TALÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
“BOŞANMA HÜKÜMLERİ”
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on iki Âyet-i kerime, iki yüz kırk dokuz kelime ve bin altmış harften teşekkül etmiştir.
Boşanma hukukunu konu edinmesi sebebiyle ismi “Talâk” olmuştur.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- bu Sûre-i şerif’e: “Küçük Nisâ sûresi” demiştir.
Muhtevâsından bu Sûre-i şerif’in Bakara sûre-i şerif’indeki boşanma hükümlerinden sonra nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Böylece İslâm’daki âile hukuku kemâle erdirilmiştir.
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i şerif’te başlangıçta “Boşanma hükümleri” ele alınmakta, evlilik hayatı çekilmez bir hâl aldığında müminlere yolların en güzeline girmelerini, meşru bir şekilde boşama yapmalarını emretmektedir.
İlk üç Âyet-i kerime’de boşanmaya ve iddete dâir hükümler açıklanmakta; 4. ve 5. Âyet-i kerime’lerde kadınların iddet süresi belirlenmekte; 6. ve 7. Âyet-i kerime’lerde ise iddet bekleyen kadınların mesken ve nafakalarının karşılanması hakkındaki hükümler ele alınmaktadır.
Bu ilâhî hükümler açıklanırkan müminlerin Allah’tan korkmaları teşvik edilmiş, eşlerden birinin diğerine zulmetmemesi istenmiştir.
8. ve 9. Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin emirlerini dinlemeyenlerin âkıbetlerinin çok acıklı bir azap olacağı hatırlatılmış, bu hususta geçmiş ümmetlerden misal verilmiştir.
10. ve 11. âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ’nın müminlere bir zikir olan Kur’an-ı kerim’i indirdiği, şerefli bir Peygamber gönderdiği; bu yüce Peygamber’in müminleri karanlıklardan aydınlığa çıkardığı, Allah’ın açıklayıcı âyetlerini onlara okuduğunu, inananların altlarından ırmaklar akan cennetlere girecekleri haber verilmektedir.
Ve son olarak da 12. Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azameti en geniş mânâsı ile beşeriyete duyurulmaktadır.
Talâk:
“Bağı çözmek ve serbest bırakmak” mânâsına gelen talâk; “Nikâh ile sabit olan evlilik bağının kaldırılması” demektir.
Talâkın meşru oluşu Kur’an-ı kerim, Sünnet-i seniye ve İcmâ ile sabittir.
Allah-u Teâlâ bu sûre-i şerif’te, Bakara sûre-i şerif’inde açıklanmamış bazı haller ile ilgili âileyi ilgilendiren, boşanmanın dışındaki bazı hallere âit hükümleri açıklamaktadır.
Allah-u Teâlâ ümmetini hayra götüren, hidayete erdiren seçkin Peygamber’ine tâzim ve aynı zamanda ümmet-i muhteremesini uyandırmak ve öğretmek için hitap ederek şöyle buyurur:
“Ey peygamber! Kadınları boşadığınız zaman, onları iddetleri içinde (iddetlerini gözeterek) boşayın.” (Talâk: 1)
Burada önce Resulullah Aleyhisselâm’a nidâ ile başlaması, beyan edilecek boşama tarzının onun şeriatına âit Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen yeni bir hüküm olması hasebiyle duyurma ve tenbih ifade etmekte, aynı zamanda konunun önemini daha da artırmaktadır.
•
Talâk Allah-u Teâlâ’nın buğz ve adâvetini mucip bir helâl olmakla birlikte, talâkın câiz olması Allah-u Teâlâ’nın bir rahmeti olmaktadır. Zaruri bir ihtiyacı gidermek için meşru kılınmıştır. İhtiyaç olmadığı takdirde mekruhtur.
Geçici bir öfkeden veya esiri olduğu bir arzudan dolayı hemen talâka sarılmak doğru değildir. Bütün bunlar İslâm’ın âdâb ve esaslarını çiğnemektir ve günahtır.
Mahmud bin Lebid -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir kimse gelerek hanımını üç talâkla birden boşadığını haber verdi.
Resulullah Aleyhisselâm gadaplı bir şekilde kalkarak:
“Daha ben aranızda iken Allah’ın kitabıyla mı oynanıyor?” buyurdu.
Derken birisi kalkıp: ‘Yâ Resulellah! Onu öldüreyim mi?’ dedi.” (Nesâî. Talâk 6)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu ifadesi meselenin dinen ne kadar kötü olduğunu göstermektedir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- böyle yapanları kamçı ile cezalandırırdı.
Bir kimse Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- ya gelerek “Ben karımı yüz talâkla boşadım, bana bir şey gerekir mi?” diye sorduğunda şu cevabı verdi:
“Kadın senden üç talâkla boşanmıştır. Geri kalan doksan yedisi ile Allah’ın âyetiyle alay etmiş olursun.” (Muvatta. Talâk 2)
Allah-u Teâlâ talâkı üç kıldığı için, Abdullah -radiyallahu anh- üçten fazla boşamayı ciddiyetsizlik, dinin ahkâmı ile alay etmek olarak vasıflandırmıştır.
Boşamayı belirten sarih lâfız kocanın dilinden dökülecek olursa, bundan sorumlu tutulur. “Boşamaya niyet etmemiştim.”, “Şaka yapıyordum.”, “Laf olsun diye söylemiştim.” gibi mazeretler ileri sürmesi fayda vermez.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Üç şey vardır ki bunların ciddisi ciddi, şakası da ciddidir:
Nikâh, boşanma ve ric’at (bir adamın boşamış olduğu karısına tekrar dönmesi).” (Ebu Dâvud-Tirmizî)
•
Ay halindeyken kadın boşanmayacağı gibi, kendisine mukarenette bulunduğu temizlik halinde de boşanmaz. Bir müslüman, karısından ayrılmayı arzu ederse, ayrılacağı zamanı seçmesi lâzımdır. Kadın ay halinden temizlendikten sonra, onunla hiç mukarenette bulunmadan boşanmalıdır.
En güzel ve sünnet olan şekil budur.
Bu ise iddetin en kısa zamanda başlaması, mukarenet sonucu gebelik meydana gelmemesi ve kocasının tam bir idrak ve düşünüş halinde ve aklını kullanarak boşaması içindir. Kadının hayız anında boşanması yasaklanmıştır ki, iddet zamanı uzayıp da kadın zarar görmesin.
Âdet günlerinde kadın boşamak haram olduğu gibi, temiz halde iken mukarenette bulunduktan sonra boşamak da mekruhtur.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanında karımı hayız halinde boşadım. Bunun üzerine babam Ömer -radiyallahu anh- durumu Resulullah Aleyhisselâm’a anlatmış da şöyle buyurmuştur:
“Ona emret de karısına dönsün. Sonra onu temizlenip başka bir hayız görünceye kadar terk etsin. Kadın temizlendiği vakit ya ona mukarenette bulunmadan boşasın, yahut nikâhında tutsun. Çünkü kadınların kendisi için boşanmasını emrettiği iddet budur.” (Müslim: 1471)
Âyet-i kerime bu müddetin nazarı dikkate alınmasını, rast gele boşama yapılmamasını emretmiş olmaktadır.
“Ve iddeti sayın.” (Talâk: 1)
Evlilik iddet süresinin bitimiyle sona erdiği için, boşama zamanını iyi belirleyip iddet günlerini tesbit etmek lâzımdır.
“Rabb’iniz olan Allah’tan korkun.” (Talâk: 1)
O’nun emir ve nehiylerine aykırı hareket etmekten, hükümlerine uymamaktan sakının. Gerek boşamada gerekse iddette kadınları zarara sokmaya kalkışmayın.
“Onları evlerinden çıkarmayın.” (Talâk: 1)
Kocasından ayrılan bir kadın iddetini kocasının evinde beklemelidir. İddet süresi içerisinde koca üzerinde mesken hakkı vardır. Kocanın onu çıkarmaya hakkı yoktur. Kadının da çıkması câiz değildir.
“Kendileri de çıkmasınlar.” (Talâk: 1)
Kocası izin vermiş olsa bile bir zaruret olmadıkça çıkmaları haramdır, çıkarsa günah işlemiş olur. Bu yasak soyu ve kadını korumak içindir.
“Apaçık bir hayâsızlık yapmaları hali müstesna.” (Talâk: 1)
Geçimsizlik, serkeşlik ve dikbaşlılık yapıp da ihtiyaçları yok iken çıkıp gitmeleridir ki bu durumda fâhiş bir terbiyesizlik yapmış olurlar.
Çıkıp giderlerse iddet hakkından kurtulmuş olmazlarsa da, ev nafaka hakları düşer.
Kötü bir fiilde bulunurlarsa, o zaman kocasının evinde durması zor olduğundan çıkarılması câizdir.
“Bu hükümler Allah’ın hudududur.” (Talâk: 1)
Kendilerine muhalefet edilmemesi icabeden ilâhî hükümlerdir. Bu hükümlere uymak ve haddi aşmaktan korkmak gerekir.
“Kim Allah’ın hududlarını aşarsa, kendine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Allah-u Teâlâ, yolunda gidenlerin kurtuluşu için emir ve yasaklarla bir takım sınırlar çizmiştir. O sınırları geçtikleri zaman hak yoldan çıkarlar ve karanlıklara saparlar. Bu ise nefislere karşı en büyük zulümdür ve bu yüzden cehennem azabını hak etmiş olurlar.
İnsanlar Allah-u Teâlâ’nın hükümlerindeki hikmetleri gereğince bilemezler. O sayılacak iddet içinde Allah-u Teâlâ kişinin kalbinden karısına karşı nefreti çıkarabileceğini, tekrar karısı ile beraber yaşamayı arzu edebileceğini düşünemezler.
Eğer o kimse Allah-u Teâlâ’nın Kitab-ı kerim’inde gösterdiği yola uyarak karısına böyle bir mühlet tanırsa, Allah-u Teâlâ onun arzu ettiğini irade buyurur.
Nitekim Âyet-i kerime’nin sonunda şöyle buyuruluyor:
“Sen bilmezsin, belki de Allah bunun ardından bir durum peyda ediverir.” (Talâk: 1)
İddet süresi boyunca boşanan kadının, kocasının evinde kalmasının hikmeti; kocasının onu boşamaktan dolayı pişmanlık duyması, Allah-u Teâlâ’nın onun kalbinde ona dönmek arzusunu halketmesi dolayısıyladır. Şüphesiz ki kalpler Allah-u Teâlâ’nın iki parmağı arasındadır, onları dilediği tarafa çevirir.
Onun içindir ki herhangi bir sebeple karısını boşayacak olan kimse öfkeyle her şeyi kesip atıvermemeli, ilerisini de hesaba katmalı, Allah-u Teâlâ’nın bu emir ve nehiylerle tayin ettiği hududu aşmamalı, önce iddetini gözeterek temiz bir halde talâk vermeli ve iddeti saymalıdır. Şayet ayrılmak gerekirse bununla hem maksat hasıl olur, hem de bir tecrübeye imkân bırakarak düşünüp uyanmaya ve pişmanlık duyulursa geri dönmeye fırsat tanınmış olur.
Öyleyse en iyisi işi Allah-u Teâlâ’ya havale etmek, O’na bağlanmak, O’nun takvâsını gözetmektir.
•
Âyet-i kerime üç talâkın bir çırpıda verilmesinin mekruh olduğuna işaret etmektedir. Çünkü üç talâktan sonra dönmek mümkün değildir. Üç talâk vermek şeytana yardım, öyle yapmamak ise ona karşı çıkmaktır.
Nitekim Câbir -radiyallahu anh- den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Şeytan tahtını deniz üzerine koyar. Sonra çetelerini gönderir. Şeytanın katında ona derece itibariyle en yakın olanı, en büyük fitne çıkaranıdır.
Bunlardan birisi gelerek ‘Şöyle şöyle yaptım!’ der. Buna karşılık şeytan ‘Sen bir şey yapmamışsın.’ der. Sonra bir başkası gelip ‘Onu karısıyla birbirinden ayırmadan bırakmadım.’ der. Şeytan onu kendisine yaklaştırır ve ‘Sen en iyisin!’ karşılığını verir.” (Müslim: 2813)
•
İddet süresi sona doğru yaklaşınca, daha önce belirtilen müddet miktarı içerisinde yani iddeti son bulmadan önce koca boşandığı karısını geri alabilme ve talâktan dönebilme yetkisine sahiptir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İddet sürelerini doldurduklarında, onları güzellikle tutun.” (Talâk: 2)
Bu şart geri dönüşün sonu, ayrılığın başlangıcı olan zamanı göstermek içindir. Binaenaleyh iddet müddeti içinde kocanın her zaman dönme hakkı vardır. Fakat iddet bitince tercih hakkı ortadan kalkar, ayrılık gerekir. Kadının izniyle nikâh tazelenmedikçe birleşme mümkün olmaz.
“Veya onlardan güzellikle ayrılın.” (Talâk: 2)
Tutmayı ya da salıvermeyi tercih etseniz de bunları iyilikle yapmalısınız. Ayrılacaksanız güzellikle ayrılın. İddetini lüzumsuz yere, sırf ona eziyet vermek için uzatmayın. Gücünüz yetiyorsa, boşanma nedeniyle ona bir şeyler verin.
“İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun.” (Talâk: 2)
Şüpheyi ortadan kaldırmak için, karı-koca ayrılsalar da geri kalsalar da şahitlerin şehâdeti gerekir. Herkes boşanma haberini duyabilir, fakat tekrar birleşme haberini duyamaz.
Şahit tutma emri teşvik içindir. İhtilâfa kapı açılmaması için hikmetli bir tavsiyedir.
“Şahitliği Allah için yapın.” (Talâk: 2)
Çünkü şahitlik edilmesini Allah-u Teâlâ buyurmaktadır. Şahitlere düşen de hiç bir şeyi gizlemeyerek, sırf Allah rızâsı için şehâdet etmektir. Şahit, şahitliğini gizlerse hıyanet etmiş olur.
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın emridir, her müminin bu emirlere boyun eğmesi lazımdır.
“İşte bu, Allah’a ve âhiret gününe inananlara verilen öğüttür.” (Talâk: 2)
Çünkü bunlara riâyet edip faydalanacak olanlar, Allah’a ve âhiret gününe imanı olan kimselerdir.
İman kabiliyeti kalmamış, gönülleri kararmış ve mühürlenmiş olanlar ne Allah’tan korkar, ne âhireti sayar, ne de nasihat dinlerler, onlar kendi nefislerinin hevâsına dalarlar.
_______________________________________________________________________
TALÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Tevekkül
Tevekkül makamına yükselen takvâ ehli, dünya maîşetlerini şu Âyet-i kerime’lerde ifade edilen gayb hazinesinden temin ederler:
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır.” (Talâk: 2)
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
“Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir.” (Talâk: 3)
Boşayan da boşanan da Allah’tan korktuğu takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
“Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter.” (Talâk: 3)
Sebeplere dayanma sınırlı, Allah’a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’ya güvenmekledir. Şu kadar var ki sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhidir.
Bu durumda neticeye kolayca varılır, işler kolayca hâl imkânı bulur ve kişi kolaylıklar içinde ömrünü huzurlu olarak devam ettirir.
Tevekkül edenin muradı, Allah-u Teâlâ’nın irade ve rızâsına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah-u Teâlâ onun mükâfâtını büyütür.
“Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir.” (Talâk: 3)
Hiçbir güç ve kuvvet Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmesine mâni olamaz. Hükmünü istediği gibi yürütür.
“Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir.” (Talâk: 3)
Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Hiçbir şey tesadüf ve başıboş değildir.
Hamile Kadınların İddeti:
Kocası ölen hamile kadınların iddetleri ise, kocanın ölümünden bir saat sonra dahi gerçekleşse, doğumla sona erer.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Hamile olanların bekleme süresi ise yüklerini bırakmalarına (doğum yapmalarına) kadardır.” (Talâk: 4)
Bunlar ister boşanmış, ister kocası ölmüş kadınlar olsun durum aynıdır.
Kocası öldükten on beş gün sonra doğum yapan Sübey’a el-Eslemiyye -radiyallahu anhâ-ya, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bekleme süresinin tamamlandığını bildirmiştir. (Buhârî-Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de:
“Kocası yatakta, henüz defnedilmemiş iken doğum yapsa da bir kadının evlenmesi helâldir.” demiştir. (Muvatta. Talâk, 84)
Âdetten Kesilenlerle
Hiç Âdet Görmeyenlerin İddeti:
Allah-u Teâlâ küçüklük ve yaşlılığından dolayı hayız görmeyen boşanmış kadının hükmünü açıklamak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdetini görmemiş bulunanlar (ın iddet)inde eğer tereddüt ederseniz, onların iddeti üç aydır.” (Talâk: 4)
“Âdetten kesilenler” ve “Hiç âdet görmemiş olanlar” üç ay bir müddetle bekleyince, kendilerini boşamış olan kocaları ile irtibatlarını tamamen kesmiş olurlar ve başkaları ile evlenebilirler. “Âdet görenler”in iddetleri ise tam üç hayız görmekle sona ermiş olur.
Kocası ölen hamile kadınların iddetleri ise, kocanın ölümünden bir saat sonra dahi gerçekleşse, doğumla sona erer.
“Hamile kadınların bekleme süresi ise yüklerini bırakmalarına (doğum yapmalarına) kadardır.” (Talâk: 4)
Bunlar ister boşanmış, ister kocası ölmüş kadınlar olsun durum aynıdır.
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah onun her işinde bir kolaylık verir.” (Talâk: 4)
Takvâ sebebiyle ona işini kolaylaştırır, düğümlerini tek tek çözer, hiçbir işinde zorluk bırakmaz, hayırlı ve yararlı işler yapmada muvaffak kılar, isyanlardan ve kötülüklerden korur.
İşinde kolaylık her insanın arzu ettiği bir şeydir. Bu ise Allah-u Teâlâ’nın bir kuluna büyük bir ihsanıdır. Bu gibi kimseler kolayca neticeye varırlar, tam bir kolaylık içinde hayatlarını sürdürürler.
“İşte bu, Allah’ın size indirdiği emridir.” (Talâk: 5)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî hükümleri, insanların uymaları ve amel etmeleri için indirmiştir. Verilen bu emir âlemlerin Rabb’ine âit olduğu için çok ciddidir ve dikkate şayandır.
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah onun kusurlarını örter ve mükâfâtını büyütür.” (Talâk: 5)
Takvâsı sebebiyle ondan râzı olduğu için günahlarını siler, yaptıkları iyiliklerin karşılığını da kat kat artırarak verir.
Bu umumi bir hüküm ve vaaddir.
Boşanan ve İddet Bekleyen
Kadının Nafakası:
“Ric’î” ve “Bâin” talâkla boşanıp da, iddet bekleyen kadının barınması ve nafakası kocaya aittir. Ayrıca “Ric’î” ve “Bâin” talâkla da olsa boşanan hamile kadının da barınma ve nafakası kocaya âittir.
6. Âyet-i kerime’de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
“Boşadığınız o kadınları (iddetleri müddetince) gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun.” (Talâk: 6)
Burada emir buyurulan husus, kendi bulundukları meskenlere benzer meskenlerde oturtulmalarıdır. Daha aşağı ve güçlerinin yetebildiğinden daha düşük bir yerde oturtulmamalıdırlar. Kadının kocasına gücünün yetmeyeceği bir ev teklif etmeye de hakkı yoktur.
Bu emirler sağ kalanlaradır. Kocası vefat eden kadının iddetinde ikamet yeri ve nafaka talebinde bulunmaya hakkı yoktur. Vârisler arasında bulunduğu için, terikeden hissesi ne ise onu alır.
“Onları sıkıştırıp evden çıkarmaya zorlamak için kendilerine zarar vermeye kalkışmayın.” (Talâk: 6)
Meskeninden çıkmak zorunda bırakmak ve nafakadan vazgeçirmeye mecbur edecek şekilde sıkıştırmak, onu dara koymak demektir.
“Eğer onlar hamile iseler, çocuklarını doğuruncaya kadar nafakalarını verin.” (Talâk: 6)
Hamile kadınların doğum yapmaları ister yakın ister uzak olsun, çocuklarını doğuruncaya ve başkaları ile evlenmeleri helâl oluncaya kadar nafakaları kocalarına aittir.
“Sonra doğan çocuğu sizin faidenize emzirirlerse, emzirme ücretlerini verin.” (Talâk: 6)
Çocuk dünyaya gelince ona baktırmak vazifesi esas itibariyle babaya aittir. Emzirecek süt anayı baba tutar, masraflarını baba verir. Ananın da çocuğu kendi kucağında bulundurup ona fiilen bakma hakkı vardır.
Çocuğun hakkı da ilk önce ana sütünü emmektir. Onun için boşanmış olan ana, çocuğa bakma hakkını kullanıp da babanın hesabına olarak ücretle o çocuğu emzirecek olursa, babanın o çocuğu ondan almayıp süt emzirme ve bakım ücretini vermesi gerekir. Yok eğer babası hesabına değil de ana kendi hesabına emzirecek olursa, o zaman babanın çocuğun anasına ücret vermesi gerekmez. Yalnız baba emzirme ücretinin dışında giyim ve diğer masrafları verir ve bütün bunların kendi aralarında kararlaştırılması gerekir.
Onun için buyuruluyor ki:
“Aranızda bu hususta güzelce müşavere (istişare) edin.” (Talâk: 6)
Gereken ücreti ve çocuğun nafakasını kararlaştırın, boşanıp ayrıldık diye birbirinize zorluk çıkarmayın.
“Anlaşmakta güçlük çekerseniz, bu takdirde çocuğu baba hesabına bir başka kadın emzirecektir.” (Talâk: 6)
Baba diğer bir süt anası bulup emzirtecek ve ona gereken ücreti vermeye mecbur olacaktır. Bu takdirde ise, ana çocuğuna analık etmemiş, Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği sütü yavrusundan esirgemiş olacaktır.
•
İddet bekleyen kadına verilecek nafaka kocanın gücüne göre ayarlanır. Koca eğer zengin ise zenginliğine uygun bir nafaka, fakir ise gücünün yetebileceği bir nafaka vermelidir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hali vakti geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı dar olan fakir de, nafakayı Allah’ın kendisine verdiğinden versin. Allah bir kimseyi ancak ona verdiği şeyle mükellef tutar.” (Talâk: 7)
Her hususta böyle olduğu gibi infak teklifleri de böyledir. Zengin zenginliğine göre, fakir de fakirliğine göre sorumlu olur.
“Allah bir güçlükten sonra ergeç bir kolaylık ihsan edecektir.” (Talâk: 7)
Binaenaleyh fakirler ve fakir âileleri bulabildiklerinle kanaat ederek sabretmeli, ilerisi için Allah-u Teâlâ’dan ümidini kesmemelidir.
•
Kocaların boşanan kadınlara güçleri yettiği ölçüde, ayrılığın verdiği yalnızlık yarasını sarmaları için mal vermeleri gerekir. Bu, Allah-u Teâlâ’nın emrine uyan müminlerin üzerine bir borçtur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Boşanan kadınların da meşru bir şekilde faydalanmaları haklarıdır. Bunun yerine getirilmesi, Allah’tan korkanlara bir vazifedir.” (Bakara: 241)
Bu mal gerdeğe girmiş olanlar için iddet nafakası, girmemiş olanlar için de bağıştır. Bunun geleneklere uygun olanı da kocanın gücüne göre, kadının durumuna uygun olmasıdır.
____________________________________________________________________________________
TALÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Gönül Islahı
İsyan Cezasız Kalmaz:
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerine muhalefet eden, Peygamber’ini yalanlayan, indirdiği ilâhî hükümlerden başka yollara giden sapıkları Âyet-i kerime’lerinde tehdit ediyor, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen çok şiddetli felâketleri haber veriyor ve müslümanları uyandırarak şöyle buyuruyor:
“Nice memleketler vardır ki, Rabb’lerinin ve peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmıştır.” (Talâk: 8)
Allah-u Teâlâ’nın dininden uzaklaşan ve peygamberleri reddeden kimselerin er veya geç ilâhî azaba uğramaları her zaman ve mekânda tekrarlanan şaşmaz bir kanundur.
“Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba uğratmışızdır.” (Talâk: 8)
Onların isyanları sebebiyle yaşadıkları memleketler harap olmuş; isyankârlar son derece şiddetli cezâlara çarptırılmışlar, emniyet, huzur ve güvenden mahrum olarak yaşamışlardır. Bununla iş bitmiş olmayacak, dünyadaki âcil azap yanlarına kâr kalmayacak; ölür ölmez kabir azabının ara vermeyen cefâsı ile karşılaşacaklar, ahirette de tepetakla cehenneme yuvarlanarak tasavvura sığmayan ve misli görülmemiş bir belâya uğrayacaklardır.
“Böylece onlar kendi yaptıklarının cezasını çektiler.” (Talâk: 9)
Pişmanlığın hiçbir fayda vermediği bir zamanda pişmanlık duydular.
“İşlerinin sonucu da tam bir hüsran oldu.” (Talâk: 9)
Ömür sermayesini iyiye ve güzele, ahireti kazanmaya sarfetmedikleri için boşa harcamışlar; ticaretleri de zarar etmiş, tam bir müflis durumunu düşmüşlerdir.
Dünyada iken canla-başla çalışıp fayda bekledikleri çalışmalarından fayda değil, büyük zarar görecekler.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır.” (Talâk: 10)
Onlar bu pek müthiş azaba müstehak olmuşlardır. Dünyada çarptırıldıkları musibetler, günahlarına kefaret olmaz, ahirette de can yakıcı azaplara uğrarlar. İşte Hakk’tan sapmanın, hakikatten uzaklaşmanın vebâli bu kadar ağırdır.
•
Allah-u Teâlâ isyanların cezasız kalmayacağını anlattıktan sonra, isyankârların başına gelen dünyevî ve uhrevî azapların, müminlerin de başına gelmemesi için onlara uyarıda bulunmaktadır:
“Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah’tan korkun!” (Talâk: 10)
Felâkete uğrayan geçmiş ümmetlerin âkıbetlerini düşünün, akıllarınızı kullanın, Allah yolundan ayrılmayın, O’nun suçüstü yakalamasından ve intikam almasından sakının. Aksi takdirde onlara isabet eden musibetler size de bu isabet eder.
Gönül Islâhı:
Allah-u Teâlâ müminlere uyarıda bulunduktan sonra, onlara olan büyük nimetini hatırlatıyor ve şöyle buyuruyor:
“Allah size bir zikir indirmiştir.” (Talâk: 10)
Bu indirilen zikir Muhammed Aleyhisselâm’dır. Onun şahsiyeti baştan başa bir zikirdir, bir uyarıdır. Onun gönderilmesiyle bu zikir gözle görülen mücessem bir şahıs hâle gelmiş, böylece o yüce Peygamber Kur’an-ı kerim’in canlı bir tercümanı olmuştur.
Nitekim Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dır.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a indirilen gerçeklere iman edenlerin hâl ve ahvâllerini bizzat kendisinin düzelteceğini, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını, gönüllerini ıslâh edeceğini; ruh ile beden, madde ile mânâ, dünya ile ahiret arasında kopmaz bağlar kuracağını beyan buyurmaktadır:
“İman edip sâlih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size Allah’ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir.” (Talâk: 11)
Bütün kâinat cehâlet, dalâlet ve vahşet içinde yüzerken Allah-u Teâlâ, o an ve zamana göre hakikati indirmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından çıkmasına vesile olmuştur.
Kur’an-ı kerim’in indirilmesi ve Muhammed Aleyhisselâm’ın gönderilmesi ile, hak ve hakikate tâbi olanlar; zulmetten nura, şirk ve küfürden imana, bâtıldan hakka, gafletten uyanıklığa, cehâletten ilim ve irfana nâil olmuşlar, ebedî saâdete erişmişlerdir.
“Kim Allah’a iman eder ve sâlih amel işlerse, Allah onu altlarında ırmaklar akan cennetlere sokar.” (Talâk: 11)
Bir daha da oradan çıkarmaz.
“Orada ebedî kalırlar.” (Talâk: 11)
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevazu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.
“Allah ona gerçekten güzel bir rızık vermiştir.” (Talâk: 11)
Allah-u Teâlâ’nın onlara verdiği rızık ne kadar güzel ve ne kadar boldur! Gözlerin bakmakla doyamayacağı, baktıkça lezzet alacağı, gizlenmiş öyle nimetler vardır ki, onları ancak Allah-u Teâlâ bilir.
Azâmet-i İlâhî Saltanat ve İktidarların Üstündedir:
Yaratan Allah-u Teâlâ olduğu gibi yaşatan da, donatan da O’dur. O yaratıyor, O yönetiyor. Mülk O’nundur, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O’nundur.
Arş-ı Rahman’dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam etmektedir.
Yerden göklere, göklerden Arş’a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O’nun hüküm ve idaresi altında, andan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
Arş’ından arzına varıncaya kadar mahlûkatın bütün işlerini hikmet ve maslahatının gerektiği şekilde bizzat kendisi yönetir ve yönlendirir. Hiç kimse O’nun hiçbir tedbirine engel olamaz. Hükümranlığı kayıtsız şartsızdır ve devamlıdır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah’tır.” (Talâk: 12)
Bu ise O’nun mülkünün genişliğini göstermektedir. Mülkünün genişliği karşısında bütün bu yeryüzü ve bir o kadarı çok basit kalır.
Birçok gök yaratıldığı gibi birçok da arz yaratılmıştır.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Kim ki (başkasına âit) araziden bir karış toprağa tecavüz edip zulmederse, yedi kat arzdan bir halka onun boynuna geçirilir.” (Buhârî -Müslim)
Yer katları göklerin aksine birbirinden ayrı değildir, birbirlerininin üstünde yedi tabakadır.
O’nun bir İsm-i şerif’i de “Vâlî”dir. O öyle bir Vâlî-i âzam’dır ki, mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder. Azâmet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.
“Allah’ın fermanı bunların arasından iner ki, böylece Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talâk: 12)
Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile...
Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yer de böyledir, gök de böyledir. Arşırahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. Allah-u Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün âlemleri çepeçevre çevirmiştir.
İşte bunun ispatı:
“Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)
Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından nereye baksan yalnız O’nu göreceksin.
Herkes O’nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki bütün mekânlar O’nda mekândır, O’nun mekânı yoktur.
İyi bil ki O’nu gören, O’ndan gören, bütün âlemlerin bir kabuk, bir perde, bir maskeden ibaret olduğunu görür ve bilir.
“Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır.” (Bakara: 115)
Çünkü:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nûr: 35)
O’ndan başka ne vücud var, ne de mevcud var. Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Amma kişiler “Lâ”da kaldılar, yeri göğü gördüler, orada kaldılar. O’nun nuru olduğunu göremediler ve bilemediler. Aslı O’dur, perdede başkası görülür. Mevcûdat O’nun nurundan birer nurdur.
Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Hem görüyor, hem biliyor. Amma başkaları hem görmüyor, hem bilmiyor.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- Hazretleri Talâk sûre-i şerif’inin 12. Âyet-i kerime’si hakkında buyurur ki:
“Eğer bu Âyet-i kerime’nin size tefsirini yapacak olsam, beni mutlaka taş yağmuruna tutarsınız.”
Bu anlatılanlar sanmayın ki bilinmiyor. Allah-u Teâlâ fakire öyle bir üslup vermiş ki, İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri’nin buyurduğu mevzuları açıyoruz da kimse farkında değil. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri yerleştirdiğimiz için, o söylediğimiz söz kayboluyor. Kişi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’i görüyor, o mevzuyu unutuyor. Kişilerin anlayacağı şekilde açıldığı için şaşkınlık yapmıyor. Yoksa kapalı tuttuğumuz yerler çok azdır.
Kişiler bunu neden kavrayamıyorlar?
İlimleri ilmel-yakîn, akılları da akl-ı meaş olduğu için kavrayamıyorlar.
Bu Âyet-i kerime’nin tecelliyâtına nerede mazhar olunur?
Kişi Allah-u Teâlâ’nın içinde olduğunu gördüğü zaman,
Kendisinin bir maskeden, bir paçavradan ibaret olduğunu anladığı zaman,
Mükevvenâtı kendi nurundan yarattığını ve donattığını gördüğü zaman, bu Âyet-i kerime’nin sırrına ve tecelliyâtına mazhar olur.
Çünkü nurundan “Nur”unu yarattı, o “Nur” ile mükevvenâtı donattı. Bütün bu sır bunun içindedir. Hep nur... Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da nur.
Ancak bu tecelliyâta kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de bilir. Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kati surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyât verilmemiştir.
Eğer bu noktayı bir kavrayabilirseniz, göklerin ve yerin nur olduğunu gözünle göremeseniz de, inanmakla kurtulmuş olursunuz.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
“BOŞANMA HÜKÜMLERİ”
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on iki Âyet-i kerime, iki yüz kırk dokuz kelime ve bin altmış harften teşekkül etmiştir.
Boşanma hukukunu konu edinmesi sebebiyle ismi “Talâk” olmuştur.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- bu Sûre-i şerif’e: “Küçük Nisâ sûresi” demiştir.
Muhtevâsından bu Sûre-i şerif’in Bakara sûre-i şerif’indeki boşanma hükümlerinden sonra nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Böylece İslâm’daki âile hukuku kemâle erdirilmiştir.
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i şerif’te başlangıçta “Boşanma hükümleri” ele alınmakta, evlilik hayatı çekilmez bir hâl aldığında müminlere yolların en güzeline girmelerini, meşru bir şekilde boşama yapmalarını emretmektedir.
İlk üç Âyet-i kerime’de boşanmaya ve iddete dâir hükümler açıklanmakta; 4. ve 5. Âyet-i kerime’lerde kadınların iddet süresi belirlenmekte; 6. ve 7. Âyet-i kerime’lerde ise iddet bekleyen kadınların mesken ve nafakalarının karşılanması hakkındaki hükümler ele alınmaktadır.
Bu ilâhî hükümler açıklanırkan müminlerin Allah’tan korkmaları teşvik edilmiş, eşlerden birinin diğerine zulmetmemesi istenmiştir.
8. ve 9. Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin emirlerini dinlemeyenlerin âkıbetlerinin çok acıklı bir azap olacağı hatırlatılmış, bu hususta geçmiş ümmetlerden misal verilmiştir.
10. ve 11. âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ’nın müminlere bir zikir olan Kur’an-ı kerim’i indirdiği, şerefli bir Peygamber gönderdiği; bu yüce Peygamber’in müminleri karanlıklardan aydınlığa çıkardığı, Allah’ın açıklayıcı âyetlerini onlara okuduğunu, inananların altlarından ırmaklar akan cennetlere girecekleri haber verilmektedir.
Ve son olarak da 12. Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azameti en geniş mânâsı ile beşeriyete duyurulmaktadır.
Talâk:
“Bağı çözmek ve serbest bırakmak” mânâsına gelen talâk; “Nikâh ile sabit olan evlilik bağının kaldırılması” demektir.
Talâkın meşru oluşu Kur’an-ı kerim, Sünnet-i seniye ve İcmâ ile sabittir.
Allah-u Teâlâ bu sûre-i şerif’te, Bakara sûre-i şerif’inde açıklanmamış bazı haller ile ilgili âileyi ilgilendiren, boşanmanın dışındaki bazı hallere âit hükümleri açıklamaktadır.
Allah-u Teâlâ ümmetini hayra götüren, hidayete erdiren seçkin Peygamber’ine tâzim ve aynı zamanda ümmet-i muhteremesini uyandırmak ve öğretmek için hitap ederek şöyle buyurur:
“Ey peygamber! Kadınları boşadığınız zaman, onları iddetleri içinde (iddetlerini gözeterek) boşayın.” (Talâk: 1)
Burada önce Resulullah Aleyhisselâm’a nidâ ile başlaması, beyan edilecek boşama tarzının onun şeriatına âit Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen yeni bir hüküm olması hasebiyle duyurma ve tenbih ifade etmekte, aynı zamanda konunun önemini daha da artırmaktadır.
•
Talâk Allah-u Teâlâ’nın buğz ve adâvetini mucip bir helâl olmakla birlikte, talâkın câiz olması Allah-u Teâlâ’nın bir rahmeti olmaktadır. Zaruri bir ihtiyacı gidermek için meşru kılınmıştır. İhtiyaç olmadığı takdirde mekruhtur.
Geçici bir öfkeden veya esiri olduğu bir arzudan dolayı hemen talâka sarılmak doğru değildir. Bütün bunlar İslâm’ın âdâb ve esaslarını çiğnemektir ve günahtır.
Mahmud bin Lebid -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir kimse gelerek hanımını üç talâkla birden boşadığını haber verdi.
Resulullah Aleyhisselâm gadaplı bir şekilde kalkarak:
“Daha ben aranızda iken Allah’ın kitabıyla mı oynanıyor?” buyurdu.
Derken birisi kalkıp: ‘Yâ Resulellah! Onu öldüreyim mi?’ dedi.” (Nesâî. Talâk 6)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu ifadesi meselenin dinen ne kadar kötü olduğunu göstermektedir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- böyle yapanları kamçı ile cezalandırırdı.
Bir kimse Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- ya gelerek “Ben karımı yüz talâkla boşadım, bana bir şey gerekir mi?” diye sorduğunda şu cevabı verdi:
“Kadın senden üç talâkla boşanmıştır. Geri kalan doksan yedisi ile Allah’ın âyetiyle alay etmiş olursun.” (Muvatta. Talâk 2)
Allah-u Teâlâ talâkı üç kıldığı için, Abdullah -radiyallahu anh- üçten fazla boşamayı ciddiyetsizlik, dinin ahkâmı ile alay etmek olarak vasıflandırmıştır.
Boşamayı belirten sarih lâfız kocanın dilinden dökülecek olursa, bundan sorumlu tutulur. “Boşamaya niyet etmemiştim.”, “Şaka yapıyordum.”, “Laf olsun diye söylemiştim.” gibi mazeretler ileri sürmesi fayda vermez.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Üç şey vardır ki bunların ciddisi ciddi, şakası da ciddidir:
Nikâh, boşanma ve ric’at (bir adamın boşamış olduğu karısına tekrar dönmesi).” (Ebu Dâvud-Tirmizî)
•
Ay halindeyken kadın boşanmayacağı gibi, kendisine mukarenette bulunduğu temizlik halinde de boşanmaz. Bir müslüman, karısından ayrılmayı arzu ederse, ayrılacağı zamanı seçmesi lâzımdır. Kadın ay halinden temizlendikten sonra, onunla hiç mukarenette bulunmadan boşanmalıdır.
En güzel ve sünnet olan şekil budur.
Bu ise iddetin en kısa zamanda başlaması, mukarenet sonucu gebelik meydana gelmemesi ve kocasının tam bir idrak ve düşünüş halinde ve aklını kullanarak boşaması içindir. Kadının hayız anında boşanması yasaklanmıştır ki, iddet zamanı uzayıp da kadın zarar görmesin.
Âdet günlerinde kadın boşamak haram olduğu gibi, temiz halde iken mukarenette bulunduktan sonra boşamak da mekruhtur.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanında karımı hayız halinde boşadım. Bunun üzerine babam Ömer -radiyallahu anh- durumu Resulullah Aleyhisselâm’a anlatmış da şöyle buyurmuştur:
“Ona emret de karısına dönsün. Sonra onu temizlenip başka bir hayız görünceye kadar terk etsin. Kadın temizlendiği vakit ya ona mukarenette bulunmadan boşasın, yahut nikâhında tutsun. Çünkü kadınların kendisi için boşanmasını emrettiği iddet budur.” (Müslim: 1471)
Âyet-i kerime bu müddetin nazarı dikkate alınmasını, rast gele boşama yapılmamasını emretmiş olmaktadır.
“Ve iddeti sayın.” (Talâk: 1)
Evlilik iddet süresinin bitimiyle sona erdiği için, boşama zamanını iyi belirleyip iddet günlerini tesbit etmek lâzımdır.
“Rabb’iniz olan Allah’tan korkun.” (Talâk: 1)
O’nun emir ve nehiylerine aykırı hareket etmekten, hükümlerine uymamaktan sakının. Gerek boşamada gerekse iddette kadınları zarara sokmaya kalkışmayın.
“Onları evlerinden çıkarmayın.” (Talâk: 1)
Kocasından ayrılan bir kadın iddetini kocasının evinde beklemelidir. İddet süresi içerisinde koca üzerinde mesken hakkı vardır. Kocanın onu çıkarmaya hakkı yoktur. Kadının da çıkması câiz değildir.
“Kendileri de çıkmasınlar.” (Talâk: 1)
Kocası izin vermiş olsa bile bir zaruret olmadıkça çıkmaları haramdır, çıkarsa günah işlemiş olur. Bu yasak soyu ve kadını korumak içindir.
“Apaçık bir hayâsızlık yapmaları hali müstesna.” (Talâk: 1)
Geçimsizlik, serkeşlik ve dikbaşlılık yapıp da ihtiyaçları yok iken çıkıp gitmeleridir ki bu durumda fâhiş bir terbiyesizlik yapmış olurlar.
Çıkıp giderlerse iddet hakkından kurtulmuş olmazlarsa da, ev nafaka hakları düşer.
Kötü bir fiilde bulunurlarsa, o zaman kocasının evinde durması zor olduğundan çıkarılması câizdir.
“Bu hükümler Allah’ın hudududur.” (Talâk: 1)
Kendilerine muhalefet edilmemesi icabeden ilâhî hükümlerdir. Bu hükümlere uymak ve haddi aşmaktan korkmak gerekir.
“Kim Allah’ın hududlarını aşarsa, kendine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Allah-u Teâlâ, yolunda gidenlerin kurtuluşu için emir ve yasaklarla bir takım sınırlar çizmiştir. O sınırları geçtikleri zaman hak yoldan çıkarlar ve karanlıklara saparlar. Bu ise nefislere karşı en büyük zulümdür ve bu yüzden cehennem azabını hak etmiş olurlar.
İnsanlar Allah-u Teâlâ’nın hükümlerindeki hikmetleri gereğince bilemezler. O sayılacak iddet içinde Allah-u Teâlâ kişinin kalbinden karısına karşı nefreti çıkarabileceğini, tekrar karısı ile beraber yaşamayı arzu edebileceğini düşünemezler.
Eğer o kimse Allah-u Teâlâ’nın Kitab-ı kerim’inde gösterdiği yola uyarak karısına böyle bir mühlet tanırsa, Allah-u Teâlâ onun arzu ettiğini irade buyurur.
Nitekim Âyet-i kerime’nin sonunda şöyle buyuruluyor:
“Sen bilmezsin, belki de Allah bunun ardından bir durum peyda ediverir.” (Talâk: 1)
İddet süresi boyunca boşanan kadının, kocasının evinde kalmasının hikmeti; kocasının onu boşamaktan dolayı pişmanlık duyması, Allah-u Teâlâ’nın onun kalbinde ona dönmek arzusunu halketmesi dolayısıyladır. Şüphesiz ki kalpler Allah-u Teâlâ’nın iki parmağı arasındadır, onları dilediği tarafa çevirir.
Onun içindir ki herhangi bir sebeple karısını boşayacak olan kimse öfkeyle her şeyi kesip atıvermemeli, ilerisini de hesaba katmalı, Allah-u Teâlâ’nın bu emir ve nehiylerle tayin ettiği hududu aşmamalı, önce iddetini gözeterek temiz bir halde talâk vermeli ve iddeti saymalıdır. Şayet ayrılmak gerekirse bununla hem maksat hasıl olur, hem de bir tecrübeye imkân bırakarak düşünüp uyanmaya ve pişmanlık duyulursa geri dönmeye fırsat tanınmış olur.
Öyleyse en iyisi işi Allah-u Teâlâ’ya havale etmek, O’na bağlanmak, O’nun takvâsını gözetmektir.
•
Âyet-i kerime üç talâkın bir çırpıda verilmesinin mekruh olduğuna işaret etmektedir. Çünkü üç talâktan sonra dönmek mümkün değildir. Üç talâk vermek şeytana yardım, öyle yapmamak ise ona karşı çıkmaktır.
Nitekim Câbir -radiyallahu anh- den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Şeytan tahtını deniz üzerine koyar. Sonra çetelerini gönderir. Şeytanın katında ona derece itibariyle en yakın olanı, en büyük fitne çıkaranıdır.
Bunlardan birisi gelerek ‘Şöyle şöyle yaptım!’ der. Buna karşılık şeytan ‘Sen bir şey yapmamışsın.’ der. Sonra bir başkası gelip ‘Onu karısıyla birbirinden ayırmadan bırakmadım.’ der. Şeytan onu kendisine yaklaştırır ve ‘Sen en iyisin!’ karşılığını verir.” (Müslim: 2813)
•
İddet süresi sona doğru yaklaşınca, daha önce belirtilen müddet miktarı içerisinde yani iddeti son bulmadan önce koca boşandığı karısını geri alabilme ve talâktan dönebilme yetkisine sahiptir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İddet sürelerini doldurduklarında, onları güzellikle tutun.” (Talâk: 2)
Bu şart geri dönüşün sonu, ayrılığın başlangıcı olan zamanı göstermek içindir. Binaenaleyh iddet müddeti içinde kocanın her zaman dönme hakkı vardır. Fakat iddet bitince tercih hakkı ortadan kalkar, ayrılık gerekir. Kadının izniyle nikâh tazelenmedikçe birleşme mümkün olmaz.
“Veya onlardan güzellikle ayrılın.” (Talâk: 2)
Tutmayı ya da salıvermeyi tercih etseniz de bunları iyilikle yapmalısınız. Ayrılacaksanız güzellikle ayrılın. İddetini lüzumsuz yere, sırf ona eziyet vermek için uzatmayın. Gücünüz yetiyorsa, boşanma nedeniyle ona bir şeyler verin.
“İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun.” (Talâk: 2)
Şüpheyi ortadan kaldırmak için, karı-koca ayrılsalar da geri kalsalar da şahitlerin şehâdeti gerekir. Herkes boşanma haberini duyabilir, fakat tekrar birleşme haberini duyamaz.
Şahit tutma emri teşvik içindir. İhtilâfa kapı açılmaması için hikmetli bir tavsiyedir.
“Şahitliği Allah için yapın.” (Talâk: 2)
Çünkü şahitlik edilmesini Allah-u Teâlâ buyurmaktadır. Şahitlere düşen de hiç bir şeyi gizlemeyerek, sırf Allah rızâsı için şehâdet etmektir. Şahit, şahitliğini gizlerse hıyanet etmiş olur.
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın emridir, her müminin bu emirlere boyun eğmesi lazımdır.
“İşte bu, Allah’a ve âhiret gününe inananlara verilen öğüttür.” (Talâk: 2)
Çünkü bunlara riâyet edip faydalanacak olanlar, Allah’a ve âhiret gününe imanı olan kimselerdir.
İman kabiliyeti kalmamış, gönülleri kararmış ve mühürlenmiş olanlar ne Allah’tan korkar, ne âhireti sayar, ne de nasihat dinlerler, onlar kendi nefislerinin hevâsına dalarlar.
_______________________________________________________________________
TALÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Tevekkül
Tevekkül makamına yükselen takvâ ehli, dünya maîşetlerini şu Âyet-i kerime’lerde ifade edilen gayb hazinesinden temin ederler:
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır.” (Talâk: 2)
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
“Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir.” (Talâk: 3)
Boşayan da boşanan da Allah’tan korktuğu takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
“Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter.” (Talâk: 3)
Sebeplere dayanma sınırlı, Allah’a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’ya güvenmekledir. Şu kadar var ki sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhidir.
Bu durumda neticeye kolayca varılır, işler kolayca hâl imkânı bulur ve kişi kolaylıklar içinde ömrünü huzurlu olarak devam ettirir.
Tevekkül edenin muradı, Allah-u Teâlâ’nın irade ve rızâsına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah-u Teâlâ onun mükâfâtını büyütür.
“Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir.” (Talâk: 3)
Hiçbir güç ve kuvvet Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmesine mâni olamaz. Hükmünü istediği gibi yürütür.
“Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir.” (Talâk: 3)
Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Hiçbir şey tesadüf ve başıboş değildir.
Hamile Kadınların İddeti:
Kocası ölen hamile kadınların iddetleri ise, kocanın ölümünden bir saat sonra dahi gerçekleşse, doğumla sona erer.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Hamile olanların bekleme süresi ise yüklerini bırakmalarına (doğum yapmalarına) kadardır.” (Talâk: 4)
Bunlar ister boşanmış, ister kocası ölmüş kadınlar olsun durum aynıdır.
Kocası öldükten on beş gün sonra doğum yapan Sübey’a el-Eslemiyye -radiyallahu anhâ-ya, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bekleme süresinin tamamlandığını bildirmiştir. (Buhârî-Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de:
“Kocası yatakta, henüz defnedilmemiş iken doğum yapsa da bir kadının evlenmesi helâldir.” demiştir. (Muvatta. Talâk, 84)
Âdetten Kesilenlerle
Hiç Âdet Görmeyenlerin İddeti:
Allah-u Teâlâ küçüklük ve yaşlılığından dolayı hayız görmeyen boşanmış kadının hükmünü açıklamak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdetini görmemiş bulunanlar (ın iddet)inde eğer tereddüt ederseniz, onların iddeti üç aydır.” (Talâk: 4)
“Âdetten kesilenler” ve “Hiç âdet görmemiş olanlar” üç ay bir müddetle bekleyince, kendilerini boşamış olan kocaları ile irtibatlarını tamamen kesmiş olurlar ve başkaları ile evlenebilirler. “Âdet görenler”in iddetleri ise tam üç hayız görmekle sona ermiş olur.
Kocası ölen hamile kadınların iddetleri ise, kocanın ölümünden bir saat sonra dahi gerçekleşse, doğumla sona erer.
“Hamile kadınların bekleme süresi ise yüklerini bırakmalarına (doğum yapmalarına) kadardır.” (Talâk: 4)
Bunlar ister boşanmış, ister kocası ölmüş kadınlar olsun durum aynıdır.
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah onun her işinde bir kolaylık verir.” (Talâk: 4)
Takvâ sebebiyle ona işini kolaylaştırır, düğümlerini tek tek çözer, hiçbir işinde zorluk bırakmaz, hayırlı ve yararlı işler yapmada muvaffak kılar, isyanlardan ve kötülüklerden korur.
İşinde kolaylık her insanın arzu ettiği bir şeydir. Bu ise Allah-u Teâlâ’nın bir kuluna büyük bir ihsanıdır. Bu gibi kimseler kolayca neticeye varırlar, tam bir kolaylık içinde hayatlarını sürdürürler.
“İşte bu, Allah’ın size indirdiği emridir.” (Talâk: 5)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî hükümleri, insanların uymaları ve amel etmeleri için indirmiştir. Verilen bu emir âlemlerin Rabb’ine âit olduğu için çok ciddidir ve dikkate şayandır.
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah onun kusurlarını örter ve mükâfâtını büyütür.” (Talâk: 5)
Takvâsı sebebiyle ondan râzı olduğu için günahlarını siler, yaptıkları iyiliklerin karşılığını da kat kat artırarak verir.
Bu umumi bir hüküm ve vaaddir.
Boşanan ve İddet Bekleyen
Kadının Nafakası:
“Ric’î” ve “Bâin” talâkla boşanıp da, iddet bekleyen kadının barınması ve nafakası kocaya aittir. Ayrıca “Ric’î” ve “Bâin” talâkla da olsa boşanan hamile kadının da barınma ve nafakası kocaya âittir.
6. Âyet-i kerime’de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
“Boşadığınız o kadınları (iddetleri müddetince) gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun.” (Talâk: 6)
Burada emir buyurulan husus, kendi bulundukları meskenlere benzer meskenlerde oturtulmalarıdır. Daha aşağı ve güçlerinin yetebildiğinden daha düşük bir yerde oturtulmamalıdırlar. Kadının kocasına gücünün yetmeyeceği bir ev teklif etmeye de hakkı yoktur.
Bu emirler sağ kalanlaradır. Kocası vefat eden kadının iddetinde ikamet yeri ve nafaka talebinde bulunmaya hakkı yoktur. Vârisler arasında bulunduğu için, terikeden hissesi ne ise onu alır.
“Onları sıkıştırıp evden çıkarmaya zorlamak için kendilerine zarar vermeye kalkışmayın.” (Talâk: 6)
Meskeninden çıkmak zorunda bırakmak ve nafakadan vazgeçirmeye mecbur edecek şekilde sıkıştırmak, onu dara koymak demektir.
“Eğer onlar hamile iseler, çocuklarını doğuruncaya kadar nafakalarını verin.” (Talâk: 6)
Hamile kadınların doğum yapmaları ister yakın ister uzak olsun, çocuklarını doğuruncaya ve başkaları ile evlenmeleri helâl oluncaya kadar nafakaları kocalarına aittir.
“Sonra doğan çocuğu sizin faidenize emzirirlerse, emzirme ücretlerini verin.” (Talâk: 6)
Çocuk dünyaya gelince ona baktırmak vazifesi esas itibariyle babaya aittir. Emzirecek süt anayı baba tutar, masraflarını baba verir. Ananın da çocuğu kendi kucağında bulundurup ona fiilen bakma hakkı vardır.
Çocuğun hakkı da ilk önce ana sütünü emmektir. Onun için boşanmış olan ana, çocuğa bakma hakkını kullanıp da babanın hesabına olarak ücretle o çocuğu emzirecek olursa, babanın o çocuğu ondan almayıp süt emzirme ve bakım ücretini vermesi gerekir. Yok eğer babası hesabına değil de ana kendi hesabına emzirecek olursa, o zaman babanın çocuğun anasına ücret vermesi gerekmez. Yalnız baba emzirme ücretinin dışında giyim ve diğer masrafları verir ve bütün bunların kendi aralarında kararlaştırılması gerekir.
Onun için buyuruluyor ki:
“Aranızda bu hususta güzelce müşavere (istişare) edin.” (Talâk: 6)
Gereken ücreti ve çocuğun nafakasını kararlaştırın, boşanıp ayrıldık diye birbirinize zorluk çıkarmayın.
“Anlaşmakta güçlük çekerseniz, bu takdirde çocuğu baba hesabına bir başka kadın emzirecektir.” (Talâk: 6)
Baba diğer bir süt anası bulup emzirtecek ve ona gereken ücreti vermeye mecbur olacaktır. Bu takdirde ise, ana çocuğuna analık etmemiş, Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği sütü yavrusundan esirgemiş olacaktır.
•
İddet bekleyen kadına verilecek nafaka kocanın gücüne göre ayarlanır. Koca eğer zengin ise zenginliğine uygun bir nafaka, fakir ise gücünün yetebileceği bir nafaka vermelidir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hali vakti geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı dar olan fakir de, nafakayı Allah’ın kendisine verdiğinden versin. Allah bir kimseyi ancak ona verdiği şeyle mükellef tutar.” (Talâk: 7)
Her hususta böyle olduğu gibi infak teklifleri de böyledir. Zengin zenginliğine göre, fakir de fakirliğine göre sorumlu olur.
“Allah bir güçlükten sonra ergeç bir kolaylık ihsan edecektir.” (Talâk: 7)
Binaenaleyh fakirler ve fakir âileleri bulabildiklerinle kanaat ederek sabretmeli, ilerisi için Allah-u Teâlâ’dan ümidini kesmemelidir.
•
Kocaların boşanan kadınlara güçleri yettiği ölçüde, ayrılığın verdiği yalnızlık yarasını sarmaları için mal vermeleri gerekir. Bu, Allah-u Teâlâ’nın emrine uyan müminlerin üzerine bir borçtur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Boşanan kadınların da meşru bir şekilde faydalanmaları haklarıdır. Bunun yerine getirilmesi, Allah’tan korkanlara bir vazifedir.” (Bakara: 241)
Bu mal gerdeğe girmiş olanlar için iddet nafakası, girmemiş olanlar için de bağıştır. Bunun geleneklere uygun olanı da kocanın gücüne göre, kadının durumuna uygun olmasıdır.
____________________________________________________________________________________
TALÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Gönül Islahı
İsyan Cezasız Kalmaz:
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerine muhalefet eden, Peygamber’ini yalanlayan, indirdiği ilâhî hükümlerden başka yollara giden sapıkları Âyet-i kerime’lerinde tehdit ediyor, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen çok şiddetli felâketleri haber veriyor ve müslümanları uyandırarak şöyle buyuruyor:
“Nice memleketler vardır ki, Rabb’lerinin ve peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmıştır.” (Talâk: 8)
Allah-u Teâlâ’nın dininden uzaklaşan ve peygamberleri reddeden kimselerin er veya geç ilâhî azaba uğramaları her zaman ve mekânda tekrarlanan şaşmaz bir kanundur.
“Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba uğratmışızdır.” (Talâk: 8)
Onların isyanları sebebiyle yaşadıkları memleketler harap olmuş; isyankârlar son derece şiddetli cezâlara çarptırılmışlar, emniyet, huzur ve güvenden mahrum olarak yaşamışlardır. Bununla iş bitmiş olmayacak, dünyadaki âcil azap yanlarına kâr kalmayacak; ölür ölmez kabir azabının ara vermeyen cefâsı ile karşılaşacaklar, ahirette de tepetakla cehenneme yuvarlanarak tasavvura sığmayan ve misli görülmemiş bir belâya uğrayacaklardır.
“Böylece onlar kendi yaptıklarının cezasını çektiler.” (Talâk: 9)
Pişmanlığın hiçbir fayda vermediği bir zamanda pişmanlık duydular.
“İşlerinin sonucu da tam bir hüsran oldu.” (Talâk: 9)
Ömür sermayesini iyiye ve güzele, ahireti kazanmaya sarfetmedikleri için boşa harcamışlar; ticaretleri de zarar etmiş, tam bir müflis durumunu düşmüşlerdir.
Dünyada iken canla-başla çalışıp fayda bekledikleri çalışmalarından fayda değil, büyük zarar görecekler.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır.” (Talâk: 10)
Onlar bu pek müthiş azaba müstehak olmuşlardır. Dünyada çarptırıldıkları musibetler, günahlarına kefaret olmaz, ahirette de can yakıcı azaplara uğrarlar. İşte Hakk’tan sapmanın, hakikatten uzaklaşmanın vebâli bu kadar ağırdır.
•
Allah-u Teâlâ isyanların cezasız kalmayacağını anlattıktan sonra, isyankârların başına gelen dünyevî ve uhrevî azapların, müminlerin de başına gelmemesi için onlara uyarıda bulunmaktadır:
“Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah’tan korkun!” (Talâk: 10)
Felâkete uğrayan geçmiş ümmetlerin âkıbetlerini düşünün, akıllarınızı kullanın, Allah yolundan ayrılmayın, O’nun suçüstü yakalamasından ve intikam almasından sakının. Aksi takdirde onlara isabet eden musibetler size de bu isabet eder.
Gönül Islâhı:
Allah-u Teâlâ müminlere uyarıda bulunduktan sonra, onlara olan büyük nimetini hatırlatıyor ve şöyle buyuruyor:
“Allah size bir zikir indirmiştir.” (Talâk: 10)
Bu indirilen zikir Muhammed Aleyhisselâm’dır. Onun şahsiyeti baştan başa bir zikirdir, bir uyarıdır. Onun gönderilmesiyle bu zikir gözle görülen mücessem bir şahıs hâle gelmiş, böylece o yüce Peygamber Kur’an-ı kerim’in canlı bir tercümanı olmuştur.
Nitekim Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dır.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a indirilen gerçeklere iman edenlerin hâl ve ahvâllerini bizzat kendisinin düzelteceğini, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını, gönüllerini ıslâh edeceğini; ruh ile beden, madde ile mânâ, dünya ile ahiret arasında kopmaz bağlar kuracağını beyan buyurmaktadır:
“İman edip sâlih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size Allah’ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir.” (Talâk: 11)
Bütün kâinat cehâlet, dalâlet ve vahşet içinde yüzerken Allah-u Teâlâ, o an ve zamana göre hakikati indirmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından çıkmasına vesile olmuştur.
Kur’an-ı kerim’in indirilmesi ve Muhammed Aleyhisselâm’ın gönderilmesi ile, hak ve hakikate tâbi olanlar; zulmetten nura, şirk ve küfürden imana, bâtıldan hakka, gafletten uyanıklığa, cehâletten ilim ve irfana nâil olmuşlar, ebedî saâdete erişmişlerdir.
“Kim Allah’a iman eder ve sâlih amel işlerse, Allah onu altlarında ırmaklar akan cennetlere sokar.” (Talâk: 11)
Bir daha da oradan çıkarmaz.
“Orada ebedî kalırlar.” (Talâk: 11)
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevazu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.
“Allah ona gerçekten güzel bir rızık vermiştir.” (Talâk: 11)
Allah-u Teâlâ’nın onlara verdiği rızık ne kadar güzel ve ne kadar boldur! Gözlerin bakmakla doyamayacağı, baktıkça lezzet alacağı, gizlenmiş öyle nimetler vardır ki, onları ancak Allah-u Teâlâ bilir.
Azâmet-i İlâhî Saltanat ve İktidarların Üstündedir:
Yaratan Allah-u Teâlâ olduğu gibi yaşatan da, donatan da O’dur. O yaratıyor, O yönetiyor. Mülk O’nundur, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O’nundur.
Arş-ı Rahman’dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam etmektedir.
Yerden göklere, göklerden Arş’a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O’nun hüküm ve idaresi altında, andan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
Arş’ından arzına varıncaya kadar mahlûkatın bütün işlerini hikmet ve maslahatının gerektiği şekilde bizzat kendisi yönetir ve yönlendirir. Hiç kimse O’nun hiçbir tedbirine engel olamaz. Hükümranlığı kayıtsız şartsızdır ve devamlıdır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah’tır.” (Talâk: 12)
Bu ise O’nun mülkünün genişliğini göstermektedir. Mülkünün genişliği karşısında bütün bu yeryüzü ve bir o kadarı çok basit kalır.
Birçok gök yaratıldığı gibi birçok da arz yaratılmıştır.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Kim ki (başkasına âit) araziden bir karış toprağa tecavüz edip zulmederse, yedi kat arzdan bir halka onun boynuna geçirilir.” (Buhârî -Müslim)
Yer katları göklerin aksine birbirinden ayrı değildir, birbirlerininin üstünde yedi tabakadır.
O’nun bir İsm-i şerif’i de “Vâlî”dir. O öyle bir Vâlî-i âzam’dır ki, mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder. Azâmet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.
“Allah’ın fermanı bunların arasından iner ki, böylece Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talâk: 12)
Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile...
Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yer de böyledir, gök de böyledir. Arşırahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. Allah-u Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün âlemleri çepeçevre çevirmiştir.
İşte bunun ispatı:
“Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)
Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından nereye baksan yalnız O’nu göreceksin.
Herkes O’nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki bütün mekânlar O’nda mekândır, O’nun mekânı yoktur.
İyi bil ki O’nu gören, O’ndan gören, bütün âlemlerin bir kabuk, bir perde, bir maskeden ibaret olduğunu görür ve bilir.
“Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır.” (Bakara: 115)
Çünkü:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nûr: 35)
O’ndan başka ne vücud var, ne de mevcud var. Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Amma kişiler “Lâ”da kaldılar, yeri göğü gördüler, orada kaldılar. O’nun nuru olduğunu göremediler ve bilemediler. Aslı O’dur, perdede başkası görülür. Mevcûdat O’nun nurundan birer nurdur.
Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Hem görüyor, hem biliyor. Amma başkaları hem görmüyor, hem bilmiyor.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- Hazretleri Talâk sûre-i şerif’inin 12. Âyet-i kerime’si hakkında buyurur ki:
“Eğer bu Âyet-i kerime’nin size tefsirini yapacak olsam, beni mutlaka taş yağmuruna tutarsınız.”
Bu anlatılanlar sanmayın ki bilinmiyor. Allah-u Teâlâ fakire öyle bir üslup vermiş ki, İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri’nin buyurduğu mevzuları açıyoruz da kimse farkında değil. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri yerleştirdiğimiz için, o söylediğimiz söz kayboluyor. Kişi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’i görüyor, o mevzuyu unutuyor. Kişilerin anlayacağı şekilde açıldığı için şaşkınlık yapmıyor. Yoksa kapalı tuttuğumuz yerler çok azdır.
Kişiler bunu neden kavrayamıyorlar?
İlimleri ilmel-yakîn, akılları da akl-ı meaş olduğu için kavrayamıyorlar.
Bu Âyet-i kerime’nin tecelliyâtına nerede mazhar olunur?
Kişi Allah-u Teâlâ’nın içinde olduğunu gördüğü zaman,
Kendisinin bir maskeden, bir paçavradan ibaret olduğunu anladığı zaman,
Mükevvenâtı kendi nurundan yarattığını ve donattığını gördüğü zaman, bu Âyet-i kerime’nin sırrına ve tecelliyâtına mazhar olur.
Çünkü nurundan “Nur”unu yarattı, o “Nur” ile mükevvenâtı donattı. Bütün bu sır bunun içindedir. Hep nur... Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da nur.
Ancak bu tecelliyâta kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de bilir. Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kati surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyât verilmemiştir.
Eğer bu noktayı bir kavrayabilirseniz, göklerin ve yerin nur olduğunu gözünle göremeseniz de, inanmakla kurtulmuş olursunuz.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh