MÜRSELÂT SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
Peşpeşe Gönderilen Peygamber Vekilleri
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme’de “Hümeze” sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Elli Âyet-i kerime, yüz seksen kelime ve sekiz yüz on altı harften müteşekkildir.
Adını, birinci Âyet-i kerime’de geçen “Mürselât” kelimesinden alır. “Urf” adlarıyla da anılmaktadır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; doğruyu eğriden, mümini kâfirden ayırt eden kıyametin, mutlaka gelmekte olduğunu haber vermektedir.
Sûre-i şerif’in ilk yedi Âyet-i kerime’sinde rahmetinin gerçekleşeceğini gösteren şeylere yemin edilerek, üzerine yemin edilen bu beş şeyin yüceliği belirtilmektedir.
Sekizinci Âyet-i kerime’den on altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; kıyametin cezâ ve mükâfât günü olduğu, kararlaştırılan bir zamanda gerçekleşeceği bildirilmektedir.
On altıncı Âyet-i kerime’den yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime’ye kadar; insanlar yok olduktan sonra onları tekrar geri çevirmeye Allah-u Teâlâ’nın muktedir olduğunu belirten deliller ortaya konulmaktadır.
Yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime’den kırk birinci Âyet-i kerime’ye kadar; ahireti inkâr edenlerin ahiretteki kötü âkıbetleri, orada görecekleri azapların şiddeti, karşılaştıkları pek vahim durumlar insanların ibret nazarlarına arzedilmektedir.
Kırk birinci Âyet-i kerime’den kırk beşinci Âyet-i kerime’ye kadar; Rabb’lerinin iman eden bahtiyar kullarına hazırladığı ihsan ve ikram müjdelenmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise; gözler önüne serilen nice hakikatleri inkâr eden kâfirlere, sonlarının çok korkunç olacağı ihtar edilmektedir.
Mürselât sûre-i şerif”inde:
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!”
Âyet-i kerime’si on defa tekrar edilmektedir. Bu ilâhî beyanda, inkârcılar için çok büyük bir tehdit vardır.
Peşpeşe Gönderilen Peygamber Vekilleri:
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için Sûre-i şerif’in başında; “Mürselât”, “Âsifât”, “Nâşirât”, “Fârikât”, “Mülkiyât” adı ile beş şeye yemin etmiştir.
“Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!” (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Bütün bunların hepsi O’nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O’nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira, yaratmak da emretmek de Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime’de geçen “Gönderilenler”den murad; hayır ile müjdeci olarak peşpeşe gönderilen melekler, “Lâ ilâhe illâllah” ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen peygamber vekilleridir.
Onların vekillerinden murad ise, kibâr-ı evliyâullah’tan olan Mürşid-i kâmil’lerdir; başkasına şâmil değildir.
Yani bunları O gönderiyor, Allah-u Teâlâ’nın izniyle hakiki cihadı bu gönderilenler yapıyor.
•
“Estikçe eserek, (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!” (Mürselât: 2)
Estikleri zaman ağaçları kökünden söken, izleri değiştiren rüzgârlar gibi, Din-i mübin’e gönül veren mücahidler de şiddetle eserler, zararları ve zararlıları savurup atarlar. Bunlar da gönderilenlerdir, vazifeleri de budur.
Bunlara bir nevi akıncı denir. Osmanlı ordusunun akıncı kuvvetleri vardı, gittikleri yerlerde Din-i mübin’i neşrederlerdi. Günümüzdeki iman kurtarıcısı akıncılar da bu müjdeye, bu tebşirâta girmektedirler.
•
“(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!” (Mürselât: 3)
Hakikat Cenâb-ı Hakk’ı tarif eder, ulvî gerçekleri beyan eder.
Hakikat tohumlarını yayanlar, hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmezler. Vazifelerini bihakkın yürütmek isterler. Hakikati tebliğ ederler. Hakikati duyurmaya, nûr-î ilâhî’yi ulaştırmaya çalışırlar; halkı Hakk’a götürürler ve her şeyden temizlerler. İnsanları irşad etmek için uğraşırlar. Hakikati yaydıkça yayarlar ve iman kurtarırlar.
•
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar.” (Rahmân: 19-20)
Bu karışmamanın bâtınî mânâsı; Allah-u Teâlâ hakikati de salmıştır, dalâleti de salmıştır. Fakat aralarında mürşid-i kâmil vardır, birbirine karışmazlar.
Burada Allah-u Teâlâ kudretini izhar ediyor. “Ol!” demekle perde husule geliyor, “Karışma!” emrini veriyor. Tatlı ve tuzlu sular birbirine karışmıyor. Bu engeli koyan O’dur.
Kudretini öyle bir koyuyor ki, o perde O’nun hükmü oluyor. O böyle hükmetti, o berzahı kurdu. O berzahı aşmak mümkün değil. Hakikat bir tarafta kaldı, dalâlet bir tarafta kaldı. Hükmünü yürüttü; berzah oldu, perde oldu. Fakat görünüşte perde. Aslında perde diye bir şey yok, Allah-u Teâlâ’nın hükmü var.
Asıl perde O’nun emri ve hükmüdür. O’nun emri ve hükmü yürüyünce hakikat ile dalâlet birbirine karışmıyor.
•
“(Kalplerde) Allah’ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 5)
İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.
“Gerek (Allah’a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun.” (Mürselât: 6)
Allah-u Teâlâ’ya yönelenleri arındırmak için, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için öğüt telkin ederler. Her fesatçının amansız düşmanıdırlar.
Bütün yalancıların, fesatçı ve ifsatçıların hiç çekinmeden üzerlerine giderler. Ümmet-i Muhammed’i fesat ve ifsattan kurtarmak için, dolayısıyla imanlarını kurtarmak için hakikati bütün açıklığı ile tebliğ ederler.
Bütün gaye ve maksatları Nûr-i Muhammedî’nin yayılması, insanların Allah ve Resul’ünde birleşmesidir.
Yeminlerin Nihayeti:
Nihayet bütün bu yeminlerden sonra, bu yeminlere cevap olarak yedinci Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bilin ki size vaad olunan şeyler mutlaka olacaktır.” (Mürselât: 7)
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek ve üzerine yemin edilen şeylerin şerefini yüceltmek için beş şeye yemin etmiştir.
Kıyamet günü kesinlikle gerçekleşecektir. Hakk’a ve hakikate uyanların hayırla, Hakk ve hakikatten yüz çevirenlerin de şerle karşılık görmesi mutlaka meydana gelecektir.
Ahiretteki Cezalar:
Kıyametin mutlaka kopacağını, beşer hayatının devamı için çok mühim olan beş şeye yemin ederek bildiren Allah-u Teâlâ; daha sonra kıyamet hadisesinin dört korkunç safhasını Âyet-i kerime’lerinde ayrı ayrı açıklayarak yalancıları uyarmakta, iman edenleri de çok dikkatli olmaya dâvet etmektedir:
“Yıldızların ışığı söndürüldüğü zaman.” (Mürselât: 8)
Kâinatın mevcut düzeni alt-üst olunca; kendilerine mahsus sistemi, hareket tarzı, yörüngesi olan yıldızlar da birbirine çarpıp parçalanır, dağılıp dökülürler. O kadar çok ve o kadar ışık saçtıkları halde mahvolur giderler. Nurlarını kaybederler, aydınlıkları kaybolur, yerlerinden kopup yağmur taneleri gibi yeryüzüne serpilirler. O gün gökyüzü yıldız yağdıracaktır.
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hepsini içine alacak ölçüde olacaktır.
“Gök yarıldığı zaman.” (Mürselât: 9) (Bakınız; İnşikâk: 1)
Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır.
O günün dehşetinden gök her taraftan yarılır, o yarıklar göklerin kapıları mesabesinde olur. İlâhî kudret bu şekilde de tecellî edecektir.
Allah-u Teâlâ kıyamet koptuğu zaman dağların da köklerinden sökülüp yürütüleceğini, yüksekliklerinin düzlüğe dönüşeceğini, hepsinin de havada uçuşan zerrecikler hâline geleceğini beyan buyurmaktadır:
“Dağlar ufalanıp savrulduğu zaman.” (Mürselât: 10)
O muhteşem cesâmetleri ve ağırlıkları ile beraber yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılırlar. Kendilerinden bir eser bile kalmaz, hiçbir iz kalmamacasına kaybolup giderler.
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi hâline gelir.
Dağlar böyle olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.
O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk’a yanaşmaz ve Hakk’ı kabul etmezler.
“Peygamberlerin belirli vakti geldiği zaman!” (Mürselât: 11)
Bu hadise her peygamberin kendi ümmeti lehinde veya aleyhinde şâhitlikte bulunmak üzere hepsinin bir araya getirilerek ilâhî sorguya muhatap olacaklarına işarettir.
“Hangi güne ertelenmiştir?” (Mürselât: 12)
Peygamberleri yalanlayanlara azap edilmesi, iman edenlerin yüceltilmesi, amellerin arzedilmesi ve hesap günü gibi halkı iman etmeye çağırdıkları şeylerin ortaya çıkması hangi güne ertelendi?
“Hüküm gününe! (Mürselât: 13)
O gün vuku bulacak korkunç ve şiddetli hadiselere karşı müthiş bir şaşkınlık duyulacağını ifade için Allah-u Teâlâ böyle bir sual sormaktadır.
“Hüküm gününün ne olduğunu bilir misin?” (Mürselât: 14)
Hak ile bâtılın, haklı ile haksızın ayırt edileceği o gün, akıl ve düşüncenin kavrayamayacağı, hayâl bile edemeyeceği kadar büyük bir gündür. Gününü hiç kimse bilip hakkıyla takdir ve tayin edemez.
Öyle bir gün ki; Allah-u Teâlâ kendi mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacak, inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü, zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
O’nun kabzından kurtulmaya hiç kimsenin gücü yetmez. O gün hüküm günüdür, özür beyan etme günü değildir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 15)
Bu Âyet-i kerime Mürselât sûre-i şerif’inin her bir bölümünün sonunda tekrarlanan âyetidir.
Allah-u Teâlâ bu korkutucu Âyet-i kerime’lerin Kur’an-ı kerim’de tekrar edilmesinin bir hikmetini Âyet-i kerime’sinde şöyle bildirmektedir:
“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda tehditleri tekrar tekrar açıkladık. Umulur ki Allah’tan korkarlar veya o, kendileri için bir hatırlatma olur.” (Tâhâ: 113)
İlâhî İhtar:
Allah-u Teâlâ yalanlayanları o gün meydana gelecek hadiselerin korkunçluk ve dehşetiyle ihtar ettikten sonra, tekrar onları intikamı ile korkutmakta ve Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Biz öncekileri helâk etmedik mi?” (Mürselât: 16)
Uyarıcıları yalanlayanları daha dünyadalarken nice felâketlere uğratmadık mı?
“Sonra geridekileri de onların arkasına takacağız.” (Mürselât: 17)
Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerinden sonra türeyen, küfürde ve yalanlamada öncekilerin yolunu tutanlardır. Bu Âyet-i kerime bu ümmetten yalanlayıcılara bir tehdittir.
“İşte biz günahkârları böyle yaparız!” buyuruyor. (Mürselât: 18)
Eskiler hakkında da sonrakiler hakkında da ilâhî takdir böyle tecellî eder. Bundan önce hiçbir kavim bu âkıbetten kurtulamamıştır. Şimdi olduğu gibi ve ileride de bu gibi kimselerin lâyık oldukları cezalara kavuşacakları şüphesizdir.
“O gün, (hakikatleri) yalanyanların vay haline!” (Mürselât: 19)
Onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket ahirette gerçekleşecektir.
____________________________________________________________________________________
MÜRSELÂT SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Bir Damla Kerih Su
İnsanın Aslının
Kerih Bir Su Oluşu:
İlk insan Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm’dan üreyen insanların da menşei toprak ve sudur. Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana geliyor.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?” (Mürselât: 20)
Hakir su olan meni, erkeğin sulbünden çıkar. Yumurtacık ise kadının göğüs kemikleri arasından çıkar. Nitekim doğum yapan kadının göğsünde süt meydana gelmesi, göğüsle ana rahmi arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
“Sonra o suyu bir süreye kadar sağlam bir karargâh olan rahime yerleştirdik.” (Mürselât: 21-22)
Ana rahmine “Sağlamlık” sıfatının verilmesi apaçık bir mucizedir. Çocuğun ne kadar sağlam bir koruma içinde olduğunu bilenler bu inceliği anlayabilirler.
Cenin ana rahminin derinliklerinde, köprücük kemikleri arasında her türlü sarsıntı ve tehlikeden korunmuş olarak karar kılar. Allah-u Teâlâ, ceninin teşekkül ettiği yeri o kadar intizamlı düzenlemiş ki, yavrunun gelişmesi için lüzumlu olan hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.
“Biz buna güç yetirmişizdir.” (Mürselât: 23)
Düşünmeli ki bir nutfe ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir. Buna O’ndan başka hiç kimse güç yetiremez.
“Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz!” (Mürselât: 23)
Düşünen bir insan ilâhî sanat eserlerindeki mucizeleri hayranlıkla seyreder, eserden Müessir’e intikâl eder.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 24)
Yazıklar olsun gerçeklere karşı kulaklarını tıkayan nankörlere!
Yeryüzü:
Âdem Aleyhisselâm’dan bu güne kadar gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini yapmaya devam edecektir.
Yeryüzünde birçok değişikler olmakta, kevnî mucizeler gözler önünde parlayıp durmaktadır.
Gökyüzü de onun tavanı olarak bina edilmiş ve ona yeryüzünü muhafaza etme vazifesi verilmiştir.
Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan önce de yeryüzü yaygındı.
“Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için toplanma yeri yapmadık mı?” (Mürselât: 25-26)
Yeryüzü insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ölüler ise toprağın altında kabirlerde otururlar.
Yeryüzünü enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim verip genişletmesi, orada yaşayanlar açısından büyük bir nimettir.
Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.
“Yeryüzünde haşmetli dağlar meydana getirdik.” (Mürselât: 27)
Eğer yeryüzü döşenmemiş, üzerinde dağlar oturtulmamış olsaydı; görülmekte olan hayat şartları meydana gelmeyecek, üzerinde durabilme imkânı olmayacaktı.
Bunların hepsi de bir takdir ve tedbire delâlet etmektedir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 28)
Elbette ki onlar kahr-ı ilâhîye müstehak olmuşlardır.
Tatlı Su:
Suyu güneş harareti vasıtasıyla buharlaştırıp bulutlaştıran ve yağmur hâlinde indiren, bütün canlıların hayatının devamını sağlayan ve buna muktedir olan sadece Allah-u Teâlâ’dır. Buhar şeklinde saf ve berrak olarak denizlerden yükseltip bulutlarda toplar, sonra da onu yağmur şeklinde indirir. Bu fizikî ve kimyevî hadiseler kendiliğinden değil, ilâhî bir plân dahilinde cereyan etmektedir.
Rüzgârlar bulutları O’nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O’nun tayin ettiği zamanlarda yağmur yağdırırlar.
İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış, onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.
Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da bulunur, yağmur yağdığında yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.
Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken, karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını sürdürebilmektedirler.
“Size tatlı sular içirdik.” (Mürselât: 27)
Tatlı suları bulutlardan O indirmiş, pınarlardan kuyulardan O çıkarmıştır.
Allah-u Teâlâ bu şartları hazırlamasaydı, dünyada yaşamak mümkün olmayacaktı.
O’nun mülkünde yaşayan, O’nun verdiği rızık ve O’nun bahşettiği su ile beslenen insan, nasıl olur da kendisini Rabb’inden müstağnî görür?
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 28)
Karşılaşacakları cezalara şimdiden hazır olsunlar!
Cehennemin Dumanları
ve Kıvılcımları:
Allah-u Teâlâ azaba müstehak olanları tahkir etmek için cehennemin üç kola ayrılmış bunaltıcı dumanına “Gölge” ismini vermiştir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Üç kola ayrılmış olan, fakat ne gölgelendiren ne de alevlerden koruyan bir gölgeye gidin!” (Mürselât: 30-31)
Alevler yükselip de üstünden dumanlar çıktığında onun şiddet ve kuvveti üç kola ayrılır. Bu dumanın gölgesi ne gerçek gölgeliktir, ne de kişiyi alevin kucağından korur. Bu cehennemî bir gölgedir, kızgın ve bunaltıcı bir gölgedir. Nefesleri keser, insanı ateşle dağlar. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hayırlıdır. Bir gölge ki ateşin alazlamasından, alevlerinden korumuyor. Azap üstüne azap veriyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların üstlerinde (gölgeler gibi üstüste gelmiş) ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar var.” (Zümer: 16)
Nasıl ki cennetin dereceleri varsa, cehennemin de tabakaları ve dereceleri vardır. Âsiler ateş tabakaları arasında kalırlar, ateşle her tarafları kaplanır.
İşte münkirler böyle şehvetlere, gafletlere dalmış, heva ve heveslere uymuş, haramlara yönelmiş, ahiret âlemini hiç hesaba katmamış oldukları için can yakıcı azaplara giriftar olmuşlardır.
“O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir.” (Mürselât: 32)
Kıvılcımları ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu kim bilir nasıl olur?
“Sanki o kıvılcımlar sarı sarı develer gibidir.” (Mürselât: 33)
Çokluk ve çabuklukta sarı develere benzeyen saray gibi büyük kıvılcımların, bir de yukarıya doğru fırlayıp da tekrar cehennemliklerin üzerine şiddetle düşmesi, şüphesiz ki azap üzerine azap verir.
Saray gibi, deve gibi kıvılcımlar atan, alev alev yükselen cehennem, hazır vaziyette sahiplerini beklemektedir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 34)
Hiçbir azap hiçbir şekilde kendilerinden bertaraf edilmeyecektir.
Mahşerdeki Suskunluk:
Mahşer yerinin özelliklerinden birisi de, çeşit çeşit sahnelerle karşılaşılmış olmasıdır.
Şöyle ki;
Kimisinde her insan kendisini kınayacak, kimisinde suçlar başkalarına atılacak, bazı sahnelerde kullar sorguya çekilecek, bazı zamanlar hiçbir şey sorulmayacak, kimi zaman da tek kelime konuşmaya müsaade edilmeyecektir.
“Bu, onların konuşamayacakları gündür.” (Mürselât: 35)
Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez. Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.
Sükuta mecbur olurlar. Çünkü kendilerine verilen fırsatları kaçırmanın üzüntüsü ile yanar kavrulurlar. Kaçış yolları yok, kendilerine yardımcı olabilecek hiçbir kimse yok, mazeret öne sürüp kurtulabilme ümitleri yok, başlarının derdini düşünmekten başka çareleri de yok...
“Kendilerine izin de verilmez ki mazeretlerini beyan etsinler.” (Mürselât: 36)
O gün hiç kimseye: “Günahkâr sen misin? Yoksa başkası mı?” gibi sorular sorulmaz. Şahsının tanınması, suçlu olup olmadığının anlaşılması için, şuradan buradan sorularak araştırmaya ihtiyaç yoktur, simâları hallerini göstermeye yeterlidir. Zaten korku içinde olacakları için, kendilerini belli edeceklerdir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 37)
Cezaya ve azaba ne kadar lâyık oldukları artık ortaya çıkmış olur.
“İşte hüküm günü budur. Sizi de sizden öncekileri de bir araya toplamışızdır.” (Mürselât: 38)
O gün hüküm günüdür, özür beyan etme günü değildir.
Dünyada bir çok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki hakettiği halde mükâfat alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı verilir. Zâlimler beraat ederken mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına yükletildiği de görülmektedir.
Mahkeme-i kübrâ’da ise bu gibi adaletsizlikler olmayacak, herkes yaptığının karşılığını tam olarak alacaktır. Kâfirler azaplandırılırken, inananlar mükâfatlandırılacaktır.
“(Kurtulmanız için) bir hileniz varsa, gösterin bana hilenizi!” (Mürselât: 39)
O’nun kabzından kurtulmaya hiç kimsenin gücü yetmez.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 40)
Onlar o gönülleri parçalayan günde en büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalacaklardır.
Cennette Koyu Gölgelikler:
Cennette gece ve gündüz yoktur, hep aydınlıktır. Sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar soğuktur. Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgâr eser.
Halbuki kâfirler cehennemde pis kokulu, çok sıcak kara duman gölgesinde bulunmaktadırlar.
Allah-u Teâlâ farzları yerine getirip haramları terkeden, kulluk vazifelerini yerine getirmekte bir an tereddüt göstermeyen müttaki kullarına cennette hakiki gölgelikler, tatlı pınarlar, canlarının çektiği çeşit çeşit enfes meyveler hazırlamıştır.
“Muttakiler ise gölgeler altında ve pınar başlarındadırlar.” (Mürselât: 41)
Bakış zevki ayrı, faydalanma zevki ayrı... Ancak cennetteki gölge böyle olabilir.
İnsana huzur veren gölgelerde, ağaçlar altından akan pınarlar başında ve arzu ettikleri meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.
“Canlarının çektiği meyveler arasındadırlar.” (Mürselât: 42)
Böylece o güzel yurtta karar kılarlar. Bu kadar muhteşem zevk ve sefa ile kalmazlar, bu gibi görülen ve işitilen ulvî hizmetlerin yanında, onlara ikram olsun diye taraf-ı ilâhî’den bizzat taltif olunurlar:
“Yaptıklarınıza karşılık olarak âfiyetle yiyin için!” (Mürselât: 43)
Bunun için ne bir sınır var, ne de bir sıkıntı. Daha önce işlemiş olduğunuz güzel işlerinizin karşılığı işte budur!
“İşte biz iyilik yapan muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.” (Mürselât: 44)
Rabb’inizin hoşnutluğunu kazanacak işler işleyiniz ki, bu mükâfatlara eresiniz.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 45)
Yalancıların ve güneş gibi ortada olan hakikatleri yalanlayıcıların o gün ne bir dostları ne de bir yardımcıları bulunacak, her türlü felâketler onları bekleyecektir.
Mümin ve müttaki olanlara cennet-i âlâ’da seslenilirken, bunlara dünyada şöyle sesleniliyor:
“Yiyiniz, faydalanınız biraz!” (Mürselât: 46)
Eceliniz gelinceye kadar dünyanın geçici zevklerinden faydalının. Hiç şüphesiz ki tattığınız tadacağınız lezzetler bununla sınırlı olacak, cehenneme girdiğiniz zaman bu lezzetlerin kokusunu bile duyamayacaksınız, ayrıca cehenneme de odun olacaksınız, azap üstüne azap çekeceksiniz!
“Gerçek şu ki sizler suçlusunuz!” (Mürselât: 46)
Bu suçlarınız sizi küfre sokmuş, cennetin ebedî zevklerinden mahrum bırakmıştır.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 47)
Onlar bu cezâyı kendileri istemişler, yaptıkları kötü işlerle ve art niyetlerle Allah-u Teâlâ’nın gadabını üzerlerine çekmişlerdir.
“Onlara: ‘Rüku edin!’ denildiği zaman rükû etmezler.” (Mürselât: 48)
Her türlü ısrarlı uyarmalara rağmen hiç kulak vermezler, hak ve hakikat karşısında büyüklenmelerinde ısrar ederler.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 49)
Artık onlar hiçbir kurtuluş çaresi bulamayacaklardır.
“Artık onlar bundan sonra hangi söze inanacaklar?” (Mürselât: 50)
Gerçeği en güzel bir şekilde kesin delillerle bildiren ve apaçık bir mucize olan Kur’an’a inanmayınca, hangi kitaba inanacaklar?
Kullarını dünya sâdetine ahiret selâmetine erdirmek için peygamberlerini gönderen, kitaplarını indiren Allah-u Azîmüşân’ın şânı ne yücedir!
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Peşpeşe Gönderilen Peygamber Vekilleri
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme’de “Hümeze” sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Elli Âyet-i kerime, yüz seksen kelime ve sekiz yüz on altı harften müteşekkildir.
Adını, birinci Âyet-i kerime’de geçen “Mürselât” kelimesinden alır. “Urf” adlarıyla da anılmaktadır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; doğruyu eğriden, mümini kâfirden ayırt eden kıyametin, mutlaka gelmekte olduğunu haber vermektedir.
Sûre-i şerif’in ilk yedi Âyet-i kerime’sinde rahmetinin gerçekleşeceğini gösteren şeylere yemin edilerek, üzerine yemin edilen bu beş şeyin yüceliği belirtilmektedir.
Sekizinci Âyet-i kerime’den on altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; kıyametin cezâ ve mükâfât günü olduğu, kararlaştırılan bir zamanda gerçekleşeceği bildirilmektedir.
On altıncı Âyet-i kerime’den yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime’ye kadar; insanlar yok olduktan sonra onları tekrar geri çevirmeye Allah-u Teâlâ’nın muktedir olduğunu belirten deliller ortaya konulmaktadır.
Yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime’den kırk birinci Âyet-i kerime’ye kadar; ahireti inkâr edenlerin ahiretteki kötü âkıbetleri, orada görecekleri azapların şiddeti, karşılaştıkları pek vahim durumlar insanların ibret nazarlarına arzedilmektedir.
Kırk birinci Âyet-i kerime’den kırk beşinci Âyet-i kerime’ye kadar; Rabb’lerinin iman eden bahtiyar kullarına hazırladığı ihsan ve ikram müjdelenmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise; gözler önüne serilen nice hakikatleri inkâr eden kâfirlere, sonlarının çok korkunç olacağı ihtar edilmektedir.
Mürselât sûre-i şerif”inde:
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!”
Âyet-i kerime’si on defa tekrar edilmektedir. Bu ilâhî beyanda, inkârcılar için çok büyük bir tehdit vardır.
Peşpeşe Gönderilen Peygamber Vekilleri:
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için Sûre-i şerif’in başında; “Mürselât”, “Âsifât”, “Nâşirât”, “Fârikât”, “Mülkiyât” adı ile beş şeye yemin etmiştir.
“Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!” (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Bütün bunların hepsi O’nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O’nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira, yaratmak da emretmek de Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime’de geçen “Gönderilenler”den murad; hayır ile müjdeci olarak peşpeşe gönderilen melekler, “Lâ ilâhe illâllah” ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen peygamber vekilleridir.
Onların vekillerinden murad ise, kibâr-ı evliyâullah’tan olan Mürşid-i kâmil’lerdir; başkasına şâmil değildir.
Yani bunları O gönderiyor, Allah-u Teâlâ’nın izniyle hakiki cihadı bu gönderilenler yapıyor.
•
“Estikçe eserek, (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!” (Mürselât: 2)
Estikleri zaman ağaçları kökünden söken, izleri değiştiren rüzgârlar gibi, Din-i mübin’e gönül veren mücahidler de şiddetle eserler, zararları ve zararlıları savurup atarlar. Bunlar da gönderilenlerdir, vazifeleri de budur.
Bunlara bir nevi akıncı denir. Osmanlı ordusunun akıncı kuvvetleri vardı, gittikleri yerlerde Din-i mübin’i neşrederlerdi. Günümüzdeki iman kurtarıcısı akıncılar da bu müjdeye, bu tebşirâta girmektedirler.
•
“(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!” (Mürselât: 3)
Hakikat Cenâb-ı Hakk’ı tarif eder, ulvî gerçekleri beyan eder.
Hakikat tohumlarını yayanlar, hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmezler. Vazifelerini bihakkın yürütmek isterler. Hakikati tebliğ ederler. Hakikati duyurmaya, nûr-î ilâhî’yi ulaştırmaya çalışırlar; halkı Hakk’a götürürler ve her şeyden temizlerler. İnsanları irşad etmek için uğraşırlar. Hakikati yaydıkça yayarlar ve iman kurtarırlar.
•
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar.” (Rahmân: 19-20)
Bu karışmamanın bâtınî mânâsı; Allah-u Teâlâ hakikati de salmıştır, dalâleti de salmıştır. Fakat aralarında mürşid-i kâmil vardır, birbirine karışmazlar.
Burada Allah-u Teâlâ kudretini izhar ediyor. “Ol!” demekle perde husule geliyor, “Karışma!” emrini veriyor. Tatlı ve tuzlu sular birbirine karışmıyor. Bu engeli koyan O’dur.
Kudretini öyle bir koyuyor ki, o perde O’nun hükmü oluyor. O böyle hükmetti, o berzahı kurdu. O berzahı aşmak mümkün değil. Hakikat bir tarafta kaldı, dalâlet bir tarafta kaldı. Hükmünü yürüttü; berzah oldu, perde oldu. Fakat görünüşte perde. Aslında perde diye bir şey yok, Allah-u Teâlâ’nın hükmü var.
Asıl perde O’nun emri ve hükmüdür. O’nun emri ve hükmü yürüyünce hakikat ile dalâlet birbirine karışmıyor.
•
“(Kalplerde) Allah’ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 5)
İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.
“Gerek (Allah’a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun.” (Mürselât: 6)
Allah-u Teâlâ’ya yönelenleri arındırmak için, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için öğüt telkin ederler. Her fesatçının amansız düşmanıdırlar.
Bütün yalancıların, fesatçı ve ifsatçıların hiç çekinmeden üzerlerine giderler. Ümmet-i Muhammed’i fesat ve ifsattan kurtarmak için, dolayısıyla imanlarını kurtarmak için hakikati bütün açıklığı ile tebliğ ederler.
Bütün gaye ve maksatları Nûr-i Muhammedî’nin yayılması, insanların Allah ve Resul’ünde birleşmesidir.
Yeminlerin Nihayeti:
Nihayet bütün bu yeminlerden sonra, bu yeminlere cevap olarak yedinci Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bilin ki size vaad olunan şeyler mutlaka olacaktır.” (Mürselât: 7)
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek ve üzerine yemin edilen şeylerin şerefini yüceltmek için beş şeye yemin etmiştir.
Kıyamet günü kesinlikle gerçekleşecektir. Hakk’a ve hakikate uyanların hayırla, Hakk ve hakikatten yüz çevirenlerin de şerle karşılık görmesi mutlaka meydana gelecektir.
Ahiretteki Cezalar:
Kıyametin mutlaka kopacağını, beşer hayatının devamı için çok mühim olan beş şeye yemin ederek bildiren Allah-u Teâlâ; daha sonra kıyamet hadisesinin dört korkunç safhasını Âyet-i kerime’lerinde ayrı ayrı açıklayarak yalancıları uyarmakta, iman edenleri de çok dikkatli olmaya dâvet etmektedir:
“Yıldızların ışığı söndürüldüğü zaman.” (Mürselât: 8)
Kâinatın mevcut düzeni alt-üst olunca; kendilerine mahsus sistemi, hareket tarzı, yörüngesi olan yıldızlar da birbirine çarpıp parçalanır, dağılıp dökülürler. O kadar çok ve o kadar ışık saçtıkları halde mahvolur giderler. Nurlarını kaybederler, aydınlıkları kaybolur, yerlerinden kopup yağmur taneleri gibi yeryüzüne serpilirler. O gün gökyüzü yıldız yağdıracaktır.
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hepsini içine alacak ölçüde olacaktır.
“Gök yarıldığı zaman.” (Mürselât: 9) (Bakınız; İnşikâk: 1)
Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır.
O günün dehşetinden gök her taraftan yarılır, o yarıklar göklerin kapıları mesabesinde olur. İlâhî kudret bu şekilde de tecellî edecektir.
Allah-u Teâlâ kıyamet koptuğu zaman dağların da köklerinden sökülüp yürütüleceğini, yüksekliklerinin düzlüğe dönüşeceğini, hepsinin de havada uçuşan zerrecikler hâline geleceğini beyan buyurmaktadır:
“Dağlar ufalanıp savrulduğu zaman.” (Mürselât: 10)
O muhteşem cesâmetleri ve ağırlıkları ile beraber yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılırlar. Kendilerinden bir eser bile kalmaz, hiçbir iz kalmamacasına kaybolup giderler.
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi hâline gelir.
Dağlar böyle olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.
O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk’a yanaşmaz ve Hakk’ı kabul etmezler.
“Peygamberlerin belirli vakti geldiği zaman!” (Mürselât: 11)
Bu hadise her peygamberin kendi ümmeti lehinde veya aleyhinde şâhitlikte bulunmak üzere hepsinin bir araya getirilerek ilâhî sorguya muhatap olacaklarına işarettir.
“Hangi güne ertelenmiştir?” (Mürselât: 12)
Peygamberleri yalanlayanlara azap edilmesi, iman edenlerin yüceltilmesi, amellerin arzedilmesi ve hesap günü gibi halkı iman etmeye çağırdıkları şeylerin ortaya çıkması hangi güne ertelendi?
“Hüküm gününe! (Mürselât: 13)
O gün vuku bulacak korkunç ve şiddetli hadiselere karşı müthiş bir şaşkınlık duyulacağını ifade için Allah-u Teâlâ böyle bir sual sormaktadır.
“Hüküm gününün ne olduğunu bilir misin?” (Mürselât: 14)
Hak ile bâtılın, haklı ile haksızın ayırt edileceği o gün, akıl ve düşüncenin kavrayamayacağı, hayâl bile edemeyeceği kadar büyük bir gündür. Gününü hiç kimse bilip hakkıyla takdir ve tayin edemez.
Öyle bir gün ki; Allah-u Teâlâ kendi mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacak, inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü, zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
O’nun kabzından kurtulmaya hiç kimsenin gücü yetmez. O gün hüküm günüdür, özür beyan etme günü değildir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 15)
Bu Âyet-i kerime Mürselât sûre-i şerif’inin her bir bölümünün sonunda tekrarlanan âyetidir.
Allah-u Teâlâ bu korkutucu Âyet-i kerime’lerin Kur’an-ı kerim’de tekrar edilmesinin bir hikmetini Âyet-i kerime’sinde şöyle bildirmektedir:
“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda tehditleri tekrar tekrar açıkladık. Umulur ki Allah’tan korkarlar veya o, kendileri için bir hatırlatma olur.” (Tâhâ: 113)
İlâhî İhtar:
Allah-u Teâlâ yalanlayanları o gün meydana gelecek hadiselerin korkunçluk ve dehşetiyle ihtar ettikten sonra, tekrar onları intikamı ile korkutmakta ve Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Biz öncekileri helâk etmedik mi?” (Mürselât: 16)
Uyarıcıları yalanlayanları daha dünyadalarken nice felâketlere uğratmadık mı?
“Sonra geridekileri de onların arkasına takacağız.” (Mürselât: 17)
Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerinden sonra türeyen, küfürde ve yalanlamada öncekilerin yolunu tutanlardır. Bu Âyet-i kerime bu ümmetten yalanlayıcılara bir tehdittir.
“İşte biz günahkârları böyle yaparız!” buyuruyor. (Mürselât: 18)
Eskiler hakkında da sonrakiler hakkında da ilâhî takdir böyle tecellî eder. Bundan önce hiçbir kavim bu âkıbetten kurtulamamıştır. Şimdi olduğu gibi ve ileride de bu gibi kimselerin lâyık oldukları cezalara kavuşacakları şüphesizdir.
“O gün, (hakikatleri) yalanyanların vay haline!” (Mürselât: 19)
Onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket ahirette gerçekleşecektir.
____________________________________________________________________________________
MÜRSELÂT SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Bir Damla Kerih Su
İnsanın Aslının
Kerih Bir Su Oluşu:
İlk insan Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm’dan üreyen insanların da menşei toprak ve sudur. Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana geliyor.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?” (Mürselât: 20)
Hakir su olan meni, erkeğin sulbünden çıkar. Yumurtacık ise kadının göğüs kemikleri arasından çıkar. Nitekim doğum yapan kadının göğsünde süt meydana gelmesi, göğüsle ana rahmi arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
“Sonra o suyu bir süreye kadar sağlam bir karargâh olan rahime yerleştirdik.” (Mürselât: 21-22)
Ana rahmine “Sağlamlık” sıfatının verilmesi apaçık bir mucizedir. Çocuğun ne kadar sağlam bir koruma içinde olduğunu bilenler bu inceliği anlayabilirler.
Cenin ana rahminin derinliklerinde, köprücük kemikleri arasında her türlü sarsıntı ve tehlikeden korunmuş olarak karar kılar. Allah-u Teâlâ, ceninin teşekkül ettiği yeri o kadar intizamlı düzenlemiş ki, yavrunun gelişmesi için lüzumlu olan hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.
“Biz buna güç yetirmişizdir.” (Mürselât: 23)
Düşünmeli ki bir nutfe ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir. Buna O’ndan başka hiç kimse güç yetiremez.
“Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz!” (Mürselât: 23)
Düşünen bir insan ilâhî sanat eserlerindeki mucizeleri hayranlıkla seyreder, eserden Müessir’e intikâl eder.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 24)
Yazıklar olsun gerçeklere karşı kulaklarını tıkayan nankörlere!
Yeryüzü:
Âdem Aleyhisselâm’dan bu güne kadar gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini yapmaya devam edecektir.
Yeryüzünde birçok değişikler olmakta, kevnî mucizeler gözler önünde parlayıp durmaktadır.
Gökyüzü de onun tavanı olarak bina edilmiş ve ona yeryüzünü muhafaza etme vazifesi verilmiştir.
Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan önce de yeryüzü yaygındı.
“Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için toplanma yeri yapmadık mı?” (Mürselât: 25-26)
Yeryüzü insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ölüler ise toprağın altında kabirlerde otururlar.
Yeryüzünü enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim verip genişletmesi, orada yaşayanlar açısından büyük bir nimettir.
Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.
“Yeryüzünde haşmetli dağlar meydana getirdik.” (Mürselât: 27)
Eğer yeryüzü döşenmemiş, üzerinde dağlar oturtulmamış olsaydı; görülmekte olan hayat şartları meydana gelmeyecek, üzerinde durabilme imkânı olmayacaktı.
Bunların hepsi de bir takdir ve tedbire delâlet etmektedir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 28)
Elbette ki onlar kahr-ı ilâhîye müstehak olmuşlardır.
Tatlı Su:
Suyu güneş harareti vasıtasıyla buharlaştırıp bulutlaştıran ve yağmur hâlinde indiren, bütün canlıların hayatının devamını sağlayan ve buna muktedir olan sadece Allah-u Teâlâ’dır. Buhar şeklinde saf ve berrak olarak denizlerden yükseltip bulutlarda toplar, sonra da onu yağmur şeklinde indirir. Bu fizikî ve kimyevî hadiseler kendiliğinden değil, ilâhî bir plân dahilinde cereyan etmektedir.
Rüzgârlar bulutları O’nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O’nun tayin ettiği zamanlarda yağmur yağdırırlar.
İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış, onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.
Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da bulunur, yağmur yağdığında yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.
Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken, karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını sürdürebilmektedirler.
“Size tatlı sular içirdik.” (Mürselât: 27)
Tatlı suları bulutlardan O indirmiş, pınarlardan kuyulardan O çıkarmıştır.
Allah-u Teâlâ bu şartları hazırlamasaydı, dünyada yaşamak mümkün olmayacaktı.
O’nun mülkünde yaşayan, O’nun verdiği rızık ve O’nun bahşettiği su ile beslenen insan, nasıl olur da kendisini Rabb’inden müstağnî görür?
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 28)
Karşılaşacakları cezalara şimdiden hazır olsunlar!
Cehennemin Dumanları
ve Kıvılcımları:
Allah-u Teâlâ azaba müstehak olanları tahkir etmek için cehennemin üç kola ayrılmış bunaltıcı dumanına “Gölge” ismini vermiştir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Üç kola ayrılmış olan, fakat ne gölgelendiren ne de alevlerden koruyan bir gölgeye gidin!” (Mürselât: 30-31)
Alevler yükselip de üstünden dumanlar çıktığında onun şiddet ve kuvveti üç kola ayrılır. Bu dumanın gölgesi ne gerçek gölgeliktir, ne de kişiyi alevin kucağından korur. Bu cehennemî bir gölgedir, kızgın ve bunaltıcı bir gölgedir. Nefesleri keser, insanı ateşle dağlar. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hayırlıdır. Bir gölge ki ateşin alazlamasından, alevlerinden korumuyor. Azap üstüne azap veriyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların üstlerinde (gölgeler gibi üstüste gelmiş) ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar var.” (Zümer: 16)
Nasıl ki cennetin dereceleri varsa, cehennemin de tabakaları ve dereceleri vardır. Âsiler ateş tabakaları arasında kalırlar, ateşle her tarafları kaplanır.
İşte münkirler böyle şehvetlere, gafletlere dalmış, heva ve heveslere uymuş, haramlara yönelmiş, ahiret âlemini hiç hesaba katmamış oldukları için can yakıcı azaplara giriftar olmuşlardır.
“O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir.” (Mürselât: 32)
Kıvılcımları ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu kim bilir nasıl olur?
“Sanki o kıvılcımlar sarı sarı develer gibidir.” (Mürselât: 33)
Çokluk ve çabuklukta sarı develere benzeyen saray gibi büyük kıvılcımların, bir de yukarıya doğru fırlayıp da tekrar cehennemliklerin üzerine şiddetle düşmesi, şüphesiz ki azap üzerine azap verir.
Saray gibi, deve gibi kıvılcımlar atan, alev alev yükselen cehennem, hazır vaziyette sahiplerini beklemektedir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 34)
Hiçbir azap hiçbir şekilde kendilerinden bertaraf edilmeyecektir.
Mahşerdeki Suskunluk:
Mahşer yerinin özelliklerinden birisi de, çeşit çeşit sahnelerle karşılaşılmış olmasıdır.
Şöyle ki;
Kimisinde her insan kendisini kınayacak, kimisinde suçlar başkalarına atılacak, bazı sahnelerde kullar sorguya çekilecek, bazı zamanlar hiçbir şey sorulmayacak, kimi zaman da tek kelime konuşmaya müsaade edilmeyecektir.
“Bu, onların konuşamayacakları gündür.” (Mürselât: 35)
Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez. Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.
Sükuta mecbur olurlar. Çünkü kendilerine verilen fırsatları kaçırmanın üzüntüsü ile yanar kavrulurlar. Kaçış yolları yok, kendilerine yardımcı olabilecek hiçbir kimse yok, mazeret öne sürüp kurtulabilme ümitleri yok, başlarının derdini düşünmekten başka çareleri de yok...
“Kendilerine izin de verilmez ki mazeretlerini beyan etsinler.” (Mürselât: 36)
O gün hiç kimseye: “Günahkâr sen misin? Yoksa başkası mı?” gibi sorular sorulmaz. Şahsının tanınması, suçlu olup olmadığının anlaşılması için, şuradan buradan sorularak araştırmaya ihtiyaç yoktur, simâları hallerini göstermeye yeterlidir. Zaten korku içinde olacakları için, kendilerini belli edeceklerdir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 37)
Cezaya ve azaba ne kadar lâyık oldukları artık ortaya çıkmış olur.
“İşte hüküm günü budur. Sizi de sizden öncekileri de bir araya toplamışızdır.” (Mürselât: 38)
O gün hüküm günüdür, özür beyan etme günü değildir.
Dünyada bir çok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki hakettiği halde mükâfat alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı verilir. Zâlimler beraat ederken mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına yükletildiği de görülmektedir.
Mahkeme-i kübrâ’da ise bu gibi adaletsizlikler olmayacak, herkes yaptığının karşılığını tam olarak alacaktır. Kâfirler azaplandırılırken, inananlar mükâfatlandırılacaktır.
“(Kurtulmanız için) bir hileniz varsa, gösterin bana hilenizi!” (Mürselât: 39)
O’nun kabzından kurtulmaya hiç kimsenin gücü yetmez.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 40)
Onlar o gönülleri parçalayan günde en büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalacaklardır.
Cennette Koyu Gölgelikler:
Cennette gece ve gündüz yoktur, hep aydınlıktır. Sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar soğuktur. Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgâr eser.
Halbuki kâfirler cehennemde pis kokulu, çok sıcak kara duman gölgesinde bulunmaktadırlar.
Allah-u Teâlâ farzları yerine getirip haramları terkeden, kulluk vazifelerini yerine getirmekte bir an tereddüt göstermeyen müttaki kullarına cennette hakiki gölgelikler, tatlı pınarlar, canlarının çektiği çeşit çeşit enfes meyveler hazırlamıştır.
“Muttakiler ise gölgeler altında ve pınar başlarındadırlar.” (Mürselât: 41)
Bakış zevki ayrı, faydalanma zevki ayrı... Ancak cennetteki gölge böyle olabilir.
İnsana huzur veren gölgelerde, ağaçlar altından akan pınarlar başında ve arzu ettikleri meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.
“Canlarının çektiği meyveler arasındadırlar.” (Mürselât: 42)
Böylece o güzel yurtta karar kılarlar. Bu kadar muhteşem zevk ve sefa ile kalmazlar, bu gibi görülen ve işitilen ulvî hizmetlerin yanında, onlara ikram olsun diye taraf-ı ilâhî’den bizzat taltif olunurlar:
“Yaptıklarınıza karşılık olarak âfiyetle yiyin için!” (Mürselât: 43)
Bunun için ne bir sınır var, ne de bir sıkıntı. Daha önce işlemiş olduğunuz güzel işlerinizin karşılığı işte budur!
“İşte biz iyilik yapan muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.” (Mürselât: 44)
Rabb’inizin hoşnutluğunu kazanacak işler işleyiniz ki, bu mükâfatlara eresiniz.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 45)
Yalancıların ve güneş gibi ortada olan hakikatleri yalanlayıcıların o gün ne bir dostları ne de bir yardımcıları bulunacak, her türlü felâketler onları bekleyecektir.
Mümin ve müttaki olanlara cennet-i âlâ’da seslenilirken, bunlara dünyada şöyle sesleniliyor:
“Yiyiniz, faydalanınız biraz!” (Mürselât: 46)
Eceliniz gelinceye kadar dünyanın geçici zevklerinden faydalının. Hiç şüphesiz ki tattığınız tadacağınız lezzetler bununla sınırlı olacak, cehenneme girdiğiniz zaman bu lezzetlerin kokusunu bile duyamayacaksınız, ayrıca cehenneme de odun olacaksınız, azap üstüne azap çekeceksiniz!
“Gerçek şu ki sizler suçlusunuz!” (Mürselât: 46)
Bu suçlarınız sizi küfre sokmuş, cennetin ebedî zevklerinden mahrum bırakmıştır.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 47)
Onlar bu cezâyı kendileri istemişler, yaptıkları kötü işlerle ve art niyetlerle Allah-u Teâlâ’nın gadabını üzerlerine çekmişlerdir.
“Onlara: ‘Rüku edin!’ denildiği zaman rükû etmezler.” (Mürselât: 48)
Her türlü ısrarlı uyarmalara rağmen hiç kulak vermezler, hak ve hakikat karşısında büyüklenmelerinde ısrar ederler.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 49)
Artık onlar hiçbir kurtuluş çaresi bulamayacaklardır.
“Artık onlar bundan sonra hangi söze inanacaklar?” (Mürselât: 50)
Gerçeği en güzel bir şekilde kesin delillerle bildiren ve apaçık bir mucize olan Kur’an’a inanmayınca, hangi kitaba inanacaklar?
Kullarını dünya sâdetine ahiret selâmetine erdirmek için peygamberlerini gönderen, kitaplarını indiren Allah-u Azîmüşân’ın şânı ne yücedir!
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh