Kıyamete Hafif Olarak Gelenler Ebedi Saadet Yarışını Kazananlar
“Ey
İman Edenler! Allah’tan Nasıl Korkmak Lâzımsa, O’na Yaraşır Şekilde Öylece
Korkun. Sakın Siz Müslüman Olmaktan Başka Bir Sıfatla Can Vermeyin.”
(Âl-i
imran: 102)
“Ey
İman Edenler! Allah’tan Korkun. Herkes Yarına Ne Hazırladığına Baksın. Allah’tan
Korkun, Çünkü Allah Bütün Yaptıklarınızdan Haberdardır.”
(Haşr:
18)
“Dünyada
Kalacağın Kadar Dünya İçin Çalış. Ahirette Kalacağın Kadar Ahiret İçin Çalış.
Allah’a Muhtaç Olduğun Kadar Allah İçin Amel İşle. Cehennem Azabına Tahammülün
Nispetinde de Orası İçin Çalış.”
(Hadis-i
Şerif)
“Dünyadan
Sıyrılacaksın, Sıyrılmak Demek Muhabbeti Kalbinden Atacaksın. Kalbine Muhabbetle
Zikrullahı Yerleştireceksin. O’na Yöneleceksin. İşte O Zaman Yükleri Atmış
Olursun. Hani Atan? Herkes Yüküne Sarılmış, Rızâya Sarılan Nerede?”
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
KIYAMETE
HAFİF OLARAK GELENLER
EBEDİ
SAADET YARIŞINI KAZANANLAR
“İnsan müferridlerden olursa yükü hafif olur.
Onlarda dünyanın ağırlığı, lezzeti, kokusu bulunmaz. Onlarda Allah-u Teâlâ’nın kokusu bulunur.
O’nun emr-i mucibince hareket ettikçe sırtındaki yükleri gider. Bunun yanında insan gönlünü verip Hazret-i Allah’a ibadet ederse, bu sefer o ibadet, taati ile dışını yıkar. Bunlar hep hafifliğe giden şeylerdir. Eğer Allah-u Teâlâ Peygamber Efendilerimiz’in mirasına da mirasçı yaparsa ona ibtilâ verir. Cenâb-ı Hakk ibadetle dış kısmını temizler, ibtilâ ile de gönlünü temizler. Yani Cenâb-ı Hakk onu temizlemeyi, hafifletmeyi murad etmişse O’na yönelmekle dışını, ibtilâ ve musibetlerle içini temizler, o zaman o hafif olur.
Demek ki hafiflik terazide değilmiş; hafiflik gönüldeymiş, bedendeymiş, ruhtaymış. İnsan evvelâ bütün bedenini yıkayacak, ruhunu yıkayacak, nefsini pak edecek, kalbini de ibtilâ ile temizleyecek ki hafif olarak kalacak. Kalp ibtilâ ile temizlenir, ibtilâ gözyaşına vesile olur, gözyaşı aktıkça gönlü yıkar. İhsân-ı ilâhiye ibtilâdan daha tesirlidir. Ama o ibtilâ sayesinde o ihsân-ı ilâhiye oluyor. İnsan ibtilâya sarılacak ki ihsân-ı ilâhiyeye nail olsun.”
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
“Yâ Ebâ Zerr!” Hadis-i Şerif’indeki Hikmetler:
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ey Ebu Zerr!
Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır. Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasında yol sarp ve meşakkatlidir. Amelini halis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah basirdir, her şeyi her yapılanı görür.” (İbn-i Hâcer, Münebbihât)
Bu Hadis-i şerif çok mühimdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in buyurduğu bu Hadis-i şerif’in geniş izahını ve “Yükünü hafiflet!” beyanında gizli sır olan “Müferridler”in açıklamasını arz edelim:
“Yâ Ebâ Zerr! Gemiyi yenile.”
Yani daima Kelime-i tevhid’le meşgul ol.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde:
“İmanınızı yenileyiniz. “Lâilahe illallah” Kelime-i tevhid’ini çokça söyleyiniz.” buyurmuşlardır. (Câmiu’s-Sağîr: 3581)
Yaratılmışlar “Lâ”dan ibarettir. “İllâllah”ta kalabilmek için dâima Kelime-i tevhid’i yâdet, imanını yenile.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Bir kimse hulûs-u kalp ile ‘Lâilâhe illâllah’ derse cennete girer.” (Câmiu’s-Sağîr)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Bir kimse Allah’ı çok zikretmezse imandan uzaklaşır.”
Allah-u Teâlâ Leyl Sûre-i şerif’inde şöyle buyuruyor:
“Kim ki verir, (mâsiyetten sakınır) Allah’tan korkarsa,
Ve o en güzeli (Kelime-i tevhid’i) tasdik ederse,
Biz de ona kolay olanı hazırlarız, (hayra karşı tatlı bir arzu veririz).
Fakat kim de cimrilik edip, inâyet-i ilâhîden kendisini müstağnî görürse,
O güzel kelimeyi tekzip eder, yalanlarsa,
Biz de ona en güç olanı kolaylaştırırız, (hayra karşı bir isteksizlik veririz).” (Leyl: 5-10)
Bir kardeş rüyasında bir adama: “Lâilâhe illâllah” deyip deyip yumrukla vuruyormuş. Öyle ki adam bir kuş kadar küçülmüş. Bıraktığında yavaş yavaş yine büyümeye başlıyormuş.
Düşman düşmandır, hemen karşına nefis dikilir. Dünya denizi de zaten seni bekliyor.
Allah-u Teâlâ’dan gafil kaldığın anda gemin su alır batarsın. Daima yenilemek lâzım ki, gemi o dünya denizine batmasın. Hele bugün! Biraz uyudun mu battın gitti. O batanlar çok konuşur, fakat battığını bilmez.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
“Gâfiller arasında Allah'ı zikreden, cihaddan kaçanlarla birlikte kaçmayıp vuruşmaya devam eden gibidir.
Gâfiller arasında Allah'ı zikreden, karanlık evdeki kandil gibidir.
Gâfiller arasında Allah'ı zikreden, şiddetli soğuktan yaprakları dökülmüş ağaçlar arasında yemyeşil duran ağaç gibidir.
Gâfiller arasında Allah'ı zikreden kişiye Allah cennetteki yerini ölürken gösterir.
Gâfiller arasında Allah'ı zikreden kimsenin, bütün insanlar ve hayvanlar adedince günahlarını Allah affeder.” (Câmiu’s-Sağîr: 4311)
“Çok zikreden kimseyi Cenâb-ı Allah sever.” (Câmiu’s-Sağîr)
Hâlik'ın mahlukunu sevmesinin fevkinde bir güzellik düşünülemez.
“Kıyamet gününde Allah katında en faziletli kul, dünyada iken Allah-u Teâlâ'yı çok zikretmiş olandır.” (Câmiu’s-Sağîr)
Ümmü Hânî -radiyallahu anhâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“‘Lâ ilâhe illâllah’ kelimesini hiçbir amel faziletçe geçemez ve bu kelime hiçbir günah bırakmaz.” (İbn-i Mâce: 3797)
Diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Zikrin efdali ‘Lâ ilâhe illâllah’, duânın efdali ise ‘Elhamdülillah'tır.” (İbn-i Mâce)
“Lâ ilâhe illâllah” Kelime-i ülyâ'dır, İslâm'ın mihveridir, diğer rükünlerin üzerine oturduğu kaidedir.
Nefsin kalkanı vardır. Gaye o kalkanı delebilmek. Kelime-i Tevhid’i kalbe düşürebilmektir. İnsan “Lâ ilâhe illâllah” diyor ama dilde kalıyor. Çünkü nefsin üzerinde yedi perde vardır, diyor ama ağızda kalıyor, boğazdan aşağı inmiyor.
Hâlbuki Kelime-i tevhid’i söylerken öyle hale gelmeli ki tevhid tohumu kalbe düşmeli, çimlenmeli ve o çim bütün vücuda yayılmalıdır. Her azasına, iman salınınca artık onu yaratanı Hazret-i Allah’ı bilir. Şirkten, şüpheden kurtulur. Yaratandan memnun olduğu için her şeyine râzı olur. İbadet taatına ihlâsla devam ettiği için Hazret-i Allah ondan hoşlanır.
Öyle hale gelir ki, yaratanını bilir, görür, kendisinin ve kâinatın cesetten ibaret olduğunu bilir ve her şeyin Allah’tan olduğunu görür ve bilir. Gaye bu hale gelebilmektir.
“Çünkü deniz derindir.”
Gafil olursan dünya denizine batarsın, bir daha çıkamazsın, boğulup gidersin. Ebedi hayatın yok olur. Dünyaya batanlar bir daha kolay kolay çıkamıyor.
Hakk ve Hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir.” (A’lâ: 16-17)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır. Ahiret yurdu ise Allah’tan korkanlar için elbette daha hayırlıdır.
Düşünmüyor musunuz?” (En’am: 32)
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Âyet-i kerime’de:
“Dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 185)
Dünya lezzetlerinin mubahlarının suali, haramlarının ise cezası vardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır.” buyurmuşlardır. (Beyhaki)
Onun için aldanmaya gelmez.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir.” buyuruyorlar.
Arâyiş-i kâzibeden kurtulmak için bu Hadis-i şerif’i gerçekten yaşamamız gerekiyor
Nitekim Abdülkâdir-i Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bir kurtarıcı olarak ellerinden tutar, dünya denizinden çeker çıkarır.” (Fethür-Rabbani. 5. Meclis)
Bu sözler ve bu nasihatlar da dünya denizinden tutup çıkarmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Siz kendisine dünyaya rağbet göstermemek ve az konuşmak hasleti verilmiş bir kimse gördüğünüz zaman ona yaklaşınız (sözlerini dikkatle dinleyiniz). Çünkü o kimse hikmetli söz söyler.” (İbn-i Mâce: 4101)
“Tekmil azığını al.”
Ahirete taalluk eden bütün sermayeni topla, çünkü bir daha dönüşü olmayan bir yola çıkıyoruz.
Kiralık evlerde oturmakta olan kiracıların bir evden bir eve taşınırken bütün eşyasını beraberinde götürüp, sevdiği mallarından bir tek halı, bir tek havlu bile bırakmayacağı herkesçe bilindiği halde; her şeye muhtaç olan kabir evine gidenlerin, sevdiği eşyalarından kısmen olsun beraberinde bir şey getirmemeleri gerçekten hayret verici bir durumdur.
Halbuki sen ebedî bir sefere çıkıyorsun, bir daha dönüş de yok. Ahiret için tarlanı dünyada ek ki, orada azığın hazır olsun. Yolcu olduğunu unutma. Çantan elinde bulunsun.
Bir oda altının var, ruhunu almaya geldiler, o anda o altının kırk para kadar değeri var mı? Kıymeti var mı? Şu halde kıymetli olana değer ver, değersize değer verme.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!” (Tirmizi)
Bir insanda bu halin bulunması çok faydalıdır. Çünkü garip insan kötülük yapamaz. Yolcu ise eline çantasını almış yol almakla meşguldür. Sonra kabirde bulunanların hali ile hallenmemiz tavsiye ediliyor. Şimdiden kabre girmiş gibi. Çünkü ölüme mahkûmuz.
Nefis ölmeyi hiç istemez. Onu bu hususta terbiye etmek için birinci planda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.
Orada eyvah dememek için insan dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini, niçin yaratıldığını ve ne yapmasının gerektiğini şimdiden düşünmeli, vukuu muhakkak olan ölüm için elde fırsat dilde ruhsat varken hep hazırlıklı bulunmaya çalışmalıdır. Kazanıldığı zaman, ebedi bir hayat kazanılmış olacak.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr: 18)
Çanta elinde hazır olsun. “İrcıîy!” davetinin ne zaman geleceği belli değil, amma gelecek. Her nefes insanı kabre çekiyor, ömür tükeniyor. Ölüm ve kabir için hazırlıklı olan kimse, ölümden irkilmez. Davet geldiği zaman hemen göçer. O zaten teslim olmuştu, emir bekliyordu, emir de geldi.
Kalanla giden arasında bir gün fark var. İşte geldik işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz yarın alttayız. Bugün yataktayız yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de emir bekliyoruz.
Hayat yolculuktur, sen yolcusun. Yapabildiğini yap, bugünkü işini yarına bırakma.
Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz; “Her kim azıksız olarak kabre girerse, gemisiz denize atlamış gibidir.” buyurmuşlardır.
Ölüm için hazırlık yapan, azık toplamakla meşgul olur ki öldüğü zaman kabrini cennet bahçesinden bir bahçe olarak bulabilsin.
Hayat tatlı bir hayalattır; geldik gitmek için. Ahiret için attığımız bir adım bizim için kârdır. Ama dünya için ne kadar adım atarsan at gölgenin peşinden koşmaya benzer. Hiç gölge yakalanır mı?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür.” (Deylemî)
Neden? Seni dünya mı yarattı, dünya mı donattı, dünya mı seni besliyor? Allah-u Teâlâ yoktan var etti, nimetlere gark etti, merzuk etti, hayat verdi, sıhhat verdi. Şimdi bu yaratıcıyı bir insan unutup da değersiz şeye taparsa değersiz olur. Değer verirse değer bulur. Herkes kendisine bu aynada iyi baksın. Yapacağı işi ona göre yapsın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Kişinin malı da kendisi de Allah’a aittir.”
Şu halde O’na kavuşmak için O’na yönelmeli, O’na dönmeli, O’na ibadet etmeliyiz. Fakat gölgenin peşinden koşarsak kime kavuşacağız?
Dünyayı geniş tutan, ahiretini küçük tutar; ahiretini geniş tutan, dünyayı küçültür. Dünya bir kuyudur, ona düşenler mahşerde çıkacaklar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyururlar. (Münâvî)
Ekim lâzım. Bu ekimi Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur.” (Necm: 39)
Bir diğer Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Onun için dünyada el kârda amma gönül hep yârda olacak. O’nunla olmak hayattır, O’nsuz olmak vefattır.
Şu halde dünyaya geldik, dünyada halkın beğendiği gibi iş yapacağız. Geceleri de Hakk’ın beğendiği gibi yapacağız. Yani geceleri mümkün olduğunca Hakk ile meşgul olacağız. Gündüzleri halkın işini görmek için halka hizmet vereceğiz.
Herkes uyurken biz kalkacağız. Rabb’imize ibadet edeceğiz. Sonra gözyaşı ile taatimize devam edeceğiz. Boynumuz bükük, karnımız aç olacak. Tokluk bizi her felâkete sevkediyor, nefsi azdırıyor. Alışkanlık iradeyi emdiği için nefsin kötü alışkanlıklarına gem vuramıyoruz. O alışkanlığı hep yapmak isteriz, böylece kişi baka baka helâk olur.
Boynumuz bükük, karnımız aç olmakla, nefsimize tâd-ı hakikiden başka tat vermemekle, aczimizi daha rahat anlayabiliriz. O zaman insan, mahviyete doğru daha güzel iniş yapabilir.
“Çünkü sefer uzaktır.”
Âlem-i berzaha gidiyorsun, yolculuk uzun olduğu gibi dönüşü de yok. Çantayı sakın bırakma, bıraktığın anda davet gelebilir. Hazırlıklı bulun, vasiyetini yapmayı da unutma.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:
“Kendiniz için ileriye hazırlık yapın, önceden iyi ameller gönderin. Allah’tan korkun, O’na mutlaka kavuşacağınızı bilin.” buyuruyor. (Bakara: 223)
Bunlar hep âhiret yolculuğunun hazırlığı. Burada o hazırlık yapılmazsa orada nedamet çok olur. Çünkü dönüşü yoktur. Ya ebedî saadet, ya ebedî felâket.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Rabb’im! Beni dünyaya geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve sâlih amel işlerim.” (Müminun: 99-100)
Diyecek ama iş işten geçmiş olacak. Geriye dönüş ne mümkün.
Böyle demek orada hiç fayda vermeyecektir. Çünkü Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Hayır! Bu söylediği sadece kendi lâfıdır. Tekrar diriltilip kaldırılacakları güne kadar, önlerinde geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah vardır.“ (Müminun: 100)
Yolumuz uzun, ömrümüz kısa ve ebedî kalacağımız bir yere gidiyoruz. Ebedî hayat için çok kazanç lâzım, çok sermaye lâzım. Çok sermaye elde etmek için, evvelâ ihlâsla çok ibadete ihtiyaç var.
Bir Âyet-i kerime’de de:
“O’na ibadet et ve bu ibadetinde sabırlı ol.” buyuruluyor. (Meryem: 65)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir peygamber olduğu halde mübarek ayakları şişinceye kadar geceleyin ibadet ederdi.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
“Yâ Resulellah! Geçmişte ve gelecekteki günahların mağfiret olduğu halde niçin böyle yapıyorsun?” diye sorduğunda:
“Allah’ıma şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Buhâri)
Bizim ise günahlarımız haddi aşmış.
Yunus Emre -kuddise sırruh-Hazretleri bunu ne güzel ifade ediyor:
“Nice yüz bin günah ettim,
Her biri bir dağa benzer.”
Bir zât da şöyle söylüyor:
“Durmadan artar, çoğa vardı adedi.”
Hakikaten Hazret-i Allah hep ihsandadır, biz ise hep isyandayız. O’nun sâlih kulları geceleri ibadet ederler, âdeta düşünceye kadar, sabahleyin de ibadetlerine istiğfar ederler.
“Allah’ım sana lâyık-ı veçhile ibadet edemedim, ibadetimin içindeki hata ve günahlarımı affet.” diye gözyaşı ile mağfiret dilerler.
Biz neredeyiz onlar nerede?
Bizim yaptıklarımız ile onların yaptığı arasındaki farkı bir düşünün. Tabii ki bu Hazret-i Allah’ın müyesser ettiği kul içindir, başkaları bunu yapamaz. Ancak elinden geldiği kadar yapar. Biz yol tarif ediyoruz, nasibi olan o yoldan gider.
“Yükünü hafiflet.”
Dünyadan sıyrılacaksın. Sıyrılmak demek; muhabbeti kalbinden çıkaracaksın. Kalbine muhabbetle zikrullahı yerleştireceksin, O'na yöneleceksin. İşte o zaman yükleri atmış olursun. Hani atan? Herkes yüküne sarılmış, rızâya sarılan nerede?
Dönüşü olmayan ahiret gününde hafif olmak, hiç şüphesiz ki bahtiyarlıkların en büyüğüdür.
İşte terakkiyat bunun için lâzım. Amma kim terakki eder? Hafif olan terakki eder, ağır olan terakki edemez. Demir uçmaz, amma tüy uçar. Kendini beğenende varlık olduğu için katiyyen terakki edemez.
Kıyamete Hafif Olarak Gelenler:
Kurtuluş yollarını çizmişiz. Nefs-i emmâre’den Levvâme’ye, Levvâme’den Mülhime’ye, Mülhime’den Mutmainne’ye geçti mi ilâhi bir lütuf. Yani kolay değil. Burada ihlâsla ibadet ve taatına devam ederse, Allah-u Teâlâ’nın bütün emirlerine boyun büktüğü zaman; Râziye’ye, Mardiyye’ye çıktığı gibi, Nefs-i sâfiye’ye dahi çıkabilir ve fakat süzülmek kolay değil. İnsanlar bunun için kalıyor. O geçitten kimsenin haberi yok. Herkes kendi âleminde.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar.” (K. Hafâ)
Halk niçin uykuda? Çünkü Hakk’tan sapmış, nefsine tapmış, şeytanın peşinde koşup duruyor. Böylece Hakk’tan, hakikattan ayrılmış. Zenginler sarhoş, kadınlar çılgın, orta tabaka şaşkın demişizdir.
Ama ne şiddetli ayılma, ne şiddetli ayılma. O zaman ayıldı, perde de açıldı, her şeyi gördü amma iş işten geçti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Siz cehennemi iğne deliği ucundan görseydiniz, başınızı secdeden kaldırmazdınız.” buyuruyor.
Meğer Allah-u Teâlâ’nın lütfu, ihsanı, ikramı kurtarırsa, O bize rahmet ederse, O bize merhamet ederse... Yoksa bunca isyanla, ihsan mümkün değil.
Bu dünya hayatı hayaldir, ne ki varsa seriü’z-zevaldir. Çabuk zeval olan şey hayalatın üzerine kurulu. Kim isterse onun olsun. Yaşayış ahirette lâzım. Hayat, gerçek hayat budur.
İnsan her şeyi düşündüğü zaman kabristanı düşünsün. Kabristandakiler yiyordu, içiyordu, geziyordu, zevk safa sürüyordu. “Benim şuyum var, buyum var!” diyordu, bir maske kaldı. Masken de çürüdü, bir resim kaldı. Resim de ne gösteriyor? Allah-u Teâlâ ona bu nimetleri vermişti, amma bak ne oldu? Dikkat edin, yol çok ince. Yükle adamı almıyorlar.
Hadis-i şerif’de şöyle buyuruluyor:
“Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.” (Münâvî, Hâkim)
Yüklerinin hafifliğinin nereden olduğunu Resulullah Efendimiz işaret buyuruyor. Onlar dünyadan sıyrılmışlardır. Yönlerini rızâya dönmüşlerdir. Hazret-i Allah’ı zikrederler ve yüklerini atarlar. Yükleri attın, bitti.
İnsan, Allah-u Teâlâ’ya gönül vererek, O’na yönelerek, O’nun zikriyle meşgul olup müferridlerden olursa yükü hafif olur. Onlarda dünyanın ağırlığı, lezzeti, kokusu bulunmaz. Onlarda Allah-u Teâlâ’nın kokusu bulunur. O’nun emr-i mucibince hareket ettikçe sırtındaki yükleri gider. Bunun yanında insan gönlünü verip Hazret-i Allah’a ibadet ederse, bu sefer o ibadet, taati ile dışını yıkar. Bunlar hep hafifliğe giden şeylerdir.
Eğer Allah-u Teâlâ Peygamber Efendilerimiz’in mirasına da mirasçı yaparsa ona ibtilâ verir. Cenâb-ı Hakk ibadetle dış kısmını temizler, ibtilâ ile de gönlünü temizler. Yani Cenâb-ı Hakk onu temizlemeyi, hafifletmeyi murad etmişse O’na yönelmekle dışını, ibtilâ ve musibetlerle içini temizler, o zaman o hafif olur. Demek ki hafiflik terazide değilmiş; hafiflik gönüldeymiş, bedendeymiş, ruhtaymış.
İnsan evvelâ bütün bedenini yıkayacak, ruhunu yıkayacak, nefsini pak edecek, kalbini de ibtilâ ile temizleyecek ki hafif olarak kalacak.
Kalp ibtilâ ile temizlenir, ibtilâ gözyaşına vesile olur, gözyaşı aktıkça gönlü yıkar. İhsân-ı ilâhiye ibtilâdan daha tesirlidir. Ama o ibtilâ sayesinde o ihsân-ı ilâhiye oluyor. İnsan ibtilâya sarılacak ki ihsân-ı ilâhiyeye nail olsun.
Dâvud Aleyhisselâm:
“Yâ Rabb’i! Emrettiğin şekilde, bedenimi oruç ve namazla temizledim; peki kalbimi ne ile temizleyeceğim?” diye sorduğunda Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştu:
“Gamlarla ve kederlerle, ey Dâvud!”
İçini temizleme nedir?
O anda Hakk’tan mı korkacak, halktan mı korkacak. Bir insan o anda Hakk’a dayanırsa O da onun içini temizlemeyi murat etmişse, tertemiz eder, berrak olarak bırakır, kirler dökülmüş olur.
Şu halde ibtilâ geldiği zaman şöyle diyecek:
Rabb’im sana şükürler olsun, benim içimi de temizlemeyi murat etmişsin, beni huzuruna aldın, ibadet ettiriyorsun, bu ibadeti bana şevkle yaptırman da senin ihsanındır, huzura alman zaten en büyük ikramındır. Bir de içimi temizlemeyi murat etmişsin sana şükürler olsun.
Şimdi buna sevinmek mi lâzım, üzülmek mi lâzım. Demek ki kalbin yegâne yıkanma sebebi ibtilâ; ibtilâ gönül silicisidir. İbtilânın en büyüğü peygamberlere verilmiş. İbtilâ onların sünneti ve mirasıdır.
“İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir.” (Tirmizî)
Nefse ağır gelen, ruha fayda verir. Lütfu koymuş, kahrı da koymuş seni deneyecek.
Hadis-i şerif’te:
“Mümin-i kâmil olan kimse Hakk katında bazı melâikeden efdâldir.” buyruluyor. (İbn-i Mâce)
Nefse galip gele gele, sıyrıla sıyrıla, temizlene temizlene meleklerin fevkinde oluyor.
İbtilâ nefsi tezkiye ediyor, ruhu talim ve terbiye ediyor, ruh kuvvet buluyor, Hakk’a yaklaşmaya vesile oluyor.
Sonra acıyı tatlı yapan O’dur. Eğer O olmazsa sen o acıyı atamazsın. Acı sana galip gelir...
Yükünü Hafifleten Müferridler:
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“– Müferridler yarışı kazandılar!”
“– Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?”
“– Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleri ile dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar.
Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.” (Münâvi, Hâkim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Hadis-i şerif’lerinde tarif buyurduğu müferridler ahiret müferrididir.
Müferridler; Ahiret Müferridi, Dünya Müferridi Olmak Üzere İki Türlüdür:
Bunların her ikisi de bir camidedirler; fakat biri Allah ehli, biri şeytan ehlidir.
Allah ehli olanlar ahiret müferridleridir ki onlar, bütün benlikleriyle âlemlerin Rabb’ine yönelmişler, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nurlu yolu üzerindedirler. Dünya malının ağırlık olduğunu, hesaba mucip olduğunu bilirler. Dünyada iken yavaş yavaş dünya yüklerini sırtlarından attıkları için hesapları kolaylaşmıştır.
Onlar dünyadan sıyrılmışlardır. Dünya muhabbetini kalbinden çıkarıp atmışlardır. Kalplerinde muhabbetle Hazret-i Allah’ı zikrederler, Hazret-i Allah’a sığınmışlar, Hazret-i Allah’a yönelmişler, yönlerini rızâya dönmüşlerdir. Bunlar ahiret müferrididir, Hazret-i Allah’ı zikrederler ve yüklerini atarlar. Başka türlü geçidi bilmiyorum.
Bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyuruluyor:
“Kulum beni zikrettiği zaman ben onunla beraberim.” (Buhâri)
Onlar, Allah-u Teâlâ’nın zikrine öylesine dalmışlardır ki, rikkatli bir kalp ile yalnız şunu isterler:
Allah’ım! Rızânı ve hoşnutluğunu diliyoruz. Bize o rikkatli kalbi ver ve o kalp ile yürüt.
Onlar, Allah-u Teâlâ’dan hiçbir şey istemezler. Onlarda başka bir arzu yoktur ve yaşamaz.
Hadis-i kudsi’de şöyle buyuruluyor:
“Her kim benim dilememden dolayı benim zikrimle meşgul olursa, benden isteyenlere verdiğim en üstün şeyi ona veririm.” (Tirmizî, Sevâbü'l-Kur’an, s. 25; Dârimî, Fedâilü'l-Kur’an, s. 6)
Allah-u Teâlâ murat ederse kulunu istediği gibi hallendirir, o halleri koyar ve o kul o hallerle hemhâl olur. Bu hale vasıl olanlar çok az kişidir, adetâ tek kişi.
Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Benim nazarımda insanların en çok imrenmeleri uygun olan kişi şu vasıfları taşıyan kimsedir:
(Yükü ve) hâli hafif, namazdan nasibi fazla, insanlar içinde gizli kalan (pek tanınmayan) ve (toplumda) kendisine değer verilmeyip iltifat edilmeyen mümindir.
Onun rızkı (zaruri ihtiyaçlarına) yetecek kadardı, o buna sabretti. Ölümü de çabuk oldu. Az miras bıraktı. Kendisi için ağlayan kadın da az oldu.” (İbn-i Mâce: 4117)
Şeytan ehli olanlar ise dünya müferrididir.
Onlar şeytanın izindedirler. Onlar birbirleriyle şöhret yarışına çıkmışlardır. Şöhret ise âfâttır.
“O günahkârları, Rabb’leri huzurunda başları öne eğilmiş olarak;
‘Ey Rabb’imiz! Gördük ve işittik. Bizi dünyaya geri gönder de sâlih bir amel işleyelim. Artık biz kesin olarak inandık!’ derken bir görsen!” (Secde: 12)
Onlar fâni olan dünyayı bâki olan ahirete tercih etmişlerdir.
Dünyanın şâşâsına, gelip geçici zevklerine öyle kapılmışlar ki, hiç ölmeyeceklerini zannediyorlar.
Dünyanın süsüne, lüksüne böbürlenirler, kibirlilik yaparlar ve bununla da iftihar ederler. Her biri nam peşinde gezerler, bunlar gururludurlar.
Allah-u Teâlâ kıyamet günü münâfıkların durumunun nasıl olacağını açıklayarak şöyle buyurdu:
“O gün ki, erkek münâfıklarla kadın münâfıklar, iman edenlere: ‘Bize bakınız, nurunuzdan alalım!’ diyeceklerdir.” (Hadid: 13)
Müminler nurlar içinde muradlarına ererken, münâfıklar karanlıklar içinde kalacaklardır.
“Onlara: ‘Dönün ardınıza da bir nur arayın!’ denilir.” (Hadid: 13)
Siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeye sebep arardınız. Şimdi dönebilirseniz dönün dünyayada bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak yoktur.
Müminler onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk’a dâvet edip, dalâletten kurtarmak istedikleri halde; onlar müminlerin inançlarıyla, ibadetleriyle hep alay etmişler, eğlenceye almışlardı, şimdi ise alay etme sırası müminlere geldi.
“Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir.” (Hadid: 13)
Kıyamet gününde müminlerle münâfıkların arasını ayırmak için bir sur konulur, müminler oraya varınca kapısından girerler, kapı kapanır ve münâfıklar surun arkasında karanlık ve azap içinde kalırlar.
“Münâfıklar müminlere: ‘Biz sizinle beraber değil miydik?’ diye seslenirler. Müminler de derler ki: ‘Evet amma, siz kendinizi aldattınız, bize pusu kurdunuz, şüpheye düştünüz, kuruntu sizi aldattı. O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip çattı.’” (Hadid: 14)
Bunlar hakikaten iman etmedikleri gibi, hiçbir zaman da müminlerle beraber olmadılar. Nurdan tiksindiler, zulmeti tercih ettiler, dalâlette kaldılar.
“Bugün artık sizden de inkâr edenlerden de fidye kabul edilmez.
Varacağınız yer ateştir. O sizin yardımcınızdır. O ne kötü bir dönüş yeridir.” (Hadid: 15)
Küfür ve nifakın cezası işte böyle müebbettir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur.” (Nûr: 40)
“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara: ‘İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmenizden dolayı tadın azabı!’ denilecektir.” (Âl-i imran: 106)
Hakk’ın Müferridi:
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh Hazretleri “Hatm’ül-Evliyâ” kitabının “Hâtemü’l-evliyâ’nın velâyet reisliği, imamlığı ve peygamberliğe çok yakın olan makamı” bölümünde “Müferridler yarışı kazandılar!” Hadis-i şerif’ini şöyle izâh ediyorlar:
“İşte onlar öyle kimselerdir ki, Ömer İbnü’l-Hattab -radiyallâhu anh-den nakille söylediğine göre; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, Azîz ve Celîl olan Rabb’inin, onların yine bu yönünü beyan ederek şöyle buyurduğunu söylemiştir:
“Her kim benim dilememden dolayı benim zikrimle meşgul olursa, benden isteyenlere verdiğim en üstün şeyi ona veririm.” (Tirmizî, Sevâbü’l-Kur’an, s. 25; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’an, s. 6)
İşte O’nun dilemesinden dolayı O’nun zikriyle meşgul olduğu için, kendisine âit olan bu yer ve ilâhî nimetler ona verilir.
Şu halde onun meşguliyeti olan “O’nunla O’nu zikretme” nasıl gerçekleşir?” (“Hatmü’l-Evliyâ”, 8. Bölüm)
Dikkat ederseniz Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri; “O’nun dilemesinden dolayı” buyuruyor. Çünkü Allah-u Teâlâ böyle murâd etmiş, bütün olanlar O’nun dilemesiyle husule gelmiştir. Bütün iş ve icraatları Allah’tan oluyor. Zira mahlûkun hiçbir hükmü yok. O çekecek, O oturtacak, kendisiyle hemhâl edecek.
Kendisini oraya çektiği için; nimetlerini, esrârını, hikmetini de ona ihsân eder. O yere kişinin çıkması mümkün değildir, hayâlinden bile geçemez. Kişi orayı zâten bilmez!
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Nevâdirü’l-Usûl” kitabı’nda da Allah-u Teâlâ’nın vahdâniyyet’inde ferdleşen Hâtem-i veli’nin mânevî cihetini beyan ederken;
“Yürüyün! Müferridler yarışı kazandılar!”
Hadis-i şerif’ini bu hususta delil olarak göstermiş; “Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleri ile dalmışlardır” beyanını şöyle izah etmişlerdir:
“Bütün benliği ile dalan o kimsedir ki, aklını yitirip kontrolünü kaybeder. Konuşurken kendinden geçmiş gibi, konuşmasında ne dediğini bilmez. Vâhid’in vahdâniyyet’i hususunda, kalbi eşsiz ve benzersiz olup ‘Ferd’leşir. Celâl ve Cemâl’den O’nun vahdâniyyet’ine ulaşması mümkünleşir. Bir hudud ve güç yetirebileceği malûm şeylerle sana kâim kılınan aklın (o anki) durumu nedeniyle, Vech-i kerîm’in nuru onun aklının nurunu söndürünce; O’nun zikrinde sanki kendini kaybetmiş gibi, kontrolünü yitirmiş gibi olur. Aklı söndüğü zaman, artık onun ameli de yok olur. İşte Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benliğiyle dalan odur.” (“Nevâdirü’l-Usûl fî Ma’rifeti Ehâdisü’r-Resûl”, c. 1, s. 613-614. bas: Beyrut, 1988)
Arada hiçbir perde yok. Artık Hazret-i Allah ile onun arasında başka hiçbir şey yoktur. Burası çok gizli bir sırdır. Zerresi dahi kalmıyor. Yalnız O var. Orada Hazret-i Allah ile hemhâl oluyor. Ama kendi halinde değil, öyle murad etmiş.
Allah-u Teâlâ ile hallendiği zaman, O dilediğini ona bildirir. O’nun bildirdiğini kimse bilmez.
Şu Âyet-i kerime kapsamına girer:
“Onlar sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Yalnız bunlar girer padişahın huzuruna. O deryada yüzdürdükleri girer. Başkası katiyen giremez. Kendi deryasında yüzdürdüğünü kendisi yetiştirir. Kendisi için yarattığından kendisi yetiştiriyor.
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektûbât-ı Geylânî” adlı eserinin 5. Mektub’unda şöyle buyuruyorlar:
“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadîd: 4)
Beraberlik ha! Hakk’ın kulu ile beraberliği. O’nun kuvveti, kudreti karşısında, kulun ne kıymeti var ki... Hava boşluğunda bir zerre. Koca sahrada bir milcik. Bu kadar da olamaz. Belki de: ‘O halde, bu beraberlikte kulun değeri ne?’ diyeceksiniz. Amma sakın şaşmayın ve gerçek olduğunu bilin. Şayet bu sorunuza karşılık ağzımdan bir ‘Hiç’ çıkarsa, doğruluğunu derhal kabul edin.
Kulun bir varlığı olacak ve bir şey yapmaya kalkacak ha! Hem de Hakk’ın kudreti karşısında. Hayır, hayır... Hepsi silinecek. Kulda varlık vehmi ölecek.
Hele:
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmeyin.” (Zâriyât: 51)
Emrini duyan kul tümden erir. Fenâya varır. Ve; vehmettiği varlığın zerresi bile kalmaz.
‘Bunu kim anlar ve kim bulur?’ diyebilirsiniz. Gerçekten bu söz çok önemli. Öyle ya, kim anlar, kim bulur?” (5. Mektup)
Bu hâl karşısında mahlûk tamamen hiç olur, O kalır.
Bu noktayı şöyle arzedelim:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Bakara: 255)
Âyet-i kerime’de geçen “Hû” maskedir. Şu gördüğünüz bütün âlemler “Hû”dan ibarettir. İnsan da böyledir, kâinat da böyledir. Her şey O’na perdedir.
“Lâ” dediğin zaman, o “Lâ”lar yok olduğu zaman, O’ndan başkası kalmaz.
“O Hayy ve Kayyûm’dur.” (Bakara: 255)
O var, yarattığı şeyler O’nunla kâimdir. O’nunla kâim olan zerreyi de attığın zaman O var.
Hazret;
“Kulda varlık vehmi ölecek.” buyuruyor.
Allah-u Teâlâ onu bizzat dilediği şekilde idare eder. Bir yaprak kadar hükmü yoktur. Denize düşen bir zerreyi, deniz istediği gibi sürüklediği gibi, o da ilâhî hükümler karşısında öyle çalkalanır.
“Varlığın zerresi bile kalmaz.”
Zerre dahi Hakk’a perdedir. Zerreyi de O yarattı. Yaratan’ı düşündüğü zaman, yaratılmış şey hükümsüz kalır.
Fakir bu hususta her zaman için şöyle der: “Elhamdülillâh hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum.”
Hepsi bunun içinde. “Hükümsüz”, hiç hükmü yok. “Değersiz”, hiç değeri yok.
Hükümsüzün, değersizin lâfı bile olmaz. Çünkü yok oldu. Bir şey olacak ki, değeri olsun. Bir şey olmadığı için, hükmü de yok, değeri de yok.
Kelime-i Tevhid’de “Lâ” dediğimiz zaman, kâinatı bir bez gibi atıyoruz. Çünkü O’ndan başka hiçbir şey yok.
Allah-u Teâlâ tarafından ilim verilen yer işte burasıdır. İşin özü budur. Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediği şekilde tecellî eder. Mahlûkun hükmü yoktur, elbisedeki düğme gibidir.
Cenâb-ı Hakk sevdi de seçti, kendisine çekti, yüzüne yüzü ile tecellî etti, dilediğini lütfetti. O kadar.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri
Hakk’ın Müferridini İfşa Ediyor:
Bin küsür sene önce yazdığı eserlerle, hususiyetle de bu hususta kaleme aldığı “Hatmü’l-evliyâ” isimli kitabıyla velilerin sonuncusu olan Hâtemü’l-evliyâ’nın zuhurunu ilk kez halka duyuran; bu ulu zâtın birçok vasıflarını beyan ederek beşeriyet âlemini nurlandıran Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Ali el-Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri; Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın mânevî yolculuğunu, bu yolculuğun ferdiyyet mertebesinde ne şekilde son bulduğunu ve bu makamda Allah-u Teâlâ’nın onu kendi denizinin içinde nasıl boğduğunu, “Nevâdirü’l-Usûl” isimli kitabında şöyle ifade etmiştir:
“Hakk ‘Mülkü’l-A’lâ’nın, yani en ulu mülkün kapısında onun riyâzetini tamamlayınca, onun kalbinden perdeyi kaldırır; o artık O’nun yakınına kadar vâsıl olup, O’nu kendi huzurunda övmüş, O’nunla ilgisini kurmuş ve tâ ki (asıl) makâmına karşı itminânı çoğalıncaya, ona alışıncaya, O’nunla ilgili rahatlık ve korkusuzluklarını ve O’nun Cemâl’ine ve Celâl’ine nazardan kaynaklanan ürpertilerini yatıştırıp, en büyük Vesîle’ye ilerletinceye ve yakınlığını iyice arttırıncaya kadar O’nunla rahatlamış olur.
Nihayet O, onu kendi vahdâniyyet’inin içinde boğar; o artık O’nunla ferdleşerek, O’nun bütün sıfatları ile meşgul olur.
O, O’nun emînidir, kulları arasındaki ‘Bir’idir. O öyle bir kimsedir ki, onu yeryüzünde ‘Ey Vâhidî!’ diye nidâ eden doğru söylemiştir.
Onu Peygamber Aleyhisselâm işte şöyle beyan buyurmuştur:
‘Yürüyün! Müferridler yarışı kazandılar!’
Dediler ki;
– Yâ Resulellah! Müferridler de kimdir?
Buyurdu ki:
‘Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleriyle dalmışlardır. Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamet günü hafif olarak gelirler.’” (Nevâdirü’l-Usûl fî Ma’rifeti Ehâdîsü’r-Resûl, c. 1, s. 613. Beyrut, 1988)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin ifşaatını izâh edelim:
“O, onun kalbini kendi Vahdâniyyet’inin içinde boğar.”
Allah-u Teâlâ onda öyle tecellî etmiş ki, O’nunla hemhâl olmuş. Başka bir arzusu yaşamaz.
“O artık O’nunla ‘ferd’leşerek, O’nun bütün sıfatlarıyla meşgul olur.”
Artık Allah-u Teâlâ ona dilediği şekilde tecellî eder, kendisini bildirir. Bunlar esrârın en sırlarıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir.” (K. Hafâ)
Bunlar esrâr odasının sırlarıdır.
“O, O’nun emînidir...”
O vazifeyi ona emanet etmiş, o da emanete riâyet edendir. Emanet olduğunu bilir, kendisine hiçbir şey mâletmez.
“Kulları arasındaki ‘Bir’idir.”
Öyle seçmiş, O seçmiş.
“O öyle bir kimsedir ki, onu yeryüzünde ‘Ey vâhidî!’ diye nidâ eden doğru söylemiştir.” (Nevâdirü’l-Usûl, c. 1, s. 613)
Ona “Allahlık” diyen doğru söylemiştir.
“Ey Vâhidî!” Yani onu siz görürsünüz fakat o, o değil. O bir maskeden ibaret, içindekini gör diyor.
O’nunla hallenmiş. Bunu Hazret-i Allah yapar, mahlûk hiçtir. Bazen kendimi çürümüş yaprak gibi görürüm, bazen bir ağaç parçası gibi görürüm. Bunu kendim görürüm. Ama üstümdeki varlık O’na ait, mahlûka ait hiçbir şey yok. “El fakr-u fahri” mahlûkun durumu budur.
“Allah’ın boyası ile boyanın! Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?” (Bakara: 138)
Mârifetullah ehli bu Âyet-i kerime’yi şöyle anlar:
Vücud elbisesini soyarsan, Allah-u Teâlâ’nın elbisesini giymiş olursun. Bu Âyet-i kerime’nin gerçek manası budur.
Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-Evliyâ” adlı kitabında şöyle buyuruyor:
“Nitekim o Kudsî Zât’ın denizinin içinde boğulur ve kendi sıfatlarının elbiselerinden soyunur.” (“Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-Evliyâ”; sh. 15, Bas.: Mısır, 1954)
Bu ilâhi bir lütuftur. Öyle murad etmiş.
Allah-u Teâlâ dilerse zerre bırakmaz. O Kudsî Zât’ın denizinde boğulmuş, yok olmuştur. Ne varlık, ne kendi elbisesi hiçbir şey kalmamış, hiç olmuştur. Yalnız O var...
Yine Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Bâbu fî Beyânu’l-Müferridîn” isimli risalesinde:
“İşte onlar, kalplerini kendi vahdâniyyet’inin içinde boğduğu ve kendilerini eşyâya karşı ferdleştirdiği ‘münferidler’ in arasındadır.” buyuruyor.
O ayırmış, O seçmiş, ona zarar verecek her şeyden onu korumuş. Miras da vermiş, o mirasla, o sermaye ile yürümüş.
“O’nun, kalbini kendi mülküne, sevap ve ikâbının mülküne ve dünyasının mülküne göre kendisiyle meşgul ettirdiği bu kul, kalbi ‘Vahdâniyyet’ ve ‘İnfirâd Billâh’ mülkü’nde boğularak, O’nunla ferdleşmiştir. O’nunla birlikte nazar ederek bakar, O’nunla bakar, O’na bakar. Çünkü kendisine nazar ettiği eşyâ da O’nun varlığı ile birliktedir.” (Bâbu fî Beyânu’l-Müferridîn, Veliyyüddin, no.: 770. 188b yaprağı)
“Hafîfü’l-Haz” Mümin:
Resulullah -sallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Kendilerine en çok gıpta edilen velilerim, benim katımda ‘Hafîfü’l-haz’ olan, namazdan ve Rabb’ine güzel ibadetten pay sahibi ve insanlar içinde gizli bulunan mümindir. Onun arzusu ölüm olup, mirası ve ağlayanı az olur.” (Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd; İbn-i Mâce, Kitâbu’z-Zühd)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Hafîfü’l-haz bir mümin” Hadis-i şerif’inin izâhını yapmışlar, Hâtem-i veli’nin vasıflarını haber vermişlerdir:
“Hepsi Enbiyâ Aleyhimüsselâm’dan olmalarına rağmen, kalpler ve dereceler hususunda peygamberler arasında bir farklılık vardır. Her biri velilerden oldukları halde, velilerin aralarında da böyle bir farklılık mevcuttur.
İşte bu kimsenin vasfı, Resulullah Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ’dan hikâye ettiği gibidir.
Şöyle buyurmuştur:
‘Velilerimden kendisine en çok gıpta edilen kişi, benim katımda derecesi ulu ve yüksek peygamberlerin derecelerinden bile daha yakın olan gizli bir kimse; Üveysü’l-Karnî’ye ve onun benzerlerine denk olan hafîfü’l-haz bir mümindir.
İşte bu onun zâhirî sıfatıdır, bâtını ise târife sığmaz.’
Velilerden bir kimse, en yüksek dereceye sahip olur. Bu, Allah’ın kendi adına, veli olarak kullandığı bir kuldur. O Rabb’inin himâyesi içinde hareket eder; O’nunla konuşur, O’nunla bakar, O’nunla tutar, O’nunla anlar. O, yeryüzünde onun şöhretini yaymış; kendisini halkın imamı, velilerin bayrağının sâhibi, yer ehlinin emini, gök ehlinin nazar yeri, gönüllerin reyhânı, Allah’ın has’ı, O’nun nazargâhı ve kendi sırlarının kaynağı yapmıştır.
O yeryüzünde Allah’ın; halkı kendisiyle terbiye ettiği ilâhî bir kırbaçtır. Ölmüş olan kalpleri onun ru’yetiyle diriltir ve halkı (onunla) kendi yoluna çevirir. Hukûk-u ilâhî’sini onunla ayakta tutar. O hidâyet anahtarı, yeryüzünün nuru, velilerin defterinin emânetçisi ve onların rehberidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzurunda Rabb’ini anmakla meşgul olur. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu yerde onunla iftihar eder, Allah da bu makamda onun ismini yüceltir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bizzat onunla yetinip karar kılar.
Allah onun kalbini dünyaya kapılmaktan alıkoyar. Ona ‘Hikmetü’l-ulyâ’sını, yani ‘En yüce hikmet’ini bağışlar. Onu kendi Tevhîd’ine sevkedip yönelterek, nefsini görmekten ve hevânın gölgesinden yolunu uzak eder. Velilerin defterini ona emânet eder, onların makamlarını kendisine tanıtır ve menzillerine muttali kılar.
O neciplerin seyyidi, hikmet sâhiplerinin sâlihi, mânevî tabiplerin imamıdır. Sözü kalpleri esir eder, görünümü nefislere şifâ verir, yönelmesi hevâ ve hevesleri yok eder, yakınlığı kötü huyları temizler. O bir çiçek misâli baharda açar, meyveleri ise güzün toplanır. Kendisine sığınılan bir sığınaktır. Elde edilmek istenen şeylerin kaynağıdır. Hakk ile bâtılın arasını ayırır. O sıddîk’tır, fâruk’tur, veli’dir, ârif’tir, muhaddes’tir.
O Allah’ın yeryüzündeki ‘Tek’idir.” (“Nevâdirü’l-Usûl fî Ma’rifeti Ehâdîsü’r-Resul” c. 1, s. 619-620)
Velilerin ifşa ettiği “Hafifü’l-Haz” demek; onun bir Allah’ı var, başka hiçbir şeyi yok, demektir. Allah’tan gayrisi yok onda, kimsesi yok, bir Allah’ı var, bir Resulullah’ı var.
“Eğer Hakk ile isen, yalnız da olsan, sen cemaatlesin. Nasıl bir cemaat? Bulunmayan bir cemaat. Çünkü sen Hakk ilesin, Hakk ehli ilesin. Yalnızsın amma, en büyük cemaatlesin. Hakk ile değilsen, en büyük cemaatle de olsan yalnızsın, yapayalnızsın.”
Allah-u Teâlâ herkese âile vermiş, çoluk-çocuk vermiş. Fakire ne kadar büyük lütufta, ihsan ve ikramda bulunmuş ki bunlarla meşgul ettirmemiş, bulandırmamış, oyalamamış, bizi yalnız yaşatıyor. Zât’ı ile meşguliyeti sevdirmiş. Hâlâ o sevgi duruyor.
Onun içindir ki: “O’nunla olmak hayattır, O’nsuz hayat vefattır.” sözü ile bu noktaya işaret etmiştik.
Yıllar önce bir defasında Hacc’dan dönüyorduk. Bolu Dağı’ndan iniyoruz, hava çok soğuk. O anda gönlüme bir gariplik çöktü. “Şimdi herkes evine çoluk-çocuğunun yanına gidecek, sobası yanıyor, sıcak çorbası var. Bizim evde ne soba yanıyor, ne sıcak çorba var, ne de âile var.” diye hafif bir garipseme durumu oldu.
O anda:
“Amma senin evinde Allah ve Resul’ü var.” buyurdular.
Bunu o anda yanımızdaki kardeşlere söylemişiz, fakat söylediğimi hatırlamıyorum, bize daha sonraları bir kardeş hatırlattı. “Böyle söylemiştiniz.” dedi.
Rabb’ime sonsuz şükürler olsun ki bana o hayatı yaşatıyor, hiçbir şeyle meşgul ettirmiyor. O’nunla olmak hepsinden güzel.
“O’nunla mülâkat mülâkatların en güzelidir. O’nunla nefes, nefeslerin en güzelidir.” dememizdeki sır, O’nunla beraber yaşanan hayatın hâlâtıdır, gizli bir hâldir.
Bu zât-ı muhterem bu beyanları ile iç hâli belirtmiş oluyor. Özden bahsediyor, sözden değil.
İnsan zannediyor ki hayat çoluk-çocuğu ile yaşadığı hayattır. Hayır! Gerçek hayat budur. O hayat eğlencedir, hayat-ı hakiki budur. Çünkü onlar belki kabre kadar bile gelmezler.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri yine bir ifşaatlarında kıyamete hafif olarak gelecek olan Hâtem-i veli’yi şöyle haber vermişlerdir:
“Dünyada iken O'nunla Üns'ten bol hisse alan her kişiyi, buradaki bir örtü kendi günahlarından perdeler. O'nun Allah-u Teâlâ ile ünsiyeti iyice artar. Kalbi O'nun katındaki Cemâl mülkü'nde bulununca, O'nun cemâlinden destek görmesinden ötürü Allah-u Teâlâ ile ünsiyet eder. Onda artık üns ağır basar ve yarın arzulandığı günde de onun Üns'ü ile karşılanır. Kalbi O'nun katındaki Celâl mülkünde bulunan kimseye gelince, onda ise Heybet gâlip gelir ve yarın da O'nun emniyeti ile karşılanır.
Kalbi O'nun katındaki, O'nun melikliğinin Mülk'ünde bulunan kimsenin ise, Cemâl ve Celâl mülkünü aşıp, O'nun vahdâniyyet’ine kadar ulaşması, O'nun ferdâniyyet'inin içinde O'nunla ferdleşmesi dahî mümkünleşir. İşte onlar o gün hafif olarak gelirler.
Onlar işte bu halvet sâyesinde, O'nun katındaki sıfatların ilmi bitip tükenerek, kalpleri Mülk'ün Melik'inde bulunan; kalplerindeki şey dünya gücü ile tarif edilemeyen, O'nun yeryüzündeki emînleridir. Onlar yarın da bir dâvetçi tarafından karşılanırlar.
İşte o, O'na kulluk hususunda Heybet sahibidir. Zira O ona kendi işlerinden olan her işte, büyük bir korku ve dehşetli bir tehlike üzerinde tutarak, âdetâ canını çıkartır gibi farklı bir şekilde muâmele eder. O, aynı zamanda O'na kulluk ve amel etme hususunda da Üns sahibidir. Ne var ki, onu kendisine atfetmeye meylettiği vakit, bunu kendisinden gizler. O'nu kendisine yükselterek kendisine muhabbet eder. O, O'nun emniyeti hakkında şaşkınlık sahibidir. O'nun ilâhî kabzasının içinde bulunduğu için, âdeta itminan bulmuş gibidir. O, O'nu kendi adına kullanır, kendi adına kullanmasıyla da ilâhî işler üzerinde şerefini arttırır.
O dünyada da bir delildir, ahirette de bir delildir.
O, O'nun genişletmesiyle genişe çıkan bir Emîn'dir. Aynı zamanda o Muhaddes'tir. O Heybet sahibi ve Üns sahibi olan ilk iki sınıftan çok daha ulu ve yücedir. Zira Üns sahibi Melik'le ünsiyet ederek genişe çıkar, bu ise bizzat Melik'le genişe çıkar. Melik'le genişe çıkanla, Melik'in Üns'ü ile genişe çıkan elbette ki birbirinden daha farklıdır.” (“Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resûl”; c. 1, s. 656-657)
“Temizlenen Kurtulmuştur.” (A’lâ: 14)
Müminin içi, işi, dışı temiz olacak. İç temizliği, kalbi selim; iş temizliği, helâl lokma; dış temizliği, her şeyi mükemmel olmak, numune olmak demektir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelâm-ı kadim’inde;
“Temizlenen kurtulmuştur.” buyuruyor. (A’lâ: 14)
Temizlenen kurtuldu, nefsinin ayıbını örtenler kurtulmadı.
Temizlenmekten murat; ahlâk-ı zemimeden, kötü huy ve sıfatlardan temizlenmektir. Zâhiri temizlik gibi basit bir mana çıkarılmamalıdır.
Bu Âyet-i kerime çok derin manalara havidir. Temizlenenler kimdir?
Birincisi; “Günahlarından tevbe edip temizlenenler.”
Zira tevbe-i nasuh ile bir daha dönmemek üzere yapılan, pişmanlık ve nedametle samimi istiğfar ile yönelen kimsenin tevbesini Hazret-i Allah kabul eder.
İstiğfar, yapılan günahların Allah-u Teâlâ’dan af buyurulmasını niyaz eylemek, O’na sığınmak, acizliğini itiraf etmektir. Tevbe; günahtan dönmek, pişmanlık duymak, Mevlâ’ya yönelmektir. Bâtınî tevbe ise, kötü işler tamamıyla iyiliğe çevrilecek, iyi işlerde sabır ve sebat edilecek.
Zira;
“O öyle bir Allah’tır ki tevbeleri kabul eden, günahları bağışlayandır.” (Tevbe: 118)
Böylece insan günahlarından önce istiğfar ederek sonra da nasuh, samimi tevbe ile temizlenmiş olur.
“Rabb’inizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkâr olarak yüz çevirmeyin.” (Hûd: 52)
“Kim temizlenirse, o ancak kendi menfaati için temizlenmiş olur. Dönüş Allah’adır.” (Fâtır: 18)
İkincisi; “Kalplerini zikrullah ile temizleyenler.”
Zikrullah ile gönül; mâsivâdan, her türlü pisliklerden temizlenir. Zikrullahla kalbi mâmur olanın işi ve ahlâkı güzel olur. Zikrullah velâyet alâmetidir.
Zikri Allah olanın fikri de Allah olur. Zikrullaha devam etmek Allah dostlarının âdetidir, Allah-u Teâlâ’nın bir nimetidir. Hakk’ı zikredeni Hakk da zikreder, Hakk ile ünsiyet kurar, kurbiyet peyda eder, af ve mağfiret kapılarının en büyüğü o sayede açılır.
Hadis-i şerif’te:
“Zikrullah kalplerin şifâsıdır.” buyuruluyor. (Münâvî)
Zikir nurdur, zikrullahla meşgul olanın içi nurlanır. İç nurlanınca hikmet husule gelir.
Kurtuluşun en güzel çaresi Allah-u Teâlâ ve Resul’ünü kalbe almak, zikrullah ile meşgul olmak, içteki düşmanları atmak ve muhabbet-i ilâhiye nâil olmaktır.
Nefsini günahlardan arındırıp takvâ ile terbiye eden, tekâmül ettirerek feyizlendiren kimseler ebedî saadet ve selâmete namzet bulunmuştur.
Zikrullah ile ruhlar dirilir. Zikrullah muhabbetullaha vesiledir.
Müferridler Hadis-i şerif’inin bir noktasında, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.” (Münâvi, Hâkim)
Yani, Hazret-i Allah’ı zikredenler ve yüklerini atanlar, dünya ve muhabbetinden sıyrılmış, kalplerine muhabbetle zikrullahı yerleştirmiş, böylece temizlenmişlerdir.
“Onlar o kimselerdir ki iman etmişlerdir ve kalpleri zikrullahla mutmain olmuş, sükûn bulmuştur.” (Ra’d: 28)
Üçüncüsü; “Kul haklarından temizlenenler.”
İnsanlara ait hakka kul hakkı denir. Kul hakkı, hak sahibinin râzı olması dışında düşmez. Tevbe ile düşmez. Kul hakkıyla, emanetle, borçla, haksızlık yaparak, hıyanet ederek, cennete girilmez. Ta ki kul hakları ödeninceye kadar. Bu yüzden tekâmüliyete de engeldir. Kul hakkıyla Hacc olmaz, ibadet olmaz. Emanet, kul hakkıdır. Beşerî münasebetlerde emanet olan her şey kul hakkına girer. Ana-baba, karı-koca, evlât birbirlerine emanettir. Kardeş, komşu, arkadaşlık emanettir. Mal-mülk, para, söz, iffet, namus, şeref birer emanettir. Kul hakkıdır. Cennetin kapısından kul hakkı ile gelenleri almazlar. O yüzden kul hakkından korkun! Ona göre yaşayın. Borçlu olmayın, borçlu ölmeyin! Kul hakkından temizlenmeden gitmeyin.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu konudaki hassasiyetine bakın!
Hastalığının ikinci günüydü. Bir tarafında Fazl bin Abbas -radiyallahu anh-, diğer tarafta Hazret-i Ali -radiyallahu anh- oldukları halde Resulullah Aleyhisselâm mescide çıktı. Minbere oturup hamd ve senâdan sonra sözüne şöyle başladı:
“Ey insanlar! Her kimin arkasına bir kamçı vurmuş isem, işte arkam, gelsin vursun! Her kimin bende alacağı varsa, işte malım, gelsin alsın! Burada mahçup olmak, ahirette mahçup olmaktan daha hayırlıdır. Benim yanımda en sevimliniz bende olan hakkını isteyen veya helâl edenlerdir. Benden hak alınmalı ki, ben de Rabb’ime temiz bir ruhla kavuşabileyim.” buyurdu.
Hutbesini bitirdikten sonra öğle namazı kılındı. Yine minbere çıkıp aynı sözünü tekrarladı. O zaman bir müslüman çıkıp “Üç dirhem alacağı olduğunu” söyleyince borç hemen ödendi.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helâlleşsin. O gün altının, malın değeri olmaz. O gün hak ödeninceye kadar kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa hak sahibinin günahları ona yüklenir.” (Buhârî)
Dördüncüsü; “Nefsinin, hevâ ve hevesinin verdiği isyan, şirk, küfür, karanlığından kurtulup temizlenenler.”
Bir insan ibadet eder, Hazret-i Allah’ı çok zikreder, fakat ahkâm mucibince hareket etmez. O zaman gayr-i ihtiyarî fâsık durumuna düşer. Düşüren ne? Hazret-i Allah’ın emrine nefsimizin karşı gelmesi. Görünüşte hiçbir şey yok. Herkes bizi gayet iyi müslüman olarak görür. Lâkin nefsimiz, Hazret-i Allah’ın emirlerine karşı geldiği için; ibadet var, zikir var, fikir var ama isyanı Hakk biliyor. Halk ibadet ve taati görüyor, Hakk ise isyanımızı görüyor.
Kötülüklerden ve günahlardan uzaklaşan bir kalp saâdete erip felâh bulduğu, Allah katında makbul olduğu gibi; mâsiyetlere daldığı zaman, şehvet ve lezzetlere dalıp hayvanî sıfatlarla örtüldüğü zaman, o nispette Allah’tan uzaklaşır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar... Meğer ki Allah’a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuara: 88-89)
Hazret-i Allah’a yönelik olan bir kalp, temizlenen bir kalp, O’nun hükmüne yürüyen bir kalp kurtarıcıdır. Ahlâk-ı zemimeden, şirkten, şüpheden, nifaktan her şeyden temizlenmiş olan kalp fayda verecek.
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
Âyet-i kerime’si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar, eğer tedavi edilmezse ebedî hayatı öldürdüğü için çok tehlikelidir. Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, hased, riyâ, tamah, hırs, yalan gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır. Kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek gerekiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş, kurtulmuştur. Onu örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır.” buyuruyor. (Şems: 9-10)
Nefsi; ahlâk-ı zemime adı verilen şehvet, gadap, kin, kibir, riyâ, haset, yalan gibi kötü huylardan temizlemek lâzımdır.
O yüzden gayret ve çabamız, nefsin tezkiyesi, ruhun tâlim ve terbiyesi olmalıdır. İnsan ancak mutmainneye geçince insan olur. Çok çalışmak lâzım.
Beşincisi ise; “Hazret-i Allah’ın lütfu ile sevip çektiği, temizlediği, mutahhar kıldıkları...”
İşte Allah-u Teâlâ, bu sevgili kullarını bu lütfa mazhar etmiştir.
Onlar dünyada saf ve tertemizdirler, güzeldirler. Temizlikleri de, güzellikleri de Hazret-i Allah’ın onlara lütfu, ihsanı ve ikramıdır.
“Biz, rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yusuf: 56)
Allah-u Teâlâ bu kulları kendisi için seçmiştir. Allah-u Teâlâ’ya yaklaşan bu kullar sevgi ile yaklaşmışlardır.
Allah-u Teâlâ bunlara âşık olmuş; onları sevdiği gibi, bu kullar da Allah-u Teâlâ’ya âşıktır. Allah’tan başka hiçbir arzuları yaşamaz.
“Allah kimi dilerse onu rahmetiyle mümtaz kılar.” (Bakara: 105)
Gerçekten bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar çekmiş ve en büyük saâdetine eriştirmiştir.
“Onlar, sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Bir düşünün! Allah-u Teâlâ onları huzuruna aldı. O kehribarın tozu olduğu için sıddıkiyet makamına kadar çıkardı. İşte bahsettiğimiz bunlardır, temizdir, tertemizdir. Onlar nurdur, nûrun alâ nûr olmuşlardır.
Gerçekten bunlar Allah-u Teâlâ’nın kullarıdır. Bunlar Allah-u Teâlâ’ya teslim olmuşlar, iradelerini Hakk’ın iradesine bırakmışlardır. Onlarda arzu yaşamaz. Onlar için mühim olan “Hükm-ü ilâhî”dir. Çıkacak hükm-ü ilâhiye bakarlar. Onlar, Hakk’ın kudret elindedir. Nereye koyarsa orada bulunurlar. Onlar için hayat-vefat değişmez. Dünyada olmakla kabirde olmak arasında hiç fark yoktur. Gerçek kahraman işte onlardır, burası “Kulluk makamı”dır.
Bu iltifat-ı ilâhiye mazhar olanlar bunlardır.
“Altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri, orada ebedi olarak kalırlar.
İşte tertemiz arınanların mükâfatı budur.” (Tâhâ: 76)
Muhyiddîn-i Arâbi -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta Kur’an-ı kerim’de geçen Âyet-i kerime’lerde Hâtem-i veli’den bahsedildiğini haber vermektedir:
“Nisâ’da; onun kendi zâtında Nur’a ve temizliğe sahip olduğu... Enbiyâ’da tezkiye edilip, temizlendiği; nurunun kirletilemeyeceği müjdelenmektedir.”
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise; “Bu saf ve temiz kul, Allah tarafından seçilmiş, sevilmiş, Hakk’a cezbedilmiştir. Kıyamet günü şefaatçidir, dünyada temizdir.” buyuruyor. (Fütûhü’l-Gayb, 33. Makâle)
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle haber veriyorlar:
“Ona peygamberlerin seçkinlik ve temizliği verilir, ilâhi nur ona işte bu güçle verilir.” (Kitâbu İlmü’l-Evliyâ)
Hep O’nun, hep O’ndan, mahlûkun hükmü yok.
“Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.”
Gerçekten Allah-u Teâlâ insanları inceden inceye suale tâbi tutacak ve zerreden hesaba çekecek.
Zilzâl Sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Yer müthiş bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman!
Yer bütün ağırlığını dışarıya çıkardığı zaman. İnsanın: ‘Buna ne oluyor?’ dediği zaman!
İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir.
Çünkü Rabb’in ona konuşmasını emretmiştir.
O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhî divana) çıkarlar.
Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.” (Zilzâl: 1-8)
Zelzeleler kıyametin açık bir delilidir, bize büyük kıyameti haber vermektedir. İnsanlar bir gün ansızın böyle tasavvurların üstünde korkunç bir âfete uğrayacaklardır.
“Yer müthiş bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman!” (Zilzal: 1)
Âyet-i kerime’si ile haber verildiği üzere, yer korkunç gürültülerle ardarda ve devamlı bir şekilde sallanır. Bir kısmı değil, yeryüzü bütün olarak sallanacaktır.
Her şeyi şiddetle sarsıp titreten ilk üfürme karşısında herkes fevkalâde bir korku içinde kalır.
Böyle canlı bir hadiseye o gün için yaşamakta olan insanlar, birkaç saniye de olsa şâhit olacaklar. Kalpleri yerinden oynayacak, akılları başlarından gidecek, emzikli her dişi varlık dehşet ve korku içerisinde emzirdiği yavrusunu unutacak, memesini yavrusunun ağzından çekip çıkaracak.
Allah-u Teâlâ onun gerçekleşmesini murad ettiğinde, önleyecek hiçbir engel olmadığı gibi; onun meydana gelişini yalanlayan, bugünkü yalancılar gibi bir tek yalancı bulunmaz. Azabı açık açık görecekleri için inanırlar.
“Yer bütün ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman.” (Zilzâl: 2)
Uzun süredir bağrında taşıdığı cesetleri, hazineleri, defineleri ve madenleri açığa çıkarır, tamamen boşalır, hiçbir şey gizli kalmaz.
Bu Âyet-i kerime okunuyor ama okunup geçiliyor, o kadar! Yer emre tabi. “İçindekini dışarıya at.” denilecek. Atacak.
“İnsanın: ‘Buna ne oluyor?’ dediği zaman.” (Zilzâl: 3)
Kıyameti, ahireti inkâr eden insan; imkânsız zannettiği hadiseyi görüverince hayretler içinde kalır. O gün akıl erdiremediği, hesaba katmadığı o korkunç durum karşısında geçirdiği şaşkınlıktan dolayı böyle söylemek zorunda kalır. Bilmiyor ki kıyamet kopmuştur.
“İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir.” (Zilzâl: 4)
O topraktan seni yaratıyor, yiyeceğini çıkarıyor ve seni tekrar toprağa yutturuyor. Seni toprakta yürütüyordu, yediriyordu, toprak bu sefer de seni yiyor, eritiyor.
“Çünkü Rabb’in ona konuşmasını emretmiştir.” (Zilzâl: 5)
Allah-u Teâlâ’nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.
“Herkesin yaptığını haber ver.” denilecek, haber verecek.
Sen onu yer görüyordun, ama o da senin gibi cisimdi. Allah-u Teâlâ insanı konuşturduğu gibi zamanı gelecek ağzını mühürleyecek, elleri ayakları konuşacak. Her şeye Kadir-i mutlak olan Hazret-i Allah yeri de konuşturur, göğü de konuşturur, arşı da konuşturur. Her şey O’nun hükmü altında.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şahitlik edeceklerdir.” (Nûr: 24)
“O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” (Yasin: 65)
Onlar o müthiş azap merkezlerini görünce titreyecekler, o şaşkınlık içinde dünyada yapmış oldukları çirkin işleri inkâr etmek isteyecekler. Heyhat ki buna imkân olmayacak. Diller bağlanmış eller konuşuyor, neler yaptığını haber veriyor, ayaklar şahitlik ediyor. Bu sahne gerçekten de çok korkunçtur. Hiç görmedikleri beklemedikleri ve alışık olmadıkları bir durumdur. Tasavvur etmek bile kalpleri yerinden oynatır. Böylece bizzat kendi organları kendilerini rezil eder.
Yapılan bir işi doğrudan doğruya el yapar. Ayak ise o işin yapıldığı yerde ve esnada hazır bulunur. Hazır bulunmanın gördüğü şeyi anlatmasına şahitlik denir. O işi yapanın o işi yaptığına dair konuşması ise kendi aleyhinde beyanda bulunmasıdır.
Demek ki yaratıklar yaratıktan ibarettir. Hepsine bir irade vermiştir. O kadar güzel yaratmıştır, o kadar büyük bir irade vermiştir ki, insan “Benim!” diyor, kendinin zannediyor. “Benim!” ama senin ruhunu çektiği zaman oluyorsun bir çer çöp. Hani sendin?
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb’ına: “Yeryüzünün haberlerinin ne olduğunu bilir misiniz?” diye sordu. “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” dediler.
Bunun üzerine buyurdu ki:
“Yeryüzünün haber vermesi, her erkek ve kadının neler işlediğini haber verip şâhitlik etmesidir. ‘Şu şu günlerde şunu şunu işlediniz!’ demesidir.” (Tirmizî. Kıyâmet, 7)
Hani sen onu toprak olarak görüyordun, ölü zannediyordun? Sen kendin ölü olduğun için öyle zannediyordun. Demek ki yer, yer değilmiş, nur imiş. Amma onu öyle göstermiş. Sen ölüsün ki yer olarak görüyorsun. Ruhu ölenler zaten bilmez, ruhu tekâmül edemeyenler zaten görmez.
Onun aslı nurdu, her şeyden haberdar olduğu gibi, sana o gün bütün yaptığın işleri bir bir haber verecek.
Toprağın her işi emirle yaptığını ancak diri olanlar görürler.
Kıyamet koptuktan sonra insanlar mahşerde toplanırlar ve amel defterlerinde belirtilen sevap ve günahları ölçtürmek için mizana gelirler. Mizan; amellerin tartılması, iyilerinin kötülerinin belirlenmesi için Allah-u Teâlâ’nın mahşer meydanında ortaya koyacağı terazidir. Orada her şeyin kıymeti, her işin değeri, her sevabın ağırlığı ve her günahın derecesi ölçülür. Her şahıs kendi sevap ve günahının miktarına, mahiyetine vâkıf olur.
“O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhi divana) çıkarlar.” (Zilzâl: 6)
Herkes ameline göre bölük bölük olur. İman ehli ayrı gruplar, küfür ehli ayrı gruplar hâlinde sevkedilirler, muhasebeye tabi tutulurlar.
Kimisi yüz aklığıyla kimisi yüz karasıyla, kimisi binitli, kimisi yaya, kimisi sevinç, kimisi korku ve dehşet içinde, kimisi mesud, kimisi bedbaht...
Mizan gözle görülen iki gözlü bir terazi olup, bir zerre ile ağır basacak kadar hassastır. Sevapların konacağı sağ kefe pırıl pırıl ve nurludur. Günahların konacağı sol kefe karanlıktır.
Müminin terazi kefesinde öncelikle imanının ağırlığı olacak, bunun yanı sıra sâlih ameller de ağırlık yapacaktır. Kâfirlerin hiçbir iyiliği kötülük kefesini kaldırmayacaktır. Çünkü küfür, kötülük kefesini ağır bastıracak kadar büyük bir kötülüktür.
Allah-u Teâlâ’nın adaleti tecellî edecek, ihsan ve ikram ettiği nimetlerin hesabını zerresine varıncaya kadar soracak, herkes bu ilâhî adaletin icabı olarak ya mükâfat veya mücâzat görecektir.
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.” (Zilzâl: 7)
Orada herkes yaptığı büyük ve küçük her türlü iyiliğin karşılığını kat kat görecektir.
Zerre kadar bile olsa gerek her küçük iyiliğin, gerekse her küçük kötülüğün bir ağırlığı ve değeri vardır. Onun içindir ki insan küçük büyük demeyip hiçbir iyiliği terketmemeli, küçük ve büyük her kötülükten şiddetle kaçınmalıdır.
“Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.” (Zilzâl: 8)
Yaptığı zerre kadar bir şeyden bile soracak. Kişi inkâra kalktığında ise ağzına mühür vuracak, bütün organları yaptığına bir bir şâhitlik edecekler. Aynı zamanda Kirâmen kâtibin melekleri ağızdan çıkan her sözü, işlenen iyi ve kötü her ameli yazıyorlar, her yapılanın fotoğrafı çekiliyor. Bu yazılan defterler canlı kanlı çıkarak konuşacaklar, kıyamet gününde sahiplerine teslim edilecekler.
Bir mümin bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görecektir. Kötülük yapmışsa ondan da haberdar edilecektir. İyilikleri kötülüklerinden çok ise ilâhî bir lütuf olarak o kötülükleri affa uğrayabilir veya onun cezâsını dünyada iken görmüş bulunur.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- bir defasında Resulullah Aleyhisselâm’la yemek yiyorlardı. O esnâda bu Âyet-i kerime nâzil oldu. Yemekten hemen el çekti ve: “Yâ Resulallah! Ben, benden sâdır olan zerre kadar kötülüğün de karşılığını görecek miyim?” diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
“Ey Ebu Bekir! Dünyada hoşunuza gitmeyen hadiselerle karşı karşıya geliyorsunuz. Onlar senden sâdır olan küçük kötülüklere cezâdır. Sizin zerre kadar iyiliğiniz ahirete saklanır.” (Taberânî)
Bir kâfir ise iyilik yaparsa, o iyiliği iman dahilinde olmadığı için Allah katında makbul değildir, ona ahirette hiçbir mükâfat verilmeyecektir. Kendisini hiçbir zaman azaptan kurtaramaz. O iyiliğin mükâfatını dünyada görmüş olur. Kâfir olduğu halde ahirete giden her kişi ebedî olarak cehennem azabına uğrayıp duracaktır.
Allah-u Teâlâ’nın her şeyi bildiğini, her şeyi gördüğünü, O’nunla olduğunu, O’nunla kâim olduğunu, O’nunla var olduğunu, O’nun her şeyden haberdar olduğunu o zaman herkes anlayacak ve fakat o zamanki anlayış hiçbir fayda vermeyecek.
Sarp Geçit:
İnsanoğlu başıboş bırakıldığını zanneder. Halbuki iş onun sandığı ve düşündüğü gibi değildir. Kıyamet gününde ona soracak ve yaptıklarının cezasını görecektir.
Malını nereden kazandığının nereye harcadığının sorulmayacağını sanır.
Haram helâl demez, gayr-i meşru yollardan kazanç sağlar. Zulmeder, azgınlık eder, haksız yere onun bunun malını gasbeder. Hayır ve infaka dâvet edildiğinde, o zamana kadar verdiklerinin yeterli olduğunu iddiâ eder.
Her ne kadar malından infak etmiş bulunsa bile, görsünler ve işitsinler diye infak etmiştir. Bu harcamayı hayırlı bir iş için değil, sadece gösteriş için yapmıştır. Bir de şu var ki israf ettiği mal ile kibirlenir durur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Biz ona iki göz vermedik mi?
Bir dil ve iki dudak vermedik mi?
Biz ona (doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?” (Beled: 8-10)
Ki bu nimetleri tefekkür ederek hidayet yoluna girsin, sapıklık yoluna girmekten sakınsın. Hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, doğru ile eğriyi, hayır ile şerri, güzel ile çirkini ayırsın ve hakikate yönelsin.
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer, iyilik ve kötülük yollarını göstermiş, kullarına da iyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Hidayet Allah-u Teâlâ’nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir. Hidayetin zıddı dalâlettir. Dalâlet, doğru yoldan sapmaktır. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi imansızlıktır.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu şeçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fitrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz’î iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, isterse nankör olsun.” (İnsan: 3)
O ise, kendisine gösterilen hidayet yoluna giremedi. Allah-u Teâlâ’nın peygamberler göndererek, kitaplar indirerek açıklayıp tanıttığı nurlu yolu takip edemedi.
“Fakat o, sarp gecidi geçmeye katlanamadı.” (Beled: 11)
Zorluklara göğüs germek istemedi, nefsinin arzularını tercih etti, kendisini iyilik yollarına ulaştıracak sebepleri araştırmadı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sarp geçidin ne olduğunu bilir misin?” buyurmaktadır. (Beled: 12)
Allah-u Teâlâ bu sarp geçidin ne olduğunu sormakla engelin büyüklüğünü ve aşmanın güçlüğünü beyan buyurmuş oluyor.
“Köle azad etmektir.
Veya (kıtlık gibi) açlık duyulan bir günde yemek yedirmektir.
Hısım sayılan bir yetime.
Yahut da yere serilmiş (bitkin, kimsesiz) bir yoksula.” (Beled: 13-16)
İnsanla cennete varan yol üzerinde bulunan bu sarp geçit, ancak Allah-u Teâlâ’nın bahşedeceği imanla aşılabilir. Kullarına karşı engin merhamet sahibi olan Allah-u Teâlâ bu geçidi katetme yolunu da göstermiş oluyor.
Kişinin bu sarp geçidi geçmesi, yokuşu aşması için Allah yolunda cömertlik yapması, bu uğurda gayret sarfetmesi; köle azad etmesi, önce akrabasından başlamak üzere kıtlık zamanlarında yetimleri doyurması veya hiçbir azık bulamayan düşkün kimselere ihsanda bulunması gerekmektedir.
Allah-u Teâlâ daha sonra bu sarp geçidi aşmada imanın en büyük âmil olduğunu, müminlerin birbirlerine Allah yolundaki zahmet ve güçlüklere tahammül etmeleri için sabrı tavsiye etmelerini, mahlûkata merhamet hususunda birbirlerine tavsiyede bulunmalarını beyan buyuruyor:
“Sonra iman edenlerden olmak; birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden, merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden olmaktır.” (Beled: 17)
Sabır mücadele ile nefsin arzu ve lezzetlerine muhalefet etmek, Hakk’ın arzu ve isteklerini yapmakta azim ve sebat göstermek, ibtilâlar karşısında kurtuluşu Allah-u Teâlâ’dan beklemek demektir.
İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur’an-ı kerim’de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder, onlara yardım ederek derecelerini yükseltir. Ücret ve mükâfat alan herkesin mükâfatı sınırlı olacağı halde, sabredenlerin ecri sınırsız ve hesapsız olur. İmanın aslı sabırdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabırdır, iman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Ahlâkın da, ilmin de, amelin de başı sabırdır. Nefis terbiyesinin en mühim bir merhalesidir, insanın saâdet sırrıdır. İmtihan sabırla verilir, ibtilâlar sabır sayesinde küçülür. Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Mümin sabrı nispetinde derece alır ve terakki eder. Rızâ makamına sabırla kavuşulur, kalp de sâfileşir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Asır sûre-i şerif’inde buyuruyor ki:
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk’ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (Asır: 1-3)
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor. İnsan iman edip amel etmezse, o iman onu kurtaramıyor.
Kişi iman etmekle beraber, amel-i sâlih işlerse, Hakk’ı bilir Hakk’ı tavsiye ederse, Hakk’ta sabreder ve sabrı tavsiye ederse hüsrandan kurtulmuş oluyor.
Buradaki sabır, kötülüklerden içtinab etmek ve ettirmektir.
Bu Asır Sûre-i şerif’inde öyle incelikler var ki, Allah-u Teâlâ lütfetmeyip hiçbir Âyet-i kerime indirmeseydi, nizam-ı ilâhî için bu sûre-i şerif kâfi gelirdi.
Buna rağmen yine herkes tehlikededir. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük tehlike üzerindedir.” (K. Hafâ)
Bu Hadis-i şerif’e bakılırsa durum cidden çok korkunçtur.
Sabır bu derece önemli olduğu gibi, mümin kardeşlerine sabrı ve merhameti tavsiye etmek de o kadar önemlidir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de müminlere duâlarında şöyle söylemeleri beyan buyurulmaktadır:
“De ki: Ey Rabb’im! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.” (Müminûn: 118)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müslümanlar arasında en çok yerleştirmeye çalıştığı ve üzerinde durduğu yüksek ahlâkî meziyet, hiç şüphesiz ki merhamettir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlara merhamet etmeyenlere Allah merhamet buyurmaz.” (Buhârî)
Merhamet, acıyıp esirgemek demektir. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat ve merhamet göstermek, emsallere karşı da müsamahalı davranmak dinimizin üzerinde durduğu ahlâki faziletlerdendir.
Bu Âyet-i kerime’lerde yapılan iyiliklerin, amel ve ibadetlerin ancak imanla birlikte yapıldığı takdirde menfaat vereceği belirtilmektedir.
“İşte bunlar, sağ tarafta yerlerini alan sağın adamlarıdır.” (Beled: 18)
Kitapları sağ tarafından verilecek olan Ashâb-ı yemin, amel-i sâlih işlemekte en ileri giden, hem kendilerine hem de başkalarına huzur ve menfaat veren uğurlu kimselerdir.
“Amelini halis kıl”
Amel ve ibadetlerde ihlâs üzere bulunmak, her işte yalnız Allah rızâsını gözetmek, O’nun rızâsından başka şeyleri karıştırmamak şarttır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ve yalnız Rabb’ine rağbet et!” (İnşirah: 8)
O’nun dışındaki sebep veya gayelerde duraklayıp kalma, başka maksada bağlanma, bütün niyet ve çalışmalarında ancak O’na yönel. Allah için çalışana Allah yeter.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O gün ki ne mallar fayda verir, ne de oğullar. Meğer ki Allah’a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuarâ: 88-89)
Ahirette geçer para kalb-i selimdir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Dini Allah’a has kılarak ihlâs ile kulluk et. Dikkat edin, halis din Allah’ındır.” (Zümer: 2-3)
Allah-u Teâlâ kendi rızâsına mahsus olandan başkasını kabul etmez.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Sizden hiç kimse amel ve ibadeti ile kurtulamaz.” buyurdular. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz “Sen de mi yâ Resulellah?” diye sordukları zaman “Evet” buyurdular, “Meğer Allah-u Teâlâ rahmeti ve fazlı ile beni koruya.” (Müslim)
Demek ki bir insanın kendisine dayanması, kendisine güvenmesi, ibadetlerini ileri sürmesi en büyük cehalettir. Bu güvenenlerin hepsi, nefis putuna dayanmaktan ileri gelir.
“Amelini halis kıl. Çünkü Allah basirdir, her şeyi her yapılanı görür.”
İmam-ı Şârani -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin kırkbin Hadis-i şerif’ini ezberledim. Sonra onların içinden kırkını seçtim. O kırklar içinden dördünü, dördünün içinden de birini seçtim. Eğer bununla amel edersem kurtulacağıma kanaat getirdim.
Buyururlar ki:
“Dünyada kalacağın kadar dünya için çalış. Ahirette kalacağın kadar ahiret için çalış. Allah’a muhtaç olduğun kadar Allah için amel işle. Cehennem azabına tahammülün nispetinde de orası için çalış.”
Dünya hayaldir, ne ki varsa serî’üz-zevaldir. Ahiret de ebedîdir. Şu halde ebedi hayatının sermayesi için çalış.
Nitekim Allah-u Teâla Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Kendinize azık edinin. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvâdır.” (Bakara: 197)
Allah-u Teâlâ dünya hayatında yolculuk için kullarına azık edinmelerini emredince, ahiret için de azık edinmelerinin yolunu göstermektedir.
Âyet-i kerime’den anlaşıldığına göre; insan için iki yolculuk kararlaştırılmıştır. Birisi dünyada yolculuk, birisi de dünyadan yolculuktur. Dünyada yolculuk için yiyecek, içecek, binecek ve gerektiğinde harcayacak azık lâzım olduğu gibi, dünyadan yolculuk için de azık lâzımdır. Bu da mârifetullah ve muhabbetullahla, O’nun hıfz-u himayesi altına girmekle olur. Bu takvâ azığı diğerinden daha hayırlıdır.
“Ey akıl sahipleri! Benden korkun!” (Bakara: 197)
Benim emirlerime aykırı davranmaktan sakının.
Dünyada Ulvi Hayat:
Allah-u Teâlâ dünya nimetlerini, dostları olan müminlere has kılmıştır. İnanmayanlar her ne kadar ortak olsalar da, bu nimetler dünya hayatında Allah’a inanan ve ibadet edenler için yaratılmıştır. Kıyamet günü ise sadece onlara tahsis edilecek, inanmayanlardan hiç kimse bu nimetlere eremeyeceklerdir. Zira cennet kâfirlere haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resul’üm! De ki: Allah’ın, kulları için yarattığı süsü ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmış?
De ki: Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde ise yalnız inananlara tahsis edilmiştir.
İşte biz bilen kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Â’raf: 32)
O ziynetlerin o temiz yiyeceklerin başlıcası, müminlerin istifadesi için yaratılmıştır. Mümin olmayanların bunlardan bu dünyada istifade etmeleri ise geçici bir zamandır. Ahirette bu nimetlere iştirak edemeyecekleri gibi, birçok cezalara ve azaplara maruz kalacaklardır.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki dünyadan el etek çekmek esas değildir. Müslümanların meşru surette dünyadan faydalanması gerekir.
Allah-u Teâlâ’nın rahmet hazinelerinin sonu yoktur. O’nun dünyevî ve uhrevî bütün nimetleri birer saâdet vesilesidir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizin yanınızda olanlar tükenir, Allah katında olanlar ise bâkidir, tükenmez.
Sabredenlerin karşılığını, yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.” (Nahl: 96)
Onlar, yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını âhirette almak için sabırla beklerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler.
Bu gibi kimseler bol bir rızka nail olurlarsa şükrederler, âhiret mükâfatlarına namzet olurlar. Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler, kısmetlerine râzı olurlar, bunun için de âhiret mükâfatlarına namzet olurlar.
Mümin olarak amel-i sâlih işleyen herkesi, hoş ve güzel bir hayat ile yaşatacağına dair Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde buyurur ki:
“Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak salih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız. (Âhirette ise) mükâfatlarını yaptıklarının en güzeli ile ödeyeceğiz.” (Nahl: 97)
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip salih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânîdir.
Mümin, insanın rızkının Allah-u Teâlâ’nın takdiri ve tedbiriyle olduğunu bildiği için, ilâhi taksime râzı olur, rızkı ne kadar az da olsa kalbi rahat eder. Kâfirin ise kanaatı olmadığından, rızkı ne kadar çok ve zengin de olsa kalp darlığından kurtulamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip amel-i sâlih işleyenlerin kötülüklerini elbette örteriz ve onlara yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.” (Ankebut: 7)
O, Allah-u Teâlâ’ya en güzel bir şekilde ihlâsla yöneldiği için, Allah-u Teâlâ da onu dünyada en güzel bir şekilde yaşatır. Her şeyden önce ona huzur verir, ona her şeyin en güzelini ihsan ve ikram eder. O, Allah-u Teâlâ’yı seçmiş. Allah-u Teâla da onu dünyada seçmiş, dünyasını cennete çevirmiş, her şeyi ile beşeriyete numune kılmış.
Bir Âyet-i kerime’sinde:
“Salihlerin işini O görür.” buyurmaktadır. (A’raf: 197)
Binaenaleyh onlar hem dünyada gönül cennetindedirler, ahirette ise zâhiri cennetin içindedirler. Bu zâhiri cennet de oraya buradan intikal ediyor.
Bu husus çok mühimdir.
Kişi dünyada kiminle ise, ahirette de onunladır. Sevenler orada beraber olacaktır. Yaşayan bunun için yaşasın, ötesi hep boş. Fakat insan bu boşluğu ölünce anlayacak. Gerçekten de ötesi boşmuş, amma iş işten geçti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“O günde ki bütün gizli sırlar meydana çıkar.” (Târık: 9)
İşte o gün gözleri tam açılır.
Bu beyanlardaki gayemiz; kişi kendisini aynada görsün ve gideceği yeri de şimdiden bilsin.
Nitekim Resulullah -salallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” buyurmuşlardır.
O kişi bu hayatı tercih etmişti, bu hayatın neticesi de budur.
Ahirette de Ulvi Hayat:
Müminlere ahirette amellerine göre nur verilecek, yüzleri de gece karanlığındaki ayın parlaklığı gibi parlayacaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde itaatkâr müminlerden ve nurlarından haber vererek şöyle buyurmuştur:
“O günde erkek müminlerle kadın müminleri önlerinden ve sağlarından nurlarını koşarken görürsün.” (Hadid: 12)
Onlara şöyle denilir:
“Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler sizindir.” (Hadid: 12)
“İşte büyük kurtuluş budur!” (Hadid: 12)
Cennete girmekten daha büyük kurtuluş olabilir mi?
İşte geldik işte gidiyoruz. Bu nur dünyada kazanılır, dünyadan ahirete intikal eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb’inden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
Dünyada iken küfür ve diğer günahlardan nefsini sakındıran muttaki kullar cennette bağlar ve bahçeler içinde, akan pınarların kenarlarında refah ve saâdet içinde yaşarlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Muttakiler Rabb’lerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunurlar.
Çünkü onlar bundan önce dünyada güzel davranırlardı.” (Zâriyat: 15-16)
Bu pınarlar o bahçelerde gezilebilecek yerlerin sonuna kadar akar. Orada hiç kimse susuzluk görmez ve hiç susamaz. İçmek isteyen zevk için içer. Bu pınarların akışını seyretmek bile insana ayrı bir huzur verir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Orada birbirlerinden kadeh alıp verirler. Amma onu içenler ne boş bir söz söylerler, ne de günaha girerler.” (Tur: 23)
Kendilerine içilecek şeylerin en vasıflısı, en güzeli takdim ediliyor. Sunulacak kadehler de suyun vasfı ile vasıflanmıştır. Bitip tükenmelerinden ve boşalmalarından yana endişeleri olmayacak şekilde, akıp duran ırmaklar şaraplarla doludur.
“O içkide ne sersemletme vardır, ne de onunla sarhoş olurlar.” (Saffât: 47)
Tadı gibi rengi de güzeldir. Çok nefis ve lezzetlidir. Başağrısı yapmaz, şuuru zedelemez, aklı gidermez. Tatlı bir rehavet ve uzun süre neşe verir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde “Ebrar” adı verilen müminlere bahşedilecek ikram ve ihsanları arzederken şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine ağzı kapalı, mühürlü, saf bir içki içirilir. Sonunda misk kokusu bırakır.” (Mutaffifin: 25-26)
Onun içine hiçbir şey karışmamıştır, tortusu yoktur. Allah-u Teâlâ onlara o içkiyi öyle güzelleştirmiştir ki, sonunda misk gibi olur. Mühürlü olması, içecek olanların şerefini artırmak içindir. Bu mühürleri ancak kendileri açabileceklerdir. Bu ise ona ihtimam gösterildiğini belirtir.
Çünkü onlar dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı tercih ettiler, yalnız O’na ihtimam gösterdiler. Allah-u Teâlâ da bunu bildiği için bu ikramı yalnız onlara yapıyor.
Böyle pek nefis bir nimete nail olanlara elbette imrenmek gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Yarışanlar bunun için yarışsınlar, imrenenler buna imrensinler.” (Mutaffifin: 26)
Asıl imrenmenin dünyada iken olması gerekir. Onun Hazret-i Allah’a ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bağlılığına imren ki, bu lütuf ve ihsana nail ve mazhar olasın.
Âyet-i kerime’de geçen saf içkinin bir vasfı da:
“Onun karışımı tesnimdendir.” (Mutaffifin: 27)
“Tesnim”; cennet içkilerinin en güzeli, en üstünü ve en değerlisidir. Cennetin gayet yüksek yerlerinden geldiği için Tesnim denilmiştir.
“Ebrar” olanlara o saf içkiden içirileceği zaman içine Tesnim’den de bir miktar karıştırılır. Katık olarak verilir. Bu da onlar için büyük bir lütuftur.
Tesnim’i katıksız olarak içmek Allah-u Teâlâ’ya yaklaştırılmış olan “Mukarreb”lere mahsustur.
Cennet şaraplarının en güzeli ve değerlisi olan Tesnim’den “Mukarreb”ler saf olarak aynen içerler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bu öyle bir pınardır ki, ondan sadece Allah’a yakın olan Mukarrebler içer.” (Mutaffifin: 28)
Çünkü onlar dünyada iken saftı, temizdi ve güzeldi. Çünkü onlar güzel ile idiler, kalplerinde yalnız O’nun muhabbetini yaşatırlardı.
“Biz sadece Allah’a rağbet edip gönül bağlayanlardanız.” diyenler onlardır. (Tevbe: 59)
“Rabb’lerine gönülden boyun eğenler.” de onlardır. (Hud: 23)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır. İhlâsı kalbine döktüğü kullardır.
Bir Hadis-i kudsi’de buyurur ki:
“İhlâs sırlarımdan bir sırdır. Onu kullarımdan sevdiklerimin kalbine koyarım. Melek yazmak için, şeytan da ifsad etmek için ona muttali olamaz.”
İşte o sır sebebi ile bu esrâra vâkıf olurlar. Onların mertebesine artık hiçbir kimsenin çıkması mümkün değildir.
Dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı tercih edip, yalnız O’na rağbet edip, O’nunla beraber olmak istedikleri gibi; Allah-u Teâlâ da şimdi onları tercih etmiş, onlarla beraber olmak istiyor.
Bu mânevi kurbiyete mazhar olmayanlar o pek güzide pınarın suyundan içmek şerefine nail olamazlar.
Çünkü o dünyada iken başka yerlerden lezzet alıyordu. Bunlar ise yalnız Hazret-i Allah’tan lezzet alanlardır.
Tesnim adı verilen bu pınar Mutaffifin sûre-i şerif’inin 25. Âyet-i kerime’sinde geçen “Ağzı mühürlü saf içki”den daha üstün ve daha güzeldir.
Onlar nasıl ki has olarak Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a yönelmişlerse, Allah-u Teâlâ en hasını da onlara bahşeder. Bu onlara bir ikram-ı ilâhîdir.
“Siz saf ve temiz bir kalp ile beni seçmiştiniz, ben de en saf ve en temizini size ikram ediyorum.”
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Rabb’leri onlara tertemiz bir içki içirir.” (İnsan: 21)
Bu doğrudan doğruya âlemlerin Rabb’i tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak bir şekilde saf, tertemiz bir içkidir. Bu, Cemâlullah’a kavuşma neşesidir.
Ve onlara şöyle denir:
“Bu sizin için bir mükâfattır, çalışmalarınız mükâfata lâyık görülmüştür.” (İnsan: 22)
Çalışanlar Allah-u Teâlâ’nın verdiği sermaye ile çalışırlar, eğer O sermaye koymazsa sen çalışamazsın. Çalışırsın, fakat nefsinle çalışırsın.
Allah-u Teâlâ senin kalbine sermayesini ihsan ederse, O’nun lütuf sermayesi ile O’nunla alış-veriş yapabilirsin, ibadet-taat yapabilirsin.
Bütün iyilikler Allah-u Teâlâ’dan gelir, O’ndan gelmeyince bu da bulunmaz.
Allah-u Teâlâ onlara o lütfu ihsan buyurmuş, o lütuf ile O’nunla alış-veriş yapıyor. En güzel alış-verişi de onlar yapıyor. Ondaki para kimsede bulunmaz.
Mukarrebler Huzur-u İlâhî’de bütün mertebelerin ilerisinde bulunan öncülerdir.
“Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar. İşte onlar (Allah’a en çok) yaklaştırılmış olanlardır, Naim cennetindedirler.” (Vâkıa: 10-11-12)
Çünkü dünyada da Hazret-i Allah iledir, orada da Hazret-i Allah iledir.
Tesnim onların şarabıdır. Onlar Tesnim ile kanar, onunla lezzet alırlar.
Tesnim cennet pınarlarının en üstünü olduğu gibi, mukarrebun da cennetliklerin en üstünüdür.
Ruhani cennette Tesnim, mârifetullah ve O’nun Cemâl-i bâkemâl’ine nazar lezzetidir. Mukarrebun Tesnim’den başkasını içmezler, yani ancak Allah-u Teâlâ ile meşgul olurlar.