Muhterem Ömer Öngüt
-kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin
Hayat-ı Saadetlerinden İnciler (5)
Kafkasyalı Hacı Yunus Efendi'nin Sordukları Soruya, Verdikleri Cevaplar
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri, zaman-ı saadetlerinde yaşayan birçok Hocaefendi'yle sohbet etmişlerdi.
Düzce'nin ve civar illerin ileri gelen Hocaefendileri dini konuları müzakere etmek için bir araya toplandıklarında mutlaka Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni de dâvet ederler ve Zât-ı âlileri'ne anlayamadıkları veyahut işin içinden çıkamadıkları mevzuları sorarlardı.
Zât-ı âlileri onları tatmin edici, mânevi âlemlerden süzülüp gelen bir ilimle cevap verirlerdi.
Her biri değerli ve tanınan birer âlim olan bu değerli zâtlar, kendilerinden yaşca küçük olan Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin çok değerli mânevi bir âlim olduğunu bilirler ve değer verirlerdi.
Bu konuya bir misâl olması hasebiyle bir mevzuyu Zât-ı âlileri şöyle anlatmışlardır:
Bu yol mahviyetle kaimdir. Varlık, benlik peşinde koşan Var'a ulaşamaz. Tutulmak ve kurtulmak için mahviyet şarttır.
Allah ehli tevazu ve mahviyete değer verir. Şeytan ehli kibir ve varlığa değer verir. Bu anahtar elinizde oldukça herkesi ölçersiniz.
Tutunma yeri tevazu ve mahviyettir, kayma yeri kibir ve kendini beğenmektir.
İhvan daima mütevazi olmalı, yoluna bakmalı, aleme bakmamalı. Sana ihsan ettiği nimetin şükrünü eda et ve yoluna bak.
İnsan mânevi yolda tahtı terbiye gördükçe varlığı yavaş yavaş alınır. Aşağıya iner iner ve hükümsüz kalır. "Hüküm O'dur, O'nundur" der.
Allah ehli; varlıktan yokluğa, yokluktan hiçliğe, hiçlikten fenâya iner, fâni olur...
Kafkasyalı Hacı Yunus Efendi vardı; Allah rahmet eylesin, komşumuzdu, mütevazi, halim selim bir Hocaefendi idi.
25-30 yaşlarındayım. Bir gün öğlen vakti evden çıkarken karşılaştık.
"Ben de sizi bekliyordum." dedi.
"Buyurun Hocaefendi!"
"Kitap okurken gözüme bir Hadis-i şerif ilişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: 'Cebrâil Aleyhisselâm'ı gördüm. Kâbe-i Muazzama'nın örtüsüne yapışmış paçavra şeklinde idi.' buyuruyorlar. İlmim, hilmim, aklım, fikrim, dimağım durdu, bir türlü içinden çıkamadım. Bunun mânâsını bilse bilse siz bilirsiniz diye düşündüm. Onun için bekliyordum." dedi. Kimbilir ne kadar beklemiş.
O anda 80-85 yaşlarında, böyle muhterem ve âlim bir zâtın, itimat edip bu hususu sormasıyla Allah-u Teâlâ şu bilgiyi ihsan buyurdu:
"Hocaefendi bu çok kolay dedik. Cebrâil Aleyhisselâm o anda münâcaatta idi. Azâmet-i ilâhî karşısında o derece ifnâ olmuştu ki, kendisini bir paçavra haline koymuştu ve o şekilde niyaz ediyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de fotoğrafını çekiverdi."
Hocaefendi bu cevaba pek memnun kaldı. "Hah buldum! Allah râzı olsun!" dedi ve gitti.
Halbuki Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm'a öyle bir azamet vermişti ki, Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine peygamberlik verildiği sırada ufku kaplayan altı yüz kanadını açmış olduğu halde aslî suretinde gördü. Bu ilk görüşünde çok korktu ve titreye titreye hane-i saâdetine geldi.
Allah-u Teâlâ ona bu azameti lütfettiği halde, o ise azâmet-i ilâhi karşısında kendisini bir paçavra yerine koyarak münâcaatını öylece yapıyordu. Cebrâil Aleyhisselâm'ı paçavra olarak Kabe'nin duvarına yapıştırdıysa, bu fakiri de yerin paçavrası yapmıştır, yere yapışmışızdır. O'na öyle iltica ederiz.
Fakat size bunun ruhunu anlatmak için bu mevzuyu açıyorum. Bunun ruhu açılmış değil. Nedir? Azâmet-i ilâhiye'nin karşısında Cebrâil Aleyhisselâm kendisini bir paçavra şekline koymuştu, paçavra şeklinde münacaatta bulunuyordu. Peki şimdi bir sual sorsa, sen bunu nereden bildin. Asıl bunun ruhu burası.
Ben o zaman bunun tahsilini, mahviyet tahsilini görüyordum, o hâl ile halleniyordum. Ben yerin paçavrasıyım. Cebrâil Aleyhisselâm Kabe-i Muazzama'nın paçavrası idi. Ben o zaman yerin paçavrasıyım. Onun için gayet rahat cevap verdik. Çünkü o gün, o hiçlik tahsilini görüyordum.
Azâmet-i ilâhiye karşısında ben zerre olarak secde ederim, adam olarak değil. Ama siz adam olarak secde ediyorsunuz değil mi? Ben zerre olarak secde ederim, beni bağışlamasını dilerim ve imanla göçmek için niyaz ederim. Benim O'nunla ilgim böyledir.
Bazen kendimi bir rozet gibi görürüm. Çünkü O'nun ihsanını, O'nun ikramını yani hep O'ndan olduğunu bildiğim ve gördüğüm için kendimi bir rozet gibi görüyorum. Ama siz bir iş yaptığınızı zannedersiniz de O'nun ve O'ndan olduğunu bilmezsiniz. Kaydığınız nokta burasıdır. Bazen kendimi bir balık pulu, bazen bir çomak gibi görürüm. Hülâsa O'nu gördükten sonra kendimi nasıl kaybedeceğimi, ne halden ne hale gireceğimi bilmem. Cebrâil Aleyhisselâm "Namus-u Ekber" olduğu halde azâmet-i ilâhiye'nin karşısında kendisini bir paçavra haline getirdi. Siz neredesiniz şimdi? Boşluğumuz çok, Allah'ım doldursun.
•
Biz o zaman mahviyet tahsili görüyorduk, o hal ile halleniyorduk. Ama hocalara bu basit değil. Çünkü onlarda varlık var, bunu bulması mümkün değil. Hiçlik içinde olursan azamet O'nun, varlık O'nun... Vücut O, mevcut O. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Vallahi ben hepinizden çok Cenâb-ı Hakk'ı bilirim ve hepinizden çok O'ndan korkarım." buyurdu. (Münâvî)
Cebrâil Aleyhisselâm da Hazret-i Allah'ı en çok bilen ve korkanlardan olduğu için, azâmet-i ilâhiye karşısında paçavra haline gelmişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de fotoğrafını çekiverdi. Herkesi hayrette bırakan da; bu cevabımız bize kolay gelmişti. Çünkü hiçlik tahsili görüyorduk. Şimdi kavradınız mı?
İşte bizi oradan yetiştirdiler. Yani mahviyet üzerine yerleştirdiler, O'nun için bu gizli sırların çözümü bize kolay geliyor. Biz Allah'tan gayrı her şeyi boş olarak kabul ederiz. O'nu tanıyoruz, O'ndan biliyoruz. Bu sebeple biz "yaratık" der geçeriz.
20-25 sene evvel şöyle arz etmiştik: Mürşid-i kâmil, Hazret-i Allah'ın malını tezgâha koyar, mürşid ise kendi malını koyar. Çünkü o Allah-u Teâlâ'yı tanımaz. O kendini tanıyor. Bir noktaya kadar tekâmül etmiştir. "Bu benim hakkımdır!" der, malını pazara koyar satar. Fakat Mürşid-i kâmil, Cenâb-ı Hakk onu ifna ettiği için malı yok. Kendisi yok ki, malı yok ki, satsın. Binaenaleyh o Hakk'ın malını satar. "Bunu O verdi, bu O'nundur, bu O'ndandır!" der, işi orada bağlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Ey Allah'ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce dosta kavuştur." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1665)
Hazret-i Allah'a nasıl içten duâ ediyor! Bana acırsan beni kurtarırsın, Zat'ına has bir kul yaparsın. Fakat bana acımazsan, kendi halime bırakırsan, nefsim de azar beni helâk eder.
"Ey Rabb'imiz! Nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kâdirsin." (Tahrim: 8)
Nurla her hakikat görülür, zulümatla her hakikat örtülür. O kadar gizli sırlar var ki bu duânın içinde. Evvelâ beni affet. Rabb olarak yaratanı tanıyor, yalnız O'nun affedeceğini biliyor, kendisinin kusurlu olduğunu görüyor. Evvelâ Halik'ından af diliyor.
"Ey Rabb'im! İlmimi artır." (Tâhâ: 114)
Herkes dış ilmi isterken Allah ehli iç ilmi ister. Allah'ım seni bileyim. Seni bilmek için ilmimi artır.
Yusuf Aleyhisselâm da peygamber olduğu halde yalvarıyor:
"Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)
Çünkü Hazret-i Allah; "Zerreden hesap soracağım!" buyuruyor:
"Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 7-8)
Zerreden ince hesap var!..
Bir Halik-ı Azimüşan var, seni yoktan var etti, nimetlere gark etti. Dikkat edersen bir damla kerih su aslımız. Onu da O yarattı. Ne var senin? Hiç! Zavallı insan! Bunları böyle düşündüğüm zaman Rabb'im beni çekse de bir hata işlemeden gitsem, diyorum. Niçin? Zerreden hesap soracak.
-kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin
Hayat-ı Saadetlerinden İnciler (5)
Kafkasyalı Hacı Yunus Efendi'nin Sordukları Soruya, Verdikleri Cevaplar
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri, zaman-ı saadetlerinde yaşayan birçok Hocaefendi'yle sohbet etmişlerdi.
Düzce'nin ve civar illerin ileri gelen Hocaefendileri dini konuları müzakere etmek için bir araya toplandıklarında mutlaka Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni de dâvet ederler ve Zât-ı âlileri'ne anlayamadıkları veyahut işin içinden çıkamadıkları mevzuları sorarlardı.
Zât-ı âlileri onları tatmin edici, mânevi âlemlerden süzülüp gelen bir ilimle cevap verirlerdi.
Her biri değerli ve tanınan birer âlim olan bu değerli zâtlar, kendilerinden yaşca küçük olan Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin çok değerli mânevi bir âlim olduğunu bilirler ve değer verirlerdi.
Bu konuya bir misâl olması hasebiyle bir mevzuyu Zât-ı âlileri şöyle anlatmışlardır:
Bu yol mahviyetle kaimdir. Varlık, benlik peşinde koşan Var'a ulaşamaz. Tutulmak ve kurtulmak için mahviyet şarttır.
Allah ehli tevazu ve mahviyete değer verir. Şeytan ehli kibir ve varlığa değer verir. Bu anahtar elinizde oldukça herkesi ölçersiniz.
Tutunma yeri tevazu ve mahviyettir, kayma yeri kibir ve kendini beğenmektir.
İhvan daima mütevazi olmalı, yoluna bakmalı, aleme bakmamalı. Sana ihsan ettiği nimetin şükrünü eda et ve yoluna bak.
İnsan mânevi yolda tahtı terbiye gördükçe varlığı yavaş yavaş alınır. Aşağıya iner iner ve hükümsüz kalır. "Hüküm O'dur, O'nundur" der.
Allah ehli; varlıktan yokluğa, yokluktan hiçliğe, hiçlikten fenâya iner, fâni olur...
Kafkasyalı Hacı Yunus Efendi vardı; Allah rahmet eylesin, komşumuzdu, mütevazi, halim selim bir Hocaefendi idi.
25-30 yaşlarındayım. Bir gün öğlen vakti evden çıkarken karşılaştık.
"Ben de sizi bekliyordum." dedi.
"Buyurun Hocaefendi!"
"Kitap okurken gözüme bir Hadis-i şerif ilişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: 'Cebrâil Aleyhisselâm'ı gördüm. Kâbe-i Muazzama'nın örtüsüne yapışmış paçavra şeklinde idi.' buyuruyorlar. İlmim, hilmim, aklım, fikrim, dimağım durdu, bir türlü içinden çıkamadım. Bunun mânâsını bilse bilse siz bilirsiniz diye düşündüm. Onun için bekliyordum." dedi. Kimbilir ne kadar beklemiş.
O anda 80-85 yaşlarında, böyle muhterem ve âlim bir zâtın, itimat edip bu hususu sormasıyla Allah-u Teâlâ şu bilgiyi ihsan buyurdu:
"Hocaefendi bu çok kolay dedik. Cebrâil Aleyhisselâm o anda münâcaatta idi. Azâmet-i ilâhî karşısında o derece ifnâ olmuştu ki, kendisini bir paçavra haline koymuştu ve o şekilde niyaz ediyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de fotoğrafını çekiverdi."
Hocaefendi bu cevaba pek memnun kaldı. "Hah buldum! Allah râzı olsun!" dedi ve gitti.
Halbuki Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm'a öyle bir azamet vermişti ki, Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine peygamberlik verildiği sırada ufku kaplayan altı yüz kanadını açmış olduğu halde aslî suretinde gördü. Bu ilk görüşünde çok korktu ve titreye titreye hane-i saâdetine geldi.
Allah-u Teâlâ ona bu azameti lütfettiği halde, o ise azâmet-i ilâhi karşısında kendisini bir paçavra yerine koyarak münâcaatını öylece yapıyordu. Cebrâil Aleyhisselâm'ı paçavra olarak Kabe'nin duvarına yapıştırdıysa, bu fakiri de yerin paçavrası yapmıştır, yere yapışmışızdır. O'na öyle iltica ederiz.
Fakat size bunun ruhunu anlatmak için bu mevzuyu açıyorum. Bunun ruhu açılmış değil. Nedir? Azâmet-i ilâhiye'nin karşısında Cebrâil Aleyhisselâm kendisini bir paçavra şekline koymuştu, paçavra şeklinde münacaatta bulunuyordu. Peki şimdi bir sual sorsa, sen bunu nereden bildin. Asıl bunun ruhu burası.
Ben o zaman bunun tahsilini, mahviyet tahsilini görüyordum, o hâl ile halleniyordum. Ben yerin paçavrasıyım. Cebrâil Aleyhisselâm Kabe-i Muazzama'nın paçavrası idi. Ben o zaman yerin paçavrasıyım. Onun için gayet rahat cevap verdik. Çünkü o gün, o hiçlik tahsilini görüyordum.
Azâmet-i ilâhiye karşısında ben zerre olarak secde ederim, adam olarak değil. Ama siz adam olarak secde ediyorsunuz değil mi? Ben zerre olarak secde ederim, beni bağışlamasını dilerim ve imanla göçmek için niyaz ederim. Benim O'nunla ilgim böyledir.
Bazen kendimi bir rozet gibi görürüm. Çünkü O'nun ihsanını, O'nun ikramını yani hep O'ndan olduğunu bildiğim ve gördüğüm için kendimi bir rozet gibi görüyorum. Ama siz bir iş yaptığınızı zannedersiniz de O'nun ve O'ndan olduğunu bilmezsiniz. Kaydığınız nokta burasıdır. Bazen kendimi bir balık pulu, bazen bir çomak gibi görürüm. Hülâsa O'nu gördükten sonra kendimi nasıl kaybedeceğimi, ne halden ne hale gireceğimi bilmem. Cebrâil Aleyhisselâm "Namus-u Ekber" olduğu halde azâmet-i ilâhiye'nin karşısında kendisini bir paçavra haline getirdi. Siz neredesiniz şimdi? Boşluğumuz çok, Allah'ım doldursun.
•
Biz o zaman mahviyet tahsili görüyorduk, o hal ile halleniyorduk. Ama hocalara bu basit değil. Çünkü onlarda varlık var, bunu bulması mümkün değil. Hiçlik içinde olursan azamet O'nun, varlık O'nun... Vücut O, mevcut O. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Vallahi ben hepinizden çok Cenâb-ı Hakk'ı bilirim ve hepinizden çok O'ndan korkarım." buyurdu. (Münâvî)
Cebrâil Aleyhisselâm da Hazret-i Allah'ı en çok bilen ve korkanlardan olduğu için, azâmet-i ilâhiye karşısında paçavra haline gelmişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de fotoğrafını çekiverdi. Herkesi hayrette bırakan da; bu cevabımız bize kolay gelmişti. Çünkü hiçlik tahsili görüyorduk. Şimdi kavradınız mı?
İşte bizi oradan yetiştirdiler. Yani mahviyet üzerine yerleştirdiler, O'nun için bu gizli sırların çözümü bize kolay geliyor. Biz Allah'tan gayrı her şeyi boş olarak kabul ederiz. O'nu tanıyoruz, O'ndan biliyoruz. Bu sebeple biz "yaratık" der geçeriz.
20-25 sene evvel şöyle arz etmiştik: Mürşid-i kâmil, Hazret-i Allah'ın malını tezgâha koyar, mürşid ise kendi malını koyar. Çünkü o Allah-u Teâlâ'yı tanımaz. O kendini tanıyor. Bir noktaya kadar tekâmül etmiştir. "Bu benim hakkımdır!" der, malını pazara koyar satar. Fakat Mürşid-i kâmil, Cenâb-ı Hakk onu ifna ettiği için malı yok. Kendisi yok ki, malı yok ki, satsın. Binaenaleyh o Hakk'ın malını satar. "Bunu O verdi, bu O'nundur, bu O'ndandır!" der, işi orada bağlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Ey Allah'ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce dosta kavuştur." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1665)
Hazret-i Allah'a nasıl içten duâ ediyor! Bana acırsan beni kurtarırsın, Zat'ına has bir kul yaparsın. Fakat bana acımazsan, kendi halime bırakırsan, nefsim de azar beni helâk eder.
"Ey Rabb'imiz! Nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kâdirsin." (Tahrim: 8)
Nurla her hakikat görülür, zulümatla her hakikat örtülür. O kadar gizli sırlar var ki bu duânın içinde. Evvelâ beni affet. Rabb olarak yaratanı tanıyor, yalnız O'nun affedeceğini biliyor, kendisinin kusurlu olduğunu görüyor. Evvelâ Halik'ından af diliyor.
"Ey Rabb'im! İlmimi artır." (Tâhâ: 114)
Herkes dış ilmi isterken Allah ehli iç ilmi ister. Allah'ım seni bileyim. Seni bilmek için ilmimi artır.
Yusuf Aleyhisselâm da peygamber olduğu halde yalvarıyor:
"Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)
Çünkü Hazret-i Allah; "Zerreden hesap soracağım!" buyuruyor:
"Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 7-8)
Zerreden ince hesap var!..
Bir Halik-ı Azimüşan var, seni yoktan var etti, nimetlere gark etti. Dikkat edersen bir damla kerih su aslımız. Onu da O yarattı. Ne var senin? Hiç! Zavallı insan! Bunları böyle düşündüğüm zaman Rabb'im beni çekse de bir hata işlemeden gitsem, diyorum. Niçin? Zerreden hesap soracak.