Asr Sûre-i Şerif'i (1)
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminde İnşirâh sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Üç Âyet-i kerime, on dört kelime ve altmış sekiz harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Zaman" mânâsına gelen "Asr" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.
Ashâb-ı kiram'dan iki kişi karşılaştıkları zaman biri diğerine Asr sûre-i şerif'ini okumadan ve selâm vermeden ayrılmadıkları rivâyet edilmiştir. (Beyhakî)
İmâm-ı Şâfiî -rahmetullahi aleyh- şöyle buyurmuştur:
"Şâyet Kur'an'da bundan başka hiçbir sûre nâzil olmasaydı, bu pek kısa sûre bile insanlara yeterdi. Bu sûre Kur'an'ın bütün ilimlerini içine almıştır."
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle'de Allah-u Teâlâ asra yemin ederek insanların hüsran içinde bulunduklarını ve sırasıyla iman edenlerin, sâlih ameller işleyenlerin, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin bundan müstesna olduğunu beyan etmektedir.
Hüsranda Olanlar (1)
Allah-u Teâlâ insanın en önemli sermayesi olan zaman üzerine yemin ederek bu kısa Sûre-i şerif'e başlamaktadır:
"Asr'a yemin olsun ki!" (Asr: 1)
"Mutlak zaman" mânâsına gelen "Asr" kelimesine; ikindi vakti, ikindi namazı, yüzyıl, Resulullah Aleyhisselâm'ın gönderildiği saâdet asrı... gibi mânâlar verilmiştir.
Belirtilen bu mânâlar içinde birçok hadiseler meydana geldiği bir gerçektir. Kâr ve zararlar, iyilik ve kötülükler, sevinç ve üzüntüler, dostluk ve düşmanlıklar, yakınlık ve uzaklıklar, her türlü hadiseler hep zaman içinde olmaktadır. Allah-u Teâlâ'ya göre zaman diye bir şey yoktur. İnsanın ise ömrü ve en kıymetli sermayesidir. Ne kazanacaksa onunla kazanacak, ne kaybedecekse onunla kaybedecektir. Bir adam düşünün, pazarda buz satıyor: "Sermayesi eriyen bu zavallıya acıyın!" diye bağırıyor. İşte çok hızlı geçen ömür sermayesi de tıpkı bir buz gibi eriyip gitmektedir. Zaman durmadan geçip gidiyor, ecel yaklaşıyor, ömür eksiliyor, bir daha geri gelmiyor. İnsanoğlu onu ahiret sermayesi olarak kullanmadığı, yanlış yere harcadığı takdirde, kârsız geçen her zaman, ömür sermayesinden harcanan bir ziyan ve bir hüsran oluyor. Gerçek hüsran, ahirette karşılaşılacak olan hüsrandır.
Zaman aslında en değerli bir nimettir. İnsanoğlu zamanın kadrini ve kıymetini bilemediği ve değerlendiremediği için bastığı dalı kesmiş, kendi hüsranını kendisi istemiş, kazanacak yerde kaybetmiş oluyor.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah'tır." (Ahmet bin Hanbel)
Yani zamanı yaratan Allah-u Teâlâ'dır.
_________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (2)
Hüsranda Olanlar (2)
Allah-u Teâlâ, zaman üzerine yemin ettikten sonra şöyle buyurmuştur:
"İnsan gerçekten hüsran içindedir." (Asr: 2)
Allah-u Teâlâ yemin ederek insanların gerçekten hüsran içinde olduklarını beyan buyuruyor.
"Hüsran"; zarar, ziyan, kayıp, ümit edilene erişememekten doğan üzüntü mânâlarına gelir. Kârın zıddıdır.
İnsan Hakk'ı bırakıp bâtıla sarıldığı, ahireti bırakıp dünyaya daldığı, günah batağına battığı müddetçe hüsranda, sapıklıkta ve küfürdedir. Bu gibi kimseler büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir hüsran sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münâfığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Hüsranda olmaları sebebiyle Allah-u Teâlâ'ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ebedî ahiret yerine fânî dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler. Böylece hüsranın tam ortasında kendilerini bulurlar, hüsran onları her yönden kuşatır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Ve dediler ki: Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder." (Câsiye: 24)
İnkâr eden ve Hakk'tan yüz çeviren kimsenin dünyadaki varlığı, serveti, iyilikleri yarın ahirette kendisine hiçbir fayda sağlamaz, onlardan istifade edemez. Karşısında inkâr ettiği, emrine ve hükmüne karşı geldiği, düşman kesildiği Allah'ı bulur. Ne kadar büyük bir hüsranda olduğunu, bütün sermayesini kaybettiğini ancak o zaman anlar. İşte gerçek hüsran budur.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur bile olunamayan ahiret hayatı karşılaştırılırsa, önem derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Ömrü ne kadar uzun olursa olsun, insan öyle bir zamana ulaşır ki; rüzgârın saman çöpünü savurup, yerinde hiçbir şey kalmadığı gibi, ölüm gelir, ahirete alıp götürür. Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Akıllı kişinin zamanın arâyiş-i kâzibesine kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider, sonu hüsranla biter.
Serap; gündüzün ortasında, güneşin hararetindan dolayı, çöllerde uzaktan su gibi görünen bir hayaldir. Çöl yolculuğuna çıkan bir kimse serap görmekle, içini yakmakta olan hararetini yatıştıramadığı gibi, uzaktan var sandığı parıltı da yanına yaklaşınca yok olur.
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir. Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar. İşte fâni dünya budur.
_____________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (3)
Hüsrandan Kurtulanlar:
Hüsrandan kurtulanlara gelince;
"Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır." (Asr: 3)
Onlar gerçek imana erenlerdir. Yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını ahirette alabilmek için sabırla ömür sürerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler. Ömür sermayesini iyiye kullanarak kârlı çıkanlar bunlardır.
Bu gibi kimseler bol bir rızka erişirlerse şükrederler, ahiret mükâfatlarına namzet olurlar. Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler, kısmetlerine râzı olurlar.
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip sâlih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir.
Diğer taraftan onlar aldıkları her nefeste huzuru muhafaza ederler. Zamanın kadir ve kıymetini çok iyi takdir ederek, nefeslerin vücuda gafletle girip gafletle çıkmamasına azami gayret sarfederler. Ömrünün içinde bulunduğu her saniyesini fırsat bilerek, bu ruhsatı değerlendirmeye çalışırlar.
Huzurla alınan her nefes, Allah-u Teâlâ'nın Hayy ism-i şerif'inin bir tecellisidir. Bir nefes huzurla alınıp veriliyorsa, o nefes diridir. Gaflet ile çıkan nefes ise ölüdür.
1. İman Edenler:
Allah-u Teâlâ'nın varlığına birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmışlardır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını şöyle beyan buyurmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır." (Hucurât: 15)
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Yapılan her türlü iyiliklerden, hayırlı ve yararlı işlerden, sâlih amellerden ahirette karşılık görebilmenin şartı imandır. İman olmadan yapılan hiçbir amel ve ibadetin faydası yoktur, geçersizdir.
Kâfirler inkârları sebebiyle amellerini boşa çıkardıkları için, dünyada yapmış oldukları iyiliklerin ahirette karşılıklarını alamazlar. Amelleri, rüzgârın önündeki kül gibi yok olur gider.
________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (4)
2. Amel-i Sâlih İşleyenler:
Allah-u Teâlâ iman edenlerden sonra "Amel-i sâlih işleyenler"in de hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor.
Sâlih ameller; iyi, doğru, faydalı ve sevap kazanmaya vesile olan işlerdir. Amel-i sâlih'in sahası çok geniştir. Bunların başında farz ibadetler gelir. Namaz, oruç, zekât, temizlik, cihad, duâ, zikrullah, Allah-u Teâlâ'nın rızâsını kazanmak için yapılan her davranış Amel-i sâlih'in bölümlerini teşkil etmektedir. Yol üstünde duran bir taşı kaldırmak bile Amel-i sâlih'tir, mümine sevap kazandırır.
İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin geçerli olması ve sevap kazandırması için, bu ameli işleyenlerin imanlı olması şarttır.
Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde iman ile Amel-i sâlih birlikte zikredilerek Amel-i sâlih'in faydası ve lüzumu üzerinde ısrarla durulmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İman edip sâlih ameller işleyen ve Rabb'lerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet halkıdırlar, onlar orada ebedî kalacaklardır." (Hûd: 23)
Hüsrandan kurtulan o müminler ki, samimiyetle iman etmişler, Allah-u Teâlâ'nın hoşnud kalacağı sâlih ameller işlemişler, imanlarını tezyin etmişler, Hakk'a boyun bükerek huzur bulmuşlar, huşû içinde kendilerini ibadete vermişler, o iman ile de ahirete intikal etmişler, emsalsiz lütuflara ermişlerdir.
Zira onlar içinde ebedi kalmak üzere girdikleri cennet halkıdırlar. Dünyada iken iman nuru ile münevver olmanın, doğru yoldan ayrılmamanın mükâfatını yaşamaktadırlar.
Mal ve mülk, servet ve evlât, gayesine uygun olarak kullanılırsa cennetin, kullanılmazsa cehennemin kapısını açar. Bunlar dünya hayatına âit birer ziynettir, süstür. Allah katında asıl hayırlı olan şey ise sâlih amellerdir.
İman açıkta yanan bir muma benzer, bir rüzgâr gelir onu söndürebilir. O muma bir fanus geçirilirse söndürülemez. O şişe takvâdır, sâlih amellerdir. Takvâca hareket eden kimse imanını kurtarmış olur.
________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (5)
3. Hakk'ı Tavsiye Edenler:
"İman edenler"den ve "Amel-i sâlih işleyenler"den sonra "Birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler" de hüsrandan kurtulmuş oluyorlar.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imrân: 104)
Hem kendileri kurtulur, hem de başkalarının kurtuluşuna vesile olurlar. Bu ise İslâm'da çok büyük bir vazifedir. Hayra dâvet, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. Emr-i bi'l-mâruf nehy-i ani'l-münker, yani iyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısmıdır.
Bir mümin sadece kendisi din-i mübin'in emir ve yasaklarını yerine getirmekle, iyiyi, doğruyu, güzeli hayatında uygulamakla kalmamalı; aynı zamanda başkalarına da yol göstermek, Hakk'a dâvet etmek, yanlışlıklarının giderilmesine, hatalarının düzeltilmesine çalışmak, kemâle ulaştırmak, istikamete götürmek için iyilikleri emredip, kötülüklerden sakınmasını tavsiye etmeli, nasihatta bulunmalıdır. Eğer müslümanlarda bu şuur yoksa hüsrandan kurtulamazlar.
Nasihat; çok şümullü, dünya ve ahiret iyiliklerini toplayıcı bir kelimedir. Nasihat dinin direği ve temelidir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurmaktadır:
"İyiliği emret, kötülükten vazgeçir! Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan! Çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." (Lokman: 17)
Bu kolay bir vazife değildir. Bu vazifeyi yapanların başlarına birtakım musibetler ve sıkıntılar gelmesi mümkündür. Bu sıkıntılara sabretmek lâzımdır. Bir de şu var ki, bu vazife cesareti ve metaneti gerektiren işlerdendir. Malını ve canını o yolda fedâ edenlerin işidir, korkak kimselerin harcı değildir. Bunun için de azimli bir şekilde çok çalışmak gerekiyor. Her müslüman en azından bir kişiyi kurtarma çabası içinde olmalıdır. Ola ki bir kişinin, Allah-u Teâlâ'nın lütuf hidayetine vesile olur.
Farz-ı muhâl ki bir sel gelmiş, bir insanı almış götürüyor. Bir ip atıyorsunuz, boğulmak üzere iken onu kurtarıyorsunuz. Burada bir can kurtuluyor. Aslında pek de mühim bir iş yapmış sayılmazsınız. Çünkü eğer kurtarmasaydınız belki de şehit olacaktı.
Dalâlet ve imansızlık girdabına kapılmış kimseleri kurtarmak bundan daha mühimdir. Onu kurtardığınız zaman bir iman kurtulmuş, saâdet-i ebediye kazanılmış oluyor.
Şöyle düşünürsek, bir tarafta can kurtuluyor, bir tarafta iman kurtuluyor. Aradaki fark ne kadar büyüktür! Bir kimseyi imansızlık felâketinden kurtarmak için nasıl çalışmak gerekiyor? Bir samanlık yansa herkes söndürmeye koşuyor, gönüller yanıyor da hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Bir ip uzatılırsa, o ipten tutunup caddeye çıktığı zaman, gerçekten büyük bir girdabın içinde olduğunu görmüş olur. Daha evvel göremezdi, çünkü girdabın içinde idi.
Çok sabırlı çok âzimli olmak ve işin sonuna bakmak lâzımdır. Hidayet Hakk'tandır. Bütün kalpler O'nun kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vâsıta olur.
________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (6)
4. Sabrı Tavsiye Edenler:
Birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenlerden sonra hüsrandan kurtulabilmek için dördüncü olarak da "Sabrı tavsiye etmek" gelmektedir.
Allah yolundaki zorluklara göğüs gerebilmek, zahmet ve güçlüklere tahammül edebilmek için bir müminin sabırlı olması, mümin kardeşine de sabrı tavsiye etmesi, sebat göstermeyi telkin etmesi ve şevkinin artması için cesaret vermesi çok mühimdir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyurur:
"Sonra iman edenlerden olmak, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden olmaktır." (Beled: 17)
Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabırdır, iman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Allah yolunda çekinmeden canlarını veren muhterem şehitlerin ebedî saâdete ulaşmaları sabır sayesindedir. İmtihan sabırla verilir, ibtilâlar sabır sayesinde küçülür.
Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Mümin sabrı nispetinde derece alır ve terakki eder.
Zâhirî sabır kızdığı zaman, başına bir ibtilâ geldiği zaman yılmamak, yıkılmamak; Allah-u Teâlâ'nın yasak ettiği her şeyden kaçınmak, çizdiği hududu aşmamak, günah işlememek için sabretmektir.
Bir müminin nefsin alıştığı ve sevdiği, Allah-u Teâlâ'nın ise yasakladığı haramlardan şiddetle kaçınması, ne ki emretti ise seve seve yapması gerekir. Çünkü haramları yasakları yapmamakta azim ve sebat göstermedikçe, kişi takvâ derecesine erişemez. Takvâ sabır ile kâimdir.
Bir de bâtınî sabır vardır ki; o kimse bütün iradesini Hakk'a teslim eder, reyini Allah-u Teâlâ'ya verir. Artık onda hiçbir arzu ve istek olamaz. Allah-u Teâlâ'dan çıkacak her türlü hükme peşin olarak râzıdır. Bunlar "Sabi makamı"nda olanlardır. Burası "Kulluk makamı"dır. En mühim derûnî sabır burada gerekir.
Nefis ne isterse, Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile onu çoktan yok etmiştir, dizginini vurmuştur, Hakk'a teslim olmuştur, hiçbir arzusu kalmamıştır.
Ne halka karşı bir gösteriş ne de gönüllerinde bir gurur ve iftihar duygusu beslemeyerek, sırf Allah-u Teâlâ'nın teveccühüne nâil olmak için zahmetlere katlanıp Hakk yolunda sabır ve sebat gösterirler. İlâhî takdire boyun bükerler. Nefislerinin hoşlanmadığı çeşitli musibetlere sabırla karşılık verirler.
Kur'an-ı kerim'de Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm'ın kıssası, sabır ve rızâyı ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.
Netice olarak; bu dört vasıfla ziynetlenen kimseler hüsrandan kurtulmuşlardır. Böyle bir imana erişemeyen kişiler ise hüsranın tam içindedirler.
Hiç imanı olmayanlar dünyada ve ahirette hüsrandan kurtulamayacakları gibi; bâtıla iman etmiş olanların da amellerinin o bâtıl sebebiyle yok olacağı şüphesizdir.
__________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (7)
Asr Sûre-i Şerif'inin Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (1)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyuruyor ki:
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ." (Asr: 1-3)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Bütün insanlar helâk olmuşlardır." buyurmuştu. Burada da Allah-u Teâlâ yemin ederek insanların gerçekten hüsran içinde olduklarını beyan buyuruyor. Bu bizim için ne büyük âfât! Allah'ım iyilerin yüzü suyu hürmetine bizi bağışlasın.
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor.
Ve fakat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebû Dâvud)
İnsanların helâk olduğunu belirten Hadis-i şerif umuma âit, bu Hadis-i şerif ise hususa yani Resulullah Aleyhisselâm'ın ümmetine aittir.
Yetmiş iki fırka cehenneme giriyor. Acaba biz hangi fırkadanız? Bir düşün!
İşte şu bölücüler var ya, paramparça ettiler hem dini hem vatanı.
Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar." (Yusuf: 103)
İşte bu bölücülere, her ne kadar gerçekten Hakk'ı söylesen de, hakikati ibraz etsen de, ne Hakk'ı tanırlar, ne de hakikati kabul ederler.
Ve böylece yetmiş iki fırka cehennemlik oldu.
Şimdi bizim duracağımız bir fırka kaldı. Zâhirî, bâtınî, ledünî dediğimiz bütün bu mevzu o bir fırkaya aittir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"İnsanların çoğu bilmezler." (Mümin: 57)
Neyi bilemedi bunlar? Hakikati bilemedi, hakikati bilemediği için Hakk'ı bulamadı, din kurucuları ile beraber oldu, böylece helâkına vesile oldu.
Bir tek temsil arzedelim:
Bir bölücü çıkar der ki "Fâiz helâldir!" Öteki bölücü der ki "Enflasyon nispetinde helâldir!" Diğeri der ki "Ben fâizle kömür alırım, şunu alırım, bunu alırım!" Hiç bir bölücü fâizi yerde bırakmıyor. Herkes kendi kitabına göre uyduruyor ve onu yiyor.
Kitabı deyince, "Onların kitabı ayrı mı?" diye soracaksınız. Evet ayrıdır.
Çünkü Cenâb-ı Hakk Müminûn Sûre-i şerif'i 53. Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir."
Allah-u Teâlâ onların İslâm'la hiçbir ilgilerini bırakmadı.
Ve onları bir imtihan edin. Deyin ki "Arkadaşlar! Benim şurada elli milyon, yüz milyon, beş yüz milyon bir param var amma, fâiz olduğu için elimi sürmüyorum, ne yapayım?"
Bakın kendi dinlerine kendi kitaplarına nasıl uyduracaklar?..
______________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (8)
Asr Sûre-i Şerif'inin
Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (2)
Bir çok defa karşılaştığımız hususlardan bir tanesini size temsil olarak arzedelim: Bir kardeş geldi Kayseri'den, "Efendim ben beş bin Mark getirdim." dedi. "Bu parayı niçin veriyorsunuz?" diye sorduk, "Bu paradan biraz şüpheliyim." dedi. "Kardeşim! Senin şüphe ettiğin parayı kasaya koyamam." Beş bin Mark'ı vermek için tâ Kayseri'den gelmiş, hayır, vallahi beş kuruş kadar gelmez bana o para, burası Allah kapısıdır. Ve kardeş o parayı aldı gitti, kabul etmedik.
Vakıf binaları yapıyoruz. Bu yaptığımız vakıf binaları için kimseden tek kuruş istenmiş değildir. Kimseden dilenilmez, kimse yolunmaz. Çünkü burası Allah kapısıdır. Onun içindir ki, herkes buraya kendi evine gelir gibi gelir, yer, içer, gider. Helâli hoş olsun. Çünkü kendi evi zaten. Bir de şu var ki, Allah-u Teâlâ bizi lütfu ile zengin kılmış, kimseye muhtaç ettirmemiş, kimseye perva ettirmemiş. Bu vallahi sırf kendi lütfundandır, çalışmakla değil.
Mevzumuza devam ediyoruz:
Allah-u Teâlâ Asr sûre-i şerif'inde iman edenlerin hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor. Bunun içindir ki imanın şartlarının izahı lâzım.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki: "İman iki yarımdır. Yarısı sabırda yarısı şükürdedir." (C. Sağir)
Zâhiri Sabır:
1- Kızdığın zaman sabretmek.
2- Bir ibtilâ başına geldiği zaman sabretmek.
3- Allah-u Teâlâ'nın nehyettiği her şeyden ictinab etmek, çizdiği hududu aşmamak, o günahı işlememek için sabretmek.
Allah-u Teâlâ iman edenlerden sonra "Amel-i salih işleyenler"in de hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İman üryandır, libası takvâ, ziyneti hayâ, semeresi ilimdir." (Beyhakî)
İman açıkta yanan bir muma benzer, bir rüzgâr gelir onu söndürebilir. Hele bugünkü muhalif rüzgârlar ne kadar şiddetli esiyor. O muma bir fanus geçirilirse söndürülemez. O şişe takvâdır. Takvâca hareket eden imanını kurtarmış olur. Fakat takvâ bâtın ilminin meyvesidir. Takvâ ne demektir? Zâhirde haram olan şeylerden ictinab etmek, bâtında her şüphe edilen şeyden ictinab etmek demektir. Bunlardan ictinab etmedikçe imanını kurtaramazsın. İmanın ziyneti hayâdır. Takvâyı da hayâ muhafaza eder.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Hayâ ile iman mütelâzımdır, birbirinden ayrılmaz. Yani biri gidince öteki de kalmaz." (C. Sağir)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Hayânın azlığı küfür alâmetidir." buyururlar. (Münâvî)
Demek ki biz hayâdan yoksun olmakla küfre kaydığımızı da bilmiyoruz. Bunu bilmediğimiz için imanımızı da tehlikeye düşürüyoruz. O halde bu cehalete düşmemek ve bunların hakikatini bilebilmek için ilme de ihtiyaç var. Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu ise ilimdir." (C. Sağir)
İlim olmasaydı, hayâyı gidermekle imanı da giderdiğimizi bilemezdik. Körükörüne hiçbir şey olmuyor, illâ ilim. Demek ki takvâ, hayâ ve ilim birbirini tamamlamış oluyorlar.
___________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (9)
Asr Sûre-i Şerif'inin
Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (3)
Hakk'ı bilmeye gelince;
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İlimde derinleşmiş olanlar 'O'na inandık, hepsi Rabb'imizin katındandır.' derler. Bunu akl-ı selim sahiplerinden başkası düşünüp anlamaz." (Âl-i imrân: 7)
"Verrâsihune fil-ilmi = İlimde derinleşmiş olanlar."
Bunun zâhirî ve bâtınî manası arzedilecek.
Baş gözü ile ne görürse, baş kulağı ile ne işitirse onu bilir. Fakat gerçekten Hakk'a teslim olmamıştır, bir çok arzuları vardır, ilimde derinleştiği halde ilmi ile nefsini düşünür. Bunlar halkın muallimi olup bu zâhirî mana itibariyledir.
Bâtınî manası ise:
Allah-u Teâlâ kulu kendisine ne kadar yaklaştırdı ise, ona kendisini ne kadar bildirdi ise; Hazret-i Allah'ı bilir, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu hem bilir, hem görür, kendisini görmez.
Ve bu tecelliyat sonsuzdur.
Âyet-i kerime'de geçen "Akl-ı selim", "Ulül-elbâb" akıldır. Ulül-elbâb olan bunu anlar, başkası anlamaz.
Allah-u Teâlâ kalbine ne döktüyse, kalp gözüne ne gösterdiyse, kalp kulağına ne duyurduysa onu bilir, bunlarda arzu ve irade yaşamaz. Ne takdir ettiyse, nasıl hükmeder ise o... Bunlar Hakk'a teslim olanlardır.
•
İkinci bir mânâ da Hakk'ı bilmek;
Her şey ceset, Allah-u Teâlâ ise ruhtur. Bunu böyle bilmek gerekir.
Ruhsuz ceset resme benzer. Bu gördüğünüz âlem resim değildir.
Cemâdat, nebâtat, hayvanat, insan... Her şey Allah-u Teâlâ'yı tesbih eder.
Hatta Allah-u Teâlâ Dâvud Aleyhisselâm'ın zikrinden ne kadar hoşlanmış ki:
"Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin!" diye emretti. (Sebe: 10)
Dâvud Aleyhisselâm zikrederken, dağlar da kuşlar da hepsi beraber zikrederdi.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O halim olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44)
Zira yaratılmış olan her şey Hakk'ı bilir ve tazim eder.
İnsan zikrullah sebebiyle öyle yükselir ki, bir Hadis-i şerif'te:
"Mümin-i kâmil olan kimse, Allah katında bazı meleklerden de efdaldir." buyurulmaktadır. (İbn-i Mâce)
Hakk ehli olanlar Hakk'ı bilir ve Hakk ile hükmeder.
Her iş ve icraatları Allah-u Teâlâ'nın hükmüne ve ahkâmına göredir, ahkâm mucibince hareket ederler. Hakk'ı bilir, hakikatten ayrılmazlar. Zira bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır.
______________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (10)
Asr Sûre-i Şerif'inin
Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (4)
Daha evvel denmişti ki "Bunlar halkın muallimi"dir. Şimdi ise Hakk'ın muallimliği ve Hakk'ın talebelerine geçeceğiz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Allah-u Teâlâ kendi talebelerine emrediyor ve Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Kitab'ı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbânîler olunuz." (Âl-i imran: 79)
Rabbânî olmak demek; Rabb'e halis kul olun, Rabb'e mensup ilim erbâbı olun, kalp kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle bakıcılar olun demektir.
Enes -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- "Şüphesiz insanlardan Allah'a yakın olanlar vardır." buyurmuştu.
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Bunlar kimlerdir?" diye sordu.
Buyurdular ki:
"Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah'ın has kullarıdır." (İbn-i Mâce: 215)
Kur'an ehli ne demek? Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah Aleyhisselâm'ın ahlâkı sorulduğu zaman "Onun ahlâkı Kur'an'dır." buyurmuştu. Kur'an ehli olanlar da bütün ahlâkını Hazret-i Kur'an'a uydurmuşlardır.
Bâtınî Sabır:
Zâhirî sabırdan bahsetmiştik, şimdi bâtınî sabırdan bahsedeceğiz.
Bütün iradesini Hakk'a teslim eder. Reyini Allah-u Teâlâ'ya verir. Artık onda hiçbir arzu ve istek olamaz. Hazret-i Allah'tan çıkacak her türlü hükme peşin olarak râzıdır. Bunlar "Sabi makamı"nda olanlardır. Burası "Kulluk makamı"dır. En mühim derûnî sabır burada gerekir. Nefis ne isterse, Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile onu çoktan yok etmiştir, dizginini vurmuştur, Hakk'a teslim olmuştur, hiçbir arzusu kalmamıştır.
Bunlar Allah ehlidir, hıfz-u himayede ve tasarruf-u ilâhi'de bulunanlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Buraya ilim ve kafa işlemez. Bunun sebebini arzedelim:
Allah-u Teâlâ'nın kudsi ruh ile desteklediği kimselerden başkası, bu esrar-ı ilâhîye vâkıf olamaz.
Zira işi gören o ruhtur, işi gören o nûrdur. Herkes kişiyi görüyor. Açık söylüyorum; işi gören Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm'ın nûrudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Zira bunlar var olan Hazret-i Allah ile beraberdirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 153)
Allah-u Teâlâ ancak bu kullarla beraberdir.
________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (11)
Şükür de "Kâlî", "Fiili" ve "Hâlî" olmak üzere üç nevidir.
Bunların izahlarını arzedelim:
1- Kâlî Şükür:
Bu şükrü yapanlar haramdan sakınanlardır.
a) "Yaratan, yoktan var eden, beden nimetleri ile donatan, bidayetten nihayete kadar en güzel şekilde terbiye edip suret veren Hazret-i Allah'a şükürler olsun." derler.
b) "Mülkünde bulunduran, kâinatı musahhar kılan, mülkündeki nimetlerle merzuk eden, rızıklandıran Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler olsun." derler.
c) "İman şerefi ile müşerref eden, İslâm ile mükerrem eden, iyi ve kötüyü ayırdetmek için Kelâmullah'ı indiren, Rehber-i sâdık'ı gönderen Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler olsun." derler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler." (Mümin: 61)
Bir düşün! Hayatın boyunca bu hususlara bir defacık tefekkür edip şükrettin mi?
2- Fiili Şükür:
Şimdi bâtınına geçiyoruz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilan ederim. Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibadetleri yapmasıdır. Nafile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim, sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir, gören gözü olurum, o benimle görür, eli olurum o benimle dokunur, ayağı olurum o benimle yürür. (Kalbi olurum o benimle anlar, söyleyen dili olurum o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm, her hangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1042)
Bu Hadis-i kudsi'yi herkes merak eder. Allah-u Teâlâ lütfederse bunu az kelimeyle olduğu gibi açacağız. Buna mümasil bir çok sırları da açıp kapatacağız.
Dimağınızı daha güzel yatıştırmak için bir Hadis-i kudsi daha arzedeceğiz:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:
"Onlara ilk vereceğim şey, nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Müslim-Hâkim)
Yani "Onlar beni biliyor ve benden haber verirler." diye Hadis-i kudsi'de beyan buyuruyor.
İşte şimdi size Hazret-i Allah'tan haber vereceğim.
Niçin Allah-u Teâlâ o sevgili kullarına karşı gelene harp ilân ediyor? Çünkü o veli Hakk'ta fani olmuştur, kül olmuş, esrar-ı ilâhi'de yok olmuştur. İçinde yalnız Allah-u Teâlâ'nın mevcudiyetini görür ve bilir, kendisini görmez.
Bunun delilini mi istiyorsunuz?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
O, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına mazhar olmuştur.
_________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (12)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
O, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına mazhar olmuştur.
Allah-u Teâlâ "İçindeyim, bak beni göreceksin!" diye hitap ediyor. Amma hani o gören gözler?
Amma Allah-u Teâlâ "Beni bilenler var." buyuruyor. Ben haber veriyorum şimdi, Âyet-i kerime ile haber veriyorum, Hadis-i kudsi ile haber veriyorum.
O içinde olduğu için duyan kulağı, gören gözü oluyor. Onun eli ve ayağı oluyor. Kalbi oluyor O'nunla anlıyor, söyleyen dili oluyor O'nunla söylüyor. Onun bütün sırrı ve esrarı Allah-u Teâlâ'nın içinde oluşundadır. Amma sen baktığın zaman put göreceksin. Demek ki boşalmamız lâzım.
Çok mühim bir Hadis-i şerif daha arzedeceğiz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah'ın üzerine düşerdi." (Tirmizî)
Demek ki Allah-u Teâlâ kime gösterirse o görüyor.
O'ndan başka hiçbir şey yok ki düşsün! Ötekiler "Ol!" ve "Öl!", işte bundan ibarettir. Düşen O'nun üzerine düşer.
O her şeyin takdirini dürmüş, şeklini şemâlini vermiştir, ondan sonra "Böyle ol!" demiştir, o da dilediği şekilde oluvermiştir. O görünenleri öyle murad ettiği için öyle göstermiş. Demek ki O var, O'ndan başka bir şey yok, O'nun hükmünden başka bir şey yok.
Her şeyi O tutuyor, O yaratıyor, O öldürüyor. Fakat insan tutulanı görüyor da tutanı görmüyor. Yani yaratılmışları görüyor da Yaratan'ı görmüyor.
Hadis-i şerif'te, yemin ediyor böyle olduğuna dair. Bu böyle midir? Bakın şimdi izah edeceğim.
Bunlar "Elhamdülillâhi Rabbil âlemin" Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhardır. (Fâtiha: 1)
Bunlar "Kul hüvallahu ehad" Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhardır. (İhlâs: 1)
Bu da ancak kendisinin de kâinatın da bir maskeden ibaret olduğunu gören ve bilene mahsustur. Yalnız onlar gerçek mürşid-i hakiki'nin Hazret-i Allah olduğunu bilirler.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır.
İşte Hadis-i şerif de açıklandı size. Ve dikkat edin bütün açıklamalarım ya Âyet-i kerime ya Hadis-i kudsi ya da Hadis-i şerif iledir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Öyle ilim var ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ârif-i billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)
Onu niçin ârif-i billâh olanlar bilir? O bildirdiği için bilir.
Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)
İşte kendisinin ve kâinatın bir maske olduğunu gören, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına mazhardır.
Bu Âyet-i kerime şimdiye kadar çok geçti, fakat çok esrarlıdır.
___________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (13)
2- Fiili Şükür (3)
Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ'nın nûru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir." (K. Hafâ)
Diğer bir hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım."
Eğer bu iki Hadis-i şerif'e dikkat etseniz, bütün bu esrarı çözeceksiniz.
Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik buradan doğuyor.
Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.
Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır.
Fakir onları tarif ederken; "Sehm-i nübüvvete vâris olanlar", "Sehm-i velâyete vâris olanlar", "Hem sehm-i nübüvvete hem de sehm-i velâyete vâris olanlar" olarak belirtmişizdir.
Adı üstünde vâris, çalışmakla elde edilen bir şey değil. Allah-u Teâlâ doğrudan doğruya nûru kalbine yazmış, kudsî ruh ile desteklemiş, Resulullah Aleyhisselâm'ın emanetini ona boşaltmış. Bütün esrar bu noktada.
__________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (14)
3. Hâlî Şükür:
Allah-u Teâlâ'yı canlarından, gözlerinden, eli ve ayağından hülâsa ihsan ettiği, ikram ettiği her şeyden fazla severler. Zira her şeyi O'nun yarattığını ve O'nun verdiğini onlar bilir. Hepsi O'nundur ve O'ndandır. Verdiği her şeyden fazla Allah-u Teâlâ'yı severler. O'nu görür, O'ndan olduğunu da görür. Bu hâlî şükürdür.
Onlarda irade yaşamaz. İradelerini Allah-u Teâlâ'nın iradesine bağlamışlardır. Hükme bağlıdırlar, çıkacak ilâhi hükme göre hareket ederler.
Sabaha kadar ibadet eder eder, sabahleyin de yaptığı ibadete gözyaşı ile istiğfar eder; af olması için, ibadet ve taatlarının kabul olunması için duâ ve niyazda bulunur. Çünkü o Allah-u Teâlâ'yı biliyor, yapamadığını da çok iyi biliyor. Aşk ateşi ile yanar, Allah-u Teâlâ ile beraber olmayı her şeyden fazla tercih eder.
Bir Hadis-i kudsi'de şöyle buyuruluyor:
"Kulum beni zikrettiği zaman ben onunlayım." (Buhârî)
Size bu anlatılanlar hazine-i ilâhiden alınan inci ve elmaslardır ve fakat siz bunları anlamadığınızdan taş mesabesinde görüyorsunuz.
Allah-u Teâlâ çok geçmez büyük bir fil gönderecek. Bu ilâhi mücevherâtın saçıldığını gördüğü zaman bu incilerden acaba nasipdar olan var mı diye parmakla araştıracak.
•
Fakat anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine duyuruyor.
Ve dikkat ederseniz, ben hiç ilim okumadım. Bu arzettiğimiz ilim "İlmullah"tır.
Allah-u Teâlâ bana ne öğretirse onu biliyorum, ne söyletirse onu söylüyorum. Ben bu ilmi bilmiyordum ki, kitap da hiç okumam, kitapta da bu ilim yok. Onun için deriz ki;
"Ben bilmiyordum ki söyleyeyim, kitaplarda yok ki okuyayım."
Bunlar bana ait değil. Ben kendimi takdim ederken diyorum ki; "Değersiz bir mahlukum, hüküm ve değer Hazret-i Allah ve Resul'e âittir."
Rabb'im ne öğrettiyse, ne döktüyse, kalbime ne yazdıysa size olduğu gibi açıyorum.
Hiç şüphe yok ki çok büyük zâtlar gelmiştir, bunları biliyorlardı, fakat onlara müsaade etmemiş de fakire etmiş, siz de bunlardan istifade ediyorsunuz.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminde İnşirâh sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Üç Âyet-i kerime, on dört kelime ve altmış sekiz harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Zaman" mânâsına gelen "Asr" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.
Ashâb-ı kiram'dan iki kişi karşılaştıkları zaman biri diğerine Asr sûre-i şerif'ini okumadan ve selâm vermeden ayrılmadıkları rivâyet edilmiştir. (Beyhakî)
İmâm-ı Şâfiî -rahmetullahi aleyh- şöyle buyurmuştur:
"Şâyet Kur'an'da bundan başka hiçbir sûre nâzil olmasaydı, bu pek kısa sûre bile insanlara yeterdi. Bu sûre Kur'an'ın bütün ilimlerini içine almıştır."
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle'de Allah-u Teâlâ asra yemin ederek insanların hüsran içinde bulunduklarını ve sırasıyla iman edenlerin, sâlih ameller işleyenlerin, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin bundan müstesna olduğunu beyan etmektedir.
Hüsranda Olanlar (1)
Allah-u Teâlâ insanın en önemli sermayesi olan zaman üzerine yemin ederek bu kısa Sûre-i şerif'e başlamaktadır:
"Asr'a yemin olsun ki!" (Asr: 1)
"Mutlak zaman" mânâsına gelen "Asr" kelimesine; ikindi vakti, ikindi namazı, yüzyıl, Resulullah Aleyhisselâm'ın gönderildiği saâdet asrı... gibi mânâlar verilmiştir.
Belirtilen bu mânâlar içinde birçok hadiseler meydana geldiği bir gerçektir. Kâr ve zararlar, iyilik ve kötülükler, sevinç ve üzüntüler, dostluk ve düşmanlıklar, yakınlık ve uzaklıklar, her türlü hadiseler hep zaman içinde olmaktadır. Allah-u Teâlâ'ya göre zaman diye bir şey yoktur. İnsanın ise ömrü ve en kıymetli sermayesidir. Ne kazanacaksa onunla kazanacak, ne kaybedecekse onunla kaybedecektir. Bir adam düşünün, pazarda buz satıyor: "Sermayesi eriyen bu zavallıya acıyın!" diye bağırıyor. İşte çok hızlı geçen ömür sermayesi de tıpkı bir buz gibi eriyip gitmektedir. Zaman durmadan geçip gidiyor, ecel yaklaşıyor, ömür eksiliyor, bir daha geri gelmiyor. İnsanoğlu onu ahiret sermayesi olarak kullanmadığı, yanlış yere harcadığı takdirde, kârsız geçen her zaman, ömür sermayesinden harcanan bir ziyan ve bir hüsran oluyor. Gerçek hüsran, ahirette karşılaşılacak olan hüsrandır.
Zaman aslında en değerli bir nimettir. İnsanoğlu zamanın kadrini ve kıymetini bilemediği ve değerlendiremediği için bastığı dalı kesmiş, kendi hüsranını kendisi istemiş, kazanacak yerde kaybetmiş oluyor.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah'tır." (Ahmet bin Hanbel)
Yani zamanı yaratan Allah-u Teâlâ'dır.
_________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (2)
Hüsranda Olanlar (2)
Allah-u Teâlâ, zaman üzerine yemin ettikten sonra şöyle buyurmuştur:
"İnsan gerçekten hüsran içindedir." (Asr: 2)
Allah-u Teâlâ yemin ederek insanların gerçekten hüsran içinde olduklarını beyan buyuruyor.
"Hüsran"; zarar, ziyan, kayıp, ümit edilene erişememekten doğan üzüntü mânâlarına gelir. Kârın zıddıdır.
İnsan Hakk'ı bırakıp bâtıla sarıldığı, ahireti bırakıp dünyaya daldığı, günah batağına battığı müddetçe hüsranda, sapıklıkta ve küfürdedir. Bu gibi kimseler büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir hüsran sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münâfığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Hüsranda olmaları sebebiyle Allah-u Teâlâ'ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ebedî ahiret yerine fânî dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler. Böylece hüsranın tam ortasında kendilerini bulurlar, hüsran onları her yönden kuşatır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Ve dediler ki: Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder." (Câsiye: 24)
İnkâr eden ve Hakk'tan yüz çeviren kimsenin dünyadaki varlığı, serveti, iyilikleri yarın ahirette kendisine hiçbir fayda sağlamaz, onlardan istifade edemez. Karşısında inkâr ettiği, emrine ve hükmüne karşı geldiği, düşman kesildiği Allah'ı bulur. Ne kadar büyük bir hüsranda olduğunu, bütün sermayesini kaybettiğini ancak o zaman anlar. İşte gerçek hüsran budur.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur bile olunamayan ahiret hayatı karşılaştırılırsa, önem derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Ömrü ne kadar uzun olursa olsun, insan öyle bir zamana ulaşır ki; rüzgârın saman çöpünü savurup, yerinde hiçbir şey kalmadığı gibi, ölüm gelir, ahirete alıp götürür. Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Akıllı kişinin zamanın arâyiş-i kâzibesine kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider, sonu hüsranla biter.
Serap; gündüzün ortasında, güneşin hararetindan dolayı, çöllerde uzaktan su gibi görünen bir hayaldir. Çöl yolculuğuna çıkan bir kimse serap görmekle, içini yakmakta olan hararetini yatıştıramadığı gibi, uzaktan var sandığı parıltı da yanına yaklaşınca yok olur.
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir. Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar. İşte fâni dünya budur.
_____________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (3)
Hüsrandan Kurtulanlar:
Hüsrandan kurtulanlara gelince;
"Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır." (Asr: 3)
Onlar gerçek imana erenlerdir. Yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını ahirette alabilmek için sabırla ömür sürerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler. Ömür sermayesini iyiye kullanarak kârlı çıkanlar bunlardır.
Bu gibi kimseler bol bir rızka erişirlerse şükrederler, ahiret mükâfatlarına namzet olurlar. Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler, kısmetlerine râzı olurlar.
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip sâlih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir.
Diğer taraftan onlar aldıkları her nefeste huzuru muhafaza ederler. Zamanın kadir ve kıymetini çok iyi takdir ederek, nefeslerin vücuda gafletle girip gafletle çıkmamasına azami gayret sarfederler. Ömrünün içinde bulunduğu her saniyesini fırsat bilerek, bu ruhsatı değerlendirmeye çalışırlar.
Huzurla alınan her nefes, Allah-u Teâlâ'nın Hayy ism-i şerif'inin bir tecellisidir. Bir nefes huzurla alınıp veriliyorsa, o nefes diridir. Gaflet ile çıkan nefes ise ölüdür.
1. İman Edenler:
Allah-u Teâlâ'nın varlığına birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmışlardır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını şöyle beyan buyurmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır." (Hucurât: 15)
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Yapılan her türlü iyiliklerden, hayırlı ve yararlı işlerden, sâlih amellerden ahirette karşılık görebilmenin şartı imandır. İman olmadan yapılan hiçbir amel ve ibadetin faydası yoktur, geçersizdir.
Kâfirler inkârları sebebiyle amellerini boşa çıkardıkları için, dünyada yapmış oldukları iyiliklerin ahirette karşılıklarını alamazlar. Amelleri, rüzgârın önündeki kül gibi yok olur gider.
________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (4)
2. Amel-i Sâlih İşleyenler:
Allah-u Teâlâ iman edenlerden sonra "Amel-i sâlih işleyenler"in de hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor.
Sâlih ameller; iyi, doğru, faydalı ve sevap kazanmaya vesile olan işlerdir. Amel-i sâlih'in sahası çok geniştir. Bunların başında farz ibadetler gelir. Namaz, oruç, zekât, temizlik, cihad, duâ, zikrullah, Allah-u Teâlâ'nın rızâsını kazanmak için yapılan her davranış Amel-i sâlih'in bölümlerini teşkil etmektedir. Yol üstünde duran bir taşı kaldırmak bile Amel-i sâlih'tir, mümine sevap kazandırır.
İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin geçerli olması ve sevap kazandırması için, bu ameli işleyenlerin imanlı olması şarttır.
Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde iman ile Amel-i sâlih birlikte zikredilerek Amel-i sâlih'in faydası ve lüzumu üzerinde ısrarla durulmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İman edip sâlih ameller işleyen ve Rabb'lerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet halkıdırlar, onlar orada ebedî kalacaklardır." (Hûd: 23)
Hüsrandan kurtulan o müminler ki, samimiyetle iman etmişler, Allah-u Teâlâ'nın hoşnud kalacağı sâlih ameller işlemişler, imanlarını tezyin etmişler, Hakk'a boyun bükerek huzur bulmuşlar, huşû içinde kendilerini ibadete vermişler, o iman ile de ahirete intikal etmişler, emsalsiz lütuflara ermişlerdir.
Zira onlar içinde ebedi kalmak üzere girdikleri cennet halkıdırlar. Dünyada iken iman nuru ile münevver olmanın, doğru yoldan ayrılmamanın mükâfatını yaşamaktadırlar.
Mal ve mülk, servet ve evlât, gayesine uygun olarak kullanılırsa cennetin, kullanılmazsa cehennemin kapısını açar. Bunlar dünya hayatına âit birer ziynettir, süstür. Allah katında asıl hayırlı olan şey ise sâlih amellerdir.
İman açıkta yanan bir muma benzer, bir rüzgâr gelir onu söndürebilir. O muma bir fanus geçirilirse söndürülemez. O şişe takvâdır, sâlih amellerdir. Takvâca hareket eden kimse imanını kurtarmış olur.
________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (5)
3. Hakk'ı Tavsiye Edenler:
"İman edenler"den ve "Amel-i sâlih işleyenler"den sonra "Birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler" de hüsrandan kurtulmuş oluyorlar.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imrân: 104)
Hem kendileri kurtulur, hem de başkalarının kurtuluşuna vesile olurlar. Bu ise İslâm'da çok büyük bir vazifedir. Hayra dâvet, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. Emr-i bi'l-mâruf nehy-i ani'l-münker, yani iyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısmıdır.
Bir mümin sadece kendisi din-i mübin'in emir ve yasaklarını yerine getirmekle, iyiyi, doğruyu, güzeli hayatında uygulamakla kalmamalı; aynı zamanda başkalarına da yol göstermek, Hakk'a dâvet etmek, yanlışlıklarının giderilmesine, hatalarının düzeltilmesine çalışmak, kemâle ulaştırmak, istikamete götürmek için iyilikleri emredip, kötülüklerden sakınmasını tavsiye etmeli, nasihatta bulunmalıdır. Eğer müslümanlarda bu şuur yoksa hüsrandan kurtulamazlar.
Nasihat; çok şümullü, dünya ve ahiret iyiliklerini toplayıcı bir kelimedir. Nasihat dinin direği ve temelidir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurmaktadır:
"İyiliği emret, kötülükten vazgeçir! Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan! Çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." (Lokman: 17)
Bu kolay bir vazife değildir. Bu vazifeyi yapanların başlarına birtakım musibetler ve sıkıntılar gelmesi mümkündür. Bu sıkıntılara sabretmek lâzımdır. Bir de şu var ki, bu vazife cesareti ve metaneti gerektiren işlerdendir. Malını ve canını o yolda fedâ edenlerin işidir, korkak kimselerin harcı değildir. Bunun için de azimli bir şekilde çok çalışmak gerekiyor. Her müslüman en azından bir kişiyi kurtarma çabası içinde olmalıdır. Ola ki bir kişinin, Allah-u Teâlâ'nın lütuf hidayetine vesile olur.
Farz-ı muhâl ki bir sel gelmiş, bir insanı almış götürüyor. Bir ip atıyorsunuz, boğulmak üzere iken onu kurtarıyorsunuz. Burada bir can kurtuluyor. Aslında pek de mühim bir iş yapmış sayılmazsınız. Çünkü eğer kurtarmasaydınız belki de şehit olacaktı.
Dalâlet ve imansızlık girdabına kapılmış kimseleri kurtarmak bundan daha mühimdir. Onu kurtardığınız zaman bir iman kurtulmuş, saâdet-i ebediye kazanılmış oluyor.
Şöyle düşünürsek, bir tarafta can kurtuluyor, bir tarafta iman kurtuluyor. Aradaki fark ne kadar büyüktür! Bir kimseyi imansızlık felâketinden kurtarmak için nasıl çalışmak gerekiyor? Bir samanlık yansa herkes söndürmeye koşuyor, gönüller yanıyor da hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Bir ip uzatılırsa, o ipten tutunup caddeye çıktığı zaman, gerçekten büyük bir girdabın içinde olduğunu görmüş olur. Daha evvel göremezdi, çünkü girdabın içinde idi.
Çok sabırlı çok âzimli olmak ve işin sonuna bakmak lâzımdır. Hidayet Hakk'tandır. Bütün kalpler O'nun kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vâsıta olur.
________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (6)
4. Sabrı Tavsiye Edenler:
Birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenlerden sonra hüsrandan kurtulabilmek için dördüncü olarak da "Sabrı tavsiye etmek" gelmektedir.
Allah yolundaki zorluklara göğüs gerebilmek, zahmet ve güçlüklere tahammül edebilmek için bir müminin sabırlı olması, mümin kardeşine de sabrı tavsiye etmesi, sebat göstermeyi telkin etmesi ve şevkinin artması için cesaret vermesi çok mühimdir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyurur:
"Sonra iman edenlerden olmak, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden olmaktır." (Beled: 17)
Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabırdır, iman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Allah yolunda çekinmeden canlarını veren muhterem şehitlerin ebedî saâdete ulaşmaları sabır sayesindedir. İmtihan sabırla verilir, ibtilâlar sabır sayesinde küçülür.
Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Mümin sabrı nispetinde derece alır ve terakki eder.
Zâhirî sabır kızdığı zaman, başına bir ibtilâ geldiği zaman yılmamak, yıkılmamak; Allah-u Teâlâ'nın yasak ettiği her şeyden kaçınmak, çizdiği hududu aşmamak, günah işlememek için sabretmektir.
Bir müminin nefsin alıştığı ve sevdiği, Allah-u Teâlâ'nın ise yasakladığı haramlardan şiddetle kaçınması, ne ki emretti ise seve seve yapması gerekir. Çünkü haramları yasakları yapmamakta azim ve sebat göstermedikçe, kişi takvâ derecesine erişemez. Takvâ sabır ile kâimdir.
Bir de bâtınî sabır vardır ki; o kimse bütün iradesini Hakk'a teslim eder, reyini Allah-u Teâlâ'ya verir. Artık onda hiçbir arzu ve istek olamaz. Allah-u Teâlâ'dan çıkacak her türlü hükme peşin olarak râzıdır. Bunlar "Sabi makamı"nda olanlardır. Burası "Kulluk makamı"dır. En mühim derûnî sabır burada gerekir.
Nefis ne isterse, Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile onu çoktan yok etmiştir, dizginini vurmuştur, Hakk'a teslim olmuştur, hiçbir arzusu kalmamıştır.
Ne halka karşı bir gösteriş ne de gönüllerinde bir gurur ve iftihar duygusu beslemeyerek, sırf Allah-u Teâlâ'nın teveccühüne nâil olmak için zahmetlere katlanıp Hakk yolunda sabır ve sebat gösterirler. İlâhî takdire boyun bükerler. Nefislerinin hoşlanmadığı çeşitli musibetlere sabırla karşılık verirler.
Kur'an-ı kerim'de Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm'ın kıssası, sabır ve rızâyı ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.
Netice olarak; bu dört vasıfla ziynetlenen kimseler hüsrandan kurtulmuşlardır. Böyle bir imana erişemeyen kişiler ise hüsranın tam içindedirler.
Hiç imanı olmayanlar dünyada ve ahirette hüsrandan kurtulamayacakları gibi; bâtıla iman etmiş olanların da amellerinin o bâtıl sebebiyle yok olacağı şüphesizdir.
__________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (7)
Asr Sûre-i Şerif'inin Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (1)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyuruyor ki:
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ." (Asr: 1-3)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Bütün insanlar helâk olmuşlardır." buyurmuştu. Burada da Allah-u Teâlâ yemin ederek insanların gerçekten hüsran içinde olduklarını beyan buyuruyor. Bu bizim için ne büyük âfât! Allah'ım iyilerin yüzü suyu hürmetine bizi bağışlasın.
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor.
Ve fakat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebû Dâvud)
İnsanların helâk olduğunu belirten Hadis-i şerif umuma âit, bu Hadis-i şerif ise hususa yani Resulullah Aleyhisselâm'ın ümmetine aittir.
Yetmiş iki fırka cehenneme giriyor. Acaba biz hangi fırkadanız? Bir düşün!
İşte şu bölücüler var ya, paramparça ettiler hem dini hem vatanı.
Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar." (Yusuf: 103)
İşte bu bölücülere, her ne kadar gerçekten Hakk'ı söylesen de, hakikati ibraz etsen de, ne Hakk'ı tanırlar, ne de hakikati kabul ederler.
Ve böylece yetmiş iki fırka cehennemlik oldu.
Şimdi bizim duracağımız bir fırka kaldı. Zâhirî, bâtınî, ledünî dediğimiz bütün bu mevzu o bir fırkaya aittir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"İnsanların çoğu bilmezler." (Mümin: 57)
Neyi bilemedi bunlar? Hakikati bilemedi, hakikati bilemediği için Hakk'ı bulamadı, din kurucuları ile beraber oldu, böylece helâkına vesile oldu.
Bir tek temsil arzedelim:
Bir bölücü çıkar der ki "Fâiz helâldir!" Öteki bölücü der ki "Enflasyon nispetinde helâldir!" Diğeri der ki "Ben fâizle kömür alırım, şunu alırım, bunu alırım!" Hiç bir bölücü fâizi yerde bırakmıyor. Herkes kendi kitabına göre uyduruyor ve onu yiyor.
Kitabı deyince, "Onların kitabı ayrı mı?" diye soracaksınız. Evet ayrıdır.
Çünkü Cenâb-ı Hakk Müminûn Sûre-i şerif'i 53. Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir."
Allah-u Teâlâ onların İslâm'la hiçbir ilgilerini bırakmadı.
Ve onları bir imtihan edin. Deyin ki "Arkadaşlar! Benim şurada elli milyon, yüz milyon, beş yüz milyon bir param var amma, fâiz olduğu için elimi sürmüyorum, ne yapayım?"
Bakın kendi dinlerine kendi kitaplarına nasıl uyduracaklar?..
______________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (8)
Asr Sûre-i Şerif'inin
Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (2)
Bir çok defa karşılaştığımız hususlardan bir tanesini size temsil olarak arzedelim: Bir kardeş geldi Kayseri'den, "Efendim ben beş bin Mark getirdim." dedi. "Bu parayı niçin veriyorsunuz?" diye sorduk, "Bu paradan biraz şüpheliyim." dedi. "Kardeşim! Senin şüphe ettiğin parayı kasaya koyamam." Beş bin Mark'ı vermek için tâ Kayseri'den gelmiş, hayır, vallahi beş kuruş kadar gelmez bana o para, burası Allah kapısıdır. Ve kardeş o parayı aldı gitti, kabul etmedik.
Vakıf binaları yapıyoruz. Bu yaptığımız vakıf binaları için kimseden tek kuruş istenmiş değildir. Kimseden dilenilmez, kimse yolunmaz. Çünkü burası Allah kapısıdır. Onun içindir ki, herkes buraya kendi evine gelir gibi gelir, yer, içer, gider. Helâli hoş olsun. Çünkü kendi evi zaten. Bir de şu var ki, Allah-u Teâlâ bizi lütfu ile zengin kılmış, kimseye muhtaç ettirmemiş, kimseye perva ettirmemiş. Bu vallahi sırf kendi lütfundandır, çalışmakla değil.
Mevzumuza devam ediyoruz:
Allah-u Teâlâ Asr sûre-i şerif'inde iman edenlerin hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor. Bunun içindir ki imanın şartlarının izahı lâzım.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki: "İman iki yarımdır. Yarısı sabırda yarısı şükürdedir." (C. Sağir)
Zâhiri Sabır:
1- Kızdığın zaman sabretmek.
2- Bir ibtilâ başına geldiği zaman sabretmek.
3- Allah-u Teâlâ'nın nehyettiği her şeyden ictinab etmek, çizdiği hududu aşmamak, o günahı işlememek için sabretmek.
Allah-u Teâlâ iman edenlerden sonra "Amel-i salih işleyenler"in de hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İman üryandır, libası takvâ, ziyneti hayâ, semeresi ilimdir." (Beyhakî)
İman açıkta yanan bir muma benzer, bir rüzgâr gelir onu söndürebilir. Hele bugünkü muhalif rüzgârlar ne kadar şiddetli esiyor. O muma bir fanus geçirilirse söndürülemez. O şişe takvâdır. Takvâca hareket eden imanını kurtarmış olur. Fakat takvâ bâtın ilminin meyvesidir. Takvâ ne demektir? Zâhirde haram olan şeylerden ictinab etmek, bâtında her şüphe edilen şeyden ictinab etmek demektir. Bunlardan ictinab etmedikçe imanını kurtaramazsın. İmanın ziyneti hayâdır. Takvâyı da hayâ muhafaza eder.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Hayâ ile iman mütelâzımdır, birbirinden ayrılmaz. Yani biri gidince öteki de kalmaz." (C. Sağir)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Hayânın azlığı küfür alâmetidir." buyururlar. (Münâvî)
Demek ki biz hayâdan yoksun olmakla küfre kaydığımızı da bilmiyoruz. Bunu bilmediğimiz için imanımızı da tehlikeye düşürüyoruz. O halde bu cehalete düşmemek ve bunların hakikatini bilebilmek için ilme de ihtiyaç var. Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu ise ilimdir." (C. Sağir)
İlim olmasaydı, hayâyı gidermekle imanı da giderdiğimizi bilemezdik. Körükörüne hiçbir şey olmuyor, illâ ilim. Demek ki takvâ, hayâ ve ilim birbirini tamamlamış oluyorlar.
___________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (9)
Asr Sûre-i Şerif'inin
Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (3)
Hakk'ı bilmeye gelince;
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İlimde derinleşmiş olanlar 'O'na inandık, hepsi Rabb'imizin katındandır.' derler. Bunu akl-ı selim sahiplerinden başkası düşünüp anlamaz." (Âl-i imrân: 7)
"Verrâsihune fil-ilmi = İlimde derinleşmiş olanlar."
Bunun zâhirî ve bâtınî manası arzedilecek.
Baş gözü ile ne görürse, baş kulağı ile ne işitirse onu bilir. Fakat gerçekten Hakk'a teslim olmamıştır, bir çok arzuları vardır, ilimde derinleştiği halde ilmi ile nefsini düşünür. Bunlar halkın muallimi olup bu zâhirî mana itibariyledir.
Bâtınî manası ise:
Allah-u Teâlâ kulu kendisine ne kadar yaklaştırdı ise, ona kendisini ne kadar bildirdi ise; Hazret-i Allah'ı bilir, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu hem bilir, hem görür, kendisini görmez.
Ve bu tecelliyat sonsuzdur.
Âyet-i kerime'de geçen "Akl-ı selim", "Ulül-elbâb" akıldır. Ulül-elbâb olan bunu anlar, başkası anlamaz.
Allah-u Teâlâ kalbine ne döktüyse, kalp gözüne ne gösterdiyse, kalp kulağına ne duyurduysa onu bilir, bunlarda arzu ve irade yaşamaz. Ne takdir ettiyse, nasıl hükmeder ise o... Bunlar Hakk'a teslim olanlardır.
•
İkinci bir mânâ da Hakk'ı bilmek;
Her şey ceset, Allah-u Teâlâ ise ruhtur. Bunu böyle bilmek gerekir.
Ruhsuz ceset resme benzer. Bu gördüğünüz âlem resim değildir.
Cemâdat, nebâtat, hayvanat, insan... Her şey Allah-u Teâlâ'yı tesbih eder.
Hatta Allah-u Teâlâ Dâvud Aleyhisselâm'ın zikrinden ne kadar hoşlanmış ki:
"Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin!" diye emretti. (Sebe: 10)
Dâvud Aleyhisselâm zikrederken, dağlar da kuşlar da hepsi beraber zikrederdi.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O halim olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44)
Zira yaratılmış olan her şey Hakk'ı bilir ve tazim eder.
İnsan zikrullah sebebiyle öyle yükselir ki, bir Hadis-i şerif'te:
"Mümin-i kâmil olan kimse, Allah katında bazı meleklerden de efdaldir." buyurulmaktadır. (İbn-i Mâce)
Hakk ehli olanlar Hakk'ı bilir ve Hakk ile hükmeder.
Her iş ve icraatları Allah-u Teâlâ'nın hükmüne ve ahkâmına göredir, ahkâm mucibince hareket ederler. Hakk'ı bilir, hakikatten ayrılmazlar. Zira bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır.
______________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (10)
Asr Sûre-i Şerif'inin
Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (4)
Daha evvel denmişti ki "Bunlar halkın muallimi"dir. Şimdi ise Hakk'ın muallimliği ve Hakk'ın talebelerine geçeceğiz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Allah-u Teâlâ kendi talebelerine emrediyor ve Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Kitab'ı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbânîler olunuz." (Âl-i imran: 79)
Rabbânî olmak demek; Rabb'e halis kul olun, Rabb'e mensup ilim erbâbı olun, kalp kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle bakıcılar olun demektir.
Enes -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- "Şüphesiz insanlardan Allah'a yakın olanlar vardır." buyurmuştu.
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Bunlar kimlerdir?" diye sordu.
Buyurdular ki:
"Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah'ın has kullarıdır." (İbn-i Mâce: 215)
Kur'an ehli ne demek? Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah Aleyhisselâm'ın ahlâkı sorulduğu zaman "Onun ahlâkı Kur'an'dır." buyurmuştu. Kur'an ehli olanlar da bütün ahlâkını Hazret-i Kur'an'a uydurmuşlardır.
Bâtınî Sabır:
Zâhirî sabırdan bahsetmiştik, şimdi bâtınî sabırdan bahsedeceğiz.
Bütün iradesini Hakk'a teslim eder. Reyini Allah-u Teâlâ'ya verir. Artık onda hiçbir arzu ve istek olamaz. Hazret-i Allah'tan çıkacak her türlü hükme peşin olarak râzıdır. Bunlar "Sabi makamı"nda olanlardır. Burası "Kulluk makamı"dır. En mühim derûnî sabır burada gerekir. Nefis ne isterse, Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile onu çoktan yok etmiştir, dizginini vurmuştur, Hakk'a teslim olmuştur, hiçbir arzusu kalmamıştır.
Bunlar Allah ehlidir, hıfz-u himayede ve tasarruf-u ilâhi'de bulunanlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Buraya ilim ve kafa işlemez. Bunun sebebini arzedelim:
Allah-u Teâlâ'nın kudsi ruh ile desteklediği kimselerden başkası, bu esrar-ı ilâhîye vâkıf olamaz.
Zira işi gören o ruhtur, işi gören o nûrdur. Herkes kişiyi görüyor. Açık söylüyorum; işi gören Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm'ın nûrudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Zira bunlar var olan Hazret-i Allah ile beraberdirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 153)
Allah-u Teâlâ ancak bu kullarla beraberdir.
________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (11)
Şükür de "Kâlî", "Fiili" ve "Hâlî" olmak üzere üç nevidir.
Bunların izahlarını arzedelim:
1- Kâlî Şükür:
Bu şükrü yapanlar haramdan sakınanlardır.
a) "Yaratan, yoktan var eden, beden nimetleri ile donatan, bidayetten nihayete kadar en güzel şekilde terbiye edip suret veren Hazret-i Allah'a şükürler olsun." derler.
b) "Mülkünde bulunduran, kâinatı musahhar kılan, mülkündeki nimetlerle merzuk eden, rızıklandıran Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler olsun." derler.
c) "İman şerefi ile müşerref eden, İslâm ile mükerrem eden, iyi ve kötüyü ayırdetmek için Kelâmullah'ı indiren, Rehber-i sâdık'ı gönderen Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler olsun." derler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler." (Mümin: 61)
Bir düşün! Hayatın boyunca bu hususlara bir defacık tefekkür edip şükrettin mi?
2- Fiili Şükür:
Şimdi bâtınına geçiyoruz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilan ederim. Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibadetleri yapmasıdır. Nafile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim, sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir, gören gözü olurum, o benimle görür, eli olurum o benimle dokunur, ayağı olurum o benimle yürür. (Kalbi olurum o benimle anlar, söyleyen dili olurum o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm, her hangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1042)
Bu Hadis-i kudsi'yi herkes merak eder. Allah-u Teâlâ lütfederse bunu az kelimeyle olduğu gibi açacağız. Buna mümasil bir çok sırları da açıp kapatacağız.
Dimağınızı daha güzel yatıştırmak için bir Hadis-i kudsi daha arzedeceğiz:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:
"Onlara ilk vereceğim şey, nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Müslim-Hâkim)
Yani "Onlar beni biliyor ve benden haber verirler." diye Hadis-i kudsi'de beyan buyuruyor.
İşte şimdi size Hazret-i Allah'tan haber vereceğim.
Niçin Allah-u Teâlâ o sevgili kullarına karşı gelene harp ilân ediyor? Çünkü o veli Hakk'ta fani olmuştur, kül olmuş, esrar-ı ilâhi'de yok olmuştur. İçinde yalnız Allah-u Teâlâ'nın mevcudiyetini görür ve bilir, kendisini görmez.
Bunun delilini mi istiyorsunuz?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
O, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına mazhar olmuştur.
_________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (12)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
O, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına mazhar olmuştur.
Allah-u Teâlâ "İçindeyim, bak beni göreceksin!" diye hitap ediyor. Amma hani o gören gözler?
Amma Allah-u Teâlâ "Beni bilenler var." buyuruyor. Ben haber veriyorum şimdi, Âyet-i kerime ile haber veriyorum, Hadis-i kudsi ile haber veriyorum.
O içinde olduğu için duyan kulağı, gören gözü oluyor. Onun eli ve ayağı oluyor. Kalbi oluyor O'nunla anlıyor, söyleyen dili oluyor O'nunla söylüyor. Onun bütün sırrı ve esrarı Allah-u Teâlâ'nın içinde oluşundadır. Amma sen baktığın zaman put göreceksin. Demek ki boşalmamız lâzım.
Çok mühim bir Hadis-i şerif daha arzedeceğiz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah'ın üzerine düşerdi." (Tirmizî)
Demek ki Allah-u Teâlâ kime gösterirse o görüyor.
O'ndan başka hiçbir şey yok ki düşsün! Ötekiler "Ol!" ve "Öl!", işte bundan ibarettir. Düşen O'nun üzerine düşer.
O her şeyin takdirini dürmüş, şeklini şemâlini vermiştir, ondan sonra "Böyle ol!" demiştir, o da dilediği şekilde oluvermiştir. O görünenleri öyle murad ettiği için öyle göstermiş. Demek ki O var, O'ndan başka bir şey yok, O'nun hükmünden başka bir şey yok.
Her şeyi O tutuyor, O yaratıyor, O öldürüyor. Fakat insan tutulanı görüyor da tutanı görmüyor. Yani yaratılmışları görüyor da Yaratan'ı görmüyor.
Hadis-i şerif'te, yemin ediyor böyle olduğuna dair. Bu böyle midir? Bakın şimdi izah edeceğim.
Bunlar "Elhamdülillâhi Rabbil âlemin" Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhardır. (Fâtiha: 1)
Bunlar "Kul hüvallahu ehad" Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhardır. (İhlâs: 1)
Bu da ancak kendisinin de kâinatın da bir maskeden ibaret olduğunu gören ve bilene mahsustur. Yalnız onlar gerçek mürşid-i hakiki'nin Hazret-i Allah olduğunu bilirler.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır.
İşte Hadis-i şerif de açıklandı size. Ve dikkat edin bütün açıklamalarım ya Âyet-i kerime ya Hadis-i kudsi ya da Hadis-i şerif iledir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Öyle ilim var ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ârif-i billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)
Onu niçin ârif-i billâh olanlar bilir? O bildirdiği için bilir.
Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)
İşte kendisinin ve kâinatın bir maske olduğunu gören, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına mazhardır.
Bu Âyet-i kerime şimdiye kadar çok geçti, fakat çok esrarlıdır.
___________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (13)
2- Fiili Şükür (3)
Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ'nın nûru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir." (K. Hafâ)
Diğer bir hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım."
Eğer bu iki Hadis-i şerif'e dikkat etseniz, bütün bu esrarı çözeceksiniz.
Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik buradan doğuyor.
Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.
Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır.
Fakir onları tarif ederken; "Sehm-i nübüvvete vâris olanlar", "Sehm-i velâyete vâris olanlar", "Hem sehm-i nübüvvete hem de sehm-i velâyete vâris olanlar" olarak belirtmişizdir.
Adı üstünde vâris, çalışmakla elde edilen bir şey değil. Allah-u Teâlâ doğrudan doğruya nûru kalbine yazmış, kudsî ruh ile desteklemiş, Resulullah Aleyhisselâm'ın emanetini ona boşaltmış. Bütün esrar bu noktada.
__________________________________________________________________________________
Asr Sûre-i Şerif'i (14)
3. Hâlî Şükür:
Allah-u Teâlâ'yı canlarından, gözlerinden, eli ve ayağından hülâsa ihsan ettiği, ikram ettiği her şeyden fazla severler. Zira her şeyi O'nun yarattığını ve O'nun verdiğini onlar bilir. Hepsi O'nundur ve O'ndandır. Verdiği her şeyden fazla Allah-u Teâlâ'yı severler. O'nu görür, O'ndan olduğunu da görür. Bu hâlî şükürdür.
Onlarda irade yaşamaz. İradelerini Allah-u Teâlâ'nın iradesine bağlamışlardır. Hükme bağlıdırlar, çıkacak ilâhi hükme göre hareket ederler.
Sabaha kadar ibadet eder eder, sabahleyin de yaptığı ibadete gözyaşı ile istiğfar eder; af olması için, ibadet ve taatlarının kabul olunması için duâ ve niyazda bulunur. Çünkü o Allah-u Teâlâ'yı biliyor, yapamadığını da çok iyi biliyor. Aşk ateşi ile yanar, Allah-u Teâlâ ile beraber olmayı her şeyden fazla tercih eder.
Bir Hadis-i kudsi'de şöyle buyuruluyor:
"Kulum beni zikrettiği zaman ben onunlayım." (Buhârî)
Size bu anlatılanlar hazine-i ilâhiden alınan inci ve elmaslardır ve fakat siz bunları anlamadığınızdan taş mesabesinde görüyorsunuz.
Allah-u Teâlâ çok geçmez büyük bir fil gönderecek. Bu ilâhi mücevherâtın saçıldığını gördüğü zaman bu incilerden acaba nasipdar olan var mı diye parmakla araştıracak.
•
Fakat anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine duyuruyor.
Ve dikkat ederseniz, ben hiç ilim okumadım. Bu arzettiğimiz ilim "İlmullah"tır.
Allah-u Teâlâ bana ne öğretirse onu biliyorum, ne söyletirse onu söylüyorum. Ben bu ilmi bilmiyordum ki, kitap da hiç okumam, kitapta da bu ilim yok. Onun için deriz ki;
"Ben bilmiyordum ki söyleyeyim, kitaplarda yok ki okuyayım."
Bunlar bana ait değil. Ben kendimi takdim ederken diyorum ki; "Değersiz bir mahlukum, hüküm ve değer Hazret-i Allah ve Resul'e âittir."
Rabb'im ne öğrettiyse, ne döktüyse, kalbime ne yazdıysa size olduğu gibi açıyorum.
Hiç şüphe yok ki çok büyük zâtlar gelmiştir, bunları biliyorlardı, fakat onlara müsaade etmemiş de fakire etmiş, siz de bunlardan istifade ediyorsunuz.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh