HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm
Müslüman Olan Hıristiyanlar
Habeşistan’a hicret eden müslümanların oralarda İslâmiyet’i yayma çabalarının sonucu olarak yirmi kadar hıristiyan, kendilerine anlatılanları yerinde incelemek için nübüvvetin onuncu yılında Mekke’ye geldiler. Resulullah Âleyhisselâm’ı Kâbe-i muazzama’da otururken buldular. Yanına oturup, onunla konuştular ve bazı sorular sordular. Sordukları sorulara gönülleri mutmain eden cevaplar alınca sevindiler.
Sormak istedikleri bütün soruları bitirdikten sonra Resulullah Aleyhisselâm onları İslâm’a dâvet etti, Kur’an-ı kerim’den bazı Âyet-i kerime’ler okudu. Huşu ile dinlediler, gözlerinden yaşlar boşandı. Kendi kitaplarında onun hakkında yazılan vasıfların onda olduğunu gördüler. Dâvetine icabet edip tasdik ettiler ve hepsi birden müslüman oldular.
Şu Âyet-i kerime’ler onlar hakkında nazil olmuştur:
“Kendilerine daha önce kitap verdiklerimiz de buna inanırlar.” (Kasas: 52)
Çünkü onlar bu vasıflardaki uyumun ancak Allah-u Teâlâ tarafından olması ile mümkün olabileceğini biliyorlar.
“Kur’an onlara okunduğu zaman: ‘Ona iman ettik, doğrusu o Rabb’imizden gelen hakikattir. Esasen biz, bundan önce de müslümanlığı kabul etmiş kimselerdik.’ dediler.” (Kasas: 53)
Âyet-i kerime’lerin indirilmesine sebep bunlar olmuş ise de, kitap ehlinden bütün iman edenleri içine almaktadır.
Gelenler kalkıp giderlerken Ebu Cehil ve müşriklerden bazıları önlerine geçtiler. “Allah sizin belânızı versin. Yanında oturup iyice dinlemeden onu tasdik ettiniz ve dininizden ayrıldınız, siz ne ahmaksınız!” gibi sözlerle hakâret ettiler. Onlar da:
“Biz size Allah’tan esenlik dileriz, bize yaptığınız câhilliği biz size yapmayız, câhillerin sözüne bakıp da bize ulaşmış olan hayırdan dönmeyiz.” diye cevap vererek memleketlerine döndüler.
Müslümanların işkence, eziyet, abluka ve her türlü sıkıştırmaya göğüs gerdikleri bir sırada; İslâm’ı öğrenmek ve Resulullah Aleyhisselâm’la buluşmak için bu heyetin Mekke’ye gelişleri fevkalâde bir hadise oldu. İslâm düşmanları müslümanlara ne kadar eziyet yaparlarsa yapsınlar, ne kadar sıkıştırırlarsa sıkıştırsınlar, yeryüzünün doğusuna ve batısına bu nurun yayılmasının önlenemeyeceğini sezmeye başladılar.
Ebu Tâlib’in Vefatı:
Ablukadan kurtulan müslümanlar biraz olsun rahatlamış ve sevinmişlerdi ki, sevinçleri sekiz ay sürdü, peşpeşe gelen iki büyük acı ile sarsıldılar.
Resulullah Aleyhisselâm, İslâm’ı tebliğ sırasında karşılaştığı güçlüklerde ve sıkıntılı anlarında kendisine en büyük yardım ve desteği sağlayan iki yakınını peygamberliğinin onuncu yılında kaybetti. Bu iki yakınından birisi amcası Ebu Tâlib; diğeri ise Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Validemiz idi.
Seksen yaşlarında vefat eden Ebu Tâlib, Resulullah Aleyhisselâm’ı koruyan bir zırh gibiydi. Dedesi Abdülmuttalib’i kaybettiği günden beri himaye etmiş, yetim olarak yanına alıp bağrına basmış, onu kendi çocuklarından daha çok sevmişti. Bu hâl kendisine peygamberlik verilinceye kadar böyle devam ettiği gibi, peygamber olduktan sonra da devam etti. İslâm’ın ilk yıllarında en büyük desteği ve yardımı o yaptı. Bu uğurda ölümle tehdit olunduğu halde yeğenini müşriklere teslim etmedi.
Kureyş’in ileri gelen itibarlı büyüklerinden biri olduğu ve herkesten saygı gördüğü için, onun yüksek hatırına hürmeten müşrikler, Resulullah Aleyhisselâm’ın faaliyetlerinden son derece rahatsız olsalar dahi fazla ses çıkaramıyorlardı. En çok feveran ettikleri anlarda gelip Ebu Tâlib’e şikayet ediyorlar, o da onlara gereken cevabı veriyordu.
Ancak Ebu Tâlib müslüman olmamıştı. Resulullah Aleyhisselâm kendisine bu kadar iyilikleri dokunan amcasının müslüman olmasını çok arzu ediyordu. Onun himayesi dini hamiyetten değil, akrabalık gayretinden geliyordu.
Sonunda hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Resulullah Aleyhisselâm tekrar tekrar ziyaretine gider başucundan ayrılmazdı. Her fırsatta:
“Ey amcacığım! ‘Lâilâhe illâllah’ de, ben onunla kıyamet günü senin için şehâdet edeyim.” buyururdu.
Fakat Ebu Tâlib câhiliye devrinin katı bir âdeti olarak, Kureyşliler’in kendisi hakkında: “Ölümden korktu da yeğeninin dinine girdi.” demelerinden çekindiği için müslüman olmaya yanaşmadı.
Resulullah Aleyhisselâm’ın bu durum karşısında ıstırabı çok büyük olmuş ve:
“İyi bil ki; yasaklanmadığım müddetçe vallahi senin kurtuluşun için istiğfardan geri durmayacağım.” buyurmuştur.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ indirdiği Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Resul’üm! Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, lâkin Allah dilediğine hidayet eder. Ve hidayete erecek olanları en iyi O bilir.” (Kasas: 56)
Hangi kulunun aslî fıtratını koruduğunu en iyi bilen O’dur.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- buyururlar ki:
“Ebu Tâlib ölünce Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e gidip ‘Dalâlette olan ihtiyar amcan öldü.’ dedim.
Bana:
‘Git babanı göm! Sonra, bana gelinceye kadar hiçbir şey yapma.’ buyurdu.
Ben de gidip gömdüm ve Resulullah Aleyhisselâm’a gelip haber verdim. Bunun üzerine bana yıkanmamı emir buyurdular, ben de yıkandım. Sonra bana duâ ediverdi.” (Ebu Dâvud, Nesâî)
Amcasının vefatı Resulullah Aleyhisselâm’ı son derece müteessir etti. Günlerce evinden dışarı çıkmadı. Çıktığı zaman da müşrikler Ebu Tâlib’in sağlığında yapmak isteyip de yapamadıkları hakaret ve eziyetleri, Ebu Tâlib’in nüfuz ve himayesinin kalkmasını fırsat bilerek yapmaya başladılar, kin ve düşmanlıklarını daha da şiddetlendirdiler.
Abdullah bin Hâris -radiyallahu anh-in bildirdiğine göre Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- bir defasında: “Yâ Resulellah! Ebu Tâlib’e hiçbir faydan olabildi mi? Çünkü o seni muhafaza eder ve senin için (düşmanlarına) kızardı.” diye sormuştu.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
“Evet oldu. O cehennemin sığ bir yerindedir. Eğer ben olmasaydım cehennemin en derin yerinde olurdu.”
Diğer bir rivayette şöyle buyurduğu beyan buyuruluyor:
“Evet!.. Ben onu cehennemin derin dalgaları içinde buldum da kendisini sığa çıkardım.” (Müslim: 209)
Hadis-i şerif’te geçen “Dahdah”, ancak topuğa kadar ayakları örten sığ su demektir. Burada bu kelime ile Ebu Tâlib’in azabının Resulullah Aleyhisselâm’ın şefaâti sayesinde hafifletildiği ifade olunmuştur.
Hazret-i Hatice -R. Anhâ-nın Vefatı:
Ebu Tâlib’in vefatından kısa bir süre sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın vefâkâr zevcesi Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz altmış beş yaşlarında iken Ramazan ayında vefat etti.
Resulullah Aleyhisselâm onu, Mekke’nin Hacun adındaki kabristanına götürdü, defnedilirken kendi elleriyle kabre indirdi. O günlerde cenaze namazı farz kılınmamıştı.
Resulullah Aleyhisselâm ondan çok memnundu. Vefatından sonra onu takdir ve hürmetle anmış, hatırasına çok hürmet etmişti. Her zaman gider mezarını ziyaret ederdi.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Validemiz buyururlar ki:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in hanımlarından hiçbirine Hatice -radiyallahu anhâ-ya karşı duyduğum kıskançlığı duymadım. Halbuki onu hiç görmüşlüğüm de yok. Ancak Resulullah Aleyhisselâm onu çok anardı. Ne zaman bir koyun kesip parçalara ayırsa, Hatice’nin dostlarına da gönderirdi. Bazan ona ‘Sanki dünyada Hatice’den başka kadın yok.’ derdim de bana: ‘Onun gibisi var mıydı? O şöyleydi, o böyleydi... Benim çocuklarım ondan oldu.’ buyururdu. İçimden ‘Bir daha Hatice hakkında kötü söz söylemeyeceğim.’ dedim.” (Buhârî-Müslim)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de:
“Bana onun sevgisi verildi.” buyurmuşlardır. (Müslim: 2435)
O ki bizzat Allah-u Teâlâ’nın selâmına mazhar olmuştur. Resulullah Aleyhisselâm Hira’da inzivaya çekildiği günlerde ona yiyecek taşırken bir defasında Cebrail Aleyhisselâm:
“Yâ Resulellah! İşte şu uzakta görünen Hatice’dir. Yanında yiyecek ve içecek dolu bir kapla sana doğru gelmektedir. Yanına geldiğinde ona Rabb’inden ve benden selâm söyle ve onu cennette, gürültüden ve meşakkatten uzak, inciden yapılmış bir köşk ile müjdele!” buyurmuştu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1537 - Müslim: 2432)
Allah-u Teâlâ’nın Cebrâil Aleyhisselâm’la gönderilen hususi selâmına mazhar olmak, bir kul için hiç şüphesiz ki şereflerin en yücesidir.
Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm’ın oğlu Kâsım vefat edince Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-:
“Yâ Resulellah! Kâsım’ın sütü taştı. Keşke Allah ona süt çağını tamamlayacak kadar ömrünü uzatsaydı!” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm bunun üzerine:
“Süt devresini o cennette tamamlayacak.” buyurdu.
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-:
“Yâ Resulellah! Şayet bunu bilseydim, çocuğun ölümü nazarımda hafiflerdi.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Dilersen Allah’a duâ edeyim de sana onun sesini işittireyim.” buyurduğunda, Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-:
“Hayır yâ Resulellah! Allah’ı ve Resul’ünü tasdik ediyorum.” karşılığını verdi.
Onuncu yılda peş peşe gelen bu iki büyük acı Resulullah Aleyhisselâm’ı ve müslümanları çok üzdüğü için bu yıla, üzüntü yılı mânâsına gelen “Senetül-hüzün”denilmişti.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Müslüman Olan Hıristiyanlar
Habeşistan’a hicret eden müslümanların oralarda İslâmiyet’i yayma çabalarının sonucu olarak yirmi kadar hıristiyan, kendilerine anlatılanları yerinde incelemek için nübüvvetin onuncu yılında Mekke’ye geldiler. Resulullah Âleyhisselâm’ı Kâbe-i muazzama’da otururken buldular. Yanına oturup, onunla konuştular ve bazı sorular sordular. Sordukları sorulara gönülleri mutmain eden cevaplar alınca sevindiler.
Sormak istedikleri bütün soruları bitirdikten sonra Resulullah Aleyhisselâm onları İslâm’a dâvet etti, Kur’an-ı kerim’den bazı Âyet-i kerime’ler okudu. Huşu ile dinlediler, gözlerinden yaşlar boşandı. Kendi kitaplarında onun hakkında yazılan vasıfların onda olduğunu gördüler. Dâvetine icabet edip tasdik ettiler ve hepsi birden müslüman oldular.
Şu Âyet-i kerime’ler onlar hakkında nazil olmuştur:
“Kendilerine daha önce kitap verdiklerimiz de buna inanırlar.” (Kasas: 52)
Çünkü onlar bu vasıflardaki uyumun ancak Allah-u Teâlâ tarafından olması ile mümkün olabileceğini biliyorlar.
“Kur’an onlara okunduğu zaman: ‘Ona iman ettik, doğrusu o Rabb’imizden gelen hakikattir. Esasen biz, bundan önce de müslümanlığı kabul etmiş kimselerdik.’ dediler.” (Kasas: 53)
Âyet-i kerime’lerin indirilmesine sebep bunlar olmuş ise de, kitap ehlinden bütün iman edenleri içine almaktadır.
Gelenler kalkıp giderlerken Ebu Cehil ve müşriklerden bazıları önlerine geçtiler. “Allah sizin belânızı versin. Yanında oturup iyice dinlemeden onu tasdik ettiniz ve dininizden ayrıldınız, siz ne ahmaksınız!” gibi sözlerle hakâret ettiler. Onlar da:
“Biz size Allah’tan esenlik dileriz, bize yaptığınız câhilliği biz size yapmayız, câhillerin sözüne bakıp da bize ulaşmış olan hayırdan dönmeyiz.” diye cevap vererek memleketlerine döndüler.
Müslümanların işkence, eziyet, abluka ve her türlü sıkıştırmaya göğüs gerdikleri bir sırada; İslâm’ı öğrenmek ve Resulullah Aleyhisselâm’la buluşmak için bu heyetin Mekke’ye gelişleri fevkalâde bir hadise oldu. İslâm düşmanları müslümanlara ne kadar eziyet yaparlarsa yapsınlar, ne kadar sıkıştırırlarsa sıkıştırsınlar, yeryüzünün doğusuna ve batısına bu nurun yayılmasının önlenemeyeceğini sezmeye başladılar.
Ebu Tâlib’in Vefatı:
Ablukadan kurtulan müslümanlar biraz olsun rahatlamış ve sevinmişlerdi ki, sevinçleri sekiz ay sürdü, peşpeşe gelen iki büyük acı ile sarsıldılar.
Resulullah Aleyhisselâm, İslâm’ı tebliğ sırasında karşılaştığı güçlüklerde ve sıkıntılı anlarında kendisine en büyük yardım ve desteği sağlayan iki yakınını peygamberliğinin onuncu yılında kaybetti. Bu iki yakınından birisi amcası Ebu Tâlib; diğeri ise Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Validemiz idi.
Seksen yaşlarında vefat eden Ebu Tâlib, Resulullah Aleyhisselâm’ı koruyan bir zırh gibiydi. Dedesi Abdülmuttalib’i kaybettiği günden beri himaye etmiş, yetim olarak yanına alıp bağrına basmış, onu kendi çocuklarından daha çok sevmişti. Bu hâl kendisine peygamberlik verilinceye kadar böyle devam ettiği gibi, peygamber olduktan sonra da devam etti. İslâm’ın ilk yıllarında en büyük desteği ve yardımı o yaptı. Bu uğurda ölümle tehdit olunduğu halde yeğenini müşriklere teslim etmedi.
Kureyş’in ileri gelen itibarlı büyüklerinden biri olduğu ve herkesten saygı gördüğü için, onun yüksek hatırına hürmeten müşrikler, Resulullah Aleyhisselâm’ın faaliyetlerinden son derece rahatsız olsalar dahi fazla ses çıkaramıyorlardı. En çok feveran ettikleri anlarda gelip Ebu Tâlib’e şikayet ediyorlar, o da onlara gereken cevabı veriyordu.
Ancak Ebu Tâlib müslüman olmamıştı. Resulullah Aleyhisselâm kendisine bu kadar iyilikleri dokunan amcasının müslüman olmasını çok arzu ediyordu. Onun himayesi dini hamiyetten değil, akrabalık gayretinden geliyordu.
Sonunda hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Resulullah Aleyhisselâm tekrar tekrar ziyaretine gider başucundan ayrılmazdı. Her fırsatta:
“Ey amcacığım! ‘Lâilâhe illâllah’ de, ben onunla kıyamet günü senin için şehâdet edeyim.” buyururdu.
Fakat Ebu Tâlib câhiliye devrinin katı bir âdeti olarak, Kureyşliler’in kendisi hakkında: “Ölümden korktu da yeğeninin dinine girdi.” demelerinden çekindiği için müslüman olmaya yanaşmadı.
Resulullah Aleyhisselâm’ın bu durum karşısında ıstırabı çok büyük olmuş ve:
“İyi bil ki; yasaklanmadığım müddetçe vallahi senin kurtuluşun için istiğfardan geri durmayacağım.” buyurmuştur.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ indirdiği Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Resul’üm! Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, lâkin Allah dilediğine hidayet eder. Ve hidayete erecek olanları en iyi O bilir.” (Kasas: 56)
Hangi kulunun aslî fıtratını koruduğunu en iyi bilen O’dur.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- buyururlar ki:
“Ebu Tâlib ölünce Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e gidip ‘Dalâlette olan ihtiyar amcan öldü.’ dedim.
Bana:
‘Git babanı göm! Sonra, bana gelinceye kadar hiçbir şey yapma.’ buyurdu.
Ben de gidip gömdüm ve Resulullah Aleyhisselâm’a gelip haber verdim. Bunun üzerine bana yıkanmamı emir buyurdular, ben de yıkandım. Sonra bana duâ ediverdi.” (Ebu Dâvud, Nesâî)
Amcasının vefatı Resulullah Aleyhisselâm’ı son derece müteessir etti. Günlerce evinden dışarı çıkmadı. Çıktığı zaman da müşrikler Ebu Tâlib’in sağlığında yapmak isteyip de yapamadıkları hakaret ve eziyetleri, Ebu Tâlib’in nüfuz ve himayesinin kalkmasını fırsat bilerek yapmaya başladılar, kin ve düşmanlıklarını daha da şiddetlendirdiler.
Abdullah bin Hâris -radiyallahu anh-in bildirdiğine göre Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- bir defasında: “Yâ Resulellah! Ebu Tâlib’e hiçbir faydan olabildi mi? Çünkü o seni muhafaza eder ve senin için (düşmanlarına) kızardı.” diye sormuştu.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
“Evet oldu. O cehennemin sığ bir yerindedir. Eğer ben olmasaydım cehennemin en derin yerinde olurdu.”
Diğer bir rivayette şöyle buyurduğu beyan buyuruluyor:
“Evet!.. Ben onu cehennemin derin dalgaları içinde buldum da kendisini sığa çıkardım.” (Müslim: 209)
Hadis-i şerif’te geçen “Dahdah”, ancak topuğa kadar ayakları örten sığ su demektir. Burada bu kelime ile Ebu Tâlib’in azabının Resulullah Aleyhisselâm’ın şefaâti sayesinde hafifletildiği ifade olunmuştur.
Hazret-i Hatice -R. Anhâ-nın Vefatı:
Ebu Tâlib’in vefatından kısa bir süre sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın vefâkâr zevcesi Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz altmış beş yaşlarında iken Ramazan ayında vefat etti.
Resulullah Aleyhisselâm onu, Mekke’nin Hacun adındaki kabristanına götürdü, defnedilirken kendi elleriyle kabre indirdi. O günlerde cenaze namazı farz kılınmamıştı.
Resulullah Aleyhisselâm ondan çok memnundu. Vefatından sonra onu takdir ve hürmetle anmış, hatırasına çok hürmet etmişti. Her zaman gider mezarını ziyaret ederdi.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Validemiz buyururlar ki:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in hanımlarından hiçbirine Hatice -radiyallahu anhâ-ya karşı duyduğum kıskançlığı duymadım. Halbuki onu hiç görmüşlüğüm de yok. Ancak Resulullah Aleyhisselâm onu çok anardı. Ne zaman bir koyun kesip parçalara ayırsa, Hatice’nin dostlarına da gönderirdi. Bazan ona ‘Sanki dünyada Hatice’den başka kadın yok.’ derdim de bana: ‘Onun gibisi var mıydı? O şöyleydi, o böyleydi... Benim çocuklarım ondan oldu.’ buyururdu. İçimden ‘Bir daha Hatice hakkında kötü söz söylemeyeceğim.’ dedim.” (Buhârî-Müslim)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de:
“Bana onun sevgisi verildi.” buyurmuşlardır. (Müslim: 2435)
O ki bizzat Allah-u Teâlâ’nın selâmına mazhar olmuştur. Resulullah Aleyhisselâm Hira’da inzivaya çekildiği günlerde ona yiyecek taşırken bir defasında Cebrail Aleyhisselâm:
“Yâ Resulellah! İşte şu uzakta görünen Hatice’dir. Yanında yiyecek ve içecek dolu bir kapla sana doğru gelmektedir. Yanına geldiğinde ona Rabb’inden ve benden selâm söyle ve onu cennette, gürültüden ve meşakkatten uzak, inciden yapılmış bir köşk ile müjdele!” buyurmuştu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1537 - Müslim: 2432)
Allah-u Teâlâ’nın Cebrâil Aleyhisselâm’la gönderilen hususi selâmına mazhar olmak, bir kul için hiç şüphesiz ki şereflerin en yücesidir.
Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm’ın oğlu Kâsım vefat edince Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-:
“Yâ Resulellah! Kâsım’ın sütü taştı. Keşke Allah ona süt çağını tamamlayacak kadar ömrünü uzatsaydı!” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm bunun üzerine:
“Süt devresini o cennette tamamlayacak.” buyurdu.
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-:
“Yâ Resulellah! Şayet bunu bilseydim, çocuğun ölümü nazarımda hafiflerdi.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Dilersen Allah’a duâ edeyim de sana onun sesini işittireyim.” buyurduğunda, Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-:
“Hayır yâ Resulellah! Allah’ı ve Resul’ünü tasdik ediyorum.” karşılığını verdi.
Onuncu yılda peş peşe gelen bu iki büyük acı Resulullah Aleyhisselâm’ı ve müslümanları çok üzdüğü için bu yıla, üzüntü yılı mânâsına gelen “Senetül-hüzün”denilmişti.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh