Muhterem Ömer Öngüt
-kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin
Hayat-ı Saadetlerinden İnciler (32)
"Câfer-i Sâdık -radiyallahu anh- Hazretleri'ne bazı sorular sordular ve Zât-ı âlileri de suâllere şöyle cevap verdiler:
– Bir insan nasıl veli olur?
– Doğarken veli olarak doğar.
– Peki veli olarak doğmadı?
– İlim-irfan sahibi ola.
– İlmi-irfanı da yok?
– Duyar kulak ola.
– Oda yok?
– Gören göz ola.
– Oda yok.
– Ölmesi gerek o zaman." buyurdular.
İnsanın şöyle bir düşünmesi lâzım; "Nerdeyim!" diye... O yok, o yok... Ölüm var, o ölüme mahkûm...
İtimat edin, hep ağlanacak durumdayız. Çünkü sonumuzu bilmiyoruz. Hep ağlanacak durumdayız.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat Efendimiz;
"Eğer siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, az güler çok ağlardınız." buyuruyorlar. (Buhârî)
Bilmediğimiz için ağlamıyoruz, bilsek çok ağlarız.
•
Yolun sermayesi muhabbettir. Ama muhabbetin husule gelmesi için mahviyet ve istikamet şarttır.
Mahviyet; var olan yalnız O'dur, başka varlık kabul etmez.
İstikamet; "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112) Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına mazhar olmaktır.
Onun için istikamet ve mahviyet. Zaten istikametsiz mahviyet olmaz.
Var olan Hazret-i Allah'tır. Kim ki varlık davasında bulunursa şeytanın arkadaşı olur.
Fenâ bizim olsun, varlık isteyenin olsun.
Varlık; nefsimizin kendini beğenmesinden başka bir şey değildir.
Bu ise en tehlikeli bir şeydir. Bir insanın Cenâb-ı Allah'a çok sığınması ve nefsinden çok korkması lâzımdır. Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir, Allah'ım korusun.
İnşallah Allah'ımız lütfeder, Efendilerimiz'in himmet ve tasarrufu ile bu vartalardan kurtarır.
Çok büyük bir vartadır.
Bizim kendimizi kitaplardaki tarifimiz şöyledir:
Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım. Varlık için Hazret-i Allah ve Resul'ü yeter, ziynet için Hazret-i Kur'an yeter, şeref için İslâm dininin şerefi yeter.
Bize bu gerek efendim. Varlık, varlık satanların olsun. Çünkü onlar o varlık putu ile ayakta duruyor. O varlık putunu indirirlerse zaten bir şeyleri kalmayacak. Allah'ım bizleri varlığını ifna edip kendi varlığı ile yaşattığı kullardan etsin.
Nefis gıdayı şöhretten, namdan, varlıktan ve menfaatten alıyor.
•
"Söz gümüş de olsa sükût eyle olsun zerr,
Kemâl ehli kemâliyetini sükût ile buldu hep."
Efendim buradaki sükûtun özü şudur:
Hazret-i Allah ile merbud olmak, O'nunla konuşmaktır. Bunlar daima huzurdadır, râbıtanın içinde, O'nunla muhabbetin içinde olup halkı bırakmışlardır. Mânevi depolarını doldurmakla meşguldürler, boşaltmakla değil. İşte sükût buna derler.
Hep konuşan, çok konuşan zarardadır. Çünkü kişinin her duyduğunu söylemesi yalan olarak ona yeter. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Sükût eden kurtulmuştur." (Tirmizî)
Kurtulmak için uğraşana, kurtulmak için çalışana en büyük düstur, en büyük nasihat.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz; "Bilen demez, deyen bilmez!" buyurmuşlardı. Bir şeyler bildiğini, bir şeyler gördüğünü zannedenlere en güzel cevap, en güzel numune.
Kendinde varlık gören, kendini öne sürüp kendini gösterir. Kendini ifna eden Var'ı gösterip, O'nu öne sürer.
Zâhir ehlinin aynası. "Yapıyorum, ediyorum, biliyorum!" diyerek her tarafı yıkarlar. Bir nevi Hazret-i Allah'a ve Allah'ın sevgililerinin üzerine hücum ederler. Çünkü Hazret-i Allah'ın emriyle tayin edilmemişse hücum, Hazret-i Allah'a hücumdur. Bunu bilmezler. "Ben biliyorum, ben yapıyorum, ben görüyorum!" der. Ve böylece kendisini de helâk eder, gider.
Bir insan Allah için teslim olmalıdır. Herhangi bir keşf-ü keramet beklememelidir. Keşf-ü kerametten sonra teslimiyetin hükmü yoktur. Çünkü onun gösterdiği teslimiyet, kişiye değil keşf-ü kerametedir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'in Sıddîk'lık makamına çıkışı da bundan ötürüdür. Kayıtsız şartsız Rabb'imiz ona inandırmış. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Miraç gecesinde "Kavmim beni tasdik etmez!" buyurduğu zaman Cebrâil Aleyhisselâm; "Ebu Bekir seni tasdik eder. O Sıddîk'tır!" diye cevap vermişti.
Biz de öyle iman ettik zannederiz amma hep zandayız. Allah'ımız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in yüzüsuyu hürmetine bize de kâmil iman ihsan buyursun.
•
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sıruh- Hazretleri'ne;
"Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor." diye sorulduğu zaman;
"Sırtımızda taşıdığımız bunca vebal yüküne rağmen, ayakta durmamızdan daha büyük keramet mi olur?" buyurmuşlardır.
Onun talim ettiği Nakşilik yolunda en büyük keramet, kerametin gizlenmesidir. Çünkü Allah-u Teâlâ bir kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile kerameti arasında muhayyer bırakır, onunla imtihan eder. Her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bilecek mi, yoksa kendisinin imiş gibi gösteriş mi yapacak? Benimsenirse kişinin helâkına vesile olur. Velilerin soyulma noktası burasıdır. Birçok kimseler bu keramet yolunda soyulmuşlardır.
Keramet veli olmanın şartı değildir. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e mucize göstermek vacip olduğu gibi, Evliyâullah Hazerâtı'na da kerametleri gizlemek vaciptir.
Allah dostları olan bu velileri keşif ve kerametleri ile takdir etmek doğru değildir. Bir velide hiç keramet görülmeyebilir de.
Ashâb-ı kiram'ın en üstünü olduğu halde Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-den hiç keramet nakledilmemiştir.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'den de hayatları boyunca pek az keramet husule gelmiştir.
Bir defasında bir müridi ile bir yere doğru yolculuk yapıyorlar. Gidecekleri yer uzakça, akşam yaklaşıyor. Gidiyorlar gidiyorlar akşam olmuyor. Gidecekleri yere varıyorlar, güneş birden batıyor. Müridine dönüyorlar ve buyuruyorlar ki:
"Oğlum bunlar tarikat oyunlarıdır, gaye Allah'tır."
Yusuf Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise "Bunlarla tarikatın çocuklarını yetiştirirler." buyurmuştur.
-kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin
Hayat-ı Saadetlerinden İnciler (32)
"Câfer-i Sâdık -radiyallahu anh- Hazretleri'ne bazı sorular sordular ve Zât-ı âlileri de suâllere şöyle cevap verdiler:
– Bir insan nasıl veli olur?
– Doğarken veli olarak doğar.
– Peki veli olarak doğmadı?
– İlim-irfan sahibi ola.
– İlmi-irfanı da yok?
– Duyar kulak ola.
– Oda yok?
– Gören göz ola.
– Oda yok.
– Ölmesi gerek o zaman." buyurdular.
İnsanın şöyle bir düşünmesi lâzım; "Nerdeyim!" diye... O yok, o yok... Ölüm var, o ölüme mahkûm...
İtimat edin, hep ağlanacak durumdayız. Çünkü sonumuzu bilmiyoruz. Hep ağlanacak durumdayız.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat Efendimiz;
"Eğer siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, az güler çok ağlardınız." buyuruyorlar. (Buhârî)
Bilmediğimiz için ağlamıyoruz, bilsek çok ağlarız.
•
Yolun sermayesi muhabbettir. Ama muhabbetin husule gelmesi için mahviyet ve istikamet şarttır.
Mahviyet; var olan yalnız O'dur, başka varlık kabul etmez.
İstikamet; "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112) Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına mazhar olmaktır.
Onun için istikamet ve mahviyet. Zaten istikametsiz mahviyet olmaz.
Var olan Hazret-i Allah'tır. Kim ki varlık davasında bulunursa şeytanın arkadaşı olur.
Fenâ bizim olsun, varlık isteyenin olsun.
Varlık; nefsimizin kendini beğenmesinden başka bir şey değildir.
Bu ise en tehlikeli bir şeydir. Bir insanın Cenâb-ı Allah'a çok sığınması ve nefsinden çok korkması lâzımdır. Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir, Allah'ım korusun.
İnşallah Allah'ımız lütfeder, Efendilerimiz'in himmet ve tasarrufu ile bu vartalardan kurtarır.
Çok büyük bir vartadır.
Bizim kendimizi kitaplardaki tarifimiz şöyledir:
Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım. Varlık için Hazret-i Allah ve Resul'ü yeter, ziynet için Hazret-i Kur'an yeter, şeref için İslâm dininin şerefi yeter.
Bize bu gerek efendim. Varlık, varlık satanların olsun. Çünkü onlar o varlık putu ile ayakta duruyor. O varlık putunu indirirlerse zaten bir şeyleri kalmayacak. Allah'ım bizleri varlığını ifna edip kendi varlığı ile yaşattığı kullardan etsin.
Nefis gıdayı şöhretten, namdan, varlıktan ve menfaatten alıyor.
•
"Söz gümüş de olsa sükût eyle olsun zerr,
Kemâl ehli kemâliyetini sükût ile buldu hep."
Efendim buradaki sükûtun özü şudur:
Hazret-i Allah ile merbud olmak, O'nunla konuşmaktır. Bunlar daima huzurdadır, râbıtanın içinde, O'nunla muhabbetin içinde olup halkı bırakmışlardır. Mânevi depolarını doldurmakla meşguldürler, boşaltmakla değil. İşte sükût buna derler.
Hep konuşan, çok konuşan zarardadır. Çünkü kişinin her duyduğunu söylemesi yalan olarak ona yeter. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Sükût eden kurtulmuştur." (Tirmizî)
Kurtulmak için uğraşana, kurtulmak için çalışana en büyük düstur, en büyük nasihat.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz; "Bilen demez, deyen bilmez!" buyurmuşlardı. Bir şeyler bildiğini, bir şeyler gördüğünü zannedenlere en güzel cevap, en güzel numune.
Kendinde varlık gören, kendini öne sürüp kendini gösterir. Kendini ifna eden Var'ı gösterip, O'nu öne sürer.
Zâhir ehlinin aynası. "Yapıyorum, ediyorum, biliyorum!" diyerek her tarafı yıkarlar. Bir nevi Hazret-i Allah'a ve Allah'ın sevgililerinin üzerine hücum ederler. Çünkü Hazret-i Allah'ın emriyle tayin edilmemişse hücum, Hazret-i Allah'a hücumdur. Bunu bilmezler. "Ben biliyorum, ben yapıyorum, ben görüyorum!" der. Ve böylece kendisini de helâk eder, gider.
Bir insan Allah için teslim olmalıdır. Herhangi bir keşf-ü keramet beklememelidir. Keşf-ü kerametten sonra teslimiyetin hükmü yoktur. Çünkü onun gösterdiği teslimiyet, kişiye değil keşf-ü kerametedir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'in Sıddîk'lık makamına çıkışı da bundan ötürüdür. Kayıtsız şartsız Rabb'imiz ona inandırmış. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Miraç gecesinde "Kavmim beni tasdik etmez!" buyurduğu zaman Cebrâil Aleyhisselâm; "Ebu Bekir seni tasdik eder. O Sıddîk'tır!" diye cevap vermişti.
Biz de öyle iman ettik zannederiz amma hep zandayız. Allah'ımız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in yüzüsuyu hürmetine bize de kâmil iman ihsan buyursun.
•
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sıruh- Hazretleri'ne;
"Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor." diye sorulduğu zaman;
"Sırtımızda taşıdığımız bunca vebal yüküne rağmen, ayakta durmamızdan daha büyük keramet mi olur?" buyurmuşlardır.
Onun talim ettiği Nakşilik yolunda en büyük keramet, kerametin gizlenmesidir. Çünkü Allah-u Teâlâ bir kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile kerameti arasında muhayyer bırakır, onunla imtihan eder. Her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bilecek mi, yoksa kendisinin imiş gibi gösteriş mi yapacak? Benimsenirse kişinin helâkına vesile olur. Velilerin soyulma noktası burasıdır. Birçok kimseler bu keramet yolunda soyulmuşlardır.
Keramet veli olmanın şartı değildir. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e mucize göstermek vacip olduğu gibi, Evliyâullah Hazerâtı'na da kerametleri gizlemek vaciptir.
Allah dostları olan bu velileri keşif ve kerametleri ile takdir etmek doğru değildir. Bir velide hiç keramet görülmeyebilir de.
Ashâb-ı kiram'ın en üstünü olduğu halde Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-den hiç keramet nakledilmemiştir.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'den de hayatları boyunca pek az keramet husule gelmiştir.
Bir defasında bir müridi ile bir yere doğru yolculuk yapıyorlar. Gidecekleri yer uzakça, akşam yaklaşıyor. Gidiyorlar gidiyorlar akşam olmuyor. Gidecekleri yere varıyorlar, güneş birden batıyor. Müridine dönüyorlar ve buyuruyorlar ki:
"Oğlum bunlar tarikat oyunlarıdır, gaye Allah'tır."
Yusuf Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise "Bunlarla tarikatın çocuklarını yetiştirirler." buyurmuştur.