HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
Yahudi Tıyneti
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Medine döneminde Uhud savaşından sonra Hicret’in 4. yılında nâzil olan bu mübârek sûre-i celîle; yirmidört Âyet-i kerime, dörtyüzkırkbeş kelime, bindokuzyüzonüç harften teşekkül etmiştir.
Adını 2. Âyet-i kerime’deki “İlk sürgün” mânâsına gelen “Li evveli’l-haşr” ifadesinden alır. Âyet-i kerime’lerin muhtevâsından anlaşıldığına göre burada sözü edilen “Haşr”, mahşer günündeki toplanmayı ifade etmeyip; Benî Nadîr adındaki yahudi kabilesinin Medine-i münevverede’ki yurtlarından çıkarılıp sürgüne gönderilmesi ile ilgilidir. Bundan dolayı bu Sûre-i şerif’e: “Benî Nadîr sûresi” de denmiştir.
Tesbihle başladığı için “Müsebbihât” denilen beş Sûre-i şerif’in ikincisidir.
Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı (Hadîd, Haşr, Sâf, Cumâ ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizî)
Ma’kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kim sabaha erdiğinde üç defa: ‘Euzü billâhissemîil-alîmi mineşşeytanirracim’ diyerek Haşir sûresinin son üç âyetini okursa, Allah buna karşılık akşama kadar yetmiş bin melek vazifelendirir. Eğer o gün ölecek olursa şehid olarak vefat eder. Bu âyetleri gece okursa aynı mertebe kendisine verilir.” (Tirmizî)
Nüzûl Sebebi:
Sûre-i şerif’in nüzûl sebebi, Nadîr oğulları kabilesinin daha önce Resulullah Aleyhisselâm’la yapmış oldukları tarafsızlık antlaşmasını bozmalarıdır.
Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine-i münevvere’ye iki saat uzaklıkta bulunuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli antlaşmalar yapmıştı. Yahudilerin mal ve can emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların da maddî yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.
Şu kadar var ki; müslümanların Bedir’de elde ettikleri zafere sevindiklerini gören ve Tevrat’ta: “Sancağı yere düşmeyecek olan muzaffer peygamber” diye anılan âhir zaman nebisinin bu peygamber olduğunu söyleyen iki yüzlü yahudiler, Uhud savaşının müslümanlar aleyhine sonuçlanması üzerine tavırlarını tamamen değiştirdiler. Reci’ ve Bi’r-i maûne fâciaları üzerine de müslümanların nüfuzunun iyice sarsıldığını sandılar.
Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- tarafından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetinin bir kısmı andlaşma gereği Nadir oğulları tarafından ödenmesi gerekiyordu. Resulullah Aleyhisselâm yanına Ashâb-ı kiram’dan on kişi aldı ve Nadir oğullarının bulunduğu mahalleye giderek hisselerine düşen diyeti vermelerini istedi. Aynı zamanda yaptıkları antlaşmaya ne derece sâdık olduklarını öğrenmek istiyordu. Yahudiler önce bu teklifi iyi karşıladılar, fakat sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın ayaklarına kadar gelmesini fırsat bilerek suikast yapmayı plânladılar.
Sellâm bin Mişkem onları ikaz etti. “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Böyle bir işe yeltenecek olursanız, bu durum ona bildirilir. Aranızdaki ahdi bozmuş, kendinize yazık etmiş olursunuz.” dedi. Fakat sözünü dinleyen olmadı.
Resulullah Aleyhisselâm’ı bir evin gölgeliğinde oturttuktan sonra damdan başına taş yuvarlayarak öldüreceklerdi. Cebrâil Aleyhisselâm gelerek durumu bildirdi. Resulullah Aleyhisselâm hemen bulunduğu yerden kalkarak Ashâb’ı ile beraber oradan uzaklaştı. Yahudiler suçüstü yakalanmış oldular. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye döndükten sonra Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh-i göndererek on gün içinde orayı terketmeleri haberini iletti. Aksi halde kendileri ile savaş yapılacaktı.
Bu karar Allah-u Teâlâ’nın şu Âyet-i kerime’sindeki hükmüne uygun düşüyordu:
“Bir kavmin (antlaşmayı bozmak hususunda) ihanet etmesinden çekinirsen, onların yaptığı gibi sen de antlaşmayı onlara at. (Antlaşmayı bozduğunu bildir.)
Çünkü Allah hâinleri sevmez.” (Enfâl: 58)
Onların sürgün edilecekleri zaten Tevrat’ta da yazılı bulunuyordu. Allah-u Teâlâ suçlarına göre bu şekilde cezalandırmaya hükmetmişti.
Muhtevâsı:
Bu mübârek sûre-i şerif üç bölüme ayrılır. 10. Âyet-i kerime’ye kadar göklerde ve yerdeki bütün varlıkların Allah-u Teâlâ’nın azamet ve yüceliğini bildiren beyanla başlar.
Savaş yapmadan elde edilen başarının sırf Allah-u Teâlâ’nın izni ve yardımı ile meydana geldiğini belirten 2. Âyet-i kerime’nin sonunda bu hadiseden herkesin ders almasının gerektiğine işaret edilir.
3. Âyet-i kerime’de yeminini bozmuş bir topluluk için sürgünün en hafif ceza olduğu, aslında bu gibi kimselerin dünyada da ahirette de ağır cezaları haketmiş olduğu açıklanır.
7-8. Âyet-i kerime’ler gayr-i müslimlerden alınan fey’in taksim esaslarını belirler.
9. Âyet-i kerime’de Medine-i münevvereli Ensâr’ın Mekke-i mükerremeli Muhâcir kardeşlerine karşı beslediği kardeşlik duyguları anlatılır.
10. Âyet-i kerime’de müminlerin birbirine karşı yüreklerinde kin tutamayacakları bildirilir.
İkinci bölümde 17. Âyet-i kerime’ye kadarki kısımda münâfıklarla yahudilerin sürgünden önceki ilişkilerinden bahseder; birbirine karşı nasıl yalan söylediklerini, sözlerinden nasıl döndüklerini ve birbirlerinin aleyhinde nasıl çalıştıklarını gözler önüne serer.
Üçüncü bölüm Allah-u Teâlâ’dan korkmayı ve ahiret hazırlığı yapmayı öğütleyen Âyet-i kerime ile başlar. Bütün kötülüklerin Allah’ı ve ahiret gününü unutmaktan ileri geldiğine işaret edilir. Cehennemliklerle cennetliklerin eşit olmadığı, esas kurtulanların cennet ehli olduğu belirtilir.
21. Âyet-i kerime’de Kur’an-ı kerim’in bir dağa indirilmiş olsaydı dağı parça parça edeceği ifade edildikten sonra, son üç Âyet-i kerime’de Tevhid inancının özü açıklanır.
Göklerde ve yerdeki her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğini bildiren Âyet-i kerime ile başlayan Sûre-i şerif, yine göklerde ve yerdeki her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbihe devam etmekte olduğunu haber veren Âyet-i kerime ile son bulur.
Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:
Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Haşr sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’sinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Haşr: 1)
Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün mahlûkat Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine, kudret ve azâmetine, şeref ve izzetine şehâdette bulunur dururlar. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.
“O Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Haşr: 1)
Dilediğine izzet verir, dilediğini zelil eder. Hakk’tan yana olanları zafere eriştirir. Mülkünde güçlüdür, O’na karşı gelmek isteyenler sonunda mağlup ve perişan olurlar.
Bununla beraber O Hakîm’dir, tedbir ve takdirinde nice hikmetler vardır, yaptığını hikmetle yapar. Her şeyde O’nun hikmet ve izzeti tecelli eder durur.
________________________________________________________________________________
HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Yahudilerin İlk Sürgünü
Benî Nadîr Savaşı:
Allah-u Teâlâ’nın inananlara her zaman ve mekânda yardım etmesi, kâfirleri ve münâfıkları er veya geç alaşağı etmesi, O’nun izzetinin tezâhürlerindendir. Aynı zamanda O’nun hikmetinin de bir tecellîsidir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Ehl-i kitap’tan kâfir olanları, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur.” (Haşr: 2)
Allah-u Teâlâ onların Peygamber şehri Medine-i münevvere’den çıkarılma hadisesini bizzat kendi üzerine almıştır. Kudretini perdelemeksizin doğrudan doğruya Zât-ı akdes’inin yaptığını akıl sahiplerine duyurmaktadır.
Yahudilerin toplu halde Arap yarımadası’ndan çıkarıldıkları ilk sürgün budur. Çünkü bundan önce böyle bir zillete düşmemişlerdi.
Medine-i münevvere’den ayrılan yahudilerin bir kısmı Şam’a, bir kısmı Filistin’e göç ettiler. İleri gelen reislerinin bir kısmı ise Hayber’e sığındılar ve burada yaptıkları faaliyetlerle Hendek savaşını hazırladılar.
“Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız.” (Haşr: 2)
Oldukça güçlü, kuvvetli ve iyi savaşçı olmaları, kalelerinin sağlam, sayı ve kuvvetlerinin çok olması sebebiyle, bu şekilde zillet ve horluk içinde yurtlarından çıkacaklarını beklemiyordunuz.
Size ve sizin zannınıza kalsaydı çıkmayacaklardı. O halde onları siz çıkarmadınız, Allah çıkardı. Fâil-i mutlak O’dur.
“Onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı.” (Haşr: 2)
Allah-u Teâlâ’nın azabından ve intikamından kendilerini korumak için o sığındıkları muhkem kalelerin ve kuvvetlerin kâfi geleceğini zannediyorlar ve sırf onlara güveniyorlardı. Bu sebeple de kendilerine taarruz etmek isteyecek kimselere aldırış etmiyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın izzet ve azametine karşı gelmenin mümkün olmayacağını tasavvur bile etmiyorlardı. Kendilerine verilen bu geçici kuvvet ve ruhsat, onlara Hakk’ın yüce kudretini unutturmuştu.
“Fakat Allah onlara beklemedikleri bir yönden geldi.” (Haşr: 2)
Mülkün sahibi olan Allah dilediği anda dilediği yerden gelir, gücünü ve kudretini beşeriyete gösterir. Mukavemet etmek, karşı koymak aslâ mümkün değildir.
“Yüreklerine korku düşürdü.” (Haşr: 2)
Son derece korktular. Tekbir seslerini duydukça yürekleri ağızlarına geldi. Tedbirleri onlara hiçbir fayda vermedi. Akıllarına gelmeyen belâ ve musibet başlarına geldi. Sonunda da Resulullah Aleyhisselâm’ın vereceği hükmü kabul etttiler.
Öyle ki:
“Evlerini hem kendi elleriyle hem de müminlerin elleriyle tahrip ediyorlardı.” (Haşr: 2)
Müslümanlar onları kuşatıp kalelerini yıkmaya başlayınca, onlar da müslümanlara engel olabilmek için kendi evlerindeki taş ve tuğlaları kırmaya başladılar. Daha sonra yurtlarını terkedeceklerini anlayınca, müslümanlara sağlam bir şey bırakmamak ve çıkıp giderlerken götürebilmek için kendi elleriyle evlerinin kapı ve pencerelerini söktüler, kereste ve eşyalarını tarumar ettiler. Çivileri bile söküp develere yüklediler ve çekip gittiler.
Kur’an-ı kerim geçmişi de geleceği de kuşattığı için, geçmişi anlatırken, çoğu zaman gelecekten haber verir.
Nitekim adı geçen yahudilerin torunları 1967 harbinden sonra yerleştiği Sinâ’yı Mısır’la yaptığı anlaşma gereğince boşaltırken, orada kurdukları inşaatları dinamit ve buldozerlerle kendi elleriyle tahrip etmişlerdir.
“Ey basiret sahipleri! İbret alın!” (Haşr: 2)
Küfrün, nifakın, zulmün ve Allah-u Teâlâ’ya karşı gelip de yalnız sebeplere bağlanmanın sonucundaki acı durumu ve iman ile mücâdelenin şerefini göz önüne getirin, O’ndan başka bir şeye itimat etmeyin.
“Şayet Allah onlar hakkında sürülmeyi yazmamış olsaydı, elbette onları dünyada başka şekilde cezalandıracaktı.” (Haşr: 3)
Öldürülme ve esaret gibi daha acı bir azaba mübtelâ kılardı ki, ona göre bu sürgün felâketi azap değil bir lütuf sayılmaktadır.
Aslında onlar böyle bir azabı hak etmişlerdi. Fakat Allah-u Teâlâ onlara dünyada bu sürgünü takdir buyurmuş olduğu için kendilerine bir azap vermedi.
“Ahirette de onlar için ateş azabı vardır.” (Haşr: 3)
Dünya azabından kurtulsalar bile ahiret azabından kurtulamazlar.
Uhud savaşından sonra müslümanların itibarı nisbeten sarsılmıştı. Nadîr oğullarının Medine-i münevvere’den çıkarılması ile o civardaki müşrikler arasında Resulullah Aleyhisselâm’ın nüfuzu kuvvetlenmiş oldu.
•
Allah-u Teâlâ o bir kısım yahudilerin yurtlarından sürülüp perişan bir halde etrafa dağılmalarının sebebini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bu, onların Allah’a ve Resul’üne karşı çıkmalarından ötürüdür.” (Haşr: 4)
Allah-u Teâlâ’nın dinini inkâr ettiler, O’nun yüce Peygamber’ini şiddetle yalanladılar.
Âyet-i kerime’de açıkça görülüyor ki; Peygamber’e yapılan düşmanlık, Allah-u Teâlâ’ya yapılan düşmanlık gibi telâkki edilmektedir. Nitekim Peygamber’e yapılan itaat de Allah-u Teâlâ’ya yapılan itaat gibi kabul edilir. Bu husustaki Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler sarih ve kesindir.
“Kim Allah’a karşı gelirse, bilsin ki Allah’ın cezalandırması çetindir.” (Haşr: 4)
Kendisine karşı savaş açanlara dünyada da ahirette de dilediği şiddetli cezaları verir. Dünyada vermezse ahirette verir. Dünyadaki azap geçse de ahiretteki azap geçmez.
Fâsıkların Rezil Oluşu:
Hicretin dördüncü yılı, Rebiülevvel ayı idi. Resulullah Aleyhisselâm mescidde imam olarak Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-i vekil olarak bırakıp Nadir oğulları yurduna doğru hareket etti. Müslümanlar Medine’ye iki mil mesafede bulunan yerleşim merkezine yürüyerek gittiler. Resulullah Aleyhisselâm merkep üzerinde idi. Sancağı Hazret-i Ali -radiyallahu anh- taşıyordu. İkindi namazlarını Nadir oğullarının bağ ve bahçeleri arasında kıldılar. Daha sonra Nadir oğulları yurdu çepeçevre kuşatıldı. Yahudiler bir yıllık yiyecek depo ettikleri için kalelerinin sağlamlığına güveniyorlardı.
Yatsı olunca Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ile Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i ordugâhta görevlendirerek üzerinde zırhı olduğu halde on sahabisi ile Medine’ye hâne-i saâdetlerine döndü. Mücahidler o gece orada sabahladılar ve tekbir getirdiler. Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- sabah ezanını okudu. Resulullah Aleyhisselâm sahabileri ile erkenden gelip müslümanlara sabah namazı kıldırdı.
Resulullah Aleyhisselâm yahudilere: “Medine’yi terkedip gidiniz!” diyerek son bir teklifte bulundu. Fakat onlar bu teklife yanaşmadılar. “Ölüm bize senin teklif ettiğin şeyden daha kolaydır.” dediler.
Artık onlarla çarpışmaktan başka yol kalmamıştı. Mücahidler ok ve taş yağmuru ile tazyik edip sıkıştırdılar. Kuşatma onbeş-yirmi gün sürdü.
Yahudiler kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından, kuşatmanın bir hayli güç olacağı muhakkaktı. Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın izniyle bir plân tatbik etti. En yakın yahudi ev ve kalelerini yıktırma, hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi. Böylece hem kalplerine korku ve dehşet salmak, hem de kaleden dışarı çıkıp çarpışmaya zorlamak istiyordu.
Mücahidler evleri yıkmaya ve hurma ağaçlarını kesmeye başlayınca Nadir oğulları: “Yâ Muhammed! Sen bizi yeryüzünde fesat çıkarmaktan men ediyorsun. Şimdi bu hurma ağaçlarını kesmek ve yakmak da ne oluyor?” diyerek bağrıştılar.
Hurma ağaçlarından bilhassa halkın meyvesini yemediği ağaçlar yakılmış ve kesilmişti. Yahudi kadınları Acve diye anılan iyi cins hurma ağaçlarının kesilmesine dayanamıyorlar, feryad edip yakalarını yırtıyorlardı.
Bu bağrışmalar bir kısım müslümanları da tereddüde sevketti.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ müslümanların hurma ağaçlarını yakma ve kesme hadiselerinin hepsinin kendi emir ve iradesiyle olduğunu beyan buyurdu:
“Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz ve gövdeleri üzerinde dimdik bırakmanız Allah’ın izniyle idi. Bir de yoldan çıkan fâsıkları rezil etmek içindi.” (Haşr: 5)
Böyle bir tatbikat, savaşlarda uygulanan baskı türlerinden birisidir. Nadir oğulları o bölgeden sürülmek istemiyordu. Dolayısıyla bir kısım hurma ağaçlarının kesilip yakılması, onların yer ve yurtlarına bağlı kalmalarını sağlayan bağlarının kopmasına yardımcı bir savaş unsurudur.
Şayet savaşın kazanılması için tahribatın yapılması zorunlu ise yapmak caizdir.
Bu Âyet-i kerime ayrıca yahudileri kuşatma esnasında askeri harekâtı engelleyen bazı hurma ağaçlarının kesilmesine ve yakılmasına işaret etmektedir. Harekâta engel olmayan ağaçlara ise dokunulmamıştır.
Nadir oğulları, münafıklardan da, Kureyza oğulları yahudilerinden de bekledikleri yardımı göremeyince korkuya kapıldılar ve teslim olmaya mecbur oldular.
Resulullah Aleyhisselâm istekleri üzerine onlara eman verdi, hiçbirinin canına dokunmadı. Silahlarından başka olan mallarından develerine yükleyebildikleri kadar eşya alarak çıkıp gitmelerine müsaade etti.
Nadir oğulları müslümanların yıkmadığı evlerini de kendi elleri ile yıktılar, müslümanlar oturmasınlar diye evlerinin direklerini devirdiler, tavanlarını göçürdüler, oturamaz hale getirdiler.
Sürüldüklerine üzülmediklerini göstermek için kadınlar en kıymetli elbiselerini giyinmişler, altın ve gümüş ziynetlerini takınmışlardı. Defler ve düdükler çalarak büyük bir gösteri ile çekip gittiler. Bu cezayı yaptıkları entrikalara göre hafif bulmuşlar, cana minnet bilmişlerdi.
Fey’ ve Ganimet:
Yahudiler Medine-i münevvere’yi terkederken de geride birçok hurmalıklar, ekinler, akarlar, davar, sığır ve at gibi birçok hayvanlar bıraktılar. Ayrıca arkalarında elli adet zırh, elli adet miğfer ve üçyüz kırk kadar kılıç kaldı.
Bütün bu mallar devlet malı olarak doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm’a mahsustu. Çünkü çarpışmasız, at ve deve koşturulmaksızın elde edilmişlerdi. Bu mallara Fey’ denilmiştir. Fey’, kâfirlerin mallarından ganimet ve haraç kabilinden müslümanların ellerine geçen şeylerdir. Beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlerine uygun olan yönlere sarf edilir.
Fey’ ve ganimete âit hükümler değişiktir. Ganimete âit hüküm Enfâl sûre-i şerif’inin 41. Âyet-i kerime’sinde açıklanmıştır.
Ashâb-ı kiram bu malların Bedir’de olduğu gibi Enfâl sûre-i şerif’inde bulunan Âyet-i kerime’lerin hükmü gereğince beşe bölünerek kalanın taksim edileceğini sanmışlardı.
Bu hususta nazil olan Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Allah’ın onların mallarından Peygamber’ine Fey’ olarak verdiği şeyler için siz ne bir at, ne de bir deve sürdünüz.” (Haşr: 6)
Kendiniz de bu savaşta hiç yorulmadınız.
“Fakat Allah, Peygamber’ini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah her şeye kâdirdir.” (Haşr: 6)
Bazen açık vasıta ve âletlerle yapar, bazen de sırf izzetiyle hiç umulmayacak başarılar bahşederek yapar. Yahudilerin basit bir kuşatma ile korkarak çıkıp gitmek üzere anlaşmaları da böyle olmuş, Allah-u Teâlâ da bu malları Peygamber’ine Fey’ olarak ihsan buyurmuştur.
İşte bundan dolayı o da bu mallarda istediği gibi tasarrufta bulundu. Âile halkının bir senelik nafakasını ayırdıktan sonra, kalanını Muhâcirler arasında taksim etti. Çünkü Medine-i münevvere’nin yerlileri olan Ensâr, Muhâcirler’in geçimliklerini üzerlerine almışlar, onları kendi mallarına ortak etmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm bu icraatı ile Ensâr-ı kiram’ın bu yükünü hafifletmiş oldu.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Fey’ mallarının harcama yerlerini ve şekillerini şu şekilde beyan buyurmaktadır:
“Allah’ın fethedilen memleketler halkının mallarından Peygamber’ine Fey’ olarak verdikleri; Allah’ın, Peygamber’in, akrabalığı olanların, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalanlarındır.” (Haşr: 7)
Fey’ bütünüyle Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine verilir. O ise dilediği şekilde, dilediği yere harcamakta serbesttir. Allah yolunda ve kendi ihtiyacı uğrunda harcayabildiği gibi, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara dağıtabilir.
Ganimetten bu sayılanlara verilmesinin sebep ve hikmeti ise şöyle beyan buyurulmuştur:
“Tâ ki içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın!” (Haşr: 7)
Fakirlerin elinde ondan bir şey bulunmazken, sadece zenginleriniz arasında dönüp durmasın, fakirler ondan mahrum kalmasın.
Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ fâizi ve karaborsacılığı haram kılmıştır. Asıl maksat; her hak sahibine hakkını vermek, muhtaç olanların ihtiyaçlarını gidermektir.
Herkesin canı istediği gibi her işe karışıp huzursuzluk çıkarmaması için de şöyle buyuruluyor:
“Peygamber size ne verdiyse onu alınız, neyi yasak ettiyse ondan sakınınız.” (Haşr: 7)
Aksi halde kişi Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmemekle isyan etmiş ve küfre girmiş olur.
Bu Âyet-i kerime her ne kadar Fey’ malları hakkında nazil olmuşsa da hükmü umumidir, Resulullah Aleyhisselâm’ın emrettiği ve yasakladığı her şey hakkında geçerlidir. Bu hüküm kıyamete kadar devam eder.
“Ve Allah’tan korkun! Çünkü Allah’ın cezalandırması çetindir.” (Haşr: 7)
Azab edince çok şiddetli azab eder.
Allah-u Teâlâ genel olarak Fey’in harcama yerlerini beyan buyurup bu hususta açıklamalarda bulunduktan sonra şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın verdiği bu ganimet malları; bilhassa yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah’ın lütfunu ve rızasını dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamber’ine yardım eden muhâcir fakirlerindir.” (Haşr: 8)
Mekke kâfirlerinin tazyiki üzerine Mekke’den Medine’ye hicrete mecbur edilerek hicret ettiler. Dinlerini koruma pahasına evlerini, barklarını, mal ve mülklerini bırakıp çıktılar. Önceleri fakir değilken, sonraları fakirliğe maruz kaldılar. Rızâ-i Bâri uğrunda fedakârlığın en büyüğünü, sadâkatin en üstününü, teslimiyetin en güzelini gösterip kendilerini her şeyiyle o yola adadılar.
“Onlar sâdıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 8)
Bunlar sâdıklardır. Sözlerini fiilleriyle ispat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi olan, özü sözü doğru, vefâkâr insanlardır. İmanlarını, sadakatlerini fiilen ispat etmişlerdir.
Tek suçları “Rabb’imiz Allah’tır.” demeleri idi. Kavim ve kabilelerine karşı hiçbir kötülükleri, hiçbir garazları, tek ve şeriki olmayan Allah’a kulluk etmekten başka hiçbir günahları yoktu.
________________________________________________________________________________
HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Özde Kardeşlik
Ensâr:
Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Muhâcirler’i yurtlarında barındırmak suretiyle onlara büyük yardımda bulunan Evs ve Hazreç kabileleri’ne mensup Medine’li müslümanlara “Yardımcılar” mânâsına gelen “Ensâr” adı verilmiştir.
Ensâr öyle coşkulu bir şekilde müslüman oldular ki, İslâm’ın doğru ve nurlu yolunu görür görmez, gönülleri ve bünyeleri ile birlikte büyük bir teslimiyet dairesine girdiler. Allah adına birbirini sevmeye, Allah rızâsı yolunda birbirlerinin haklarını gözetmeye, takvâ ve iyilik üzerinde yardımlaşmaya başladılar. Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Mekke’li müslümanları Medine’ye dâvet ettiler. Geldiklerinde de tam bir kardeş muamelesi yaptılar, kendi evlerinde barındırdılar, onlara eşit haklar tanıdılar, evlerine mallarına ortak yaptılar. İki hanımı olanlar, iddetinin bitmesinden sonra onunla evlenmeyi dileyecek olurlarsa, hanımlarından birini onun için boşama teklifini dahi yaptılar.
Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
Enes bin Malik -radiyallahu anh-e: “Siz öteden beri bu isimle mi anılırdınız, yoksa size bu ismi Allah mı koydu?” diye sorulduğu zaman “Evet, bu ismi bize Allah koydu.” cevabını vermiştir. (Buhârî)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Muhâcirler’den evvel Medine’yi yurt ve iman evi edinmiş olan Ensâr, kendilerine hicret edip gelenleri severler.” (Haşr: 9)
Başta Peygamber olmak üzere hicret eden o sâdıkları din kardeşleri bilerek dostluklarını gösterirler.
“Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir kaygı hissetmezler.” (Haşr: 9)
Muhâcirler’e verilen şeylere kendileri sahip olamadıklarından dolayı kalplerinde ona dâir bir ihtiyaç meyli duymazlar. Bu gibi şeylere gözleri takılıp kalmaz. Son derece ihtiyaç ve yoksulluk içinde olsalar da, malın başkalarına verilmesini tercih ederler. Onların bu tercihleri mala ihtiyaçları olmadığından değildir. Aksine bu tercihleri ihtiyaçları olmasına rağmendir.
“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, Muhâcir kardeşlerini tercih ederler.” (Haşr: 9)
Başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutarlar. Kendileri aynı şeye muhtaç olmaları halinde, muhtaç olan başkalarının ihtiyaçlarını karşılamakla işe başlarlar.
Tevbe sûre-i şerif’inin 100. Âyet-i kerime’sinde ise İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu, onların da Allah-u Teâlâ’dan hoşnud olduğu, Allah-u Teâlâ’nın onlar için içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladığı, bunun da büyük bir bahtiyarlık olduğunu beyan buyurulmaktadır.
Nefsin cimriliğinden korunmak şüphesiz ki ilâhî bir lütuftur.
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr: 9 - Teğâbün: 16)
Cömertlik insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise; cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur ve nefsin yakalandığı tedâvisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Allah-u Teâlâ’nın lütfu erişip de nefsin cimriliğinden kurtulanlar ise; dünyada huzurlu bir hayat yaşadıkları gibi, ahiretin zorlukları karşısında da güven içinde olurlar.
Tâbiin-i Kiram:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i görmek saâdetine eremeyip Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nı gören ve onların sohbetinde bulunan müslümanlara “Tâbiîn” denilir. Bu isim onlara Allah-u Teâlâ tarafından verilmiş olup, büyük bir şereftir.
Bu bahtiyar zümreye işaret eden Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Ey Rabb’imiz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde müminlere karşı bir kin bırakma.
Şüphesiz ki sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin.” (Haşr: 10)
Âyet-i kerime’de anılan müslümanlar, Ashâb-ı kiram’dan sonra kıyamete kadar gelmiş ve gelecek olan müslümanlardır.
Ashâb-ı kiram, Tâbiîn ve geçmiş din kardeşlerini hayır duâ ile anmak her müslümanın vazifesidir.
Bütün Ashâb-ı kiram’a karşı hürmet ve muhabbette bulunmanın vâcip olduğuna dâir bu Âyet-i kerime delildir. Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek aslâ câiz değildir.
NİFAK VE KÜFÜR
Münâfıkların Kâfirlerle İşbirliği:
11. Âyet-i kerime’den itibaren Haşr sûre-i şerif’inin inmesine esas sebep olan hadise açıklanmakta ve bu hadiseye katılan iç düşmanı münâfıkların içyüzleri gözler önüne serilmektedir.
Şöyle ki;
Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine’ye iki saat uzaklıkta bulunuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli antlaşmalar yapmıştı. Yahudilerin mal ve can emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların da maddî yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.
Buna rağmen Uhud hadisesinden beri o civarda bulunan yahudiler tavırlarını tamamen değiştirmişlerdi. Reci’ ve Bi’r-i maûne faciaları üzerine de müslümanların nüfuzunun iyice sarsıldığını sandılar.
Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- tarafından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetinin bir kısmı antlaşma gereği Nadir oğulları tarafından ödenmesi gerekiyordu. Resulullah Aleyhisselâm yanına Ashâb-ı kiram’dan on kişi aldı ve Nadir oğulları’nın bulunduğu mahalleye giderek hisselerine düşen diyeti vermelerini istedi. Aynı zamanda yaptıkları antlaşmaya ne derece sadık olduklarını öğrenmek istiyordu. Yahudiler önce bu teklifi iyi karşıladılar, fakat sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın ayaklarına kadar gelmesini fırsat bilerek suikast yapmayı plânladılar.
Sellâm bin Mişkem onları ikaz etti. “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Böyle bir işe yeltenecek olursanız, bu durum ona bildirilir. Aranızdaki ahdi bozmuş, kendinize yazık etmiş olursunuz.” dedi. Fakat sözünü dinleyen olmadı.
Resulullah Aleyhisselâm’ı bir evin gölgeliğinde oturttuktan sonra damdan başına taş yuvarlayarak öldüreceklerdi. Cebrail Aleyhisselâm gelerek durumu bildirdi. Resulullah Aleyhisselâm hemen bulunduğu yerden kalkarak Ashâb’ı ile beraber oradan uzaklaştı. Yahudiler suçüstü yakalanmış oldular. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye döndükten sonra Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh-i göndererek on gün içinde orayı terketmeleri haberini iletti. Aksi halde kendileri ile savaş yapılacaktı.
Bu karar Allah-u Teâlâ’nın şu hükmüne uygun düşüyordu:
“Bir kavmin (antlaşmayı bozmak hususunda) ihanet etmesinden çekinirsen, onların yaptığı gibi sen de antlaşmayı onlara at. (Antlaşmayı bozduğunu bildir.)
Çünkü Allah hâinleri sevmez.” (Enfâl: 58)
Onların sürgün edilecekleri zaten Tevrat’ta da yazılı bulunuyordu. Allah-u Teâlâ suçlarına göre bu şekilde cezalandırmaya hükmetmişti.
Nadir oğulları hemen yol hazırlığına başladılar, yol azıklarını hazırladılar.
Fakat baş münâfık Abdullah bin Übeyy yahudilere haber salarak kendilerine destek vâdetti, yerlerinden ayrılmamalarını, Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelmelerini istedi. Onlar da buna güvenerek kalelerine kapandılar. Resulullah Aleyhisselâm’a da haber gönderdiler ve: “Biz yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz, elinden geleni geri koyma!” dediler.
•
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Resul’üm! Münâfıkların ehl-i kitap’tan inkâr eden dostlarına: ‘Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz.’ dediklerini görmedin mi?” (Haşr: 11)
Münâfıklar içten kâfir oldukları için, küfürde ve nankörlükte kardeşlikleri olan o kâfirlere sözde destek vermeye çalışıyorlardı. Onları çıkartmamak için her türlü itaatsizliği ve isyanı göze alacaklarını, şayet çıkmalarına mani olamazlarsa kendilerinin de yurtlarını ve mallarını bırakıp onlarla beraber gideceklerini, gitmelerine mâni olacak olan kimseleri aslâ dinlemeyeceklerini söylüyorlardı. Savaşta düşmanlarına karşı onlardan tarafa olacaklarına ve savaşacaklarına yemin ederek söz veriyorlardı.
Halbuki onlar bu sözleri söylerken, bu sözlerini yerine getirmemek niyetiyle verdiklerinden dolayı yalancıdırlar.
“Allah onların yalancı olduklarına şâhitlik eder.” (Haşr: 11)
Onlar yeminlerinde durmayacaklar ve dediklerinin hiçbirini yapmayacaklardır.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ münâfıkların durumunu daha geniş anlatarak şöyle buyurdu:
“Andolsun eğer onlar çıkarılsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Savaşa tutuşmuş olsalar onlara yardım etmezler, yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.” (Haşr: 12)
Şayet münâfıklar yahudilere yardımcı olacak olurlarsa, münâfıklar kesinlikle bozguna uğrayıp kaçacaklardır. Ne onlara yardım ederler, ne de onlarla birlikte savaşırlar.
Gerçekten de böyle oldu. Ne onlarla beraber çıktılar, ne de savaştılar.
“Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (Haşr: 13)
Münâfıklar Allah’tan korktuklarından daha çok müslümanlardan korkuyorlardı. Gizli ve açıkta olanı bilen, her şeyi gören ve azabı şiddetli olan Allah-u Teâlâ’dan sakınmıyorlar, azabından korkmuyorlar ve gizli gizli münâfıklık ediyorlardı.
•
Allah-u Teâlâ yahudilerin ve münâfıkların aşırı telaştan dolayı korkak olduklarını, müslümanlarla savaşamayacaklarını, ancak kalelerinde korunmuş olduklarında savaşabileceklerini haber verdi.
“Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar.” (Haşr: 14)
O halde bir savaş olduğunda onlardan korkmamak, bu şekildeki zaaflarını bilip ona göre savaşmak gerekir.
“Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir.” (Haşr: 14)
Birbirleriyle çarpıştıkları zaman yiğitlik gösterirler. Müminlerin karşısına çıkacak olurlarsa yiğitlik gösteremezler.
Bir araya toplandıkları zaman, yiğitlik ve kahramanlık taslayarak lâf ederler, tehdit savururlar. Fakat siperler arkasından meydana çıkamazlar.
Diğer taraftan da, dahili durumları çok perişandır, birbirleriyle boğuşur dururlar.
“Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)
Oysa ki onlar son derece ihtilaf içindedirler. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket edemezler. Her biri başka arzu peşindedir. Böyle bir ordu dışarıdan ne kadar toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, gerçekte o bir ordu değildir, bir kül yığını gibi hafif rüzgârla savrulacak kuru bir kalabalıktan ibarettir.
“Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.” (Haşr: 14)
Bu tefrika ve dağınıklık, Allah-u Teâlâ’nın emrini düşünebilecekleri bir akılları olmadığı içindir.
“(Bu yahudilerin durumu) kendilerinden az önce geçmiş ve işlerinin cezasını tatmış olanların durumu gibidir.
Onlara elem verici bir azap vardır.” (Haşr: 15)
Sürgün olma ve zillete düşme hadisesinde Nadir oğulları’nın durumu, Bedir savaşında esir düşen Mekke kâfirlerinin durumu gibidir. Bunlar da onların âkıbetlerine uğrayacaklardır. Bununla birlikte ahirette de onlara cehennem azabı vardır.
“Münâfıkların durumu şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana ‘İnkâr et!’ der. İnkâr edince de ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’ der.” (Haşr: 16)
Münâfıklar, şeytanın insanlara yaptığını yahudilere yapmaktadırlar. “Müslümanlara karşı savaşın, biz sizin arkanızdayız!” diyorlar, iş başa düşünce de sırt çeviriyorlar.
“İkisinin de âkıbeti cehennemdir. Her ikisi de içinde ebedî kalacaklardır.
İşte zâlimlerin cezası budur.” (Haşr: 17)
Küfür ve nifak içinde yaşamak suretiyle nefislerine zulmetmiş olanlar, sonunda böyle şiddetli ve ebedî bir azaba uğrayacaklardır.
Ölüm İçin Hazırlık:
Allah-u Teâlâ münâfıklar ve yahudiler gibi olmaktan sakındırmak için Âyet-i kerime’sinde müminlere öğüt vermektedir:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarın için ne hazırladığına baksın.” (Haşr: 18)
Dünya hayatı bugündür ve insanlar yarın Hakk’ın huzurunda hesaba çekileceklerdir. Kalanla giden arasında bir gün fark vardır. İşte geldik işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz, yarın alttayız. Bugün yataktayız, yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de sıra bekliyoruz. Çünkü her gelecek yakındır.
Orada “Eyvah!” demememiz için dünyaya niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, niçin yaratıldığımızı ve ne yapmamızın gerektiğini şimdiden düşünmeliyiz. Kazanabilirsek ebedî bir hayat kazanılmış olacak.
Kabir için hazırlanmak lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Üç şey ölünün ardından kabre kadar gider. Ehl-ü ıyâli, malı ve ameli.
İkisi geri döner, birisi kalır. Dönenler ehl-ü ıyâlî ve malı, kalan da amelidir.” (Buhârî)
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen sahibimiz gönderirken bize sormadığı gibi, alacağı zaman da soracak değil.
Farz-ı muhal ki denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş, fakat onlar tutulduğunu bilmiyorlar, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda bile değil. Halbuki biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkum. İşte insanların durumları da böyledir.
“Allah’tan korkun. Çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr: 18)
Yani Allah’tan korkun da kötülük yapmayın, fenâlıklardan sakınmamazlık etmeyin. O yapacağınız şeylere göre sizi hesaba çekecek, ona göre ceza veya mükâfat verecektir.
_________________________________________________________________________________
HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4
O ÖYLE BİR ALLAH’TIR Kİ!
Allah’ın Kendilerine Kendilerini
Unutturduğu Kimseler:
Allah-u Teâlâ kendisini unutanlara, zikirden ve fikirden gâfil olanlara fâsık ismini vermiş ve müminlere hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın.” (Haşr: 19)
Allah-u Teâlâ’yı unutmak demek, insanın kendi kendisini unutması demektir.
Musa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’ya hitaben:
“Yâ Rabb’i! Ben istiyorum ki kullarından kimi sevdiğini bileyim de, ben de onu seveyim.” dedi.
Allah-u Teâlâ buyurdu ki:
“Beni çok zikreden kulumu gördüğün zaman bil ki ben onu severim. Beni zikretmeyeni de gördüğün zaman anla ki, ben ona buğzederim.” (Tirmizî)
Bir müslümanın Allah yolunda yürüyebilmesi için, sahib-i hakiki olan Allah-u Teâlâ’yı hiçbir zaman unutmaması gerekir.
“Onlar yoldan çıkmış fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)
Münâfıklar ilâhî hukuku unuttular, Allah-u Teâlâ’yı takdir edemediler. Allah-u Teâlâ da onları kendi kendilerini unutan kimseler kıldı. Böylece onlar kendilerine menfaat verecek, dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştıracak olan şeylere kulak vermediler.
Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında bir Âyet-i kerime’sinde:
“Onlar Allah’ı pek az zikrederler.” buyurmuştur. (Nisâ: 142)
Allah-u Teâlâ:
“Onlar Allah’ı unuttu, Allah da onları unuttu.” (Tevbe: 67)
Âyet-i kerime’si ile münâfıklar Allah’ın zikrinden gâfil oldukları için, onları lütuf ve rahmetinden mahrum bırakacağını beyan buyurmaktadır.
Müminler bunlara benzememelidirler.
Ateş Suya Giremez:
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle ayırt edilir hâldedir. İman nuru ile münevver olan müminler, iman yolunu seçtikleri için cennette karar kılarlar. Küfür karanlığında kalan kâfirlerin karargâhları ise cehennemdir. Bu iki sınıf daha dünyada iken yollarını seçmişler, birbirlerinden ayrılmışlardır. Dünyada aslâ birleşemedikleri gibi, ahirette de ebedî olarak birleşemezler. Bahtiyarlarla bedbahtların aralarında hiçbir surette beraberlik tasavvur olunamaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz.” (Haşr: 20)
Cehennemlikler Allah’ı unutup da cehennem ateşinde ebedî kalmayı hakedenlerdir. Dünyada da ahirette de en aşağılık kimselerdir. Allah’tan korkup, emir ve yasaklara uyanlar ise cennete müstehaktırlar.
“Cennet ehli olanlar, kurtulanların tâ kendileridir.” (Haşr: 20)
Onlar dünyada da ahirette de iyilik ve güzelliklere nâil olmuşlardır. En büyük tehlikelerden kurtulmuşlar ve en büyük murada ermişlerdir. Bu fazilet onlara yeter!
Hazret-i Kur’an’ın Azameti:
Kur’an-ı kerim öyle büyük bir mucizedir ki, onun benzerini meydana getirmek insan gücünün ötesindedir.
Kur’an-ı kerim’in harflerinin hakiki mânâlarını Allah-u Teâlâ eğer açığa vurmuş olsaydı, yedi kat gökler ve yer hatta Arş dahi bu tecellîye dayanamazdı.
Bunun içindir ki Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhakkak ki onun Allah’ın korkusundan baş eğdiğini ve parça parça olduğunu görürdün.” (Haşr: 21)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kelâmına bir mahlûk tâkat getiremez, hakikatini bilemez, aslına vâkıf olamaz. Onu yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ bilir ve dilediğine dilediği kadar bildirir. Çünkü o Allah kelâmıdır, kul ise mahlûkudur. Değil kulun tâkat getirmesi; ne yer, ne gök, ne Arş hiçbir şeyin ona tâkat getirmesi mümkün değildir.
İnsanların bundan daha çok etkilenmesi gerekirken, çok zâlim ve çok câhil insanlar Allah-u Teâlâ’ya saygı duymuyorlar, saâdet ve selâmet yollarını aramayı düşünmüyorlar.
“Biz bu temsilleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr: 21)
Gerek bu Âyet-i kerime’deki ve bu sûre-i şerif’teki misallerin, gerek Kur’an-ı kerim’deki diğer temsillerin; ibret alınması için daima hatırda tutulması gerekir.
Nitekim Ahzâb sûre-i şerif’inin 72. Âyet-i kerime’si de buna benzer bir temsildir.
Allah-u Teâlâ beşeriyete hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, endişeye düştüler. İnsan ise o emaneti yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir.” (Ahzâb: 72)
Çünkü emanete sahip çıkmamış, hakkını gözetmemiştir.
O Öyle Bir Allah’tır ki!:
Allah-u Teâlâ ulûhiyetini ve vahdâniyetini, ilim ve rahmetiyle şânını ve yüceliğini, bazı isim ve sıfatlarıyla anlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Haşr: 22)
Mevcûd-u hakiki O’dur, O’ndan başka ulûhiyete müstehak kimse yoktur. Kullarının ibadetlerine mâbud O’dur, O’ndan başka mâbud yoktur.
“Görülmeyeni de bilir, görüleni de bilir.” (Haşr: 22)
Kâinatın bilgisi O’ndadır. Ne yeryüzünde ne gökyüzünde, ne büyük ne küçük hiçbir şey O’nun için gizli ve saklı değildir. Geçmişte ne olduysa, halde ne oluyorsa, gelecekte ne olacaksa hepsini en ince teferruâtıyla bilir. O’nun ezelî ve ebedî ilminden hiçbir zerre bile uzak değildir.
Gayb: Mutlak ve izâfi olmak üzere iki mânâda kullanılır. Hiçbir mahlûkun ulaşamadığı gayb, mutlak gaybtır. İzâfi gayb ise, bazı yaratıklar için bilinmesi mümkün olmayan gaybtır.
“O Rahman’dır, Rahim’dir.” (Haşr: 22)
Rahman: Dünyada kendisine inananı-inanmayanı, itaat edeni-etmeyeni ayırdetmeden bütün mahlûkatına sayısız nimetler bahşeder, onları esirger.
Rahim: Çok merhamet eder, inanıp sâlih ameller işleyenleri, verdiği nimetleri iyiye kullananları ahirette daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırır.
Dünya va ahiretin Rahman ve Rahim’i O’dur, bu iki isim ancak O’na layıktır.
“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Haşr: 23)
Bu pek mühim bir hakikat olduğu için tekrar beyan buyurulmuştur.
“Melik’tir, Kuddüs’tür, Selâm’dır, Mümin’dir, Müheymin’dir, Azîz’dir, Cebbâr’dır, Mütekebbir’dir.” (Haşr: 23)
Melik: Zâtında ve sıfatında her vasıtadan müstağnidir. Mülk ve melekûtun yegâne sahibi, hakiki mutasarrıfı, mutlak hükümdarı O’dur.
Bir kul ne kadar güçlü bir hükümdar olursa olsun, mülkün gerçek sahibine muhtaçtır, mülk ve iktidarı geçicidir.
Her şey O’nun tasarruf ve iktidarı altında O’na tâbidir. Hâkimiyetini sınırlayan hiçbir şey yoktur.
Kuddüs: Her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzehtir, her vasfında mükemmeldir, pak ve temizdir.
O her türlü duygu ve düşüncenin tasavvur edebileceği vasıflardan pak ve yücedir. O’nun kemâli de sınırlandırılamaz. İnsan aklının çok ötesinde kemâl sıfatları ile muttasıftır.
Selâm: Yarattıklarına zulmetmekten müberrâdır, onları tehlikelerden selâmete çıkarır, bahtiyar kullarına selâm eder.
İslâm olan ve imanını kemâlleştiren bir mümin, selâm sıfatının tecellîsine mazhar olur, müslümanlar onun dilinden ve elinden selâmette kalırlar ve o kimse selim bir kalp ile Hakk’a kavuşma nimetine erer.
İnananlar Rabb’lerinin hıfz-u himayesi altında emniyet ve huzur içindedirler.
Her selâmetin kaynağı O olduğu gibi, selâmet arayanları selâmete erdirecek olan da O’dur.
Mümin: İman ihsan buyurur, emniyet bahşeder, kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine alıp muhafaza eder ve huzura erdirir.
Her türlü tehlike ve felâketten emniyet ve eman veren O’dur. Her şey her an O’na yönelip sığınmaya muhtaçtır.
Mümin kullarının kendisine iman edişlerini tasdik eder.
Bu isimde insan Allah-u Teâlâ’nın ulvî sıfatlarından birisi ile vasıflanıyor. Bu iman sıfatı ile en yüce makam olan Mele-i âlâ’ya yükseliyor.
Müheymin: Yarattığı bütün varlıkları görüp gözetir, murakaba eder, sevk ve idare eder, korur. Mutlak hükümran O’dur.
Azîz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan yegâne galip, dengi ve benzeri bulunmayacak derecede değerli ve şerefli, güçlü ve daima üstün O’dur.
Galip gelmek, mağlup olmamak ancak O’nunla mümkündür.
Cebbâr: Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyar, dilediğini dilediği şekilde yaptırmaya muktedirdir, varlığı çok yücedir.
Hiçbir güç ve kudret O’na muhalefet edemez, hükmünü dilediği şekilde yürütür.
Mütekebbir: Azamet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.
Büyüklük, yücelik, kibriya sıfatlarının yegâne sahibi O’dur.
“Allah müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Haşr: 23)
O şirk koşulan şeyler Hakk’tan çok uzaktır. Allah-u Teâlâ ortaklardan ve benzerlerden münezzeh ve mukaddestir.
“O öyle Allah’tır ki; Hâlik’tır, Bârî’dir, Musavvir’dir.” (Haşr: 24)
Hâlik: Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eder, yaratır ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştirir.
Bârî: Her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icad ile numunesiz olarak yoktan yaratır.
Musavvir: Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenleyip en güzel bir biçimde tertip eder, güzelliğinin kemâlini gösterir.
Allah-u Teâlâ’nın sıfat ve isimleri bundan ibaret değildir:
“En güzel isimler O’nundur.” (Haşr: 24)
En yüce mânâlara delâlet eden en güzel isimler hep O’nundur. O isimlerin her biri gayet güzel mânâlara ve yüksek sıfatlara delâlet eder. O isimlerin eseri mahlûkat üzerinde zuhur eder. Güzellik bunların zâtında mevcuttur.
“Göklerde ve yerde olanlar O’nu tenzih ve tesbih etmektedirler.” (Haşr: 24)
Tesbih: Allah-u Teâlâ’yı yüceliğine layık olmayan her türlü noksanlıklardan, gerek itikat, gerek söz, gerek kalp ile tenzih etmek ve uzak tutmaktır. O, dünyada da ahirette de en güzel övgülere ve kemâl sıfatlarına lâyıktır.
Göklerde ve yerde bulunan, ister görünmeyecek derecede ehemmiyetsiz olsun, ister görünen varlıklar olsun, canlı ve cansız her şey Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği gibi, yaratılan her varlık, Yaratıcı’nın yüceliğinin son derecesindeki sıfatlarla vasıflanmış olan varlığına delâlet etmektedir.
“O Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr: 24)
Mutlak galip O’dur.
Bütün buyrukları ve işleri hikmetlidir, hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi yerli yerinde ve en iyi şekilde yapar. Hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.
•
Ma’kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kim sabaha erdiğinde üç defa ‘Euzü billâhissemîil-alîmi mineşşeytanirracim’ diyerek Haşr sûre-i şerif’inin son üç âyetini okursa, Allah buna karşılık akşama kadar yetmiş bin melek vazifelendirir. Eğer o gün ölecek olursa şehid olarak vefat eder. Bu âyetleri gece okursa aynı mertebe kendisine verilir.” (Tirmizî)
___________________________________________________________________________
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Yahudi Tıyneti
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Medine döneminde Uhud savaşından sonra Hicret’in 4. yılında nâzil olan bu mübârek sûre-i celîle; yirmidört Âyet-i kerime, dörtyüzkırkbeş kelime, bindokuzyüzonüç harften teşekkül etmiştir.
Adını 2. Âyet-i kerime’deki “İlk sürgün” mânâsına gelen “Li evveli’l-haşr” ifadesinden alır. Âyet-i kerime’lerin muhtevâsından anlaşıldığına göre burada sözü edilen “Haşr”, mahşer günündeki toplanmayı ifade etmeyip; Benî Nadîr adındaki yahudi kabilesinin Medine-i münevverede’ki yurtlarından çıkarılıp sürgüne gönderilmesi ile ilgilidir. Bundan dolayı bu Sûre-i şerif’e: “Benî Nadîr sûresi” de denmiştir.
Tesbihle başladığı için “Müsebbihât” denilen beş Sûre-i şerif’in ikincisidir.
Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı (Hadîd, Haşr, Sâf, Cumâ ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizî)
Ma’kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kim sabaha erdiğinde üç defa: ‘Euzü billâhissemîil-alîmi mineşşeytanirracim’ diyerek Haşir sûresinin son üç âyetini okursa, Allah buna karşılık akşama kadar yetmiş bin melek vazifelendirir. Eğer o gün ölecek olursa şehid olarak vefat eder. Bu âyetleri gece okursa aynı mertebe kendisine verilir.” (Tirmizî)
Nüzûl Sebebi:
Sûre-i şerif’in nüzûl sebebi, Nadîr oğulları kabilesinin daha önce Resulullah Aleyhisselâm’la yapmış oldukları tarafsızlık antlaşmasını bozmalarıdır.
Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine-i münevvere’ye iki saat uzaklıkta bulunuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli antlaşmalar yapmıştı. Yahudilerin mal ve can emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların da maddî yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.
Şu kadar var ki; müslümanların Bedir’de elde ettikleri zafere sevindiklerini gören ve Tevrat’ta: “Sancağı yere düşmeyecek olan muzaffer peygamber” diye anılan âhir zaman nebisinin bu peygamber olduğunu söyleyen iki yüzlü yahudiler, Uhud savaşının müslümanlar aleyhine sonuçlanması üzerine tavırlarını tamamen değiştirdiler. Reci’ ve Bi’r-i maûne fâciaları üzerine de müslümanların nüfuzunun iyice sarsıldığını sandılar.
Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- tarafından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetinin bir kısmı andlaşma gereği Nadir oğulları tarafından ödenmesi gerekiyordu. Resulullah Aleyhisselâm yanına Ashâb-ı kiram’dan on kişi aldı ve Nadir oğullarının bulunduğu mahalleye giderek hisselerine düşen diyeti vermelerini istedi. Aynı zamanda yaptıkları antlaşmaya ne derece sâdık olduklarını öğrenmek istiyordu. Yahudiler önce bu teklifi iyi karşıladılar, fakat sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın ayaklarına kadar gelmesini fırsat bilerek suikast yapmayı plânladılar.
Sellâm bin Mişkem onları ikaz etti. “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Böyle bir işe yeltenecek olursanız, bu durum ona bildirilir. Aranızdaki ahdi bozmuş, kendinize yazık etmiş olursunuz.” dedi. Fakat sözünü dinleyen olmadı.
Resulullah Aleyhisselâm’ı bir evin gölgeliğinde oturttuktan sonra damdan başına taş yuvarlayarak öldüreceklerdi. Cebrâil Aleyhisselâm gelerek durumu bildirdi. Resulullah Aleyhisselâm hemen bulunduğu yerden kalkarak Ashâb’ı ile beraber oradan uzaklaştı. Yahudiler suçüstü yakalanmış oldular. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye döndükten sonra Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh-i göndererek on gün içinde orayı terketmeleri haberini iletti. Aksi halde kendileri ile savaş yapılacaktı.
Bu karar Allah-u Teâlâ’nın şu Âyet-i kerime’sindeki hükmüne uygun düşüyordu:
“Bir kavmin (antlaşmayı bozmak hususunda) ihanet etmesinden çekinirsen, onların yaptığı gibi sen de antlaşmayı onlara at. (Antlaşmayı bozduğunu bildir.)
Çünkü Allah hâinleri sevmez.” (Enfâl: 58)
Onların sürgün edilecekleri zaten Tevrat’ta da yazılı bulunuyordu. Allah-u Teâlâ suçlarına göre bu şekilde cezalandırmaya hükmetmişti.
Muhtevâsı:
Bu mübârek sûre-i şerif üç bölüme ayrılır. 10. Âyet-i kerime’ye kadar göklerde ve yerdeki bütün varlıkların Allah-u Teâlâ’nın azamet ve yüceliğini bildiren beyanla başlar.
Savaş yapmadan elde edilen başarının sırf Allah-u Teâlâ’nın izni ve yardımı ile meydana geldiğini belirten 2. Âyet-i kerime’nin sonunda bu hadiseden herkesin ders almasının gerektiğine işaret edilir.
3. Âyet-i kerime’de yeminini bozmuş bir topluluk için sürgünün en hafif ceza olduğu, aslında bu gibi kimselerin dünyada da ahirette de ağır cezaları haketmiş olduğu açıklanır.
7-8. Âyet-i kerime’ler gayr-i müslimlerden alınan fey’in taksim esaslarını belirler.
9. Âyet-i kerime’de Medine-i münevvereli Ensâr’ın Mekke-i mükerremeli Muhâcir kardeşlerine karşı beslediği kardeşlik duyguları anlatılır.
10. Âyet-i kerime’de müminlerin birbirine karşı yüreklerinde kin tutamayacakları bildirilir.
İkinci bölümde 17. Âyet-i kerime’ye kadarki kısımda münâfıklarla yahudilerin sürgünden önceki ilişkilerinden bahseder; birbirine karşı nasıl yalan söylediklerini, sözlerinden nasıl döndüklerini ve birbirlerinin aleyhinde nasıl çalıştıklarını gözler önüne serer.
Üçüncü bölüm Allah-u Teâlâ’dan korkmayı ve ahiret hazırlığı yapmayı öğütleyen Âyet-i kerime ile başlar. Bütün kötülüklerin Allah’ı ve ahiret gününü unutmaktan ileri geldiğine işaret edilir. Cehennemliklerle cennetliklerin eşit olmadığı, esas kurtulanların cennet ehli olduğu belirtilir.
21. Âyet-i kerime’de Kur’an-ı kerim’in bir dağa indirilmiş olsaydı dağı parça parça edeceği ifade edildikten sonra, son üç Âyet-i kerime’de Tevhid inancının özü açıklanır.
Göklerde ve yerdeki her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğini bildiren Âyet-i kerime ile başlayan Sûre-i şerif, yine göklerde ve yerdeki her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbihe devam etmekte olduğunu haber veren Âyet-i kerime ile son bulur.
Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:
Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Haşr sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’sinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Haşr: 1)
Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün mahlûkat Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine, kudret ve azâmetine, şeref ve izzetine şehâdette bulunur dururlar. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.
“O Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Haşr: 1)
Dilediğine izzet verir, dilediğini zelil eder. Hakk’tan yana olanları zafere eriştirir. Mülkünde güçlüdür, O’na karşı gelmek isteyenler sonunda mağlup ve perişan olurlar.
Bununla beraber O Hakîm’dir, tedbir ve takdirinde nice hikmetler vardır, yaptığını hikmetle yapar. Her şeyde O’nun hikmet ve izzeti tecelli eder durur.
________________________________________________________________________________
HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Yahudilerin İlk Sürgünü
Benî Nadîr Savaşı:
Allah-u Teâlâ’nın inananlara her zaman ve mekânda yardım etmesi, kâfirleri ve münâfıkları er veya geç alaşağı etmesi, O’nun izzetinin tezâhürlerindendir. Aynı zamanda O’nun hikmetinin de bir tecellîsidir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Ehl-i kitap’tan kâfir olanları, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur.” (Haşr: 2)
Allah-u Teâlâ onların Peygamber şehri Medine-i münevvere’den çıkarılma hadisesini bizzat kendi üzerine almıştır. Kudretini perdelemeksizin doğrudan doğruya Zât-ı akdes’inin yaptığını akıl sahiplerine duyurmaktadır.
Yahudilerin toplu halde Arap yarımadası’ndan çıkarıldıkları ilk sürgün budur. Çünkü bundan önce böyle bir zillete düşmemişlerdi.
Medine-i münevvere’den ayrılan yahudilerin bir kısmı Şam’a, bir kısmı Filistin’e göç ettiler. İleri gelen reislerinin bir kısmı ise Hayber’e sığındılar ve burada yaptıkları faaliyetlerle Hendek savaşını hazırladılar.
“Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız.” (Haşr: 2)
Oldukça güçlü, kuvvetli ve iyi savaşçı olmaları, kalelerinin sağlam, sayı ve kuvvetlerinin çok olması sebebiyle, bu şekilde zillet ve horluk içinde yurtlarından çıkacaklarını beklemiyordunuz.
Size ve sizin zannınıza kalsaydı çıkmayacaklardı. O halde onları siz çıkarmadınız, Allah çıkardı. Fâil-i mutlak O’dur.
“Onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı.” (Haşr: 2)
Allah-u Teâlâ’nın azabından ve intikamından kendilerini korumak için o sığındıkları muhkem kalelerin ve kuvvetlerin kâfi geleceğini zannediyorlar ve sırf onlara güveniyorlardı. Bu sebeple de kendilerine taarruz etmek isteyecek kimselere aldırış etmiyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın izzet ve azametine karşı gelmenin mümkün olmayacağını tasavvur bile etmiyorlardı. Kendilerine verilen bu geçici kuvvet ve ruhsat, onlara Hakk’ın yüce kudretini unutturmuştu.
“Fakat Allah onlara beklemedikleri bir yönden geldi.” (Haşr: 2)
Mülkün sahibi olan Allah dilediği anda dilediği yerden gelir, gücünü ve kudretini beşeriyete gösterir. Mukavemet etmek, karşı koymak aslâ mümkün değildir.
“Yüreklerine korku düşürdü.” (Haşr: 2)
Son derece korktular. Tekbir seslerini duydukça yürekleri ağızlarına geldi. Tedbirleri onlara hiçbir fayda vermedi. Akıllarına gelmeyen belâ ve musibet başlarına geldi. Sonunda da Resulullah Aleyhisselâm’ın vereceği hükmü kabul etttiler.
Öyle ki:
“Evlerini hem kendi elleriyle hem de müminlerin elleriyle tahrip ediyorlardı.” (Haşr: 2)
Müslümanlar onları kuşatıp kalelerini yıkmaya başlayınca, onlar da müslümanlara engel olabilmek için kendi evlerindeki taş ve tuğlaları kırmaya başladılar. Daha sonra yurtlarını terkedeceklerini anlayınca, müslümanlara sağlam bir şey bırakmamak ve çıkıp giderlerken götürebilmek için kendi elleriyle evlerinin kapı ve pencerelerini söktüler, kereste ve eşyalarını tarumar ettiler. Çivileri bile söküp develere yüklediler ve çekip gittiler.
Kur’an-ı kerim geçmişi de geleceği de kuşattığı için, geçmişi anlatırken, çoğu zaman gelecekten haber verir.
Nitekim adı geçen yahudilerin torunları 1967 harbinden sonra yerleştiği Sinâ’yı Mısır’la yaptığı anlaşma gereğince boşaltırken, orada kurdukları inşaatları dinamit ve buldozerlerle kendi elleriyle tahrip etmişlerdir.
“Ey basiret sahipleri! İbret alın!” (Haşr: 2)
Küfrün, nifakın, zulmün ve Allah-u Teâlâ’ya karşı gelip de yalnız sebeplere bağlanmanın sonucundaki acı durumu ve iman ile mücâdelenin şerefini göz önüne getirin, O’ndan başka bir şeye itimat etmeyin.
“Şayet Allah onlar hakkında sürülmeyi yazmamış olsaydı, elbette onları dünyada başka şekilde cezalandıracaktı.” (Haşr: 3)
Öldürülme ve esaret gibi daha acı bir azaba mübtelâ kılardı ki, ona göre bu sürgün felâketi azap değil bir lütuf sayılmaktadır.
Aslında onlar böyle bir azabı hak etmişlerdi. Fakat Allah-u Teâlâ onlara dünyada bu sürgünü takdir buyurmuş olduğu için kendilerine bir azap vermedi.
“Ahirette de onlar için ateş azabı vardır.” (Haşr: 3)
Dünya azabından kurtulsalar bile ahiret azabından kurtulamazlar.
Uhud savaşından sonra müslümanların itibarı nisbeten sarsılmıştı. Nadîr oğullarının Medine-i münevvere’den çıkarılması ile o civardaki müşrikler arasında Resulullah Aleyhisselâm’ın nüfuzu kuvvetlenmiş oldu.
•
Allah-u Teâlâ o bir kısım yahudilerin yurtlarından sürülüp perişan bir halde etrafa dağılmalarının sebebini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bu, onların Allah’a ve Resul’üne karşı çıkmalarından ötürüdür.” (Haşr: 4)
Allah-u Teâlâ’nın dinini inkâr ettiler, O’nun yüce Peygamber’ini şiddetle yalanladılar.
Âyet-i kerime’de açıkça görülüyor ki; Peygamber’e yapılan düşmanlık, Allah-u Teâlâ’ya yapılan düşmanlık gibi telâkki edilmektedir. Nitekim Peygamber’e yapılan itaat de Allah-u Teâlâ’ya yapılan itaat gibi kabul edilir. Bu husustaki Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler sarih ve kesindir.
“Kim Allah’a karşı gelirse, bilsin ki Allah’ın cezalandırması çetindir.” (Haşr: 4)
Kendisine karşı savaş açanlara dünyada da ahirette de dilediği şiddetli cezaları verir. Dünyada vermezse ahirette verir. Dünyadaki azap geçse de ahiretteki azap geçmez.
Fâsıkların Rezil Oluşu:
Hicretin dördüncü yılı, Rebiülevvel ayı idi. Resulullah Aleyhisselâm mescidde imam olarak Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-i vekil olarak bırakıp Nadir oğulları yurduna doğru hareket etti. Müslümanlar Medine’ye iki mil mesafede bulunan yerleşim merkezine yürüyerek gittiler. Resulullah Aleyhisselâm merkep üzerinde idi. Sancağı Hazret-i Ali -radiyallahu anh- taşıyordu. İkindi namazlarını Nadir oğullarının bağ ve bahçeleri arasında kıldılar. Daha sonra Nadir oğulları yurdu çepeçevre kuşatıldı. Yahudiler bir yıllık yiyecek depo ettikleri için kalelerinin sağlamlığına güveniyorlardı.
Yatsı olunca Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ile Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i ordugâhta görevlendirerek üzerinde zırhı olduğu halde on sahabisi ile Medine’ye hâne-i saâdetlerine döndü. Mücahidler o gece orada sabahladılar ve tekbir getirdiler. Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- sabah ezanını okudu. Resulullah Aleyhisselâm sahabileri ile erkenden gelip müslümanlara sabah namazı kıldırdı.
Resulullah Aleyhisselâm yahudilere: “Medine’yi terkedip gidiniz!” diyerek son bir teklifte bulundu. Fakat onlar bu teklife yanaşmadılar. “Ölüm bize senin teklif ettiğin şeyden daha kolaydır.” dediler.
Artık onlarla çarpışmaktan başka yol kalmamıştı. Mücahidler ok ve taş yağmuru ile tazyik edip sıkıştırdılar. Kuşatma onbeş-yirmi gün sürdü.
Yahudiler kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından, kuşatmanın bir hayli güç olacağı muhakkaktı. Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın izniyle bir plân tatbik etti. En yakın yahudi ev ve kalelerini yıktırma, hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi. Böylece hem kalplerine korku ve dehşet salmak, hem de kaleden dışarı çıkıp çarpışmaya zorlamak istiyordu.
Mücahidler evleri yıkmaya ve hurma ağaçlarını kesmeye başlayınca Nadir oğulları: “Yâ Muhammed! Sen bizi yeryüzünde fesat çıkarmaktan men ediyorsun. Şimdi bu hurma ağaçlarını kesmek ve yakmak da ne oluyor?” diyerek bağrıştılar.
Hurma ağaçlarından bilhassa halkın meyvesini yemediği ağaçlar yakılmış ve kesilmişti. Yahudi kadınları Acve diye anılan iyi cins hurma ağaçlarının kesilmesine dayanamıyorlar, feryad edip yakalarını yırtıyorlardı.
Bu bağrışmalar bir kısım müslümanları da tereddüde sevketti.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ müslümanların hurma ağaçlarını yakma ve kesme hadiselerinin hepsinin kendi emir ve iradesiyle olduğunu beyan buyurdu:
“Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz ve gövdeleri üzerinde dimdik bırakmanız Allah’ın izniyle idi. Bir de yoldan çıkan fâsıkları rezil etmek içindi.” (Haşr: 5)
Böyle bir tatbikat, savaşlarda uygulanan baskı türlerinden birisidir. Nadir oğulları o bölgeden sürülmek istemiyordu. Dolayısıyla bir kısım hurma ağaçlarının kesilip yakılması, onların yer ve yurtlarına bağlı kalmalarını sağlayan bağlarının kopmasına yardımcı bir savaş unsurudur.
Şayet savaşın kazanılması için tahribatın yapılması zorunlu ise yapmak caizdir.
Bu Âyet-i kerime ayrıca yahudileri kuşatma esnasında askeri harekâtı engelleyen bazı hurma ağaçlarının kesilmesine ve yakılmasına işaret etmektedir. Harekâta engel olmayan ağaçlara ise dokunulmamıştır.
Nadir oğulları, münafıklardan da, Kureyza oğulları yahudilerinden de bekledikleri yardımı göremeyince korkuya kapıldılar ve teslim olmaya mecbur oldular.
Resulullah Aleyhisselâm istekleri üzerine onlara eman verdi, hiçbirinin canına dokunmadı. Silahlarından başka olan mallarından develerine yükleyebildikleri kadar eşya alarak çıkıp gitmelerine müsaade etti.
Nadir oğulları müslümanların yıkmadığı evlerini de kendi elleri ile yıktılar, müslümanlar oturmasınlar diye evlerinin direklerini devirdiler, tavanlarını göçürdüler, oturamaz hale getirdiler.
Sürüldüklerine üzülmediklerini göstermek için kadınlar en kıymetli elbiselerini giyinmişler, altın ve gümüş ziynetlerini takınmışlardı. Defler ve düdükler çalarak büyük bir gösteri ile çekip gittiler. Bu cezayı yaptıkları entrikalara göre hafif bulmuşlar, cana minnet bilmişlerdi.
Fey’ ve Ganimet:
Yahudiler Medine-i münevvere’yi terkederken de geride birçok hurmalıklar, ekinler, akarlar, davar, sığır ve at gibi birçok hayvanlar bıraktılar. Ayrıca arkalarında elli adet zırh, elli adet miğfer ve üçyüz kırk kadar kılıç kaldı.
Bütün bu mallar devlet malı olarak doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm’a mahsustu. Çünkü çarpışmasız, at ve deve koşturulmaksızın elde edilmişlerdi. Bu mallara Fey’ denilmiştir. Fey’, kâfirlerin mallarından ganimet ve haraç kabilinden müslümanların ellerine geçen şeylerdir. Beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlerine uygun olan yönlere sarf edilir.
Fey’ ve ganimete âit hükümler değişiktir. Ganimete âit hüküm Enfâl sûre-i şerif’inin 41. Âyet-i kerime’sinde açıklanmıştır.
Ashâb-ı kiram bu malların Bedir’de olduğu gibi Enfâl sûre-i şerif’inde bulunan Âyet-i kerime’lerin hükmü gereğince beşe bölünerek kalanın taksim edileceğini sanmışlardı.
Bu hususta nazil olan Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Allah’ın onların mallarından Peygamber’ine Fey’ olarak verdiği şeyler için siz ne bir at, ne de bir deve sürdünüz.” (Haşr: 6)
Kendiniz de bu savaşta hiç yorulmadınız.
“Fakat Allah, Peygamber’ini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah her şeye kâdirdir.” (Haşr: 6)
Bazen açık vasıta ve âletlerle yapar, bazen de sırf izzetiyle hiç umulmayacak başarılar bahşederek yapar. Yahudilerin basit bir kuşatma ile korkarak çıkıp gitmek üzere anlaşmaları da böyle olmuş, Allah-u Teâlâ da bu malları Peygamber’ine Fey’ olarak ihsan buyurmuştur.
İşte bundan dolayı o da bu mallarda istediği gibi tasarrufta bulundu. Âile halkının bir senelik nafakasını ayırdıktan sonra, kalanını Muhâcirler arasında taksim etti. Çünkü Medine-i münevvere’nin yerlileri olan Ensâr, Muhâcirler’in geçimliklerini üzerlerine almışlar, onları kendi mallarına ortak etmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm bu icraatı ile Ensâr-ı kiram’ın bu yükünü hafifletmiş oldu.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Fey’ mallarının harcama yerlerini ve şekillerini şu şekilde beyan buyurmaktadır:
“Allah’ın fethedilen memleketler halkının mallarından Peygamber’ine Fey’ olarak verdikleri; Allah’ın, Peygamber’in, akrabalığı olanların, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalanlarındır.” (Haşr: 7)
Fey’ bütünüyle Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine verilir. O ise dilediği şekilde, dilediği yere harcamakta serbesttir. Allah yolunda ve kendi ihtiyacı uğrunda harcayabildiği gibi, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara dağıtabilir.
Ganimetten bu sayılanlara verilmesinin sebep ve hikmeti ise şöyle beyan buyurulmuştur:
“Tâ ki içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın!” (Haşr: 7)
Fakirlerin elinde ondan bir şey bulunmazken, sadece zenginleriniz arasında dönüp durmasın, fakirler ondan mahrum kalmasın.
Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ fâizi ve karaborsacılığı haram kılmıştır. Asıl maksat; her hak sahibine hakkını vermek, muhtaç olanların ihtiyaçlarını gidermektir.
Herkesin canı istediği gibi her işe karışıp huzursuzluk çıkarmaması için de şöyle buyuruluyor:
“Peygamber size ne verdiyse onu alınız, neyi yasak ettiyse ondan sakınınız.” (Haşr: 7)
Aksi halde kişi Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmemekle isyan etmiş ve küfre girmiş olur.
Bu Âyet-i kerime her ne kadar Fey’ malları hakkında nazil olmuşsa da hükmü umumidir, Resulullah Aleyhisselâm’ın emrettiği ve yasakladığı her şey hakkında geçerlidir. Bu hüküm kıyamete kadar devam eder.
“Ve Allah’tan korkun! Çünkü Allah’ın cezalandırması çetindir.” (Haşr: 7)
Azab edince çok şiddetli azab eder.
Allah-u Teâlâ genel olarak Fey’in harcama yerlerini beyan buyurup bu hususta açıklamalarda bulunduktan sonra şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın verdiği bu ganimet malları; bilhassa yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah’ın lütfunu ve rızasını dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamber’ine yardım eden muhâcir fakirlerindir.” (Haşr: 8)
Mekke kâfirlerinin tazyiki üzerine Mekke’den Medine’ye hicrete mecbur edilerek hicret ettiler. Dinlerini koruma pahasına evlerini, barklarını, mal ve mülklerini bırakıp çıktılar. Önceleri fakir değilken, sonraları fakirliğe maruz kaldılar. Rızâ-i Bâri uğrunda fedakârlığın en büyüğünü, sadâkatin en üstününü, teslimiyetin en güzelini gösterip kendilerini her şeyiyle o yola adadılar.
“Onlar sâdıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 8)
Bunlar sâdıklardır. Sözlerini fiilleriyle ispat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi olan, özü sözü doğru, vefâkâr insanlardır. İmanlarını, sadakatlerini fiilen ispat etmişlerdir.
Tek suçları “Rabb’imiz Allah’tır.” demeleri idi. Kavim ve kabilelerine karşı hiçbir kötülükleri, hiçbir garazları, tek ve şeriki olmayan Allah’a kulluk etmekten başka hiçbir günahları yoktu.
________________________________________________________________________________
HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Özde Kardeşlik
Ensâr:
Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Muhâcirler’i yurtlarında barındırmak suretiyle onlara büyük yardımda bulunan Evs ve Hazreç kabileleri’ne mensup Medine’li müslümanlara “Yardımcılar” mânâsına gelen “Ensâr” adı verilmiştir.
Ensâr öyle coşkulu bir şekilde müslüman oldular ki, İslâm’ın doğru ve nurlu yolunu görür görmez, gönülleri ve bünyeleri ile birlikte büyük bir teslimiyet dairesine girdiler. Allah adına birbirini sevmeye, Allah rızâsı yolunda birbirlerinin haklarını gözetmeye, takvâ ve iyilik üzerinde yardımlaşmaya başladılar. Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Mekke’li müslümanları Medine’ye dâvet ettiler. Geldiklerinde de tam bir kardeş muamelesi yaptılar, kendi evlerinde barındırdılar, onlara eşit haklar tanıdılar, evlerine mallarına ortak yaptılar. İki hanımı olanlar, iddetinin bitmesinden sonra onunla evlenmeyi dileyecek olurlarsa, hanımlarından birini onun için boşama teklifini dahi yaptılar.
Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
Enes bin Malik -radiyallahu anh-e: “Siz öteden beri bu isimle mi anılırdınız, yoksa size bu ismi Allah mı koydu?” diye sorulduğu zaman “Evet, bu ismi bize Allah koydu.” cevabını vermiştir. (Buhârî)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Muhâcirler’den evvel Medine’yi yurt ve iman evi edinmiş olan Ensâr, kendilerine hicret edip gelenleri severler.” (Haşr: 9)
Başta Peygamber olmak üzere hicret eden o sâdıkları din kardeşleri bilerek dostluklarını gösterirler.
“Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir kaygı hissetmezler.” (Haşr: 9)
Muhâcirler’e verilen şeylere kendileri sahip olamadıklarından dolayı kalplerinde ona dâir bir ihtiyaç meyli duymazlar. Bu gibi şeylere gözleri takılıp kalmaz. Son derece ihtiyaç ve yoksulluk içinde olsalar da, malın başkalarına verilmesini tercih ederler. Onların bu tercihleri mala ihtiyaçları olmadığından değildir. Aksine bu tercihleri ihtiyaçları olmasına rağmendir.
“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, Muhâcir kardeşlerini tercih ederler.” (Haşr: 9)
Başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutarlar. Kendileri aynı şeye muhtaç olmaları halinde, muhtaç olan başkalarının ihtiyaçlarını karşılamakla işe başlarlar.
Tevbe sûre-i şerif’inin 100. Âyet-i kerime’sinde ise İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu, onların da Allah-u Teâlâ’dan hoşnud olduğu, Allah-u Teâlâ’nın onlar için içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladığı, bunun da büyük bir bahtiyarlık olduğunu beyan buyurulmaktadır.
Nefsin cimriliğinden korunmak şüphesiz ki ilâhî bir lütuftur.
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr: 9 - Teğâbün: 16)
Cömertlik insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise; cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur ve nefsin yakalandığı tedâvisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Allah-u Teâlâ’nın lütfu erişip de nefsin cimriliğinden kurtulanlar ise; dünyada huzurlu bir hayat yaşadıkları gibi, ahiretin zorlukları karşısında da güven içinde olurlar.
Tâbiin-i Kiram:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i görmek saâdetine eremeyip Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nı gören ve onların sohbetinde bulunan müslümanlara “Tâbiîn” denilir. Bu isim onlara Allah-u Teâlâ tarafından verilmiş olup, büyük bir şereftir.
Bu bahtiyar zümreye işaret eden Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Ey Rabb’imiz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde müminlere karşı bir kin bırakma.
Şüphesiz ki sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin.” (Haşr: 10)
Âyet-i kerime’de anılan müslümanlar, Ashâb-ı kiram’dan sonra kıyamete kadar gelmiş ve gelecek olan müslümanlardır.
Ashâb-ı kiram, Tâbiîn ve geçmiş din kardeşlerini hayır duâ ile anmak her müslümanın vazifesidir.
Bütün Ashâb-ı kiram’a karşı hürmet ve muhabbette bulunmanın vâcip olduğuna dâir bu Âyet-i kerime delildir. Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek aslâ câiz değildir.
NİFAK VE KÜFÜR
Münâfıkların Kâfirlerle İşbirliği:
11. Âyet-i kerime’den itibaren Haşr sûre-i şerif’inin inmesine esas sebep olan hadise açıklanmakta ve bu hadiseye katılan iç düşmanı münâfıkların içyüzleri gözler önüne serilmektedir.
Şöyle ki;
Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine’ye iki saat uzaklıkta bulunuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli antlaşmalar yapmıştı. Yahudilerin mal ve can emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların da maddî yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.
Buna rağmen Uhud hadisesinden beri o civarda bulunan yahudiler tavırlarını tamamen değiştirmişlerdi. Reci’ ve Bi’r-i maûne faciaları üzerine de müslümanların nüfuzunun iyice sarsıldığını sandılar.
Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- tarafından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetinin bir kısmı antlaşma gereği Nadir oğulları tarafından ödenmesi gerekiyordu. Resulullah Aleyhisselâm yanına Ashâb-ı kiram’dan on kişi aldı ve Nadir oğulları’nın bulunduğu mahalleye giderek hisselerine düşen diyeti vermelerini istedi. Aynı zamanda yaptıkları antlaşmaya ne derece sadık olduklarını öğrenmek istiyordu. Yahudiler önce bu teklifi iyi karşıladılar, fakat sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın ayaklarına kadar gelmesini fırsat bilerek suikast yapmayı plânladılar.
Sellâm bin Mişkem onları ikaz etti. “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Böyle bir işe yeltenecek olursanız, bu durum ona bildirilir. Aranızdaki ahdi bozmuş, kendinize yazık etmiş olursunuz.” dedi. Fakat sözünü dinleyen olmadı.
Resulullah Aleyhisselâm’ı bir evin gölgeliğinde oturttuktan sonra damdan başına taş yuvarlayarak öldüreceklerdi. Cebrail Aleyhisselâm gelerek durumu bildirdi. Resulullah Aleyhisselâm hemen bulunduğu yerden kalkarak Ashâb’ı ile beraber oradan uzaklaştı. Yahudiler suçüstü yakalanmış oldular. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye döndükten sonra Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh-i göndererek on gün içinde orayı terketmeleri haberini iletti. Aksi halde kendileri ile savaş yapılacaktı.
Bu karar Allah-u Teâlâ’nın şu hükmüne uygun düşüyordu:
“Bir kavmin (antlaşmayı bozmak hususunda) ihanet etmesinden çekinirsen, onların yaptığı gibi sen de antlaşmayı onlara at. (Antlaşmayı bozduğunu bildir.)
Çünkü Allah hâinleri sevmez.” (Enfâl: 58)
Onların sürgün edilecekleri zaten Tevrat’ta da yazılı bulunuyordu. Allah-u Teâlâ suçlarına göre bu şekilde cezalandırmaya hükmetmişti.
Nadir oğulları hemen yol hazırlığına başladılar, yol azıklarını hazırladılar.
Fakat baş münâfık Abdullah bin Übeyy yahudilere haber salarak kendilerine destek vâdetti, yerlerinden ayrılmamalarını, Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelmelerini istedi. Onlar da buna güvenerek kalelerine kapandılar. Resulullah Aleyhisselâm’a da haber gönderdiler ve: “Biz yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz, elinden geleni geri koyma!” dediler.
•
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Resul’üm! Münâfıkların ehl-i kitap’tan inkâr eden dostlarına: ‘Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz.’ dediklerini görmedin mi?” (Haşr: 11)
Münâfıklar içten kâfir oldukları için, küfürde ve nankörlükte kardeşlikleri olan o kâfirlere sözde destek vermeye çalışıyorlardı. Onları çıkartmamak için her türlü itaatsizliği ve isyanı göze alacaklarını, şayet çıkmalarına mani olamazlarsa kendilerinin de yurtlarını ve mallarını bırakıp onlarla beraber gideceklerini, gitmelerine mâni olacak olan kimseleri aslâ dinlemeyeceklerini söylüyorlardı. Savaşta düşmanlarına karşı onlardan tarafa olacaklarına ve savaşacaklarına yemin ederek söz veriyorlardı.
Halbuki onlar bu sözleri söylerken, bu sözlerini yerine getirmemek niyetiyle verdiklerinden dolayı yalancıdırlar.
“Allah onların yalancı olduklarına şâhitlik eder.” (Haşr: 11)
Onlar yeminlerinde durmayacaklar ve dediklerinin hiçbirini yapmayacaklardır.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ münâfıkların durumunu daha geniş anlatarak şöyle buyurdu:
“Andolsun eğer onlar çıkarılsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Savaşa tutuşmuş olsalar onlara yardım etmezler, yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.” (Haşr: 12)
Şayet münâfıklar yahudilere yardımcı olacak olurlarsa, münâfıklar kesinlikle bozguna uğrayıp kaçacaklardır. Ne onlara yardım ederler, ne de onlarla birlikte savaşırlar.
Gerçekten de böyle oldu. Ne onlarla beraber çıktılar, ne de savaştılar.
“Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (Haşr: 13)
Münâfıklar Allah’tan korktuklarından daha çok müslümanlardan korkuyorlardı. Gizli ve açıkta olanı bilen, her şeyi gören ve azabı şiddetli olan Allah-u Teâlâ’dan sakınmıyorlar, azabından korkmuyorlar ve gizli gizli münâfıklık ediyorlardı.
•
Allah-u Teâlâ yahudilerin ve münâfıkların aşırı telaştan dolayı korkak olduklarını, müslümanlarla savaşamayacaklarını, ancak kalelerinde korunmuş olduklarında savaşabileceklerini haber verdi.
“Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar.” (Haşr: 14)
O halde bir savaş olduğunda onlardan korkmamak, bu şekildeki zaaflarını bilip ona göre savaşmak gerekir.
“Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir.” (Haşr: 14)
Birbirleriyle çarpıştıkları zaman yiğitlik gösterirler. Müminlerin karşısına çıkacak olurlarsa yiğitlik gösteremezler.
Bir araya toplandıkları zaman, yiğitlik ve kahramanlık taslayarak lâf ederler, tehdit savururlar. Fakat siperler arkasından meydana çıkamazlar.
Diğer taraftan da, dahili durumları çok perişandır, birbirleriyle boğuşur dururlar.
“Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)
Oysa ki onlar son derece ihtilaf içindedirler. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket edemezler. Her biri başka arzu peşindedir. Böyle bir ordu dışarıdan ne kadar toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, gerçekte o bir ordu değildir, bir kül yığını gibi hafif rüzgârla savrulacak kuru bir kalabalıktan ibarettir.
“Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.” (Haşr: 14)
Bu tefrika ve dağınıklık, Allah-u Teâlâ’nın emrini düşünebilecekleri bir akılları olmadığı içindir.
“(Bu yahudilerin durumu) kendilerinden az önce geçmiş ve işlerinin cezasını tatmış olanların durumu gibidir.
Onlara elem verici bir azap vardır.” (Haşr: 15)
Sürgün olma ve zillete düşme hadisesinde Nadir oğulları’nın durumu, Bedir savaşında esir düşen Mekke kâfirlerinin durumu gibidir. Bunlar da onların âkıbetlerine uğrayacaklardır. Bununla birlikte ahirette de onlara cehennem azabı vardır.
“Münâfıkların durumu şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana ‘İnkâr et!’ der. İnkâr edince de ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’ der.” (Haşr: 16)
Münâfıklar, şeytanın insanlara yaptığını yahudilere yapmaktadırlar. “Müslümanlara karşı savaşın, biz sizin arkanızdayız!” diyorlar, iş başa düşünce de sırt çeviriyorlar.
“İkisinin de âkıbeti cehennemdir. Her ikisi de içinde ebedî kalacaklardır.
İşte zâlimlerin cezası budur.” (Haşr: 17)
Küfür ve nifak içinde yaşamak suretiyle nefislerine zulmetmiş olanlar, sonunda böyle şiddetli ve ebedî bir azaba uğrayacaklardır.
Ölüm İçin Hazırlık:
Allah-u Teâlâ münâfıklar ve yahudiler gibi olmaktan sakındırmak için Âyet-i kerime’sinde müminlere öğüt vermektedir:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarın için ne hazırladığına baksın.” (Haşr: 18)
Dünya hayatı bugündür ve insanlar yarın Hakk’ın huzurunda hesaba çekileceklerdir. Kalanla giden arasında bir gün fark vardır. İşte geldik işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz, yarın alttayız. Bugün yataktayız, yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de sıra bekliyoruz. Çünkü her gelecek yakındır.
Orada “Eyvah!” demememiz için dünyaya niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, niçin yaratıldığımızı ve ne yapmamızın gerektiğini şimdiden düşünmeliyiz. Kazanabilirsek ebedî bir hayat kazanılmış olacak.
Kabir için hazırlanmak lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Üç şey ölünün ardından kabre kadar gider. Ehl-ü ıyâli, malı ve ameli.
İkisi geri döner, birisi kalır. Dönenler ehl-ü ıyâlî ve malı, kalan da amelidir.” (Buhârî)
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen sahibimiz gönderirken bize sormadığı gibi, alacağı zaman da soracak değil.
Farz-ı muhal ki denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş, fakat onlar tutulduğunu bilmiyorlar, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda bile değil. Halbuki biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkum. İşte insanların durumları da böyledir.
“Allah’tan korkun. Çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr: 18)
Yani Allah’tan korkun da kötülük yapmayın, fenâlıklardan sakınmamazlık etmeyin. O yapacağınız şeylere göre sizi hesaba çekecek, ona göre ceza veya mükâfat verecektir.
_________________________________________________________________________________
HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4
O ÖYLE BİR ALLAH’TIR Kİ!
Allah’ın Kendilerine Kendilerini
Unutturduğu Kimseler:
Allah-u Teâlâ kendisini unutanlara, zikirden ve fikirden gâfil olanlara fâsık ismini vermiş ve müminlere hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın.” (Haşr: 19)
Allah-u Teâlâ’yı unutmak demek, insanın kendi kendisini unutması demektir.
Musa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’ya hitaben:
“Yâ Rabb’i! Ben istiyorum ki kullarından kimi sevdiğini bileyim de, ben de onu seveyim.” dedi.
Allah-u Teâlâ buyurdu ki:
“Beni çok zikreden kulumu gördüğün zaman bil ki ben onu severim. Beni zikretmeyeni de gördüğün zaman anla ki, ben ona buğzederim.” (Tirmizî)
Bir müslümanın Allah yolunda yürüyebilmesi için, sahib-i hakiki olan Allah-u Teâlâ’yı hiçbir zaman unutmaması gerekir.
“Onlar yoldan çıkmış fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)
Münâfıklar ilâhî hukuku unuttular, Allah-u Teâlâ’yı takdir edemediler. Allah-u Teâlâ da onları kendi kendilerini unutan kimseler kıldı. Böylece onlar kendilerine menfaat verecek, dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştıracak olan şeylere kulak vermediler.
Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında bir Âyet-i kerime’sinde:
“Onlar Allah’ı pek az zikrederler.” buyurmuştur. (Nisâ: 142)
Allah-u Teâlâ:
“Onlar Allah’ı unuttu, Allah da onları unuttu.” (Tevbe: 67)
Âyet-i kerime’si ile münâfıklar Allah’ın zikrinden gâfil oldukları için, onları lütuf ve rahmetinden mahrum bırakacağını beyan buyurmaktadır.
Müminler bunlara benzememelidirler.
Ateş Suya Giremez:
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle ayırt edilir hâldedir. İman nuru ile münevver olan müminler, iman yolunu seçtikleri için cennette karar kılarlar. Küfür karanlığında kalan kâfirlerin karargâhları ise cehennemdir. Bu iki sınıf daha dünyada iken yollarını seçmişler, birbirlerinden ayrılmışlardır. Dünyada aslâ birleşemedikleri gibi, ahirette de ebedî olarak birleşemezler. Bahtiyarlarla bedbahtların aralarında hiçbir surette beraberlik tasavvur olunamaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz.” (Haşr: 20)
Cehennemlikler Allah’ı unutup da cehennem ateşinde ebedî kalmayı hakedenlerdir. Dünyada da ahirette de en aşağılık kimselerdir. Allah’tan korkup, emir ve yasaklara uyanlar ise cennete müstehaktırlar.
“Cennet ehli olanlar, kurtulanların tâ kendileridir.” (Haşr: 20)
Onlar dünyada da ahirette de iyilik ve güzelliklere nâil olmuşlardır. En büyük tehlikelerden kurtulmuşlar ve en büyük murada ermişlerdir. Bu fazilet onlara yeter!
Hazret-i Kur’an’ın Azameti:
Kur’an-ı kerim öyle büyük bir mucizedir ki, onun benzerini meydana getirmek insan gücünün ötesindedir.
Kur’an-ı kerim’in harflerinin hakiki mânâlarını Allah-u Teâlâ eğer açığa vurmuş olsaydı, yedi kat gökler ve yer hatta Arş dahi bu tecellîye dayanamazdı.
Bunun içindir ki Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhakkak ki onun Allah’ın korkusundan baş eğdiğini ve parça parça olduğunu görürdün.” (Haşr: 21)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kelâmına bir mahlûk tâkat getiremez, hakikatini bilemez, aslına vâkıf olamaz. Onu yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ bilir ve dilediğine dilediği kadar bildirir. Çünkü o Allah kelâmıdır, kul ise mahlûkudur. Değil kulun tâkat getirmesi; ne yer, ne gök, ne Arş hiçbir şeyin ona tâkat getirmesi mümkün değildir.
İnsanların bundan daha çok etkilenmesi gerekirken, çok zâlim ve çok câhil insanlar Allah-u Teâlâ’ya saygı duymuyorlar, saâdet ve selâmet yollarını aramayı düşünmüyorlar.
“Biz bu temsilleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr: 21)
Gerek bu Âyet-i kerime’deki ve bu sûre-i şerif’teki misallerin, gerek Kur’an-ı kerim’deki diğer temsillerin; ibret alınması için daima hatırda tutulması gerekir.
Nitekim Ahzâb sûre-i şerif’inin 72. Âyet-i kerime’si de buna benzer bir temsildir.
Allah-u Teâlâ beşeriyete hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, endişeye düştüler. İnsan ise o emaneti yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir.” (Ahzâb: 72)
Çünkü emanete sahip çıkmamış, hakkını gözetmemiştir.
O Öyle Bir Allah’tır ki!:
Allah-u Teâlâ ulûhiyetini ve vahdâniyetini, ilim ve rahmetiyle şânını ve yüceliğini, bazı isim ve sıfatlarıyla anlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Haşr: 22)
Mevcûd-u hakiki O’dur, O’ndan başka ulûhiyete müstehak kimse yoktur. Kullarının ibadetlerine mâbud O’dur, O’ndan başka mâbud yoktur.
“Görülmeyeni de bilir, görüleni de bilir.” (Haşr: 22)
Kâinatın bilgisi O’ndadır. Ne yeryüzünde ne gökyüzünde, ne büyük ne küçük hiçbir şey O’nun için gizli ve saklı değildir. Geçmişte ne olduysa, halde ne oluyorsa, gelecekte ne olacaksa hepsini en ince teferruâtıyla bilir. O’nun ezelî ve ebedî ilminden hiçbir zerre bile uzak değildir.
Gayb: Mutlak ve izâfi olmak üzere iki mânâda kullanılır. Hiçbir mahlûkun ulaşamadığı gayb, mutlak gaybtır. İzâfi gayb ise, bazı yaratıklar için bilinmesi mümkün olmayan gaybtır.
“O Rahman’dır, Rahim’dir.” (Haşr: 22)
Rahman: Dünyada kendisine inananı-inanmayanı, itaat edeni-etmeyeni ayırdetmeden bütün mahlûkatına sayısız nimetler bahşeder, onları esirger.
Rahim: Çok merhamet eder, inanıp sâlih ameller işleyenleri, verdiği nimetleri iyiye kullananları ahirette daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırır.
Dünya va ahiretin Rahman ve Rahim’i O’dur, bu iki isim ancak O’na layıktır.
“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Haşr: 23)
Bu pek mühim bir hakikat olduğu için tekrar beyan buyurulmuştur.
“Melik’tir, Kuddüs’tür, Selâm’dır, Mümin’dir, Müheymin’dir, Azîz’dir, Cebbâr’dır, Mütekebbir’dir.” (Haşr: 23)
Melik: Zâtında ve sıfatında her vasıtadan müstağnidir. Mülk ve melekûtun yegâne sahibi, hakiki mutasarrıfı, mutlak hükümdarı O’dur.
Bir kul ne kadar güçlü bir hükümdar olursa olsun, mülkün gerçek sahibine muhtaçtır, mülk ve iktidarı geçicidir.
Her şey O’nun tasarruf ve iktidarı altında O’na tâbidir. Hâkimiyetini sınırlayan hiçbir şey yoktur.
Kuddüs: Her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzehtir, her vasfında mükemmeldir, pak ve temizdir.
O her türlü duygu ve düşüncenin tasavvur edebileceği vasıflardan pak ve yücedir. O’nun kemâli de sınırlandırılamaz. İnsan aklının çok ötesinde kemâl sıfatları ile muttasıftır.
Selâm: Yarattıklarına zulmetmekten müberrâdır, onları tehlikelerden selâmete çıkarır, bahtiyar kullarına selâm eder.
İslâm olan ve imanını kemâlleştiren bir mümin, selâm sıfatının tecellîsine mazhar olur, müslümanlar onun dilinden ve elinden selâmette kalırlar ve o kimse selim bir kalp ile Hakk’a kavuşma nimetine erer.
İnananlar Rabb’lerinin hıfz-u himayesi altında emniyet ve huzur içindedirler.
Her selâmetin kaynağı O olduğu gibi, selâmet arayanları selâmete erdirecek olan da O’dur.
Mümin: İman ihsan buyurur, emniyet bahşeder, kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine alıp muhafaza eder ve huzura erdirir.
Her türlü tehlike ve felâketten emniyet ve eman veren O’dur. Her şey her an O’na yönelip sığınmaya muhtaçtır.
Mümin kullarının kendisine iman edişlerini tasdik eder.
Bu isimde insan Allah-u Teâlâ’nın ulvî sıfatlarından birisi ile vasıflanıyor. Bu iman sıfatı ile en yüce makam olan Mele-i âlâ’ya yükseliyor.
Müheymin: Yarattığı bütün varlıkları görüp gözetir, murakaba eder, sevk ve idare eder, korur. Mutlak hükümran O’dur.
Azîz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan yegâne galip, dengi ve benzeri bulunmayacak derecede değerli ve şerefli, güçlü ve daima üstün O’dur.
Galip gelmek, mağlup olmamak ancak O’nunla mümkündür.
Cebbâr: Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyar, dilediğini dilediği şekilde yaptırmaya muktedirdir, varlığı çok yücedir.
Hiçbir güç ve kudret O’na muhalefet edemez, hükmünü dilediği şekilde yürütür.
Mütekebbir: Azamet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.
Büyüklük, yücelik, kibriya sıfatlarının yegâne sahibi O’dur.
“Allah müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Haşr: 23)
O şirk koşulan şeyler Hakk’tan çok uzaktır. Allah-u Teâlâ ortaklardan ve benzerlerden münezzeh ve mukaddestir.
“O öyle Allah’tır ki; Hâlik’tır, Bârî’dir, Musavvir’dir.” (Haşr: 24)
Hâlik: Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eder, yaratır ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştirir.
Bârî: Her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icad ile numunesiz olarak yoktan yaratır.
Musavvir: Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenleyip en güzel bir biçimde tertip eder, güzelliğinin kemâlini gösterir.
Allah-u Teâlâ’nın sıfat ve isimleri bundan ibaret değildir:
“En güzel isimler O’nundur.” (Haşr: 24)
En yüce mânâlara delâlet eden en güzel isimler hep O’nundur. O isimlerin her biri gayet güzel mânâlara ve yüksek sıfatlara delâlet eder. O isimlerin eseri mahlûkat üzerinde zuhur eder. Güzellik bunların zâtında mevcuttur.
“Göklerde ve yerde olanlar O’nu tenzih ve tesbih etmektedirler.” (Haşr: 24)
Tesbih: Allah-u Teâlâ’yı yüceliğine layık olmayan her türlü noksanlıklardan, gerek itikat, gerek söz, gerek kalp ile tenzih etmek ve uzak tutmaktır. O, dünyada da ahirette de en güzel övgülere ve kemâl sıfatlarına lâyıktır.
Göklerde ve yerde bulunan, ister görünmeyecek derecede ehemmiyetsiz olsun, ister görünen varlıklar olsun, canlı ve cansız her şey Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği gibi, yaratılan her varlık, Yaratıcı’nın yüceliğinin son derecesindeki sıfatlarla vasıflanmış olan varlığına delâlet etmektedir.
“O Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr: 24)
Mutlak galip O’dur.
Bütün buyrukları ve işleri hikmetlidir, hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi yerli yerinde ve en iyi şekilde yapar. Hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.
•
Ma’kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kim sabaha erdiğinde üç defa ‘Euzü billâhissemîil-alîmi mineşşeytanirracim’ diyerek Haşr sûre-i şerif’inin son üç âyetini okursa, Allah buna karşılık akşama kadar yetmiş bin melek vazifelendirir. Eğer o gün ölecek olursa şehid olarak vefat eder. Bu âyetleri gece okursa aynı mertebe kendisine verilir.” (Tirmizî)
___________________________________________________________________________
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh