ABESE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
Abdullah bin Ümmü Mektum -r. anh- Kıssası
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme'de Necm sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Kırk iki Âyet-i kerime, yüz otuz kelime ve beş yüz otuz üç harften müteşekkildir.
Adını Sûre-i şerif'in ilk kelimesinden almıştır. "Sefere" ve "Sâhha" diye de anılır.
Nüzul Sebebi:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Kureyş'in ileri gelenlerinden Ebu Cehil, Utbe bin Rebîa, Ümeyye bin Halef... gibi kimselere büyük bir gayretle İslâm'ı anlatıyor ve onları dâvet ediyordu. Çünkü onların imana gelmeleri arzusunda idi, gönlü hep bununla doluydu. Bunlardan bir kimsenin imana gelmesi, çoğu kimselerin müslüman olması demekti.
Bu sırada gözleri görmeyen Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh- geldi. O andaki durumu görmediği ve bilmediği için: "Yâ Resulellah! Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!" dedi, onun başkalarıyla meşgul olduğunu farkedemediği için, bunu birkaç defa tekrarladı.
Resulullah Aleyhisselâm sözünün kesilmesini, onları bırakıp da onunla meşgul olmayı hoş karşılamıyordu. Aynı sözü tekrarlayıp durması üzerine sözünün kesilmesinden hoşlanmadı, bu hoşnutsuzluğundan dolayı mübarek yüzünü buruşturup öbür yana çevirdi, onunla ilgilenmeyerek konuşmasına devam etti. Yoksa bu, onu hor gördüğünden dolayı değildi, başka bir zamanda soru sorabilirdi. Abdullah -radiyallahu anh- de bir hata yaptığından korkarak hüzünlü bir şekilde geri döndü.
Resulullah Aleyhisselâm konuşmasını bitirip kalkacağı sırada vahiy geldi ve Abese sûre-i şerif'inin ilgili Âyet-i kerime'leri nâzil oldu.
Resulullah Aleyhisselâm Kureyşlileri İslâm'a ısındırmak, dine celbetmek istiyordu. O anda âmâ ile ilgi kuramadı, fakat niyeti hâlis idi. Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin bu halini hoş görmedi. Onu bizzat kendisi terbiye ettiği için onu doğrulttu.
Rivayete göre, Resulullah Aleyhisselâm ömründe hiçbir zaman Abese sûre-i şerif'inin indiği esnadaki üzüntüsü kadar üzülmemiştir.
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in dayısının oğlu ve ilk muhacirlerden olan Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh- ne zaman yanına gelse, Resulullah Aleyhisselâm: "Ey Rabb'imin beni kendisi hakkında sitem ettiği kişi! Merhaba, hoş geldin!" diyerek ona yakınlık gösterir, iltifatta bulunur, ridâsını altına yayar ve ihtiyacını sorardı.
Hazret-i Bilal -radiyallahu anh- ile Resulullah Aleyhisselâm'a müezzinlik yapmıştır. Resulullah Aleyhisselâm hemen her gazâya çıkışında, Medine-i münevvere'de kalanlara namaz kıldırmakla onu vazifelendirirdi.
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i celîle, Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-ın kıssasını anlatarak başlar.
On yedinci Âyet-i kerime'den yirmi dördüncü Âyet-i kerime'ye kadar, Allah-u Teâlâ'nın birçok nimetlerle merzuk etmesine rağmen, insanın ne kadar nankör olduğu anlatılmakta, bu nimetler üzerinde düşünmeyen ve şükretmeyen insanların acıklı âkıbetinden bahsedilmektedir.
Yirmi dördüncü Âyet-i kerime'den otuz üçüncü Âyet-i kerime'ye kadar, Allah-u Teâlâ'nın bu kâinattaki kudret ve azametinin delilleri gözler önüne serilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise nankörlerin, küfürde, isyan ve tuğyanda ileri gidenlerin kıyamet gününde karşılaşacakları korkunç sahneler hatırlatılmaktadır.
Abdullah bin Ümmü Mektum -r. anh- Kıssası:
Allah-u Teâlâ lâtif bir şekilde sevgili Peygamber'ini ikaz etmekte, kalp kırıklığını bertaraf etmek için Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"(Peygamber) yüzünü asıp çevirdi." (Abese: 1)
Onun o anda gelmesinden hoşlanmadı, alnını buruşturdu.
"Kendisine o âmâ geldi diye." (Abese: 2)
Âmânın sözlerini dinlemek istemedi.
"(Resul'üm!) Ne bilirsin, belki o (senden öğrendikleriyle) temizlenecekti." (Abese: 3)
Belki de onun nefsinde tamamen bir arınma meydana gelecekti, kalbi Allah'ın nuru ile aydınlanacaktı.
"Yahut öğüt alacaktı da, bu öğüt kendisine fayda verecekti." (Abese: 4)
Allah yolundaki seyri kolaylaşacaktı, içindeki şek ve şüphelerden kurtulup sâfi bir imana kavuşacaktı.
"Kendini sana muhtaç görmeyene gelince, işte sen ona yöneliyorsun." (Abese: 5-6)
Hidayete gelsin, doğru yolu bulsun diye.
"Oysaki sen onun (müslüman olmayıp) temizlenmemesinden sorumlu değilsin." (Abese: 7)
Senin vazifen sadece tebliğdir, bizim işimiz de hesaba çekmektir. Dileyen iman eder, dileyen kâfir olur. İslâm'ı kabul etmedikleri takdirde zararı kendilerinedir.
"Fakat sana koşarak gelen yok mu?" (Abese: 8)
Seni tercih ederek, sana itaat ederek sana gelenle ilgilenmiyorsun!
"Ki o, korkar durumdadır." (Abese: 9)
Günahlardan sakınır, haramlardan kaçınır, huzur-u ilâhî'de durmaktan korkar.
"Sen onunla ilgilenmiyorsun." (Abese: 10)
Halbuki asıl iltifat edilmeye lâyık olan odur.
"Hayır! Öyle yapma! Çünkü o (Kur'an) bir öğüttür." (Abese: 11)
Öğüt almayan kimse seni üzmesin.
"Dileyen ondan öğüt alır." (Abese: 12)
Çünkü yararı da zararı da kendisine âittir. Öğüt alan düşünür, istifade eder, hidayet yoluna girer, hayatını ona göre tanzim eder, dünya saâdetine ahiret selâmetine erer. Öğüt almayan sapıklıkta kalır, dünyasını da ahiretini de harap eder.
Cebrâil Aleyhisselâm bu Âyet-i kerime'leri Resulullah Aleyhisselâm'a okuduğunda, Allah-u Teâlâ'nın hakkında vereceği hükmü bekleyerek, mübarek yüzü kül gibi oldu. 11. Âyet-i kerime'deki: "Hayır!" beyanını duyunca yüzü açıldı, sevindi.
•
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in değerinin büyüklüğünü bildirmek üzere mütebâki Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurmaktadır:
"O, çok şerefli sayfalardadır." (Abese: 13)
Çünkü o beyanlar Allah kelâmıdır. Allah kelâmı ne kadar saygıdeğer ve aziz ise, onun yazılı bulunduğu sayfalar da o nispette saygıdeğer ve azizdir.
"Yüceltilmiştir." (Abese: 14)
Değeri çok büyük olduğu için müminlerin de gereken en yüksek değeri vermesi ve el üstünde tutmaları gerekir.
"Tertemiz kılınmıştır." (Abese: 14)
Her türlü eksiklik ve fazlalıktan, Allah kelâmı olmayan sözlerden korunmuştur. İnsanî ve şeytanî düşünceler aslâ karışmamıştır.
"Kâtip (melek)lerin elleriyle (yazılmıştır)." (Abese: 15)
Mushaflarda yazılı olan Allah kelâmı melekler tarafından ilk önce Levh-i mahfuz'da nurdan sayfalara nakşedilmiştir.
"Ki o kâtipler kıymetli ve güvenilirdirler." (Abese: 15)
Her türlü iyiliklerle mücehhezdirler, Allah-u Teâlâ'nın emirlerine itaatkârdırlar, hata yapmaktan korunmuşlardır.
_________________________________________________________________________________
ABESE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Ölümden Sonra Dirilme:
Allah-u Teâlâ, insan yaratılışının gelişme şeklinde herkesin duyup anlayabileceği en belirgin noktaları hatırlatarak başlangıcını ve sonunu düşündürmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör!” (Abese: 17)
Bu hitap, inkârcı ve yalanlayıcı insanlar içindir, müminler için değildir. İman nuruyla münevver, İslâm şerefiyle müşerref olmayan insanlar, Rabb’lerine karşı nankörlük ederler. Vücudunun başlangıcından son anına kadar nâil olduğu nimetleri unutmak, nimeti verenden ve O’nun gücünden gafil olmak, hem de hatırlatıldığı halde nazar-ı itibara almamak, şükredecek yerde nankörlükte ileri gitmek, böyle büyük bir bedduâya muhatap olmaktadır.
Yaratılışının icaplarını yerine getirmiş olsaydı, elbette şükretmesi gerekirdi.
“Onu yaratan hangi şeyden yarattı?” (Abese: 18)
Ki Rabb’ine karşı büyüklük taslamaktan geri kalmıyor!
“Onu nutfeden yaratıp, merhalelerden geçirerek şekil verdi.” (Abese: 19)
Halbuki yaratıldığı aslî maddesinin kerih bir su olduğunu düşünseydi nankörlük etmezdi. Aslı bir damla kerih su, üzerindeki maddî ve mânevî bütün nimetler ise sahibine âit.
“Sonra ona tutacağı yolu kolaylaştırdı.” (Abese: 20)
Dünyada insan için her türlü imkânları sağladı. Hayır ve şer yollarını ona gösterdi. İsterse hayrı seçer, isterse şerre sarılır.
“Sonra onu öldürür ve kabre koyar.” (Abese: 21)
Ölüm de Allah-u Teâlâ’nın pek büyük bir nimetidir. Çünkü müminin hayat-ı ebediyeye ulaşmasına sebeptir. Kabre koyması da ona itibar göstermesinden ileri gelmektedir.
“Daha sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir.” (Abese: 22)
Kabrinden kaldırır, yeniden hayat verir. Yaratırken ona sormadığı gibi, tekrar diriltirken de sormayacaktır.
Onu mahşere sevkeder, muhasebesini görür, ameline göre cezasını verir.
Şu kadar var ki; insanlar Yaratan’a, nimetlerle donatana, her ihtiyacını karşılayana karşı şükür vazifesini lâyıkıyla yerine getirmemektedirler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hayır! Doğrusu insan, henüz Allah’ın emrettiğini yapmadı.” (Abese: 23)
Allah-u Teâlâ’ya itaat etmesi gerekirken nankörlük yapmakta, kulluk vazifesini yerine getirmekte ihmalkâr davranmaktadır.
Halbuki Allah-u Teâlâ, onu kudretiyle nasıl yarattı, doğuşunu rahmetiyle nasıl kolaylaştırdı, onun için geçim vasıtaları hazırladı, yaşamasını sağlayan türlü türlü yiyeceklerini nasıl yarattı?
“İnsan, yediklerine bir baksın!” (Abese: 24)
Gerekli şartları hazırlamamış olsaydı, insanoğlu yiyeceğini elde edebilir miydi?
O gıdaların yaratılışında ne ince sanatlar var! Her bir zerresi Allah-u Teâlâ’nın azametine ve ulûhiyetine delâlet etmektedir.
“Doğrusu biz suyu bol bol indirdik.” (Abese: 25)
Suyu yaratıp o yağmurları gökyüzünden yağdıran Allah’tır. Kurumuş toprağı bitki ve sebzelerle canlandırır.
“Sonra toprağı iyice yardık.” (Abese: 26)
O kupkuru yeryüzü, yağmurların inmesiyle harekete geçer, sonra çatlayıp bitkiler çıkarmaya başlar. İnsanın yaptığı sadece tohumu toprağa atmaktır. O tohumlardan çeşit çeşit bitkileri ve meyveleri çıkaran O’dur. Bu ise apaçık bir mucizedir.
“Orada taneler (hububat) bitirdik.” (Abese: 27)
Kara topraktan buğday, arpa, pirinç... gibi tahılları bitiren O’dur.
Toprak aynı toprak, fakat taneler ve tohumlar çeşit çeşit. Su aynı su, fakat sebze ve meyvelerin tatları değişik değişik.
Tohum ve buna benzer taneler, sert kabuklarından baş taraflarını yararak çıkarlar ve bu sayede kendilerini kuşlardan korurlar.
“Üzümler ve yoncalar.” (Abese: 28)
Yazın yaşı, kışın kurusu yenilen üzüm de; kolay ve çabuk yetişen hayvan yemi yonca da ilâhî kudretin tezahürlerindendir.
“Zeytinler ve hurmalar.” (Abese: 29)
Gerek zeytin ve gerekse hurma en faydalı gıdalardır. İkisinden de türlü türlü şekillerde faydalanılır. İnsanlar asırlardır bütün şekillerinden istifade etmektedirler.
“İri ve sık ağaçlı bahçeler.” (Abese: 30)
Dalları birbirine girmiş büyük ve iri ağaçlar ihtişamlı görünümleriyle kâinatın vitrininde Ulu Yaratıcı’nın kudretini sergilemektedirler. Bağlar bostanlar âdeta cennet-i âlâ’yı hatırlatmaktadırlar.
“Meyveler ve çayırlar.” (Abese: 31)
Yüzlerce çeşidi olan yaş ve kuru meyveler, bir kelime ile beşeriyete takdim ediliyor. İnsanların yemeyip hayvanların beslendiği otlaklar, meralar, her türlü bitkiler zihinlerde canlanıyor.
“Kendinize ve hayvanlarınıza rızık olması için.” (Abese: 32)
Zira sayılan bazı nimetler insanlar için yiyecek, bazıları da hayvanlar için yemdir. Sadece insanlar değil, hayvanlar da bu gıdalarla beslenirler ve insanlar bu hayvanlardan yararlanırlar.
Allah-u Teâlâ yeryüzünü içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanılmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimettirler.
Yaratıcı, nimetlerle donatıcı yalnız O’dur.
Korkunç Gürültü:
Kıyametin kopması anında kulakların zarını parçalatacak kadar müthiş bir ses ortalığı çınlatacak, herkes kendi derdine düşecek.
“Çarpınca kulakları sağır eden o gürültü geldiği zaman!” (Abese: 33)
Dünya hayatının sonu işte budur.
Allah-u Teâlâ’nın müminlerle kâfirlerin arasında hükmünü vereceği o çok zor günde herkes kendi nefsini düşünür, kendi derdiyle uğraşır, meşgalesi başından aşar, kendisine bir zarar dokunmasın diye, tanıdığı bir kimseyi görmekten sıkıldığı kadar hiçbir şeyden sıkılmaz. Çünkü yaptığı bir haksızlık sebebiyle kendi evlât ve iyâlinin bile peşine düşeceklerinden kaçınır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde isyânkârların o gündeki hallerinin ne kadar feci olacağını haber vermektedir:
“Kişi o gün kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından kaçar.” (Abese: 34-35-36)
Çünkü karşılaştığı dehşet ve gürültü çok büyüktür. Allah için sevenlerin dışında, kişilerin yakınlarına olan derûnî ilgileri bütünüyle kopar. Korkunç dehşet, başta nesep bağı olmak üzere bütün bağlılıkları kesip atar. Başlarına gelecek azaptan kendilerini kurtarabilmek için bütün güçleriyle sevdiklerinden kaçmaya çalışırlar, birbirini görmek istemezler. Fakat ne fayda!
En sıcak dostlar, en şefkatli yakınlar bile birbirinden nefret ederler, aralarındaki bütün bağlar kopar. Yakınlarının ne kötü durumda olduklarını gördükleri hâlde birbirlerinin hallerini soracak durumda bulunamazlar. Herkes kendi derdine düşer, başının çaresiyle başbaşa kalır. Kendilerini her şeyden alıkoyan bir şeyle meşgul olurlar.
Günahkâr ve isyankârların bütün bu meşakkatleri henüz hesap görülmeden ve azaba uğramadan olacaktır.
“O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır.” (Abese: 37)
Kıyamet günü hiç kimse bir başkasının durumuyla ilgilenme fırsat ve imkânı bulamayacak, herkesin derdi başından aşkın olacaktır. Zihinler acı düşüncelerle ve tasalarla doludur.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir defasında: “Yâ Resulellah! Ahirette çıplak mı haşredileceğiz?” diye sormuştu. Resulullah Aleyhisselâm: “Evet!” diye cevap verince: “Çıplak olmaktan dolayı vah başımıza gelenlere!” diye üzüntüsünü dile getirdi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm bu Âyet-i kerime’yi okumuştur.
İki Zıt Zümre,
Bahtiyarlar ve Bedbahtlar:
O zor günde insanlar iki grup olurlar:
“O gün birtakım yüzler vardır parıl parıldır” (Abese: 38)
Bunlar dünyada iken nurlanmış kimselerdir. Gönüllerindeki huzur ve mutluluk yüzlerinden okunmaktadır.
“Gülmekte ve sevinmektedirler.” (Abese: 39)
Çünkü hesaptan kurtulmuşlardır. Allah-u Teâlâ’nın engin ikramlarını gördükleri için sevinç içindedirler. Niyetleri, samimiyetleri ve ciddiyetleri olanca güzelliğiyle ortaya çıkmıştır. Gülmeye de sevinmeye de hak kazanmışlardır.
Bunlar bahtiyarların yüzleridir. Bedbahtlara gelince;
“O gün birtakım yüzler vardır, üzerini toz kaplamış, karanlıklar örtmüştür.” (Abese: 40-41)
Yüzlerde bu şekilde toz ile karanın bir araya gelmesi, korku ve zilletin en korkutucu ve ürkütücü bir şekilde ortaya çıkışıdır.
Artık onlar, lâyık oldukları vahim âkıbetleri kendileri düşünsünler.
“İşte kâfirler, fâcirler bunlardır.” (Abese: 42)
Onlar hem küfürde kalarak, hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir arada toplamışlardır. İşte bütün kâfirlerin ve fâcirlerin âkıbeti budur! Varacakları yeri öğrenmişler, gidecekleri yer belli olmuştur. Cehennemde sürekli ve ebedî olarak kalacaklardır. Çünkü bunların niyetleri, yaşadıkları sürece devamlı olarak küfürde ve isyanda ısrar etmekti. Bu bakımdan azaplarının ebedî olmasıyla cezalandırıldılar.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Abdullah bin Ümmü Mektum -r. anh- Kıssası
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme'de Necm sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Kırk iki Âyet-i kerime, yüz otuz kelime ve beş yüz otuz üç harften müteşekkildir.
Adını Sûre-i şerif'in ilk kelimesinden almıştır. "Sefere" ve "Sâhha" diye de anılır.
Nüzul Sebebi:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Kureyş'in ileri gelenlerinden Ebu Cehil, Utbe bin Rebîa, Ümeyye bin Halef... gibi kimselere büyük bir gayretle İslâm'ı anlatıyor ve onları dâvet ediyordu. Çünkü onların imana gelmeleri arzusunda idi, gönlü hep bununla doluydu. Bunlardan bir kimsenin imana gelmesi, çoğu kimselerin müslüman olması demekti.
Bu sırada gözleri görmeyen Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh- geldi. O andaki durumu görmediği ve bilmediği için: "Yâ Resulellah! Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!" dedi, onun başkalarıyla meşgul olduğunu farkedemediği için, bunu birkaç defa tekrarladı.
Resulullah Aleyhisselâm sözünün kesilmesini, onları bırakıp da onunla meşgul olmayı hoş karşılamıyordu. Aynı sözü tekrarlayıp durması üzerine sözünün kesilmesinden hoşlanmadı, bu hoşnutsuzluğundan dolayı mübarek yüzünü buruşturup öbür yana çevirdi, onunla ilgilenmeyerek konuşmasına devam etti. Yoksa bu, onu hor gördüğünden dolayı değildi, başka bir zamanda soru sorabilirdi. Abdullah -radiyallahu anh- de bir hata yaptığından korkarak hüzünlü bir şekilde geri döndü.
Resulullah Aleyhisselâm konuşmasını bitirip kalkacağı sırada vahiy geldi ve Abese sûre-i şerif'inin ilgili Âyet-i kerime'leri nâzil oldu.
Resulullah Aleyhisselâm Kureyşlileri İslâm'a ısındırmak, dine celbetmek istiyordu. O anda âmâ ile ilgi kuramadı, fakat niyeti hâlis idi. Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin bu halini hoş görmedi. Onu bizzat kendisi terbiye ettiği için onu doğrulttu.
Rivayete göre, Resulullah Aleyhisselâm ömründe hiçbir zaman Abese sûre-i şerif'inin indiği esnadaki üzüntüsü kadar üzülmemiştir.
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in dayısının oğlu ve ilk muhacirlerden olan Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh- ne zaman yanına gelse, Resulullah Aleyhisselâm: "Ey Rabb'imin beni kendisi hakkında sitem ettiği kişi! Merhaba, hoş geldin!" diyerek ona yakınlık gösterir, iltifatta bulunur, ridâsını altına yayar ve ihtiyacını sorardı.
Hazret-i Bilal -radiyallahu anh- ile Resulullah Aleyhisselâm'a müezzinlik yapmıştır. Resulullah Aleyhisselâm hemen her gazâya çıkışında, Medine-i münevvere'de kalanlara namaz kıldırmakla onu vazifelendirirdi.
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i celîle, Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-ın kıssasını anlatarak başlar.
On yedinci Âyet-i kerime'den yirmi dördüncü Âyet-i kerime'ye kadar, Allah-u Teâlâ'nın birçok nimetlerle merzuk etmesine rağmen, insanın ne kadar nankör olduğu anlatılmakta, bu nimetler üzerinde düşünmeyen ve şükretmeyen insanların acıklı âkıbetinden bahsedilmektedir.
Yirmi dördüncü Âyet-i kerime'den otuz üçüncü Âyet-i kerime'ye kadar, Allah-u Teâlâ'nın bu kâinattaki kudret ve azametinin delilleri gözler önüne serilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise nankörlerin, küfürde, isyan ve tuğyanda ileri gidenlerin kıyamet gününde karşılaşacakları korkunç sahneler hatırlatılmaktadır.
Abdullah bin Ümmü Mektum -r. anh- Kıssası:
Allah-u Teâlâ lâtif bir şekilde sevgili Peygamber'ini ikaz etmekte, kalp kırıklığını bertaraf etmek için Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"(Peygamber) yüzünü asıp çevirdi." (Abese: 1)
Onun o anda gelmesinden hoşlanmadı, alnını buruşturdu.
"Kendisine o âmâ geldi diye." (Abese: 2)
Âmânın sözlerini dinlemek istemedi.
"(Resul'üm!) Ne bilirsin, belki o (senden öğrendikleriyle) temizlenecekti." (Abese: 3)
Belki de onun nefsinde tamamen bir arınma meydana gelecekti, kalbi Allah'ın nuru ile aydınlanacaktı.
"Yahut öğüt alacaktı da, bu öğüt kendisine fayda verecekti." (Abese: 4)
Allah yolundaki seyri kolaylaşacaktı, içindeki şek ve şüphelerden kurtulup sâfi bir imana kavuşacaktı.
"Kendini sana muhtaç görmeyene gelince, işte sen ona yöneliyorsun." (Abese: 5-6)
Hidayete gelsin, doğru yolu bulsun diye.
"Oysaki sen onun (müslüman olmayıp) temizlenmemesinden sorumlu değilsin." (Abese: 7)
Senin vazifen sadece tebliğdir, bizim işimiz de hesaba çekmektir. Dileyen iman eder, dileyen kâfir olur. İslâm'ı kabul etmedikleri takdirde zararı kendilerinedir.
"Fakat sana koşarak gelen yok mu?" (Abese: 8)
Seni tercih ederek, sana itaat ederek sana gelenle ilgilenmiyorsun!
"Ki o, korkar durumdadır." (Abese: 9)
Günahlardan sakınır, haramlardan kaçınır, huzur-u ilâhî'de durmaktan korkar.
"Sen onunla ilgilenmiyorsun." (Abese: 10)
Halbuki asıl iltifat edilmeye lâyık olan odur.
"Hayır! Öyle yapma! Çünkü o (Kur'an) bir öğüttür." (Abese: 11)
Öğüt almayan kimse seni üzmesin.
"Dileyen ondan öğüt alır." (Abese: 12)
Çünkü yararı da zararı da kendisine âittir. Öğüt alan düşünür, istifade eder, hidayet yoluna girer, hayatını ona göre tanzim eder, dünya saâdetine ahiret selâmetine erer. Öğüt almayan sapıklıkta kalır, dünyasını da ahiretini de harap eder.
Cebrâil Aleyhisselâm bu Âyet-i kerime'leri Resulullah Aleyhisselâm'a okuduğunda, Allah-u Teâlâ'nın hakkında vereceği hükmü bekleyerek, mübarek yüzü kül gibi oldu. 11. Âyet-i kerime'deki: "Hayır!" beyanını duyunca yüzü açıldı, sevindi.
•
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in değerinin büyüklüğünü bildirmek üzere mütebâki Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurmaktadır:
"O, çok şerefli sayfalardadır." (Abese: 13)
Çünkü o beyanlar Allah kelâmıdır. Allah kelâmı ne kadar saygıdeğer ve aziz ise, onun yazılı bulunduğu sayfalar da o nispette saygıdeğer ve azizdir.
"Yüceltilmiştir." (Abese: 14)
Değeri çok büyük olduğu için müminlerin de gereken en yüksek değeri vermesi ve el üstünde tutmaları gerekir.
"Tertemiz kılınmıştır." (Abese: 14)
Her türlü eksiklik ve fazlalıktan, Allah kelâmı olmayan sözlerden korunmuştur. İnsanî ve şeytanî düşünceler aslâ karışmamıştır.
"Kâtip (melek)lerin elleriyle (yazılmıştır)." (Abese: 15)
Mushaflarda yazılı olan Allah kelâmı melekler tarafından ilk önce Levh-i mahfuz'da nurdan sayfalara nakşedilmiştir.
"Ki o kâtipler kıymetli ve güvenilirdirler." (Abese: 15)
Her türlü iyiliklerle mücehhezdirler, Allah-u Teâlâ'nın emirlerine itaatkârdırlar, hata yapmaktan korunmuşlardır.
_________________________________________________________________________________
ABESE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Ölümden Sonra Dirilme:
Allah-u Teâlâ, insan yaratılışının gelişme şeklinde herkesin duyup anlayabileceği en belirgin noktaları hatırlatarak başlangıcını ve sonunu düşündürmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör!” (Abese: 17)
Bu hitap, inkârcı ve yalanlayıcı insanlar içindir, müminler için değildir. İman nuruyla münevver, İslâm şerefiyle müşerref olmayan insanlar, Rabb’lerine karşı nankörlük ederler. Vücudunun başlangıcından son anına kadar nâil olduğu nimetleri unutmak, nimeti verenden ve O’nun gücünden gafil olmak, hem de hatırlatıldığı halde nazar-ı itibara almamak, şükredecek yerde nankörlükte ileri gitmek, böyle büyük bir bedduâya muhatap olmaktadır.
Yaratılışının icaplarını yerine getirmiş olsaydı, elbette şükretmesi gerekirdi.
“Onu yaratan hangi şeyden yarattı?” (Abese: 18)
Ki Rabb’ine karşı büyüklük taslamaktan geri kalmıyor!
“Onu nutfeden yaratıp, merhalelerden geçirerek şekil verdi.” (Abese: 19)
Halbuki yaratıldığı aslî maddesinin kerih bir su olduğunu düşünseydi nankörlük etmezdi. Aslı bir damla kerih su, üzerindeki maddî ve mânevî bütün nimetler ise sahibine âit.
“Sonra ona tutacağı yolu kolaylaştırdı.” (Abese: 20)
Dünyada insan için her türlü imkânları sağladı. Hayır ve şer yollarını ona gösterdi. İsterse hayrı seçer, isterse şerre sarılır.
“Sonra onu öldürür ve kabre koyar.” (Abese: 21)
Ölüm de Allah-u Teâlâ’nın pek büyük bir nimetidir. Çünkü müminin hayat-ı ebediyeye ulaşmasına sebeptir. Kabre koyması da ona itibar göstermesinden ileri gelmektedir.
“Daha sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir.” (Abese: 22)
Kabrinden kaldırır, yeniden hayat verir. Yaratırken ona sormadığı gibi, tekrar diriltirken de sormayacaktır.
Onu mahşere sevkeder, muhasebesini görür, ameline göre cezasını verir.
Şu kadar var ki; insanlar Yaratan’a, nimetlerle donatana, her ihtiyacını karşılayana karşı şükür vazifesini lâyıkıyla yerine getirmemektedirler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hayır! Doğrusu insan, henüz Allah’ın emrettiğini yapmadı.” (Abese: 23)
Allah-u Teâlâ’ya itaat etmesi gerekirken nankörlük yapmakta, kulluk vazifesini yerine getirmekte ihmalkâr davranmaktadır.
Halbuki Allah-u Teâlâ, onu kudretiyle nasıl yarattı, doğuşunu rahmetiyle nasıl kolaylaştırdı, onun için geçim vasıtaları hazırladı, yaşamasını sağlayan türlü türlü yiyeceklerini nasıl yarattı?
“İnsan, yediklerine bir baksın!” (Abese: 24)
Gerekli şartları hazırlamamış olsaydı, insanoğlu yiyeceğini elde edebilir miydi?
O gıdaların yaratılışında ne ince sanatlar var! Her bir zerresi Allah-u Teâlâ’nın azametine ve ulûhiyetine delâlet etmektedir.
“Doğrusu biz suyu bol bol indirdik.” (Abese: 25)
Suyu yaratıp o yağmurları gökyüzünden yağdıran Allah’tır. Kurumuş toprağı bitki ve sebzelerle canlandırır.
“Sonra toprağı iyice yardık.” (Abese: 26)
O kupkuru yeryüzü, yağmurların inmesiyle harekete geçer, sonra çatlayıp bitkiler çıkarmaya başlar. İnsanın yaptığı sadece tohumu toprağa atmaktır. O tohumlardan çeşit çeşit bitkileri ve meyveleri çıkaran O’dur. Bu ise apaçık bir mucizedir.
“Orada taneler (hububat) bitirdik.” (Abese: 27)
Kara topraktan buğday, arpa, pirinç... gibi tahılları bitiren O’dur.
Toprak aynı toprak, fakat taneler ve tohumlar çeşit çeşit. Su aynı su, fakat sebze ve meyvelerin tatları değişik değişik.
Tohum ve buna benzer taneler, sert kabuklarından baş taraflarını yararak çıkarlar ve bu sayede kendilerini kuşlardan korurlar.
“Üzümler ve yoncalar.” (Abese: 28)
Yazın yaşı, kışın kurusu yenilen üzüm de; kolay ve çabuk yetişen hayvan yemi yonca da ilâhî kudretin tezahürlerindendir.
“Zeytinler ve hurmalar.” (Abese: 29)
Gerek zeytin ve gerekse hurma en faydalı gıdalardır. İkisinden de türlü türlü şekillerde faydalanılır. İnsanlar asırlardır bütün şekillerinden istifade etmektedirler.
“İri ve sık ağaçlı bahçeler.” (Abese: 30)
Dalları birbirine girmiş büyük ve iri ağaçlar ihtişamlı görünümleriyle kâinatın vitrininde Ulu Yaratıcı’nın kudretini sergilemektedirler. Bağlar bostanlar âdeta cennet-i âlâ’yı hatırlatmaktadırlar.
“Meyveler ve çayırlar.” (Abese: 31)
Yüzlerce çeşidi olan yaş ve kuru meyveler, bir kelime ile beşeriyete takdim ediliyor. İnsanların yemeyip hayvanların beslendiği otlaklar, meralar, her türlü bitkiler zihinlerde canlanıyor.
“Kendinize ve hayvanlarınıza rızık olması için.” (Abese: 32)
Zira sayılan bazı nimetler insanlar için yiyecek, bazıları da hayvanlar için yemdir. Sadece insanlar değil, hayvanlar da bu gıdalarla beslenirler ve insanlar bu hayvanlardan yararlanırlar.
Allah-u Teâlâ yeryüzünü içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanılmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimettirler.
Yaratıcı, nimetlerle donatıcı yalnız O’dur.
Korkunç Gürültü:
Kıyametin kopması anında kulakların zarını parçalatacak kadar müthiş bir ses ortalığı çınlatacak, herkes kendi derdine düşecek.
“Çarpınca kulakları sağır eden o gürültü geldiği zaman!” (Abese: 33)
Dünya hayatının sonu işte budur.
Allah-u Teâlâ’nın müminlerle kâfirlerin arasında hükmünü vereceği o çok zor günde herkes kendi nefsini düşünür, kendi derdiyle uğraşır, meşgalesi başından aşar, kendisine bir zarar dokunmasın diye, tanıdığı bir kimseyi görmekten sıkıldığı kadar hiçbir şeyden sıkılmaz. Çünkü yaptığı bir haksızlık sebebiyle kendi evlât ve iyâlinin bile peşine düşeceklerinden kaçınır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde isyânkârların o gündeki hallerinin ne kadar feci olacağını haber vermektedir:
“Kişi o gün kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından kaçar.” (Abese: 34-35-36)
Çünkü karşılaştığı dehşet ve gürültü çok büyüktür. Allah için sevenlerin dışında, kişilerin yakınlarına olan derûnî ilgileri bütünüyle kopar. Korkunç dehşet, başta nesep bağı olmak üzere bütün bağlılıkları kesip atar. Başlarına gelecek azaptan kendilerini kurtarabilmek için bütün güçleriyle sevdiklerinden kaçmaya çalışırlar, birbirini görmek istemezler. Fakat ne fayda!
En sıcak dostlar, en şefkatli yakınlar bile birbirinden nefret ederler, aralarındaki bütün bağlar kopar. Yakınlarının ne kötü durumda olduklarını gördükleri hâlde birbirlerinin hallerini soracak durumda bulunamazlar. Herkes kendi derdine düşer, başının çaresiyle başbaşa kalır. Kendilerini her şeyden alıkoyan bir şeyle meşgul olurlar.
Günahkâr ve isyankârların bütün bu meşakkatleri henüz hesap görülmeden ve azaba uğramadan olacaktır.
“O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır.” (Abese: 37)
Kıyamet günü hiç kimse bir başkasının durumuyla ilgilenme fırsat ve imkânı bulamayacak, herkesin derdi başından aşkın olacaktır. Zihinler acı düşüncelerle ve tasalarla doludur.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir defasında: “Yâ Resulellah! Ahirette çıplak mı haşredileceğiz?” diye sormuştu. Resulullah Aleyhisselâm: “Evet!” diye cevap verince: “Çıplak olmaktan dolayı vah başımıza gelenlere!” diye üzüntüsünü dile getirdi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm bu Âyet-i kerime’yi okumuştur.
İki Zıt Zümre,
Bahtiyarlar ve Bedbahtlar:
O zor günde insanlar iki grup olurlar:
“O gün birtakım yüzler vardır parıl parıldır” (Abese: 38)
Bunlar dünyada iken nurlanmış kimselerdir. Gönüllerindeki huzur ve mutluluk yüzlerinden okunmaktadır.
“Gülmekte ve sevinmektedirler.” (Abese: 39)
Çünkü hesaptan kurtulmuşlardır. Allah-u Teâlâ’nın engin ikramlarını gördükleri için sevinç içindedirler. Niyetleri, samimiyetleri ve ciddiyetleri olanca güzelliğiyle ortaya çıkmıştır. Gülmeye de sevinmeye de hak kazanmışlardır.
Bunlar bahtiyarların yüzleridir. Bedbahtlara gelince;
“O gün birtakım yüzler vardır, üzerini toz kaplamış, karanlıklar örtmüştür.” (Abese: 40-41)
Yüzlerde bu şekilde toz ile karanın bir araya gelmesi, korku ve zilletin en korkutucu ve ürkütücü bir şekilde ortaya çıkışıdır.
Artık onlar, lâyık oldukları vahim âkıbetleri kendileri düşünsünler.
“İşte kâfirler, fâcirler bunlardır.” (Abese: 42)
Onlar hem küfürde kalarak, hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir arada toplamışlardır. İşte bütün kâfirlerin ve fâcirlerin âkıbeti budur! Varacakları yeri öğrenmişler, gidecekleri yer belli olmuştur. Cehennemde sürekli ve ebedî olarak kalacaklardır. Çünkü bunların niyetleri, yaşadıkları sürece devamlı olarak küfürde ve isyanda ısrar etmekti. Bu bakımdan azaplarının ebedî olmasıyla cezalandırıldılar.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh