SÖZLER ve NOTLAR - 20
Gönlü Hakk’a Vermek
Hidayete Dâvet:
“Bir insan sele kapılmış gidiyor. Merhameten kenara gelip onu kurtarmaya çalışmaz mısınız? Kurtarmazsanız boğulup gidecek.
Dalâlet girdabına kapılmış bir insanı kurtarmak ona da benzemez. Bir insanın ebedî hayatını kurtarmak oluyor.
Onun için azıcık zahmet büyük rahmete vesile olur inşaallah. ‘Ah çalışsaydık!’ diye nedametimiz çok olacak. Zaten İnşirah sûre-i şerif’inin son Âyet-i kerime’lerine dikkat edilirse bu husus meydana çıkar. Ya vazife, ya ibadet... Boşluk yok.
Allah’ımız sevdirsin, lütfu ile yaptırsın.” (10 Nisan 1982)
İstikamet:
Bir ihvanın rüyâsı arzedilmişti, şu sözleri söylediler:
“Öyle zaman oluyor ki insan rotasını kaybedebiliyor. Dolayısı ile de bir ara rotasını hafif kaybetmiş. Fakat yine önüne rehber çıkmış ve yolunu doğrultmuş.
Asıl evimiz kabirdir, orayı hep unutuyoruz. Halbuki attığımız her adım bizi oraya götürüyor. Çanta elimizde hep hazır olması lâzım.” (15 Mayıs 1982)
Âcizliği İbraz Etmek:
– Sizler de âfiyettesiniz inşaallah?
– Allah râzı olsun efendim.
– Allah’ımız cümlemizden râzı olsun, râzı olduklarının yüzü suyu hürmetine...
Eğer biz hakikaten Allah’ımızın rızâsına muhtaç olduğumuzu anladığımız zaman, o bize çok çok ihsan ve ikramda bulunacak. Bunu böyle bilelim.
Meselâ çok muhtaç bir dilenci var. ‘Acaba bu bana bir şey verir mi?’ diye insanın gözünün içine bakar. İhtiyacını hâl ile karşıdakine hissettirir.
O küçücük bir ihtiyacının izalesi için bu kadar boyun bükerse, ya bizim ne hâle bürünmemiz lâzım.
Allah’ımız bize bu hâli duyursun ki O’na her hâliyle muhtaç olduğumuzu bilelim, âcizliğimizi ibraz edelim ve öylece dilenelim.
Gani olan Hazret-i Allah dilerse çok çok ikram ve ihsanda bulunur.
O çok ihsanda biz ise çok isyanda olduğumuz için lâyık-ı veçhile o ihtiyacı hissedemiyoruz. (15 Mayıs 1982)
Kısa Zamanda Alınan Yol:
– Efendim geçenlerde yaşlı bir kardeşimiz vefat etti.
– Allah rahmet eylesin.
– Üç-dört senedir derslerimize devamlı geliyordu.
– Ne mutlu, ne mutlu!.. Bir defa iştirak etmesi bile kâfi. Artık o mektebin talebesidir o.
– O sabah cenaze kaldırılmadan önce rüyâmızda ceviz kaplamalı ve cilâlı iki tabut gördük. İkisinde de o yatıyormuş.
– Güzel... Mâşaallah... Tabutun ceviz kaplamalı olması, içindeki çok kıymetli ki, o kıymet dışarıya vurmuş. Hamd-ü senâlar olsun.
İki kişi olması ise, hamd-ü senâlar olsun, kısa zamanda bir netice husule gelmiş.
– Anlayamadım efendim.
– Kapalı kalsın efendim. (15 Mayıs 1982)
Zâhir-Bâtın Farkı:
Bir sohbetlerinden:
“Bütün insanlar seni Arşurahman’a çıkarsa hiçbir kıymet ifade etmez. Senin hiçbir şeyin yok ki. Üstelik eğer sana bir lütufta bulunursa, ona ayrıca şükür lâzım. ‘Ben yaptım.’ değil. İşte zâhirle bâtını ayıran öz nokta budur. Birisi: ‘Allah yaptı!’ der, yaptırdığı için şükreder. ‘Allah-u Teâlâ resmi yürütüyor!’ der, yürüttüren Allah’a şükreder. Ötekisi Allah-u Teâlâ’yı unutur ve: ‘Ben yaptım!’ der, O’nu geri bırakır. Hiçbir zâhir ehli bu mânevî bâtınî noktaya intikal edemez. Nefsi hep: ‘Ben!’ der, o nefis bir puttur, ortaya put çıkıyor. Birçok iyi işler yapar, şu yapar bu yapar, amma put ortada duruyor.” (4 Nisan 1987)
İlâhî Sermaye:
Bir sohbetlerinden:
“Allah-u Teâlâ sermaye ihsan buyurmazsa mahlûk tıpkı boş bir kovana benzer. Fakat ney üstadın eline geçince güzel sedâ çıkardığı gibi; Allah-u Teâlâ bir kimsede tasarruf ederse sedâsı güzeldir. Ney neydir amma sedâsı güzeldir. Halbuki sedâ neyden çıkmıyor, neyin hükmü yok. Allah-u Teâlâ kişiye sermaye ihsan buyurursa o sermaye ile ötür. Verilmedikçe hiçbir şey olmaz. O boş bir borudur, O öttürecek ki ondan ses çıksın.” (1 Ocak 1987)
Gönlü Hakk’a Vermek:
– “Şehid canını vermiş, Pirân-ı izâm gönlünü vermiş.” buyurmuştunuz.
– Onun gönlü Allah’ta. Bu gönülü ben size şöyle arzedeyim:
Meselâ senin atılacak bir reyin var değil mi? Reyini sandığa attın. Bir daha reyini kullanabilir misin? Ehl-i hakikat reyini Allah-u Teâlâ’nın sandığına atar, bir daha bir şey kullanabilir mi? ‘Hüküm sendedir, ben senin hükmüne peşin olarak râzıyım. Hakkımda ne çıkarırsan işte ben reyimi attım.’ der. Arzu ve hissiyâtını, ilgisini keser. ‘Yâ Rabb’i! Şunu şöyle yap!’ demeye hakkı kalmadı. Reyini attı, bitti. Bir daha hakkı yok artık. Daha başka şey söyleyecektim amma...
Bir tane reyi vardı, onu da kullanıverdi. (1 Ocak 1987)
İrşad Düsturu:
Bir sohbetlerinden:
“İrşad için barbar olmak lâzım, canavar gibi olmak lâzım, eşkiya gibi olmak lâzım. Şeytanın elinden çekip çıkaracak böyle insana ihtiyaç var. Kendisini ayarlayabilecek. Gururluya gururlu, mütevâziye mütevâzi olacak. Herkesin hâline göre iniş yapması lâzım. Yani gurur değil de vakuriyet sahibi olacak ki onun gururunu indirmiş olsun. Gururunu indireceksin ki nasibi varsa çekeceksin. Bu vakudiyetle olur. Yoksa gururlu insanı yola çekmek irşad etmek imkânsızdır. Şeytan ona dizginini takmıştır.” (2 Ocak 1987)
•
Hakk’ta Fâni Olmak:
Bir sohbetlerinden:
“İnsan dediğin şey resimden ibaret. Bunu bilemediği için, O’ndan O’na yakın olduğunu da bilemedi. Vaktâki Allah-u Teâlâ lütfeder, bir mahlûk kendisini ifnâ eder, zerre kadar bir pislik olduğunu gözü ile görürse, o zaman azamet-i ilâhî kendiliğinden husule gelir. İnsan bunu görmezse kendisinde ne kadar varlık bulursa bulsun, Allah-u Teâlâ’ya o kadar perde vardır. Ne kadar perde olup, aslını bulursa azamet-i ilâhîye o kadar meydana çıkar.
Şimdi mühim bir hususu arzedeceğiz. Aslımız bir hayal, vehim. Üzerimizdeki bütün âsâr ve emanetler Sahibimiz’indir. Biz bunu söylerken yalnız ağızla söylüyoruz.
Kim ki Allah-u Teâlâ’nın ihsan ve emanetini nefse benimserse, o Allah-u Teâlâ’nın ihsan ve emaneti ile Allah-u Teâlâ’ya satış yapmaya çalışıyor demektir.” (3 Ocak 1987)
Nûr-i Muhammedî:
Bir sohbetlerinden:
“Size açık olarak söyleyelim: Allah-u Teâlâ bana Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini nur olarak gösteriyor, ben onu nur olarak görüyorum. Benim yazacağım yazı nurdan bahsetmeli.
Allah-u Teâlâ onun hakkında Âyet-i kerime’sinde ‘Aziz’ buyuruyor. O Aziz’e benim kafam, aklım, dilim yetmiyor. Aziz kelimesini ben hayatımda çözemedim, çözmeme de imkân yok. Ben ondan asıl bahsedecek de değilim. Ben ondan bahsederken ona karşı âcizliğimi izhar etmekle zannımı, bildiğimi meydana dökeceğim. Yoksa onu anlamam ve anlatmam katiyyen imkânsız. Aklımın ve ilmimin tamamen dışındadır. Çünkü onu yaratan onu nurundan yarattı, nur buyurdu. Ben ondan bahsedecek değilim. Âciz aklımın erdiği gözümün gördüğü kadarından bahsedeceğim amma, yalnız nurdan bahsededeceğim. Onun bir nur olduğunu anlamak ve anlatmak istiyorum. Allah-u Teâlâ’nın bana gösterdiği kadar ben onu nur olarak görüyorum. O bir beşer olarak görünür, fakat özü nur olarak görünür. Onun için vallahi onu kaleme almaya muktedir değilim, âcizliğimi peşin olarak itiraf ediyorum. Aziz’i bir defacık çözemedim, çözmeye çalışmadım. Ne aklım yeter ne ilmim yeter.
Allah-u Teâlâ ile onun arasındaki gizli bir iştir. Allah-u Teâlâ bu işin o kadar derinine vardırmıştır ki, Zât-ı akdes’i ile onun arasında zerre kadar hiçbir şey olmadığını görecek kadar vukufiyetim var. Fakat onun hakkında bilgim yok. Hiçbir bilgim ona erişemez.” (4 Nisan 1987)
Gönlü Hakk’a Vermek
Hidayete Dâvet:
“Bir insan sele kapılmış gidiyor. Merhameten kenara gelip onu kurtarmaya çalışmaz mısınız? Kurtarmazsanız boğulup gidecek.
Dalâlet girdabına kapılmış bir insanı kurtarmak ona da benzemez. Bir insanın ebedî hayatını kurtarmak oluyor.
Onun için azıcık zahmet büyük rahmete vesile olur inşaallah. ‘Ah çalışsaydık!’ diye nedametimiz çok olacak. Zaten İnşirah sûre-i şerif’inin son Âyet-i kerime’lerine dikkat edilirse bu husus meydana çıkar. Ya vazife, ya ibadet... Boşluk yok.
Allah’ımız sevdirsin, lütfu ile yaptırsın.” (10 Nisan 1982)
İstikamet:
Bir ihvanın rüyâsı arzedilmişti, şu sözleri söylediler:
“Öyle zaman oluyor ki insan rotasını kaybedebiliyor. Dolayısı ile de bir ara rotasını hafif kaybetmiş. Fakat yine önüne rehber çıkmış ve yolunu doğrultmuş.
Asıl evimiz kabirdir, orayı hep unutuyoruz. Halbuki attığımız her adım bizi oraya götürüyor. Çanta elimizde hep hazır olması lâzım.” (15 Mayıs 1982)
Âcizliği İbraz Etmek:
– Sizler de âfiyettesiniz inşaallah?
– Allah râzı olsun efendim.
– Allah’ımız cümlemizden râzı olsun, râzı olduklarının yüzü suyu hürmetine...
Eğer biz hakikaten Allah’ımızın rızâsına muhtaç olduğumuzu anladığımız zaman, o bize çok çok ihsan ve ikramda bulunacak. Bunu böyle bilelim.
Meselâ çok muhtaç bir dilenci var. ‘Acaba bu bana bir şey verir mi?’ diye insanın gözünün içine bakar. İhtiyacını hâl ile karşıdakine hissettirir.
O küçücük bir ihtiyacının izalesi için bu kadar boyun bükerse, ya bizim ne hâle bürünmemiz lâzım.
Allah’ımız bize bu hâli duyursun ki O’na her hâliyle muhtaç olduğumuzu bilelim, âcizliğimizi ibraz edelim ve öylece dilenelim.
Gani olan Hazret-i Allah dilerse çok çok ikram ve ihsanda bulunur.
O çok ihsanda biz ise çok isyanda olduğumuz için lâyık-ı veçhile o ihtiyacı hissedemiyoruz. (15 Mayıs 1982)
Kısa Zamanda Alınan Yol:
– Efendim geçenlerde yaşlı bir kardeşimiz vefat etti.
– Allah rahmet eylesin.
– Üç-dört senedir derslerimize devamlı geliyordu.
– Ne mutlu, ne mutlu!.. Bir defa iştirak etmesi bile kâfi. Artık o mektebin talebesidir o.
– O sabah cenaze kaldırılmadan önce rüyâmızda ceviz kaplamalı ve cilâlı iki tabut gördük. İkisinde de o yatıyormuş.
– Güzel... Mâşaallah... Tabutun ceviz kaplamalı olması, içindeki çok kıymetli ki, o kıymet dışarıya vurmuş. Hamd-ü senâlar olsun.
İki kişi olması ise, hamd-ü senâlar olsun, kısa zamanda bir netice husule gelmiş.
– Anlayamadım efendim.
– Kapalı kalsın efendim. (15 Mayıs 1982)
Zâhir-Bâtın Farkı:
Bir sohbetlerinden:
“Bütün insanlar seni Arşurahman’a çıkarsa hiçbir kıymet ifade etmez. Senin hiçbir şeyin yok ki. Üstelik eğer sana bir lütufta bulunursa, ona ayrıca şükür lâzım. ‘Ben yaptım.’ değil. İşte zâhirle bâtını ayıran öz nokta budur. Birisi: ‘Allah yaptı!’ der, yaptırdığı için şükreder. ‘Allah-u Teâlâ resmi yürütüyor!’ der, yürüttüren Allah’a şükreder. Ötekisi Allah-u Teâlâ’yı unutur ve: ‘Ben yaptım!’ der, O’nu geri bırakır. Hiçbir zâhir ehli bu mânevî bâtınî noktaya intikal edemez. Nefsi hep: ‘Ben!’ der, o nefis bir puttur, ortaya put çıkıyor. Birçok iyi işler yapar, şu yapar bu yapar, amma put ortada duruyor.” (4 Nisan 1987)
İlâhî Sermaye:
Bir sohbetlerinden:
“Allah-u Teâlâ sermaye ihsan buyurmazsa mahlûk tıpkı boş bir kovana benzer. Fakat ney üstadın eline geçince güzel sedâ çıkardığı gibi; Allah-u Teâlâ bir kimsede tasarruf ederse sedâsı güzeldir. Ney neydir amma sedâsı güzeldir. Halbuki sedâ neyden çıkmıyor, neyin hükmü yok. Allah-u Teâlâ kişiye sermaye ihsan buyurursa o sermaye ile ötür. Verilmedikçe hiçbir şey olmaz. O boş bir borudur, O öttürecek ki ondan ses çıksın.” (1 Ocak 1987)
Gönlü Hakk’a Vermek:
– “Şehid canını vermiş, Pirân-ı izâm gönlünü vermiş.” buyurmuştunuz.
– Onun gönlü Allah’ta. Bu gönülü ben size şöyle arzedeyim:
Meselâ senin atılacak bir reyin var değil mi? Reyini sandığa attın. Bir daha reyini kullanabilir misin? Ehl-i hakikat reyini Allah-u Teâlâ’nın sandığına atar, bir daha bir şey kullanabilir mi? ‘Hüküm sendedir, ben senin hükmüne peşin olarak râzıyım. Hakkımda ne çıkarırsan işte ben reyimi attım.’ der. Arzu ve hissiyâtını, ilgisini keser. ‘Yâ Rabb’i! Şunu şöyle yap!’ demeye hakkı kalmadı. Reyini attı, bitti. Bir daha hakkı yok artık. Daha başka şey söyleyecektim amma...
Bir tane reyi vardı, onu da kullanıverdi. (1 Ocak 1987)
İrşad Düsturu:
Bir sohbetlerinden:
“İrşad için barbar olmak lâzım, canavar gibi olmak lâzım, eşkiya gibi olmak lâzım. Şeytanın elinden çekip çıkaracak böyle insana ihtiyaç var. Kendisini ayarlayabilecek. Gururluya gururlu, mütevâziye mütevâzi olacak. Herkesin hâline göre iniş yapması lâzım. Yani gurur değil de vakuriyet sahibi olacak ki onun gururunu indirmiş olsun. Gururunu indireceksin ki nasibi varsa çekeceksin. Bu vakudiyetle olur. Yoksa gururlu insanı yola çekmek irşad etmek imkânsızdır. Şeytan ona dizginini takmıştır.” (2 Ocak 1987)
•
Hakk’ta Fâni Olmak:
Bir sohbetlerinden:
“İnsan dediğin şey resimden ibaret. Bunu bilemediği için, O’ndan O’na yakın olduğunu da bilemedi. Vaktâki Allah-u Teâlâ lütfeder, bir mahlûk kendisini ifnâ eder, zerre kadar bir pislik olduğunu gözü ile görürse, o zaman azamet-i ilâhî kendiliğinden husule gelir. İnsan bunu görmezse kendisinde ne kadar varlık bulursa bulsun, Allah-u Teâlâ’ya o kadar perde vardır. Ne kadar perde olup, aslını bulursa azamet-i ilâhîye o kadar meydana çıkar.
Şimdi mühim bir hususu arzedeceğiz. Aslımız bir hayal, vehim. Üzerimizdeki bütün âsâr ve emanetler Sahibimiz’indir. Biz bunu söylerken yalnız ağızla söylüyoruz.
Kim ki Allah-u Teâlâ’nın ihsan ve emanetini nefse benimserse, o Allah-u Teâlâ’nın ihsan ve emaneti ile Allah-u Teâlâ’ya satış yapmaya çalışıyor demektir.” (3 Ocak 1987)
Nûr-i Muhammedî:
Bir sohbetlerinden:
“Size açık olarak söyleyelim: Allah-u Teâlâ bana Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini nur olarak gösteriyor, ben onu nur olarak görüyorum. Benim yazacağım yazı nurdan bahsetmeli.
Allah-u Teâlâ onun hakkında Âyet-i kerime’sinde ‘Aziz’ buyuruyor. O Aziz’e benim kafam, aklım, dilim yetmiyor. Aziz kelimesini ben hayatımda çözemedim, çözmeme de imkân yok. Ben ondan asıl bahsedecek de değilim. Ben ondan bahsederken ona karşı âcizliğimi izhar etmekle zannımı, bildiğimi meydana dökeceğim. Yoksa onu anlamam ve anlatmam katiyyen imkânsız. Aklımın ve ilmimin tamamen dışındadır. Çünkü onu yaratan onu nurundan yarattı, nur buyurdu. Ben ondan bahsedecek değilim. Âciz aklımın erdiği gözümün gördüğü kadarından bahsedeceğim amma, yalnız nurdan bahsededeceğim. Onun bir nur olduğunu anlamak ve anlatmak istiyorum. Allah-u Teâlâ’nın bana gösterdiği kadar ben onu nur olarak görüyorum. O bir beşer olarak görünür, fakat özü nur olarak görünür. Onun için vallahi onu kaleme almaya muktedir değilim, âcizliğimi peşin olarak itiraf ediyorum. Aziz’i bir defacık çözemedim, çözmeye çalışmadım. Ne aklım yeter ne ilmim yeter.
Allah-u Teâlâ ile onun arasındaki gizli bir iştir. Allah-u Teâlâ bu işin o kadar derinine vardırmıştır ki, Zât-ı akdes’i ile onun arasında zerre kadar hiçbir şey olmadığını görecek kadar vukufiyetim var. Fakat onun hakkında bilgim yok. Hiçbir bilgim ona erişemez.” (4 Nisan 1987)