HÂKKA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
ÇARPACAK OLAN FELÂKET
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Kalem sûre-i şerif’i gibi, Mekke-i mükerreme döneminin başlarında ilk nâzil olan Sûre-i şerif’lerin arasındadır. Elli iki Âyet-i kerime, dört yüz seksen kelime ve bin elli altı harften müteşekkildir.
İsmini ilk Âyet-i kerime’deki “Hâkka” kelimesinden alır. “Hak, hukuk, her şeyin ortaya çıkacağı gün, meydana gelmesi gerekli olan saat.” mânâsına gelen bu kelime, önceden haber verilen bir musibetin başa gelmesiyle ilgili olarak kullanılır. Kıyamet gününde “Haşir”, “Mizan”, “Muhasebe”, “Sırat”, “Cennet” ve ”Cehennem” gibi Allah-u Teâlâ’nın önceden haber verdiği durumlar gerçekleşip, bütün yapılanlar karşılığını bulacağı için “Kıyamet günü”ne bu isim verilmiştir.
Ayrıca Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı’na inanmayan geçmiş milletlerin helâk oluşunu anlatmak için de kullanılır. Nitekim görüldüğü üzere “Hâkka”nın mânâsını açıklayan Âyet-i kerime’nin ardından Âd ve Semûd kavimlerinin helâkine dâir haberler yer almaktadır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle ahiret âlemi hakkında insanları uyararak onları imana ve tedbirli olmaya yöneltmektedir.
İki bölümden meydana gelmiş olup, otuz yedinci Âyet-i kerime’ye kadar; Âd, Semûd, Firavun ve Lût kavimlerinin “Hâkka”ya uğradıkları, Peygamberler’i yalanlamaları sebebiyle helâk edildikleri haber verilmektedir.
Sûr’a üfürüldüğü zaman dünyanın harap olması, dağların darmadağın edilmesi, göklerin yarılması gibi korkunç durumların meydana gelmesi gözler önüne serilmektedir.
Kâfirlerin çekecekleri asıl cezanın ahirette olacağı, en büyük azaplarla karşılaşacakları açıklanmaktadır.
Arşını sekiz meleğin taşıdığı Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde herkesin hesaba çekileceği o müthiş günde; mümine kitabının sağ tarafından verileceği, kâfire ise sol tarafından verileceği, kendisine zillet ve horluk isabet ettirileceği, ne kadar zavallı olacakları, âciz ve yardımcısız kalacakları anlatılmaktadır.
Hesabını verenlerin cennet-i âlâ’da sonsuz nimetlerle bahtiyar olacakları; Allah’a inanmayan ve yoksullara yardım etmeyenlerin zincirlere vurulacakları, müşfik bir dostları bulunmadığı için de hiç kimseden hiçbir yardım göremeyecekleri bildirilmektedir.
İkinci bölüm ise; otuz sekizinci Âyet-i kerime’den Sûre-i şerif’in sonuna kadar, Kur’an-ı kerim’e yapılan iftirâlara cevap mahiyetindedir.
Görülen ve görülmeyen ilâhî kuvvetlere yemin edilmekte; Kur’an-ı kerim’in sıradan bir söz olmadığı, âlemlerin Rabb’inden gelen bir vahiy olduğu, ona bilmeden “Şâir sözü” veya “Sihirbaz sözü” demenin yanlışlığı ortaya konulmaktadır.
Kur’an-ı kerim’in takvâ sahipleri için bir öğüt, kâfirler için bir iç yarası olduğu belirtildikten sonra onun şiir, kehânet, zan ve tahmin cinsinden bir bilgi olmayıp saf bir hakikat olduğu ifâde edilmektedir.
Allah-u Teâlâ’nın ism-i şerif’ini tenzih ve tesbih etmeyi, O’nu saygı ile anmayı emreden Âyet-i kerime ile sona ermektedir.
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
“Müslüman olmadan önce Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet ve kötülük etmek niyetiyle evden çıkmıştım. Harem-i şerif’e vardığımda baktım ki o benden önce gelmiş namaz kılıyordu. Usulca gittim ve arkasına dikildim. Hâkka sûresi’ni okumaya başladı. Kur’an’ın selis üslûbuna hayran kaldım. Kendi kendime Kureyş’in dediği gibi: ‘Olsa olsa bu adam bir şâirdir!’ diye düşündüm.
Tam o sırada: ‘O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 41) âyetini okudu.
Bu defa içimden: ‘Şâir değilse kâhindir!’ diye geçirdim.
Hemen: ‘O bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!’ (Hâkka: 42) âyetini, ardından da sûreyi sonuna kadar okudu.
Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı, işte o günden sonra İslâm sevgisi gönlümde yer etmeye başladı.” (Ahmed bin Hanbel)
Gerekli Olan Gün:
Kıyamet günü kesinlikle gerçekleşecektir. Hakk’a ve hakikate uyanların hayırla, Hakk ve hakikatten yüz çevirenlerin de şerle karşılık görmesi mutlaka meydana gelecektir.
“Gerçekleşecek olan. Nedir o ‘Gerçekleşecek olan?’ Gerçekleşecek olanın ne olduğunu sen bilir misin?” (Hâkka: 1-2-3)
Her bir iyilik ve kötülüğe, doğruluk ve eğriliğe ceza ve mükâfatın hak olduğu zaman kıyamet günüdür. Bütün yapılanların içyüzü o gün ortaya çıkar.
Bu soru hadisenin büyüklüğünü ve korkunçluğunu göstermek için yeterlidir. Kıyametin şiddet ve dehşetinin azametini, yaratıklardan hiç kimsenin zekâsı ve kavrayışı aslâ tahmin ve takdir edemez. Haber vermekle bilinemez, hiçbir tasavvura sığmaz. Ancak fiilen gerçekleştiği zaman görülür ve anlaşılır.
İman esaslarından olduğu için bütünüyle inanmak gerekmektedir. Kıt akıllı, kısır düşünceli kimseler, kıyameti tasdik etmezler, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederler, yalan-yanlış fikirlerinde ısrar edip dururlar.
Çarpacak Olan Felâket:
Allah-u Teâlâ Mekke kâfirlerine, onların şahsında bütün beşeriyete hatırlatmak ve onları korkurtmak için, kıyameti yalanlayanların başlarına gelen felâketleri anlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Semud ve Âd kavimleri başlarına çarpacak olan felâketi yalanlamışlardı.” (Hâkka: 4)
Yalanladılar da ne oldu?
“Bu yüzden Semud kavmi tâğıye (pek korkunç bir ses) ile helâk edildiler.” (Hâkka: 5)
Yapmış oldukları inkâr ve yalanlamalar, azgınlık ve şirretlikler bardağı taşırınca, ilâhî azabın inmesi mukadder oldu. Böylece de bu azabın açık bir hedefi hâline geldiler.
Artık tartışma bitmiş, ceza zamanı gelmişti. Allah-u Teâlâ kasırga şeklinde bir rüzgar halketti.
“Âd kavmi de uğultulu, önünde durulmaz bir rüzgarla yok edildiler.” (Hâkka: 6)
Öyle ki bu şiddetli rüzgâr çadır ve buna benzer eşyaları birer çekirge gibi gök ile yer arasında uçuruyordu. Rüzgârın bu dehşetini gören halk, bunun bir azap olduğunu anladılar. Dışarıda durabilmek imkânını göremeyince sağlam diye bildikleri evlerine ve dağları yontarak yaptıkları meskenlerine kapandılar.
Bu fırtınalı rüzgârın girmediği ve harap etmediği yer yoktu. Dev ağaçları köklerinden söküp deviriyor, evlerin kapılarını ve pencerelerini uçuruyor, içindekileri önüne katıp savuruyor, herşeyi darmadağın ediyordu.
“Allah onu yedi gece sekiz gün ardarda onların üzerine musallat etti.” (Hâkka: 7)
Korkunç bir ses çıkararak vadiyi kaplayıp gelen bu şiddetli rüzgâr Âd kavmi üzerine hiç durmaksızın esmiş, sekiz gün sonra onlardan ölmedik tek fert bırakmamıştır.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Âd kavminin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine kasıp kavuran rüzgârı göndermiştik.” (Zâriyât: 41)
Bu fırtınalı kısır rüzgâr estikçe esiyor, yağmur yerine felâket ve ölüm getiriyor, herşeyi toza çeviriyordu.
“Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.” (Zâriyât: 42)
Allah-u Teâlâ “Kahhar” sıfatı ile tecellî edince, azabı ve hükmü inince; ne kaba kuvvetin bir yararı olur, ne de tedbirin bir yararı olur.
“O kavmi oracıkta içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş halde görürsün.” (Hâkka: 7)
Hiçbirinin gıkı çıkmadı, herbiri parça parça yerlere serildi!
“Şimdi onlardan hiç geri kalan görüyor musun?” (Hâkka: 8)
Âd kavmi sanki başka memleketlerde helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarından hiç bir iz ve işaret kalmadı. Geride sadece taş toprak yığınları, yıkık meskenleri, kırık dökük sütunları, yüzükoyun devrilmiş putları kaldı.
“Firavun, ondan öncekiler ve altüst olmuş şehirlerde oturanlar da hep günah işlediler.” (Hâkka: 9)
Sonunda da belâlarını buldular!
“Böylece Rabb’lerinin peygamberlerine isyan ettiler.” (Hâkka: 10)
Kendilerine gönderilen peygamberlerine itaat etmedikleri gibi, muhalefette bulunmaktan bir an bile uzak kalmadılar.
“O da onları şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakalayıverdi.” (Hâkka: 10)
Çünkü onlar Hakk ve hakikate isyan etmekle en büyük suçu işlemişlerdi. Cezalarını da böylece görmüş oldular.
Gönülden İnananların Kurtuluşu:
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış kâfir kavimlerin hazin âkıbetlerini hülâsa olarak açıkladıktan sonra inananları kurtardığını beyan ederek, yaşamakta olan müminlere büyük bir ümit ve güven vermektedir:
“Su iyice kabarıp taştığı vakit, şüphesiz ki yüzüp giden gemide sizi biz taşıdık.” (Hâkka: 11)
Gemileri taşımak üzere Allah-u Teâlâ’nın denizi insanların emrine vermiş olması da O’nun yaratıcı kudretinin, ilâhî azametinin bir delilidir, ayrıca bir ibret numunesidir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Onların zürriyetlerini (soylarını) dopdolu bir gemide taşımış olmamız da onlar için büyük bir ibrettir.” (Yâsin: 41)
Allah-u Teâlâ’nın Nuh Aleyhisselâm ile birlikte ona inananları kurtardığı ve Âdem Aleyhisselâm’ın soyundan bu inanmış olanlardan başka kimsenin yeryüzünde kalmadığı Nuh Aleyhisselâm’ın gemisi de bu gemilerin ilkidir.
Allah-u Teâlâ bu gemide Âdem Aleyhisselâm’ın zürriyetini yani Nuh Aleyhisselâm ile ashâbını taşımıştır. Âdem Aleyhisselâm’ın onların dışındaki bütün nesli helâk olmuştur. Nitekim kıyamete kadar bütün insanlık bu nesilden gelmektedir. Şu anda yeryüzünde bulunan insanların esası gemide babalarının sulbünde mevcut olduğu için Allah-u Teâlâ: “Zürriyetlerini gemide taşıdık.” buyuruyor.
Allah-u Teâlâ atalarını kurtarmış olmasına rağmen, onların sulplerinden gelen nesillerin birçoğu şükretmesini bilmemişler, ders almamışlardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın diye.” (Hâkka: 12)
Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır. Öyle kimseler de vardır ki dinler, dinlediklerini aklında tutar, gönlüne sindirir. Ondan ders ve ibret alır, istikamet üzerinde bulunur.
Dünyada gelip geçen her hadisede birçok hikmetler olduğu gibi, bu hadiselerde, sonra gelen nesiller için birçok dersler ve ibretler vardır.
Şu halde Hakk’a gönül veren bir müslümanın bu ibretli hadiselerden ders alarak nefsini tezkiye, ruhunu tâlim ve terbiye etmeye çalışması, yolunu ve yönünü doğrultması lâzımdır.
___________________________________________________________________________
HÂKKA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
KIYAMET SAHNELERİ
Kıyamet Sahneleri:
Allah-u Teâlâ kıyamet koptuğu zaman dağların o muhteşem cesametleri ile beraber köklerinden sökülüp yürütüleceğini, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılacağını Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Sûr’a ilk nefha üflendiği, yer ve dağlar kaldırılıp birbirine şiddetle çarpılarak darmadağın edildiği zaman; işte o gün olacak olur, kıyamet kopar.” (Hâkka: 13-14-15)
O sarp kayalar, o ulu dağlar sertliklerine rağmen, ufalanır ufalanır, yumuşak kum yığını haline gelirler. Ağırlıklarını kaybedip yerlerinden sökülerek yürütülürler, hiçbir iz kalmamacasına kaybolup giderler.
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini içine alacak ölçüde olacaktır.
“Gök de yarılır ve artık o gün düzeni bozulur.” (Hâkka: 16)
Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır. Gücünü, kuvvetini, özelliğini kaybeder, çalkalana çalkalana yarılır.
O gün gök açılır ve kapı kapı olur, meleklerin inmesi için yol ve geçit hâline gelir. Parçalanıp dağılan göklerin çevresinde sayısı belirsiz melekler bulunacak, Allah-u Teâlâ’nın emriyle görev yapacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Melekler de (göğün) etrafındadır. O gün Rabb’inin arşını, onlardan başka sekiz melek yüklenir.” (Hâkka: 17)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bugün için Arş’ı taşıyan meleklerin sayısının dört olduğunu, kıyamet günü olunca Allah-u Teâlâ’nın onların yanına dört melek daha verip onları destekleyeceğini, böylece sayılarını sekize yükselteceğini beyan buyurmuştur.
Câbir -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana şöyle söyledi;
‘Arş’ı kaldıran meleklerden bir melekle ilgili size bilgi vermem için bana izin verildi: İki kulak yumuşağıyla boyun arasındaki mesafe yediyüz yıldır.’” (Ebu Dâvud. Sünnet: 18)
Amel Defterlerinin Dağıtılması:
Mahşer yerinde dünyada iken Kirâmen Kâtibîn meleklerinin yazdıkları amel defterleri sualden önce herkese dağıtılır.
İyilik olsun, kötülük olsun, amellerin karşılığı verilecektir. İyilik yapmış olan kimse mükâfatını tam alır, kötülük yapmış olan da cezasını eksiksiz alır.
O gün muhasebe günü olduğu için kâr ve zarar o günde meydana çıkar. Zarar edenler zarar ettiklerini bilirler, lâkin bu kendilerine hiçbir fayda sağlamaz.
Her türlü itiraz, mazeret beyan etme, özür dileme kapıları kapanır. Şüpheler kalkar, ihtilâflar giderilir, hiç kimseye haksızlık edilmez. Allah-u Teâlâ suçsuz insana ceza vermez, iyilik yapanları da mükâfatsız bırakmaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün siz huzura arzolunursunuz ve hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.” (Hâkka: 18)
Doğru yolu seçenlerin amel defterleri sağ ellerine verilir, yanlış yolu ve bâtılı tercih edenlerin ise sol ellerine verilir veya arkalarından verilir. Sağ taraf veya sağ el, ferahlık ve uğurun, feyiz ve bereketin; sol taraf veya sol el, sıkıntı ve uğursuzluğun sembolüdür.
Kıyamet gününde ise sağ tabiri, kurtuluş ve bahtiyarlığın; sol tabiri ise felâket ve bedbahtlığın delili sayılır.
Allah-u Teâlâ’ya gönül vermiş hakiki müminler dünyada iken; öldükten sonra dirilmeye, oradaki hesap, azap ve mükâfata inanırlardı. Mahşerde onların amel defterleri sağ ellerine verilince, hiç şaşırmadan, gönül huzuru ile kendilerinin kurtulanlar safından olduğunu anlarlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kitabı sağ eline verilen kimse: ‘Alın kitabımı okuyun! Ben zaten hesabıma kavuşacağımı sezmiştim!’ der.” (Hâkka: 19-20)
Gerçekten de o, bu günü ile karşılaşacağını kesinlikle biliyordu. Bunun için de imanına iman kattı. Rabb’inin râzı olacağı, hoşnut kalacağı işlerde yarışırcasına gayret gösterdi. İbadet ve taatlarını ihlâs ve sabırla yerine getirdi. Mevlâ’sına sığındı, duâ ve tazarruda, naz ve niyazda bulundu. Günahlarının acısını içinde duyarak tevbe ve istiğfar etti. Nefsini kötülüklerden, şeytanın iğvalarından uzak tuttu.
Sözünde, sohbetinde hep bunu dile getiriyordu. Şimdi ise duyduğu, bildiği, yaşadığı bu hakikatlerle karşı karşıya gelmiş durumda. İmanını gözüyle görüyor. Bahtiyarlığın şâhikasına yükselmiş, saâdetten uçuyor. Bu mutluluğunu yakınlarına da duyurmak istiyor, ki nâil olduğu nimete onlar da sevinsinler.
Onların hâl ve şanları bizim her türlü takdirimizin fevkinde güzeldir. Uğur ve bereketleri gerçekten de gıpta edilecek bir durumdur. Nâil olacakları nimetlerden dünyada haber vermek mümkün değildir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kimlerin amel defterleri sağından verilirse, işte onlar kitaplarını okurlar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmazlar.” (İsrâ: 71)
Bunlara “Sağcılar” mânâsına gelen “Ashâb-ı yemin” denilir. Cennete girmeyi hak eden ve hesapları kolayca görülecek olanlar bunlardır, sevinçleri sonsuzdur. Bu onların, cennete girme ve onun nimetlerinden faydalanma hususunda şereflerinin yüceliğini ifâde eder.
Amel defterini soldan veya arkadan alanlara da “Ashâb-ı şimâl” denilir. Çetin bir hesap görecek ve cehenneme gidecek olanlar bunlardır.
Bunlar hayatın yalnız dünya hayatı olduğunu zan ve iddia ediyorlardı. “Doğarız, yaşarız, yok olur gideriz.” diyorlardı. Yiyorlar, içiyorlar, eğleniyorlar, günlerini gün etmeye çalışıyorlardı. Ölümden sonra diriliş, oradaki hesaba çekiliş akıllarından bile geçmiyordu. Ne bir hazırlıkları, ne bir sermayeleri vardı. İmansızlıkları sebebiyle Allah-u Teâlâ onların bütün iyiliklerini boşa çıkarmıştır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kitabı sol eline verilmiş olanlara gelince, o da der ki:
‘Kitabım keşke bana verilmeseydi!’” (Hâkka: 25)
Defterinin sol ele verilmesi, nereye gideceğine ve nasıl bir cezaya çarptırılacağına işarettir. Bunu görünce açıkça rezil olmuş, artık cezadan kurtulamayacağı açıkça belli olmuş, durumu herkes tarafından öğrenilmiş, pişmanlığı da son haddini bulmuştur.
O sıkıntının verdiği temenni ile:
“Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!” der. (Hâkka: 26)
Orada göreceği azaba göre, ölüm acısı çok çok hafif olduğundan, ölüp de bir daha dirilmeyi ister:
“Ah! Keşke bu iş son bulmuş olsaydı!” (Hâkka: 27)
Halbuki dünyada iken ölümden daha çok hiçbir şeyden nefret etmezlerdi.
Sözlerine devam eder:
“Malım bana hiçbir fayda vermedi.” (Hâkka: 28)
Büyük bir hırsla topladığı malı-mülkü hiçbir yarar, hiçbir hayır sağlamadı.
“Saltanatım benden ayrılıp gitti.” (Hâkka: 29)
Ömür sermayesini mal toplama, mülk edinme yolunda harcamıştı. Sahip olduğu makam ve mevki ile gururlanıyor ve bundan büyük bir haz duyuyordu. Şimdi ise ne mal-mülk kaldı, ne de makam-mevki kaldı. Sadece hesabını yanlış tutmanın cezası kaldı.
__________________________________________________________________________________
HÂKKA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Şerefli Bir Peygamber
İşte Karşılarında Cehennem:
Kâfirler için en acı gün gelmiş çatmış bulunuyor. Herkes kendi şerrine, günahına ve sapıklığına uygun bir sıra içinde bulunur.
Cehennemin her kapısında son derece sert tabiatlı, güçlü kuvvetli ve sayılamayacak kadar çok miktarda merhametsiz zebâniler bulunur. Taraf-ı ilâhîden zebânilere emrolunur:
“Tutun onu! Hemen bağlayın!” (Hâkka: 30)
Ellerini ensesine bağlayın ki rezil rüsvay olsun!
“Sonra atın onu cehenneme!” (Hâkka: 31)
Sıcağında yansın. Çünkü o oraya müstehak olmuştu, onun son durağı cehennemdir.
“Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!” (Hâkka: 32)
Allah-u Teâlâ: “Tutun onu!” buyurduğu zaman yetmiş bin melek birden onun üzerine yüklenir, her biri boynuna zinciri geçirmek için çalışır.
Bu arşın meleklerin arşınıyladır.
“Çünkü o ulu Allah’a iman etmezdi.” (Hâkka: 33)
İmansızlık iliklerine işlemişti. Değil iman etmek, Yaratıcı’sının adını bile duymak istemezdi.
“Yoksulu doyurmayı teşvik etmezdi.” (Hâkka: 34)
Kendisi fakir-fukarayı gözetmediği gibi, başkalarını da teşvikte bulunmazdı, başkalarının onlara yemek vermesinden hoşlanmazdı.
“Bugün onun için candan bir dost yoktur.” (Hâkka: 35)
Ne bir acıyanı bulunur, ne de elinden tutanı bulunur. Cehennem ile kendisi arasında hiçbir engel kalmaz.
“Ancak günahkârların yediği, kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.” (Hâkka: 36-37)
Sadece kanlı irinle de kalmayacak, her türlü mülevves şeyleri yemek zorunda kalacaklardır.
Şerefli Bir Peygamber:
Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur’an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.
Şayet o, Kur’an-ı kerim’e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.
Kur’an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb’inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm’a izafe edilmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur’an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür.” (Hâkka: 38-39-40)
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin “Dikkat edin!” mânâsına geliyor. Gerçekten onu seven şereflidir, amma onu sevmeyen şerefsizdir. Çünkü ona o şeref ve izzet Hakk’tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, din kurucu bölücülerle, türemelerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder. Kahrından ötürü de ona çok şiddetli bir azap ile azap eder.
“O bir şâir sözü değildir.” (Hâkka: 41)
Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin, hükümlerine kulak verin. O ne şiirdir ne de nesirdir. Hiçbir şiirin ve nesirin Kur’an-ı kerim’deki fesâhat ve belâğata erişmesi mümkün değildir.
“Ne de az inanıyorsunuz!” (Hâkka: 41)
İlâhî beyanlarını tasdik etmiyorsunuz, böylece de iman şerefinden mahrum oluyorsunuz..
“Bir kâhin sözü de değildir.” (Hâkka: 42)
Kâhinlerin sözleri tutarsızdır, gerçekten uzaktır, zandan ibarettir.
“Ne de az düşünüyorsunuz!” (Hâkka: 42)
Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.
Allah-u Teâlâ burada ona şâir ve kâhin diyenlere cevap veriyor ve onu lütfuyla yâd ediyor.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şâir ve kâhin olmadığını, bizzat Zât-ı akdes’i tarafından indirilen Kur’an-ı kerim’i neşretmek için, emirlerini tebliğ etmek için seçtiği, sevdiği bir peygamber olduğunu beyan buyuruyor.
“Kur’an âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.” (Hâkka: 43)
Muhammed Aleyhisselâm onu olduğu gibi bildirmekle vazifeli ve çok şerefli bir peygamberdir. İşte Kur’an-ı kerim’in hakikati budur.
Bu sözleri kendinden uydurup katsaydı, Allah-u Teâlâ onu muhakkak yok edeceğini beyan ediyor.
“Eğer o Peygamber, bize karşı bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı; elbette biz onu kuvvetle yakalardık, sonra da kalp damarını koparırdık.” (Hâkka: 44-45-46)
O vakit ona değer vermek şöyle dursun, onu hemen helâk ederdik.
“Sizden hiç kimse onu koruyamazdı.” (Hâkka: 47)
Böyle bir durumda hiçbiriniz onunla bizim aramıza giremez, azabımı ondan savamazdı. Fakat o böyle bir şeyi hayalinden bile geçirmedi, ilâhî hükmü olduğu gibi tebliğ etti. Doğruluk ve güvenirliliği gün gibi ortadadır.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı saâdet’ten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir.
“Doğrusu o (Kur’an) takvâ sahipleri için bir öğüttür.” (Hakkâ: 48)
Kur’an-ı kerim’den faydalanabilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Her şeyden önce Hazret-i Allah’tan korkan, Âyet-i kerime’ler okunduğu zaman imanları artan müminler ondan faydalanırlar. Onun hidayeti ile yollarını bulurlar, dünyâ saâdetine âhiret selâmetine ererler.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Kur’an-ı kerim’in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki bu Kur’an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür.” (Târık: 13)
Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nûru ile aydınlanmaktır.
Allah’tan korkmayanlara gelince, onların kalpleri katılaşmış, kararmış, o nûru göremez olmuş, gaflet içinde kalmışlardır.
“Bununla beraber biz biliyoruz ki, içinizde onu yalanlayanlar vardır.” (Hâkka: 49)
Kur’an-ı kerim’in Allah kelâmı olduğunu bildiği halde; işine gelmediği, menfaatine ters düştüğü için bazı hükümlerini inkâr ve iptal etmeye kalkışmaktadırlar. Değil bir hükmünü, bir harfini bile inkâr eden dinden çıkar.
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenler işte bunlardır.
“Muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür (bir iç yarasıdır).” (Hâkka: 50)
Kur’an nûrunun etrafa yayıldığını, beşeriyetin nurlanmaya başladığını gördükçe içleri yandığı gibi; âhirette Kur’an nûruyla münevver olanların aldıkları mükâfâtı görünce, ebedi bir pişmanlık içinde kalırlar.
“Ve kesinlikle o, şüphe olmayan bir gerçektir.” (Hâkka: 51)
Yalanlayanların yalanlamalarına, hükümlerini çürütmeye çalışmalarına rağmen hakk’al-yâkin bir kitaptır. Kendisinde aslâ kuşku ve tereddüt bulunmayan doğru ve gerçek haberdir.
“Öyleyse yüce Rabb’inin adını tesbih et!” (Hâkka: 52)
O’nu şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih et.
Hâkka Sûresi’nin, "Kur’ân’ın Bir Şâir ve Kâhin Sözü Olmadığını" Beyân Eden Âyet-i Kerîme’leri, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-i Çok Etkilemişti:
Hâkka sûre-i şerîf’inin 40. 41. ve 42. Âyet-i kerîme’leri, müslüman olmadan önce Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-in kalbinde derin izler açmış; gönlünde İslâm’a karşı çok büyük bir meyil ve hayranlık uyandırmıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- bu ânı şöyle anlatır:
"Müslüman olmadan önce, Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet ve kötülük etmek niyetiyle evden çıkmıştım. Harem-i şerîf’e vardığımda, baktım ki o benden önce gelmiş namaz kılıyordu. Usulca gittim ve arkasına dikildim. Hâkka sûresi’ni okumaya başladı. Kur’ân’ın etkileyici üslûbuna hayran kaldım. Kendi kendime Kureyş’in dediği gibi; ‘Bu adam olsa olsa bir şâirdir!’ diye düşündüm.
Tam o sırada; ‘O bir şâir sözü değildir! Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 41) Âyet’ini okudu.
Bu defâ içimden; ‘Şâir değilse kâhindir!’ diye geçirdim.
Hemen; ‘O bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!’ (Hâkka: 42) Âyet’ini, ardından da sûreyi sonuna kadar okudu.
Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı; işte o günden sonra İslâm sevgisi gönlümde yer etmeye başladı." (Ahmed bin Hanbel, Müsned.)
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
ÇARPACAK OLAN FELÂKET
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Kalem sûre-i şerif’i gibi, Mekke-i mükerreme döneminin başlarında ilk nâzil olan Sûre-i şerif’lerin arasındadır. Elli iki Âyet-i kerime, dört yüz seksen kelime ve bin elli altı harften müteşekkildir.
İsmini ilk Âyet-i kerime’deki “Hâkka” kelimesinden alır. “Hak, hukuk, her şeyin ortaya çıkacağı gün, meydana gelmesi gerekli olan saat.” mânâsına gelen bu kelime, önceden haber verilen bir musibetin başa gelmesiyle ilgili olarak kullanılır. Kıyamet gününde “Haşir”, “Mizan”, “Muhasebe”, “Sırat”, “Cennet” ve ”Cehennem” gibi Allah-u Teâlâ’nın önceden haber verdiği durumlar gerçekleşip, bütün yapılanlar karşılığını bulacağı için “Kıyamet günü”ne bu isim verilmiştir.
Ayrıca Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı’na inanmayan geçmiş milletlerin helâk oluşunu anlatmak için de kullanılır. Nitekim görüldüğü üzere “Hâkka”nın mânâsını açıklayan Âyet-i kerime’nin ardından Âd ve Semûd kavimlerinin helâkine dâir haberler yer almaktadır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle ahiret âlemi hakkında insanları uyararak onları imana ve tedbirli olmaya yöneltmektedir.
İki bölümden meydana gelmiş olup, otuz yedinci Âyet-i kerime’ye kadar; Âd, Semûd, Firavun ve Lût kavimlerinin “Hâkka”ya uğradıkları, Peygamberler’i yalanlamaları sebebiyle helâk edildikleri haber verilmektedir.
Sûr’a üfürüldüğü zaman dünyanın harap olması, dağların darmadağın edilmesi, göklerin yarılması gibi korkunç durumların meydana gelmesi gözler önüne serilmektedir.
Kâfirlerin çekecekleri asıl cezanın ahirette olacağı, en büyük azaplarla karşılaşacakları açıklanmaktadır.
Arşını sekiz meleğin taşıdığı Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde herkesin hesaba çekileceği o müthiş günde; mümine kitabının sağ tarafından verileceği, kâfire ise sol tarafından verileceği, kendisine zillet ve horluk isabet ettirileceği, ne kadar zavallı olacakları, âciz ve yardımcısız kalacakları anlatılmaktadır.
Hesabını verenlerin cennet-i âlâ’da sonsuz nimetlerle bahtiyar olacakları; Allah’a inanmayan ve yoksullara yardım etmeyenlerin zincirlere vurulacakları, müşfik bir dostları bulunmadığı için de hiç kimseden hiçbir yardım göremeyecekleri bildirilmektedir.
İkinci bölüm ise; otuz sekizinci Âyet-i kerime’den Sûre-i şerif’in sonuna kadar, Kur’an-ı kerim’e yapılan iftirâlara cevap mahiyetindedir.
Görülen ve görülmeyen ilâhî kuvvetlere yemin edilmekte; Kur’an-ı kerim’in sıradan bir söz olmadığı, âlemlerin Rabb’inden gelen bir vahiy olduğu, ona bilmeden “Şâir sözü” veya “Sihirbaz sözü” demenin yanlışlığı ortaya konulmaktadır.
Kur’an-ı kerim’in takvâ sahipleri için bir öğüt, kâfirler için bir iç yarası olduğu belirtildikten sonra onun şiir, kehânet, zan ve tahmin cinsinden bir bilgi olmayıp saf bir hakikat olduğu ifâde edilmektedir.
Allah-u Teâlâ’nın ism-i şerif’ini tenzih ve tesbih etmeyi, O’nu saygı ile anmayı emreden Âyet-i kerime ile sona ermektedir.
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
“Müslüman olmadan önce Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet ve kötülük etmek niyetiyle evden çıkmıştım. Harem-i şerif’e vardığımda baktım ki o benden önce gelmiş namaz kılıyordu. Usulca gittim ve arkasına dikildim. Hâkka sûresi’ni okumaya başladı. Kur’an’ın selis üslûbuna hayran kaldım. Kendi kendime Kureyş’in dediği gibi: ‘Olsa olsa bu adam bir şâirdir!’ diye düşündüm.
Tam o sırada: ‘O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 41) âyetini okudu.
Bu defa içimden: ‘Şâir değilse kâhindir!’ diye geçirdim.
Hemen: ‘O bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!’ (Hâkka: 42) âyetini, ardından da sûreyi sonuna kadar okudu.
Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı, işte o günden sonra İslâm sevgisi gönlümde yer etmeye başladı.” (Ahmed bin Hanbel)
Gerekli Olan Gün:
Kıyamet günü kesinlikle gerçekleşecektir. Hakk’a ve hakikate uyanların hayırla, Hakk ve hakikatten yüz çevirenlerin de şerle karşılık görmesi mutlaka meydana gelecektir.
“Gerçekleşecek olan. Nedir o ‘Gerçekleşecek olan?’ Gerçekleşecek olanın ne olduğunu sen bilir misin?” (Hâkka: 1-2-3)
Her bir iyilik ve kötülüğe, doğruluk ve eğriliğe ceza ve mükâfatın hak olduğu zaman kıyamet günüdür. Bütün yapılanların içyüzü o gün ortaya çıkar.
Bu soru hadisenin büyüklüğünü ve korkunçluğunu göstermek için yeterlidir. Kıyametin şiddet ve dehşetinin azametini, yaratıklardan hiç kimsenin zekâsı ve kavrayışı aslâ tahmin ve takdir edemez. Haber vermekle bilinemez, hiçbir tasavvura sığmaz. Ancak fiilen gerçekleştiği zaman görülür ve anlaşılır.
İman esaslarından olduğu için bütünüyle inanmak gerekmektedir. Kıt akıllı, kısır düşünceli kimseler, kıyameti tasdik etmezler, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederler, yalan-yanlış fikirlerinde ısrar edip dururlar.
Çarpacak Olan Felâket:
Allah-u Teâlâ Mekke kâfirlerine, onların şahsında bütün beşeriyete hatırlatmak ve onları korkurtmak için, kıyameti yalanlayanların başlarına gelen felâketleri anlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Semud ve Âd kavimleri başlarına çarpacak olan felâketi yalanlamışlardı.” (Hâkka: 4)
Yalanladılar da ne oldu?
“Bu yüzden Semud kavmi tâğıye (pek korkunç bir ses) ile helâk edildiler.” (Hâkka: 5)
Yapmış oldukları inkâr ve yalanlamalar, azgınlık ve şirretlikler bardağı taşırınca, ilâhî azabın inmesi mukadder oldu. Böylece de bu azabın açık bir hedefi hâline geldiler.
Artık tartışma bitmiş, ceza zamanı gelmişti. Allah-u Teâlâ kasırga şeklinde bir rüzgar halketti.
“Âd kavmi de uğultulu, önünde durulmaz bir rüzgarla yok edildiler.” (Hâkka: 6)
Öyle ki bu şiddetli rüzgâr çadır ve buna benzer eşyaları birer çekirge gibi gök ile yer arasında uçuruyordu. Rüzgârın bu dehşetini gören halk, bunun bir azap olduğunu anladılar. Dışarıda durabilmek imkânını göremeyince sağlam diye bildikleri evlerine ve dağları yontarak yaptıkları meskenlerine kapandılar.
Bu fırtınalı rüzgârın girmediği ve harap etmediği yer yoktu. Dev ağaçları köklerinden söküp deviriyor, evlerin kapılarını ve pencerelerini uçuruyor, içindekileri önüne katıp savuruyor, herşeyi darmadağın ediyordu.
“Allah onu yedi gece sekiz gün ardarda onların üzerine musallat etti.” (Hâkka: 7)
Korkunç bir ses çıkararak vadiyi kaplayıp gelen bu şiddetli rüzgâr Âd kavmi üzerine hiç durmaksızın esmiş, sekiz gün sonra onlardan ölmedik tek fert bırakmamıştır.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Âd kavminin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine kasıp kavuran rüzgârı göndermiştik.” (Zâriyât: 41)
Bu fırtınalı kısır rüzgâr estikçe esiyor, yağmur yerine felâket ve ölüm getiriyor, herşeyi toza çeviriyordu.
“Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.” (Zâriyât: 42)
Allah-u Teâlâ “Kahhar” sıfatı ile tecellî edince, azabı ve hükmü inince; ne kaba kuvvetin bir yararı olur, ne de tedbirin bir yararı olur.
“O kavmi oracıkta içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş halde görürsün.” (Hâkka: 7)
Hiçbirinin gıkı çıkmadı, herbiri parça parça yerlere serildi!
“Şimdi onlardan hiç geri kalan görüyor musun?” (Hâkka: 8)
Âd kavmi sanki başka memleketlerde helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarından hiç bir iz ve işaret kalmadı. Geride sadece taş toprak yığınları, yıkık meskenleri, kırık dökük sütunları, yüzükoyun devrilmiş putları kaldı.
“Firavun, ondan öncekiler ve altüst olmuş şehirlerde oturanlar da hep günah işlediler.” (Hâkka: 9)
Sonunda da belâlarını buldular!
“Böylece Rabb’lerinin peygamberlerine isyan ettiler.” (Hâkka: 10)
Kendilerine gönderilen peygamberlerine itaat etmedikleri gibi, muhalefette bulunmaktan bir an bile uzak kalmadılar.
“O da onları şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakalayıverdi.” (Hâkka: 10)
Çünkü onlar Hakk ve hakikate isyan etmekle en büyük suçu işlemişlerdi. Cezalarını da böylece görmüş oldular.
Gönülden İnananların Kurtuluşu:
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış kâfir kavimlerin hazin âkıbetlerini hülâsa olarak açıkladıktan sonra inananları kurtardığını beyan ederek, yaşamakta olan müminlere büyük bir ümit ve güven vermektedir:
“Su iyice kabarıp taştığı vakit, şüphesiz ki yüzüp giden gemide sizi biz taşıdık.” (Hâkka: 11)
Gemileri taşımak üzere Allah-u Teâlâ’nın denizi insanların emrine vermiş olması da O’nun yaratıcı kudretinin, ilâhî azametinin bir delilidir, ayrıca bir ibret numunesidir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Onların zürriyetlerini (soylarını) dopdolu bir gemide taşımış olmamız da onlar için büyük bir ibrettir.” (Yâsin: 41)
Allah-u Teâlâ’nın Nuh Aleyhisselâm ile birlikte ona inananları kurtardığı ve Âdem Aleyhisselâm’ın soyundan bu inanmış olanlardan başka kimsenin yeryüzünde kalmadığı Nuh Aleyhisselâm’ın gemisi de bu gemilerin ilkidir.
Allah-u Teâlâ bu gemide Âdem Aleyhisselâm’ın zürriyetini yani Nuh Aleyhisselâm ile ashâbını taşımıştır. Âdem Aleyhisselâm’ın onların dışındaki bütün nesli helâk olmuştur. Nitekim kıyamete kadar bütün insanlık bu nesilden gelmektedir. Şu anda yeryüzünde bulunan insanların esası gemide babalarının sulbünde mevcut olduğu için Allah-u Teâlâ: “Zürriyetlerini gemide taşıdık.” buyuruyor.
Allah-u Teâlâ atalarını kurtarmış olmasına rağmen, onların sulplerinden gelen nesillerin birçoğu şükretmesini bilmemişler, ders almamışlardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın diye.” (Hâkka: 12)
Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır. Öyle kimseler de vardır ki dinler, dinlediklerini aklında tutar, gönlüne sindirir. Ondan ders ve ibret alır, istikamet üzerinde bulunur.
Dünyada gelip geçen her hadisede birçok hikmetler olduğu gibi, bu hadiselerde, sonra gelen nesiller için birçok dersler ve ibretler vardır.
Şu halde Hakk’a gönül veren bir müslümanın bu ibretli hadiselerden ders alarak nefsini tezkiye, ruhunu tâlim ve terbiye etmeye çalışması, yolunu ve yönünü doğrultması lâzımdır.
___________________________________________________________________________
HÂKKA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
KIYAMET SAHNELERİ
Kıyamet Sahneleri:
Allah-u Teâlâ kıyamet koptuğu zaman dağların o muhteşem cesametleri ile beraber köklerinden sökülüp yürütüleceğini, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılacağını Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Sûr’a ilk nefha üflendiği, yer ve dağlar kaldırılıp birbirine şiddetle çarpılarak darmadağın edildiği zaman; işte o gün olacak olur, kıyamet kopar.” (Hâkka: 13-14-15)
O sarp kayalar, o ulu dağlar sertliklerine rağmen, ufalanır ufalanır, yumuşak kum yığını haline gelirler. Ağırlıklarını kaybedip yerlerinden sökülerek yürütülürler, hiçbir iz kalmamacasına kaybolup giderler.
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini içine alacak ölçüde olacaktır.
“Gök de yarılır ve artık o gün düzeni bozulur.” (Hâkka: 16)
Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır. Gücünü, kuvvetini, özelliğini kaybeder, çalkalana çalkalana yarılır.
O gün gök açılır ve kapı kapı olur, meleklerin inmesi için yol ve geçit hâline gelir. Parçalanıp dağılan göklerin çevresinde sayısı belirsiz melekler bulunacak, Allah-u Teâlâ’nın emriyle görev yapacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Melekler de (göğün) etrafındadır. O gün Rabb’inin arşını, onlardan başka sekiz melek yüklenir.” (Hâkka: 17)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bugün için Arş’ı taşıyan meleklerin sayısının dört olduğunu, kıyamet günü olunca Allah-u Teâlâ’nın onların yanına dört melek daha verip onları destekleyeceğini, böylece sayılarını sekize yükselteceğini beyan buyurmuştur.
Câbir -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana şöyle söyledi;
‘Arş’ı kaldıran meleklerden bir melekle ilgili size bilgi vermem için bana izin verildi: İki kulak yumuşağıyla boyun arasındaki mesafe yediyüz yıldır.’” (Ebu Dâvud. Sünnet: 18)
Amel Defterlerinin Dağıtılması:
Mahşer yerinde dünyada iken Kirâmen Kâtibîn meleklerinin yazdıkları amel defterleri sualden önce herkese dağıtılır.
İyilik olsun, kötülük olsun, amellerin karşılığı verilecektir. İyilik yapmış olan kimse mükâfatını tam alır, kötülük yapmış olan da cezasını eksiksiz alır.
O gün muhasebe günü olduğu için kâr ve zarar o günde meydana çıkar. Zarar edenler zarar ettiklerini bilirler, lâkin bu kendilerine hiçbir fayda sağlamaz.
Her türlü itiraz, mazeret beyan etme, özür dileme kapıları kapanır. Şüpheler kalkar, ihtilâflar giderilir, hiç kimseye haksızlık edilmez. Allah-u Teâlâ suçsuz insana ceza vermez, iyilik yapanları da mükâfatsız bırakmaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün siz huzura arzolunursunuz ve hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.” (Hâkka: 18)
Doğru yolu seçenlerin amel defterleri sağ ellerine verilir, yanlış yolu ve bâtılı tercih edenlerin ise sol ellerine verilir veya arkalarından verilir. Sağ taraf veya sağ el, ferahlık ve uğurun, feyiz ve bereketin; sol taraf veya sol el, sıkıntı ve uğursuzluğun sembolüdür.
Kıyamet gününde ise sağ tabiri, kurtuluş ve bahtiyarlığın; sol tabiri ise felâket ve bedbahtlığın delili sayılır.
Allah-u Teâlâ’ya gönül vermiş hakiki müminler dünyada iken; öldükten sonra dirilmeye, oradaki hesap, azap ve mükâfata inanırlardı. Mahşerde onların amel defterleri sağ ellerine verilince, hiç şaşırmadan, gönül huzuru ile kendilerinin kurtulanlar safından olduğunu anlarlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kitabı sağ eline verilen kimse: ‘Alın kitabımı okuyun! Ben zaten hesabıma kavuşacağımı sezmiştim!’ der.” (Hâkka: 19-20)
Gerçekten de o, bu günü ile karşılaşacağını kesinlikle biliyordu. Bunun için de imanına iman kattı. Rabb’inin râzı olacağı, hoşnut kalacağı işlerde yarışırcasına gayret gösterdi. İbadet ve taatlarını ihlâs ve sabırla yerine getirdi. Mevlâ’sına sığındı, duâ ve tazarruda, naz ve niyazda bulundu. Günahlarının acısını içinde duyarak tevbe ve istiğfar etti. Nefsini kötülüklerden, şeytanın iğvalarından uzak tuttu.
Sözünde, sohbetinde hep bunu dile getiriyordu. Şimdi ise duyduğu, bildiği, yaşadığı bu hakikatlerle karşı karşıya gelmiş durumda. İmanını gözüyle görüyor. Bahtiyarlığın şâhikasına yükselmiş, saâdetten uçuyor. Bu mutluluğunu yakınlarına da duyurmak istiyor, ki nâil olduğu nimete onlar da sevinsinler.
Onların hâl ve şanları bizim her türlü takdirimizin fevkinde güzeldir. Uğur ve bereketleri gerçekten de gıpta edilecek bir durumdur. Nâil olacakları nimetlerden dünyada haber vermek mümkün değildir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kimlerin amel defterleri sağından verilirse, işte onlar kitaplarını okurlar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmazlar.” (İsrâ: 71)
Bunlara “Sağcılar” mânâsına gelen “Ashâb-ı yemin” denilir. Cennete girmeyi hak eden ve hesapları kolayca görülecek olanlar bunlardır, sevinçleri sonsuzdur. Bu onların, cennete girme ve onun nimetlerinden faydalanma hususunda şereflerinin yüceliğini ifâde eder.
Amel defterini soldan veya arkadan alanlara da “Ashâb-ı şimâl” denilir. Çetin bir hesap görecek ve cehenneme gidecek olanlar bunlardır.
Bunlar hayatın yalnız dünya hayatı olduğunu zan ve iddia ediyorlardı. “Doğarız, yaşarız, yok olur gideriz.” diyorlardı. Yiyorlar, içiyorlar, eğleniyorlar, günlerini gün etmeye çalışıyorlardı. Ölümden sonra diriliş, oradaki hesaba çekiliş akıllarından bile geçmiyordu. Ne bir hazırlıkları, ne bir sermayeleri vardı. İmansızlıkları sebebiyle Allah-u Teâlâ onların bütün iyiliklerini boşa çıkarmıştır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kitabı sol eline verilmiş olanlara gelince, o da der ki:
‘Kitabım keşke bana verilmeseydi!’” (Hâkka: 25)
Defterinin sol ele verilmesi, nereye gideceğine ve nasıl bir cezaya çarptırılacağına işarettir. Bunu görünce açıkça rezil olmuş, artık cezadan kurtulamayacağı açıkça belli olmuş, durumu herkes tarafından öğrenilmiş, pişmanlığı da son haddini bulmuştur.
O sıkıntının verdiği temenni ile:
“Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!” der. (Hâkka: 26)
Orada göreceği azaba göre, ölüm acısı çok çok hafif olduğundan, ölüp de bir daha dirilmeyi ister:
“Ah! Keşke bu iş son bulmuş olsaydı!” (Hâkka: 27)
Halbuki dünyada iken ölümden daha çok hiçbir şeyden nefret etmezlerdi.
Sözlerine devam eder:
“Malım bana hiçbir fayda vermedi.” (Hâkka: 28)
Büyük bir hırsla topladığı malı-mülkü hiçbir yarar, hiçbir hayır sağlamadı.
“Saltanatım benden ayrılıp gitti.” (Hâkka: 29)
Ömür sermayesini mal toplama, mülk edinme yolunda harcamıştı. Sahip olduğu makam ve mevki ile gururlanıyor ve bundan büyük bir haz duyuyordu. Şimdi ise ne mal-mülk kaldı, ne de makam-mevki kaldı. Sadece hesabını yanlış tutmanın cezası kaldı.
__________________________________________________________________________________
HÂKKA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Şerefli Bir Peygamber
İşte Karşılarında Cehennem:
Kâfirler için en acı gün gelmiş çatmış bulunuyor. Herkes kendi şerrine, günahına ve sapıklığına uygun bir sıra içinde bulunur.
Cehennemin her kapısında son derece sert tabiatlı, güçlü kuvvetli ve sayılamayacak kadar çok miktarda merhametsiz zebâniler bulunur. Taraf-ı ilâhîden zebânilere emrolunur:
“Tutun onu! Hemen bağlayın!” (Hâkka: 30)
Ellerini ensesine bağlayın ki rezil rüsvay olsun!
“Sonra atın onu cehenneme!” (Hâkka: 31)
Sıcağında yansın. Çünkü o oraya müstehak olmuştu, onun son durağı cehennemdir.
“Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!” (Hâkka: 32)
Allah-u Teâlâ: “Tutun onu!” buyurduğu zaman yetmiş bin melek birden onun üzerine yüklenir, her biri boynuna zinciri geçirmek için çalışır.
Bu arşın meleklerin arşınıyladır.
“Çünkü o ulu Allah’a iman etmezdi.” (Hâkka: 33)
İmansızlık iliklerine işlemişti. Değil iman etmek, Yaratıcı’sının adını bile duymak istemezdi.
“Yoksulu doyurmayı teşvik etmezdi.” (Hâkka: 34)
Kendisi fakir-fukarayı gözetmediği gibi, başkalarını da teşvikte bulunmazdı, başkalarının onlara yemek vermesinden hoşlanmazdı.
“Bugün onun için candan bir dost yoktur.” (Hâkka: 35)
Ne bir acıyanı bulunur, ne de elinden tutanı bulunur. Cehennem ile kendisi arasında hiçbir engel kalmaz.
“Ancak günahkârların yediği, kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.” (Hâkka: 36-37)
Sadece kanlı irinle de kalmayacak, her türlü mülevves şeyleri yemek zorunda kalacaklardır.
Şerefli Bir Peygamber:
Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur’an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.
Şayet o, Kur’an-ı kerim’e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.
Kur’an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb’inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm’a izafe edilmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur’an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür.” (Hâkka: 38-39-40)
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin “Dikkat edin!” mânâsına geliyor. Gerçekten onu seven şereflidir, amma onu sevmeyen şerefsizdir. Çünkü ona o şeref ve izzet Hakk’tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, din kurucu bölücülerle, türemelerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder. Kahrından ötürü de ona çok şiddetli bir azap ile azap eder.
“O bir şâir sözü değildir.” (Hâkka: 41)
Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin, hükümlerine kulak verin. O ne şiirdir ne de nesirdir. Hiçbir şiirin ve nesirin Kur’an-ı kerim’deki fesâhat ve belâğata erişmesi mümkün değildir.
“Ne de az inanıyorsunuz!” (Hâkka: 41)
İlâhî beyanlarını tasdik etmiyorsunuz, böylece de iman şerefinden mahrum oluyorsunuz..
“Bir kâhin sözü de değildir.” (Hâkka: 42)
Kâhinlerin sözleri tutarsızdır, gerçekten uzaktır, zandan ibarettir.
“Ne de az düşünüyorsunuz!” (Hâkka: 42)
Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.
Allah-u Teâlâ burada ona şâir ve kâhin diyenlere cevap veriyor ve onu lütfuyla yâd ediyor.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şâir ve kâhin olmadığını, bizzat Zât-ı akdes’i tarafından indirilen Kur’an-ı kerim’i neşretmek için, emirlerini tebliğ etmek için seçtiği, sevdiği bir peygamber olduğunu beyan buyuruyor.
“Kur’an âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.” (Hâkka: 43)
Muhammed Aleyhisselâm onu olduğu gibi bildirmekle vazifeli ve çok şerefli bir peygamberdir. İşte Kur’an-ı kerim’in hakikati budur.
Bu sözleri kendinden uydurup katsaydı, Allah-u Teâlâ onu muhakkak yok edeceğini beyan ediyor.
“Eğer o Peygamber, bize karşı bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı; elbette biz onu kuvvetle yakalardık, sonra da kalp damarını koparırdık.” (Hâkka: 44-45-46)
O vakit ona değer vermek şöyle dursun, onu hemen helâk ederdik.
“Sizden hiç kimse onu koruyamazdı.” (Hâkka: 47)
Böyle bir durumda hiçbiriniz onunla bizim aramıza giremez, azabımı ondan savamazdı. Fakat o böyle bir şeyi hayalinden bile geçirmedi, ilâhî hükmü olduğu gibi tebliğ etti. Doğruluk ve güvenirliliği gün gibi ortadadır.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı saâdet’ten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir.
“Doğrusu o (Kur’an) takvâ sahipleri için bir öğüttür.” (Hakkâ: 48)
Kur’an-ı kerim’den faydalanabilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Her şeyden önce Hazret-i Allah’tan korkan, Âyet-i kerime’ler okunduğu zaman imanları artan müminler ondan faydalanırlar. Onun hidayeti ile yollarını bulurlar, dünyâ saâdetine âhiret selâmetine ererler.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Kur’an-ı kerim’in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki bu Kur’an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür.” (Târık: 13)
Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nûru ile aydınlanmaktır.
Allah’tan korkmayanlara gelince, onların kalpleri katılaşmış, kararmış, o nûru göremez olmuş, gaflet içinde kalmışlardır.
“Bununla beraber biz biliyoruz ki, içinizde onu yalanlayanlar vardır.” (Hâkka: 49)
Kur’an-ı kerim’in Allah kelâmı olduğunu bildiği halde; işine gelmediği, menfaatine ters düştüğü için bazı hükümlerini inkâr ve iptal etmeye kalkışmaktadırlar. Değil bir hükmünü, bir harfini bile inkâr eden dinden çıkar.
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenler işte bunlardır.
“Muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür (bir iç yarasıdır).” (Hâkka: 50)
Kur’an nûrunun etrafa yayıldığını, beşeriyetin nurlanmaya başladığını gördükçe içleri yandığı gibi; âhirette Kur’an nûruyla münevver olanların aldıkları mükâfâtı görünce, ebedi bir pişmanlık içinde kalırlar.
“Ve kesinlikle o, şüphe olmayan bir gerçektir.” (Hâkka: 51)
Yalanlayanların yalanlamalarına, hükümlerini çürütmeye çalışmalarına rağmen hakk’al-yâkin bir kitaptır. Kendisinde aslâ kuşku ve tereddüt bulunmayan doğru ve gerçek haberdir.
“Öyleyse yüce Rabb’inin adını tesbih et!” (Hâkka: 52)
O’nu şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih et.
Hâkka Sûresi’nin, "Kur’ân’ın Bir Şâir ve Kâhin Sözü Olmadığını" Beyân Eden Âyet-i Kerîme’leri, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-i Çok Etkilemişti:
Hâkka sûre-i şerîf’inin 40. 41. ve 42. Âyet-i kerîme’leri, müslüman olmadan önce Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-in kalbinde derin izler açmış; gönlünde İslâm’a karşı çok büyük bir meyil ve hayranlık uyandırmıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- bu ânı şöyle anlatır:
"Müslüman olmadan önce, Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet ve kötülük etmek niyetiyle evden çıkmıştım. Harem-i şerîf’e vardığımda, baktım ki o benden önce gelmiş namaz kılıyordu. Usulca gittim ve arkasına dikildim. Hâkka sûresi’ni okumaya başladı. Kur’ân’ın etkileyici üslûbuna hayran kaldım. Kendi kendime Kureyş’in dediği gibi; ‘Bu adam olsa olsa bir şâirdir!’ diye düşündüm.
Tam o sırada; ‘O bir şâir sözü değildir! Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 41) Âyet’ini okudu.
Bu defâ içimden; ‘Şâir değilse kâhindir!’ diye geçirdim.
Hemen; ‘O bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!’ (Hâkka: 42) Âyet’ini, ardından da sûreyi sonuna kadar okudu.
Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı; işte o günden sonra İslâm sevgisi gönlümde yer etmeye başladı." (Ahmed bin Hanbel, Müsned.)
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh