza kadar uzanıp gidecektir.
Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer, ne de biter. Onlar için cennet yolu kapanmıştır.
Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır, ne de azaplarında bir gevşeme ve hafifleme bahis mevzuudur. Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun hafifletilmez.
Böyle ebedî bir azap ancak kâfirlere mahsustur.
“Ne kötü gidilecek yerdir orası!” (Teğâbûn: 10)
Kâfirler müminleri Allah yolundan ayırmaya çalışırken, müminler de onları imana dâvet edip, onların iyiliklerini istiyorlardı. Orada ise kimlerin kimleri aldatmak istemiş oldukları, kimlerin kâr etmiş veya zarara düşmüş oldukları belli olacaktır.
Hakk’tan yüz çevirenler ne kadar aldanmış olduklarını anlayacaklar, fakat bu anlayış kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir.
________________________________________________________________________________
TEĞÂBÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
PEYGAMBER’E İTAAT ALLAH’A İTAAT GİBİDİR
İlâhî İzin Olmayınca:
Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-ı himaye etmeyi dilemişse:
“Allah’ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez.” (Teğâbûn: 11)
Âyet-i kerime’si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ’nın iznini beklemektedir.
Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.
Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ’nın izni ve iradesi iledir.
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.
“Kim de Allah’a inanırsa ona hidayet eder, gönlünü doğruya yöneltir.” (Teğâbûn: 11)
O iman sebebiyle kalbine büyük bir inşirah verir, doğruyu düşündürür. O kimse ölünceye kadar Hakk yolda sabır ve sebat eder. Başına gelecek olanın mutlaka geleceğini, gelmeyecek olanın da ona isabet etmeyeceğini bilir. Hakk’ın takdirine râzı, hükmüne gönülden teslim olur.
“Allah her şeyi bilendir.” (Teğâbûn: 11)
Kimin gerçekten iman ettiğini, kimin imanında ne kadar samimi olduğunu bilir. Hiçbir şey O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli kalmaz. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Allah’a ve Peygamber’e itaat:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resulullah Aleyhisselâm’a mutlak itaat edilmesini emrederek:
“Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin.” buyuruyor. (Teğâbûn: 12)
Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılacak itaatle birlikte emretmiş; ona yapılan itaati kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saymıştır.
Kişi ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ’ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur. Bu hakikati böyle bilmek lâzımdır. Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve gereğidir.
“Eğer yüz çevirecek olursanız biliniz ki, Resul’ümüze düşen apaçık bir tebliğdir.” (Teğâbûn: 12)
Yüz çevirirseniz, siz ancak kendi kendinize yüz çevirmiş olursunuz. Ne Allah-u Teâlâ’ya ne de Resulullah Aleyhisselâm’a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Bu din, dimdik ayakta duran bir dindir.
O risaletini tebliğ etmiş ve ilâhî emaneti yerine getirmiştir. Sizin kabulünüzden dolayı onun bir menfaati yoktur, yüz çevirmenizin de ona bir zararı olmaz.
Görülüyor ki bu durum doğrudan doğruya iman ile alâkalıdır. Resulullah Aleyhisselâm’a tâbi olanlar gerçek iman ehlidirler. Amma Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmüne râzı olmayanlar imandan mahrumdurlar.
Tevhid:
Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksan sıfatlardan tesbih etmenin, tehlil ve tekbir getirmenin çok büyük önemi vardır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah öyle bir Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Teğâbûn: 13)
Tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mabud tanınacak başka hiçbir mabud yoktur, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah vardır.
Uluhiyet ve ubudiyet yalnız O’na mahsustur. Kulluk edilmeye lâyık olan sadece O’dur ve sadece O’na kulluk edilmesi gerekir.
Her cihetten tektir. Varlığına şahid yine kendi varlığıdır. Her varlık O’nun kudretinin eseridir. Var olan ne ki varsa O’nunla var olmuştur.
İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti, yoksa ihtiyacı için değil. O Samed’dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O’na muhtaçtır.
Allah-u Teâlâ şerefi en üstün olan Şerif’tir, azameti en yüce olan Azîm’dir, hilmi en mükemmel olan Halîm’dir, ilmi en mükemmel olan Âlim’dir. Her türlü şeref ve yücelikte mükemmelin kendisidir. O’ndan başkası için bu sıfatlar kullanılmaz.
“Müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Teğâbûn: 13)
Her hususta ve her şeye karşı O’na tevekkül olunur. O her şey üzerine ve her şeye karşı vekildir.
Mal ve Evlatla İmtihan:
Mekkeli bazı müslümanların hicretine, Medineli bazı müslümanların cihada çıkmasına engel olan eş ve çocukların bu davranışları üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının!” (Teğâbûn: 14)
Dini hayata, hayır ve infaka, ahlâk ve fazilete karşı olan her davranış bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
Kimi eşler vardır ki kocalarının, kimi çocuklar da vardır ki babalarının düşmanıdırlar. Bu düşmanlık onları sâlih amellerden alıkoymak mânâsınadır. İbâdet ve taatten meşgul ederler. Haram kazanca ve günah olan işlere sevk ederek büyük mesuliyetlere maruz bırakabilirler.
Onların sebebiyle gelmesi düşünülen dünyevî ve uhrevî zarar ve ziyanlardan kaçınmalı, dikkatli ve tedbirli olmalıdır. Bununla beraber sakınacağız diye bunaltıp sıkmamalı, ahkâm ölçüleri dahilindeki kusurlarını bağışlamalıdır.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Teğâbûn: 14)
Eş ve çocukları baştacı edip bütün mesaisini onlara ayıran, helâl ve haram sınırlarını gözetmeden onların rahatı için gecesini gündüzüne katıp uğraşırken ibadet ve taatı terkeden, yapması gereken infak ve hayırları yapmayan, böylece Hakk’tan uzaklaşan kimseler için mal ve evlat birer fitnedir. Kalbi dünya ile meşgul ettikleri için onlara fitne denmiştir.
Avf bin Mâlik el-Eşcâî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de katıldığı bir savaşa gitmek isterken eşi ve çocukları sızlanıp kendilerini acındırarak onu alıkoymuşlardı. O ise bu davranışının yanlış ve hatalı olduğuna kanaat getirerek derin bir pişmanlık duymuş ve Allah-u Teâlâ’ya yönelerek tevbe ve istiğfarda bulunmuştu.
Bu sebeple inen Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.” (Teğâbûn: 15) (Bakınız: Enfâl: 28)
Bu imtihan Allah-u Teâlâ’ya itaat edenle isyan edenin bilinmesi için yapılır.
Kul bu nimetin hakkını ödeyerek şükür mü edecektir, yoksa öfkelenip âsi mi olacaktır? İmtihan sadece sıkıntı ve mahrumiyetle olmaz. Bazen bolluk ve genişlikle de olur. Mal ve evlât da bu bolluk ve genişliğin bir ifadesidir.
İşin hakikati şu ki, Allah-u Teâlâ kullarını imtihana tutmaya muhtaç değildir. Ezeli ilmi ile geçmişi de geleceği de bilir. Fakat kullarının iş ve icraatlarını ortaya koymak ve kendilerine de göstermek için, hikmetinin iktizası olarak imtihan sahnesinde bulundurmaktadır.
Mal ve mülk, evlât ve iyâl her ne kadar dünyanın ziyneti, hayatın intizamı için gerekli ise de; ana ve babasına meşru durumlarda itaat etmeyen evlattan, kocasına itaat etmeyen kadından daha ziyade insan için düşman olamaz.
Çünkü itaatsiz evlât insanın gönlünü daima rencide eder, işini sekteye uğratır, huzurunu bozar. İtaatsiz ve ahlâksız bir kadın da böyledir. Dünyaca zararları yanında âhiretçe de zararları olacağında şüphe yoktur.
Şu kadar var ki hepsinin böyle olmadığı da bir gerçektir.
Karz-ı Hasen:
İman, ibadet ve infak... Birbirine zincirleme bağlı üç temel prensiptir.
Birincisi; Küfür ve nifaktan kurtarır, saâdet kapılarını açar.
İkincisi; Hakk’a yaklaştırır ve insanı, şükreden bahtiyarlar mertebesine çıkarır.
Üçüncü ise; İlâhî rahmete erdirir, Hakk’ın sevgisine vesiledir.
Allah yolunda infakta bulunmak, kişinin imanının sadâkatına delildir, O’na yönelmenin belirtisidir. Hazinelerine hazinedar bulunmayan, vergi ve ihsanlarının muhasibi bulunmayan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak mallarınızdan infak edin.” (Teğâbûn: 16)
Rızâ-i Bâri için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük ecirler vererek onu büyültür. İnfak edenler aslında doğrudan doğruya kendileri için infak etmekte, kendileri için hayır hazırlığında bulunmaktadırlar.
Nefsin cimriliğinden korunmak da şüphesiz ki ilâhi bir lütuftur.
Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Teğâbûn: 16 - Haşr: 9)
Bu korunmak ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın korumasına sığınmakla olur. Bu gibi kimseler insanlar arasında teveccühe erecekleri gibi, Allah katında da büyük ecirlere nâil olacaklardır. Allah-u Teâlâ yaptıkları az amellerine karşılık onlara ebedi sevaplar ihsan eder.
•
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak vasıflandırmaktadır. “Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.
Mal ve mülkün hakiki sahibi Allah-u Teâlâ’dır, insanlar ancak O’nun malını tasarrufta vekildirler. Kim O’nun koyduğu şartlara uygun şekilde, rızasını kazanmak için farz olan zekâttan başka tamamen kendi isteğine bağlı olarak malını hayır yolunda infak ederse; günahlarını kapatır, yok eder, günahlardan dolayı mesul tutmaz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor: “Eğer Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursanız, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah şükrün karşılığını verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.” (Teğâbûn: 17)
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri şeylerin zâtına verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.
O’nun yolunda, rızâsı uğrunda infak edilen şeyler, kasa ve keselerde para saklamaktan, hatta meşru ticaretten ve kazançtan daha kârlıdır. O’nun dini gönüllerde yer tutsun diye, imkânı olanların servetinin bir bölümünü ayırması, zenginler zengini olan Allah-u Teâlâ’ya takdim edilen en güzel bir ödünçtür. O ise bu borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten Rızâ-î Bârî için vermişse, daha da fazlasını ödeyeceğine dair söz vermiştir.
İnfakın karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli verilmesi, riya karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi, verilirken başa kakılmaması şarttır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah gece yarısı yahut gecenin son üçte birinde dünya semasına nüzul ederek: ‘Bana kim duâ eder ki ona icabet edeyim veya kim benden bir şey diler ki ona vereyim.’ buyurur. Sonra: ‘Yoksul olmayan ve zulmetmeyen Allah’a kim ödünç verecek?’ buyurur.” (Müslim)
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun karşılığını kat kat iâde edeceğini vâdetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine saâdet ve selâmet verir. Âhirette ise mükâfat olarak bir çok sevaplar ihsan buyurur, ecrini kat kat katlandırır.
“Görüleni görülmeyeni bilendir.” (Teğâbûn: 18)
Hiçbir gizli O’na gizli kalmaz. Açık yapılanları da bilir, gizli yapılanları da bilir. Olanları da bilir, olacak olanları da bilir.
“Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Teğâbûn: 18)
Her şey O’nun hükmüne bağlıdır. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Her şeyi hikmetiyle idare eder.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
“Müsebbihat (5)”
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübarek Sûre-i celîle; on sekiz Âyet-i kerime, iki yüz kırk bir kelime ve bin yetmiş harften meydana gelmiştir.
İsmi 9. Âyet-i kerime’den alınmıştır. Dünyada iken kimlerin aldandığı, kimlerin de aldattığı ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı kıyamet günü ortaya çıkarılacağı anlatıldığı için “Sûre-i Teğâbün” denilmiştir.
Tesbihle başladıkları için “Müsebbihât” denilen beş sûre-i şerif’in sonuncusudur.
Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı (Hadîd, Haşr, Saf, Cum’a ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizî)
Muhtevası:
Hadîd, Haşr, Saff, Cum’a sûre-i şerif’inde olduğu gibi, bu mübârek Sûre-i celîle de, göklerde ve yerdekilerin hepsinin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğine dair beyan ile başlamaktadır.
İlk dört Âyet-i kerime’de bütün insanlara hitap etmekte; Allah-u Teâlâ’nın azamet ve yüceliğinin, kuvvet ve kudretinin tezahürleri anlatılmakta, inanan müminlerin ve inanmayan kâfirlerin durumları belirtilmektedir.
Akabinde hitap kâfirlere çevrilmekte; onuncu Âyet-i kerime’ye kadar geçmiş kavimlerin azaplarından bahsedilmekte ve başlarına gelen felâketlerin Hakk’ı yalanlayıp peygamberlere muhalefet etmek olduğu açıklanarak inkârcılar uyarılmaktadır.
Daha sonra da Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek bazı öğüt ve ikazlarda bulunmaktadır.
Şöyle ki;
Kâinatın ve insanın başına gelen her musibet O’nun emri ve izniyle olmaktadır. Müminler her türlü zor şartlarda bile olsa sebat göstermelidirler.
İman edildikten sonra Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat edilmesi zaruridir. İtaatten yüz çeviren kimseler, başlarına gelebilecek her türlü zararı kabullenmiş demektir.
Müminlerin malları, eşleri ve çocukları birer imtihan sebebidir. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ’ya gönülden sığınmaları, güçleri yettiği nisbette Allah korkusu içinde ömürlerini geçirmeye gayret göstermeleri gerekmektedir.
Ayrıca müminler mal fitnesinden korunabilmek için sevdiği mallarından Allah yolunda sarf etmelidirler.
Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:
Müsebbihat adı verilen Hadîd, Haşr, Sâf ve Cum’a sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde dolduğu gibi; Teğâbün sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’sinde de yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ı tesbih ederler.” (Teğabün: 1)
O ulu Yaratıcı’yı Zât’ına lâyık olmayan şeylerden, her türlü kusur ve noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan sürekli olarak tenzih ve takdis ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. O’ndan başka bir yaratıcı yok ki hamd ve senâya müstehak olsun.
“Mülk O’nundur.” (Teğabün: 1)
O’ndan başkasının değildir. Çünkü hepsini de yaratan, yaşatan ve nimetlerle donatan, tutan ve koruyan O’dur. Kullarının elindeki de O’nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O’nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem de hükümdarıdır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Dengi ve benzeri, eşi, ortağı ve yardımcısı yoktur.
Her şeye sahip olmak ancak Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. İnsanların bir şeye sahip olmaları ise hakiki değil, geçicidir. O vermeseydi, hiç kimse bir şeye sahip olamazdı. Dilediğine dilediğini verir, dilediği anda da ellerinden alır.
Göklerin ve yerin anahtarları O’nun kudret elindedir. Yaratmak da emretmek de yalnız O’na mahsustur.
“Hamd O’na mahsustur.” (Teğabün: 1)
Dünyada da ahirette de hamd sadece O’nadır. Bütün hamd ve senâlarla, şükürlerle, medihlerle kendisine tâzim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet O’dur. Çünkü hamd ve senâyı icabettiren bütün kemâlât ancak O’nda mevcuttur. En güzel övgüler ancak O’na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.
“O her şeye kâdirdir.” (Teğabün: 1)
Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Bütün kuvvetler O’nundur, dilediği şeyi yaratır, yarattığı şeyde dilerse dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır. Dilerse güçsüzleri güçlü, zayıfları kuvvetli, âcizleri kudretli kılar.
Bugün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük gâlibiyetlere erdirmeye, zengin veya güçlü zannedilenleri zelil ve perişan etmeye kâdirdir. Dilemediği hiç bir şey de olmaz. Kâdir ve muktedir ancak O’dur. O’nun her şeye gücü yeter.
O’nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir, her şeyi kuşatmıştır. Kudretinin delillerini kâinatın her zerresinde görmemek mümkün değildir.
Bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol!” der, o da derhal oluverir.
Hâlık-ı Azîm:
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren, her şeyi tam kemaliyle takdir ve icad ederek yaratan ancak Allah-u Teâlâ’dır.
Bir şeyi yapmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Her şeyin ilk numunesini meydana çıkaran O’dur. Kâinatı ve içindeki her şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini yaratan O’dur.
Ezelde Allah-u Teâlâ vardı, kendisiyle beraber başka bir şey yoktu. Sonra varlığını ve kemâlini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanı yaratmayı irade buyurdu, dilediği şekil ve nizam üzerine yarattı.
“Sizi yaratan O’dur.” (Teğabün: 2)
Siz hiç bir şey değilken, şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı takdir ve icad ettik.
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi “Ahsen-i takvim” olan insan şekline koyduk.
“Böyle iken kiminiz kâfir kiminiz de mümindir.” (Teğabün: 2)
İnsan fıtratı, yaratıcıya iman etmeyi gerektirdiği halde, küfre de imana da kabiliyetlidir. Bazıları yaratılış gereğinin aksi olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazıları da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur.
Âyet-i kerime’de görülüyor ki; insanlar iki kısma ayrılmışlardır ve imanla küfür dışında üçüncü bir yol yoktur.
“Allah her ne yaparsanız görür.” (Teğabün: 2)
Hidayete hak kazananı da görür, dalâleti hak edeni de görür. Herkesin yaptığına en mükemmel şekliyle karşılık verecektir.
“Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı.” (Teğâbün: 3 - Nahl: 3)
Zât-ı akdes’inin vasfı olan “Hakk”ın mânâsını göstermiş, mahlukat arasında bir intizam ifade eden üstün bir hikmetle her şeyi yaratmıştır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık.” (Hicr: 85)
Hepsi de adalet ve hak ile ayaktadırlar, hiç bir şey abes olarak yaratılmamıştır. Bu âlemin idaresi sağlam ve saşmaz ölçülere göre yürür. Bu ölçüler sayesinde birbirleriyle çatışmazlar ve dağılmazlar.
Allah-u Teâlâ yarattığı herşeyi hak ile yarattığı gibi; insanı da, her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir şekilde yaratmıştır. O’nun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın şeklinin, diğer canlılara nisbetle en güzel bir şekil olduğunu anlar.
“Size suret verip, suretlerinizi de en güzel bir şekilde yapmıştır.” (Teğabün: 3)
Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmüş ve en güzel bir şekilde insan varlığını meydana getirmiştir.
Uzuvları ile, şekil ve şemâli ile her yarattığını öyle nimetlerle öylesine donatmıştır ki, her yaratık kendisinin müstakil bir vücut olduğunu sanır. Oysa her yarattığı O’nunladır ve O’nunla kâimdir.
“Dönüş O’nadır.” (Teğâbün: 3)
Geliş Allah’tan olduğu gibi gidiş de Allah’adır. O herkese yaptığının karşılığını eksiksiz verecektir. İyiler büyük bir mükâfâta erecekler, kötüler ise en ağır cezalara katlanmak zorunda bırakılacaklardır.
Allah-u Teâlâ’nın Ezelî İlmi:
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O’dur. O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
“Göklerde ve yerde olanları bilir.” (Teğâbün: 4)
Zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük büyük, gizli âşikâr, olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen, hiçbir şey sonsuz ve sınırsız ilminden gizlenmeyen Zât-ı kibriyâ O’dur.
İster ulvî âlem olan göklerde, ister süflî âlem olan yerde olanları en ince teferruâtı ile bilir. Çünkü O yaratmıştır. Yaratan yarattığını bilmez mi?
“Gizlediklerinizi de açığa çıkardıklarınızı da bilir.” (Teğâbün: 4)
Bir insanın yüz sene ömrü olsa, en son nefesinde söyleyeceği sözden, yapacağı işten, son lokmasına kadar yiyeceğinden, içecek suyundan haberi vardır. Yalnız insan değil, yarattığı bütün varlıklar zerreden kürreye kadar böyledir. Bu hükmü O tayin ve takdir ettiği için her şeyi biliyor. Bu bilgi O’na mahsustur.
“Allah göğüslerin özünü bilendir.” (Teğâbün: 4)
Onun içindir ki insan bâtıl düşüncelerinden, münâfıkça kuruntulardan, kötü işlerden son derece kaçınmalı; kâinatın bütün sırlarını bilen Allah-u Teâlâ’nın ilminin ve kudretinin azametini tefekkür ederek rızâ-i Bârî’sine uymayan şeylerden çekinmeli, O’na karşı takvâlı olmalıdır.
Aynı zamanda nimetlerini yerinde sarfetmeli, hamdini ve şükrünü yerine getirmeli, huzuruna yüz akı ile gitmeli, küfür ve nifak, isyan ve tuğyan ile yüz karası içinde gidip ilâhî azaba atılmamalıdır.
__________________________________________________________________________________
TEĞÂBÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
“Aldanma Günü(5)”
Geçmişten İbret Almak:
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de muhtelif Âyet-i kerime’lerde geçmişte yaşamış milletlerden ve onların başlarına gelen azaplardan haber vererek; bu felâketin sebebinin hak ve hakikati yalanlayıp, Peygamber Aleyhimüsselâm Hazeratı’na muhalefet etmek olduğunu beyan etmektedir.
Ezcümle buyurur ki:
“Daha önce inkâr edip de, yaptıklarının cezâsını tadanların haberi size gelmedi mi?” (Teğâbûn: 5)
Âd ve Semûd kavmi gibi geçmiş zamanlarda yaşayan zorba kavimler, inkârlarından ötürü dünyada iken hor ve hakir edici azaplara çarptırıldılar. Bunlar size haber verilmişken, sizler niçin ibret almıyorsunuz da küfürde ısrar ediyorsunuz?
Onlar yalnız bu dünyada tattıkları o alçaltıcı azapla kalmadılar:
“Onlar için elem verici bir azap da vardır.” (Teğâbûn: 5)
Dünyada çektikleri cezâ yaptıkları suçlarının tam karşılığı değildir. O dayanılmaz azap ahirette mutlaka başlarına gelecek, bu azap dünyadaki azaba eklenecektir.
“O azabın sebebi şudur: Onlara peygamberleri apaçık delillerle gelmişlerdi.” (Teğâbûn: 6)
Güzel huyları ile, dürüst yaşayışları ile numune olmuşlardı. Allah yolunda olduklarını gösteren apaçık mucizeler göstermişler, parlak deliller getirmişlerdi.
Fakat bir çokları bu gerçeklere gözü yumuk baktılar, kendi felsefelerini yürüttüler, inanmayı ve uymayı bir türlü kibirlerine yediremediler. Kendilerini dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştıracak bu güzide zevât-ı kirâm’la alay etmeye cüret ettiler.
“Onlar ise: ‘Bizi bir beşer mi doğru yola götürecekmiş?’ dediler.” (Teğâbûn: 6)
Kendileri gibi birer insan olan bu yüce şahsiyetlerin, insanlar arasında yaşayarak insanlara rehberlik yapacaklarını uzak bir ihtimal gördüler. Sapıklığa yönelten önderlerin peşine takıldılar da, hidayete çağıran nurlu rehberleri tanımadılar.
“Ve inkâr edip yüz çevirdiler.” (Teğâbûn: 6)
Gözleriyle gördükleri halde gerçekleri kabul etmediler, böylece şirki ve küfrü imana tercih ettiler. Allah-u Teâlâ onları kendi hallerine bıraktı, sapıklığa düşmekten onları korumadı.
“Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi.” (Teğâbûn: 6)
İman ve itaatlarına ihtiyacı olmadığını duyurdu, hepsini de yeryüzünden silip bir anda köklerini kesti. Onlara muhtaç olsa idi böyle yapmazdı.
“Allah zengindir, hamde lâyıktır.” (Teğâbûn: 6)
Mülk O’nundur, hükümranlık O’na mahsustur. Eğer onlar inanmazlarsa O’nun hükümranlığı yıkılmaz. Bitmez tükenmez zenginliklere sahiptir. Hiçbir şekilde hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, hiç kimsenin övgüsüne de muhtaç değildir. Herkes her nefeste O’na muhtaçtır. En güzel övgüler ancak O’na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.
Aldanma Günü:
Küfür “Örtmek” mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak suretiyle örtmek veya nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerinde kâfirlerin kıyametin kopacağına, insanların ceza ve mükâfat görmeleri için tekrar diriltileceklerine aslâ inanmadıklarını haber vermektedir:
“Kâfirler öldükten sonra aslâ diriltilmeyeceklerini iddia ettiler.” (Teğâbûn: 7)
Halbuki ellerinde bu hususta hiçbir delil yoktur. Ölümden sonra başka bir hayatın olmayacağına dâir bir delil bulmak mümkün değildir. Günlük hayatta gözler önünde akıp giden hadiseler, öldükten sonra yeni bir hayatın başlayacağını göstermektedir. Buna rağmen aklı kıt kâfirler çok iddiâlı bir şekilde zanları ile böyle bir hayatın olmadığını söylerler, küfürlerinde ısrar ederek inatlaşırlar.
Şehvetlerine ve keyiflerine düşkün olduklarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak hoşlarına gitmez.
“De ki: Hayır! Rabb’ime yemin ederim ki mutlaka diriltileceksiniz.” (Teğâbûn: 7)
İnanan, imanını yaşayan kimseler kârlı çıkıp ebedî saâdete erecekler; inanmayı reddederek imansız yaşayanlar ise belâlarını bulup, sonsuz felâketlere uğrayacaklardır. Ölüm nasıl ki hiç kimsenin şüphe etmediği biçimde gerçekse, ölümden sonraki hayat da öyledir. İnkâr edenlerin inkârına itibar edilmez.
“Sonra da yaptıklarınız hiç şüphe yok ki size haber verilecektir.” (Teğâbûn: 7)
Hiçbir şey yanınıza kâr kalmaz. Geleceğinizi düşünün de, ona göre kendinizi hazırlayın.
“Bu, Allah’a göre pek kolaydır.” (Teğâbûn: 7)
Çünkü yeniden diriltmek, ilk yaratmadan daha kolaydır. Kâinat gibi bir nizamı ve içinde insanı yaratan Allah-u Teâlâ’ya, insanları yeniden diriltip hesaba çekmek elbette zor değildir.
•
Allah-u Teâlâ yalanlayıcı ve inkârcı milletlerin durumlarını açıkladıktan sonra beşeriyete hitap ederek onları gerçek kurtuluşa çağırmaktadır:
“Allah’a Peygamber’ine ve indirdiğimiz o nura (Kur’an’a) inanın.” (Teğâbûn: 8)
Allah-u Teâlâ’ya iman etmek, bu imanı tebliğ eden Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayı gerekli kılar; her ikisine iman etmek ise indirdiği Kitab’a, dolayısıyla Din-i İslâm’a iman etmeyi gerektirir. İşte imanın özü budur.
“Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Teğâbûn: 8)
Büyük ve küçük, iyi ve kötü hepsini bilir. Sırası gelince bir bir size haber verir. Yaptıklarınızdan gizli saklı kalan hiçbir şey yoktur. O bakımdan imanınız gerçek ve her şüpheden uzak olsun.
•
O gün kimin aldanıp kimin aldanmadığı ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür. Onun içindir ki bu güne “Aldanma günü” mânâsına gelen “Yevmüt-teğâbûn” denilmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kıyamet günü için sizi topladığı zaman, işte o gün kimin aldandığının ortaya çıktığı gündür.” (Teğâbûn: 9)
Kıyamet günü toplanma günüdür. Allah-u Teâlâ hesap ve ceza için insanları mahşer meydanında toplayacaktır.
O gün kimin kazanıp kimin kaybettiği, kandırılanın kim, aklını kullananın kim olduğu, kimin hakkının kime geçtiği, kimin hakkından mahrum olduğu anlaşılacaktır.
Yine o gün, ömür sermayesini yanlış işlere yatırarak iflâs edenlerle; kârlı işlere yatırarak ebedî saâdet ve selâmetini kazananlar ortaya çıkacaktır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün görülecek bir gündür.” (Hûd: 103)
Herkes amelinin karşılığını almak için grup grup, zümre zümre gelirler. Haklarında verilecek hükmü gözetlemekten başka yapacak bir çareleri yoktur. Herkes lâyık oldukları âkıbete erer.
Müminler gönüllerini Hakk’a bağlamışlar, O’nun hoşnutluğunu kazanmak için çalışmışlar, ölünceye kadar Hakk yolunda sabır ve sebat etmişler, böylece de en büyük ticarette en büyük kârı, en büyük başarıyı elde etmişlerdir.
“Kim Allah’a iman etmiş ve sâlih amel işlemişse, Allah onun günahlarını örter.” (Teğâbûn: 9)
Dünyada yaptıkları hataları hiçbir zaman yüzlerine vurmaz, onları hiçbir zaman utandırmaz. Engin merhameti ile günahların izlerini tamamen yok eder, Kirâmen kâtibîn meleklerine kayıtlarını sildirir, kıyamet günü bu günahlarından dolayı hesap sormaz, mahçup olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.
Ve onu altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar.” (Teğâbûn: 9)
Kur’an-ı kerim’de cennetlerden söz edilirken altlarından ırmaklar aktığından haber verilmektedir. Bu ırmaklar cennetin her köşesine ve her köşke uğrar. Müminler cennette bağlar ve bahçeler içinde, akan ırmakların kenarlarında refah ve saâdet içinde yaşarlar.
“Orada ebedî kalırlar.” (Teğâbûn: 9)
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevâzu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.
Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları nisbetinde cezalarını çektikten sonra imanları sebebiyle cennete gireceklerdir. En son müslüman da cehennemden çıktıktan sonra, cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere ebediyen kâfirlerin üzerine kapanır.
Buna mukabil cennetlikler de cennetlerde sonsuz bir hayatı bütün ihtişamı ile yaşamaya başlarlar.
“İşte en büyük kurtuluş budur.” (Teğâbûn: 9)
Korkulacak şeylerin hepsinden de emniyette olmak, umduğu şeylerin hepsine birden kavuşmak, hiç şüphesiz ki büyük bir bahtiyarlıktır. Bundan daha büyük mutluluk olamaz.
Kâfirler ise Hakk’tan yüz çevirmişler, şeytanın adımlarına uyarak bâtıl yollarda ömür tüketmişler, dünyayı kazanayım derken ahiretlerini fedâ etmişler, cennetten Cemâlullah’tan mahrum kaldıkları gibi cehenneme müstehak olmuşlar, büyük bir aldanış içine girmişlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar ateş ehlidirler ve orada ebedî kalacaklardır.” (Teğâbûn: 10)
Cennetlikler cennette nasıl ki ebedileşirlerse, cehennemliklerden küfür ve nifak üzere ölen azgınların cezası da öylece sonsuza kadar uzanıp gidecektir.
Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer, ne de biter. Onlar için cennet yolu kapanmıştır.
Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır, ne de azaplarında bir gevşeme ve hafifleme bahis mevzuudur. Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun hafifletilmez.
Böyle ebedî bir azap ancak kâfirlere mahsustur.
“Ne kötü gidilecek yerdir orası!” (Teğâbûn: 10)
Kâfirler müminleri Allah yolundan ayırmaya çalışırken, müminler de onları imana dâvet edip, onların iyiliklerini istiyorlardı. Orada ise kimlerin kimleri aldatmak istemiş oldukları, kimlerin kâr etmiş veya zarara düşmüş oldukları belli olacaktır.
Hakk’tan yüz çevirenler ne kadar aldanmış olduklarını anlayacaklar, fakat bu anlayış kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir.
________________________________________________________________________________
TEĞÂBÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
PEYGAMBER’E İTAAT ALLAH’A İTAAT GİBİDİR
İlâhî İzin Olmayınca:
Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-ı himaye etmeyi dilemişse:
“Allah’ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez.” (Teğâbûn: 11)
Âyet-i kerime’si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ’nın iznini beklemektedir.
Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.
Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ’nın izni ve iradesi iledir.
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.
“Kim de Allah’a inanırsa ona hidayet eder, gönlünü doğruya yöneltir.” (Teğâbûn: 11)
O iman sebebiyle kalbine büyük bir inşirah verir, doğruyu düşündürür. O kimse ölünceye kadar Hakk yolda sabır ve sebat eder. Başına gelecek olanın mutlaka geleceğini, gelmeyecek olanın da ona isabet etmeyeceğini bilir. Hakk’ın takdirine râzı, hükmüne gönülden teslim olur.
“Allah her şeyi bilendir.” (Teğâbûn: 11)
Kimin gerçekten iman ettiğini, kimin imanında ne kadar samimi olduğunu bilir. Hiçbir şey O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli kalmaz. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Allah’a ve Peygamber’e itaat:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resulullah Aleyhisselâm’a mutlak itaat edilmesini emrederek:
“Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin.” buyuruyor. (Teğâbûn: 12)
Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılacak itaatle birlikte emretmiş; ona yapılan itaati kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saymıştır.
Kişi ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ’ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur. Bu hakikati böyle bilmek lâzımdır. Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve gereğidir.
“Eğer yüz çevirecek olursanız biliniz ki, Resul’ümüze düşen apaçık bir tebliğdir.” (Teğâbûn: 12)
Yüz çevirirseniz, siz ancak kendi kendinize yüz çevirmiş olursunuz. Ne Allah-u Teâlâ’ya ne de Resulullah Aleyhisselâm’a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Bu din, dimdik ayakta duran bir dindir.
O risaletini tebliğ etmiş ve ilâhî emaneti yerine getirmiştir. Sizin kabulünüzden dolayı onun bir menfaati yoktur, yüz çevirmenizin de ona bir zararı olmaz.
Görülüyor ki bu durum doğrudan doğruya iman ile alâkalıdır. Resulullah Aleyhisselâm’a tâbi olanlar gerçek iman ehlidirler. Amma Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmüne râzı olmayanlar imandan mahrumdurlar.
Tevhid:
Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksan sıfatlardan tesbih etmenin, tehlil ve tekbir getirmenin çok büyük önemi vardır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah öyle bir Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Teğâbûn: 13)
Tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mabud tanınacak başka hiçbir mabud yoktur, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah vardır.
Uluhiyet ve ubudiyet yalnız O’na mahsustur. Kulluk edilmeye lâyık olan sadece O’dur ve sadece O’na kulluk edilmesi gerekir.
Her cihetten tektir. Varlığına şahid yine kendi varlığıdır. Her varlık O’nun kudretinin eseridir. Var olan ne ki varsa O’nunla var olmuştur.
İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti, yoksa ihtiyacı için değil. O Samed’dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O’na muhtaçtır.
Allah-u Teâlâ şerefi en üstün olan Şerif’tir, azameti en yüce olan Azîm’dir, hilmi en mükemmel olan Halîm’dir, ilmi en mükemmel olan Âlim’dir. Her türlü şeref ve yücelikte mükemmelin kendisidir. O’ndan başkası için bu sıfatlar kullanılmaz.
“Müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Teğâbûn: 13)
Her hususta ve her şeye karşı O’na tevekkül olunur. O her şey üzerine ve her şeye karşı vekildir.
Mal ve Evlatla İmtihan:
Mekkeli bazı müslümanların hicretine, Medineli bazı müslümanların cihada çıkmasına engel olan eş ve çocukların bu davranışları üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının!” (Teğâbûn: 14)
Dini hayata, hayır ve infaka, ahlâk ve fazilete karşı olan her davranış bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
Kimi eşler vardır ki kocalarının, kimi çocuklar da vardır ki babalarının düşmanıdırlar. Bu düşmanlık onları sâlih amellerden alıkoymak mânâsınadır. İbâdet ve taatten meşgul ederler. Haram kazanca ve günah olan işlere sevk ederek büyük mesuliyetlere maruz bırakabilirler.
Onların sebebiyle gelmesi düşünülen dünyevî ve uhrevî zarar ve ziyanlardan kaçınmalı, dikkatli ve tedbirli olmalıdır. Bununla beraber sakınacağız diye bunaltıp sıkmamalı, ahkâm ölçüleri dahilindeki kusurlarını bağışlamalıdır.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Teğâbûn: 14)
Eş ve çocukları baştacı edip bütün mesaisini onlara ayıran, helâl ve haram sınırlarını gözetmeden onların rahatı için gecesini gündüzüne katıp uğraşırken ibadet ve taatı terkeden, yapması gereken infak ve hayırları yapmayan, böylece Hakk’tan uzaklaşan kimseler için mal ve evlat birer fitnedir. Kalbi dünya ile meşgul ettikleri için onlara fitne denmiştir.
Avf bin Mâlik el-Eşcâî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de katıldığı bir savaşa gitmek isterken eşi ve çocukları sızlanıp kendilerini acındırarak onu alıkoymuşlardı. O ise bu davranışının yanlış ve hatalı olduğuna kanaat getirerek derin bir pişmanlık duymuş ve Allah-u Teâlâ’ya yönelerek tevbe ve istiğfarda bulunmuştu.
Bu sebeple inen Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.” (Teğâbûn: 15) (Bakınız: Enfâl: 28)
Bu imtihan Allah-u Teâlâ’ya itaat edenle isyan edenin bilinmesi için yapılır.
Kul bu nimetin hakkını ödeyerek şükür mü edecektir, yoksa öfkelenip âsi mi olacaktır? İmtihan sadece sıkıntı ve mahrumiyetle olmaz. Bazen bolluk ve genişlikle de olur. Mal ve evlât da bu bolluk ve genişliğin bir ifadesidir.
İşin hakikati şu ki, Allah-u Teâlâ kullarını imtihana tutmaya muhtaç değildir. Ezeli ilmi ile geçmişi de geleceği de bilir. Fakat kullarının iş ve icraatlarını ortaya koymak ve kendilerine de göstermek için, hikmetinin iktizası olarak imtihan sahnesinde bulundurmaktadır.
Mal ve mülk, evlât ve iyâl her ne kadar dünyanın ziyneti, hayatın intizamı için gerekli ise de; ana ve babasına meşru durumlarda itaat etmeyen evlattan, kocasına itaat etmeyen kadından daha ziyade insan için düşman olamaz.
Çünkü itaatsiz evlât insanın gönlünü daima rencide eder, işini sekteye uğratır, huzurunu bozar. İtaatsiz ve ahlâksız bir kadın da böyledir. Dünyaca zararları yanında âhiretçe de zararları olacağında şüphe yoktur.
Şu kadar var ki hepsinin böyle olmadığı da bir gerçektir.
Karz-ı Hasen:
İman, ibadet ve infak... Birbirine zincirleme bağlı üç temel prensiptir.
Birincisi; Küfür ve nifaktan kurtarır, saâdet kapılarını açar.
İkincisi; Hakk’a yaklaştırır ve insanı, şükreden bahtiyarlar mertebesine çıkarır.
Üçüncü ise; İlâhî rahmete erdirir, Hakk’ın sevgisine vesiledir.
Allah yolunda infakta bulunmak, kişinin imanının sadâkatına delildir, O’na yönelmenin belirtisidir. Hazinelerine hazinedar bulunmayan, vergi ve ihsanlarının muhasibi bulunmayan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak mallarınızdan infak edin.” (Teğâbûn: 16)
Rızâ-i Bâri için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük ecirler vererek onu büyültür. İnfak edenler aslında doğrudan doğruya kendileri için infak etmekte, kendileri için hayır hazırlığında bulunmaktadırlar.
Nefsin cimriliğinden korunmak da şüphesiz ki ilâhi bir lütuftur.
Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Teğâbûn: 16 - Haşr: 9)
Bu korunmak ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın korumasına sığınmakla olur. Bu gibi kimseler insanlar arasında teveccühe erecekleri gibi, Allah katında da büyük ecirlere nâil olacaklardır. Allah-u Teâlâ yaptıkları az amellerine karşılık onlara ebedi sevaplar ihsan eder.
•
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak vasıflandırmaktadır. “Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.
Mal ve mülkün hakiki sahibi Allah-u Teâlâ’dır, insanlar ancak O’nun malını tasarrufta vekildirler. Kim O’nun koyduğu şartlara uygun şekilde, rızasını kazanmak için farz olan zekâttan başka tamamen kendi isteğine bağlı olarak malını hayır yolunda infak ederse; günahlarını kapatır, yok eder, günahlardan dolayı mesul tutmaz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor: “Eğer Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursanız, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah şükrün karşılığını verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.” (Teğâbûn: 17)
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri şeylerin zâtına verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.
O’nun yolunda, rızâsı uğrunda infak edilen şeyler, kasa ve keselerde para saklamaktan, hatta meşru ticaretten ve kazançtan daha kârlıdır. O’nun dini gönüllerde yer tutsun diye, imkânı olanların servetinin bir bölümünü ayırması, zenginler zengini olan Allah-u Teâlâ’ya takdim edilen en güzel bir ödünçtür. O ise bu borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten Rızâ-î Bârî için vermişse, daha da fazlasını ödeyeceğine dair söz vermiştir.
İnfakın karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli verilmesi, riya karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi, verilirken başa kakılmaması şarttır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah gece yarısı yahut gecenin son üçte birinde dünya semasına nüzul ederek: ‘Bana kim duâ eder ki ona icabet edeyim veya kim benden bir şey diler ki ona vereyim.’ buyurur. Sonra: ‘Yoksul olmayan ve zulmetmeyen Allah’a kim ödünç verecek?’ buyurur.” (Müslim)
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun karşılığını kat kat iâde edeceğini vâdetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine saâdet ve selâmet verir. Âhirette ise mükâfat olarak bir çok sevaplar ihsan buyurur, ecrini kat kat katlandırır.
“Görüleni görülmeyeni bilendir.” (Teğâbûn: 18)
Hiçbir gizli O’na gizli kalmaz. Açık yapılanları da bilir, gizli yapılanları da bilir. Olanları da bilir, olacak olanları da bilir.
“Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Teğâbûn: 18)
Her şey O’nun hükmüne bağlıdır. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Her şeyi hikmetiyle idare eder.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh