SÖZLER ve NOTLAR - 17
Mürşid-i Kâmil’in Nazarı
Dar Boğaza Doğru:
– Bir arzunuz olur mu?
– Efendim sizi dertlerimizle çok üzdüğümüzün farkındayız.
– Bizim üzüntümüz yalnız sizin için efendim. “Bana ne?” için Allah’ım beni halketmemiş. Bu yol “Ben yaşayayım sen öl!” yolu değil. Hazret-i Allah’ın ihsan ettiği ışıkla ilerisini haber vermeye gayret ediyorum. “İleride ateş var, çukur var!” diyoruz. Hem dünya hem de ahirete şâmil.
Biz kardeşlere o zamandan bu zamana: “Gittikçe dar boğaza gidiyoruz, şimdiden tedbirinizi alın. Sanmayın ki önde istikbal var, al tedbirini kurtul, borçlu olma, borçlu ölme!” diyoruz. Borç ödemek günden güne güçleşiyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Borçlu olarak ölenlerin kabirlerinde elleri omuzlarına bağlıdır, borçlarının ödenmesinden başka bir şey ellerini açamaz.” buyuruyorlar. (Münâvî)
Ben ebedî hayatımı mahvedeceğim, âleme miras bırakacağım? Akıl işi mi bu? Hayır!.. Önce kendimi kurtarayım, neslime de güzel bir yol bırakayım. Temiz bir yol, helâl bir rızık, borç değil. (13 Temmuz 1983)
Yolların Ayrıldığı Nokta:
– Mânâda pek mâneviyatla alâkası olmayan bir arkadaşımla üç yol kavşağı bir yerde bulunuyoruz. Tam karşımızdaki yoldan genç-ihtiyar, kadın-erkek çok kalabalık insanlar bize doğru geliyorlardı. Önümüze geldiklerinde aralarından pek azı sağa doğru giden yola, büyük çoğunluk ise sola doğru giden yola dönüyorlardı.
Arkadaşıma: “Bak işte, yarın mahşerde de böyle olacak.” dedim. “Ferîkun fil-cenneti = Bir fırka cennette!” Âyet-i kerime’sini okuyarak sağ kolumla sağa doğru gidenleri işaret ettim. Daha sonra “Ve ferîkun fis-saîr = Bir fırka da ateşte!” Âyet-i kerime’sini okuyarak sol kolumla sola doğru gidenleri işaret ettim.
O anda sahne birden değişti, orası mahşer yeri oluverdi. Cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme gidiyorlardı. Hiç kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Heyecanla duâ etmeye başladım. “Allah’ım bunları kurtar! Allah’ım bunları kurtar!” derken uyandım.
– Görünüşte basit, fakat çok mühim bir rüyâ. Herkese hakikati az sözle anlatmak gerekiyor. Ola ki Allah’ımız hidâyet bahşeder de, ahiret felâketinden kurtarır.
Cennet-i âlâya gidenler çok az, cehenneme gidenler pek çok. Cidden çok çalışmamız lâzım. (2 Nisan 1983)
Beklenen Âfâtlar:
Kardeşimiz mânâda Nuh Aleyhisselâm’ın gemisini görmüş. Kıyıya yanaşmış, hayvanlar hızla gemiden fırlamışlar, yeryüzüne dağılacaklarmış.
Arzedildiğinde buyurdular ki:
“Allah’ımız muhafaza buyursun, büyük bir âfât beklenebilir. İnsanların çok azalacağına alâmet. Dünya büyük bir hızla harbe doğru gidiyor. Koptuğu zaman işte büyük felâket. Ondan sonra insanlar çoğalacak.
Gün bugün, yarın ne olacağı belli değil.” (30 Ocak 1985)
Gün Bugün:
– Rüyâmda gördüm ki İsa Aleyhisselâm zuhur etmiş. Yanında Mehdi Resul Hazretleri de vardı. Yanyana önümden geçtiler. Öyle heybetli idiler ki, uyandıktan sonra uzun müddet etkisi altında kaldım.
– Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde, Allah-u Teâlâ’nın İsa Aleyhisselâm’ı bir hakem olarak göndereceğini, haçı kıracağını, domuzu öldüreceğini, cizyeyi kaldıracağını haber vermektedir. Deccâl’in fitnesinden müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecektir. (Buhârî)
Hazret-i Allah ona öyle bir şecaat verecek ki, Mehdi Resul ile işbirliği yaparak fütuhatlara ıslahatlara başlayacaktır. Ne zaman? Onu Sahibim bilir.
– Notlar’da “Hazret-i Allah mülkünün temizleyicisini gönderecek.” buyuruyorsunuz.
– O söz akmış, haberimiz yok. Evet, mülkünü temizleyecek. Fakat bu arada çok kanlar dökülecek. Önümüzde tasavvura sığmayan harpler var. Bütün dünya insan öldürmek için hazırlık yapıyor. Bu silahlar patladığı zaman Hazret-i Allah büyük kavimleri kahredecek, az insan kalacak.
Çok uzun sürmese de, İsa Aleyhisselâm’dan sonra bir müddet büyük saâdet olacak. Ondan sonra tekrar bozulacak ve artık bir daha da düzelmeyecek.
Gün bugün, yarın ne olacağını Sahibim bilir. İyiliğe çalışan iyiliğini hazırlar, kötülüğe çalışan kötülüğünü hazırlar. Allah’ım bizi lütfu ile hazırlattıklarından etsin. Bugün çalışma günü, insanları dalâletten hakikate çekmek için çalışma günü. (27 Ağustos 1985)
Mürşid-i Kâmil’in Nazarı:
“Tasarruf sahibi bir mürşid-i kâmil, Hazret-i Allah’ın ezelden nasipdar ettiği bir müridin ruhunu alır, takdirdeki nasibine kadar çıkarır. Nefsini de tasarrufu ile tezkiye ettirir. Bu yalnız mürşid-i kâmil’e mahsustur, mürşid bunu yapamaz. Mürid hiç çalışmadan çok yol alır. Oradan tekrar düşer. Daha evvel çıkarılmıştı, şimdi bizzat yürümesi lâzım. Artık onun işi kolaylaştı. Çünkü bir alışkanlığı var, nefis tezkiye görmüştü, ruh da kuvvet bulmuştu. İhlâslı ibadetlerle çalışacak ve oraya tekrar çıkacak. Bu da yine mürşid-i kâmil’in nezaretinde, tasarrufunda olur. Onun bir nazarı kişinin içini değiştirir. Bu bir lütf-u ihsandır. Mürid az dersle çok yol alır.
Ve o daima ibtilâda ve imtihandadır. Sarsılacak mı sarsılmayacak mı? Küsecek mi, boyun mu bükecek? Ona nasibi kadar ibtilâ verilir, zamanı geldikçe onunla karşılaşacak.
Allah-u Teâlâ o kişiye ihsan edecek ki mürşid-i kâmil bunu yapsın. Kalbi bozuk, yani cılk yumurta gibi olan bir şey alamaz. Gelir gider, gelir gider, çeşmeden su alamaz. O nasipsizdir.
Mürşid, tasarrufu olmadığı için mürşid-i kâmil’in yaptığını yapamaz. O kendisini bile yükseltemez. Yükü müridana yükler, çok ders verir. ‘Yürü de git!’ der.
Evet mürşid de vazifelidir. Bir kaymakamın idaresi bir kazayı, bir valinin idaresi bir vilayeti, bir reis-i cumhurun idaresi de bir devleti içine alır. Mâneviyat da böyledir. Hepsinin kendine göre vazifeleri ve salâhiyetleri vardır. Hazret-i Allah nasıl tecelli ettiyse, nasıl murad ettiyse öyle olur. (6 Ağustos 1980)
“Osman Yeter!”
Bir sohbetlerinde arzettiği Bursalı Hacı Osman efendinin, Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine intisabını anlattı:
“Kabristan yolunda ihtiyar bir bakkal var o anlatmıştı, ona anlattığını size anlatıyoruz.
‘Birgün Konya’dan trene biniyordum, sakallı bir zât da benimle beraber bindi, birçok kimseler onu yolcu ettiler. Mevzu açıldı. Dedi ki:
‘Ben İstanbul’da Fatih cami-i şerifinin vâizi idim, her kürsüye çıktığımda Tarikat-ı aliye’nin aleyhinde konuşurdum, ilk vazifem bu idi. Bir gün cemaatın ortasında bir zât çıktı. ‘Osman yeter!’ dedi. O zât Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri idi. ‘Yeter!’ deyince durdum, ne söyleyeceğimi bilemedim. O akşam âlem-i mânâda kendimi bir fino köpeği olarak gördüm. Çok susamışım, kıvranıyorum. İki tane çeşme var, birisi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e âit, diğeri ise Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Haretlerine âit. Bir oraya koşuyorum, bir oraya koşuyorum. Nihayet Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
‘Açıver açıver!..’ buyurdu. Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri çeşmeyi açtı, ben de o çeşmeden içtim içtim, o kadar çok içtim ki... Daha sonra intisap nasip oldu. Ondan sonra her kürsüye çıktığımda hep Tarikat-ı aliye’nin güzelliğinden bahsettim. Ben yine o fino köpeğiyim.’
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri onun hakkında:
‘Bir âlimin ölmesiyle denizdeki balıklar, ağaçtaki kuşlar ağlar. Nerede kaldı ki Hacı Osman efendi vazifeliydi.’ buyurmuş.
Bizzat ondan duymuştum, gasledilirken sol tarafı simsiyah imiş, Lâfza-i celâl’in ateşi içini de dışını da yakmış. Az evvel ne idi, biraz sonra ne oldu. Bir defacık: ‘Yeter!’ demesiyle bunlar oluyor. Hazret-i Allah o vakte getirmedikçe olmuyor.”
Nimetin Kıymetini Bilmek:
– Namaza yeni başladığım günlerde idi. Bir gece yattım, uyuduğumu zannetmiyorum, uyanık olduğumu da zannetmiyorum.
– O hâle yakaza tâbir olunur efendim.
– O anda bir ses: ‘Bu şeytandır, onunla güreş tutacaksın!’ dedi. Kan-ter içinde kalmışım. En sonunda: ‘Yendiniz, yendiniz, yendiniz!..’ diye seslendiler.
– Hazret-i Allah’ın lütfu olmuş, tecelliyâta mazhar olmuşsunuz. O’nun lütfu ile şeytana galebe çaldırılmışsınız. Onun içindir ki bu büyük bir nimettir, büyük ihsandır, büyük ikramdır.
Allah’ımız nimetin kıymetini bildirdiği, duyurduğu kullarından etsin, üzerimizden mahrum etmesin. (10 Nisan 1982)
Lütuf Birliğine Dahil Olmak:
– Efendim ben üç ay kadar önce derse başladım.
– Allah’ım kabul buyursun.
– Bu kardeşimiz sağolsun dersi tarif etti.
– Allah râzı olsun.
– Derse başladıktan bir kaç gün sonra idi. Sabah dersini yaparken oturduğum yerde uyuyakalmışım. Bir de gördüm ki büyük bir câmide imişim. Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- Hazretleri ezan okumuş, Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de namaz kıldırıyordu. Arkasında dört halifesi ve sarıklı-cübbeli zâtlar saf olmuşlar namaz kılıyorlardı. ‘Bunlar kim?’ dedim, ‘Bunlar evliyâullah.’ dediler. ‘Bu kadar az mı?’ diye içimden geçerken, câmi o kadar büyüdü o kadar büyüdü ki, arkaya doğru baktım, câminin uzunluğunu ve o zâtların çokluğunu göz almıyordu. ‘Babamı da çağırayım, bu sahneyi babam da görsün.’ derken uyandım.
– Elhamdülillâh... Hazret-i Allah ihsan ve ikramda bulunmuş, sizi o lütuf meclisine nâil ve dahil etmiş. Bunun saâdetlerin en büyüğü olduğunu bilmeniz ve Hazret-i Allah’a şükürler etmeniz lâzımdır.
Nereye girdiğinizi nerede bulunduğunuzu size ayne’l-yakîn göstermişler değil mi?
Artık bundan sonra herhangi bir tereddüt veya herhangi bir celpciye kulak vermeniz büyük bir hatadır ve sizi büyük kayıplara uğratır. Ne demek bu? Ekilmiş bir yerden sökülürsen kurumaya mahkumsun.
Allah’ımız ihsan ettiği, ikram ettiği nimetin kıymetini bildirdiği kullarından etsin.
Ve size diyorlar ki: “Yakınlarınıza ve sevdiklerinize duyurun, nasipleri varsa onlar da iştirak ederler.” (10 Nisan 1982)
Dilenci Hâline Bürünmek:
– Sizler de âfiyettesiniz inşaallah?
– Allah râzı olsun efendim.
– Allah’ımız cümlemizden râzı olsun, râzı olduklarının yüzü suyu hürmetine...
Eğer biz hakikaten Allah’ımızın rızâsına muhtaç olduğumuzu anladığımız zaman, o bize çok çok ihsan ve ikramda bulunacak. Bunu böyle bilelim.
Meselâ çok muhtaç bir dilenci var. ‘Acaba bu bana bir şey verir mi?’ diye insanın gözünün içine bakar. İhtiyacını hâl ile karşıdakine hissettirir.
O küçücük bir ihtiyacının izalesi için bu kadar boyun bükerse, ya bizim ne hâle bürünmemiz lâzım.
Allah’ımız bize bu hâli duyursun ki O’na her hâliyle muhtaç olduğumuzu bilelim, âcizliğimizi ibraz edelim ve öylece dilenelim.
Gani olan Hazret-i Allah dilerse çok çok ikram ve ihsanda bulunur.
O çok ihsanda biz ise çok isyanda olduğumuz için lâyık-ı veçhile o ihtiyacı hissedemiyoruz. (15 Mayıs 1982)
Günahtaki Sır (1):
“Size bir sır vereceğiz şimdi. Hazret-i Allah bir kula sermaye verir, o sermaye ile çalışır, çok işler yapar, kendisinin çok sermayesi olduğuna inanır.
Bu arada Hazret-i Allah ona bir hata ettirip günah işletir. O ise buna sevindiği kadar, kazandığı sevaba sevinmez. Tefâhür edecek, övünecek bir yeri kalmadığı için Hazret-i Allah’a şükreder.
Gerçekten de bir sermaye sahibi olduğuna inanırken, bu sefer sermaye elinden gider. İflâs halinde Hazret-i Allah’a boyun büker:
‘Allah’ım! Kapına geldim. Hem öyle geldim ki, iflâs etmiş olarak, iflâsımı da itiraf ederek geldim. Anladım ki benden âciz, benden âdi, benden günahkâr, benden mücrim kimse yok!.. Bir tek sermayem var, o da sana boyun bükmek.’
Fakat insan düştüğü zaman bunu idrâk eder. Bunları ancak o günah söyletir.
Yalnız bu demek değildir ki, günah işleyelim de sonra tevbe edelim. Burası çok ince bir noktadır. Cenâb-ı Hakk cehenneme bir çok insanları dolduracak, günah işledikleri için dolduracak. O başka, bu başka.” (21 Mayıs 1983)
Günahtaki Sır (2):
“Şeytan, insana Cenâb-ı Hakk’ın yol verdiği kadar musallat olabilir, fazla olmaz. Bu yol verme iki türlü olur. Bazı lütfundan, bazı kahrından yol verir.
Bu nasıl olur? Lütfundan ona yol verdiği zaman, karşıdakini bir noktada günaha sokar. Görünüşte kahırdır, içi lütuftur, bu lütfu kimse anlamaz. Kendisinde bir değer olmadığını, hükümsüz bir mahluk olduğunu, günahkâr olduğunu Hazret-i Allah’a karşı ibraz eder. Bu onun için lütuf olur.
Bazısı için de kahrından şeytana yol verir. Onu sevmez, al senin olsun der. Artık o onunladır, dünyada da ahirette de. Çok ince bir nokta.
Onu ona arkadaş ediyor, cehennemde yine arkadaş, yine beraber. Allah-u Teâlâ onları birbirinden ayırmayacak.
Meğer Allah-u Teâlâ lütuf bahşetmiş olsun.” (17 Eylül 1983)
Ehil ve Nâehil:
– Efendim okulun müdürü istifa etti, istemediğim halde idarecilik yine başıma kaldı.
– Kaçana gelir. Mâneviyât da bilhassa böyledir. Kim ki önder olmak istemiyorsa, Hazret-i Allah dilerse onu seçer, öne geçirir.
Önderlikte birçok vebal var, mesuliyetler var. Onun için ehl-i hakikat hiçbir zaman baş olmak istemez. Daima kaçmak ister, kendisini lâyık görmez.
Câhil ve nâehil ise daima öne geçmek ister. Aradaki fark budur.
Kim ki bir vazifenin üstüne gidiyorsa onu geri, kim ki bir vazifeden kaçıyorsa onu ileri almak lâzım.
Fakir bu husus üzerinde çok duruyoruz. Belki yarın ahirete giderim endişesi ile, azıcık kendisini ileriye atanları mümkün olduğu kadar geriye alıyoruz. Biz onları az çok tanırız.
Yarın ihvanın başına belâ olacak olanlar işte bunlardır. Kendilerini beğenirler, üzerlerinde bir fazilet toplarlar ve vazife verilmediği halde öne geçmeye çalışırlar. Bunlara sakın aldanmayın. (19 Kasım 1983)
Mürşid-i Kâmil’in Nazarı
Dar Boğaza Doğru:
– Bir arzunuz olur mu?
– Efendim sizi dertlerimizle çok üzdüğümüzün farkındayız.
– Bizim üzüntümüz yalnız sizin için efendim. “Bana ne?” için Allah’ım beni halketmemiş. Bu yol “Ben yaşayayım sen öl!” yolu değil. Hazret-i Allah’ın ihsan ettiği ışıkla ilerisini haber vermeye gayret ediyorum. “İleride ateş var, çukur var!” diyoruz. Hem dünya hem de ahirete şâmil.
Biz kardeşlere o zamandan bu zamana: “Gittikçe dar boğaza gidiyoruz, şimdiden tedbirinizi alın. Sanmayın ki önde istikbal var, al tedbirini kurtul, borçlu olma, borçlu ölme!” diyoruz. Borç ödemek günden güne güçleşiyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Borçlu olarak ölenlerin kabirlerinde elleri omuzlarına bağlıdır, borçlarının ödenmesinden başka bir şey ellerini açamaz.” buyuruyorlar. (Münâvî)
Ben ebedî hayatımı mahvedeceğim, âleme miras bırakacağım? Akıl işi mi bu? Hayır!.. Önce kendimi kurtarayım, neslime de güzel bir yol bırakayım. Temiz bir yol, helâl bir rızık, borç değil. (13 Temmuz 1983)
Yolların Ayrıldığı Nokta:
– Mânâda pek mâneviyatla alâkası olmayan bir arkadaşımla üç yol kavşağı bir yerde bulunuyoruz. Tam karşımızdaki yoldan genç-ihtiyar, kadın-erkek çok kalabalık insanlar bize doğru geliyorlardı. Önümüze geldiklerinde aralarından pek azı sağa doğru giden yola, büyük çoğunluk ise sola doğru giden yola dönüyorlardı.
Arkadaşıma: “Bak işte, yarın mahşerde de böyle olacak.” dedim. “Ferîkun fil-cenneti = Bir fırka cennette!” Âyet-i kerime’sini okuyarak sağ kolumla sağa doğru gidenleri işaret ettim. Daha sonra “Ve ferîkun fis-saîr = Bir fırka da ateşte!” Âyet-i kerime’sini okuyarak sol kolumla sola doğru gidenleri işaret ettim.
O anda sahne birden değişti, orası mahşer yeri oluverdi. Cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme gidiyorlardı. Hiç kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Heyecanla duâ etmeye başladım. “Allah’ım bunları kurtar! Allah’ım bunları kurtar!” derken uyandım.
– Görünüşte basit, fakat çok mühim bir rüyâ. Herkese hakikati az sözle anlatmak gerekiyor. Ola ki Allah’ımız hidâyet bahşeder de, ahiret felâketinden kurtarır.
Cennet-i âlâya gidenler çok az, cehenneme gidenler pek çok. Cidden çok çalışmamız lâzım. (2 Nisan 1983)
Beklenen Âfâtlar:
Kardeşimiz mânâda Nuh Aleyhisselâm’ın gemisini görmüş. Kıyıya yanaşmış, hayvanlar hızla gemiden fırlamışlar, yeryüzüne dağılacaklarmış.
Arzedildiğinde buyurdular ki:
“Allah’ımız muhafaza buyursun, büyük bir âfât beklenebilir. İnsanların çok azalacağına alâmet. Dünya büyük bir hızla harbe doğru gidiyor. Koptuğu zaman işte büyük felâket. Ondan sonra insanlar çoğalacak.
Gün bugün, yarın ne olacağı belli değil.” (30 Ocak 1985)
Gün Bugün:
– Rüyâmda gördüm ki İsa Aleyhisselâm zuhur etmiş. Yanında Mehdi Resul Hazretleri de vardı. Yanyana önümden geçtiler. Öyle heybetli idiler ki, uyandıktan sonra uzun müddet etkisi altında kaldım.
– Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde, Allah-u Teâlâ’nın İsa Aleyhisselâm’ı bir hakem olarak göndereceğini, haçı kıracağını, domuzu öldüreceğini, cizyeyi kaldıracağını haber vermektedir. Deccâl’in fitnesinden müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecektir. (Buhârî)
Hazret-i Allah ona öyle bir şecaat verecek ki, Mehdi Resul ile işbirliği yaparak fütuhatlara ıslahatlara başlayacaktır. Ne zaman? Onu Sahibim bilir.
– Notlar’da “Hazret-i Allah mülkünün temizleyicisini gönderecek.” buyuruyorsunuz.
– O söz akmış, haberimiz yok. Evet, mülkünü temizleyecek. Fakat bu arada çok kanlar dökülecek. Önümüzde tasavvura sığmayan harpler var. Bütün dünya insan öldürmek için hazırlık yapıyor. Bu silahlar patladığı zaman Hazret-i Allah büyük kavimleri kahredecek, az insan kalacak.
Çok uzun sürmese de, İsa Aleyhisselâm’dan sonra bir müddet büyük saâdet olacak. Ondan sonra tekrar bozulacak ve artık bir daha da düzelmeyecek.
Gün bugün, yarın ne olacağını Sahibim bilir. İyiliğe çalışan iyiliğini hazırlar, kötülüğe çalışan kötülüğünü hazırlar. Allah’ım bizi lütfu ile hazırlattıklarından etsin. Bugün çalışma günü, insanları dalâletten hakikate çekmek için çalışma günü. (27 Ağustos 1985)
Mürşid-i Kâmil’in Nazarı:
“Tasarruf sahibi bir mürşid-i kâmil, Hazret-i Allah’ın ezelden nasipdar ettiği bir müridin ruhunu alır, takdirdeki nasibine kadar çıkarır. Nefsini de tasarrufu ile tezkiye ettirir. Bu yalnız mürşid-i kâmil’e mahsustur, mürşid bunu yapamaz. Mürid hiç çalışmadan çok yol alır. Oradan tekrar düşer. Daha evvel çıkarılmıştı, şimdi bizzat yürümesi lâzım. Artık onun işi kolaylaştı. Çünkü bir alışkanlığı var, nefis tezkiye görmüştü, ruh da kuvvet bulmuştu. İhlâslı ibadetlerle çalışacak ve oraya tekrar çıkacak. Bu da yine mürşid-i kâmil’in nezaretinde, tasarrufunda olur. Onun bir nazarı kişinin içini değiştirir. Bu bir lütf-u ihsandır. Mürid az dersle çok yol alır.
Ve o daima ibtilâda ve imtihandadır. Sarsılacak mı sarsılmayacak mı? Küsecek mi, boyun mu bükecek? Ona nasibi kadar ibtilâ verilir, zamanı geldikçe onunla karşılaşacak.
Allah-u Teâlâ o kişiye ihsan edecek ki mürşid-i kâmil bunu yapsın. Kalbi bozuk, yani cılk yumurta gibi olan bir şey alamaz. Gelir gider, gelir gider, çeşmeden su alamaz. O nasipsizdir.
Mürşid, tasarrufu olmadığı için mürşid-i kâmil’in yaptığını yapamaz. O kendisini bile yükseltemez. Yükü müridana yükler, çok ders verir. ‘Yürü de git!’ der.
Evet mürşid de vazifelidir. Bir kaymakamın idaresi bir kazayı, bir valinin idaresi bir vilayeti, bir reis-i cumhurun idaresi de bir devleti içine alır. Mâneviyat da böyledir. Hepsinin kendine göre vazifeleri ve salâhiyetleri vardır. Hazret-i Allah nasıl tecelli ettiyse, nasıl murad ettiyse öyle olur. (6 Ağustos 1980)
“Osman Yeter!”
Bir sohbetlerinde arzettiği Bursalı Hacı Osman efendinin, Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine intisabını anlattı:
“Kabristan yolunda ihtiyar bir bakkal var o anlatmıştı, ona anlattığını size anlatıyoruz.
‘Birgün Konya’dan trene biniyordum, sakallı bir zât da benimle beraber bindi, birçok kimseler onu yolcu ettiler. Mevzu açıldı. Dedi ki:
‘Ben İstanbul’da Fatih cami-i şerifinin vâizi idim, her kürsüye çıktığımda Tarikat-ı aliye’nin aleyhinde konuşurdum, ilk vazifem bu idi. Bir gün cemaatın ortasında bir zât çıktı. ‘Osman yeter!’ dedi. O zât Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri idi. ‘Yeter!’ deyince durdum, ne söyleyeceğimi bilemedim. O akşam âlem-i mânâda kendimi bir fino köpeği olarak gördüm. Çok susamışım, kıvranıyorum. İki tane çeşme var, birisi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e âit, diğeri ise Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Haretlerine âit. Bir oraya koşuyorum, bir oraya koşuyorum. Nihayet Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
‘Açıver açıver!..’ buyurdu. Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri çeşmeyi açtı, ben de o çeşmeden içtim içtim, o kadar çok içtim ki... Daha sonra intisap nasip oldu. Ondan sonra her kürsüye çıktığımda hep Tarikat-ı aliye’nin güzelliğinden bahsettim. Ben yine o fino köpeğiyim.’
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri onun hakkında:
‘Bir âlimin ölmesiyle denizdeki balıklar, ağaçtaki kuşlar ağlar. Nerede kaldı ki Hacı Osman efendi vazifeliydi.’ buyurmuş.
Bizzat ondan duymuştum, gasledilirken sol tarafı simsiyah imiş, Lâfza-i celâl’in ateşi içini de dışını da yakmış. Az evvel ne idi, biraz sonra ne oldu. Bir defacık: ‘Yeter!’ demesiyle bunlar oluyor. Hazret-i Allah o vakte getirmedikçe olmuyor.”
Nimetin Kıymetini Bilmek:
– Namaza yeni başladığım günlerde idi. Bir gece yattım, uyuduğumu zannetmiyorum, uyanık olduğumu da zannetmiyorum.
– O hâle yakaza tâbir olunur efendim.
– O anda bir ses: ‘Bu şeytandır, onunla güreş tutacaksın!’ dedi. Kan-ter içinde kalmışım. En sonunda: ‘Yendiniz, yendiniz, yendiniz!..’ diye seslendiler.
– Hazret-i Allah’ın lütfu olmuş, tecelliyâta mazhar olmuşsunuz. O’nun lütfu ile şeytana galebe çaldırılmışsınız. Onun içindir ki bu büyük bir nimettir, büyük ihsandır, büyük ikramdır.
Allah’ımız nimetin kıymetini bildirdiği, duyurduğu kullarından etsin, üzerimizden mahrum etmesin. (10 Nisan 1982)
Lütuf Birliğine Dahil Olmak:
– Efendim ben üç ay kadar önce derse başladım.
– Allah’ım kabul buyursun.
– Bu kardeşimiz sağolsun dersi tarif etti.
– Allah râzı olsun.
– Derse başladıktan bir kaç gün sonra idi. Sabah dersini yaparken oturduğum yerde uyuyakalmışım. Bir de gördüm ki büyük bir câmide imişim. Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- Hazretleri ezan okumuş, Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de namaz kıldırıyordu. Arkasında dört halifesi ve sarıklı-cübbeli zâtlar saf olmuşlar namaz kılıyorlardı. ‘Bunlar kim?’ dedim, ‘Bunlar evliyâullah.’ dediler. ‘Bu kadar az mı?’ diye içimden geçerken, câmi o kadar büyüdü o kadar büyüdü ki, arkaya doğru baktım, câminin uzunluğunu ve o zâtların çokluğunu göz almıyordu. ‘Babamı da çağırayım, bu sahneyi babam da görsün.’ derken uyandım.
– Elhamdülillâh... Hazret-i Allah ihsan ve ikramda bulunmuş, sizi o lütuf meclisine nâil ve dahil etmiş. Bunun saâdetlerin en büyüğü olduğunu bilmeniz ve Hazret-i Allah’a şükürler etmeniz lâzımdır.
Nereye girdiğinizi nerede bulunduğunuzu size ayne’l-yakîn göstermişler değil mi?
Artık bundan sonra herhangi bir tereddüt veya herhangi bir celpciye kulak vermeniz büyük bir hatadır ve sizi büyük kayıplara uğratır. Ne demek bu? Ekilmiş bir yerden sökülürsen kurumaya mahkumsun.
Allah’ımız ihsan ettiği, ikram ettiği nimetin kıymetini bildirdiği kullarından etsin.
Ve size diyorlar ki: “Yakınlarınıza ve sevdiklerinize duyurun, nasipleri varsa onlar da iştirak ederler.” (10 Nisan 1982)
Dilenci Hâline Bürünmek:
– Sizler de âfiyettesiniz inşaallah?
– Allah râzı olsun efendim.
– Allah’ımız cümlemizden râzı olsun, râzı olduklarının yüzü suyu hürmetine...
Eğer biz hakikaten Allah’ımızın rızâsına muhtaç olduğumuzu anladığımız zaman, o bize çok çok ihsan ve ikramda bulunacak. Bunu böyle bilelim.
Meselâ çok muhtaç bir dilenci var. ‘Acaba bu bana bir şey verir mi?’ diye insanın gözünün içine bakar. İhtiyacını hâl ile karşıdakine hissettirir.
O küçücük bir ihtiyacının izalesi için bu kadar boyun bükerse, ya bizim ne hâle bürünmemiz lâzım.
Allah’ımız bize bu hâli duyursun ki O’na her hâliyle muhtaç olduğumuzu bilelim, âcizliğimizi ibraz edelim ve öylece dilenelim.
Gani olan Hazret-i Allah dilerse çok çok ikram ve ihsanda bulunur.
O çok ihsanda biz ise çok isyanda olduğumuz için lâyık-ı veçhile o ihtiyacı hissedemiyoruz. (15 Mayıs 1982)
Günahtaki Sır (1):
“Size bir sır vereceğiz şimdi. Hazret-i Allah bir kula sermaye verir, o sermaye ile çalışır, çok işler yapar, kendisinin çok sermayesi olduğuna inanır.
Bu arada Hazret-i Allah ona bir hata ettirip günah işletir. O ise buna sevindiği kadar, kazandığı sevaba sevinmez. Tefâhür edecek, övünecek bir yeri kalmadığı için Hazret-i Allah’a şükreder.
Gerçekten de bir sermaye sahibi olduğuna inanırken, bu sefer sermaye elinden gider. İflâs halinde Hazret-i Allah’a boyun büker:
‘Allah’ım! Kapına geldim. Hem öyle geldim ki, iflâs etmiş olarak, iflâsımı da itiraf ederek geldim. Anladım ki benden âciz, benden âdi, benden günahkâr, benden mücrim kimse yok!.. Bir tek sermayem var, o da sana boyun bükmek.’
Fakat insan düştüğü zaman bunu idrâk eder. Bunları ancak o günah söyletir.
Yalnız bu demek değildir ki, günah işleyelim de sonra tevbe edelim. Burası çok ince bir noktadır. Cenâb-ı Hakk cehenneme bir çok insanları dolduracak, günah işledikleri için dolduracak. O başka, bu başka.” (21 Mayıs 1983)
Günahtaki Sır (2):
“Şeytan, insana Cenâb-ı Hakk’ın yol verdiği kadar musallat olabilir, fazla olmaz. Bu yol verme iki türlü olur. Bazı lütfundan, bazı kahrından yol verir.
Bu nasıl olur? Lütfundan ona yol verdiği zaman, karşıdakini bir noktada günaha sokar. Görünüşte kahırdır, içi lütuftur, bu lütfu kimse anlamaz. Kendisinde bir değer olmadığını, hükümsüz bir mahluk olduğunu, günahkâr olduğunu Hazret-i Allah’a karşı ibraz eder. Bu onun için lütuf olur.
Bazısı için de kahrından şeytana yol verir. Onu sevmez, al senin olsun der. Artık o onunladır, dünyada da ahirette de. Çok ince bir nokta.
Onu ona arkadaş ediyor, cehennemde yine arkadaş, yine beraber. Allah-u Teâlâ onları birbirinden ayırmayacak.
Meğer Allah-u Teâlâ lütuf bahşetmiş olsun.” (17 Eylül 1983)
Ehil ve Nâehil:
– Efendim okulun müdürü istifa etti, istemediğim halde idarecilik yine başıma kaldı.
– Kaçana gelir. Mâneviyât da bilhassa böyledir. Kim ki önder olmak istemiyorsa, Hazret-i Allah dilerse onu seçer, öne geçirir.
Önderlikte birçok vebal var, mesuliyetler var. Onun için ehl-i hakikat hiçbir zaman baş olmak istemez. Daima kaçmak ister, kendisini lâyık görmez.
Câhil ve nâehil ise daima öne geçmek ister. Aradaki fark budur.
Kim ki bir vazifenin üstüne gidiyorsa onu geri, kim ki bir vazifeden kaçıyorsa onu ileri almak lâzım.
Fakir bu husus üzerinde çok duruyoruz. Belki yarın ahirete giderim endişesi ile, azıcık kendisini ileriye atanları mümkün olduğu kadar geriye alıyoruz. Biz onları az çok tanırız.
Yarın ihvanın başına belâ olacak olanlar işte bunlardır. Kendilerini beğenirler, üzerlerinde bir fazilet toplarlar ve vazife verilmediği halde öne geçmeye çalışırlar. Bunlara sakın aldanmayın. (19 Kasım 1983)