A'LÂ SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminin ortalarında, müşriklerin inananlara işkence yapmaya başlamaları üzerine nâzil olmuştur. On dokuz Âyet-i kerime, yetmiş iki kelime ve iki yüz doksan bir harften müteşekkildir.
Adını ilk Âyet-i kerime’de geçen “A’lâ” kelimesinden alır. “Sebbih” diye başlayan ilk kelimesinden dolayı “Sebbih sûresi” diye de anılır.
Resulullah Aleyhisselâm A’lâ sûre-i şerif’ini çok severdi. Vitir, Bayram ve Cuma namazlarında ve hatta son olarak kıldırdığı akşam namazının ilk rekâtında onu okumuştur.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle, Allah-u Teâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih ederek başlar.
Altıncı Âyet-i kerime’ye kadar Allah-u Teâlâ’nın yüceliği ve azameti misal verilerek beyan edilmektedir.
Dokuzuncu Âyet-i kerime’ye kadar Resulullah Aleyhisselâm’ın kendisine vahyedilen Âyet-i kerime’leri bir daha unutmaması, ezberleyip hafızasına aldığı bildirilmektedir.
On dördüncü Âyet-i kerime’ye kadar öğüt vermenin önemi, ancak Allah’tan korkanların öğüt alacakları, bedbaht olanların kaçınacakları haber verilmektedir.
On sekizinci Âyet-i kerime’ye kadar günahlardan kaçınarak nefsini temizleyen, Rabb’inin adını anıp O’na kulluk eden kimsenin kurtuluşa ereceği, insanoğlunun dünyayı tercih ettiği, fakat ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğu açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise; bu temel esasların daha önce indirilen mukaddes sayfalarda ve kitaplarda da yer aldığı belirtilmektedir.
Tesbih ve Tenzih:
Allah-u Teâlâ müminlere Zât-ı akdes’ini tesbih etmelerini sarîh olarak emir buyurmaktadır:
“O çok yüce Rabb’inin ismini tesbih et!” (A’lâ: 1)
O’nu noksanlıklardan ve yaratıklara benzemek, ortak edinmek gibi kendisine lâyık olmayan sıfatlardan uzak tut.
Allah-u Teâlâ’yı tesbih ve tenzih etmek, müslümanın dünya saâdetini ahiret selâmetini elde etmesinin en güzel vesilesidir.
Allah-u Teâlâ’yı tesbih edip şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O’nu kemâl ve cemâl sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı zemimelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.
Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ’yı tesbih ve tenzih etmek günahların bağışlanmasına vesiledir. İnsan bu sayede ruhen inşirah bulur, içi nurlanır, ilâhî lütuflara ve mânevî yardımlara mazhar olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime nâzil olunca secdelerde: “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ” denilmesini, Vâkıa sûre-i şerif’inin son Âyet-i kerime’si nâzil olunca da rükûda: “Sübhâne Rabbiye’l-azîm” denilmesini emir buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ve askerleri (sefer sırasında) tepeleri tırmandıkça Tekbir getirirler, inişe geçince de Tesbih’te bulunurlardı.
Namaz dahi buna göre vâzedildi.” (Ahmed bin Hanbel)
Yamaçlarda “Allah-u Ekber“ diye tekbir getirirler, inişlerde “Sübhânellah“ diye tesbihte bulunurlardı.
Rivâyet ayrıca namazdaki tekbir ve tesbihlerin de buna benzetilerek namazda yer aldığını belirtmektedir. Yani rükû ve secde hallerinde tesbih, rükû ve secdeden doğrulurken tekbir getirilmektedir.
Kaza ve Kader:
Kaza ve kadere inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, fayda ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsinin; Allah-u Teâlâ’nın takdiriyle, tertibiyle, dilemesi ve yaratması ile meydana geldiğine inanmak demektir.
“O Rabb ki, yaratıp düzene koymuştur.” (A’lâ: 2)
Her şeyi yaratmış ve onların yaratılışlarını bir düzen içinde yapmıştır. Kişilerin şekil ve şemâlini, güzellik ve çirkinliğini, mutluluk ve bedbahtlığını, hidayet ve sapıklığını, rızkını, ecelini ve diğer hususları ilim ve iradesiyle belli bir ölçü içinde düzenlemiştir.
“Her şeyi takdir edip (plânlayıp) doğru yolu göstermiştir.” (A’lâ: 3)
Kader ve takdir; bir şeyi belirli bir ölçüye göre yapmak, plânlamak, tayin etmek demektir. Sınırlama, ölçü, miktar, emir ve hüküm mânâlarına da gelir.
İslâm dini’ne göre; Allah-u Teâlâ’nın ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeylerin yerini ve zamanını, en ince teferruatına varıncaya kadar her şeyi ezelî ilmi ile bilip takdir etmesine kader denir. Ezelde irade ve takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince Levh-i mahfuz’da yazıldığı şekilde meydana getirmesine de kaza denir.
Bunun delili yine Âyet-i kerime’lerde beyan edilmektedir:
“O Rabb’in ki, topraktan yeşillikleri çıkarmıştır.” (A’lâ: 4)
Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Allah-u Teâlâ’dır. İnsanların bu hususta hiçbir kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiçbir şey yapmamışlardır.
“Sonra da onu kupkuru siyah bir çöpe çevirmiştir.” (A’lâ: 5)
İşte gerçeklere kulak tıkayan kişiler de böyle çerçöp olup gideceklerdir. İşte dünyanın da hâli budur. Başlangıçta ne kadar güzel de olsa, nihayetinde serap olacaktır.
_____________________________________________________________________________________
A'LÂ SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Ümmî Peygamber:
Resulullah Aleyhisselâm kırk yaşına ulaştığı yılda, Ramazan ayının Kadir gecesi'nde, sabah olurken ilk defa Kur'an-ı kerim vahyedilmeye başlanmıştır. Peygamberlik müddeti süresince zaman zaman ve çeşitli vesilerle, âyet âyet, sûre sûre nâzil olmuş ve yirmi üç senede tamamlanmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm gelen vahyi etrafında bulunan "Vahiy Katipleri"ne yazdırır, her Âyet-i kerime'nin hangi sureye yazılacağını işaret buyururdu. Daha sonra tashih etmek üzere okutur, sonra bu vahiyleri erkeklere ve kadınlara ayrı ayrı okurdu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine gelen vahyi hemen ezberlemiş olur ve aslâ unutmazdı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Seni okutacağız da hiç unutmayacaksın!" buyurmuştur. (A'lâ: 6)
Bu beyân-ı ilâhî Resulullah Aleyhisselâm hakkında bir mucize numunesidir. Çünkü o, hiçbir şey okumuş ve yazmış değildi. Onun kitapla, okuma yazma ile, geçmişlerin tarihini dinlemekle meşgul olmadığı herkesce bilinmektedir.
Zira o, okumak ve yazmak için değil; okutmak ve yazdırmak için gönderilmişti. Verdiği haberlerin, öğrettiği hakikatlerin menbaı tamamen İlâhi'dir. O menbâdan sulanan bir şuurda dünyevî tahsil aramak, böyle bir kaynağın mevcudiyetini inkâr etmek demektir.
Okuyup yazmak için bir muallimden öğrenmek lâzımdır. O öyle bir Zât-ı âlî'dir ki, onun böyle bir kimseye minnettarlığı, beşeri bir ilim kaynağına ihtiyacı yoktur. Muallimi ve mürebbisi bizzat Allah-u Teâlâ'dır.
Ümmî sıfatı onun mucizesidir. Hiçbir kitap okumadığı, aslâ hiç kimseden tek harf öğrenmediği, yazı da yazmadığı halde; geçmişin ve geleceğin ilimlerini özünde toplamıştı. Kendisinden evvel gelip geçen peygamberlerin hallerini, kıssalarını, mucizelerini gerçeğe uygun olarak olduğu gibi haber vermişti. Kur'an-ı kerim'i ezberinde tutuyordu.
"Ancak Allah'ın dilediği müstesnâ." (A'lâ: 7)
Allah-u Teâlâ dilerse onu unutturabilir. Bu durum O'nun ezelî ve sınırsız iradesine bağlıdır.
"Şüphesiz ki O, açığı da bilir, gizliyi de bilir." (A'lâ: 7)
Ezelî ve ebedî ilmi ile, zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük ve büyük, gizli ve âşikâr, olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur. Hiçbir şey sonsuz ve sınırsız ilminden gizlenemez. O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
"Seni en kolaya muvaffak kılacağız." (A'lâ: 8)
Her hususta en kolay yola erdireceğiz.
Din Nasihattır:
Allah-u Teâlâ beşeriyeti irşad için en güzel metodlarla dâvet vazifesinin yerine getirilmesini emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Faydalı olacaksa öğüt ver!" (A'lâ: 9)
Hidayete ermeleri için insanlara teşvikte bulun, kalplerinin içlerine ulaşacak şekilde etkili sözlerle onlara nasihat et. Din nasihatla kâim olduğu için, az bile olsa muhakkak ki faydası olur.
"Allah'tan korkan öğüt alacaktır." (A'lâ: 10)
Kalbinde Allah korkusu bulunan kimseler istifade ederler, bu sayede ahiret için gereken hazırlığı yaparlar, ecel gelince de Allah-u Teâlâ'nın huzuruna takvâ ile varmaya çalışırlar.
"Bedbaht olan ise ondan kaçınacaktır." (A'lâ: 11)
Onların hidayete ermesi, hakikati bulması düşünülemez. Çünkü onlar ne işitirler ne de anlarlar, hiçbir ikaza aldırış etmezler. Onları zorla inandırmakla yükümlü olmadığın gibi, İslâm'ı din olarak seçmemelerinin sebebi de senden sorulmayacaktır. İman ederlerse menfaati, etmezlerse zararı ve sorumluluğu onlara âittir.
Kelâmullah'ı dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası dokunmaz. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hidayete erdiremez. Bütün kalpler Allah-u Teâlâ'nın kudret elindedir, dilediğine hidayet eder.
"O kimse en büyük ateşe girer." (A'lâ: 12)
Dünya ateşleri her ne kadar çok ve büyük de olsalar, cehennem ateşine nispetle pek küçük kalırlar. Onun sıcaklığı hiçbir şeyin sıcaklığına benzemez.
"O ateşin içinde ne ölür ne de yaşar." (A'lâ: 13)
Cehennem azaplarından birisi de ölüm azabıdır.
Ölmez ki, ölümle dünya azâbından kurtulduğu gibi kurtulsun, azabı son bulsun. O kadar azâbın içinde hayat bulması da imkânsızdır. Böylesine bir hayatın içinde yaşayanlara "Yaşıyorlar" denilemez.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de:
"Ölüm her yandan geldiği halde ölemez." buyuruluyor. (İbrahim: 17)
Ölüm sebepleri her taraftan kendisini kuşatır. Kıl ucuna varıncaya kadar bütün bedeni ve organları acı duyar, fakat ölemez. Çünkü azabını çekecek ve tamamlayacaktır. Ölüp de azaplardan kurtulamayacaktır.
Bu cezâ ölene kadar imansız yaşayan, Allah'a peygamber'e isyan eden, şirk ve küfür üzere olan kimseler içindir.
Dünya İle Ahiret Arasında Tercih:
Kendisine yapılan hatırlatmalardan ders ve öğüt olarak şirk ve küfürden, isyan ve günahlardan temizlenen, kalbi ve diliyle Rabb'ini zikredip beş vakit namazını kılan kimse sapıklıktan kurtulmuş, umduğuna ermiş olur.
"Temizlenen ve Rabb'inin adını anıp namaz kılan kurtulmuştur." (A'lâ: 14-15)
İmanı sayesinde küfür murdarlığından kurtulmuş, zikrullahla kalbini mâsivâ kirlerinden arındırıp nurlandırmış, feyizli ibadetlerle Rabb'ine yaklaşmış, böylece dünya saâdetine ve ahiret selâmetine kavuşmuş olanlara ne mutlu!
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar ise büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
"Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz." (A'lâ: 16)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
"Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir." (A'lâ: 17)
Çünkü ahiret hayatı ebedîdir. Akıllı insan ebedî olanı geçici olana tercih etmez.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri bu Âyet-i kerime'yi okuyarak şöyle buyurmuştur:
"Dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercih etmemizin sebebini bilir misiniz? Dünya hazır önümüzde duruyor. Yiyecekleri, içecekleri, kadınları, zevk ve güzellikleri ile hemen takdim edilip bize veriliyor. Ahiret ise önümüzde gözle görülür durumda hazır bulunmuyor. O bakımdan biz peşin olanı aldık, sonra verilecek olanı bırakıverdik."
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münâfığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ'ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nâil olabilirler, yaşadıkları müddetçe bu imkânlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.
Suhuf:
İlk gelen ilâhî kitaplar, küçük toplulukların ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde sahifelerden ibaret idi.
Âdem Aleyhisselâm'a on sayfa, Şit Aleyhisselâm'a elli sayfa, İdris Aleyhisselâm'a otuz sayfa, İbrahim Aleyhisselâm'a on sayfa indirilmişti. Bugün bu sayfalardan hiçbiri mevcut değildir.
Suhuf adı verilen bu kitaplardaki bilgiler daha tafsilâtlı bir şekilde Kitab-ı kerim'imizde bizlere anlatılmıştır.
"Doğrusu bu hükümler ilk sahifelerde, İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde de vardır." (A'lâ: 18-19)
Âdem Aleyhisselâm'a verilen kitap, bazı hak kelimelerden ibaretti. İbrahim Aleyhisselâm'a verilen kitap da bazı kelimelerden ibaretti. Âyet-i kerime'lerde beyan buyurulduğuna göre, Musa Aleyhisselâm'ın kitabı da sayfalardan ibaretti. Muhammed Aleyhisselâm'ın kitabına gelince, o hepsine hakim olan bir kitaptır.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminin ortalarında, müşriklerin inananlara işkence yapmaya başlamaları üzerine nâzil olmuştur. On dokuz Âyet-i kerime, yetmiş iki kelime ve iki yüz doksan bir harften müteşekkildir.
Adını ilk Âyet-i kerime’de geçen “A’lâ” kelimesinden alır. “Sebbih” diye başlayan ilk kelimesinden dolayı “Sebbih sûresi” diye de anılır.
Resulullah Aleyhisselâm A’lâ sûre-i şerif’ini çok severdi. Vitir, Bayram ve Cuma namazlarında ve hatta son olarak kıldırdığı akşam namazının ilk rekâtında onu okumuştur.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle, Allah-u Teâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih ederek başlar.
Altıncı Âyet-i kerime’ye kadar Allah-u Teâlâ’nın yüceliği ve azameti misal verilerek beyan edilmektedir.
Dokuzuncu Âyet-i kerime’ye kadar Resulullah Aleyhisselâm’ın kendisine vahyedilen Âyet-i kerime’leri bir daha unutmaması, ezberleyip hafızasına aldığı bildirilmektedir.
On dördüncü Âyet-i kerime’ye kadar öğüt vermenin önemi, ancak Allah’tan korkanların öğüt alacakları, bedbaht olanların kaçınacakları haber verilmektedir.
On sekizinci Âyet-i kerime’ye kadar günahlardan kaçınarak nefsini temizleyen, Rabb’inin adını anıp O’na kulluk eden kimsenin kurtuluşa ereceği, insanoğlunun dünyayı tercih ettiği, fakat ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğu açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise; bu temel esasların daha önce indirilen mukaddes sayfalarda ve kitaplarda da yer aldığı belirtilmektedir.
Tesbih ve Tenzih:
Allah-u Teâlâ müminlere Zât-ı akdes’ini tesbih etmelerini sarîh olarak emir buyurmaktadır:
“O çok yüce Rabb’inin ismini tesbih et!” (A’lâ: 1)
O’nu noksanlıklardan ve yaratıklara benzemek, ortak edinmek gibi kendisine lâyık olmayan sıfatlardan uzak tut.
Allah-u Teâlâ’yı tesbih ve tenzih etmek, müslümanın dünya saâdetini ahiret selâmetini elde etmesinin en güzel vesilesidir.
Allah-u Teâlâ’yı tesbih edip şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O’nu kemâl ve cemâl sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı zemimelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.
Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ’yı tesbih ve tenzih etmek günahların bağışlanmasına vesiledir. İnsan bu sayede ruhen inşirah bulur, içi nurlanır, ilâhî lütuflara ve mânevî yardımlara mazhar olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime nâzil olunca secdelerde: “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ” denilmesini, Vâkıa sûre-i şerif’inin son Âyet-i kerime’si nâzil olunca da rükûda: “Sübhâne Rabbiye’l-azîm” denilmesini emir buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ve askerleri (sefer sırasında) tepeleri tırmandıkça Tekbir getirirler, inişe geçince de Tesbih’te bulunurlardı.
Namaz dahi buna göre vâzedildi.” (Ahmed bin Hanbel)
Yamaçlarda “Allah-u Ekber“ diye tekbir getirirler, inişlerde “Sübhânellah“ diye tesbihte bulunurlardı.
Rivâyet ayrıca namazdaki tekbir ve tesbihlerin de buna benzetilerek namazda yer aldığını belirtmektedir. Yani rükû ve secde hallerinde tesbih, rükû ve secdeden doğrulurken tekbir getirilmektedir.
Kaza ve Kader:
Kaza ve kadere inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, fayda ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsinin; Allah-u Teâlâ’nın takdiriyle, tertibiyle, dilemesi ve yaratması ile meydana geldiğine inanmak demektir.
“O Rabb ki, yaratıp düzene koymuştur.” (A’lâ: 2)
Her şeyi yaratmış ve onların yaratılışlarını bir düzen içinde yapmıştır. Kişilerin şekil ve şemâlini, güzellik ve çirkinliğini, mutluluk ve bedbahtlığını, hidayet ve sapıklığını, rızkını, ecelini ve diğer hususları ilim ve iradesiyle belli bir ölçü içinde düzenlemiştir.
“Her şeyi takdir edip (plânlayıp) doğru yolu göstermiştir.” (A’lâ: 3)
Kader ve takdir; bir şeyi belirli bir ölçüye göre yapmak, plânlamak, tayin etmek demektir. Sınırlama, ölçü, miktar, emir ve hüküm mânâlarına da gelir.
İslâm dini’ne göre; Allah-u Teâlâ’nın ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeylerin yerini ve zamanını, en ince teferruatına varıncaya kadar her şeyi ezelî ilmi ile bilip takdir etmesine kader denir. Ezelde irade ve takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince Levh-i mahfuz’da yazıldığı şekilde meydana getirmesine de kaza denir.
Bunun delili yine Âyet-i kerime’lerde beyan edilmektedir:
“O Rabb’in ki, topraktan yeşillikleri çıkarmıştır.” (A’lâ: 4)
Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Allah-u Teâlâ’dır. İnsanların bu hususta hiçbir kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiçbir şey yapmamışlardır.
“Sonra da onu kupkuru siyah bir çöpe çevirmiştir.” (A’lâ: 5)
İşte gerçeklere kulak tıkayan kişiler de böyle çerçöp olup gideceklerdir. İşte dünyanın da hâli budur. Başlangıçta ne kadar güzel de olsa, nihayetinde serap olacaktır.
_____________________________________________________________________________________
A'LÂ SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Ümmî Peygamber:
Resulullah Aleyhisselâm kırk yaşına ulaştığı yılda, Ramazan ayının Kadir gecesi'nde, sabah olurken ilk defa Kur'an-ı kerim vahyedilmeye başlanmıştır. Peygamberlik müddeti süresince zaman zaman ve çeşitli vesilerle, âyet âyet, sûre sûre nâzil olmuş ve yirmi üç senede tamamlanmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm gelen vahyi etrafında bulunan "Vahiy Katipleri"ne yazdırır, her Âyet-i kerime'nin hangi sureye yazılacağını işaret buyururdu. Daha sonra tashih etmek üzere okutur, sonra bu vahiyleri erkeklere ve kadınlara ayrı ayrı okurdu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine gelen vahyi hemen ezberlemiş olur ve aslâ unutmazdı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Seni okutacağız da hiç unutmayacaksın!" buyurmuştur. (A'lâ: 6)
Bu beyân-ı ilâhî Resulullah Aleyhisselâm hakkında bir mucize numunesidir. Çünkü o, hiçbir şey okumuş ve yazmış değildi. Onun kitapla, okuma yazma ile, geçmişlerin tarihini dinlemekle meşgul olmadığı herkesce bilinmektedir.
Zira o, okumak ve yazmak için değil; okutmak ve yazdırmak için gönderilmişti. Verdiği haberlerin, öğrettiği hakikatlerin menbaı tamamen İlâhi'dir. O menbâdan sulanan bir şuurda dünyevî tahsil aramak, böyle bir kaynağın mevcudiyetini inkâr etmek demektir.
Okuyup yazmak için bir muallimden öğrenmek lâzımdır. O öyle bir Zât-ı âlî'dir ki, onun böyle bir kimseye minnettarlığı, beşeri bir ilim kaynağına ihtiyacı yoktur. Muallimi ve mürebbisi bizzat Allah-u Teâlâ'dır.
Ümmî sıfatı onun mucizesidir. Hiçbir kitap okumadığı, aslâ hiç kimseden tek harf öğrenmediği, yazı da yazmadığı halde; geçmişin ve geleceğin ilimlerini özünde toplamıştı. Kendisinden evvel gelip geçen peygamberlerin hallerini, kıssalarını, mucizelerini gerçeğe uygun olarak olduğu gibi haber vermişti. Kur'an-ı kerim'i ezberinde tutuyordu.
"Ancak Allah'ın dilediği müstesnâ." (A'lâ: 7)
Allah-u Teâlâ dilerse onu unutturabilir. Bu durum O'nun ezelî ve sınırsız iradesine bağlıdır.
"Şüphesiz ki O, açığı da bilir, gizliyi de bilir." (A'lâ: 7)
Ezelî ve ebedî ilmi ile, zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük ve büyük, gizli ve âşikâr, olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur. Hiçbir şey sonsuz ve sınırsız ilminden gizlenemez. O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
"Seni en kolaya muvaffak kılacağız." (A'lâ: 8)
Her hususta en kolay yola erdireceğiz.
Din Nasihattır:
Allah-u Teâlâ beşeriyeti irşad için en güzel metodlarla dâvet vazifesinin yerine getirilmesini emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Faydalı olacaksa öğüt ver!" (A'lâ: 9)
Hidayete ermeleri için insanlara teşvikte bulun, kalplerinin içlerine ulaşacak şekilde etkili sözlerle onlara nasihat et. Din nasihatla kâim olduğu için, az bile olsa muhakkak ki faydası olur.
"Allah'tan korkan öğüt alacaktır." (A'lâ: 10)
Kalbinde Allah korkusu bulunan kimseler istifade ederler, bu sayede ahiret için gereken hazırlığı yaparlar, ecel gelince de Allah-u Teâlâ'nın huzuruna takvâ ile varmaya çalışırlar.
"Bedbaht olan ise ondan kaçınacaktır." (A'lâ: 11)
Onların hidayete ermesi, hakikati bulması düşünülemez. Çünkü onlar ne işitirler ne de anlarlar, hiçbir ikaza aldırış etmezler. Onları zorla inandırmakla yükümlü olmadığın gibi, İslâm'ı din olarak seçmemelerinin sebebi de senden sorulmayacaktır. İman ederlerse menfaati, etmezlerse zararı ve sorumluluğu onlara âittir.
Kelâmullah'ı dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası dokunmaz. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hidayete erdiremez. Bütün kalpler Allah-u Teâlâ'nın kudret elindedir, dilediğine hidayet eder.
"O kimse en büyük ateşe girer." (A'lâ: 12)
Dünya ateşleri her ne kadar çok ve büyük de olsalar, cehennem ateşine nispetle pek küçük kalırlar. Onun sıcaklığı hiçbir şeyin sıcaklığına benzemez.
"O ateşin içinde ne ölür ne de yaşar." (A'lâ: 13)
Cehennem azaplarından birisi de ölüm azabıdır.
Ölmez ki, ölümle dünya azâbından kurtulduğu gibi kurtulsun, azabı son bulsun. O kadar azâbın içinde hayat bulması da imkânsızdır. Böylesine bir hayatın içinde yaşayanlara "Yaşıyorlar" denilemez.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de:
"Ölüm her yandan geldiği halde ölemez." buyuruluyor. (İbrahim: 17)
Ölüm sebepleri her taraftan kendisini kuşatır. Kıl ucuna varıncaya kadar bütün bedeni ve organları acı duyar, fakat ölemez. Çünkü azabını çekecek ve tamamlayacaktır. Ölüp de azaplardan kurtulamayacaktır.
Bu cezâ ölene kadar imansız yaşayan, Allah'a peygamber'e isyan eden, şirk ve küfür üzere olan kimseler içindir.
Dünya İle Ahiret Arasında Tercih:
Kendisine yapılan hatırlatmalardan ders ve öğüt olarak şirk ve küfürden, isyan ve günahlardan temizlenen, kalbi ve diliyle Rabb'ini zikredip beş vakit namazını kılan kimse sapıklıktan kurtulmuş, umduğuna ermiş olur.
"Temizlenen ve Rabb'inin adını anıp namaz kılan kurtulmuştur." (A'lâ: 14-15)
İmanı sayesinde küfür murdarlığından kurtulmuş, zikrullahla kalbini mâsivâ kirlerinden arındırıp nurlandırmış, feyizli ibadetlerle Rabb'ine yaklaşmış, böylece dünya saâdetine ve ahiret selâmetine kavuşmuş olanlara ne mutlu!
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar ise büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
"Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz." (A'lâ: 16)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
"Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir." (A'lâ: 17)
Çünkü ahiret hayatı ebedîdir. Akıllı insan ebedî olanı geçici olana tercih etmez.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri bu Âyet-i kerime'yi okuyarak şöyle buyurmuştur:
"Dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercih etmemizin sebebini bilir misiniz? Dünya hazır önümüzde duruyor. Yiyecekleri, içecekleri, kadınları, zevk ve güzellikleri ile hemen takdim edilip bize veriliyor. Ahiret ise önümüzde gözle görülür durumda hazır bulunmuyor. O bakımdan biz peşin olanı aldık, sonra verilecek olanı bırakıverdik."
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münâfığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ'ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nâil olabilirler, yaşadıkları müddetçe bu imkânlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.
Suhuf:
İlk gelen ilâhî kitaplar, küçük toplulukların ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde sahifelerden ibaret idi.
Âdem Aleyhisselâm'a on sayfa, Şit Aleyhisselâm'a elli sayfa, İdris Aleyhisselâm'a otuz sayfa, İbrahim Aleyhisselâm'a on sayfa indirilmişti. Bugün bu sayfalardan hiçbiri mevcut değildir.
Suhuf adı verilen bu kitaplardaki bilgiler daha tafsilâtlı bir şekilde Kitab-ı kerim'imizde bizlere anlatılmıştır.
"Doğrusu bu hükümler ilk sahifelerde, İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde de vardır." (A'lâ: 18-19)
Âdem Aleyhisselâm'a verilen kitap, bazı hak kelimelerden ibaretti. İbrahim Aleyhisselâm'a verilen kitap da bazı kelimelerden ibaretti. Âyet-i kerime'lerde beyan buyurulduğuna göre, Musa Aleyhisselâm'ın kitabı da sayfalardan ibaretti. Muhammed Aleyhisselâm'ın kitabına gelince, o hepsine hakim olan bir kitaptır.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh