MÜMTEHİNE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
Allah ve İslâm Düşmanlarını Sırdaş ve Dost Edinenler!
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Ahzâb sûre-i şerif’inden sonra Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on üç Âyet-i kerime, üç yüz kırk sekiz kelime, bin beş yüz on harften teşekkül etmiştir.
Kadınların imtihan edilmeleri ile ilgili hüküm dolayısıyle bu Sûre-i şerif’e: “İmtihan olunan kadın” mânâsına gelen “Mümtehine” adı verilmiştir, fıkhî hükümler mevcuttur. “Mevedded sûresi” denildiği de rivâyet olunmuştur.
Nüzûl Sebebi:
Resulullah Aleyhisselâm Mekke’nin fethi için hazırlıklara başladığında bir sabah namazından sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i yanına çağırdı, onun reyini sordu. Sonra Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in reyini aldı ve hemen hazırlıklara başladı. Bütün hazırlıklar gayet gizli idi. Mekke’nin bütün yolları bağlanmış, bu vazife Huzâa kabilesi’ne bırakılmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm kendini Necid tarafında meşgul göstermek, dikkatleri başka tarafa çekmek için Ramazan ayının başında Ebu Katâde -radiyallahu anh-i askeri bir birlik ile Suriye yolu üzerindeki Îdâm vâdisi taraflarına gönderdi.
Hedef resmen ilân edilmemekle birlikte Medine’de topyekün sefer hazırlığı görünümünde fetih hazırlığı sürdürülmekteydi. Harp malzemeleri temin ediliyor, develere denkler yükleniyor, atlar eğerleniyordu.
Bu kadar gizliliğin yanında Ashâb-ı kiram’dan Hâtıb bin Ebî Belteâ -radiyallahu anh- durumdan Kureyş’i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak bir kadınla gizlice Mekke’ye göndermişti. Resulullah Aleyhisselâm ilâhî vahiy ile bunu öğrendi. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- iki arkadaşını derhal kadının arkasından gönderdi. Kadına yetişip: “Şu mektubu çıkarsana!” dediler. Kadın önce itiraz etti. Fakat: “Mektubu çıkar, yoksa elbiseni soyup arayacağız!” deyince, kurtuluş çaresi kalmadığını anladı ve saçlarının örgüsü arasından mektubu çıkarıp verdi.
Mektupta şöyle yazıyordu:
“Ey Kureyş! Resulullah size karşı büyük bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu, sel gibi akacaktır.
Allah’a yemin ederim ki, Resulullah üzerinize yalnız başına da gelse, Allah onu size galib kılacak ve vaadini yerine getirecektir.
Bir an evvel başınızın çaresine bakın!”
Herkes şaşırıp kaldı. Çünkü Hâtıb -radiyallahu anh- gibi bir zâttan hiç kimse böyle bir şey beklemiyordu.
Resulullah Aleyhisselâm bir heyet önünde Hâtıb -radiyallahu anh-i sorguya çekti.
“Ey Hâtıb! Bu ne iş, niçin bunu yaptın?” diye sordu.
Hâtıb -radiyallahu anh- kendisini şöyle müdafaa etti:
“Yâ Resulellah! Hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş’e antlaşarak bağlı bir kimseyim. Fakat hiç bir zaman onlardan olmadım. Yanımızdaki muhâcir kardeşlerimin, Mekke’de âilesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benim ise böyle bir himayecim yok. Kureyş’in ileri gelenlerini bir minnet altında bırakarak âilemi korumak istemiştim.
Ben bu işi dinimden dönmek için yapmadım. Müslüman olduktan sonra katiyyen küfre râzı olmam.”
Resulullah Aleyhisselâm: “Hâtıb kendisini yaman müdafaa etti.” buyurdu. Daha sonra Ashâb’ına dönerek:
“O size doğru söyledi. Bunun hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz!” dedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ise dayanamayıp:
“Yâ Resulellah! Bırak da şu münâfığın boynunu vurayım!” diyerek çıkışınca:
“Yâ Ömer! Hâtıb Bedir savaşı’nda bulunmuş bir kişidir. Ne bilirsin, belki de Allah-u Teâlâ Bedir mücahidlerine: ‘Bundan böyle istediğinizi yapın, ben sizi bağışladım.’ demiş olabilir.” buyurdu.
Bunun üzerine ilgili Âyet-i kerime’ler nâzil oldu.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle’de; imanın en sağlam kulpu olan “Allah için sevme ve Allah için buğz” fikrini gönüllere yerleştirme gayesi vardır.
İlk Âyet-i kerime’ler Ashâb-ı kiram’dan Hâtıb bin Ebî Belteâ -radiyallahu anh-ı kınamak için indirilmiştir. Yapılan bu yanlışlık hakkında Allah-u Teâlâ müminleri uyarmış; durum ve şartlar ne olursa olsun müminlerin İslâm düşmanlarını aslâ dost ve sırdaş edinmemelerini emir buyurmuş ve bunun sebeplerini açıklamıştır. İman ve küfür mücadelesi kıyamete kadar devam edecek, bu hükümler müslümanlara ışık tutacaktır.
Allah-u Teâlâ, Allah düşmanlarına dost olmanın hükmünü açıklamış; İbrahim Aleyhisselâm’ın ve onunla beraber olanların kıssasını misal olarak vermiş, müminlerin onlardan uzak olduklarını bu şekilde beşeriyete duyurmuştur.
Allah düşmanlarını dost edinmemekle birlikte; İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık tavrı içinde olmayan ve müslümanlara eziyet etmeyen kâfirlere bir iyilik yapmakta bir mahzur bulunmadığı, Allah-u Teâlâ’nın adaletli olanları sevdiği belirtilmiştir.
Yine aynı Sûre-i şerif’te müminlere eziyet edip, onlarla savaşanların hükmünden mevzu edilmiş, onlarla dost edinmeyi yasakladığı açıklanmıştır.
On ve on birinci Âyet-i kerime’lerde müslüman bir kadına, müşrik bir erkeğin haram olduğu; müslüman bir erkeğe de müşrik bir kadını nikâhında bulundurmasının haram olduğu bir hüküm olarak beyan edilmektedir.
On ikinci Âyet-i kerime’de iman eden kadınların İslâm yurdunda Resulullah Aleyhisselâm’a biat etmelerinin hükmü ve biatın şartları mevzu edilmektedir.
Son olarak da müminlerin , Allah’ın gadap ettiği bir topluluğu dost edinmemeleri çok mühim olduğu için bir tekrar olarak emredilmektedir.
Allah ve İslâm Düşmanlarını Sırdaş ve Dost Edinenler:
Allah-u Teâlâ Hâtıb -radiyallahu anh-in bu tutum ve davranışı sebebiyle indirdiği Âyet-i kerime’sinde onu ve müminleri şöyle uyarmıştır:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1)
Çünkü imanın alâmetlerinden birisi de, Allah düşmanlarına karşı dostluk ve sevgi göstermek değil, onlardan nefret etmektir.
Kendilerine düşmanlık yapılmak ve onlarla savaşmak meşru kılınmıştır.
“Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz.” (Mümtehine: 1)
Onlar Allah-u Teâlâ’yı da, O’nun peygamberini de ve o Peygamber’e indirilen kitabı da inkâr ederek küfür içinde yaşamaktadırlar.
Onlar size karşı en çetin düşmanlığı yaptıkları halde onlara sevgi ve muhabbet gösteriyor ve dost oluyorsunuz.
“Oysa onlar Rabb’iniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar.” (Mümtehine: 1)
Onlar küfürleriyle ne Allah-u Teâlâ’nın ne de kullarının haklarını tanımıyor, onlardan tiksindiklerinden dolayı aralarından çıkarıyorlardı. Böylece inananları Mekke’den Medine’ye hicret etmeye mecbur ettiler.
“Eğer sizler benim yolumda savaşmak ve hoşnudluğumu kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?” (Mümtehine: 1)
Şayet sizler benim sizden râzı olmamın yollarını arayarak, benim yolumda cihad eden kimseler olarak çıktı iseniz, onları asla dost edinmeyiniz. Üstelik onlar sizleri, size olan kin ve nefretlerinden, dininize karşı olan öfkeden dolayı yurtlarınızdan çıkartmış, mallarınızdan mülklerinizden etmişlerdi.
“Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim.” (Mümtehine: 1)
Ben gizlilikleri, kalplerde olanları, açığa çıkarılanları bildiğim halde, sizin gizlediklerinize Resul’ümü muttali kıldığım halde sizler böyle mi yapıyorsunuz?
“İçinizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.” (Mümtehine: 1)
İnanmış olarak Allah yolunda giderken, şeytan yoluna sapmış, böylece cezayı hak etmiş ve kendisini felâkete atmış olur.
•
Bundan sonra Allah-u Teâlâ müslümanlara karşı kâfirlerin kalplerinde bulunan şiddetli düşmanlığı onlara haber vermek üzere şöyle buyurdu:
“Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilirler.” (Mümtehine: 2)
Size karşı üstünlük sağlarlar da sizi hakimiyetleri altına alırlarsa, sizin onlara yaptığınız gibi dostluk etmezler, katıksız bir şekilde size düşmanca davranırlar. Kalplerinde size karşı olan o şiddetli düşmanlığı açığa vururlar.
“Size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar.” (Mümtehine: 2)
Esir almak, işkence yapmak ve öldürmek suretiyle size elleriyle; sövmek saymak, hakaret etmek suretiyle de dilleriyle kötülükler yaparlar. Size eziyet verecek hiç bir işi yapmaktan geri kalmazlar.
“Zaten kâfir olmanızı istemektedirler.” (Mümtehine: 2)
Düşman için en önemli şey, düşmanının en değerli olan şeyine saldırmaktır.
Ebedî hayatın anahtarı olan iman nimetini kaybetmek kadar büyük musibet tasavvur edilemez. Kâfirlere mahkum olanların ise, eninde sonunda musibete düşme tehlikesi her zaman için mevcuttur.
Durum böyle olduğuna göre bu gibi kimselere sevgi ve dostluk göstermek büyük bir hatadır.
Hâtıb -radiyallahu anh-in dediği gibi, içlerinde bulunan bazı akraba ve çocukları sebebiyle o düşmanlara sır verenlere gelince, bu husus şöyle ifade edilmektedir:
“Kıyamet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler.” (Mümtehine: 3)
Onları korumak kastı ile düşmanlarına yakınlaştığınız akrabalarınızın ve çocuklarınızın size faydası olmayacaktır. Onlar sizi yaptığınız günahın cezasından kurtaramazlar.
“O gün Allah onlarla aranızı ayırır.” (Mümtehine: 3)
Orada birbirinizden uzak düşmüş olacaksınız. Müminin mercii cennet, kâfirin mercii cehennem olur.
“Allah yaptıklarınızı görendir.” (Mümtehine: 3)
Ona göre mükâfat veya ceza verir, yoksa akrabalarınıza veya çocuklarınıza göre değil.
Artık bunu düşünerek kâfirlere temayülden, dostluk ve hoşgörüden ictinâb ediniz.
Gelecek Nesillere İbret:
Müslümanların ilk atası, Hanif dini’nin ilk sahibi olan İbrahim Aleyhisselâm; yalnız inançta değil, hayatlarının her safhasında müminler için bir numune-i imtisaldir.
İbrahim Aleyhisselâm’ın Kur’an-ı kerim’de geçen kıssanın mühim safhaları inananlara ilham kaynağı olmakta ve birçok müşkülleri halletmektedir.
Allah-u Teâlâ müminlere hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir misal vardır.” (Mümtehine: 4)
Onun güzel kıssası, kıyamete kadar her devirde yaşayan mümin ve muvahhidler için bir ışıktır. Şirk ve küfürden uzak kalmak için sevgi ve düşmanlığın sırf Allah için olmasının gerektiğine dair canlı bir misal verilmektedir.
Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın ve beraberinde bulunanların, müşrik olan kavimlerinden uzaklaşarak bütün ilişkilerini kestiklerini haber veriyor:
“Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi:
Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz de bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (Mümtehine: 4)
Kâfirlere karşı düşmanlıklarını açıktan ve yüksek sesle ilân etmişler; yalnız ve yalnız Allah’a iman etmedikçe, O’na kulluk edip şirkten uzaklaşmadıkça, taptıkları putları ve heykelleri reddetmedikçe aralarında sönmeyecek bir öfke ateşi belireceğini, her türlü dostluk ve yakınlık ilişkilerinin kesileceğini kesin olarak ortaya koydular.
İbrahim Aleyhisselâm’ın ve onunla beraber olanların Âyet-i kerime’de beyan olunan duâları kıyamete kadar darda kalacak müminlerin de duâsıdır.
“Ey Rabb’imiz! Sana dayandık, sana yöneldik, dönüş sanadır.” (Mümtehine: 4)
Her işimizde sana itimat ederek senden başarı dileklerinde bulunduk, sana yönelip günahlarımızdan tevbe ettik. Ahiret âleminde dönüp varacağımız yer senin âlî huzurun olacaktır.
“Ey Rabb’imiz! Bizi inkâr edenlerle imtihan etme!” (Mümtehine: 5)
İslâm düşmanlarını üzerimize musallat etme. Dinimizi ve ırzımızı ayaklar altına almalarına fırsat verme.
Bizi ellerine düşürüp sıkıntı ve azaba mâruz bırakma.
“Bizi bağışla.” (Mümtehine: 5)
Bilerek ve bilmeyerek işlediğimiz günahlarımızı af ediver, başkalarına gösterme.
“Ey Rabb’imiz! Yegâne gâlip, hüküm ve hikmet sahibi ancak sensin!” (Mümtehine: 5)
Sana sığınan küçük düşmez, senden yardım dileyen mahrum kalmaz. Her hükmün yerindedir, her hikmetin güzeldir.
•
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın ve onunla beraber olanların kimler için numune-i imtisal ve ibret olduklarını teşvik için tekrar Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:
“Andolsun ki sizlerden Allah’ı ve ahiret gününü umanlar için onlarda güzel bir örnek vardır.” (Mümtehine: 6)
İbrahim Aleyhisselâm ve onunla birlikte küfre bayrak açan müminler kıyamete kadar hayırla anılacaklar, Allah’a ve ahiret gününe inanan müminler onların güzel hatıralarından ibret alacaklardır.
“Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah ganidir, övgüye lâyık olan yalnız O’dur.” (Mümtehine: 6)
Çünkü Allah-u Teâlâ’dan ve kıyamet gününün azabından korkmayan bir kimse onlara uymadığı için gereken faydayı da elde edemez.
________________________________________________________________________________
MÜMTEHİNE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Nifakı Bırakmaları İçin Münâfıklara Öğüt Vermek
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz münâfıkların çevirdikleri bütün entrikaların farkında idi. Fakat bütün bunlara rağmen, rahmet peygamberi oluşu sebebiyle, hâl ve hareketlerine çeki düzen vermeleri için onlara her fırsatta nasihatte bulunuyordu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben şöyle buyurur:
“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerindekini bilir. Sen onlara aldırma. Onlara öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle!” (Nisâ: 63)
Gerçekleri en etkileyici bir üslûp ile ulaştırmaya çalış, tâ ki gafletten uyansınlar, azab-ı ilâhî’den korksunlar, şikak ve nifaktan, fitne ve fesattan vazgeçsinler, dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşsunlar.
Allah-u Teâlâ münâfıkları tevbeye dâvet ediyor, içinde bulundukları bataktan kurtarmak istiyor.
•
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde kâfirlere düşmanlık beslemeyi ve onlarla ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmayı şiddetle emrettikten sonra şöyle buyurmaktadır:
“Umulur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasına bir sevgi koyar.” (Mümtehine: 7)
Aranızda dostluğun meydana gelişi, onları iman etmeye muvaffak kılmasıyla ve dinde size uymaları sûretiyle olur.
Nitekim Mekke fethedilince, yirmi senedir düşmanlığın her türlüsünü yapmaya çalışanlar bile hayretler içinde seve seve İslâm’a girmek için can atmışlar, Ashâb-ı kiram ile aralarında büyük bir muhabbet ve tesanüt tecellî etmiştir.
“Allah kâdirdir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine: 7)
Rızâ-i Bâri’si uğrunda çekilen zahmetleri boşa çıkarmaz.
Allah-u Teâlâ’nın rahmet ve mağfiret kapısı her zaman için açıktır. Günahlarından pişmanlık duyan, inkârından ve kötülüklerden vazgeçen ve yaptıklarından tevbe etmek isteyen kim olursa olsun Allah-u Teâlâ bu kapıyı açık bırakmaktadır.
Zimmîler:
İslâm ülkesinde oturan ve İslâm hükümetinin vatandaşlığını kabul eden gayr-i müslimlere “Ehl-i zimmet” adı verilir. Zimmet altına giren erkeğe Zimmî, kadına ise Zimmiye denir. Zimmet anlaşması yapmakla bunlar müslümanların zimmetine girmiş, birtakım haklara sahip olmuş olurlar. Zimmet akdinin hükmü kısaca; malın, canın ve namusun korunmasından ibarettir.
Zimmet, devamlı bir eman olduğu için, bunu kabul eden bir gayr-i müslim, aksine hareket etmedikçe, devamlı olarak müslümanların ahid ve emanında bulunur.
Zimmet ehlinden birini öldüren şahıs, müslüman öldüren şahsa tatbik edilen cezaya çarptırılır.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kendileri ile andlaşma yapılmış olan bir zimmîyi öldüren bir kişi, kokusu kırk yıllık mesafeden duyulan cennetin kokusunu duyamayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1309)
Bu hususta başka birçok Hadis-i şerif’ler de mevcuttur.
Bunların inanç hürriyetleri ve dini vecibeleri yerine getirebilmeleri tam mânâsıyla korunma ve garanti altındadır. Öyle ki ibadethanelerine karışılmaz, ancak yeni ibadethâne yapmalarına müsaade edilmez. Bu da İslâm’ın dinde zor kullanmayı kabul etmeyişinin bir ifadesidir. Bir zimmî kendisine baskı yapılmaksızın İslâmiyet’i kabul ederse, bu takdirde müslümanların hukukuna tabî olur.
Zimmîler ahidlerini bozarlarsa kendilerine harbî muamelesi yapılır ve harbedilir.
Allah-u Teâlâ, kâfirlerden kendilerine iyilik yapılması ve haklarında adaletin gözetilmesi câiz olanları bahis mevzuu etmekte ve durumu sınırlandırarak şöyle buyurmaktadır:
“Allah din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasak kılmaz.” (Mümtehine: 8)
Bu Âyet-i kerime zimmîleri içine almaktadır. Mânâsı: “Hangi milletten ve dinden olurlarsa olsunlar, size dininiz hakkında sataşmayanlara iyilik ve adaletle muâmele etmekten nehyedilmiş değilsiniz.” demektir.
Çünkü o artık sana sığınmış, senin zimmetin altına girmiş, kendi dinini yaşıyor, bırak yaşasın.
Müslüman olmayanlara zekât vermek câiz değildir. Fakat onlara sadaka vererek yardımda bulunulmasında mahzur yoktur, insana bir sorumluluk yüklemez.
“Şüphesiz ki Allah adaletli olanları sever.” (Mümtehine: 8)
İnsanların hayır olarak verdiklerinin menfaati kendilerine âittir. Karşılığında sevaba nâil olacaklardır.
“Allah sizi, ancak din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar.” (Mümtehine: 9)
Çünkü onlar zâhiren de bâtınen de düşmandırlar. Onlara gösterilecek bir dostluk, kişinin onlardan olduğunun apaçık alâmetidir.
“Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mümtehine: 9)
Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz edenler ve neticede kendilerine zulmetmiş olanlardır.
Fatih Sultan Mehmed Hazretleri; müslümanların himayesine sığınmış oldukları için İslâm’ın kâfire verdiği ruhsatı kabul etmiş, bu ruhsat dairesinde zimmîlere geniş haklar vermişti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara: 256)
Bu delil gereğince, İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hiçbir kimse İslâm dinine girmek için zorlanılmaz. Herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir.
•
Amma görülüyor ki günümüzde bazı münâfıklar iman ile küfrü ayıramamışlar; Allah-u Teâlâ’nın açık ve kesin emirleri olduğu küfrü hoş görmüşler ve onlarla dostluk kurmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ müminlere izzet, kâfir ve münâfıklara zillet verdiğini buyuruyor. Fatih Sultan Mehmed Hazretleri İslâm’ın azametini, şecaât ve şevketini küffara göstermek için ve Allah için fütûhat yaptı. Bunlar ise kâfire peşkeş çektiler, onlarla kucak kucağa girdiler.
İslâm’ın zimmîlere olan bu şekildeki müsamahası ile onları dost edinmek tamamen ayrı şeylerdir. Bunlar ise Allah-u Teâlâ’nın ehl-i kitap hakkındaki Kur’an-ı kerim’inde koymuş olduğu esaslardan habersiz; Allah’tan, Resul’ünden ve müslümanlardan başka hiç kimseye gösterilmemesi gereken dostluğu onlara gösterdiler. İslâm dâvetinin özünde olan müsamaha çağrısını, Kur’an-ı kerim’in ısrarla sakındırmaya çalıştığı dostluk mânâsına geldiğini zannettiler.
Zimmîlere güzel muâmele ve nikâhın cevazı, onlarla dostluk kurma mânâsına gelmez.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilâfeti yıllarında Basra vâlisi Ebu Musa el-Eş’arî -radiyallahu anh- bazı mühim hususları görüşmek üzere Medine-i münevvere’ye gelmişti. Bir ara kayıtların nasıl tutulduğu, işlerin nasıl düzenlendiği mevzu edilirken dedi ki:
“Yâ Emirel-müminin! Hıristiyan bir kâtibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir biçimde tutuyor.”
O anda halifenin rengi birden değişiverdi. Şöyle konuştular:
- Allah cezanı versin! Hakk’a yönelen bir müslüman kâtip edinseydin ya! Allah’ın şu buyruğunu işitmedin mi? “Ey inananlar! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin!” (Mâide: 51)
- Onun dini ona, kâtipliği bana.
- Allah’ın aşağıladığına ikram etme, Allah’ın hor gördüğünü azîz ve şerefli kılma, Allah’ın uzaklaştırdığını yaklaştırma.
- Ne yapalım! Basra’nın yazı işleri ancak onunla yoluna giriyor.
- Farzedelim ki hıristiyan kâtip öldü, o zaman ne yapacaksın?” (Mefâtihül-gayb)
___________________________________________________________________________________
MÜMTEHİNE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Kadınların İmtihanı
Resulullah Aleyhisselâm Hudeybiye muahedesi’nin şartlarına son derece saygı gösterdi. Hudeybiye’den Medine’ye dönüldükten sonra, bazı Mekke’li kadınlar İslâm dinine girerek Medine’ye gelmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm bu kadınları Kureyşliler’e teslim etmedi. Çünkü muahedenin geri çevrilmesini mecbur ettiği madde, yalnız müslüman olan erkekler içindi. Kadınlar buna dahil değildi. Aynı zamanda Kur’an-ı kerim de bu gibi müslüman kadınların, müşriklere iadesini menetmiş bulunuyordu:
“Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman onları imtihan edin.” (Mümtehine: 10)
Sizin zanlarınızın imanlarında samimi olduklarına dair ağır basacak şekilde emareleri tetkik suretiyle onları sınayınız.
Onların imtihan edilmeleri, Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resul’ü olduğuna dair şehâdet etmeleri şeklinde oluyordu.
“Allah onların imanlarını daha iyi bilir.” (Mümtehine: 10)
Siz onların hallerini tetkik etseniz dahi, durumu gerçek şekliyle bilemezsiniz.
“Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyin.” (Mümtehine: 10)
Bu hususta sizin için kesin bir bilgi mümkün olmasa da, mümkün olabilen bazı soru ve cevaplarla bir tecrübe, yemin ve diğer hususlar gibi delillerden hareket ederek hüküm çıkarmak suretiyle en yakın zan kadar bir kanaat meydana gelirse, onları kâfir kocalarına geri vermeyin.
“Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar.” (Mümtehine: 10)
Mümin kadın müşrike helâl olmaz, mümin erkeğin de müşrik kadınla evlenmesi helâl değildir.
“Onların bu kadınlara verdikleri mehirleri iâde edin.” (Mümtehine: 10)
Hem eşini kaybedip, hem de maddi zarara uğramasın.
“Bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur.” (Mümtehine: 10)
Çünkü İslâm’a girmiş olmalarıyla kâfir kocalarından ayrılık ve haramlık meydana gelmiştir.
“Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın.” (Mümtehine: 10)
Yani dâr-ı harpten hicret etmeyip küfür üzere kalan kadınlarla aranızda evlilik alâkası kalmasın.
Nitekim Ashâb-ı kiram arasında eşleri müşrik olanlar vardı, hemen boşadılar.
“Onlara verdiğiniz mehri isteyin. Kâfir erkekler de hicret eden mümin kadınlara verdikleri mehirleri istesinler.” (Mümtehine: 10)
Yani sizler şayet giderlerse, kâfirlere giden eski hanımlarınıza vaktiyle vermiş olduğunuz mehirlerinizi isteyiniz.
Kâfirler de İslâmiyet’i kabul edip hicret eden eski hanımlarına vermiş oldukları mehirleri müslümanlardan isteyebilirler.
“Allah’ın hükmü budur.” (Mümtehine: 10)
Ona riâyet lâzımdır.
“Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Mümtehine: 10)
Kullarına uygun olanı çok iyi bilendir ve bu husustaki hükümlerini koymakta Hakîm olandır.
•
Şayet müminler kâfir hanımlarından ayrılmaları durumunda verdiklerini geri alamazlarsa bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Eğer eşlerinizden biri kâfirlere katılır ve onlar da mehrinizi geri vermezlerse, siz onlardan bir ganimet elde ettiğinizde, eşleri gitmiş olanlara mehirlerinin karşılığını verin.” (Mümtehine: 11)
Müminler “Allah’ın verdiği hükme râzıyız.” dediler ve durumu müşriklere bildirdiler, fakat müşrikler Mekke’de kalan müşrik kadınların mehirlerini müslümanlara iâde etmeyi kabul etmediler.
Bu Âyet-i kerime’nin hükmüne göre;
Kâfir bir kadının kocası müslüman olursa, aralarındaki nikâh hükümsüz olur, biri diğerine haram sayılır.
Müslümanlarla sulh muâhedesi yapan taraftan bir kadın müslüman olursa, o kadın kocasından aldığı mehiri geri verir. Bu mehir beytül-mâl’den alınıp verilir.
İslâmiyet’i seçen bir kadın artık müslüman bir erkekle mehir karşılığında evlenebilir.
Kadın müslüman olup da müslüman bir erkekle evlendikten sonra kaçıp kendi yurduna giderse, o kadının kavmiyle yapılan savaşta elde edilen ganimetten o erkeğe, karısına verdiği mehir ödenir.
“İnandığınız Allah’tan korkun!” (Mümtehine: 11)
O’nun emir ve yasaklarına aykırı davranmayın. Ancak O’ndan korkun ve O’nun yardımı ile korunun.
Biat:
Mekke-i mükerreme fethedildiğinde namazdan sonra Resulullah Aleyhisselâm Safâ tepesine çıktı. Burada kendi istekleriyle İslâm’a giren Mekkeliler’in ayrı ayrı biatlarını kabul etti.
Mekke halkı ferç ferç müslüman olmaya başladılar. Bir gün önce İslâm’a düşman olanlar, Muhammed Aleyhisselâm’ın yüksek ahlâkını ve insanlık duygusunu görünce, hiçbir zorlama görmeden içten gelen bir teslimiyetle İslâm’ı kabul ettiler.
Bu fetih, hakikaten bir Feth-i mübin oldu.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın babası Ebu Kuhafe, çok yaşlı idi, gözlerinin feri kalmamış, yolunu göremiyordu. Oğlu, ihtiyar babasının elinden tutarak huzura getirdi.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Yaşlı babanı buraya kadar yormayıp evinde bıraksaydın, biz onun ayağına giderdik!” deyip iltifatta bulundu.
Onu önüne oturttu. Mübarek ellerini göğsüne koyup sığadıktan sonra müslüman olmasını tavsiye etti, o da derhal müslüman oldu ve oğlunun saâdetine saâdet kattı.
Erkeklerden sonra kadınlar da biat merasimine katıldılar.
Erkekler “İslâm ve cihad” üzerine biat etmişler, kadınlardan da “Allah’a ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina yapmamak, çocuklarını öldürmemek, asî olmamak” üzere biat alınmıştı.
Bu biat müslümanların bozmaması gereken bir takım hususlara bir numunedir. Çünkü biat, Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne verilmiş bir ahiddir.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip;
Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları,
Hırsızlık yapmamaları,
Zina etmemeleri,
Çocuklarını öldürmemeleri,
Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri (başkalarının doğurduğu veya başka erkekten gayr-i meşru kazandıkları bir çocuğu kocalarına nisbet etmemeleri),
İyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse onların biatlarını al.” (Mümtehine: 12)
Âyet-i kerime’de sayılan hususların kadınlar hakkında hususiyetle belirtilmesi, bunların kadınlar arasında çok görülmesinden dolayıdır.
Yasak olan bu altı husus, İslâm’da yasak olan şeylerin esaslılarıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in eli kesinlikle nâmahrem olan hiçbir kadının eline dokunmamıştır.
Esmâ binti Seken -radiyallahu anhâ- der ki:
“Ben biat eden kadınlar arasında idim. ‘Yâ Resulellah! Elini uzat da sana biat edeyim!’ dedim. Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm: ‘Ben kadınlarla musafaha yapmam. Allah’ın onları yükümlü tuttuğu şeylerden ben de yükümlü tutarım.’ buyurdu.”
Resulullah Aleyhisselâm kadınların biatı esnanında mübârek eline bir bez parçası koyardı, bazen de bir kaba su koyup elini o suya sokardı, sonra da kadınlar ellerini bu suya daldırırlardı.
“Ve onlar için Allah’tan mağfiret dile.” (Mümtehine: 12)
Senin duân onlar için sekinettir.
“Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir.” (Mümtehine: 12)
Biatlarına sâdık kalırlarsa, geçmiş günahları ne kadar çok olursa olsun, onları bağışlar, rahmetiyle tecellî eder.
İslâm’a Göre Dost ve Düşman:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde inananlara şu gerçeği ferman buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin!” (Mümtehine: 13)
Onların dostluklarına tutunmayın, hiçbir şeylerine heves edip yönelmeyin. Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükmü: “Onları dost edinmeyin.”dir.
İnsanların birbirlerine tabiatlarının sirayeti, bazı hastalıkların sirayeti gibidir. Bilhassa küfür ve nifak hastalıkları derhal sirayet eder, çünkü insanın tabiatı daima isyana meyillidir.
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Kâfirler öldükten sonra dirilmeye inanmadıkları için, kabirlerde yatan akrabaları ve dostları ile birleşip buluşmaktan ümitlerini kesmişlerdir. Ahireti hesaplarından çıkardıkları için, hep mutsuzluk içindedirler, ölülerinin tekrar yeni bir hayata erdirileceklerine kani değildirler.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlerin kabirde bulunan kimselerden ümitlerini kestikleri gibi, onlar da ahiretten ümitlerini kesmişlerdir.” (Mümtehine: 13)
Hesap korkusu olmayınca da iblis gibi fırsat buldukça her fenalığı yaparlar, kendilerine yardaklık edenleri de ümitsizliğe düşürerek cehenneme sürüklerler.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Allah ve İslâm Düşmanlarını Sırdaş ve Dost Edinenler!
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Ahzâb sûre-i şerif’inden sonra Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on üç Âyet-i kerime, üç yüz kırk sekiz kelime, bin beş yüz on harften teşekkül etmiştir.
Kadınların imtihan edilmeleri ile ilgili hüküm dolayısıyle bu Sûre-i şerif’e: “İmtihan olunan kadın” mânâsına gelen “Mümtehine” adı verilmiştir, fıkhî hükümler mevcuttur. “Mevedded sûresi” denildiği de rivâyet olunmuştur.
Nüzûl Sebebi:
Resulullah Aleyhisselâm Mekke’nin fethi için hazırlıklara başladığında bir sabah namazından sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i yanına çağırdı, onun reyini sordu. Sonra Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in reyini aldı ve hemen hazırlıklara başladı. Bütün hazırlıklar gayet gizli idi. Mekke’nin bütün yolları bağlanmış, bu vazife Huzâa kabilesi’ne bırakılmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm kendini Necid tarafında meşgul göstermek, dikkatleri başka tarafa çekmek için Ramazan ayının başında Ebu Katâde -radiyallahu anh-i askeri bir birlik ile Suriye yolu üzerindeki Îdâm vâdisi taraflarına gönderdi.
Hedef resmen ilân edilmemekle birlikte Medine’de topyekün sefer hazırlığı görünümünde fetih hazırlığı sürdürülmekteydi. Harp malzemeleri temin ediliyor, develere denkler yükleniyor, atlar eğerleniyordu.
Bu kadar gizliliğin yanında Ashâb-ı kiram’dan Hâtıb bin Ebî Belteâ -radiyallahu anh- durumdan Kureyş’i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak bir kadınla gizlice Mekke’ye göndermişti. Resulullah Aleyhisselâm ilâhî vahiy ile bunu öğrendi. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- iki arkadaşını derhal kadının arkasından gönderdi. Kadına yetişip: “Şu mektubu çıkarsana!” dediler. Kadın önce itiraz etti. Fakat: “Mektubu çıkar, yoksa elbiseni soyup arayacağız!” deyince, kurtuluş çaresi kalmadığını anladı ve saçlarının örgüsü arasından mektubu çıkarıp verdi.
Mektupta şöyle yazıyordu:
“Ey Kureyş! Resulullah size karşı büyük bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu, sel gibi akacaktır.
Allah’a yemin ederim ki, Resulullah üzerinize yalnız başına da gelse, Allah onu size galib kılacak ve vaadini yerine getirecektir.
Bir an evvel başınızın çaresine bakın!”
Herkes şaşırıp kaldı. Çünkü Hâtıb -radiyallahu anh- gibi bir zâttan hiç kimse böyle bir şey beklemiyordu.
Resulullah Aleyhisselâm bir heyet önünde Hâtıb -radiyallahu anh-i sorguya çekti.
“Ey Hâtıb! Bu ne iş, niçin bunu yaptın?” diye sordu.
Hâtıb -radiyallahu anh- kendisini şöyle müdafaa etti:
“Yâ Resulellah! Hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş’e antlaşarak bağlı bir kimseyim. Fakat hiç bir zaman onlardan olmadım. Yanımızdaki muhâcir kardeşlerimin, Mekke’de âilesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benim ise böyle bir himayecim yok. Kureyş’in ileri gelenlerini bir minnet altında bırakarak âilemi korumak istemiştim.
Ben bu işi dinimden dönmek için yapmadım. Müslüman olduktan sonra katiyyen küfre râzı olmam.”
Resulullah Aleyhisselâm: “Hâtıb kendisini yaman müdafaa etti.” buyurdu. Daha sonra Ashâb’ına dönerek:
“O size doğru söyledi. Bunun hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz!” dedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ise dayanamayıp:
“Yâ Resulellah! Bırak da şu münâfığın boynunu vurayım!” diyerek çıkışınca:
“Yâ Ömer! Hâtıb Bedir savaşı’nda bulunmuş bir kişidir. Ne bilirsin, belki de Allah-u Teâlâ Bedir mücahidlerine: ‘Bundan böyle istediğinizi yapın, ben sizi bağışladım.’ demiş olabilir.” buyurdu.
Bunun üzerine ilgili Âyet-i kerime’ler nâzil oldu.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle’de; imanın en sağlam kulpu olan “Allah için sevme ve Allah için buğz” fikrini gönüllere yerleştirme gayesi vardır.
İlk Âyet-i kerime’ler Ashâb-ı kiram’dan Hâtıb bin Ebî Belteâ -radiyallahu anh-ı kınamak için indirilmiştir. Yapılan bu yanlışlık hakkında Allah-u Teâlâ müminleri uyarmış; durum ve şartlar ne olursa olsun müminlerin İslâm düşmanlarını aslâ dost ve sırdaş edinmemelerini emir buyurmuş ve bunun sebeplerini açıklamıştır. İman ve küfür mücadelesi kıyamete kadar devam edecek, bu hükümler müslümanlara ışık tutacaktır.
Allah-u Teâlâ, Allah düşmanlarına dost olmanın hükmünü açıklamış; İbrahim Aleyhisselâm’ın ve onunla beraber olanların kıssasını misal olarak vermiş, müminlerin onlardan uzak olduklarını bu şekilde beşeriyete duyurmuştur.
Allah düşmanlarını dost edinmemekle birlikte; İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık tavrı içinde olmayan ve müslümanlara eziyet etmeyen kâfirlere bir iyilik yapmakta bir mahzur bulunmadığı, Allah-u Teâlâ’nın adaletli olanları sevdiği belirtilmiştir.
Yine aynı Sûre-i şerif’te müminlere eziyet edip, onlarla savaşanların hükmünden mevzu edilmiş, onlarla dost edinmeyi yasakladığı açıklanmıştır.
On ve on birinci Âyet-i kerime’lerde müslüman bir kadına, müşrik bir erkeğin haram olduğu; müslüman bir erkeğe de müşrik bir kadını nikâhında bulundurmasının haram olduğu bir hüküm olarak beyan edilmektedir.
On ikinci Âyet-i kerime’de iman eden kadınların İslâm yurdunda Resulullah Aleyhisselâm’a biat etmelerinin hükmü ve biatın şartları mevzu edilmektedir.
Son olarak da müminlerin , Allah’ın gadap ettiği bir topluluğu dost edinmemeleri çok mühim olduğu için bir tekrar olarak emredilmektedir.
Allah ve İslâm Düşmanlarını Sırdaş ve Dost Edinenler:
Allah-u Teâlâ Hâtıb -radiyallahu anh-in bu tutum ve davranışı sebebiyle indirdiği Âyet-i kerime’sinde onu ve müminleri şöyle uyarmıştır:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1)
Çünkü imanın alâmetlerinden birisi de, Allah düşmanlarına karşı dostluk ve sevgi göstermek değil, onlardan nefret etmektir.
Kendilerine düşmanlık yapılmak ve onlarla savaşmak meşru kılınmıştır.
“Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz.” (Mümtehine: 1)
Onlar Allah-u Teâlâ’yı da, O’nun peygamberini de ve o Peygamber’e indirilen kitabı da inkâr ederek küfür içinde yaşamaktadırlar.
Onlar size karşı en çetin düşmanlığı yaptıkları halde onlara sevgi ve muhabbet gösteriyor ve dost oluyorsunuz.
“Oysa onlar Rabb’iniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar.” (Mümtehine: 1)
Onlar küfürleriyle ne Allah-u Teâlâ’nın ne de kullarının haklarını tanımıyor, onlardan tiksindiklerinden dolayı aralarından çıkarıyorlardı. Böylece inananları Mekke’den Medine’ye hicret etmeye mecbur ettiler.
“Eğer sizler benim yolumda savaşmak ve hoşnudluğumu kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?” (Mümtehine: 1)
Şayet sizler benim sizden râzı olmamın yollarını arayarak, benim yolumda cihad eden kimseler olarak çıktı iseniz, onları asla dost edinmeyiniz. Üstelik onlar sizleri, size olan kin ve nefretlerinden, dininize karşı olan öfkeden dolayı yurtlarınızdan çıkartmış, mallarınızdan mülklerinizden etmişlerdi.
“Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim.” (Mümtehine: 1)
Ben gizlilikleri, kalplerde olanları, açığa çıkarılanları bildiğim halde, sizin gizlediklerinize Resul’ümü muttali kıldığım halde sizler böyle mi yapıyorsunuz?
“İçinizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.” (Mümtehine: 1)
İnanmış olarak Allah yolunda giderken, şeytan yoluna sapmış, böylece cezayı hak etmiş ve kendisini felâkete atmış olur.
•
Bundan sonra Allah-u Teâlâ müslümanlara karşı kâfirlerin kalplerinde bulunan şiddetli düşmanlığı onlara haber vermek üzere şöyle buyurdu:
“Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilirler.” (Mümtehine: 2)
Size karşı üstünlük sağlarlar da sizi hakimiyetleri altına alırlarsa, sizin onlara yaptığınız gibi dostluk etmezler, katıksız bir şekilde size düşmanca davranırlar. Kalplerinde size karşı olan o şiddetli düşmanlığı açığa vururlar.
“Size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar.” (Mümtehine: 2)
Esir almak, işkence yapmak ve öldürmek suretiyle size elleriyle; sövmek saymak, hakaret etmek suretiyle de dilleriyle kötülükler yaparlar. Size eziyet verecek hiç bir işi yapmaktan geri kalmazlar.
“Zaten kâfir olmanızı istemektedirler.” (Mümtehine: 2)
Düşman için en önemli şey, düşmanının en değerli olan şeyine saldırmaktır.
Ebedî hayatın anahtarı olan iman nimetini kaybetmek kadar büyük musibet tasavvur edilemez. Kâfirlere mahkum olanların ise, eninde sonunda musibete düşme tehlikesi her zaman için mevcuttur.
Durum böyle olduğuna göre bu gibi kimselere sevgi ve dostluk göstermek büyük bir hatadır.
Hâtıb -radiyallahu anh-in dediği gibi, içlerinde bulunan bazı akraba ve çocukları sebebiyle o düşmanlara sır verenlere gelince, bu husus şöyle ifade edilmektedir:
“Kıyamet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler.” (Mümtehine: 3)
Onları korumak kastı ile düşmanlarına yakınlaştığınız akrabalarınızın ve çocuklarınızın size faydası olmayacaktır. Onlar sizi yaptığınız günahın cezasından kurtaramazlar.
“O gün Allah onlarla aranızı ayırır.” (Mümtehine: 3)
Orada birbirinizden uzak düşmüş olacaksınız. Müminin mercii cennet, kâfirin mercii cehennem olur.
“Allah yaptıklarınızı görendir.” (Mümtehine: 3)
Ona göre mükâfat veya ceza verir, yoksa akrabalarınıza veya çocuklarınıza göre değil.
Artık bunu düşünerek kâfirlere temayülden, dostluk ve hoşgörüden ictinâb ediniz.
Gelecek Nesillere İbret:
Müslümanların ilk atası, Hanif dini’nin ilk sahibi olan İbrahim Aleyhisselâm; yalnız inançta değil, hayatlarının her safhasında müminler için bir numune-i imtisaldir.
İbrahim Aleyhisselâm’ın Kur’an-ı kerim’de geçen kıssanın mühim safhaları inananlara ilham kaynağı olmakta ve birçok müşkülleri halletmektedir.
Allah-u Teâlâ müminlere hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir misal vardır.” (Mümtehine: 4)
Onun güzel kıssası, kıyamete kadar her devirde yaşayan mümin ve muvahhidler için bir ışıktır. Şirk ve küfürden uzak kalmak için sevgi ve düşmanlığın sırf Allah için olmasının gerektiğine dair canlı bir misal verilmektedir.
Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın ve beraberinde bulunanların, müşrik olan kavimlerinden uzaklaşarak bütün ilişkilerini kestiklerini haber veriyor:
“Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi:
Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz de bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (Mümtehine: 4)
Kâfirlere karşı düşmanlıklarını açıktan ve yüksek sesle ilân etmişler; yalnız ve yalnız Allah’a iman etmedikçe, O’na kulluk edip şirkten uzaklaşmadıkça, taptıkları putları ve heykelleri reddetmedikçe aralarında sönmeyecek bir öfke ateşi belireceğini, her türlü dostluk ve yakınlık ilişkilerinin kesileceğini kesin olarak ortaya koydular.
İbrahim Aleyhisselâm’ın ve onunla beraber olanların Âyet-i kerime’de beyan olunan duâları kıyamete kadar darda kalacak müminlerin de duâsıdır.
“Ey Rabb’imiz! Sana dayandık, sana yöneldik, dönüş sanadır.” (Mümtehine: 4)
Her işimizde sana itimat ederek senden başarı dileklerinde bulunduk, sana yönelip günahlarımızdan tevbe ettik. Ahiret âleminde dönüp varacağımız yer senin âlî huzurun olacaktır.
“Ey Rabb’imiz! Bizi inkâr edenlerle imtihan etme!” (Mümtehine: 5)
İslâm düşmanlarını üzerimize musallat etme. Dinimizi ve ırzımızı ayaklar altına almalarına fırsat verme.
Bizi ellerine düşürüp sıkıntı ve azaba mâruz bırakma.
“Bizi bağışla.” (Mümtehine: 5)
Bilerek ve bilmeyerek işlediğimiz günahlarımızı af ediver, başkalarına gösterme.
“Ey Rabb’imiz! Yegâne gâlip, hüküm ve hikmet sahibi ancak sensin!” (Mümtehine: 5)
Sana sığınan küçük düşmez, senden yardım dileyen mahrum kalmaz. Her hükmün yerindedir, her hikmetin güzeldir.
•
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın ve onunla beraber olanların kimler için numune-i imtisal ve ibret olduklarını teşvik için tekrar Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:
“Andolsun ki sizlerden Allah’ı ve ahiret gününü umanlar için onlarda güzel bir örnek vardır.” (Mümtehine: 6)
İbrahim Aleyhisselâm ve onunla birlikte küfre bayrak açan müminler kıyamete kadar hayırla anılacaklar, Allah’a ve ahiret gününe inanan müminler onların güzel hatıralarından ibret alacaklardır.
“Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah ganidir, övgüye lâyık olan yalnız O’dur.” (Mümtehine: 6)
Çünkü Allah-u Teâlâ’dan ve kıyamet gününün azabından korkmayan bir kimse onlara uymadığı için gereken faydayı da elde edemez.
________________________________________________________________________________
MÜMTEHİNE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Nifakı Bırakmaları İçin Münâfıklara Öğüt Vermek
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz münâfıkların çevirdikleri bütün entrikaların farkında idi. Fakat bütün bunlara rağmen, rahmet peygamberi oluşu sebebiyle, hâl ve hareketlerine çeki düzen vermeleri için onlara her fırsatta nasihatte bulunuyordu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben şöyle buyurur:
“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerindekini bilir. Sen onlara aldırma. Onlara öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle!” (Nisâ: 63)
Gerçekleri en etkileyici bir üslûp ile ulaştırmaya çalış, tâ ki gafletten uyansınlar, azab-ı ilâhî’den korksunlar, şikak ve nifaktan, fitne ve fesattan vazgeçsinler, dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşsunlar.
Allah-u Teâlâ münâfıkları tevbeye dâvet ediyor, içinde bulundukları bataktan kurtarmak istiyor.
•
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde kâfirlere düşmanlık beslemeyi ve onlarla ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmayı şiddetle emrettikten sonra şöyle buyurmaktadır:
“Umulur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasına bir sevgi koyar.” (Mümtehine: 7)
Aranızda dostluğun meydana gelişi, onları iman etmeye muvaffak kılmasıyla ve dinde size uymaları sûretiyle olur.
Nitekim Mekke fethedilince, yirmi senedir düşmanlığın her türlüsünü yapmaya çalışanlar bile hayretler içinde seve seve İslâm’a girmek için can atmışlar, Ashâb-ı kiram ile aralarında büyük bir muhabbet ve tesanüt tecellî etmiştir.
“Allah kâdirdir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine: 7)
Rızâ-i Bâri’si uğrunda çekilen zahmetleri boşa çıkarmaz.
Allah-u Teâlâ’nın rahmet ve mağfiret kapısı her zaman için açıktır. Günahlarından pişmanlık duyan, inkârından ve kötülüklerden vazgeçen ve yaptıklarından tevbe etmek isteyen kim olursa olsun Allah-u Teâlâ bu kapıyı açık bırakmaktadır.
Zimmîler:
İslâm ülkesinde oturan ve İslâm hükümetinin vatandaşlığını kabul eden gayr-i müslimlere “Ehl-i zimmet” adı verilir. Zimmet altına giren erkeğe Zimmî, kadına ise Zimmiye denir. Zimmet anlaşması yapmakla bunlar müslümanların zimmetine girmiş, birtakım haklara sahip olmuş olurlar. Zimmet akdinin hükmü kısaca; malın, canın ve namusun korunmasından ibarettir.
Zimmet, devamlı bir eman olduğu için, bunu kabul eden bir gayr-i müslim, aksine hareket etmedikçe, devamlı olarak müslümanların ahid ve emanında bulunur.
Zimmet ehlinden birini öldüren şahıs, müslüman öldüren şahsa tatbik edilen cezaya çarptırılır.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kendileri ile andlaşma yapılmış olan bir zimmîyi öldüren bir kişi, kokusu kırk yıllık mesafeden duyulan cennetin kokusunu duyamayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1309)
Bu hususta başka birçok Hadis-i şerif’ler de mevcuttur.
Bunların inanç hürriyetleri ve dini vecibeleri yerine getirebilmeleri tam mânâsıyla korunma ve garanti altındadır. Öyle ki ibadethanelerine karışılmaz, ancak yeni ibadethâne yapmalarına müsaade edilmez. Bu da İslâm’ın dinde zor kullanmayı kabul etmeyişinin bir ifadesidir. Bir zimmî kendisine baskı yapılmaksızın İslâmiyet’i kabul ederse, bu takdirde müslümanların hukukuna tabî olur.
Zimmîler ahidlerini bozarlarsa kendilerine harbî muamelesi yapılır ve harbedilir.
Allah-u Teâlâ, kâfirlerden kendilerine iyilik yapılması ve haklarında adaletin gözetilmesi câiz olanları bahis mevzuu etmekte ve durumu sınırlandırarak şöyle buyurmaktadır:
“Allah din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasak kılmaz.” (Mümtehine: 8)
Bu Âyet-i kerime zimmîleri içine almaktadır. Mânâsı: “Hangi milletten ve dinden olurlarsa olsunlar, size dininiz hakkında sataşmayanlara iyilik ve adaletle muâmele etmekten nehyedilmiş değilsiniz.” demektir.
Çünkü o artık sana sığınmış, senin zimmetin altına girmiş, kendi dinini yaşıyor, bırak yaşasın.
Müslüman olmayanlara zekât vermek câiz değildir. Fakat onlara sadaka vererek yardımda bulunulmasında mahzur yoktur, insana bir sorumluluk yüklemez.
“Şüphesiz ki Allah adaletli olanları sever.” (Mümtehine: 8)
İnsanların hayır olarak verdiklerinin menfaati kendilerine âittir. Karşılığında sevaba nâil olacaklardır.
“Allah sizi, ancak din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar.” (Mümtehine: 9)
Çünkü onlar zâhiren de bâtınen de düşmandırlar. Onlara gösterilecek bir dostluk, kişinin onlardan olduğunun apaçık alâmetidir.
“Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mümtehine: 9)
Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz edenler ve neticede kendilerine zulmetmiş olanlardır.
Fatih Sultan Mehmed Hazretleri; müslümanların himayesine sığınmış oldukları için İslâm’ın kâfire verdiği ruhsatı kabul etmiş, bu ruhsat dairesinde zimmîlere geniş haklar vermişti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara: 256)
Bu delil gereğince, İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hiçbir kimse İslâm dinine girmek için zorlanılmaz. Herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir.
•
Amma görülüyor ki günümüzde bazı münâfıklar iman ile küfrü ayıramamışlar; Allah-u Teâlâ’nın açık ve kesin emirleri olduğu küfrü hoş görmüşler ve onlarla dostluk kurmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ müminlere izzet, kâfir ve münâfıklara zillet verdiğini buyuruyor. Fatih Sultan Mehmed Hazretleri İslâm’ın azametini, şecaât ve şevketini küffara göstermek için ve Allah için fütûhat yaptı. Bunlar ise kâfire peşkeş çektiler, onlarla kucak kucağa girdiler.
İslâm’ın zimmîlere olan bu şekildeki müsamahası ile onları dost edinmek tamamen ayrı şeylerdir. Bunlar ise Allah-u Teâlâ’nın ehl-i kitap hakkındaki Kur’an-ı kerim’inde koymuş olduğu esaslardan habersiz; Allah’tan, Resul’ünden ve müslümanlardan başka hiç kimseye gösterilmemesi gereken dostluğu onlara gösterdiler. İslâm dâvetinin özünde olan müsamaha çağrısını, Kur’an-ı kerim’in ısrarla sakındırmaya çalıştığı dostluk mânâsına geldiğini zannettiler.
Zimmîlere güzel muâmele ve nikâhın cevazı, onlarla dostluk kurma mânâsına gelmez.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilâfeti yıllarında Basra vâlisi Ebu Musa el-Eş’arî -radiyallahu anh- bazı mühim hususları görüşmek üzere Medine-i münevvere’ye gelmişti. Bir ara kayıtların nasıl tutulduğu, işlerin nasıl düzenlendiği mevzu edilirken dedi ki:
“Yâ Emirel-müminin! Hıristiyan bir kâtibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir biçimde tutuyor.”
O anda halifenin rengi birden değişiverdi. Şöyle konuştular:
- Allah cezanı versin! Hakk’a yönelen bir müslüman kâtip edinseydin ya! Allah’ın şu buyruğunu işitmedin mi? “Ey inananlar! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin!” (Mâide: 51)
- Onun dini ona, kâtipliği bana.
- Allah’ın aşağıladığına ikram etme, Allah’ın hor gördüğünü azîz ve şerefli kılma, Allah’ın uzaklaştırdığını yaklaştırma.
- Ne yapalım! Basra’nın yazı işleri ancak onunla yoluna giriyor.
- Farzedelim ki hıristiyan kâtip öldü, o zaman ne yapacaksın?” (Mefâtihül-gayb)
___________________________________________________________________________________
MÜMTEHİNE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Kadınların İmtihanı
Resulullah Aleyhisselâm Hudeybiye muahedesi’nin şartlarına son derece saygı gösterdi. Hudeybiye’den Medine’ye dönüldükten sonra, bazı Mekke’li kadınlar İslâm dinine girerek Medine’ye gelmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm bu kadınları Kureyşliler’e teslim etmedi. Çünkü muahedenin geri çevrilmesini mecbur ettiği madde, yalnız müslüman olan erkekler içindi. Kadınlar buna dahil değildi. Aynı zamanda Kur’an-ı kerim de bu gibi müslüman kadınların, müşriklere iadesini menetmiş bulunuyordu:
“Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman onları imtihan edin.” (Mümtehine: 10)
Sizin zanlarınızın imanlarında samimi olduklarına dair ağır basacak şekilde emareleri tetkik suretiyle onları sınayınız.
Onların imtihan edilmeleri, Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resul’ü olduğuna dair şehâdet etmeleri şeklinde oluyordu.
“Allah onların imanlarını daha iyi bilir.” (Mümtehine: 10)
Siz onların hallerini tetkik etseniz dahi, durumu gerçek şekliyle bilemezsiniz.
“Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyin.” (Mümtehine: 10)
Bu hususta sizin için kesin bir bilgi mümkün olmasa da, mümkün olabilen bazı soru ve cevaplarla bir tecrübe, yemin ve diğer hususlar gibi delillerden hareket ederek hüküm çıkarmak suretiyle en yakın zan kadar bir kanaat meydana gelirse, onları kâfir kocalarına geri vermeyin.
“Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar.” (Mümtehine: 10)
Mümin kadın müşrike helâl olmaz, mümin erkeğin de müşrik kadınla evlenmesi helâl değildir.
“Onların bu kadınlara verdikleri mehirleri iâde edin.” (Mümtehine: 10)
Hem eşini kaybedip, hem de maddi zarara uğramasın.
“Bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur.” (Mümtehine: 10)
Çünkü İslâm’a girmiş olmalarıyla kâfir kocalarından ayrılık ve haramlık meydana gelmiştir.
“Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın.” (Mümtehine: 10)
Yani dâr-ı harpten hicret etmeyip küfür üzere kalan kadınlarla aranızda evlilik alâkası kalmasın.
Nitekim Ashâb-ı kiram arasında eşleri müşrik olanlar vardı, hemen boşadılar.
“Onlara verdiğiniz mehri isteyin. Kâfir erkekler de hicret eden mümin kadınlara verdikleri mehirleri istesinler.” (Mümtehine: 10)
Yani sizler şayet giderlerse, kâfirlere giden eski hanımlarınıza vaktiyle vermiş olduğunuz mehirlerinizi isteyiniz.
Kâfirler de İslâmiyet’i kabul edip hicret eden eski hanımlarına vermiş oldukları mehirleri müslümanlardan isteyebilirler.
“Allah’ın hükmü budur.” (Mümtehine: 10)
Ona riâyet lâzımdır.
“Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Mümtehine: 10)
Kullarına uygun olanı çok iyi bilendir ve bu husustaki hükümlerini koymakta Hakîm olandır.
•
Şayet müminler kâfir hanımlarından ayrılmaları durumunda verdiklerini geri alamazlarsa bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Eğer eşlerinizden biri kâfirlere katılır ve onlar da mehrinizi geri vermezlerse, siz onlardan bir ganimet elde ettiğinizde, eşleri gitmiş olanlara mehirlerinin karşılığını verin.” (Mümtehine: 11)
Müminler “Allah’ın verdiği hükme râzıyız.” dediler ve durumu müşriklere bildirdiler, fakat müşrikler Mekke’de kalan müşrik kadınların mehirlerini müslümanlara iâde etmeyi kabul etmediler.
Bu Âyet-i kerime’nin hükmüne göre;
Kâfir bir kadının kocası müslüman olursa, aralarındaki nikâh hükümsüz olur, biri diğerine haram sayılır.
Müslümanlarla sulh muâhedesi yapan taraftan bir kadın müslüman olursa, o kadın kocasından aldığı mehiri geri verir. Bu mehir beytül-mâl’den alınıp verilir.
İslâmiyet’i seçen bir kadın artık müslüman bir erkekle mehir karşılığında evlenebilir.
Kadın müslüman olup da müslüman bir erkekle evlendikten sonra kaçıp kendi yurduna giderse, o kadının kavmiyle yapılan savaşta elde edilen ganimetten o erkeğe, karısına verdiği mehir ödenir.
“İnandığınız Allah’tan korkun!” (Mümtehine: 11)
O’nun emir ve yasaklarına aykırı davranmayın. Ancak O’ndan korkun ve O’nun yardımı ile korunun.
Biat:
Mekke-i mükerreme fethedildiğinde namazdan sonra Resulullah Aleyhisselâm Safâ tepesine çıktı. Burada kendi istekleriyle İslâm’a giren Mekkeliler’in ayrı ayrı biatlarını kabul etti.
Mekke halkı ferç ferç müslüman olmaya başladılar. Bir gün önce İslâm’a düşman olanlar, Muhammed Aleyhisselâm’ın yüksek ahlâkını ve insanlık duygusunu görünce, hiçbir zorlama görmeden içten gelen bir teslimiyetle İslâm’ı kabul ettiler.
Bu fetih, hakikaten bir Feth-i mübin oldu.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın babası Ebu Kuhafe, çok yaşlı idi, gözlerinin feri kalmamış, yolunu göremiyordu. Oğlu, ihtiyar babasının elinden tutarak huzura getirdi.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Yaşlı babanı buraya kadar yormayıp evinde bıraksaydın, biz onun ayağına giderdik!” deyip iltifatta bulundu.
Onu önüne oturttu. Mübarek ellerini göğsüne koyup sığadıktan sonra müslüman olmasını tavsiye etti, o da derhal müslüman oldu ve oğlunun saâdetine saâdet kattı.
Erkeklerden sonra kadınlar da biat merasimine katıldılar.
Erkekler “İslâm ve cihad” üzerine biat etmişler, kadınlardan da “Allah’a ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina yapmamak, çocuklarını öldürmemek, asî olmamak” üzere biat alınmıştı.
Bu biat müslümanların bozmaması gereken bir takım hususlara bir numunedir. Çünkü biat, Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne verilmiş bir ahiddir.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip;
Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları,
Hırsızlık yapmamaları,
Zina etmemeleri,
Çocuklarını öldürmemeleri,
Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri (başkalarının doğurduğu veya başka erkekten gayr-i meşru kazandıkları bir çocuğu kocalarına nisbet etmemeleri),
İyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse onların biatlarını al.” (Mümtehine: 12)
Âyet-i kerime’de sayılan hususların kadınlar hakkında hususiyetle belirtilmesi, bunların kadınlar arasında çok görülmesinden dolayıdır.
Yasak olan bu altı husus, İslâm’da yasak olan şeylerin esaslılarıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in eli kesinlikle nâmahrem olan hiçbir kadının eline dokunmamıştır.
Esmâ binti Seken -radiyallahu anhâ- der ki:
“Ben biat eden kadınlar arasında idim. ‘Yâ Resulellah! Elini uzat da sana biat edeyim!’ dedim. Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm: ‘Ben kadınlarla musafaha yapmam. Allah’ın onları yükümlü tuttuğu şeylerden ben de yükümlü tutarım.’ buyurdu.”
Resulullah Aleyhisselâm kadınların biatı esnanında mübârek eline bir bez parçası koyardı, bazen de bir kaba su koyup elini o suya sokardı, sonra da kadınlar ellerini bu suya daldırırlardı.
“Ve onlar için Allah’tan mağfiret dile.” (Mümtehine: 12)
Senin duân onlar için sekinettir.
“Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir.” (Mümtehine: 12)
Biatlarına sâdık kalırlarsa, geçmiş günahları ne kadar çok olursa olsun, onları bağışlar, rahmetiyle tecellî eder.
İslâm’a Göre Dost ve Düşman:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde inananlara şu gerçeği ferman buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin!” (Mümtehine: 13)
Onların dostluklarına tutunmayın, hiçbir şeylerine heves edip yönelmeyin. Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükmü: “Onları dost edinmeyin.”dir.
İnsanların birbirlerine tabiatlarının sirayeti, bazı hastalıkların sirayeti gibidir. Bilhassa küfür ve nifak hastalıkları derhal sirayet eder, çünkü insanın tabiatı daima isyana meyillidir.
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Kâfirler öldükten sonra dirilmeye inanmadıkları için, kabirlerde yatan akrabaları ve dostları ile birleşip buluşmaktan ümitlerini kesmişlerdir. Ahireti hesaplarından çıkardıkları için, hep mutsuzluk içindedirler, ölülerinin tekrar yeni bir hayata erdirileceklerine kani değildirler.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlerin kabirde bulunan kimselerden ümitlerini kestikleri gibi, onlar da ahiretten ümitlerini kesmişlerdir.” (Mümtehine: 13)
Hesap korkusu olmayınca da iblis gibi fırsat buldukça her fenalığı yaparlar, kendilerine yardaklık edenleri de ümitsizliğe düşürerek cehenneme sürüklerler.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh