Yaratan, Yöneten O'dur. Yaşatan, Öldüren O'dur. Mülk O'nun, Hüküm O'nundur. Hep O, Hep O, Gerisi Perdeden İbarettir.
"Mutlak
Hükümranlık Elinde Olan Allah,
Yüceler
Yücesidir ve O'nun Her Şeye Gücü Yeter."
(Mülk:
1)
"Biz
Bir Şeyin Olmasını Dilediğimiz Zaman, Sözümüz Ona Ancak 'Ol!' Dememizden
İbarettir. O da Derhal Oluverir."
(Nahl:
40)
"Ey
İman Edenler! Bütün Tedbirlerinizi Alın."
(Nisâ:
71)
"Allah'a
Tevekkül Et. Vekil Olarak Allah Yeter."
(Ahzâb:
3)
"Allah'ın
İzni Olmayınca Hiçbir Musibet İsabet Etmez."
(Teğâbün:
11)
YARATAN,
YÖNETEN O'DUR.
YAŞATAN,
ÖLDÜREN O'DUR.
MÜLK
O'NUN, HÜKÜM O'NUNDUR.
HEP
O, HEP O, GERİSİ PERDEDEN İBARETTİR.
"Bir insan Hazret-i Allah'a güvenmekle, O'na itimat etmekle helâk olmaktan kurtulur. Eğer bilsek ağlamaktan, istiğfar etmekten, sığınmaktan başka hiçbir çaremiz yoktur. Hazret-i Allah kulundan bir şey bekliyor; ihlâslı bir iman ve imanın icabı olan amel-i sâlih.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünyanın geniş vakitlerinde; yani sıhhat ve servet, âsâyiş ve emniyet gibi esbâb-ı istirâhat mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve tâat ile kendini takdim et ki, muzayakalı (dar) bir zamanda seni lütf ile yâd buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Yani serbest zamanlarda Allah-u Teâlâ'ya yönelip O'na kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet olsaydı; ölse imanla Hakk'a varacaktı, kalsa Hakk ile kalacaktı.
Allah-u Teâlâ'ya yakın olanlara gelince; kalsa O'nun hıfz-u himayesinde olur, ölse şehid olarak göçer."
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Mülk Hazret-i Allah'ındır:
Mülkünün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ, kudret ve azametini, bütün mahlûkatın hâkimiyeti altında bulunduğunu bildirmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir." (Mülk: 1)
Allah-u Teâlâ ebedî kemâlâta sahiptir. İyilik ve faziletleri hudutsuzdur, her yere ulaşır. Bolluk ve bereket kaynağıdır.
O zevâlden, yok olmaktan münezzehtir. Sınırı olmayan yüce bir saltanata ve güce sahiptir. Bir kimseyi nimetlendirmeyi dilediğinde, dilediğini dilediği zaman hiçbir engel tanımadan yapar.
"Ve O'nun her şeye gücü yeter." (Mülk: 1)
Hiçbir yardımcıya, vezire, vekile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Hiçbir iradesi hikmetsiz değildir. Dilerse zorla yaptırır, dilerse serbestlik verir. Dilerse sıkar, dilerse açar. Dilerse yıkar, dilerse yapar. Dilerse büyültür, dilerse küçültür. Dilerse başka âlemler de yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Dilediğini yapmaya muktedirdir.
O "Ehad"dır, yarattığı her şey O'na muhtaçtır.
O "Mâlik'ül mülk"tür. Kulların elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem yegâne sahibi, hem de hükümdarıdır.
Mülkünde ancak O'nun iradesi, hüküm ve tasarrufu câridir. İstediği olur, istemediği olmaz.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmak-tadır:
"Allah dilediğini yapar." (İbrahim: 27)
Mülk Hazret-i Allah'ındır, dilediğine verir, dilediğinden alır.
Dilediğini yapmakta hiç kimse O'na mâni olamaz.
Dilerse dilediğine mülk verir hükümdar yapar, dilerse indirir atar. Şimdiye kadar böyle olmamış mıdır?
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah mülkünü dilediğine verir." buyuruyor. (Bakara: 247)
Mülkün sahibi O, asıl mülk O'nundur, Hükümranlık yapanlar, asaleten değil, ondan vekâleten yaparlar.
Samanoğulları hükümdarlarından olan Nasr bin Ahmed, Nişâbur'u fethettikten sonra meclisinin toplanmasını emretmiş, Kur'an-ı kerim okunarak toplantının açılmasını söylemişti.
Sülehadan bir zat Mümin Sûre-i şerif'inden okumaya başladı.
"Bugün mülk kimindir? Tek ve kahhar olan Allah'ındır!" (Mümin: 16)
Âyet-i kerime'sine gelince Nasr birden titremeye başladı. Hemen tahtından indi, tacını başından çıkarıp "Allah'ım! Hükümranlık bana değil sana âittir.!" diyerek secdeye kapandı.
O Mâlik-ül mülk'tür. Kulların elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem hükümdarıdır.
İstediği olur, istemediği olmaz. Her dilediğini dilediği gibi yapar. Dilediğini izzet sahibi yapar, dilediğini zillet sahibi yapar.
Sultan Alparslan Malazgirt savaşının başında askerlerine yaptığı konuşmasında:
"Burada Allah'tan başka sultan yoktur." dedi.
Sultan Murad da Kosova'da aynı şeyi söyledi. "Mülk ve kul senindir, sen kime dilersen ona verirsin." diyerek acziyetini itiraf etti.
Allah-u Teâlâ da onlara büyük muzafferiyetler bahşetti.
Hakikati bilen kumandanlar böyle söyledi.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde şöyle duâ etmemizi emir buyuruyor:
"De ki: 'Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.'
'Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğini hesapsız rızıklandırırsın.'" (Âl-i imrân: 26-27)
Azâmet-i
İlâhi
Saltanat
ve İktidarların Üstündedir:
Yaratan O olduğu gibi yaşatan da, donatan da O'dur. O yaratıyor, O yönetiyor. Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur.
Arş-ı Rahman'dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam etmektedir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sonra Arş'ı istivâ etti. (Oturdu, oradan mülkünü yönetmektedir.)" (Furkan: 59)
Yerden göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O'nun hüküm ve idaresi altında, andan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Buyruğunu icrâ eder." (Yunus: 3)
Arş'ından arzına varıncaya kadar mahlûkatın bütün işlerini hikmet ve maslahatının gerektiği şekilde bizzat kendisi yönetir ve yönlendirir. Hiç kimse O'nun hiçbir tedbirine mâni olamaz. Hükümranlığı kayıtsız şartsız ve devamlıdır.
"Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah'tır." (Talâk: 12)
Bu ise O'nun mülkünün genişliğini göstermektedir. Mülkünün genişliği karşısında bütün bu yeryüzü ve bir o kadarı çok basit kalır.
O'nun bir İsm-i şerif'i de "Vâli"dir. O öyle bir Vâlî-i âzam'dır ki, mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder.
Azâmet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.
Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyar, dilediğini dilediği şekilde yaptırmaya muktedirdir. Hiçbir güç ve kudret O'na muhalefet edemez.
Mukaddes şânına saldırıda bulunanların cezasını verir, şiddetli intikamı ile perişan eder. Her şeye hükmünü geçirir. Zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.
Kâfirleri inkârları ve azgınlıkları sebebiyle lânetle alçaltır, düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırarak esfel-i sâfilin'e indirir. Şan ve şeref sahibi iken bir anda rezil ve rüsvay eder.
İtaat edenleri aziz kıldığı gibi, isyan edenleri de zelil kılar. O'nun zillete düşürüp hakir kıldığı kimseler şereflerini yitirirler.
Kendisinden hiçbir şey gizlenmez, bütün işleri murakabası altında tutar.
İntikamı çok elemli ve pek şiddetlidir. Kâfirleri, zâlimleri, fâsık ve fâcirleri yaptıkları isyanlardan dolayı hemen kahredivermez, bir zaman mühlet verir, bu mühletin arkası çok korkunçtur. Kötü ve isyana yönelen milletler ve cemiyetler de böyledir.
Kendisini bir şey zannedenleri Kahhar olan Allah-u Teâlâ kahretti.
"Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhar olan Allah'ındır." (Mümin: 16)
"İnsan bizim kendisini kerih bir sudan yarattığımızı bilmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Hani o benim mülküm diyenler, o padişahlar, o krallar? Kendisini bir şey zanneden kumandanlar? Hani o her şeye mâlikim diyenler? Hani o Hazret-i Allah'ın dinini kendisine çevirmeye çalışıp din kuranlar? O galiptir, herkesi yerlere serdi ve kahretti.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin bir ism-i şerif'i de "Rahman"dır. Dünyada kendisine inananı inanmayanı, itaat edeni etmeyeni ayırdetmeden bütün mahlûkatına sayısız nimetler bahşeder, dilediği gibi rızık verir, onları esirger.
Şu kadar var ki, bir ism-i şerif'i de "Rahim"dir. Çok merhamet eden demektir. İnanıp itaat edenleri, salih ameller işleyenleri, verdiği nimetleri iyiye kullananları ahirette daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırır.
Allah-u Teâlâ hem müminlerin hem kâfirlerin Rahman'ı, fakat yalnız müminlerin Rahim'idir.
Yaratmak Hazret-i Allah'a Mahsustur:
Yaratmak; olmayanı, bilinmeyeni ortaya koymak, hiç yoktan var etmektir. Bu da yalnız Hazret-i Allah'a mahsustur.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icat ile numunesiz olarak yaratan O'dur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir." (Zümer: 62)
Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde terkip eder. Yarattığı şeylerde güzelliğinin kemâlini gösterir.
"Allah ne dilerse yaratır." (Âl-i imran: 47)
Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz, benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O'dur.
İnsanların yaptığı, sadece O'nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların sırlarını keşfetmekten ibarettir.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya koysalar bir tek incir çekirdeğini, bir buğday tanesini yapabilirler mi? Veyahut bir sivrisineği, bir tek kılı yoktan var edip onlara can verebilirler mi? Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat acze düşüyor. Şu halde yaratıcı yalnız Hazret-i Allah'tır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak 'Ol!' dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." buyuruyor. (Nahl: 40)
Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
O; bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. "Ol!" dediği şey kaçınılmaz olarak varolur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"O'nun bilgisi olmadan hiçbir dişi hamile kalamaz ve doğuramaz." (Fatır: 11)
Tesadüf diye hiçbir şey yoktur.
"O'nun bilgisi olmadan hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz." (Fussilet: 47)
O'nun dilemediği hiçbir şey vücuda gelmez.
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." (En'am: 59)
İlm-i ezelîsi her şeye şâmildir.
"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." (Şûrâ: 12)
Her şey O'nun kudret ve tasarrufundadır. Zira mülkün sahibi O'dur. Yaratmak da öldürmek de O'na âittir. Yarattığı bütün mahlûkatı, âlemler ve içindekiler bir araya gelseler bir tek yaprağı yaratamazlar. Bir tek yaprak karşısında âciz düşerler. Yarattığı her şey böyledir. Yaratıcı yalnız Allah-u Teâlâ'dır.
Yaratan, Yaşatan ve Yöneten Hazret-i Allah'tır:
Yaratan O olduğu gibi, yaşatan da O'dur.
Âyet-i kerime'sinde:
"Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık." buyuruyor. (Meâric: 39)
Sen hiçbir şey değilken O seni bir damla kerih sudan yaratmadı mı? Sana hayat vermedi mi? O'nun sana verdiği hayat ile yaşıyorsun. Hayatı çektiği zaman yoksun. Ruhun da gider, vücudun da gider. Ruhunu çektiği zaman toprakta çürüyorsun. Çünkü vücudun zaten bir elbiseden ibaret. Elbiseyi gösteren de O, seni tutan da O, seni yok eden de O. Her an tutuyor. Bir an bıraksa o anda yoksun. İnsan hep O'nunla kâim de bilmiyor.
O yaratıyor, O yaşatıyor, aynı zamanda O yönetiyor.
"Gökten yere kadar her işi O düzenler." (Secde: 5)
O'nun düzenlemesi, hikmetine göre dilemesidir.
O yaratıyor, O yönetiyor. Meselâ gökten yağdırıyor, yağdıran O'dur. Yerden fışkırtıyor, fışkırtan O'dur. Sonsuz nimetleri ihsan ve ikrâm eden yine O. Hazine-i ilâhî'den durmadan akıyor.
Âyet-i kerime'sinde:
"Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz." buyuruyor. (Hicr: 21)
Zerreden kürreye kadar her yaratık O'na muhtaçtır.
•
Allah-u Teâlâ iradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etmiştir. Yoksa ihtiyacı için değil. O Samed'dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O'na muhtaçtır.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki Allah bütün âlemlerden müstağnîdir." (Âl-i imran: 97 - Ankebut: 6)
Kim iman ederse kendi lehine, kim de inkâr ederse yine kendi aleyhinedir. Ne itaat edenlerin itaati O'na fayda verir, ne de âsilerin isyanı zarar verir.
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." (Nisâ: 126-131-132)
Yalnız gökler ve yerdekiler değil, onların ötesinde, gerek âfâkta gerek enfüste hiçbir varlık yoktur ki, başlangıcından ve sonundan, görünen ve görünmeyeninden, Allah-u Teâlâ'nın kudreti ve azameti ile, ilâhî hükmü ile kuşatılmış olmasın. Şu halde zâhirde ve bâtında, yükseklik ve alçaklıkta, maddelerde ve mânâlarda, dünyada ve âhirette ilâhî kuşatmanın dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.
Uludağ bir karıncaya göre çok büyüktür. Fakat güneşin büyüklüğü karşısında karınca gibi küçük kalır. Güneş de Arş-ı Rahman'ın yanında karınca gibidir.
Allah öyle bir Allah'tır ki, O'nun varlığı ve azamet-i ilâhîsi karşısında bütün kâinat bir karınca mesabesindedir. Her şeyi O kuşatmıştır.
"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisâ: 126)
Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile... Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yerler de böyledir, gökler de böyledir. Arş-ı Rahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. O ise her şeyi kuşatmıştır.
"Doğu da batı da Allah'ındır. Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır. Şüphesiz ki Allah Vâsi'dir, O her şeyi bilendir." (Bakara: 115)
Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İşte Rabb'iniz Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratır." (En'am: 102)
Bundan önce her şeyi yaratmış olan O olduğu gibi, gelecekte de her şeyin yaratıcısı O'dur.
O'nun "Ol!.." emri ile her şey hayat bulur. "Öl!.." demesiyle de ölür.
"Bak! Onlar iyice anlasınlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz." (En'am: 65)
Nitekim aklını kullanan kimseler, O'nun âyetlerinden pek çok istifade etmekte ve kendilerine yön vermektedirler.
İman
Nedir?
O'nun
Hükmünü Sevmektir:
İnsan: "Ben iman ettim!" der, fakat herhangi bir imtihana çekildiğinde ne iman kalıyor ne de iz'an! Deniz sakin olduğu zaman durumu çok güzel, dalgalandığı zaman bocalama başlıyor. İbtilâya sabredemeyip tahammülsüzlük başladığı zaman içi dışına çıkıyor.
İman odur ki, Allah-u Teâlâ her ne ibtilâya çekerse çeksin, o boynunu Hakk'a uzattığı için, o boyun orada kalır, bir daha da çekmez. O bilir ki imtihandadır. Bu imtihana hazırlanmak için bir sır vardır: İhlâs-ı kalbiyye ve samimi bir muhabbet.
Bunlar olursa iltimas-ı ilâhî'ye mazhar olunur. İmtihana tutulmazdan önce hazırlanmış olur. İmtihanla karşılaşınca da, hazırlıklı olduğu için geçiverir.
Fiili imtihan olduğu gibi, hâli imtihan da olur. Hâli imtihan âni olduğu için, insanın aklının çalışmasına fırsat olmaz.
Fakat daha önce doldurulmuş olan kimse hemen geçiverir. Fiili imtihana çekildiğinde de, tutulması sebebiyle kurtulur. Diğeri aklını işletinceye kadar o geçmiştir bile. İşte bunlar mutlu insanlardır.
Anlaşılıyor ki ancak hıfz-u himayeye girenler kurtuluyor. Diğerleri ise yürüyormuş gibi görünüyor amma, bir fırtına koptuğu zaman hepsi yıkılıyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyur-maktadır:
"Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 153)
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir iş ağır gelince, ya da ansızın bir durum ortaya çıkınca hemen namaza başlar ve bu Âyet-i kerime'yi okurdu.
Namaz; zikir ve şükrü içine alan bir ibadet olduğu için, ilâhî yardımın celbedilmesinde en büyük âmildir.
Allah-u Teâlâ'nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kul hayrıyla şerriyle kadere inanmadıkça, kendine hayır ve şerden isabet edecek şeyi atlatamayacağını, hayır ve şerden kaçacak olan şeyi de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz." (Tirmizî: 2145)
İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiş bulunmaktadır. Muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacak, birçok ibtilâlara musibetlere maruz kalacaktır. Ömür imtihanlarla ibtilâlarla doludur.
Dünya saadetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ'dan istemelidir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Yazıklar olsun o kimseye ki lisan ile Allah'ı zikreder, kalbinden ise Cenâb-ı Hakk'ın yaptığına râzı olmaz." (Münâvi)
İman Üç Türlüdür:
Birincisi; suretâ iman. "İman ettim!" diyor, iman ettiğini zannediyor, inandığını söylüyor.
İkincisi; tarikat ehlinin imanı ki aklına göre, akıl derecesine göredir.
Üçüncüsü ise hakikat ehlinin imanıdır. Kâmil iman budur. Yani iman-ı kâmil Hazret-i Allah'a iman etmektir, Hazret-i Allah'ı bilmektir. Her şeyi Hazret-i Allah'tan bilmektir.
Hakiki İman:
İnsan Hazret-i Allah'a iman ettikten ve iradesini O'na tesim ettikten sonra artık kendi reyi kalmaz. Fakat bunu yapabilmek için O'nu bilmek, O'nu tanımak lâzım.
Kendini inkâr ettiğin zaman, O'nu tasdik ettiğin zaman iman etmiş olursun. Gerçek iman budur. Vaktaki kendini inkâr edip "Lâ" dediğin zaman, yani kendini de kâinatı da inkâr ettiğin zaman, Var olan husule gelir, işte imanın hakikisi budur. Kül'ün hakikisi budur.
İnsan, "Ben yaratana iman ettim, ben bir damla pisliğim, zaten onu da O yarattı, öyleyse bana ait hiçbir şey yok" deyip "Kendimi inkâr ettim!" derse, işte o zaman tamamen münafıklıktan kurtulmuş olur.
Binaenaleyh; kendini inkâr etmedikçe Hazret-i Allah'a iman etmiş olamazsın. "Lâ ilâhe illallah" deyince "Lâ"dan ibaret olan şeyi "Lâ" olarak kabul edeceksin. İlâh olarak da O'nu kabul edeceksin. Başka bir ilâh yok. Ne nefsi ne de yarattığı hiçbir şey ilâh olarak oraya girmiyor. Çünkü "Lâ" dediğin zaman evvelâ kendini, kâinatı yok edeceksin ki "İlâh"ı bulmak için. Madem "Lâ" diyorsun, kaldır kendini. Kendini kaldırmazsan haşa sen Allah mısın? Madem ki "Lâ" diyorsun, sen de "Lâ"sın, yaratılanlar da "Lâ".İlâh O... Hadi bul bakalım. Sen ömrün boyunca nefsine tapıyorsun, farkına varmazsın.
Yaratılan hiçbir şey Allah değildir. Fakat sen Yaratan'ı görmeyip de yaratılanlarda kalırsan "Lâ"da kaldın, "İllallah"a inemedin demektir. Bu o kadar esrarlı bir kelimedir ki...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur." (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)
O öyle bir Allah ki, Allah'tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcut vardır. Her şeye hayat veren O'dur, her şey O'nunla kâimdir.
Şimdi siz bunu okurken anlarsınız. "O'ndan başka ilâh yoktur." deyince, sanki O'ndan başka bir Allah varmış sanırsınız. "Başka Allah yok" deyince O'ndan başka bir mevcud yok diye anlayacaksınız. "Lâ"lar perdedir, O'nu örten bir perde. Bütün kâinat da böyledir, kendisini örten perde.
İnsan Hazret-i Allah ile olduğunu bir türlü kavrayamaz. Şimdi ömrün bittiği, varlığını içinden çektiği zaman, saman çöpü senden daha kıymetlidir. Niçin? Çünkü saman çöpü kokmaz ama üç gün kalırsan kokarsın, herkes senden kaçar.
Hani sen vardın. Yine sen varsın. Ama leş diye herkes kaçıyor senden. Var ile olduğun zaman ne güzel görünüyordun. Var varlığını çekince ne kadar çirkin oldun. Artık herkes senden kaçıyor, iğreniyor ve ikrah ediyor.
Bir balonu ne kadar şişirirsen o kadar büyük olur. Halbuki onu büyük yapan içindeki havadır, havayı çıkardın mı küçücük kalır. O yaratıyor, her şey O'nunla kâim, ötekiler "Lâ"dan ibaret.
"Lâ"nın neresine tutunacaksın. "Ol!" diyor oluyor, "Öl!" diyor ölüyor.
Sen zannediyorsun ki sen sensin, her şeyin mükemmel. Ruhunu çekti, bir çöp kadar değerin kalıyor mu? Demek ki O... İnsan zannediyor ki hep başkası. Onun için her şey O'nunla kâim. "Her şey O değil, hiçbir şey O'nsuz değil.""Perdeyi geçir sen varsın, perdeyi kaldır O var."
Bir pehlivan hasmını yendiği, devirdiği zaman pehlivan oluyor. Fakat asıl pehlivanlık, âlemleri bir anda devirdiği zaman, yaratılanları değil de, Yaratan'ı bulduğun zaman olur.
Âlim-i billâh olanlar "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn" dedikleri zaman kendilerinden zerre kalmaz, "Rabbil-âlemîn" husule gelir. O öyle bir Allah ki, âlemlerin yaratıcısı ve mürebbîsidir. Âlemler maske gibi hükümsüzdür. Çünkü "Ol!" emriyle oluyor, "Öl!" emriyle ölüyor.
Mülkü O yarattı, sen ise O'nu mülkün içinde zannediyorsun, hem de "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn." diyorsun. Bu ne biçim iman, ne biçim zan? Halbuki sizin gördüğünüz bu mülk en küçüğüdür, Allah-u Teâlâ'nın yarattığını yalnız O bilir.
İmanlı bir el harama uzanmaz, imanlı bir ayak fena yere gitmez, imanlı bir göz harama bakmaz. Bakıyor! Haa demek oraya nüfuz etmemiş. Çünkü iman edildiği zaman, tuttuğu zaman dalları azalara dağılır.
Ancak gerçek imandan mahrum olanların üzerinde daima münafıklık alâmeti mevcuttur. Çünkü nefis oynar, şeytan oynar, arzular yaşar, yaşar, yaşar.
Allah-u Teâlâ kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını beyan etmektedir:
"Onlar gayba inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.
Sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler. Ahiret gününe de kesinlikle inanırlar.
İşte onlar Rabb'lerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir." (Bakara: 3-4-5)
Görmedikleri halde Allah'a, vahye, ahiret safhalarına görüyormuş gibi, hiç şüphe etmeden, inanırlar. "İşittik ve iman ettik!" diyerek Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın haber verdiği her şeyi kesin olarak kalp ile tasdik, dil ile de ikrar ederler. Onlar bu imanları ile Allah katında hoşnutluk kazanırlar.
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm..."
Bir şeyin üzerine bir örtü örtsek ne olur? Üzerinde örtü olduğu için ne olduğu bilinmez. İşte insan da böyledir; yiyor, içiyor, geziyor. İnsan da buna bakıyor ve ona varlık atfederek insan diyor. Fakat bu mükemmel gibi ve müstakil gibi görünen insandan Hazret-i Allah ruhunu çekince ne oluyor? Hiç. Demek üzerindeki o şey; et, kemik hepsi maske. Yunus Emre Hazretleri'nin tarif ettiği bu.
Bir misal verelim:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Dünya ve içindekilere, mala-mülke, paraya-pula, makam-mevkiye, çoluk-çocuğa, kadına muhabbet böyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yine bu hususta:
"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek." buyurdular.
Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam ettiler;
"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. 204)
Dünya menfaati, dünyalık şeyler insanı helâk ediyor. Değil menfaatten, menfaatin kokusundan bile Allah'ıma sığınırım.
"Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." (Hucurât: 7)
Âyet-i kerime'si mucibince kime imanı sevdirir ve o imanı kalbinde süslerse onu tutuyor demektir. Bu böyledir, esas budur. Kurtulan böyle kurtuluyor, kurtardığı için kurtuluyor.
Onlar Hakk'ı bilir, kendisini bilmez. Hakk'ı görür kendisini görmez.
Kül gibi olmadıkça da bu hakikatler bilinmez.
İnsanı dünya ve içindekiler çekiyor ve münafıklığa sokuyor. Halbuki muhabbet Mevlâ'ya bağlanacak. Yalnız O sevilecek, yalnız O'na yönelinecek.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
O'nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O'nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.
Şimdi gördünüz mü ne kadar mühim iman etmek. Bir de bölücülerin durumunu düşünün. Niçin? O Rabb'ül âlemin'i bırakmış başka ilâh edinmiş, İslâm'ı terk etmiş, başka dine girmiş.
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Hakiki iman şudur ki; Hazret-i Allah'a iman edip kendini inkâr etmiş olan Allah-u Teâlâ'ya iman etmiş olur, özü budur.
Hülasâ-i kelâm; imanın en büyük alâmeti Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükmüne teslim olmak, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü dünya ve nefsin arzularına tercih etmektir. Bu mihenktir. Birçokları burada soyulmuştur. İsmi İslâm, görüntüsü takvâdır. Ancak nefsine hoş geleni dünya hayatını Allah-u Teâlâ'nın hükmüne tercih eder.
"Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler." (Nahl: 107)
Dünyayı tercih etti gitti. Öyle bir zamandayız ki ufacık bir dünyalık için nice imanlar kayıyor. Öyle bir devir var ki ufacık bir menfaat için nice kimseler cehennemi boyluyor.
Hayat ve Ölüm:
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Ölümü daima gözönünde bulunduran bir kimse, hazırlığını ona göre yapar. Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerine hakkıyla riâyet ederek ubudiyet vazifelerini yerine getirmeye çalışır. Yapacağı amellerin en güzelini yapmaya gayret eder. Çünkü kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü ve her kelimesi zaptediliyor.
"O Azîz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 2)
Kendisine isyan edenlerden intikam alacak üstünlüğe sahiptir, hiçbir isyankâr O'nun pençe-i kahrından kendisini kurtaramaz. Buna rağmen kusurlarını itiraf eden, kötülüklerden vazgeçip tevbekâr olan, Zât-ı akdes'ine yönelen kullarının günahlarını affeder, siler.
Hayat, her kemâlin ve lezzetin esası olması itibariyle insanlar hakkında nimet olduğu gibi; ölüm de dünyadan âhirete intikal vasıtası olduğu için, müslümanlar hakkında hayat gibi bir nimettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah sizi yarattı, sonra sizi vefat ettirecek." (Nahl: 70)
Bu durumda en genciniz onu ertelemeye güç yetiremediği gibi, yaşlınız da bunu öne alamaz.
Ölüm, bu fâni âlemdeki hayat yolculuğunun sona ermesi ile bekâ âleminde geçirilecek ebedî hayatın başlangıç noktasıdır. Her doğan ölür, her gelen gider.
Dünyanın yıkılışı büyük kıyamet, insanın ölümü ise küçük kıyamettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!" buyuruyor. (Hicr: 99)
Ölüm, dar ve sıkıntılı bir evden, çok geniş ve o nispette ferah bir eve taşınmaktır. Ebedî yaşamanın sırrı ve habercisidir. Ölüm eskiyen bedenin atılması ve ruhun yeni bir bedene bürünmesi demektir.
İnsanın beden ve ruh yapısı, ahiretin şartlarına uygun bir vasıfta yaratılmıştır. Ebedîlik insanın fıtratında vardır. Ölümle bu ebedî hayata kavuşulmuş olur. Ölüm mahlukunu Hâlik'ine ulaştıran en güzel bir vasıtadır. Çünkü onsuz ulaşılmıyor. Hâlik'ini dost edinen bir kimse şüphesiz ki dostuna bir an önce kavuşmak ister.
Mevlânâ -kuddise sırruh– Hazretleri "Ben öldüğüm zaman matem tutmayın, sevinin. Çünkü ben sevgilime kavuşuyorum." buyurmuşlardır.
Übâde bin Sâmit -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Her kim Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâkî olmaktan hoşlanmaz." (Buharî. Tecrid-i sarih: 2043)
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabb'ine kullukta hiç ortak koşmasın." (Kehf: 110)
Şüphesiz ki ölümden kaçış ve kurtuluş yoktur. Gerek kendi vatanlarında ikamet etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden kurtaramayacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nerede olursanız olun, sarp ve sağlam kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşır." (Nisâ: 78)
Herkes mutlaka ölecek, ölümden insanı hiçbir şey kurtaramayacaktır. Herkes için kesin bir ecel ve belirlenmiş bir âkibet vardır.
Nitekim yatağında vefat eden Halid bin Velid -radiyallahu anh- Hazretleri şöyle demiştir:
"Şu şu savaşlarda bulundum. Vücudumda ok ve kılıç yarası olmayan yer yok. Amma işte ben yatağımda ölüyorum. Korkakların gözü aydın olsun!"
"Sonra bize döndürüleceksiniz." (Ankebut: 57) (Bakınız. Enbiya: 35)
Kim O'na itaat üzere idiyse, onu en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Müstehak olanlara da cezalarını verir.
Ölüm; Mahlûku Hâlîk'ına Kavuşturur:
Ruh için ölüm yok. Fakir ruhu kafesteki kuşa benzetir. Kuşun kafesi var. Kafese değer veren içindeki kuştur. Kuş alınırsa kafesin hükmü kalmaz. Ruh bedende bir nefes mesabesinde, hiçbir farkı yok.
Hissiz, hareketsiz, kafes. Ona bütün icraatlarını yaptıran ruhtur. Ruhun icraatını da Hazreti Allah yaptırıyor ve şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
İnsan ibadet, taati ile O'na yaklaşırsa, ruh Mevlâ'sıyla irtibat kurarsa kafese hiç değer vermemesi lâzım. Nihayet onu O koydu, onu O alacak.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." (Bakara: 156)
Âyet-i kerime burada tecelli ediyor. "Allah'tan geldi, Allah'a gitti." Ne kadar güzel bir şey yahu. Fakat öleceğiz diye titriyoruz. Fakir daha birinci kitapta demişti ki:
"Ölüm ne güzeldir. Hâlîk'ına kavuşturur."
Nedir bu korku? Bu korku neden geliyor?
Nefis galip, yaşamak arzusunda. Öleceğim, bu nimetler kalacak diye düşünüyor. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın sana hazırladıklarını bir bilsen!
İnsan olarak ölebilmek, insan-ı kâmil olarak ölebilmek, sıddık olarak ölebilmek. Bunlar için ölüm yok.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Müminler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar."
Mümin-i kâmil olanlar ise ayrıdır.
Bir kümesten bir saraya gider. Oranın saraylarının kerpiçleri altın ve gümüşten, inciden olan da var. İşte ruhu'l-hakiki tekâmül ettiği zaman, bu hale erdiği zaman o insan ölmüyor. Buna hayat-ı ebedî denir. Yalnız kuş kafesteydi çıkamıyordu. Uçtu, makam-ı asliyesine gitti. Kafesi bile unuttu. Çünkü o kafeste yerleşmişti. Nefisle mücadele ediyordu. Ona galebe çaldı. Nihayet, makam-ı asliyesi çok güzeldi oraya uçtu.
İnsanda ruhu'l-hakiki öyle bir yükseliyor ki, melekleri dahi geçebiliyor. Melekler ona hayran.
Kabir bir perdeden ibarettir. Biz onları göremediğimiz için "Öldü, çürüdü!" deriz. Halbuki onlar âlem-i berzahta mükemmel bir hayat sürerler.
"O Lâtif'tir, Habir'dir." (En'âm: 103)
"Lâtif" olan, "Habir" olan Allah-u Teâlâ; bütün işlerin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. O rûhâniyeti dilediği şekilde hareket ettirir, O rûhâniyeti her şeyden haberdar eder.
Bütün bunlar senden sana yakın olan Allah-u Teâlâ'nın tecellileridir. O rûhâniyet bütün bu işlere vâkıftır. Kabirde de, mahşerde de böyledir. İstedikleri zaman, istedikleri şekilde böyle yetişirler.
Kişi Sevdiği İle Beraberdir:
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Kişi, sevdiği ile beraberdir." (Buhârî)
Bu en büyük müjdedir. Bu köprüyle ahirete intikal ettiği zaman, orada bizi rızâsında haşr-u cem ettiği zaman işte en güzel bayram yeri orasıdır.
Enes -radiyallahu anh- anlatıyor:
Resulullah Aleyhisselâm'a bir zât gelerek:
"Kıyamet ne zaman kopacak Yâ Resulellah!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona: "O gün için ne hazırladın?" diye sordu. "Farz namazlardan, oruçlardan, sadakalardan başka fazla bir ibadetim yoktur. Fakat Allah ve Resul'ünü çok seviyorum." deyince şöyle buyurdu:
"Sen sevdiğinle berabersin." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i rivâyet eden Enes -radiyallahu anh- der ki:
"Biz Resulullah Aleyhisselâm'ın bu sözüne sevindiğimiz kadar hiçbir şeye sevinmemiştik. Ben de Resulullah Aleyhisselâm'ı, Ebu Bekir'i ve Ömer'i seviyorum ve bu sevgim sebebiyle onlarla beraber olacağımı umuyorum."
•
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivâyete göre bir kimse Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek:
"Yâ Resulellah! Ben seni kendi çocuğumdan, hatta kendi canımdan da çok seviyorum. Öyle ki evde otururken sen aklıma gelince, hemen gelip seni görmeden duramıyorum. Fakat beni düşündüren bir mesele var. İkimiz de öldüğümüzde sen cennete girecek ve Peygamber katına çıkacaksın. Ben ise cennete girersem bile seni göremeyeceğimden korkuyorum." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona cevap vermedi. Daha sonra şu Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar." (Nisâ: 69)
Ahiret Dünyadan Çok Hayırlı:
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bize ölümü ve ahiret hayatının üstünlüğüne ve güzelliğine dair şöyle buyurmaktadır:
"Orası o kadar güzel ki, tarifi mümkün değil..."
"Bu sözü söylüyorum; sakın öleceğim diye korkmayın, telâş etmeyin, severek gidin. Orada yabancılık çekilmiyor."
"Gönlüm ahirete akıyor amma O murat ettiğini yapar."
"Ölüm ne güzeldir! Mahlûkunu Halik'ına kavuşturan en güzel bir vasıtadır."
"Ölüm bizim için çok tatlı bir şeydir. Siz kaçarsınız ama biz koşarız."
"İtimat edin, hayat ölümden sonra başlar. Ölüm bir terhistir."
"Ben Rabb'ime misafireten gideceğim."
"Ben ölümü seviyorum, ölümü seviyorum, ölmek de istiyorum. Amma beni alın diyemiyorum. Bu sözüme itimat edin, ölmeyi istiyorum, hatta diyorum ki; beni aldıkları zaman üzülmeyin, ben huzur-u ilâhi'ye, ziyafet-i ilâhiye'ye gidiyorum, müsterih olun!.."
Bizi bazen ahirete alırlar, oraya gidip geliriz. Orası o kadar güzel ki tarifi mümkün değil.
Bir gün Ashâb-ı kiram Efendilerimiz'in kabirlerini seyrediyordum! Bu esnada beni aldılar, ahirete götürdüler. Çıkardıkları yerde kimse yok, tenha. Bir çeşme var, havuz var. Şöyle baktım; birkaç kişi var ve hemen indiğim yere toplandılar, halk birikti. Orada etrafta namütenahi güzellikler vardı. Bize sordular: Nereye gitmek istersiniz? "Nereye gidelim!" dedim. "Sen nereye istersen, senin için her yer serbest!" dediler, sorduğumdan utandım. Allah Allah... Allah râzı olsun. "O zaman beni Resulullah'ın yanına götürün" dedim. Oradaki gidiş bir an, bir an... Makam-ı Mahmud çok yüksek. İndiğim yerle orası çok uzak. Bir anda oraya götürdüler ve Resulullah Efendimiz'in yanına gittik.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle ortada ayakta duruyordu. Seyrettiğim Ashâb-ı kiram da ayakta kenarda böyle duruyorlardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'ı göstererek:
"Sen bunların taşlarını seyrettin. İşte bunlar burada hayatta, ayakta, hepsi canlı" dedi.
Ben onların türbelerini seyrediyordum. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Bak o baktıkların taşlar resimdi, işte buradalar, hepsi canlı..." dedi.
Az evvel Ashâb-ı kiram'ın filmlerini seyrediyorduk, bu halden sonra bu hâl zuhur etti.
Hemen birkaç kişi birikti, nereye gidelim; "Nereye istersen!" dediler. Allah Allah, Allah Allah, musarrah kılmış Cenâb-ı Hakk. Orası buradan çok güzel... Orası çok güzel, çok çok çok güzel... Bir hayat var, bir hava var, bir rahatlık var, bir huzur var, sonsuz bir hayat...
Hülasâ-i kelâm ahiret dünyadan çok hayırlı...
Âyet-i kerime'de:
"Andolsun ki senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır." buyuruluyor. (Duhâ: 4)
Bu Âyet-i kerime orada tecelli ediyor. Hayat orada var.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Elbette biz onları cennetten âlî köşklere yerleştiririz." (Ankebût: 58)
"Fakat Rabb'lerinden korkanlar için üstüste bina edilmiş odalar var, odaların altından da ırmaklar akmaktadır." (Zümer: 20)
Allah-u Teâlâ cennette hem kişiye özel hem de herkesin faydalanabileceği havuzlardan, pınarlardan bahsetmektedir.
Âyet-i kerime'de; "Altından ırmaklar akar." (Ra'd: 35)
Buyuruyor ya, amma o ırmağa aklınız ermeyecek, ben o ırmağı gördüm.
Yine bir vakit oraya çıkardılar, bir köşke aldılar. Amma ne köşk, her şey var.
Köşkün altında havuzları var. Özel bir köşk, muhafızları var. Biraz sonra kapı çaldı, kapıdaki bekçilerle konuşurlarken; alın onu, tanıdığım o benim dedim. Köşkün her tarafı cam, içerisi görünmüyor amma içeriden dışarısı görünüyordu. Sonra; "Gidelim!" dediler, kalayım dedim, bırakın beni; "Daha vakit gelmedi!" dediler. Elhamdülillâh. Amma hayat orası. Bunu bilin, hayat orada var.
Bu sözü söylüyorum; sakın öleceğim diye korkmayın, telâş etmeyin severek gidin, orada yabancılık çekilmiyor.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Şüphesiz ki cennetlikler, üzerlerindeki köşk sahiplerini sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Çünkü aralarında fark vardır."
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Bunlar peygamberlerin yerleridir. Başkaları onlara ulaşamaz." deyince buyurdular ki:
"Bilâkis!.. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onlar Allah'a iman eden ve peygamberleri tasdik eden birtakım adamlardır." (Müslim: 2831)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de de veli kulları hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Allah-u Teâlâ onları dünya ve cennet için yaratmamıştır. Kendisi için yaratmıştır. Onlar Hazret-i Allah'a Hazret-i Allah ile bakar, Hazret-i Allah'ın nuru ile Hazret-i Allah'ı görür. Çünkü Hazret-i Allah kendi nuru ile onlara gösteriyor. Bunlar gözle, ilimle bilinecek işler değil.
Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var, onlara kavuşmak için ne kadar arzusu var? Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Onlara düşmanlık ise Allah-u Teâlâ ile harp etmek demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünyada da muhakkak bir cennet vardır. Onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennet mârifetullahtır." buyurmuştur.
Biz bunu gönül cenneti diye vasıflandırıyoruz, bu hayat her şeyin fevkindedir.
Bunun da sırrı; onlar ruhaniyetiyle Allah-u Teâlâ'ya bağlıdır, diğer insanlar cismaniyetiyle Allah-u Teâlâ'ya bağlıdır. Hem O'nu sever, hem cenneti sever, huriyi sever, gılmanı sever...
Fakat ruh ile aşık olan yalnız O'nu sever. Onun aklına ne huri gelir, ne gılman gelir. O Hakk ile olmayı, O'nunla hemhâl olmayı, O'na ibadet etmeyi, O'nunla yaşamayı sever.
Onlarda başka arzu yaşamaz. Onların arzusu Allah'tır. Cenâb-ı Hakk'ın arzusu da onlardır.
Bir gün bir mânâ gösterdiler.
Bir köşkün içindeyim. İki oda seyrediyorum, kapıları yok yuvarlakları var. Amma nasıl ziynet var. Yani ikinci bir şey alıp oraya koyacak durumda değilsin. O kadar muhteşem, dayalı döşeli iki oda seyrettim. Birisi daha büyük, birisi daha uzun, kapıları böyle yuvarlak ama kapıları yok. Şöyle baktım, Allah Allah olsa olsa dedim, bu cennet-i âla'nın köşklerinin hülâsası.
Orası ayrı bir âlem. Ölümden korkmayın, ihvan ölümden korkmaz, severek gider. Allah'ım iman ile gitmeyi ikram buyursun.
Ölüme Hazır Değilim Hissiyatı:
Neremiz iyi?
Kötüyüz, iyi değiliz, yüzümüz yok, hazır değiliz. İyi edecek de O, iyi kabul edecek de O. Kim kötü değil! O dilerse kötüyü iyi eder.
İyiyiz desek, iyiliğimiz yok, kötüyüz desek ümidimiz çok.
İyi de O, güzel de O.
Zât-ı âlileri;
"Ben noksanını itiraf edenden korkmuyorum, "Biliyorum!" diyenden korkuyorum. Noksanını bilen Hazret-i Allah'a sığınır, "Biliyorum!" diyen o ihtiyacı hissetmez. O ihtiyacı nefsi hissettirmez, nefsine uyar ve kaybedenlerden olur." buyuruyorlar.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Sizden hiç kimse amel ve ibadeti ile kurtulamaz." buyurdu.
Sahâbe-i kiram -radiyallahu anhüm-:
"Sen de mi yâ Resulellah?" diye sordukları zaman ise şöyle buyurdu:
"Evet ben de. Meğer Allah-u Teâlâ rahmeti ve fazlı ile beni koruya." (Müslim: 2816)
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şu şekilde duâ edilmesini tavsiye etmişlerdir:
"Allah'ım! Senin bağışlaman benim günahımdan daha geniştir. Rahmetin benim yanımda amelimden daha ümit vericidir." (Hâkim)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri münâcâtında ne güzel buyuruyorlar:
"Günahım çok büyüktür, Zât-ı Celle ve Âlâ'dan büyük değil.
Gerçek hata ve isyanım büyüktür, rahmetinden büyük değil."
Ahiret Şehadeti:
Ahiret şehidleri vardır ki, bunlar ahiret hükmü bakımından şehid sayılırlar.
Allah yolunda şehid olanlarla diğer şehidler arasında fark vardır. Bunlar ahiret bakımından şehid olmakla beraber, dünya hükümleri bakımından şehid sayılmazlar. Haklarında şehid muamelesi yapılmaz. Ecelleriyle ölen müslümanlar gibi yıkanır, kefenlenir ve namazları kılındıktan sonra defnedilirler.
Umulur ki hükmî şehidler de hakiki şehidlerin mertebesine yakın olurlar. Zira Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunlara da şehid adını vermiştir.
Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Zulmen kesici aletlerle öldürülen, tâun, binaların yıkılması, yırtıcı hayvanların yemesi, boğulma, ishal sebebiyle için kuruyup yanması, zâtülcenb hastalıkları, bunların hepsi şehid olarak ölmeye sebeb olur." (Buhârî)
"Gurbette vefat edenler şehiddir." (İbn-i Mâce)
"Humma ile vefat edenler şehiddir." (Münavî)
"Mazlum olarak haksız yere öldürülenlerin bütün günahları bağışlanır." (Nesâî)
"Malını korurken ölen şehiddir." (Buhârî)
Bu suretle ölenlerin şehid sayılması, çektikleri büyük elem ve acılara karşılık bir lütuf ve ihsandır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "İçinizden kimi şehid sayarsınız?" diye sordular. "Yâ Resulellah! Allah yolunda öldürülen şehiddir."dediler. "O zaman ümmetimin şehidleri gerçekten azdır." buyurdular. "Peki kimlerdir yâ Resulellah?" denildiğinde buyurdular ki:
"Allah yolunda öldürülen şehiddir. Allah yolunda ölen şehiddir. Tâundan ölen şehiddir. Karın ağrısından ölen şehiddir." (Müslim: 1915)
Bunun gibi elli kadar ahiret şehidi vardır ki, ihlâs derecelerine göre ahirette şehidlik sevabından nasiplerini alırlar.
Hadis-i şerif'te "Allah yolunda öldürülenler" ile "Allah yolunda ölenler" ayrı ayrı beyan edilmiştir. Zira öldürülenlerin içine cephede şehid olanlar girse de, kendisini Allah yoluna adamış, bu maksatla çalışırken şu veya bu şekilde ölenler girmez. Bu gibi kimseleri insanlar bilmese de Allah-u Teâlâ bilir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Allah yolunda ölenler"i şehid ilân etmekle, şehâdetin sahasını fevkalâde genişletmiş, düşmanla savaş hali olmadan bile, bu yüce mertebenin her hal ve şartlarda kazanılma imkânını her müslümanın önüne koymuş olmaktadır.
İrbâz bin Sâriye -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şehidlerle yataklarında ölenler, tâundan ölenler hakkında Rabb'imize birbirlerini şikâyet ederler.
Şehidler:
'Onlar bizim kardeşlerimizdir, onlar da bizim gibi öldürüldüler!' derler.
Yataklarında ölenler de:
'Onlar bizim kardeşlerimizdir, bizim gibi öldüler!' derler.
Rabb'imiz onlara şöyle seslenir:
'Yaralarına bakın, öldürülenlerin yaralarına benziyorsalar onlardandırlar ve onlarla beraber olurlar!'
Bakılır ve onlardaki yaranın, öbürlerininki gibi olduğu görülür." (Nesâî, Cihad 36)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimin şehidlerinin çoğu, başı yastıkta ölenlerdir. Savaş meydanında nice öldürülenler vardır ki, onların niyetini ancak Allah bilir." (Ahmed bin Hanbel)
İlâhî İzin Olmayınca:
Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-u himaye etmeyi dilemişse:
"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez." (Teğâbün: 11)
Âyet-i kerime'si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ'nın iznini beklemektedir.
Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.
Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi iledir.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
"O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Dünyada hesaba çekmez, kötülük yapanları hemen cezaya uğratmaz. Bu da O'nun rahmetinin bir eseridir.
Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.
Allah-u Teâlâ kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz'da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı silemezler.
"Eğer Allah sana bir zarar isabet ettirecek olursa, onu kendisiden başka hiçbir kimse gideremez. Sana bir hayır isabet ettirirse, (bunu da kimse geri alamaz). Şüphesiz ki O her şeye kâdirdir." (En'am: 17)
İnsan için kader yayından atılan oku müdafaa bâbında, rıza gibi bir zırh ve kale bulunamaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Kim Allah'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan râzı olur." buyuruyorlar. (Câmiüs-sağir)
Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlûkat hakkındaki takdirini Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:
"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitap'ta yazılmış olmasın." (Hadid: 22)
Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ'nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.
"Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır." (Hadid: 22)
Yarattığı mahlûkatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O'na güç değildir.
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız." (Âl-i imran: 186)
Rıza gösteren kulundan da râzı olur.
Bütün
Tedbirlerini Al,
Sonra
Hazret-i Allah'a Tevekkül Et:
Tedbir, Allah-u Teâlâ'nın verdiği aklı yerinde kullanmaktır. Allah-u Teâlâ imtihan için çeşitli musibetler verir, ibtilâlara uğratır. Dilerse başımıza birçok insanları musallat eder. Bir müslümanın bu gibi durumlarda gönülden Allah-u Teâlâ'ya sığınması, bir taraftan da gücünün yettiği bütün tedbirleri alması gerekir. Biz Sahib'imize sığınacağız, her iş ve hareketimizi O'nun rızâsına uygun olarak yapacağız ve bu arada tedbirlerimizi de hiç elden bırakmayacağız. Allah-u Teâlâ'ya sığınmak, takdirine rızâ göstermek, sebeplere başvurmaya mâni değildir. Hayrı takdir etmiş ve onu bir sebebe bağlamıştır, şerri de takdir eden O'dur, onu da defetmek için sebepler hazırlamıştır.
Hazret-i Allah, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şahsında müminlere şöyle emir buyuruyor:
"Ey iman edenler! Bütün tedbirlerinizi alın." (Nisâ: 71)
Musa Aleyhisselâm Mısır'dan çıkarken Allah-u Teâlâ Firavun'un elinden onları alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
"Kullarımı geceleyin götür, çünkü takip edileceksiniz." (Duhân: 23)
Yine Musa Aleyhisselâm'a hitaben Mâide Sûre-i şerif'inin 23. Âyet-i kerime'sinde;
"O zorbaların üzerlerine kapıdan yürüyün! Oradan girince muhakkak galip gelirsiniz.
Eğer inanıyorsanız, ancak Allah'a tevekkül ediniz." buyurulmuştur.
Önce tedbiri, sonra tevekkülü şart koşmuştur.
Yine Yakup Aleyhisselâm oğullarına Mısır'a ayrı ayrı kapılardan girmelerini emrederek tedbir aldırmış, sonra da tevekkül eylemişlerdir.
"Oğullarım! Şehre bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin. (Olur ki herhangi bir musibetle karşılaşırsınız.) Bununla beraber ben, Allah'ın hükmünden hiçbir şeyi sizden gideremem. Hüküm yalnız Allah'ındır. Ben ancak O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de O'na tevekkül etsinler." (Yusuf: 67)
Tedbiri çok sevmeliyiz, lâkin takdirden de kurtuluş olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın takdirine rızâ göstermek, sebeplere müracaat etmeye mâni değildir.
Nitekim Kur'an-ı kerim'de:
"Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın." buyuruluyor. (Bakara: 195)
Hazret-i Allah hayrı takdir etmiş ve onu bir sebebe bağlamıştır. Şerri de takdir eden O'dur. Onu da defetmek için sebepler hazırlamıştır.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Deveni bağla, Cenâb-ı Hakk'a tevekkül et." (Tirmizî)
Yani malı muhafaza tevekküle halel vermez.
Allah-u Teâlâ'ya tevekkül eden bir müslüman, büyük bir azimle işe sarılır, çalışır, çabalar, elinden gelen her şeyi yapar, sonucunu da Allah-u Teâlâ'dan bekler. Meselâ tarlasını sürer, tohumunu eker, zamanı gelince sular, sonra tarlanın ürün vermesini Allah-u Teâlâ'dan diler.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde hem istişareyi, hem azim, çalışma ve gayreti yani tedbiri hem de tevekkülü emretmektedir:
"İşlerinde müminlerle istişare et! Müşavereden sonra bir de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah tevekkül edenleri (kendisine bağlananları) sever." (Âl-i imrân: 159)
Sürmek, ekmek, sulamak ürünün olması için başvurulması zaruri sebeplerdir. Asıl ürünü verecek olan Allah-u Teâlâ'dır.
Müslümanların başarılarının en önemli sırrı tevekküldür. Tevekkül duygusu insan için büyük bir güç kaynağıdır. Gönüllere itminan bahşeder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tedbiri emir buyuruyorlar:
"Kayyid ve tevekkel; tedbir al, tevekkül et."
Bütün tedbirlerini al, sonra da Hazret-i Allah'a tevekkül et.
Binaenaleyh; tedbir olmadan tevekkül olmaz. Düşün; sana akıl vermiş, bu aklı yerinde ve güzel kullanmamız lâzım.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Tedbir gibi akıllılık yoktur, günahlardan sakınmak gibi takvâ yoktur, güzel ahlâk gibi asalet yoktur." (İbn-i Mâce)
"Allah tedbir almakta aciz davranmayı kınar. Sen tedbirli ol! Buna rağmen bir işe gücün yetmezse; 'Hasbiyallahü ve ni'mel vekil' de." (Buhârî, Ebu Dâvud)
"Tedbir hayatın yarısıdır." (Deylemi)
"Kaplarınızın ağzını kapatın, su tulumlarının ağzını bağlayın, kapılarınızı örtün, yatarken kandillerinizi söndürün." (C. Sağir)
"Bir yerde bulaşıcı bir hastalık varsa oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık çıkarsa oradan çıkmayınız." (Buhârî)
Bu Hadis-i şerif'ler tedbir almanın, tedbirli olmanın ehemmiyetini gösteriyor. Hayatımızın her alanında tedbir almak sonra tevekkül etmek farzdır.
Tedbir alırsın, her hazırlığını yaparsın, sonra bir şey gelirse "Ha! Bu takdirmiş." Bir insan hazır olursa; "İlâhi takdir böyleymiş" der.
"İşte bu Azîz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38)
Bu Âyet-i kerime'ye râm olur. Zira O ne takdir ederse o olacak. Şu halde, telâşa lüzum yok. Hüküm O'nun, mülk O'nun, yalnız hazırlı olmak lâzım.
Fakat boşta bulundun, o zaman mesulsün...
Her insan ne işle mükellef ise o işin gereklerinin en iyisini yerine getirmelidir. Gerek insanın, gerek malının korunması için her tedbir alınmalıdır.
Nasıl ki soğuk kış gününde hasta olmamak için sıkı giyinmek bir tedbir ise, kötü günler için her türlü tedbiri almak, erzak ayırmak, kenara para biriktirmek de bir tedbirdir. Âhir zamanda çıkacak fırtınalara şimdiden hazırlanmalıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Fırtına gelince insan şaşırır. Bu gelmeden evvel kendimizi Allah'a takdim edelim. Geldikten sonra fayda yok. Boşta bulunursa, şaşırır ve orada imanı da kayar. Hazırlıklı olursa; "İlâhi takdir böyleymiş!" der. "Zaten gelecekti, ben bekliyordum!" der. Eğer yaşamak takdirse yaşar, ölüm takdirse o husule gelir. Allah'ımız cümlemizi imanla alsın.
Bir de ahiret tedbiri vardır ki o da ölmeden evvel Hazret-i Allah'a, Resulullah'a teslim olmak. Hazret-i Allah'ın koyduğu ahkâm mucibince yaşamak, Resulullah Aleyhisselâm'ın izinden yürümek. Böylece ahirete hazırlanmak. Onun için hazırlıklı olmak lâzım.
•
Tevekkül'e gelince;
Tevekkül; Hakk'tan gelen her şeye boyun bükmek, maddi-mânevi her işi O'na bırakıp O'ndan istemek, yalnız O'na güvenmek ve aradan çıkmaktır.
Allah-u Teâlâ çalışmayı farz kıldığı gibi, Zât-ı akdes'ine tevekkül etmeyi de emretmiştir:
Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Ezelî ve ebedî hayat ile bâkî olan ölümsüz Allah'a tevekkül et." (Furkan: 58)
Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan ancak O'dur. Ölüme mahkûm olanlar ise tevekküle lâyık olamazlar, onlar fânidirler. Onlara bağlananlar, onların ölümleriyle büyük bir sükut-u hayâle uğrarlar.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer inanıyorsanız, ancak Allah'a tevekkül ediniz." (Mâide: 23)
Tevekkül eden; annesinden başka hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini bilen çocuk gibidir. Her halinde, Mevlâ'sına yönelir ve sığınır. İnsanların elinde olandan ümidini keser. Hakk katında olana itibar ve itimat eder. Az ile çok onun nazarında bir olur. Her müşkili çözülür, her sıkıntısı giderilir, halka muhtaç olmaz.
"Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter! O'ndan başka ilâh yoktur, O'na tevekkül ederim. O, büyük Arş'ın sahibidir." (Tevbe: 129)
"Ve yalnız Rabb'lerine tevekkül ederler." (Enfâl: 2)
"Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter." (Ahzâb: 3)
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah dostları bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Allah-u Teâlâ'ya tevekkül etmişler, huzuru O'na sığınmakta bulmuşlardır.
"Allah-u Teâlâ'ya hakkıyla tevekkül etseniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır." (Tirmizî: 2345)
Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabiî bir sonucudur.
Ashâb-ı kiram'dan Habbe ve Sevâ -radiyallahu anhümâ- şöyle anlatmışlardır:
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir işle meşgul iken onun yanına girdik, o işte kendisine yardım ettik.
Sonra bize şöyle buyurdu:
"Başlarınız kımıldadığı (yani yaşadığınız) müddetçe rızık hususunda ümitsiz olmayınız. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır." (İbn-i Mâce: 4165)
Her şeyin Allah-u Teâlâ'nın takdiri ile meydana geldiğine inanarak hakiki mânâda tevekkül eden bir mümin; O'na itimat edip, her işini O'na havale etmekle, her türlü gam, keder ve sıkıntıdan uzak olur. Hakk'tan gelen her şeye severek boyun büker. O'nun her işinde hikmet olduğunu bilir. Sebeplere değil, sebepleri yaratana bağlanır. Arzu da beslemez. Her hâliyle O'na sığınır ve herşeyi ancak O'ndan bekler. O'ndan başkasına aslâ iltifat etmez, meyletmez. Her hâlinin Allah-u Teâlâ tarafından görülüp, bilinmesini kâfi görür.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah kuluna kâfi değil mi?" (Zümer: 36)
Elbette kâfidir!
Çünkü O'na tevekkül etmek, helâk edici noktalardan kurtuluşa sebeptir.
Bir kimse Allah-u Teâlâ'dan korkar, emredilen ve nehyedilen hususlarda takvâya riâyet eder, sebepleri yerine getirdikten sonra tam bir tevekkülle Rabb'ine yönelirse; Allah-u Teâlâ onu sıkıntıdan, hüzün ve kederden kurtarır, tahmin edemeyeceği, aklına gelmeyen yerlerden rızık kaynakları verir, onu başkasına muhtaç etmez.
Tevekkül makamına yükselen takva ehli, dünya maişetlerini şu Âyet-i kerime'lerde ifade edilen gayb hazinesinden temin ederler:
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." (Talâk: 2)
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
"Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir." (Talâk: 3)
Gerçekten bir insan gönlüne Allah korkusunu yerleştirdiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter." (Talâk: 3)
Sebeplere dayanma sınırlı, Allah'a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'ya güvenmekledir. Şu kadar var ki sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhî'dir.
Allah Müminlere Kâfi:
Ve dikkat ederseniz Âyet-i kerime'de:
"Ey Peygamber! Allah sana da, sana tâbi olan müminlere de yeter." buyuruluyor. (Enfâl: 64)
Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inâyet ve merhamet-i ilâhiye o kadar bolduk ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla def ve ref olur." (Nevâdirül-usûl)
Onların hatır-ı şerif'ine başınıza gelecek felâketler önlenir. Amma umuma sirayet edince artık ateş tutuşuyor. Kurunun yanında yaş da yanıyor. Amma hakikaten tetkik ederseniz gerçekten teslim olanların ne mallarına, ne de canlarına birşey olmadı.
Bunun delili; Adapazarı yıkıldı, gerçekten O'na gönül verenlerin bir kılına dahi halel gelmedi.
Geçmiş ümmetlerin âkıbetlerini düşünün.
"Biz onların her birini günahı ile yakaladık. Kiminin tepesine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini korkunç bir ses, bir çığlık yakalayıverdi. Kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı." (Ankebut: 40)
Allah-u Teâlâ azgınlardan mutlaka intikam alacağını haber vererek;
"Yoksa bütün kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar." buyuruyor. (Ankebut: 4)
Musa Aleyhisselâm'ın buyurduğu gibi:
"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım!" (A'raf: 155)
Bu büyüklük taslayan beyinsizlerin yüzünden Allah'ım bizi de helâk eder misin?
Binaenaleyh gerek beyinsizlerin, gerek bu azgınların, gerek kodamanların yüzünden gerçekten ümmet-i Muhammed bu âfâta iştirak etmiş oluyor, yani tutulmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerine güneş doğdurur ve onlara gökgürültüsünü işittirmezdim." (Ahmed bin Hanbel)
Yani Allah-u Teâlâ sizi rahatsız etmemek için "gündüz yağmur yağdırmazdım, gökgürültüsü duyurmazdım" buyuruyor. Yoksa merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ kuluna hüzün eder mi?
Ancak yarattığı, nimetlerle donattığı, en güzel bir şekilde rızıklandırdığı halde onu tanımayıp karşı gelen, nefsini ilâh edinip karşı çıkan artık cezaya müstehak olmuştur. Onun için, Yâ Rabb'i! Bu büyüklük taslayan azgınların, beyinsizlerin, isyankârların, şaşkınların yüzünden bizi helâk eder misin?
Bu isyanın âkıbeti bu oldu. Daha neler olacağını Yaradan bilir. Hani güzel bir tabir var. "İman itaat nesine, sonra muhtaç olur Yâsine." Ama iş işten geçiyor, hayatta iken iman itaat yok. Ölümden sonra okuyacağın Yâsin, imansıza hiçbir fayda vermez. Yani bu isyan cezasız kalmaz, kalmadı da. Bütün bunlara sebebiyet veren Hakk'tan kopmuş, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri umursamayan, dünyaya rağbet edenler, onlara tapanlardır. Fakat ceza, âfât umuma gelir. Şu kadar var ki iyiler iyiye gidiyor, kötüler kötüye gidiyor.
Afat Umuma Gelir, İyiler İyiye Kötüler Kötüye Gidiyor:
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim içinde açıktan kötülükler işlenirse, o zaman Allah-u Teâlâ katından hepsine birden azap eder.
-Yâ Resulellah! Onların içinde sâlih insanlar yok mudur?
-Evet vardır.
-O halde onlara bunu nasıl yapar?
-İnsanların başına gelen onların da başına gelir. Sonra Allah'tan bir bağışlanma ve hoşnudluğa ulaşırlar." (Ahmed bin Hanbel)
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Allah bir topluluğa azap indirdiği zaman, o topluluğun içinde bulunan herkese isabet eder. Sonra (kıyamet gününde) herkes niyetlerine göre diriltilirler." (Buhâri)
Cahş'ın kızı Zeynep -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir kere telâşla"Lâ ilâhe illâllah"diyerek odama girdi. Baş parmağıyla onu takip eden (şehadet) parmağıyla halka yaparak;
"Yaklaşan fitne ve belâdan vay Arapların haline! Bugün Ye'cüc ve Me'cüc seddinden bu kadar delik açıldı."
Bu sırada ben; Yâ Resulellah! İçimizde bukadar sâlihler varken biz de helâk olur muyuz? diye sordum.
"Evet fısk-ı fücür, fuhuş, masiyet çoğalınca (helâk olursunuz)" diye cevap verdi." (Buhari Tecrid-i sarîh: 1372)
O gün gelmezden evvel tevbe edip Allah ve Resul'üne yönelenlere ne mutlu! Allah-u Teâlâ dilediğini dilediği şekilde kurtarır. Bu gibi kimselerin dünyası saâdet olur. Çünkü o Hakk ile idi halk ile değil.
Hadis-i şerif'te ise:
"Allah bir kavme, bir (bir topluluğa) azap indirince, bu azap onların hepsine dokunur. Sonra kıyamet gününde herkes kendi ameline göre haşrolunur. (sâlihler mükâfâtını görür, fâsıklar azap olunur.)" buyruluyor. (Buhâri Tecrid-i sarîh: 2119)
İyiler saâdet-i ebediyye'ye nâil oldukları gibi cennet-i âlâ'ya girerler, en güzel bir hayatla yaşarlar, kendilerine vadolunan ilâhi mükâfatlara nâil olurken sonsuz bir hayatla müşerref olurlar.
Ve fakat azgın nankörlere gelince küfürleri sebebiyle bu azgın cahillere hazırlanmış ilk ziyafet kaynar sudur. Sonra cehenneme atılırlar. Ateş içinde yiyecekleri zakkum içecekleri kanlı irindir. İsyan edip karşı gelenlerin cezası budur.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Urve bin Rüveym -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimde zelzeleler olur. Öyle ki bu zelzelelerde on bin, yirmi bin, otuz bin kişi ölür.
Allah bu ölümü muttakilere öğüt, müminlere rahmet, kâfirlere ise azap kılar." (Râmuz El-Ehâdis: 3222)
•
Halk arasında: "Filân gün zelzele olacak!" gibi söylentiler sürüp gitmektedir.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! De ki: 'O bilgi ancak Allah katındadır. Ben ancak uyarıcıyım.'" (Mülk: 26)
"İyiler hiç şüphesiz ki nimet içindedirler. Kötüler de cehennemdedirler. din günü oraya girerler. Onlar oradan bir daha da ayrılamazlar. Din gününün ne olduğunu bilir misin? Nedir acaba o din günü? O gün kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı gündür: O gün emir yalnız Allah'a âittir." (İnfitâr: 13-19)
Ne emir buyurursa o olacaktır.
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabb'ine doğru çaba göstermektesin ve sonunda O'na varacaksın. Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülecektir. Ve sevinçli olarak âilesine dönecektir. Kimin de kitabı arkasından verilirse, o da: 'Mahvoldum!' diye bağıracaktır. Ve o alevli ateşe girecektir." (İnşikak: 6-12)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Şunu iyi bilin ki, üzerinizde muhafızlık eden değerli katip melekler vardır. Onlar, yapmakta olduklarınızı bilir ve yazarlar." (İnfitar: 10-12)
Ve insan ölürken son anda bu filmi seyredecek, gideceği yeri görecek. Ya saâdet-i ebediye veya felâket-i ebediye...
Size zelzeleyi ve büyük zelzeleyi tarif edeyim:
Elinde bir sopa var. Ağacın dalına bir vuruyorsun, yaprakları düşürüyorsun. İstediğin yaprak düşmüyor, düşen düşüyor.
Allah-u Teâlâ vurduğu zaman ezelde murad ettiklerini düşürüyor, kalanlar yine kalıyor.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tek tane, yaş ve kuru her şey apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) yazılmıştır." (En'am: 59)
Yaprak bile düşmez de insan düşer mi hiç? Elbette düşmez!
Büyük zelzeleye gelince, o büyük kıyamettir. Allah-u Teâlâ o ağacı kökünden kaldıracak, vurduğu zaman o toprak toz olacak. Ne yer, ne gök, ne de kâinat kalacak.
"Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhar olan Allah'ındır." (Mümin: 16)
Bu zelzeleler küçük kıyamet. Ölüm kıyamet zaten. Ölümle senin kıyametin koptu. Onlar için bir daha kıyamet yok. Kıyamet kalanlar içindir, bu zelzeleler kıyamete birer alâmettir. Bu küçük kıyamettir, amma büyüğü de gelecek, isyan ve tuğyanlar devam ettikçe büyük de gelecek.
"Fakat çetin azabımızı gördükleri zaman iman etmiş olmaları kendilerine bir fayda vermeyecektir.
Kulları hakkında Allah'ın cârî ola gelen âdeti budur.
İşte kâfirler o zaman hüsrana uğramışlardır." (Mümin: 85)
Âdeti, hükmü budur.
Abdest yok, namaz yok, dini nikâh yok, şimdi de onların gusulü namazı yok. Torbaya koyup atıyorlar.
"Amma ben o kâfirlere önce mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Şimdi bakın nasıl oldu benim onları cezalandırmam!" (Hacc: 44)
"Resul'üm! Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki:
İşte sizi Âd ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir azab ile uyarıyorum!" (Fussilet: 13)
Serbest zamanlarda Allah-u Teâlâ'ya yönelip O'na kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet olsaydı; ölse imanla Hakk'a varacaktı, kalsa Hakk ile kalacaktı.
Allah-u Teâlâ'ya yakın olanlara gelince; kalsa O'nun hıfz-u himayesinde olur, ölse şehid olarak göçer.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz binaların yıkılması esnasında ölenlerin şehid olduklarını beyan buyurmuşlardır.
"Zulmen kesici aletlerle öldürülen, tâun, binaların yıkılması, yırtıcı hayvanların yemesi, boğulma, ishal sebebiyle için kuruyup yanması, zâtülcenb hastalıkları, bunların hepsi şehid olarak ölmeye sebeb olur." (Buhâri)
Zelzelenin fay hattından kaynaklandığını söyleyenler Hazret-i Allah'ın azâmetini, kudretini görememekte ve O'na hasım kesilmektedirler. O'nun izni olmadan bir yaprak dahi düşmez. Her şey bir sebebe bağlıdır.
Bu sebep fay hattıdır. Ancak onu harekete geçiren yine O'dur. Yani hep O, hep O...
Nasuh Bir Tevbe:
Bu felâketleri durdurtacak bir tek şey varsa, Allah-u Teâlâ'ya yönelmek ve nasuh bir tevbe ile tevbe etmektir.
Yunus Aleyhisselâm'ın kavmi dışında; inkâr ettikleri yoldan çıktıkları halde, başlarına gelecek azabın belirtilerini görünce tevbe etmiş ve affedilmiş, azaptan kıl payı kurtulmuş bir kavim yoktur.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"(Azap geleceği vakitte) iman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir memleket halkı varsa, şüphesiz ki Yunus'un kavmidir.
İman ettiklerinde kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada faydalandırdık." (Yunus: 98)
Allah katında bir kavmin helâk edilmesine dair hüküm çıktıktan sonra iman etmenin ve yalvarmanın hiçbir faydası olmadığı, inen hiçbir azap geri alınmadığı halde; onların bu yeis halindeki imanları hüsn-ü kabul görmüş, ümitsizlik halinde yaptıkları tevbeleri makbul olmuş, azap üzerlerine sarkıtıldıktan sonra kaldırılmıştır. Şayet iman edip tevbe etmemiş olsalardı, cezalarını bulacaklardı.
Helâk olan kavimler hakkında bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Uyarılıp da söz dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!" (Yunus: 73)
Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin küfürde uzun zaman inat ve ısrar etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ onları kıtlıkla mübtelâ kıldı. Çok sıkıntılar çektiler, malları ve hayvanları helâk oldu, kadınlar kısırlaştı. Nuh Aleyhisselâm onlara öğütlerde bulundu:
"Rabb'inizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!
Size ne oluyor ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?" (Nuh: 10-11-12-13)
Yağmur duâsında istiğfar etmek de bundan dolayı meşru olmuştur.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- halkla beraber üç gün yağmur duâsına çıkmış, istiğfardan başka bir şeyle meşgul olmamıştır. Ashab-ı kiram'dan bazıları "Yâ Ömer! Biz buraya rahmet duâsına geldik, sen rahmet duâsı ile meşgul olmadın!" dediklerinde "Ben semânın yağmur damarlarıyla duâ ettim." buyurmuş ve Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine söylediği sözleri beyan eden Âyet-i kerime'leri okumuştur.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Her kim istiğfara devam ederse, Allah-u Teâlâ o kimseyi her darlıktan kurtarır, her sıkıntısına bir ferahlık verir ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır." (Ebu Dâvud)
Günahlar Yüzünden Gelen Musibetler:
Zaman zaman toplumlar arasında bir takım âfâkî felâketler zuhura gelir. Bütün bunlar fertlerin birer cezası mesabesindedir.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
"İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez." (Enfâl: 51)
Hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Bir kul işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir." (İbn-i Mâce)
"Zamanınızdan şikâyetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır." (Beyhâki)
•
Hûd Aleyhisselâm da kavmini tevbe ve istiğfara dâvet etmişti:
"Ey kavmim! Rabb'inizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkâr olarak yüz çevirmeyin." (Hûd: 52)
Bu Âyet-i kerime'lerde tevbe ve istiğfarın her şeyin husûlüne vesile olduğu bildirilmektedir.
•
"Rabb'inizden mağfiret dileyiniz ve O'na tevbe ediniz ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin." (Hud: 3)
Günahlarınızdan dolayı Rabb'inizin affını ister, samimiyetle tevbe eder, Rabb'inize yönelerek ve O'na itaat etmek suretiyle tevbenize dosdoğru devam ederseniz, bu dünyada size geniş rızık ve müreffeh bir hayat sağlar.
•
İnanmayanların dünyadaki geçim süreleri çok azdır. Onun dünyadan faydalanması dünya ile sınırlı kalır, âhiret azabından kurtulmasına ise imkân bulunmaz.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Onları az bir süre geçindiririz, sonra kendilerini ağır bir azaba sürükleriz." (Lokman: 24)
Dünyadaki şaşkınlık ve sapıklıklarının cezasına öylece uğramış olacaklardır.
"İnkâr edeni de az bir süre geçindirir, sonra onu ateşin azabına (girmeye) zorlarım.
Orası ne kötü varılacak yerdir." (Bakara: 126)
İnanmayanlar da bu dünyada rızıklanırlar. Allah-u Teâlâ onlara mühlet verir. Bu da haklarındaki ilâhî azabın artmasına sebep olacaktır.
"Sakın kendilerini denemek için dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlikler verdiğimiz kimselere gözlerini dikme! Rabb'inin rızkı hem daha hayırlı hem de daha süreklidir." (Tâhâ: 131)
Onlar, bu nimetleri kendilerine vermiş olan Allah-u Teâlâ'yı bilmez, varlığını, birliğini, kudretini tasdik etmezlerse, bu yüzden ahirette azab görecekleri şüphesizdir. Çok defa bu nimetler daha dünyada iken ellerinden çıkar.
Allah-u Teâlâ'nın ahirette vereceği nimetler ise, kâfirlere dünyada iken verilmiş olan fani şeyler gibi değildir. Onlar aslâ zeval bulmayacaktır.
"İnkâr edenlerin refah içinde diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!" (Âl-i imran: 196)
Ondan az bir zaman faydalanırlar, sonra da nimet yok olur gider, ahirette ise büyük bir felâketle karşılaşırlar.
Hiçbir Memleket Hariç Olmamak Üzere:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız." (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fasıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
"Bu, kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz'da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibâdet ediliyor. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
•
Uyan be kardeş! Şu Âyet-i kerime'yi düşün ve günahlarına tevbe et! Hazret-i Allah'tan affını iste! Allah'ın dinini, Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetini yaşamayı gaye edin ve azmet!
"Başınıza gelen her hangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Hitâb-ı ilâhi:
"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?
O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitar: 6-7-8)
Allah-u Teâlâ'nın insana olan ihsanı, ikramı karşısında insanın isyanını bir düşün! Bunlar oluyor amma müsebbibi kim?
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Seni bir nutfeden yarattığı halde, sana bir ölçülü biçimleri verdiği halde, bütün bu ihsanlara karşı O'na isyan etmekle cezânı hak etmiş olmuyor musun?
"Hayır hayır! Doğrusu siz dini yalanlıyorsunuz." (İnfitar: 9)
Onun için Allah'tan korkmuyor, gururlanıp aldanıyorsunuz.
Ama bu sahnede öyle bir durum var ki, kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü her kelimesi zabtediliyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Oysa üzerinizde gözetleyici (melek)ler vardır. Çok şerefli kâtipler. Ne yaptıklarınızı bilirler." (İnfitar: 10-11-12)
Ve insan ölürken son anda bu filmi seyredecek, gideceği yeri görecek. Ya saâdet-i ebediye veya felâket-i ebediye...
Her ne kadar isyan edersen et, hiçbir zerre yoktur ki bilinmemiş ve görülmemiş olsun.
Mucize Hadis-i Şerif:
Zinâ, fuhuş ve benzeri gayr-i meşru hayasızlıkların yaygınlaştığı, ibadetlerin terkedildiği, zekât ve öşürün verilmediği, dini nikâhın yapılmayıp mehrin verilmediği, bir memleketin ve halkının başına herhangi bir felâket ve musibetin geleceği mukadderdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah'ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmişlerdir." (Taberânî)
Hak etmiş olmuyor muyuz?
İslâm memleketinde Allah-u Teâlâ'nın emirleri terk edildi, yasak ettiği şeyler benimsendi ve alabildiğine işlendi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış verişler, HOŞUNUZA GİTMEKTE OLAN MESKENLER, size Allah'tan ve O'nun Peygamber'inden, Allah yolunda cihaddan daha sevgili iseler, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar gürûhunu hidayete erdirip doğru yola iletmez." (Tevbe: 24)
Binaenaleyh zinâya, binaya, dünyaya çok önem verildi. Allah-u Teâlâ'nın hükümleri hükümsüz hale getirilmeye çalışıldı. Fakat hüküm sahibi cezayı hakedenlere hakkını veriyor.
•
Küfür ve isyanlarından dolayı geçmiş ümmetlerin üzerlerine inen azabın yalnız geçmiş kavimlere mahsus olmayıp her zaman için geçerli olduğunu Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde beyan buyurmaktadır:
"Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdikse ora halkını yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır." (A'raf: 94)
Nice kavimler gelmiş geçmiş, nâil oldukları nimetlerin kadrini ve kıymetini, Allah'tan olduğunu bilememişler, Rabb'leri tarafından verilen müsaade ve mühletten istifade edememişler, kendilerini dünya saâdetine âhiret selâmetine ermeleri için uyarıda bulunan peygamberlerini yalanlamışlar, neticede de büyük felâketlere uğramışlar, cezalarını da halkıyla görmüşlerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hiç değilse, kendilerine bu şekilde azabımız geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler?
Fakat kalpleri iyice katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara câzip gösterdi." (En'am: 43)
Geçmiş ümmetler peygamberlerini yalanladıkları için Allah-u Teâlâ onlara darlık ve musibetler verdi. Fakat onlar yalanlamaya devam ettiler.
"Nice memleketler vardır ki, Rabb'lerinin ve peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmıştır. Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba uğratmışızdır.
Böylece onlar kendi yaptıklarının cezasını çektiler. İşlerinin sonucu da tam bir hüsran oldu.
Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah'tan korkun! Allah size bir zikir indirmiştir." (Talâk: 8-10)
Bu Âyet-i kerime'lerden anlaşılıyor ki, başımıza gelen bu felâket, yaptığımızın cezasıdır.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz zâlim değiliz." buyuruyor. (Şuarâ: 209)
Amma zâlimlerin hakkından gelmeye de kadir-i mutlaktır.
•
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!" (Bakara: 155)
"Eğer o memleketlerin halkı inansalardı ve bize karşı gelmekten sakınsalardı; elbette onlara göğün ve yerin bolluklarını verir, bereketler açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik." (A'raf: 96)
Zâlimler zulümlerini artırdıkları için onları helâk etti.
Bütün bu helâk edilen milletler, bu şekilde müstehak olarak helâk edildiler. Din-i mübin'i inkâr edenlerin de korkunç felâketlere uğrayacakları bir gerçektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara halâ şu gerçek belli olmadı mı ki; eğer biz dileseydik, onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık.
Biz onların kalplerini mühürleriz de, artık hiç işitmezler." (A'raf: 100)
Yarattıklarına zulmetmekten müberrâ olan, hükmünü dilediği şekilde yürüten, azamet ve ululukta eşi olmayan, zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kıran, itaat edenleri aziz, isyan edenleri zelil kılan, bunca isyanlarına rağmen günahkâr kullarına tevbe kapısını daima açık bırakan, ceza vermekte acele etmeyen, rahmeti her şeyi kuşatan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerindeki beyanlarına devam ediyor:
"Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelemeyeceğinden emin mi oldular?" (A'raf: 97)
Beyinsizlerin Yaptıkları:
Kur'an-ı kerim'de Musa Aleyhisselâm'ın bir beyanı şöyle geçmektedir:
"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım!" (A'râf: 155)
Binaenaleyh gerek beyinsizlerin, gerek bu azgınların yüzünden gerçekten ümmet-i Muhammed de bu âfâta iştirak etmiş, tutulmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde geçmişte yaşamış milletlerin aralarında, bozgunculuk yapanlara mani olan kimselerin çok az bulunmuş olduğunu haber veriyor:
"Sizden önceki asırlarda faziletli kimselerin yeryüzünde bozgunculuğu önlemeye çalışmaları gerekmez miydi?
Ancak onlar arasından kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı.
Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten onlar günahkâr idiler." (Hûd: 116)
Âyet-i kerime'de az kişinin kurtulduğu haber veriliyor. Yani yapan kurtuldu, yapmayan kurtulmadı.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Benden önce Allah'ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarileri ve ashâbı olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi.
Sonra onların ardından öyle kötü nesiller zuhur etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyen şeyleri de yapmışlardır.
Kim bunlara karşı eliyle cihad ederse o mümindir. Kim onlara karşı diliyle cihad ederse o da mümindir. Kim de onlara karşı kalbiyle cihad ederse o da mümindir. Amma bunun ötesinde bir hardal tanesi iman yoktur." (Müslim: 50)
Geçmiş ümmetlerden pek az kimse yeryüzünde fesat çıkarmayı engellediler ve kurtuldular.
Diğerleri ise dünyevi lezzetlere daldılar, isyan edip yoldan çıktılar, diğerlerinin ikaz ve irşatlarına kulak asmadılar, sonunda da beklemedikleri bir anda azap başlarına geliverdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Halkı ıslah olmuş (sâlih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb'in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildir." (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim'dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helâk etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Çünkü Âyet-i kerime'sinde:
"Rabb'in kullarına zulmedici değildir." buyuruyor. (Fussilet: 46)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'in bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır.
Şöyle buyurmuşlardır:
"Ey insanlar! Sizden önce helâk olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen âlimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helâk olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır." (İbn-i kesir)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'i olan Kur'an-ı kerim'de şöyle beyan buyuruyor:
"Biz hiçbir memleket halkını, onlara öğüt veren uyarıcılar olmadıkça helâk etmedik. Biz zâlim değiliz." (Şuarâ: 208-209)
Allah-u Teâlâ peygamber gönderip de emir ve yasaklarını duyurmadıkça hiçbir ferde ve topluluğa, memleket halkına azap etmez.
Allah-u Teâlâ insanları uyandırmak, vazifelerinden haberdar etmek, dinen yasak olan şeyleri irtikab edenlerin ilâhi azab ve ikaplara uğrayacaklarını duyurmak için nûr saçan peygamberlerini ve onların vekilleri, naibleri olan hakiki, kâmil âlimlerini;
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i mucibince göndermiş ve bu uyarma vazifesini yapmalarını tembih ve emir buyurmuştur.
Bu Allah yolunun dâvetçilerinin öğütlerini ve ihtarlarını dinlemeyip meşru olmayan hareketlerine devam edenler ilâhi azaba gerek dünyada, gerek ahirette mutlaka müstehak olacaklardır.
"Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz." (İsrâ: 15)
Ne var ki onlar kendilerine Allah tarafından hiçbir şüphe taşımayan gerçekleri getiren uyarıcılar geldiği zaman onlara kulak verip tâbi olmamışlardı.
Hâtem-i Veli'den Sonra Dünya:
Artık ahir son zamanda yaşıyoruz. Hâtem-i veli -kuddise sırruh- Hazretleri'nin irtihali ile birçok hadise zuhur etti, ahir zaman hâl ve ahvali iyice üzerimize çöktü.
Bu seyyiat zamanında, Hazret-i Allah'a gücümüz yettiği kadar sığınırak çokça istiğfar etmemiz ve ibadetle, zikirle meşgul olmamız gerekmektedir.
Şayet ebedi hayatın sermayesini kazanabilirsek çok kıymetli bir zaman...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet vemerhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdir-ül Usül)
Onlar Hazret-i Allah'ın sevgili kullarıdır, seçtiği, Zât'ına çektiği, nurunu akıttığı, kudsî ruhuyla desteklediği ve vazifedar kılıp gönderdiği has ve hususi kullarıdır. Onlar naz makamındadır, insanlığa rahmettir.
Hadis-i kudsî'de ise şöyle buyuruluyor:
"Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz. Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek kahramanlar onlardır. Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azab vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azabdan vazgeçerim." (Ebû Nuaym, Hilye)
Bu Hadis-i kudsî'de bu zâtların manevî yükseklikleri, Allah-u Teâlâ'nın nazargâh-ı ilâhiye'si, tecelliyât-ı ilâhiye'si oldukları ve aynı zamanda rahmet-i ilâhiye'ye vesile oldukları beyan buyurulmaktadır.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir." (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî, Hâlet Ef. nr.: 198/2, vr. 486a)
İşte Allah-u Teâlâ'nın sevip kendisine seçtiği, onların hürmetine vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetleri geri çevirdiği bu büyük Zevât-ı kiram'ın duâlarına, niyazlarına Rabb'im bizi dahil etsin. Mânevi tasarrufları altında bulundursun inşallah-u Teâlâ.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri kitaplarında ve sohbetlerinde, bu zamanın afâtını haber vermişler, mühim nasihatlarda bulunmuşlardır:
"Uyan be kardeş! Bu musibetler bizim için bir ihtardır. Yarın ne göndereceğini yine Allah-u Teâlâ bilir.
Ve fakat muhakkak ki isyan cezasız kalmaz, bu kati bir gerçektir. Bunu böyle bilin.
Bir insanın son durağı nihayet ölümdür, kabirdir. Gerçek hayat ölümden sonra başlar. Ya ebedî saâdet, yahut da ebedî felâket.
Bunlar bir hatırlatmadır, uyandırmadır. Nasibi olan hidayete mazhar olur, uyanır, tevbe eder, Hazret-i Allah'a yönelir. Ve fakat ruhu ölmüş olanların imanları yok ki hidayete ersin.
Şimdi en şiddetli fitnelerin içindeyiz, gaye Hakk'a bağlanmak, rızâ adımlarını atmaya çalışmak, yılmamak, hiç durmamak. Çünkü küçücük bir ömrümüz var, büyük bir hayat-ı ebediye var. Ömür kısa, yol uzun, fitne çok büyük.
•
Duâ ederken bir kişinin değil, Ümmet-i Muhammed'in affını isteriz. Çünkü vallâhi Allah-u Teâlâ'nın bir kiyişi affetmesi ile Ümmet-i Muhammed'i affetmesi arasında fark yoktur.
Duâya başlamadan evvel de şunu söyleriz:
Yâ Rabb'i! Habib'in buyurdu ki; "Kullar senin kulun, azab edersen senin kulların, merhamet edersen sen lütuf, ihsan ve kerem sahibisin, affedersin."
Yâ Rabb'i! Ümmet-i Muhammed'i affet. Sen öyle bir Kerim Mabud'sun ki, beni affetmekle Ümmet-i Muhammed'i affetmek arasında hiçbir fark yok.
Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'e umûmî rahmetle muamele et! Amin!..."
"Binaenaleyh bizim duâmız hep başkaları için, Ümmet-i Muhammed'in iman ve selâmeti için."
•
"Çadırın direği dururken herkes rahat. Fakat çadırın direği yıkılırsa ne olur bilmiyorum, o zaman her şeyi bekleyin. Allah-u Teâlâ o direkle murad ettiğini tutar. Amma direği alırsa kimi tutar?"
"Dünyanın ömrü kısa, seyyiat zamanı. Sağ olursanız otuz seneye kadar neler göreceksiniz, aklınız almaz."
•
"İnmiş inecek belâları Allah-u Teâlâ filân kullarla kaldırır. Bunun kalkması için nasıl duâ ederim: "Allahümme inneke afüvvün kerimun tuhibbül afve fa'fü annâ." = "Allah'ım! Muhakkak ki sen affedicisin, kerimsin, affetmeyi çok seversin. Bizi affet." Bu duâyı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Aişe -radiyallahu anhâ- annemize Kadir Gecesi okumasını tavsiye etmişlerdir.
Ve o şiddet kalktı, büyük bir afat geliyordu. O korkunç şiddet bir anda yok. Ama hüküm O'nun."
•
"İsrâ 58. Âyet-i kerime'si zuhur etmek üzere. Etti edecek. Bu ateş çıktı çıkacak. Her gün bu Âyet-i kerime'yi muhakkak okurum.
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız." (İsrâ: 58)
Allah'ım bu hazırladıkları ateşi birbirine çevir. Hepsi ateşi hazırladılar, bir emr-i İlâhi'ye bakıyor, o emir kibrittir.
Ümmet-i Muhammed'i affet, muhafaza et, muzaffer et!
İtimad edin bazen duâ etmeye korkuyorum, o kadar gadaplı. Bazen o kadar gadaplı her zaman değil. Siz uyuyorsunuz, kendi âleminizdesiniz.
Tabii ki fakirin gizli niyazlarımız var, arzularımız var. Bu nuru Hazret-i Mehdi'ye ulaştırmak. Bizi kalemle mücadele ile vazifelendirdi. Binaenaleyh Hazret-i Mehdi bu kitaplarla yürüyecek.
Zaten Hazret-i İsa Aleyhisselâm'la Hazret-i Mehdi birleşecek, ondan sonra bu nur kıyamete kadar gidecek, O'nun seçtiği esastır, halkın seçtiği esas değil.
•
Onun içindir ki bugün dünyaya dalmak günü değil. Helâlden rızık kazanmak, tedbirli olmak ve Hazret-i Allah'a yönelip gönül verme günüdür.
Böyle bir zamanda ne lâzımsa onu temine çalışması, bir müminin çok uyanık olması gerek."
DUÂ ve TEDBİR
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur." (Necm: 39)
Duâ tedbire mâni değildir. Her hususta tedbirini almakla beraber, yine de duâ etmek zarureti vardır. Hatta tedbire başvururken, bunların faydalı olması için duâ etmek lâzımdır. Duâsız tedbirin faydası yoktur.
Her duâ Cenâb-ı Allah'ın katında muhafaza edilir. Âhiret için duâ eden kimse, elbette karşılığını âhirette görecektir. Duânın hayırlısı Allah-u Teâlâ'dan mağfiret dilemektir.
Allah-u Teâlâ'ya sığınmak, kulluğun en mühim hususiyetlerindendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'a sığın!.." buyuruyor. (Mümin: 56)
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mâbud O'dur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'a kaçınız.!." buyuruyor. (Zâriyât: 50)
O'nun Zât-ı ulûhiyet'ine ilticâ edin, her işinizde O'na itimat ve teslimiyette bulunun.
"Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir." (Mâide: 16)
Seyyid'ül İstiğfar:
Şeddad bin Evs -radiyallahu anh-den rivâyete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"İstiğfar duâlarının ulusu, Allah-u Teâlâ'dan şöyle mağfiret dilemektir:
(Allahümme ente Rabbî lâ ilâhe illâ ente halâktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va'dike mesteta'tü eûzübike min şerri mâ sana'tü ebûu leke bini'metike aleyye ve ebûu bizenbî fağfirlî zünûbî feinnehû lâ yağfiruzzünûbe illâ ente)
"Ey benim Allah'ım! İtiraf ederim ki, beşeri silsilemin başından sonuna kadar bütün mânâsı ile beni terbiye eden ancak senin Zât-ı Ecell-ü A'lâ'ndır. Çünkü senden başka bir Allah yoktur.
Ve itiraf ederim ki beni halkeden ve Âdem'den vücuda getiren sensin. Ben ise senin kulun ve mahlûkunum. (Yâni ilâhî emirlerini yerine getirmeye hazırım.)
Keza, kulluk vazifeme dair "Kalû belâ"da verdiğim söz ve yeminin yerine getirilmesine beşeri gücümün yettiği kadar âmâdeyim.
Şu kadar var ki; gaflet ve cehaletle vâki olan geçmiş kusurlarımın kötülüğünden, canımı ve cânânımı kurtarabilmek için, emniyet ve güven yurdu olan ilâhî bağış ve mağfiretine ilticâ ediyorum.
Ey benim sevgili Allah'ım! Kusurlu kulluğuma rağmen, apaçık gözüken çeşit çeşit nimetlerine nâil olduğumu bildiğim gibi, hiçbir akıl ve mantığa sığmayan günahlarımı da biliyor ve itiraf ediyorum.
Öyle ise ey Rabb'im!. Vâki olan kusur ve günahlarımı af ve mağfiret et. Zira Zât-ı Ecell-ü A'lâ'ndan başka günahları affedecek bir Allah yoktur."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz devamla buyururlar ki:
"Bu seyyid'ül-istiğfar duâsını her kim sevap ve faziletine inanarak gündüz okuyup, o gün akşam olmadan ölürse ehl-i cennettir. Her kim de sevap ve faziletine inanarak gece okuyup da sabah olmadan ölürse o kimse de ehl-i cennet zümresindendir." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2141)
Salât-ı Münciye:
Sıkıntılı ve tehlikeli zamanlarda okunacak bir salâvât-ı şerife:
(Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin salâten tüncinâ bihâ min cemîil-ahvâli vel-âfât. Ve takzî lenâ bihâ cemîal-hâcât. Ve tütahhirunâ bihâ min cemîisseyyiât. Veterfeunâ bihâ a'ledderecât. Vetübelliğunâ bihâ aksal-ğâyât. Min cemîil-hayrâti fil-hayâti ve ba'del-memât)
"Ey Allah'ım! Efendimiz Muhammed'e ve onun âline salât eyle. Onun hürmetine bizi her türlü korku ve musibetlerden kurtarasın. Bütün ihtiyaçlarımızı o salâvât hürmetine gideresin. Bütün günahlardan o salâvât hürmetine temizleyesin. O salâvât hürmetine bizi derecelerin en üstününe erdiresin. O salâvât hürmetine hayatta ve öldükten sonra bütün hayırların en son gayesine ulaştırasın."
Salât-ı Tefriciye:
Sıkıntılı ve üzüntülü zamanlarda, işlerde kolaylık, zarar ve tehlikelerden halâs için okunacak bir salâvat-ı şerife:
(Allahümme salli salâten kâmileten ve sellim selâmen tammen alâ seyyidinâ Muhammedinillezî tenhallü bihil-ukadü ve tenfericu bihil-kürebü vetükzâ bihil-havâicü ve tünâlü bihir-rağâibü ve hüsnül-havâtimü ve yüsteskâl-ğamâmü bivechihil-kerîmi ve alâ âlihi ve sahbihi fî külli lemhatin ve nefesin biadedi külli ma'lûmün leke)
"Ey Allah'ım! Efendimiz Muhammed üzerine kusursuz bir salât, mükemmel bir selâm ve selâmet ihsan buyur.
O peygamber ki, onun hürmetine düğümler çözülür, sıkıntılar ve belâlar onun hürmetine açılıp dağılır. Hacetler ve ihtiyaçlar onun hürmetine yerine getirilir. Maksatlara onun hürmetine ulaşılır, güzel neticeler onun hürmetine elde edilir. Onun şerefli yüzü hürmetine bulutlardaki yağmur istenilir.
Ey Allah'ım! Onun âline ve ashâbına her göz kırpacak zamanda, her nefes alacak zamanda, sana malum olan varlıklar sayısınca salât kıl!"
Emir Sultan -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Hizb-i Şerif'leri
Emir Sultan Buharî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurmuşlardır ki:
"Kim bu hizb-i şerifi sabah okusa, akşama kadar gökten kaza yağmuru yağsa, anın kılına zarar gelmeye.
Ve akşam okusa, melâike cemi' zararında muhafızı ola, biiznillâhi teâlâ.
Bu bizim hizbimizin evvelinde ve âhirinde salâvât getirip okursa ve dahi kendi üzerine okursa, gerek yer gerek gök halkının zararı ana erişirse bana lânet ede, gerek hayatımızda gerek mematımızda."
(Allahümme salli alâ Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ve sellim. Yâ iddetî inde şiddetîy, veya ğavsî inde kürbetîy, veya hârisîy inde külli musîbetîy, veyâ hâfiziy inde külli beliyyetîy. Ve salli alâ Muhammedin ve âlihi ve alâ cemîil-enbiyâi vel-mürselîn, vel-hamdü lillâhi Rabbil-âlemîn.)
"Ey Allah'ım!Muhammed'e, âline ve ashabına salât ve selâm kıl.
Ey zor ve şiddetli hallerimde yegâne hazır makamım!
Ey gam ve kederlerimde yegâne sığınağım!
Ey her musibetten koruyucum!
Ey her belâdan muhafızım!
Muhammed'e ve âline, nebi ve resul bütünpeygamberlere salât ve selâm kıl.
Hamd ancak Allah'a mahsustur."
Sıkıntılı Zamanlarda:
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in üzüntülü, sıkıntılı ve felâketli zamanda şu şekilde duâ buyurduğunu söylemiştir:
(Lâ ilâhe illâllahül-azîmül-halîm. Lâ ilâhe illâllahu Rabbül-arşil-azîm. Lâ ilâhe illâllahu Rabbüs-semâvâti ve Rabbül-ardi ve Rabbül-arşil -kerîm)
"Azamet ve vakar sahibi Allah'tan başka, ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Arş-ı Âzam sahibi Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Göklerin ve yerin sahibi ve Arş-ı kerim'in mâliki Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2150)
Taberî der ki:
"Selef-i sâlihin bununla duâ eder ve buna Sıkıntı duâsı adını verirlerdi."
Ebu Bekr-i Râzî'den de bu hususta şöyle bir kıssa rivayet olunmuştur:
"İsfahan'da Ebu Nuaym'ın yanında bulunuyor ve ondan Hadis yazıyordum. O beldede Ebu Bekr bin Ali isminde bir zât vardı, fetvâ hususunda ona müracaat olunurdu. Bu zât sultana jurnal edildi, o da onu hapsettirdi.
Ben o günlerde rüyâmda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i gördüm. Sağ yanında Cebrâil Aleyhisselâm bulunuyordu ve durmadan tesbihle dudaklarını kıpırdatıyordu.
Resulullah Aleyhisselâm bana:
"Ebu Bekr bin Ali'ye söyle, Buhârî'nin Sahih'indeki sıkıntı duâsını okusun, Allah onun sıkıntısını giderir." buyurdu.
Sabah olunca durumu kendisine haber verdim. O da bu duâyı okumaya başladı, çok geçmedi hapisten çıkarıldı."
Hasan Basri -rahmetullahi aleyh- Hazretleri de şöyle söylemiştir:
"Haccac-ı Zâlim adam göndererek beni yanına çağırtmıştı. Ben de maksadını anlayınca bu duâyı okuyarak gittim. Yanına vardığımda bana dedi ki:
'Vallahi seni öldürmek için istemiştim. Şimdi ise inan ki sen bana şundan şundan daha sevgilisin.'
Şunu da ilâve etti:
'Dile benden ne dilersen!'"
•
Halil bin Mürre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz üzüntü ve sıkıntı geldiğinde şöyle duâ ederdi:
(Hasbiyer-rabbü minel-ibâdi, hasbiyel-hâliku minel-mahlûkîne, hasbiyer-râziku minel-merzükîne, hasbiyellezî hüve hasbiye, hasbiyallahu ve ni'mel-vekil, hasbiyallahu lâilâhe illâ hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbül-arşîl azîym.)
"Kullara bedel Rabb'im bana yeter.
Yaratıklara karşı Yaratıcı bana yeter. Rızık isteyenlere karşı Rezzak bana yeter.
Bana yeten bana yeter.
Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.
Allah bana yeter. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'na tevekkül ettim.
O, büyük Arş'ın Rabb'idir." (Câmiu's-sağir: 6580)
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- buyurur ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i bir şey üzecek olsa şu duâyı okurdu:
(Yâ hayyü yâ kayyûmü birahmetike esteğîsü)
"Ey ezelî ve ebedî hayat ile bâki, zâtve kemâl sıfatları ile her şeye hakim olan Allah'ım! Rahmetinle yardımını talep ediyorum."(Tirmizî)
Günlük Sığınma Duâsı:
Osman bin Affân -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:
"Bir kul her günün sabahında ve gecenin akşamında üçer kere şu duâyı okursa kendisine hiçbir şey zarar vermez."
(Bismillâhillezi lâ yedurru meas-mihi şey'un fil-ardi velâ fissemâivehüvessemîul-aliym)
"O Allah'ın adıyla sığınırım ki, yerde ve göktekilerinden hiçbir şey zarar veremez. O işitendir ve bilendir." (Ebu Dâvud)
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in oğlu Eban -radiyallahu anh- kısmî felce uğramış idi. Babasından bu Hadis-i şerif'i rivayet ettiğinde, orada bulunanlardan bir kimse ona bakmaya başladı. Bunun üzerine şu sözü söyledi:
"Ne bakıyorsun? Dikkat et, Hadis-i şerif sana anlattığım gibidir. Fakat ben, Allah kaderini bana geçireceği için o gün bunu söyleyemedim." (Tirmizî)
-
Fâtiha Sûre-i Şerif'inin Tefsiri (4)KUR'AN-I KERİM TEFSİRİDizi Yazı - Tefsir
-
Son GünlerHAZRET-İ MUHAMMED AleyhisselâmDizi Yazı - Resulullah Aleyhisselâm'ın Hayat-ı Saâdetleri
-
En Güzel SüsMuhterem Ömer Öngüt -Kuddise Sırruh- Efendi Hazretleri'nin Hayat-ı Saadetlerinden İnciler ve Hatıralar (104)Dizi Yazı - İnciler ve Hatıralar
-
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- (31)EVLİYÂ-İ KİRAM -Kaddesallahu Esrârehüm- HAZERÂTI'NIN "HÂTEMÜ'L-EVLİYÂ" HAKKINDAKİ BEYAN ve İFŞAATLARI (227)Dizi Yazı - "Hâtemü'l-Evliyâ" Hakkındaki Beyan ve İfşaatlar
-
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî -Kuddise Sırruh- (18)Allah-u Teâlâ'nın Sevgililerinin İfşaatlarına İzah ve Açıklamalar (160)Dizi Yazı - Hatm'ül Evliya Hakkında İzah ve Açıklamalar
-
Sıkıntılı ve Üzüntülü Zamanlarda Duâlar (2)TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİDizi Yazı - Tasavvuf
-
Salâvât-ı Şerif'eİSLÂM İLMİHALİDizi Yazı - İslâm İlmihali
-
HAZRET-İ EBU BEKİR SIDDÎK -Radiyallahu Anh- (73)ASHÂB-I KİRAM -Radiyallahu anhüm- HAZERÂTI'NIN HAYATIDizi Yazı - Ashâb-ı Kiram -r. anhüm-
-
Barış Pınarı Harekâtı-Türkiye İkinci İsrail'i Kurma Zihniyetini Parçaladı!GündemUğur Kara
Başyazı ve Makaleler
"Ashâb'ım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayeti bulmuş olursunuz." (Hadis-i Şerif)
"Muhammed
Allah'ın Peygamber'idir. Onunla Beraber Bulunanlar da Kâfirlere Karşı Çok Çetin
ve Sert, Birbirlerine Karşı Çok Merhametlidirler. Onları Rükûya Varırken, Secde
Ederken Görürsün. Allah'tan Lütuf ve Hoşnutluk İsterler. Yüzlerinde Secde
İzinden Nişanları Vardır."
(Fetih:
29)
"İslâm'da
Birinci Dereceyi Kazanan Muhacirler ve Ensar ile Onlara Sadâkatle, Güzellikle
Tâbi Olanlardan Allah Râzı Olmuştur. Onlar da Allah'tan Hoşnud Olmuşlardır.
Allah Onlar İçin, İçinde Ebedî Kalmak Üzere Altlarından Irmaklar Akan Cennetler
Hazırladı. İşte Bu En Büyük Bahtiyarlıktır."
(Tevbe:
100)
"Ashâb'ımdan
Birine Dil Uzatana Cenâb-ı Hakk Lânet Etsin."
(Buhâri)
"Ashâb-ı
Kiram Nurdur, Dinin Temel Taşlarıdır. Bu Din Onlarla Kuruldu."
(Ömer
Öngüt -Kuddise Sırruh-)
ASHÂB-I
KİRAM
-RADİYALLAHU
ANHÜM-
"Seçkin Ashâb'ın üzerinde durma, o bir nurdur, durma onun üzerinde. İtimat edin onun üzerinde durursan Resulullah Aleyhisselâm'ı kırarsın. Resulullah Aleyhisselâm'ı kırdığın zaman Hazret-i Allah'ı da kırarsın. Durma onun üzerinde, o bir nurdur.
Ashâb dinin temel taşları, bu din onlarla kuruldu. Bu dinin temel taşları, Ashâb deyince şöyle dur! Ashâb de!
Kelâmullah'ın vahyin indiğini görmüşler, o vahiy anındaki nura nail olmuşlar. Tabi bu da seçkin Ashâb, onlara mahsus. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz o günle bu günü yan yana koymuş, bilen için!
"Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizi)"
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şeref-i sohbetinde bulunan Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz'in hepsine hürmet ve muhabbet de edeptendir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı, o nuru görmek şerefine nâil olup iman eden ve bu imanı ölünceye kadar koruyan kimselerdir.
Sebeb-i mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer peygamberlerden üstün olduğu gibi; onun Ashâb-ı güzin'i de bütün insanlardan üstündür.
"Peygamberlerin arasında ben sizin payınıza düştüm, ümmetler arasında da siz benim payıma düştünüz." buyuran Habib-i kibriyâ'nın ashâbı da elbette ümmetlerin en iyileri, en seçilmişleri olur.
Onlar o nurun ef'al ve ahvâlini gördüler. Üzerlerinde tezahür eden bütün güzellikler hep o Nur'dan lemean etmiştir. O nur ile sohbet şerefine muadil tutulacak hiçbir fazilet ve kemâlât tasavvur edilemez.
Daha ilk sohbette öyle bir kemâlâta kavuştular ki, Veysel Karanî -kuddise sırruh- Hazretleri Evliyâullah'ın sertâcı olduğu halde, hiçbir seçkin ashâbın derecesine ulaşamaz.
Bu faziletin sebebi hiç şüphesiz ki kitap değildi, kitap mütalâa etmek de değildi. Böyle olsaydı, kendilerinden sonra gelip dinin bütün ahkâm ve meselelerini tafsilâtıyla bilen âlimlerin onlardan üstün olması gerekirdi. Şu halde onların fazilet ve üstünlükleri o nur ile sohbet etme bahtiyarlığına ermiş ve nurlanmış olmalarıdır. Kaynaktan içtiler. Aşk şarabını içmekle de hayat-ı ebediyeye kavuştular.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ne mutlu beni görüp iman edene!" (Ahmed bin Hanbel)
Onların imanları şuhûdidir. Vahyin ve sohbetin bereketi ile hakikatleri göre göre iman ettiler. Böyle bir devlet onlardan başkasına müyesser olmamıştır.
"Peygamberler arasında ben sizin payınıza düştüm, ümmetler arasında da siz benim payıma düştünüz." (Beyhâkî)
Buyuran Habib-i kibriya'nın -sallallahu aleyhi ve sellem- Ashab'ı da elbette ümmetlerin en iyileri, en seçilmişleri olur.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Allah-u Teâlâ benim ashâbımı nebiler ve resuller müstesnâ olmak üzere bütün insanlara ve cinlere üstün kılmıştır." (Bezzar)
Onlar bu derece faziletli, bu derece kıymetli insanlardır. Sevilmiş ve seçilmişlerdir.
Çünkü Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazret-i Allah'tan Habib-i Ekrem'ine ne geldi, ne döküldü ise aynısını, saf bir halde aldılar. İman ettiler, itaat ettiler ve bu şerefe nail oldular.
Zira Resulullah Aleyhisselâm'ın muallimi Hazret-i Allah'tır. Onların muallimi ise Hazret-i Allah'ın Habib'idir. Bu şeref, saâdet ve meziyet buradan geliyor.
Bir insan aynaya baktığı zaman kendisini görür. Onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın huzurunda bulunduklarında o nûr onlara aksederdi. Bu nûrun aksi ile birçok harikulade tecellilere nail, ilâhi lütuflara dahil olurlardı.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i imran: 110)
Sizin bu faziletiniz Hakk katında malumdur ve Levh-i mahfuz'da yazılmıştır. Size bu lütfu bahşederek bütün ümmetlerden üstün kılmıştır.
"İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imran: 110)
O Nur'un etrafında birleşip toplanmaları sayesinde; o imanın, o birlik ve beraberliğin verdiği heyecanla, kısa zamanda İslâmiyet'i çok uzaklara kadar yaydılar. Allah'ın yüce adını yükselttiler. Gittikleri yerlere huzur ve saadet götürdüler. Adaletin temelini tesis ederek medeniyet nurlarını yaygınlaştırdılar. Öyle ki, azamet ve kudreti herkesçe bilinen İran ve Rum devletlerini bütün şevketine rağmen kısa bir müddet içinde yerle bir ettiler. Cihanın şarkına ve garbına hakim olarak, beşeriyeti uyandırmaya, gönülleri nurlandırmaya gayret ettiler. Hakk'tan hakikatten, fazilet üzerine kurulmuş bir medeniyetten haberdar etmeye çalıştılar. Muvaffakiyetten muvaffakiyete nâil olup durdular.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu güzide ashâbını bize tarif ediyorlar ve Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruyorlar:
"Ne mutlu beni görüp iman edene! Ne mutlu beni göreni görene!" (Ahmed bin Hanbel)
"Ashâb'ım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayeti bulmuş olursunuz." (Beyhâki)
"Ashâb'ımın her biri kıyamet günü vefat ettiği belde halkı için önder ve nûr olarak diriltilecektir." (Tirmizî)
"Sizler yetmiş ümmetin içinden yetmişinci olarak gelenisiniz ki, hepsinin hayırlısı, Aziz ve Celil olan Allah'ın katında en faziletlisisiniz."
Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek asla caiz değildir. İstisnasız hepsini sevmek ve saymak Ehl-i sünnet vel-cemaat olmanın alâmetidir. Birini sevmemek, hiçbirini sevmemek demektir. Onların birine dil uzatmak, Hazret-i Allah'ın biricik Habibi Ekrem'ine -sallallahu aleyhi ve sellem- dil uzatmak gibidir.
Kitabımız Kur'an-ı kerim'in kâtipliğini yapanlar, Hadis-i şerif'leri rivâyet edenler, daha doğrusu Cenâb-ı Hakk'ın son dinini yayanlar ve bize ulaştıranlar onlardır. Bu ulvi hizmette hepsinin hissesi vardır. Hepsi mevsuk, hepsi âdil, hepsi de ehl-i cennettir.
Onlardan herhangi birine dil uzatınca, dolayısı ile Kur'an-ı kerim'e olan itimat sarsılır, İslâmiyet hakkında gönüllerde şüphe uyanmış olur. Bir kısmını inkâr etmek, Kur'an-ı kerim'i tebliğ edenleri inkâr etmeye kadar gider.
Aralarındaki anlaşmazlıklar hiçbir zaman nefsani değildi. Sebeb-i mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in taht-ı terbiyesinde öyle bir hâle gelmişlerdi ki, Hakk'tan gayrı hiçbir istekleri kalmamıştı.
Ayrılık gibi görünen hususlar, bir hikmete mebni ve içtihat ayrılığı idi. Gaye ve maksatları en doğruyu ortaya koymaktı. Doğruyu bulanlara en az iki derece olduğu gibi, Hazret-i Allah hata edenlere de bir derece vermektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ashâb'ımdan birine dil uzatana Cenâb-ı Hakk lânet etsin." (Buhâri)
"Ümmetimin en edepsizi ashâb'ımın aleyhinde söz söylemeye cüret edendir." (Münâvi)
"Şefaatım ümmetimden her birine şâmildir. Yalnız ashâb'ıma dil uzatanlar mahrumdur." (Münâvi)
"Ashâb'ımdan birine sayıp sövenlere Cenâb-ı Allah ile melâike-i kiram ve bütün insanların lâneti olsun." (Câmiu's-sağir)
"Ashâb'ım hakkında Allah'tan korkun, sakın onlara dil uzatmayın. Benden sonra sakın onları târizlerinize hedef tutmayın. Kim onları severse, bana olan muhabbetinden dolayı sevmiş olur. Kim onlara buğzederse, bana olan buğzundan dolayı buğzetmiş olur. Kim onları ezâlandırırsa, muhakkak ki beni ezâlandırmış olur. Kim de beni ezâlandırırsa, Allah'a ezâ etmiş olur. Allah'ı ezâlandıranı ise yakında O tutar yakalar, belâsını verir." (Tirmizî)
"Sakın Ashâb'ıma dil uzatmayın. Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka verse, onlardan birinin verdiği bir müdd (iki avuç) sadakanın sevabına erişemez. Hatta onun yarısına da ulaşamaz." (Tirmizî)
"Ashâb'ım anıldığı zaman dilinizi tutunuz. Onların şanlarına lâyık olmayan bir şey söylemeyiniz."
"Ben her günahkârın şefaatçisiyim, yalnız sahabemi hor görene sövene şefaat etmem."
"Ashâb'ım hakkında Allah'tan korkun. Ashâb'ım hakkında Allah'tan korkun da onları benden sonra tarizlerinize hedef ve nişan tutmayın."
(Tac.Ter. 2 sh 272)
"Dilinizi müslümanlar aleyhinde konuşmaktan men ediniz. Vefat ettiğinde iyiliklerini söyleyiniz." (Taberâni)
Dikkat edin!
Bunlar Hadis-i şerif'tir, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beyanlarıdır.
•
Allah-u Teâlâ bu mümtaz zatların üstün vasıflarını Kur'an-ı kerim'de meth-ü senâ ediyor ve şöyle buyuruyor:
"İslâm'da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara sadâkatle, güzellikle tâbi olanlardan Allah râzı olmuştur. Onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır." (Tevbe: 100)
Kendilerine lütuf ve ihsan buyurmuş olduğu dünyevî ve uhrevî nimetlerden ve hususiyetle kendilerini bütün nimetlerin üzerinde olan rızâ-i Bâri'sine nâil buyurduğundan dolayı bir şükran ifadesi olarak kalben fevkalâde mahzuz bulundular.
Muhacirîn-i kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm'ı ilk önce tasdik eden, onun uğrunda her türlü zahmetlere ve fedakârlıklara katlanan zatlardır. Dinlerini korumak için yurtlarından aşiretlerinden ayrılmışlar, Resulullah Aleyhisselâm'a samimi bir merbudiyet göstermişlerdir.
Ensâr-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'na gelince; birçok kimselerden önce Mekke-i mükerreme'ye gelerek Resulullah Aleyhisselâm'ı tasdik etmişler, onu kendi memleketlerine dâvette bulunmuşlar, hicret eden din kardeşlerine pek çok yardımlar yapmışlar, İslâmiyet'in intişarı için pek çok çalışmışlardır.
Bu güzel işlerde onlara uyup, onlar gibi güzel işler yapan, kıyamete kadar onların yaptıkları işleri kendisine numune alan ve onların izinden giden bütün müslümanlar da üçüncü zümreyi teşkil etmektedirler.
Allah-u Teâlâ Muhacir ve Ensar'ın en önde ve ileri gelenleriyle, görürcesine kıyamete kadar onlara uyanlardan râzı olduğunu haber vermiştir.
"Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır." (Tevbe: 100)
Bu bahtiyarlıktan daha büyük bir bahtiyarlık düşünülemez. Öyle bir kazançtır ki, bundan öte herhangi bir kazanç yoktur.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler birbirlerinin dostlarıdırlar." (Enfâl: 72)
Önce Muhacirler anılmıştır. Çünkü onlar İslâm'ın temelidir. Allah rızâsı için mallarını ve yurtlarını terketmişlerdir.
İkinci olarak Ensar'dan bahsedilmiştir. Bunlar ise hicret eden kardeşlerini evlerinde barındırdılar, onları mallarından istifade ettirdiler. Allah'ın dinine ve Resul'üne onlarla birlikte cihad ederek yardım ettiler. İşte Allah-u Teâlâ bunlar hakkında biri diğerinin velisi olduğu hükmünü vermiştir.
"Muhacirler"in ve "Ensar"ın dünyadaki hükmü zikredildikten sonra ahirette onlar için büyük müjdeler olduğu Âyet-i kerime'lerde haber verilmektedir:
"İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler, muhacirleri barındıranlar var ya, işte gerçek müminler onlardır.
Onlar için mağfiret ve cömertçe verilmiş bir rızık vardır." (Enfâl: 74)
Bu ise çok büyük bir tebşir-i ilâhi'dir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Sahabe'mi bana terkediniz. Nefsim kudret elinde olan Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki, fakir ve düşkünlere Uhud dağı ağırlığında altın infak etseniz, onların amelinin sevabı gibi sevaba nâil olamazsınız." (Buhâri)
Öyle bahtiyar insanlardır ki aleyhlerinde konuşmak asla uygun değildir.
Zaman-ı saâdetlerine erişip lâtif meclisleri, şerefli sohbetleri ile şerefyap olan, o Nur'un pervaneleri olan bu zâtlar; bir anda öyle bir ruh seviyesine çıktılar ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i canlarından da aziz bildiler. O Nur'dan öyle bir ziyâ aldılar ki, ona fedâ edilmeyecek tek bir şey tanımadılar. Değil mallarını, canlarını bile fedâ etmekten haz duydular. Cihan tarihinde onun kadar seven ve sevilen bir insan yoktur.
Bedir savaşına hazırlanırken Ashâb-ı kiram'ı ile istişare yapmıştı. Onlar da kendilerine nasıl değer verildiğini görerek fevkalâde mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:
"Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm'a dediği gibi: 'Sen ve Rabb'in varın savaşın, biz burada oturacağız!' demeyiz, fakat biz deriz ki: 'Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.'"
Resulullah Aleyhisselâm'ı bu derece sevmenin mükâfâtı da unutulacak gibi değildir.
Bu en yüksek mertebedir. "Peygamberlerle beraber olmak" mertebesidir.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyurulmaktadır:
"Ashâb'ım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayeti bulmuş olursunuz." (Beyhâki)
Ashâb-ı Kiram'ın Fazileti ve Meziyeti:
Muhacirin-i kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı ve Ensâr-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı çok faziletli, çok kıymetli, çok değerli âli zâtlardır. Hazret-i Allah onlardan râzı olmuş, onlara cennetler hazırlamıştır.
"Rabb'leri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır. İşte bu, Rabb'inden korkanlar içindir." (Beyyîne: 8)
Bu öyle bir mükâfâttır ki, oradaki nimetleri hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş ve hiçbir beşerin aklına gelmemiştir.
Gerek Tevrat'ta ve gerekse İncil'de Resulullah Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyeti, daha dünyaya teşrif etmeden önce duyurulduğu gibi, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın fazilet ve meziyeti de aynı kitaplarda beyan edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Muhammed Allah'ın Peygamber'idir." (Fetih: 29)
Onun Allah katındaki vasfı budur. O Allah-u Teâlâ'nın Resul'üdür. Bundan dolayı, ona olan vaadlerini fiilen gerçekleştirerek ispat edecek olan da Allah-u Teâlâ'dır.
O'nun bu şehâdetine karşı "Muhammed Allah'ın Resul'üdür." demek istemeyenler ebedî olarak zarar etmiş olurlar.
"Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler." (Fetih: 29)
Bu da ona iman eden müminlerin vasfıdır. Kâfirlerin küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık ve müsamaha göstermezler, kızgın ve asık suratlıdırlar. Dinlerine muhalefet edenlere asla sevgi beslemezler.
Aralarındaki din kardeşliği sebebiyle birbirlerine karşı alçakgönüllü, güleryüzlüdürler. Birbirleriyle karşılaştıklarında selâmlaşır, tokalaşır ve kucaklaşırlar.
İçlerinden birinin bir belâ ve musibete uğraması hepsini üzer. Aralarında birlik, beraberlik ve kardeşlik devam eder durur.
"Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün." (Fetih: 29)
Namazlarını Allah için ihlâsla kılarlar. Çünkü namaz amellerin en hayırlısıdır.
"Allah'tan lütuf ve hoşnutluk isterler." (Fetih: 29)
Öyle çalışırlar ki, daima Allah-u Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanmayı, rızâsına doğru ilerlemeyi düşünürler.
"Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır." (Fetih: 29)
Onların alâmetleri alınlarındadır. Devam ettikleri secdelerin bir feyzi olarak simâlarında ayrı bir güzellik bulunur.
"İşte bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır." (Fetih: 29)
Anlatılan bu sıfatlar gerçek müminlerin Tevrat'ta belirtilen hususiyetlerindendir.
Onların İncil'deki özelliklerine gelince:
"İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekincilerin hoşuna gider." (Fetih: 29)
Bu, Allah-u Teâlâ'nın İslâm'ın başlangıcına, kuvvetlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misaldir.
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm önce tek başına dâvete başladı. Sonra Allah-u Teâlâ kendisi ile birlikte iman edenlerle incecik yeşeren bir ekinin zamanla kendisinden meydana gelen diğer parçalarla güçlenerek ekin ekenlerin hoşuna gidinceye kadar güçlenmesi gibi güçlendirdi.
İşte Resulullah Aleyhisselâm ve Ashâb-ı kiram'ı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur.
"Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir." (Fetih: 29)
Bu misallerde anlatıldığı üzere onların Allah-u Teâlâ tarafından övülmeleri, yüce vasıflarla vasıflandırılmaları, cihanşümûl bir intişara nâil olmaları kâfirlerin öfkelerini artırmaktadır.
Ashâb-ı kiram'a öfke duyan, onların kusurlarını diline dolayan bir kimse bu Âyet-i kerime'ye göre küfre düşer. Çünkü Allah-u Teâlâ onlardan övgü ile söz etmiş ve onlardan râzı olmuştur. Bu ise onlara yeterlidir.
"Allah iman edip sâlih ameller işleyenlere, hem mağfiret hem de büyük bir mükâfât vâdetmiştir." (Fetih: 29)
O'nun vaadi doğrudur, gerçektir, aslâ değişmez ve değiştirilemez.
Âyet-i kerime'de geleceğin fetihleriyle İslâm'a girip güzel hizmetler edecek kimselerin bağışlanacakları, çok büyük mükâfatlara erecekleri müjdelenmiş oluyor.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'ndan sonra kıyamete kadar Muhammed Aleyhisselâm'ın nurlu yolunda bulunanlar da bu müjdeye dahildirler. İlâhî rahmet ve inayet bütün müminleri kuşatmaktadır.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelir ki, insanlardan bir topluluk savaşır. Onlara 'İçinizde Peygamber Aleyhisselâm'ı gören kişi var mıdır?' diye sorulunca 'Evet vardır!' diye cevap verilir. Nihayet ordu içindeki Sâhâbî'ye hürmeten zafer verilir.
Sonra bir zaman daha gelir. Onlara da 'İçinizde Resulullah Aleyhisselâm'ın Ashâb'ını gören kişi var mıdır?' diye sorulur. 'Evet vardır!' diye cevap verilir ve zafer müyesser olur.
Sonra bir zaman daha gelir, yine harp edilir. Onlara da "İçinizde Resulullah'ın Ashâb'ını görenleri gören var mı?" diye sorulur. Bu defa da "Evet vardır!" denilir. Yine fetih müyesser olur." (Buhârî. Tecrid-i sarih. 1223)
Bu Hadis-i şerif Resulullah Aleyhisselâm'ın bir mucizesidir. Müslümanlar Din-i İslâm'a bağlı kaldıkları müddetçe her zaman ve mekânda Hazret-i Allah'ın yardımlarına mazhar olacakları da anlaşılmış oluyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." buyuruyor. (Fetih: 1)
Bu muzafferiyet kıyamete kadar devam eder.
Muhâcirin-i Kiram:
Dinleri imanları uğruna vatanlarını terk edenlere Muhâcir denildi. Müşriklerin zulümleri karşısında Medineli müslümanların yakınlığına sığınan bu vefâkâr insanlar, Resulullah Aleyhisselâm'ın hicreti ile büyük ölçüde gariplikten kurtulmuşlardı.
Onlar Allah için hicret etmişlerdi. Rızâ-i Bâri uğrunda fedakârlığın en büyüğünü, sadâkatin en üstününü, teslimiyetin en güzelini gösterip kendilerini her şeyiyle o yola adamışlardı.
Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime'lerinde övmüştür:
"Allah'ın verdiği bu ganimet malları bilhassa, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'ın lütfunu ve rızâsını dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamber'ine yardım eden Muhâcir fakirlerindir.
Onlar sâdıkların tâ kendileridir." (Haşr: 8)
Mekke kâfirlerinin tazyiki üzerine Mekke'den Medine'ye hicrete mecbur edilerek hicret ettiler. Dinlerini koruma pahasına evlerini, barklarını, mal ve mülklerini bırakıp çıktılar. Önceleri fakir değilken, sonraları fakirliğe maruz kaldılar.
Bunlar sâdıklardır, sözlerini fiilleriyle ispat eden, doğruluk ve sadâkatte maharet sahibi olan, özü sözü doğru, vefakâr insanlardır. İmanlarını, sadâkatlerini fiilen ispat etmişlerdir.
Tek suçları "Rabb'imiz Allah'tır." demeleri idi. Kavim ve kabilelerine karşı hiçbir kötülükleri, hiçbir garazları, tek ve şeriki olmayan Allah'a kulluk etmekten başka hiçbir günahları yoktu.
"Onlar, başka değil, sırf: 'Rabb'imiz Allah'tır.' dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır." (Hacc: 40)
Düşmanları onların bu imanlarını kusur saydılar, vatanlarını terke mecbur ederek diyar-ı gurbete düşürdüler.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde bu hususta şöyle buyuruyor:
"Oysa onlar, Rabb'iniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamber'i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar." (Mümtehine: 1)
Müminlere baskı yaptılar, eziyet ettiler, neticede müminler Medine-i münevvere'ye hicret ettiler.
•
Büyük bir zulme uğrayarak Allah yolunda hicret eden bu güzide şahsiyetler Âyet-i kerime'lerde övgü ile anılmışlardır:
"Kendilerine zulüm yapıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri andolsun ki dünyada güzel bir yere yerleştiririz." (Nahl: 41)
Allah-u Teâlâ onları Medine-i Münevvere'ye yerleştirdi ve orasını onlar için hicret yurdu kıldı.
Müslümanlar bu"Güzel yer"de İslâm'ın intişarı için elverişli zemin ve zaman bulmuş oldular. Düşmana karşı hazırlanma fırsatı elde ettiler. Güzel rızka, helâl lokmaya erişme imkânı buldular. Allah-u Teâlâ onlara evlerinden, mallarından daha hayırlısını verdi. Hiç şüphesiz ki bir şeyi Allah rızâsı için terkeden bir kimseye Allah-u Teâlâ onun yerine ondan daha hayırlısını verir. Nitekim bu şekilde gerçekleşmiştir. Onlara yeryüzünde imkân verdi, kısa zamanda bütün Arabistan yarımadasına hükümran oldular.
Diğer taraftan Allah-u Teâlâ onlar için ahiret yurdundaki mükâfatın dünyada onlara verdiklerinden daha büyük olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Ahiret mükâfâtı ise daha büyüktür, keşke bilseler." (Nahl: 41)
Onlarla birlikte hicret etmeyip geri kalanlar o hicret şerefine nâil olan Muhâcirler'e Allah-u Teâlâ'nın neler hazırladığını bilmiş olsalardı, Allah yolunda her fedakârlığa katlanırlar, düşmanlarının eziyetlerine daha çok sabır ve sebat ederlerdi.
Müşrikler bilmiş olsalardı, yaptıkları zulümlerden pişmanlık duyarlar, muhalefette bulunmazlar, düşmanlıklardan vazgeçerlerdi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Muhâcirler'den bir kimseye maaşını verdiği vakit:
"Allah bunda sana bereket ihsan etsin. Bu Allah'ın sana dünya hayatında vaad ettiğidir. Ahirette senin için hazırlamış olduğu ise daha üstün ve değerlidir." buyurur ve bu Âyet-i kerime'yi okurdu.
•
Daha sonra Allah-u Teâlâ onların vasıflarını belirtmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Onlar sabreden ve yalnız Rabb'lerine güvenen kimselerdir." (Nahl: 42)
Çektikleri sıkıntılara karşılık, onlara dünyada da ahirette de güzel âkıbeti bağışlayan Allah-u Teâlâ'ya tevekkül ederek sabrettiler, O'nun vereceği ecir ve sevabı umarak katlandılar.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir defasında:"Yâ Resulellah! Hicret hakkında Kur'an-ı kerim'de erkekler zikrediliyor, biz Allah-u Teâlâ'nın hicret hususunda kadınları zikrettiğini hiç işitmedik?" diye sormuştu.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Rabb'leri onların duâlarına karşılık verdi: Ben içinizden erkek olsun kadın olsun, çalışanın yaptığını boşa çıkarmam. Hep birbirinizdensiniz. Onlar ki hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğratıldılar, savaştılar ve öldürüldüler.
Andolsun ki, onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu mükâfat Allah tarafındandır. Mükâfatların en güzeli, Allah katındadır." (Âl-i imrân: 195)
Başka hiç kimse, başka bir kimseye böyle muazzam bir mükâfat vermeye kadir değildir. Cennet-i âlâ'da Cenâb-ı Allah'ın cemâl-i bâkemâli'ni müşahede gibi en ulvî mükâfatlar da vardır.
Ensar-ı Kiram:
Resulullah Aleyhisselâm'ı ve Muhâcirler'i yurtlarında barındırmak suretiyle onlara büyük yardımda bulunan Evs ve Hazreç kabileleri'ne mensup Medine'li müslümanlara "Yardımcılar" mânâsına gelen "Ensâr" adı verilmiştir.
Ensâr öyle coşkulu bir şekilde müslüman oldular ki, İslâm'ın doğru ve nurlu yolunu görür görmez, gönülleri ve bünyeleri ile birlikte büyük bir teslimiyet dairesine girdiler. Allah adına birbirini sevmeye, Allah rızâsı yolunda birbirlerinin haklarını gözetmeye, takvâ ve iyilik üzerinde yardımlaşmaya başladılar. Resulullah Aleyhisselâm'ı ve Mekke'li müslümanları Medine'ye dâvet ettiler. Geldiklerinde de tam bir kardeş muamelesi yaptılar, kendi evlerinde barındırdılar, onlara eşit haklar tanıdılar, evlerine mallarına ortak yaptılar. İki hanımı olanlar, iddetinin bitmesinden sonra onunla evlenmeyi dileyecek olurlarsa, hanımlarından birini onun için boşama teklifini dahi yaptılar.
Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
Enes bin Malik -radiyallahu anh-e: "Siz öteden beri bu isimle mi anılırdınız, yoksa size bu ismi Allah mı koydu?" diye sorulduğu zaman "Evet, bu ismi bize Allah koydu." cevabını vermiştir. (Buhârî)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Muhâcirler'den evvel Medine'yi yurt ve iman evi edinmiş olan Ensâr, kendilerine hicret edip gelenleri severler." (Haşr: 9)
Başta Peygamber olmak üzere hicret eden o sâdıkları din kardeşleri bilerek dostluklarını gösterirler.
"Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir kaygı hissetmezler." (Haşr: 9)
Muhâcirler'e verilen şeylere kendileri sahip olamadıklarından dolayı kalplerinde ona dair bir ihtiyaç meyli duymazlar. Bu gibi şeylere gözleri takılıp kalmaz. Son derece ihtiyaç ve yoksulluk içinde olsalar da, malın başkalarına verilmesini tercih ederler. Onların bu tercihleri mala ihtiyaçları olmadığından değildir. Aksine bu tercihleri ihtiyaçları olmasına rağmendir.
"Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, Muhâcir kardeşlerini tercih ederler." (Haşr: 9)
Başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutarlar. Kendileri aynı şeye muhtaç olmaları halinde, muhtaç olan başkalarının ihtiyaçlarını karşılamakla işe başlarlar.
"Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar saâdete erenlerdir." (Haşr: 9)
Tevbe Sûre-i şerif'inin 100. Âyet-i kerime'sinde ise İslâm'da birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu, onların da Allah-u Teâlâ'dan hoşnud olduğu, Allah-u Teâlâ'nın onlar için içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladığı, bunun da büyük bir bahtiyarlık olduğu beyan buyurulmaktadır.
Daha ilk günden itibaren Resulullah Aleyhisselâm'a hizmet için birbirleriyle yarışa başlayan Ensâr, Akabe biatlarında verdikleri sözün eri olduklarını ispat ettiler. Onu her türlü tehlikelerden korumuş, gerek Medine'deki yahudilerle ve münâfıklarla, gerekse Bedir savaşından itibaren Mekkeli müşriklere ve diğer düşmanlara karşı yapılan silâhlı mücadelede Resulullah Aleyhisselâm'ın ordusunda yer almışlardır.
Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Muhâcirler'in Medine'ye hicretlerine imkân sağlamanın bir neticesi olarak bir İslâm devletinin kurulmasına zemin hazırlamışlardır. Resulullah Aleyhisselâm bu sayede pek büyük imkânlara ulaşabilmiştir.
Aynı şekilde Ensâr'ın hanımları da büyük fedâkârlıklar göstermişler, İslâm'ın gelişip güçlenmesine destek olmuşlardır.
Resulullah Aleyhisselâm onların dostluğundan son derece memnundu.
•
Bir Hadis-i şerif'lerinde Ensâr hakkında:
"Onları ancak mümin olanlar sever ve onlara ancak münâfık olan buğzeder.
Kim onları severse Allah da onu sever. Kim buğzederse Allah da ona buğzeder." buyurmuşlardır. (Müslim: 75)
İslâm dinini neşretmek ve yüceltmek için her tarif ve tasvirin üstünde şehamet ve fedakârlık gösteren bu muhterem zevât-ı kiramı sevmek, kendilerine hürmet göstermek elbette imanın sıhhatine delâlet eder. Çünkü onları sevmek İslâm'ın meydana çıkmasına ve kuvvet bulmasına sevinmek demektir. Bununla beraber, onların bu yararlılıklarından dolayı sevinmeyerek kendilerine buğzetmek şüphesiz ki nifak alâmetidir. Bu husus yalnız Ensâr hakkında değil, bütün Ashâb-ı kiram hakkında geçerlidir.
Bir düğünden dönen Medineli çocukları ve kadınları görünce doğrulup ayağa kalkarak dünyanın en değerli ve en makbul insanlarının Ensâr olduğunu söylemiş ve:
"Allah'ım! Ensâr'a, Ensâr'ın çocuklarına ve Ensâr'ın çocuklarının çocuklarına mağfiret buyur!" diye duâ etmiştir. (Müslim: 2506)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Ensâr hânelerinin her birinde hayır vardır." buyurmuşlardır. (Müslim: 1392)
Ensâr hâneleri, kabileler demektir.
Ensâr'ın feragat ve fedakârlıkları Resulullah Aleyhisselâm tarafından olduğu gibi diğer bütün müslümanlar tarafından da daima takdirle anılmış, İslâm kardeşliğinin bir tatbikatı olarak görülmüş ve numune alınmaya çalışılmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm Ensâr'ın kendisine hususiyet ve yakınlığını, hicretten sonra en üstün meziyetin İslâm'a yardım etmek olduğunu bir Hadis-i şerif'inde beyan buyurmuştur:
"Şayet Ensâr bir vâdiye veya geçide yürüse, ben de mutlaka Ensâr'ın gittiği vâdiye ve geçide yürürdüm.
Eğer hicret(in fazileti) olmasaydı, ben Ensâr'dan biri olurdum." (Buhârî - Müslim)
Bir defasında da Ensâr'ı kastederek:
"Allah'ım! Siz bana insanların en makbullerisiniz. Allah'ım! Siz bana insanların en makbullerisiniz." buyurmuştu. (Müslim: 2508)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i görmek saâdetine eremeyip Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nı gören ve onların sohbetinde bulunan müslümanlara "Tâbiîn" denilir. Bu isim onlara Allah-u Teâlâ tarafından verilmiş olup, büyük bir şereftir.
Bu bahtiyar zümreye işaret eden Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Bunların arkasından gelenler şöyle derler:
Ey Rabb'imiz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde müminlere karşı bir kin bırakma.
Şüphesiz ki sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin." (Haşr: 10)
Âyet-i kerime'de anılan müslümanlar, Ashâb-ı kiram'dan sonra kıyamete kadar gelmiş ve gelecek olan müslümanlardır.
Ashâb-ı kiram, Tâbiîn-i kiram ve geçmiş din kardeşlerini hayır duâ ile anmak her müslümanın vazifesidir.
Bütün Ashâb-ı kiram'a karşı hürmet ve muhabbette bulunmanın vâcip olduğuna dâir bu Âyet-i kerime delildir. Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek aslâ câiz değildir.
Ehl-i Beyt:
Allah-u Teâlâ, Peygamber'ine tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini Âyet-i kerime'sinde bizzat emir buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz." (Fetih: 9)
Kim ki bu emr-i ilâhiyi yerine getirirse Hazret-i Allah'a ve Resul'üne itaat edip iman etmiş olur. Fakat bu ilâhî emri yerine getirmeyen, çok iyi bilsin ki bu saâdetten mahrum kalmıştır.
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin huzurunda âdâba riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Resulullah Aleyhisselâm'a hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvalde hürmet vecibesini muhafaza etmek gerekir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sevgi ve muhabbeti bütün sevgilerin üstünde bir muhabbettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir." (Ahzâb: 6)
O, nasıl ki bütün insanların en üstünü ise, zevceleri de hanımların en hayırlısıdır.
"Zevceleri ise müminlerin anneleridir." (Ahzâb: 6)
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş görünüyor iseler de kâmil imandan mahrumdurlar, imanları surette kalmıştır.
Ehl-i beyt'i de insanların en hayırlısıdır, muhabbet ettiği akrabalarına muhabbet etmek de vâciptir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! (İlâhî ahkâmı tebliğ ettiğin kimselere) de ki: 'Ben sizi hidayete dâvet ettiğim için hiçbir ücret istemiyorum. Ancak yakınlarıma (Ehl-i beyt'ime) muhabbet etmenizi isterim.'" (Şûrâ: 23)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ehl-i beyt'ini hem sevmiş, hem de sevilmelerini emretmiştir.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in hanesinde bulundukları bir sırada:
"Ey Ehl-i beyt! Allah sizden kiri, günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister." Âyet-i kerime'si nazil oldu. (Ahzâb: 33)
Kızı Fâtıma -radiyallahu anhâ-yı, torunları Hasan ve Hüseyin -radiyallahu anhüm-ü çağırdı. Üzerinde bulunan bir örtü ile onları bürüdü. O sırada Hazret-i Ali -radiyallahu anh- geldi. Onu da örtünün içine aldı ve:
"Allah'ım! Bunlar benim Ehl-i beyt'imdir. Onlardan günah kirini gideriver, tertemiz yap." diyerek duâ buyurdu. (Tirmizî: 3870)
Âyet-i kerime'nin tamamı ve bundan önceki Âyet-i kerime'ler incelendiğinde, bütün zevcelerine hitap ettiği ve Ehl-i beyt'e olan o büyük ikramın derecesi daha iyi anlaşılmış olur.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm'a:
"Ehl-i beyt'inden hangisini en çok seviyorsun?" diye sorulmuştu.
"Hasan ve Hüseyin!" diye cevap verdi.
Bazı zamanlar: "Benim oğullarımı bana çağır!" diye kızı Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ-ya emreder, onları getirtip koklar ve kucaklardı. (Tirmizî: 3774)
Onların dünyevî ve uhrevî halleriyle ilgili birçok ihbarlarda bulunmuştur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ehl-i beyt'ine şöyle duâ etmişlerdir:
"Ey Allah'm! Muhammed âilesinin rızkını yetecek kadar ver." (Müslim: 1055)
Ne kadar güzel buyurmuşlar. İnsan ihtiyacını temin ettiği zaman her şeyi yerine gelmiş oluyor. Fazlası yük, hesabı çok ağır, azabı şiddetli. Değmez! Bu, bizlere bir ölçüdür.
Başta Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz ve Âişe -radiyallahu anhâ-Vâlidemiz olmak üzere mübarek zevceleri ile kızı Fâtıma -radiyallahu anhâ-, diğer kerimeleri, torunları, damadı Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Ehl-i beyt'ten sayılmaktadır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anh-dan rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Size nimetlerinden yedirip içirdiği için Allah'ı seviniz. Beni, Allah'ın muhabbeti sebebiyle seviniz. Ehl-i beyt'imi de benim onlara sevgim için seviniz." (Tirmizî: 3792)
Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz bu hususta şöyle buyuruyorlar:
"Ehl-i beyt konusunda Muhammed Aleyhisselâm'ı göz önünde bulundurunuz." (Buhârî)
Onu unutmayın, onu hatırlayın ve Ehl-i beyt'ine öylece muamele edin, Allah ve Resul'ünü incitmeyin.
Onun Ehl-i beyt'e olan alâkası, akrabalık gayretinin bir sonucu olmayıp, risâlet vazifesinin bir neticesidir. Murâd-ı ilâhi böyle tecelli etti, dinin nur damarları onlardan dağıldı, o nurdan o bereketten dünyaya kol saldı. O pak asâletten, asırlar boyunca temiz bir nesil geldi. İslâm âleminin her tarafına yayılarak dinin öncülüğünü, rehberliğini yaptılar.
"Onlar bağışlanmış olarak haşrolunurlar, onları yermek, kötülemek câiz değildir. Onları sevmek, Resulullah'ı sevmektir. Onlara buğz etmek, gazap etmek, Allah ve Resul'üne hıyanet etmektir."
Ehl-i beyt'e muhabbet, şefaate mucip olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Çocuklarınızı Peygamber'inize, Ehl-i beyt'ine ve Kur'an okumaya muhabbet gibi üç hasletle terbiye ediniz." buyuruyorlar. (C. Sağîr)
Bu emr-i Peygamberî'dir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ben size öyle bir şey bırakıyorum ki, eğer ona sarılırsanız benden sonra aslâ dalâlete sapmazsınız.
Onlardan biri diğerinden daha büyüktür. Biri gökten yere uzanmış bir ip gibi Allah'ın Kitab'ıdır. Diğeri de benim neslim ve Ehl-i beyt'imdir. Bu iki şey Havz-ı kevser'de bana ulaşıncaya kadar biri diğerinden ayrılmayacaklardır.
Bu ikisi hakkında nasıl muamele edeceğinizi düşünün." (Tirmizi)
Diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Şüphesiz ki ben yakında dâvete icabet edeceğim. Size iki ağır emanet bırakıyorum:
Allah'ın kitabı ile akrabam.
Allah'ın kitabı, gökten yere uzanan ilâhi bir iptir.
Akrabam Ehl-i beyt'imdir. Lütufkâr ve her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi ki, bu iki emanet benim havzıma gelinceye kadar birbirinden ayrılmayacaklardır. Artık bunlar hakkında ardımdan bana nasıl halef olacağınızı siz düşünün." (Ahmed bin Hanbel)
"Sıratta en sabit olanınız, Ehl-i beyt'im ve ashâbıma muhabbette en ileri olanınızdır." (Deylemî)
Dikkat buyurun, Ehl-i beyt bu kadar kıymetli. Bu yüzdendir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Salât-ü selâm'larda her zaman Ehl-i beyt'ini de zikretmişlerdir.
Ebu Hümeyd es-Saîdî -radiyallahu anh-den rivayete göre, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- "Yâ Resulellah sana nasıl salâvât getirelim?" diye sordular. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise buyurdular ki:
"Ey Allah'ım! Muhammed'e, zevcelerine ve zürriyetine rahmet kıl, İbrahim'e rahmet kıldığın gibi.
Muhammed'in, zevcelerini ve zürriyetini mübarek kıl, İbrahim'i mübarek kıldığın gibi.
Şüphesiz ki bütün hamdler ve yücelikler sana mahsustur." (Buhârî-Müslim)
"Ehl-i beyt'im ümmetim için bir emanettir." (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in kendisi âlî ve münevver olduğu için Ehl-i beyt'i de böyledir. Ehl-i beyt'i böyle olduğu gibi, mânevî vârisleri de böyledir. Onların hepsi onun Ehl-i beyt'inden sayılır.
Bir Hadis-i şerif'te:
"Selmân bizdendir ve Ehl-i beyt'tendir." buyurulmaktadır. (Taberânî)
Halbuki Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri İran'dan gelmiş bulunuyordu.
Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri'nin yoluna girip, Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri üzerinden gelen yine onun ıyâlidir.
"Selmân, Ehl-i beyt'imdir!" buyuruyorlar. Bu yüzden, bu ıyâl kıyamete kadar devam eder.
Resulullah Aleyhisselâm bir gün elini Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh-in başına koydu ve;
"Şunlardan öyle erler veya er vardır ki, eğer iman yıldız mesabesinde olsa muhakkak onlar ona yetişir, onu tutar." buyurdu.(Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1747)
Binaenaleyh Arap olmak şart değildir. Nice kimseler bu büyük lütuf ve mazhariyete nâil olacaklardır.
• Hazret-i Hatice'tül-Kübrâ -radiyallahu anhâ-nın Fazileti:
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Cennet hanımlarının büyükleri dörttür. Meryem, Fâtıma, Hatice ve Âsiye." (Tirmizî)
"Zamanının en hayırlı kadını İmran kızı Meryem, bu zamanın en hayırlı kadını Hatice'dir."
• Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-nın Fazileti:
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Hanımlar içinde ziyade sevdiğim Âişe, erkeklerden ise pederi olan Hazret-i Sıddık'tır." (Münâvî)
"İnsanların bana en sevgilisi Âişe-i Sıddıka'dır." (Münâvî)
"Âişe-i Sıddıka cennette refikamdır." (Tirmizî)
• Hazret-i Fâtıma'tüz-Zehrâ -radiyallahu anhâ-nın Fazileti:
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Ehl-i beyt'in arasında en ziyade sevdiğim Fâtıma'dır." (İbn-i Mâce)
"Fâtıma benden bir cüzdür. Onu gadaplandıran beni gadaplandırmış olur." (Buhârî)
Ciharyâr-i Güzin ve Aşere-i Mübeşşere -Radiyallahu Anhüm-:
Peygamberler derece derece olduğu gibi, Ashâb-ı kiram'ın fazilet ve meziyetleri de derece derecedir.
En faziletlileri Ciharyâr-i güzin adı verilen dört halife olduğu gibi, Aşere-i mübeşşere olarak anılan ve cennetle müjdelenen zatlar da vardır. Seçkin Ashâb-ı kiram'ın her biri üstün faziletlerle mümtazdırlar.
Aşere-i mübeşşere'den olan Saîd bin Zeyd -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in şöyle söylediğini işittim:
"Ebu Bekir cennetliktir, Ömer cennetliktir, Osman cennetliktir, Ali cennetliktir, Talha cennetliktir, Zübeyr cennetliktir, Sa'd bin Mâlik cennetliktir, Abdurrahman bin Avf cennetliktir, Ebu Ubeyde bin Cerrah cennetliktir."
Râvi der ki:
"Zeyd onuncuda sükut etti. Dinleyenler: "Onuncu kim?" diye sordular.
(Bu talep üzerine):
"Saîd bin Zeyd!" dedi. Yani bu, kendisi idi.
Sonra ilâve etti:
"Allah'a yemin ederim ki, onlardan birinin Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte yüzü tozlanacak kadar bulunuvermesi, sizden birinin ömrü boyu çalışmasından daha hayırlıdır, hatta ömrü Nuh Aleyhisselâm'ın ömrü kadar uzun olsa bile." (Ebu Dâvud: 4648)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Hadis-i şerif'lerinde cennetle müjdelenen on kişiyi saymaktadır. Bu zâtlar Ashâb-ı kiram arasında birinci sırayı teşkil ederler.
Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh-:
İslâmiyet'in intişarından önce de hakikati arayanlardandı, putlardan nefret ederdi. Yüksek seciye sahibi bir zat idi.
Resulullah Aleyhisslelâm'ın öteden beri en sadık dostu olması hasebiyle, dâvetini ilk kabul eden odur. Vefatına kadar da yanından hiç ayrılmadı. Canı, malı ve dimağı ile en yakın yardımcısı, en aziz arkadaşı ve kudsî emanet yönünden sırdaşı oldu. Bilâhare İslâm tarihinde fevkalâde kıymet kazanmış muhterem ve mübeccel şahsiyetler hep onun gayreti ve himmeti sayesinde müslümanlığı kabul ettiler.
Resulullah Aleyhisselâm kalabalık insan topluluklarının arasına katılarak İslamiyet'i tebliğ ettikçe, o da yanında bulunurdu.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Ebu Bekir'in imanı âlemlerin imanının karşılığında tartılmış olsa, onlardan ağır gelirdi." (Beyhakî)
Unutulmaz iyiliklerinden birisi de, müslüman olmaları yüzünden çekmedikleri kalmayan zayıf ve kimsesiz müslümanları sahiplerinden büyük meblağlar mukabilinde satın alarak hepsini azat etmesi, işkencelerden kurtarmasıdır.
Resulullah Aleyhisselâm'ın kemâl ve faziletinden en çok feyz alan zât şüphesiz ki odur. Hazarda ve seferde onunla en çok düşen ve kalkan o idi. Medine-i münevvere'ye hicretinde ona refakat etmiş, üç gün mağarada beraber kalmışlardı.
Bedir, Uhud ve Hendek gibi mühim savaşlarda, Mekke'nin fethinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yanından hiç ayrılmadı.
Hudeybiye'de Resulullah Aleyhisselâm'a büyük bağlılık göstermiş, Hayber'de bulunmuş, Tebük seferi sebebiyle techiz edilecek ordu için Ashâb-ı kiram teberruya davet edildiğinde, elinde ne varsa hepsini vermiştir.
Kızı Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-yı nikâhlayarak, Resulullah Aleyhisselâm'a daha da yakın oldu.
Son derece sade yaşar, geçimini ticaretle temin ederdi.
Resulullah Aleyhisselâm'ı sadece ademiyet gözüyle değil, hakikat gözüyle de görmüştü. Onu öyle tanımıştı ki, ahirete gitmesi ile dünyada durması arasında ona göre fark yoktu. Hakk'a nasıl tâzim ettiyse, o Nur'a da öyle tâzim etti.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Cebrâil yanıma gelerek elimden tuttu ve bana ümmetimin gireceği cennet kapısını gösterdi"
Ebu Bekir -radiyallahu anh- atılıp:
"Yâ Resulellâh! Ben o sırada seninle olmayı ne kadar isterdim, tâ ki ona ben de bakayım!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Ey Ebu Bekir! Ümmetimden cennete ilk girecek kimse olman sana yetmez mi?" karşılığını verdiler. (Ebu Dâvud: 4652)
Resulullah Aleyhisselâm hastalanıp da namaza imamet edemeyecek bir halde olduğunu görünce:
"Ebu Bekir cemaate namaz kıldırsın." emrini vermişti.
Vefatında Medine-i Münevvere'yi derin bir matem havası kaplamıştı. Böyle buhranlı bir anda soğukkanlılığını muhafaza eden zat yalnız o oldu. Daha sonra kendisi hiç istemediği halde müslümanlar onu kendilerine halife şeçtiler. İki sene dört ay bu makamda kaldı, İslâmiyet'e çok büyük hizmetleri dokundu. En yüksek makam ve idare işlerini hep ehil ellere verdi.
Kur'an-ı kerim'i cem ederek tek bir cilt haline getirilmesini sağladı.
Muvaffakiyetinin en büyüğü, müslümanlığı asıl şekliyle muhafaza etmekteki gayretidir. İslâmiyet'in hükümlerini onun kadar iyi bilen ve benimseyen ikinci bir fert gösterilemez.
Onun bütün dehâ ve dirayeti, karar ve ısrarı yalnız ve yalnız Hazret-i Allah'ın biricik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine uyması ve o Nur'u takip etmesi sebebiyledir.
Her tarafta türeyen mürtedler, sahte peygamberler etrafında toplanarak müslümanlığı yıkmaya teşebbüs ederken, bu sahtekârları ortadan kaldırmayı başardı. Çeşitli mıntıkalara ordular gönderdi, ayaklanmaları kısa zamanda bastırdı. Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu takip ettiği için muvaffak oldu ve İslam birliği kısa zamanda tekrar kuruldu.
Müslümanlık onun zamanında bütün Arap yarımadasına yayılmış, İran ve Bizans hududu dahiline girmişti.
• Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın Fazileti:
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Nebi müstesnâ olduğu halde Ebu Bekir herkesten efdâldir." (C. Sağir)
"Ebu Bekir benden, ben Ebu Bekir'denim. Ebu Bekir dünya ve ahirette kardeşimdir." (Tirmizî)
"Kıyamet gününde herkesle hesap görülür, ancak Ebu Bekir müstesnâdır." (Münâvi)
"İmam Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin benim ehlimdir. Ebu Bekir ve Ömer ehlullahtır. Ehlullahise benim ehlimden efdâldir." (Nevâdir-ül usül)
"Cenâb-ı Allah beni dört yardımcı ile güçlendirdi. İkisi gök ehlinden yani Cebrâil ve Mikâil, ikisi de yeryüzü halkından yani Ebu Bekir ve Ömer'dir." (Tirmizî)
Ömer'ül Faruk -radiyallahu anh-:
Kureyşlilerin bir çok gizli plânlar yaparak Resulullah Aleyhisselâm'ı ortadan kaldırmaya çalıştıkları bir dönemde müslüman oldu. İslâm'ın en büyük düşmanları arasında iken, bir anda en büyük muhiblerinden oluverdi.
O da Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- gibi Resulullah Aleyhisselâm'ın bütün savaşlarına katılmış, hiçbirinde bulunmamazlık etmemiş, bütün antlaşmalarına, idarî tedbirlerine, İslâm için olan bütün teşebbüslerine en faal bir şekilde iştirak etmiş, müşavirlik yapmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ hakkı, Ömer'in diline ve kalbine koydu." (Ebu Dâvud: 2962)
Hak ile bâtılı ayırdığı için, Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine "Fâruk" lâkabı verilmişti.
Halife olduktan sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- zamanında başarılan işleri devam ettirdi. On yıl kadar süren başkanlığı döneminde bütün İran fethedildi. Müslümanlar doğuda Sind ve Ceyhun nehirlerine kadar hâkim oldular. Memleket Mısır'ın batı hududundan Asya'nın ortalarına kadar uzanıyordu. İslâmiyet çok uzaklara kadar yayıldı. Muhtelif milletler, muhtelif ırklar bir araya toplanmıştı. Gösterdiği adalet ve tarafsızlık sayesinde halk İslâm'a ısınıyor ve bağlanıyordu. Bu muazzam sahalara huzur ve emniyet hâkim olmuştu.
Daha önceleri zâlim bir idare altında inleyen insanlar, İslâm adaleti sayesinde emniyet içinde yaşadılar.
Devlet hazinesine pek çok dikkat eder, bir kimsenin hazineden en ufak bir şey gasbetmesine imkân bırakmazdı. Mülki âmirlerden kaynağı belli olmayan servetlerinin hesabını sorardı.
Devlet başkanları arasında onun kadar sade hayat sürene tesadüf edilemez, yer üstünde yatar, maiyetsiz seyahata çıkar, devlete âit develere bizzat bakar, kapısında bir tek muhafız bulundurmaksızın yaşar, fakat bununla beraber dünyanın en büyük hükümdarları onun şöhretinden titrerlerdi.
On yıl altı ay hilâfet makamında kalan Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- sabah namazı kıldırırken zerdüşt bir köle tarafından şehit edildi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Câbir -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'lerinde onun hakkında:
"Güneş, Ömer'den daha hayırlı bir kimse üzerine doğup batmadı." buyurmuştur. (Tirmizi: 3685)
• Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın Fazileti:
Hadis-i şerif'lerdeşöyle buyuruluyor:
"Eğer benden sonra bir nebi olaydı Ömer ibn-i Hattab olurdu." (İbn-i Mâce)
"Cenâb-ı Allah'ın rızası Ömer'in, Ömer'in rızası Allah'ın rızasıdır." (Münâvi)
"İmam Ömer benimledir, ben de onunlayım. Hak ise her nerede olursa olsun Ömer'den ayrılmaz." (Münâvi)
Osman Zinnureyn -radiyallahu anh-:
Kureyş'in en asil âilesine mensup olup, müslüman olan ilk on kişiden biridir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- iman ettikten sonra dostlarını irşada çalışmış, cahiliye devrinde en samimi ahbaplarından olan Hazret-i Osman -radiyallahu anh-a müslümanlıktan bahsetmişti. Onu Resulullah Aleyhisselâm'a götürmek üzere iken bizzat kendileri Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i ziyarete gelmiş ve Hazret-i Osman -radiyallahu anh-e:
"Ey Osman! Gel, Allah'ın ihsan ettiği cennete rağbet et. Şu bir gerçektir ki, ben bütün insanlığa olduğu gibi sana da hidayet rehberi olmak üzere gönderildim." buyurmuştur.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- diyor ki:
"Duyduğum bu sözler o kadar saf ve sade, o kadar etkili idi ki, Kelime-i şehâdet kendi kendine ağzımdan döküldü, hemen müslüman oldum."
Onun müslüman olması, Kureyşliler arasında şok tesiri yaptı, büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Caydırmak için çok uğraştılar. Başaramayınca da dayanılmaz baskı ve işkenceler yaptılar. Fakat azmini ve İslâm'a bağlılığını kıramadılar.
Hemen hemen bütün büyük hadiselerde Resulullah Aleyhisselâm'la beraber bulundu, vahiy kâtipliği yaptı.
Resulullah Aleyhisselâm'ın kızı Rukiye -radiyallahu anhâ- ile evlenmiş, onun vefatı ile de diğer bir kızı Ümmü Gülsüm -radiyallahu anhâ- ile evlenmişti. Bunun içindir ki "İki nur sahibi" mânâsına gelen "Zinnureyn" lâkabı ile anılmıştır.
Tebük'e gidecek orduyu techiz ettiği sırada Resulullah Aleyhisselâm'a bin dinar getirdi ve kucağına döktü. Resulullah Aleyhisselâm parayı kucağında altüst edip karıştırdı ve:
"Bugünden sonra Osman'a her ne yaparsa yapsın zarar vermeyecektir." buyurdu, bu sözü iki defa tekrar etti. (Tirmizi: 3702)
Resulullah Aleyhisselâm ondan râzı olarak vefat etmiştir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in devrinde halifenin birinci kâtibi sayılırdı.
Bir ara bir kıtlık yaşanmıştı, halk sıkıntı içinde bulunduğu bir sırada Hazret-i Osman -radiyallahu anh-e âit bir ticaret kervanının Şam'dan gelmekte olduğu ve bir gün sonra kervanın Medine'ye ulaşacağı haberi geldi. Herkes sevinç içindeydi, kervan yaklaşınca karşıya çıktılar.
Bin deve yükü buğday, kuru üzüm ve zeytinyağı gelmişti. Yükler indirilince tâcirler hemen etrafını sardılar. Onlara: "Ne istiyorsunuz?" diye sordu. "Şu malını bize çabuk sat da gidelim, halk aç bekliyor!" dediler.
Bunun üzerine aralarında şöyle bir konuşma geçti.
– "Peki amma, söyleyin bakalım, bana ne kadar kâr bırakacaksınız?"
– "Ölçek başına bir veya iki dirhem veririz."
– "Bundan daha fazlasını veren oldu."
– "Peki dört dirhem verelim."
– "Bundan daha fazlasını verdiler."
– "Peki beş dirhem verelim yetmez mi?"
– "Hayır! Daha fazlasını verdiler"
– "Yâ Osman! Medine'de bizden başka tüccar yok. Bizden önce de buraya başka birileri gelmediğine göre, sana bundan daha fazla kâr veren kim olabilir?"
– "Allah-u Teâlâ her dirheme karşılık bana on mislini vâdetmiştir. Siz bu kadarını verebilir misiniz?"
– "Elbette veremeyiz!"
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Medine-i Münevvere'nin büyük tâcirlerine şöyle hitap etti.
"Bakınız! Allah şâhidimdir, bu kervanın yükünün tamamını sırf Allah rızası için perişan durumdaki insanlara ve müslümanların fakirlerine sadaka olarak niyet etmiş bulunmaktayım."
Onun bu cömertlik meziyeti yanında diğer bir fazileti de derin bir utanma hissine sahip olması idi. Bu sebeple de herkes ondan hayâ duyar, hürmet ederdi. Hatta Resulullah Aleyhisselâm dahi onun bu meziyetinden dolayı saygı duyardı.
Hane-i saâdete geldiğinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine çekidüzen vermişti. Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bunun sebebini sorduğunda:
"Kendisinden meleklerin hayâ duydukları bir kimseden ben hayâ duymayayım mı?" buyurmuştur. (Müslim: 4201)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in şehâdetinden sonra halife seçilmiş ve on iki yıl müslümanların idaresinde bulunmuştur.
Devrinde İslâm fütühatı son derece genişledi. Trablus onun zamanında fethedildi. İran'ın fethi ikmal edildi. İran'a komşu olan Afganistan, Horasan ve Türkistan'ın büyük bir kısmına, İslâm bayrakları dikildi. Ermenistan ve Azerbaycan fethedilerek İslâmiyet Kafkas dağlarına kadar dayandı. İslâm tarihinde ilk deniz zaferleri onun zamanında kazanıldı. Kıbrıs fethedildi.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in İslâmiyet'in neşrine hizmeti çok büyüktür. Bizzat kendisi dini neşretmek için çalışırdı. Bütün valiler ve kumandanlar gittikleri yerde İslâmiyet'i yaymayı kendilerine büyük vazife bildiler.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-, Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- tarafından cem edilip bir nüsha haline getirilen Kur'an-ı kerim'i çoğaltarak her tarafa göndermişti.
Mısır'dan gelen âsiler seksen iki yaşında bulunan Hazret-i Osman -radiyallahu anh-i Kur'an-ı kerim okurken şehit ettiler.
• Hazret-i Osman -radiyallahu anh-ın Fazileti:
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Osman bin Affan dünyada ve ahirette herkesten çok bana yakındır." (Camiu's sağir)
"Cennette her nebi için bir hususi arkadaş var, benim de refikim Osman ibn-i Affan'dır." (Tirmizî)
"Cehenneme müstehak olanlardan yetmiş bin şahıs, Hazret-i Osman'ın şefaatıyla hesap görmeden cennete girerler." (Camiu's sağir)
Aliyy'ül Murtazâ -radiyallahu anh-:
Babası Ebû Tâlip Mekke'nin en nüfuzlu şahsiyetlerinden biri idi. Resulullah Aleyhisselâm, amcası Ebû Tâlib'in şefkat ve himayesinde büyümüştü. Amcasının çocukları çok olduğu için maişet darlığı çekiyordu. Bu sebeple Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in küçük yaşta terbiye ve iaşesini üzerine almış ve onu yanında büyütmüştü. Böylece Resulullah Aleyhisselâm'ın risaletine kadar evin çocuğu gibi büyüyüp yetişti. Sekiz-on yaşında bir çocukken müslüman olmak ve namaz kılmak saâdetine erdi.
İslâmiyet'i kabul ettikten sonra bütün Mekke devrini teşkil eden on üç seneyi Resulullah Aleyhisselâm'la birlikte geçirmiştir. O Nur'un meclislerinde bulunuyor, onun tebligatını dinliyor, ibadetlerine iştirak ediyordu.
Resulullah Aleyhisselâm'ın hicret ettiği gece çok büyük bir tehlikeyi göze alarak suikastçileri yanıltmak maksadıyla onun yatağına girmekten çekinmedi.
Resulullah Aleyhisselâm Medine-i münevvere'de Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik tesis ettiğinde Hazret-i Ali -radiyallahu anh-: "Yâ Resulellah! Ashâbınızın arasını birbirleriyle kardeşlediniz, amma beni kimseyle kardeşlemediniz!"dedi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
"Sen benim dünyada da ahirette de kardeşimsin." buyurdu. (Tirmizi: 3722)
Allah-u Teâlâ, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ-yı ona nikâhlamasını emir buyurması üzerine kızını onunla evlendirmiş ve: "Kızım seni âilemin en şereflisi ile evlendirdim." buyurmuştur.
Bir süre sonra müslümanlarla müşrikler arasında savaşlar başlayınca, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu silahlı mücadele hareketlerinin kahramanı oldu. Müşriklere karşı İslâm saflarında mertçe ve yiğitçe savaştı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bulunduğu bütün savaşlara katıldı.
Resulullah Aleyhisselâm Hayber günü şöyle buyurmuştur:
"Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki, o Allah'ı ve Resul'ünü sever, Allah ve Resul'ü de onu sever." (Müslim: 2404)
Bu söz üzerine herkes "Beni mi seçer?" ümidiyle beklerken Hazret-i Ali -radiyallahu anh-i çağırdı ve sancağı ona verdi. Allah-u Teâlâ onun eliyle fethi müyesser kıldı.
Kendisinden önceki üç halifenin de en yakın yardımcıları o idi.
Mürtedlerin, zekât vermek istemeyenlerin ve Medine-i münevvere'ye hücum edenlerin çıkardıkları karışıklıklar sırasında Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i daima destekledi ve yanında yer aldı.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- yerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-i bırakmak istediği sırada ilk defa:
"Ömer'den başkasını istemeyiz!" diyen odur. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in, görüşlerine daima başvurduğu müşaviri ve kadısı idi.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- halife seçilince ona da hemen biat etti, yanında yer alarak daima kendisini destekledi.
Onun şehâdetinden sonra, karışık bir hengâmede halife seçildi. Dâvâyı sükunet ve akl-ı selim dairesinde hareket ederek halletmek için çaba harcadı.
İlim, takvâ, ihlâs, samimiyet, fedâkârlık, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlâkî ve insanî vasıflar bakımından müstesna bir mevkiye sahip olan Hazret-i Ali -radiyallahu anh-, İbn-i Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında şehit edildi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennet üç kişiye iştiyak duymaktadır: Ali, Ammar ve Selman." (Tirmizî)
• Hazret-i Ali -radiyallahu anh-ın Fazileti:
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır. İlmi isteyen kapısına müracaat etsin." (Tirmizî)
"Bir kimse Ali'yi severse beni sevmiş olur, Ali'ye buğzeden bana buğzetmiş olur." (Camiu's sağir)
"Hazret-i Ali'nin mübarek yüzüne bakmak ibadet makamına kâimdir." (Münâvî)
Talha bin Ubeydullah -radiyallahu anh-:
Ticarî bir seyahatten dönüşünde Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-ile görüşmüş, onun sözlerini dinlemiş, Resulullah Aleyhisselâm hakkında duyduğu sözler kalbinde derin bir iz bırakmıştı. Onun tasarrufuyla Resulullah Aleyhisselâm tarafından kabul buyuruldu ve hemen o gün müslüman oldu.
İslâmiyet'i kabul ettikten sonra o da diğer müslümanlar gibi müşriklerin ezâ ve cefâlarına uğrayanlardan biri olmuştur.
Bedir'den başka bütün savaşlarda bulunmuş, Resulullah Aleyhisselâm'ın yanından ayrılmamıştı.
Uhud savaşında Resulullah Aleyhisselâm'ı korumak için canını ortaya koymuş, onun etrafında akıllara hayranlık veren kahramanlıklar göstermişti. Aldığı yaralar seksenden fazla olduğu halde yerini bırakmadı. Atılan oklardan biriyle eli yaralandı ve çolak kaldı.
Resulullah Aleyhisselâm onun hakkında:
"Uhud günü sağımda Cebrâil'den, solumda da Talha'dan başka bana yakın bir kimse bulunmadığını gördüm." (Hâkim)
İki zırh giyinmiş olan Resulullah Aleyhisselâm'ı Uhud kayalığına çıkarmak için omuzlarını mübarek ayaklarına basamak yaptı ve kayalığa çekilmesine yardım etti. Resulullah Aleyhisselâm o gün ona: "Talhat'ül-hayr" adını takmıştı.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Talha ile Zübeyr cennette benim komşularımdır." (Tirmizî)
Talha -radiyallahu anh- Cemel vakasında şehit düşmüş, harp sahnesinin bir tarafına defnedilmişti. Yıllar sonra bir zât üç gün üst üste rüyasında Talha -radiyallahu anh-in;
"Beni buradan çıkarın da, başka bir yere gömün!" dediğini görmüştü.
Kalkıp gittiler, su akıntılarının kabri açtığını gördüler. Baktılar ki yatağında ve uykuda gibi sapasağlam ve hiçbir noktası çürümemiş duruyor. Cesedi oradan alıp başka bir yere naklettiler.
Onun şehit olacağını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz haber vermiş ve şöyle buyurmuştur:
"Kim yeryüzünde yürüyen bir şehidi görmek isterse Talha bin Ubeydullah'a baksın." (Tirmizi)
Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh-:
Resulullah Aleyhisselâm'ın halası Hazret-i Safiye'nin oğlu olan Zübeyr -radiyallahu anh-, müslüman olduğunda on beş yaşındaydı. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in dâveti ile İslâm'a girenlerin dördüncüsüdür. Daha sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in kızı Hazret-i Esmâ -radiyallahu anhâ- ile evlenmiştir.
Allah yolunda ilk defa kılıç çekerek Resulullah Aleyhisselâm'ın duâsını alan o olduğu gibi, kendilerinden râzı olarak ayrıldığı altı Sahabi'den biridir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Her peygamberin bir havarisi vardı, benim havarim de Zübeyr'dir." (Buhârî-Müslim)
Diğer müslümanlar gibi, o da müşriklerin ezâ ve cefâlarına mâruz kalmıştı. Zulüm ve eziyete uğradıkça imanı kat kat kuvvetleşenlerdendi. İşkencelerin son derece arttığı ve tahammül edilemez bir hale geldiği zaman Hazret-i Zübeyr de terk-ü diyar ederek Habeşistan'a hicret etmişti. Orada bir müddet kaldıktan sonra, Resulullah Aleyhisselâm'ın Medine-i münevvere'ye hicretini haber almış, kendisi de oraya hicret etmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm'la birlikte bütün savaşlara katılmış, büyük kahramanlıklar göstermişti. Bedir günü vücudunda yara almadık bir yer kalmamıştı. Resulullah Aleyhisselâm meleklerin o gün Zübeyr -radiyallahu anh-in simasında olarak savaşa katıldıklarını söylemiştir.
Servet sahibi olmakla beraber, son derece sade yaşadı. En basit yemeklerle kanaat ederdi. Temiz kalpli, temiz ahlâklı, muttaki, zâhid, merhametli bir zât idi.
Cemel vakasında şehit edildi.
Sa'd bin Ebî Vakkas -radiyallahu anh-:
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in delâletiyle İslâmiyet'i kabul edenlerdendir. Tevhid dâvetini duyar duymaz icabet etmiş, putperestlikten fıtrî bir nefret duymuş, bu yolda çok büyük ibtilâlara maruz kalmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm'ın katıldığı savaşların hepsinde bulunmuş olan süvarilerdendi. Allah yolunda ilk kan döken ve ilk ok atan o idi. Yayalar içinde bile atlı gibi savaşırdı.
Hususiyle Uhud'da Resulullah Aleyhisselâm'a siper olarak müşriklere o kadar ok attı ki, ona şöyle buyurdu:
"At ey Sa'd! Babam anam sana fedâ olsun!" (Buharî - Müslim)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- der ki:
"Babam anam sana fedâ olsun tabirini Resulullah Aleyhisselâm Sa'd -radiyallahu anh-den başkası için kullanmamıştır."
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz şöyle söylemiştir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine'ye geldiği ilk gecelerin birinde uykusu kaçmış uyuyamamıştı.
"Keşke ashâbımdan sâlih bir kişi beni bu gece korusaydı!" buyurmuştu.
Biz böyle konuşurken o sırada bir silâh şakırdısı duyduk. Resulullah Aleyhisselâm: "Kim o?" diye seslendi. "Ben Sa'd bin Ebî Vakkas'ım!" sesi geldi. "Seni buraya getiren sebep nedir?" diye sordu. Sa'd: "İçimde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir şey olmasın diye bir korku duydum ve onu korumaya geldim." dedi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- duâ etti ve sonra uyudu. (Buhari)
Servetinin hepsini Allah yolunda sarfetmek isteyecek kadar cömertti. Ancak üçte birini dağıtmasına müsaade edilmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun hakkında:
"Ey Allah'ım! Sa'd sana duâ ettiği vakit onun duâsını kabul eyle!" diye duâ etmiştir. (Tirmizi)
Ondan sonra her duâsı kabul edilmiş, insanlar onun bedduâsını almaktan korkmuş ve kaçınmışlardır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- devrinde İran üzerine gönderilen ordunun başkumandanlığını yaptı, Kadisiye savaşının kahramanı oldu. Meşhur İranlı Rüstem öldürüldü. Sa'd -radiyallahu anh- Hazretleri Kisrâ'nın sarayına girerek orada sekiz rekât fetih namazı kıldı.
Hicrî 54 yılında, Medine-i münevvere'ye yedi mil uzaklıktaki Akik'de vefat eden Sa'd -radiyallahu anh- Hazretleri şehre kadar omuzlarda getirilmiş, Resulullah Aleyhisselâm'ın pak zevceleri de namazına iştirak etmişlerdi.
Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh-:
Câhiliye devrinde de içki içmeyen ve güzel ahlâka sahip biri olarak tanınırdı. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ile olan eski dostluğu, onun vasıtasıyla müslüman olmasını sağladı.
İlk sekiz müslümandan biri olan Hazret-i Abdurrahman -radiyallahu anh-, müşriklerin baskı ve işkenceleri yüzünden önce Habeşistan'a, sonra da Medine-i münevvere'ye hicret etti.
Resulullah Aleyhisselâm'ın katıldığı bütün savaşlara katıldı, Uhud'da yirmiden fazla yara aldı, hatta ayağındaki yaralar sebebiyle topal kaldı.
Tebük seferi sırasında imamlık ettiği bir namaza Resulullah Aleyhisselâm da iştirak etti. Böylece Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- gibi o da Resulullah Aleyhisselâm'a imamlık yapmış oldu.
Vefatında Resulullah Aleyhisselâm'ı kabr-i şeriflerine indiren dört sahabiden biri de odur.
Hem câhiliye döneminde hem de İslâm devrinde ticaretle meşgul olarak büyük bir servet kazanmış, kazandığını Allah yolunda harcamaktan çekinmemiştir. Beş yüz deve yükü tutan büyük bir kervanı bir defada bağışlayacak, ayrıca günde otuz köleyi azat edecek derecede cömertti. Bununla da kalmayıp daha birçok bağışlarda bulunmuştur.
Resulullah Aleyhisselâm'ın zevcelerine o kadar mal bırakmıştı ki, gelirinin kırk bin dirhem olduğu söylenir.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz, oğlu Ebu Seleme -radiyallahu anh-e:
"Allah senin babana cennet selsebilinden içirsin." demiştir.
Çok mütevazı idi, köleleri arasında bulunduğu zaman onlardan ayırdedilmezdi.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in halifeliği sırasında ona müsteşarlık yaptı. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ve Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in hilâfetlerinde de bu göreve devam etti.
Yetmiş beş yaşlarında Medine-i münevvere'de vefat eden Hazret-i Abdurrahman -radiyallahu anh-in cenaze namazını vasiyeti üzerine Hazret-i Osman -radiyallahu anh- kıldırdı ve Cennet-ül Bâki'ye defnedildi.
Ebu Ubeyde bin Cerrah -radiyallahu anh-:
Cahiliye devrinde Mekke'de okuma yazma bilen birkaç kişiden biri olduğu için Kureyşliler kendisine çok değer verirdi.
Resulullah Âleyhisselâm'ın İslâm'a davete başladığı ve henüz Dârülerkam'a girmediği günlerde Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- vasıtasıyla müslüman oldu. İslâmiyet'in yayılması için çok büyük çaba gösterdi ve bu sebeple müşriklerin ağır baskılarına maruz kaldı. İşkenceler dayanılmaz hale gelince ikinci Habeşistan hicretine katıldı. Daha sonra Medine-i münevvere'ye hicret etti.
Medine döneminde İslâmiyet'in tebliğ edilmesinde ve idari işlerde mühim görevler aldı. Cesareti, adaleti ve hakka riayeti ile tanınırdı.
Necran halkı Resulullah Aleyhisselâm'a gelip: "Yâ Resulellah! Bize emin bir zât gönder!" dediler. Resulullah Aleyhisselâm da: "Size gerçekten itimada şâyan, emin bir zâtı göndereceğim." buyurdu.
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
"Bunun üzerine, Ashâb bu vazifeye rağbet gösterip, kimin gönderileceğini merakla beklediler. Resulullah Aleyhisselâm ise Ebu Ubeyde bin Cerrah'ı gönderdi." (Buhârî - Müslim)
Bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Her ümmetin bir emini vardır. Bizim eminimiz, ey ümmet, Ebu Ubeyde bin Cerrah'tır!" (Buhârî - Müslim)
Diğerleri de emin olmakla beraber, emanet onda daha üstün olduğu için bu isimle taltif etmişlerdir.
Bedir, Uhud ve diğer bütün savaşlarda Resulullah Aleyhisselâm'ın yanında bulunmuş, Bedir'de müşrikler safında çarpışan babasını öldürmüştür.
Uhud savaşında da yiğitlik gösterdi. İslâm ordusu dağıldığı zaman Resulullah Aleyhisselâm'ın etrafından ayrılmayan on dört bahadır arasında o da vardı. Resulullah Aleyhisselâm'ın miğferinden kopan iki halka mübarek yüzlerine batmıştı. Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- o halkaları dişleri ile çıkarırken iki dişi kırıldı.
Mekke'nin fethinde Resulullah Aleyhisselâm'ın önünde şehre girdi.
Hazreti Ebu Bekir -radiyallahu anh- devrinde ilk zamanlar devletin maliye işlerini yürüttü. Daha sonra Suriye bölgesine gönderilen orduların birine kumandan tayin edildi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- tarafından bu bölgedeki orduların başkumandanlığına getirildi. Gönderdiği birlikler Urfa ve Maraş'a kadar ilerlediler. Sonra da, fethedilen yerleri Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in valisi olarak hayatının sonuna kadar idare etti.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Şam'a geldiğinde Ebu Ubeyde -radiyallahu anh-in evine uğradı, evini fevkalâde bir sadelik içinde buldu. "Evine biraz eşya temin etseydin!" dediğinde şu karşılığı verdi:
"Yâ Emirel'müminin! Eşya bizi gündüz uykusuna atar."
Resulullah Aleyhisselâm'ın çok sevdiği bir sahabi olan Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- Hicrî 18 yılında "Amvas tâunu" diye meşhur olan ve birçok sahabinin ölümüne yol açan vebaya yakalanarak 58 yaşında olduğu halde vefat etti.
Saîd bin Zeyd -radiyallahu anh-:
Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendilerini cennetle müjdelediği on sahabiden birisi olan Saîd -radiyallahu anh-, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in kız kardeşi Fatıma binti Hattab -radiyallahu anhâ- ile evlenmişti. Hanımı ile birlikte Resulullah Aleyhisselâm'la görüşerek müslüman oldular.
Resulullah Aleyhisselâm tarafından Şam taraflarına casusluk için gönderildiğinden Bedir savaşına katılamadı. Ancak Resulullah Aleyhisselâm ona ganimetten pay vermiş, sevabını da vâdetmişti. Diğer savaşların hepsine katılmış, büyük fedâkârlıklarda bulunmuştu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- devrinde Şam harekâtına iştirak etmiş, Ebu Ubeyde -radiyallahu anh-in kumandası altında çalışmış, Şam'ın muhasarasında, Yermük savaşında bulunmuş, Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- onu Şam'a tayin etmek istediği halde cihad ile meşgul olmayı tercih etmişti.
Duâsı Allah katında makbul olan müminlerdendi. Kalbini dünya hırslarından temizlemiş, hiçbir zaman zühd ve takvâdan, istikametten ayrılmamıştı.
Şam fütühatının ikmalinden sonra huzur ve sükun içinde yaşamak üzere çekilmişti. Medine-i münevvere'nin Akik tarafındaki ikametgâhında hayatını geçirirken vefat etmiş, namazını Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- kıldırmıştır.
Ashâb-ı Suffe:
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sohbetlerinde yetiştiler. Sohbetten aldıkları feyz ve bereket sebebiyle onlara "Sahabî" denilmiştir. Onları Medine'de yetiştiren medrese, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mescidi idi.
Mescid-i nebevî yalnızca ibadet evi değildi. Resulullah Aleyhisselâm bir taraftan ashâbı ile görüşüyor, bir taraftan İslâmiyet'i yaymaya ve güçlendirmeye çalışırken, diğer taraftan da müslümanlara dinlerini en ince noktasına varıncaya kadar öğretiyor, maddî-mânevi her türlü müşküllerini hallediyordu.
Ashâb-ı kiram'ın içerisinde "Adyafü'l-İslâm = İslâm'ın misafirleri" denilen, sığınacak kimseleri, mal, mülkü olmayan, garip, fakir kimseler vardı ki bunlara; "Ashâb-ı suffe" denir, bu seçkin sahabeler Resulullah Aleyhisselâm'ın dizi dibinde yetişmişlerdir.
Şimdi bu Zevât-ı kiram'ın faziletini arz edelim:
Mescid-i nebevî'nin, kıble tarafına göre arka sol köşesine; etrafı açık, üzeri hurma dalları ile örtülü bir gölgelik yapıldı. Evi, âilesi bulunmayan müslümanların yoksulları burada yatıp kalkıyorlardı. İşte Suffe denilen bu yerde yatıp kalkanlara "Ashâb-ı suffe" adı verilmiştir. Sayıları azaldığı da çoğaldığı da oluyor, yetmiş ile dört yüz arasında değişiyordu. İçlerinden evlenen, vefat eden, sefere çıkan olursa sayıları azalırdı.
Suffe ashabı çok fakir kimselerdi. İş buldukları zaman çalışırlar, kimisi de iplerini alıp odun getirirler, kendi ellerinin emeği ile geçimlerini sağlamaya çalışırlar, aza kanaat ederlerdi. Fakir ve muhtaç oldukları halde hiç dilenmezlerdi. Karınları çoğu zaman aç, fakat gönülleri toktu. Resulullah Aleyhisselâm onların ihtiyacını herkesin ihtiyacından önce düşünür, tâlim ve terbiyeleri ile yakından ilgilenir, kendisine gelen hediyelerden onlara da gönderirdi. Her akşam bir kısmını kendi sofrasına alır, bir kısmını da Ashâb-ı kiram arasında dağıtırdı. Bunlar her bakımdan müslümanların misafirleri sayılıyordu. Hâli vakti yerinde olanlar kendilerini görüp gözetirler, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar, akıllara durgunluk verecek derecede yardımda bulunurlardı. Sa'd bin Ubâde -radiyallahu anh- sofrasında bazen seksen kişiyi doyurduğu olurdu.
Resulullah Aleyhisselâm zaman zaman onlara şöyle buyururdu:
"Eğer Allah katında sizin için neler hazırlandığını bilmiş olsanız, yoksulluğunuzun ve ihtiyacınızın daha çok olmasını isterdiniz."
Ticaretle veya çiftçilikle uğraşan müslümanlar namaz vakitlerinde Resulullah Aleyhisselâm'la buluşurlar, namazlarını kıldıktan sonra işlerine giderlerdi. Ashâb-ı suffe ise dâima mescidde bulunurlar, Resulullah Aleyhisselâm'ın huzur-u saâdetlerinden ayrılmazlar, dinin bütün inceliklerini öğrenmeye çalışırlar, onun hiçbir nasihatını, hiçbir hitabesini kaçırmazlar, görüp öğrendiklerini diğer sahabelere naklederlerdi. Gecelerini ibadetle, Kur'an-ı kerim okumakla geçirirlerdi. Çoğu zaman oruçlu bulunurlardı.
En çok Hadis-i şerif rivâyet eden Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- bunlardandı. Resulullah Aleyhisselâm'dan hiç ayrılmaz, söylediklerini can kulağı ile dinler ve bellerdi. Hele Resulullah Aleyhisselâm'ın duâsına nâil olduktan sonra her işittiğini taşa yazar gibi beller olmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm'ın tayin ettiği muallimler Ashâb-ı suffe'ye Kur'an-ı kerim öğretir, dini bilgiler verirlerdi. Medine hâricinde yeni müslüman olan kabilelere İslâm dinini öğretmek için bir muallim göndermek icabettiği zaman da, Resulullah Aleyhisselâm bunların içinden yetişmiş olanları seçip gönderirdi. Bu bakımdan İslâmî hükümlerin muhafazasında ve müslümanlara gelecek nesillere naklinde müstesna hizmet ve gayretleri olmuştur. Hazret-i Ali, Hazret-i Selmân-ı Fârisi, Hazret-i Musab bin Umeyr, Hazret-i Bilâl-i Habeşi, Abdullah ibn-i Mektum, Ammar bin Yasir, Huzeyfetü'l Yemânî, Ebu Zerr'il Gıfâri, Halid bin Velid, Ebu Said'il Hudri, Abdullah bin Mesut, Habbab bin Eret, Ukkaşe bin Mihsan, Bera bin Malik, Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhüm ecmaîn- gibi güzide Sahabe-i kiram- Hazerâtı Ashâb-ı suffe'den idi.
Ensâr'dan Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh- Ehl-i suffe'ye fahrî olarak yazı ve Kur'an-ı kerim öğretmek için vazifelendirilmişti.
Bu hususta der ki:
"Ben Ehl-i suffe'den birçok kişilere yazı ve Kur'an öğretirdim. İçlerinden birisi bana bir yay hediye etmişti. Kendi kendime: 'Bu kıymetli bir mal değildir, ben bununla Allah yolunda ok atarım.' diye düşündüm. Yine de gidip bu durumu Resulullah Aleyhisselâm'a arzettim.
"Eğer boynuna ateşten bir çember takınmayı arzu edersen kabul et!" buyurdu"(İbn-i Mâce)
Resulullah Aleyhisselâm Kur'an-ı kerim muallimi Ubey bin Kâ'b -radiyallahu anh-in bir sorusuna da aynı şekilde cevap vermiştir.
Cenâb-ı Hakk, Ashâb-ı suffe'yi bize şöye tanıtıyor:
"Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşmayan (kapı kapı gezmeyen) fakirlere verin ki; onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını bilmeyen onları zengin sanır. Onları simalarından tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler." (Bakara: 273)
Âyet-i kerime incelendiği zaman görülür ki, bunlar:
Kendilerini Allah yoluna adayan, kazanç elde etmekten vazgeçerek kendilerini Allah yolunda cihada vakfedenlerdir. İlim talebeleridir.
İffet ve hayalarından, sabır ve kanaatlerinden dolayı dilenmedikleri için, kendilerini tanımayanların zengin zannettiği kimseler bunlardır. Çünkü nice fakirler vardır ki zengin görünümündedir.
İnsanlardan asla bir şey istemeyen kimselerdir.
Kureyş müşrikleri gurur ve kibirleri sebebiyle Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına geldikleri zaman, fakir müminlerin orada bulunmasını istemezlerdi.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Sabah akşam Rabb'lerinin cemâlini dileyerek O'na yalvaranları kovma!" (En'âm: 52)
Kovmadığın gibi onlarla oturup kalk, onlar senin en yakın ahbapların olsun. Onlar ki Rabb'lerine gönülden bağlanmışlardır, bütün vakitlerinde O'nun zikr-i celili ile meşguldürler, O'na kavuşmanın iştiyakı ile yanıp yakılırlar.
"Sırf O'nun cemâlini dileyerek sabah akşam Rabb'lerine yalvaranlarla birlikte bulun ve sabret." (Kehf: 28)
Şimdi Ashâb-ı suffe'den bir numune şahsiyeti arz edelim:
Süheyb-i Rûmî -radiyallahu anh- hicret için evden çıktığında müşriklerden bir grup onu geri çevirmek için arkasından yetiştiler. Bunun üzerine bineğinden inip, çantasındaki okları çıkarttı, yayını aldı ve:
"Ey Kureyşliler! Sizin en iyi okçunuz olduğumu biliyorsunuz. Allah'a yemin olsun ki, çantamdaki okları atıp bitirinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Sonra kılıcımdan elimde bir parça kaldığı müddetçe sizinle çarpışırım. Ondan sonra bana istediğinizi yapın!" dedi.
Müşrikler ise;
"Sen bizim aramıza dilenci gibi gelmiştin, bizim mallarımızla zengin oldun. Şimdi canınla beraber mallarını da mı alıp götürmek istiyorsun? Hayır!.. Buna müsaade etmeyiz!" dediler.
"Peki mal ve mülkümü size bırakırsam bana gitme iznini verir misiniz?" diye sordu.
"Evet!" dediler.
Bunun üzerine Süheyb -radiyallahu anh- bütün sermayesini onlara bıraktı ve eli boş olarak Mekke'den çıktı.
Bunu duyan Resulullah Aleyhisselâm;
"Süheyb kârlı bir iş yapmıştır!" buyurdular.
Bu hadisenin hatırası Kur'an-ı kerim'de şu Âyet-i kerime ile yaşatılmıştır:
"İnsanlardan öyleleri var ki Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek nefsini satar." (Bakara: 207)
Bu ilâhî hoşnutluk uğrunda canını fedâ etmekten hiç de çekinmez. O bilir ki mülk kendisinin değil Allah'ındır. En üstün gaye mal değil O'nun rızâ-i Bârî'sidir. O uğurda canını veren, kendisini ebedî acılardan kurtarmış ve en büyük ticarete ermiş olur. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır. Kendilerini ne dünyaya ne ahirete değil, ancak Allah'a satarlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olma karşılığında satın almıştır." (Tevbe: 111)
Bu yola giren için can, mal mevzu bahis olmamalıdır. Bu pazarda nefsinden geçenler bu şerefe nail olurlar. Madem ki Hazret-i Allah ile ahidleştin, alış verişi kabul ettin, artık işin biter.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ashâb-ı suffe için şöyle buyuruyor:
"Ey Ashâb-ı suffe! Müjdeler olsun! Kim sizin bulunduğunuz hâl ve sıfatla, bulunduğunuz durumdan râzı olarak bana ulaşırsa o benim refiklerimdendir." (Müslim)
Hazret-i Allah'ın rızâ ve hoşnutluğuna nail ve dahil olmak, Resulullah Aleyhisselâm'ın refikliğine, arkadaş ve dostluğuna mazhar olmak bulunmaz bir nimet, büyük bir devlettir. İşte Ashâb-ı suffe budur...
Ashâb-ı suffe, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her daim yanında olan, nuru her an gören, onu yaşayan, ondan bizzat ilim alan Ashâb-ı kiram Efendilerimiz'dir. Ve İslâmiyet'in yayılmasına büyük katkıları olduğu gibi gelecek nesiller de onlarla tenvir olmuştur.
Burası bir mektep. Ashâb-ı suffe yetişti. Nasıl yetişti? İşte böyle yetişti. Onlar yemediler, içmediler, çalışmadılar, hep ilim öğrenmeye çalıştılar. Ama o ilim beşeriyete nur oldu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, şöyle buyurdu, böyle buyurdu diye beşeriyete nur oldu. İşte burası da bir mekteptir. Bu mektep Hazret-i Allah ve Resul'üne aittir. Allah'ımıza sonsuz şükürler olsun ki, böyle bir mektepte bulunduruyor.
Öyle bir tahsil ki, tahsillerin en sonu. Öyle bir ilim ki "İlm-i billâh'ın alâsı" "Has ilmullah". Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dan gelen bir ilimdir.
İtimad edin size bazı sırları açarken melekler dahi hoşlanır. Çünkü bana Rabbü'l-âlemin öğrettiği için konuşurken onlar da öğrenmiş oluyor.
Kardeşimiz ile İngilizce kitaba çalışıyorduk. Bir hafta burada kaldı, giderken; "Burada çok şey öğrendim. Marifetullah ilminin indiğini gördüm!" dedi; "Hiç şüpheniz olmasın, burası Ashâb-ı suffe." dedik.
Nasıl ki Ashâb-ı suffe, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den öğrendiği şeyleri öğretti ve bütün kâinat istifade etti. Çünkü onun öğrettiğini kimse öğretemez. Ashâb-ı suffe öğrendi. Ashâb-ı suffe'den onun Hadis-i şerif'leri rivayet edilir, kâinat öğrenir. Bu da onun ilmi. Burada öğrenen öğrendi, öğrenmeyen başka yerde öğrenmesi mümkün değil. Kitap okumakla, vaaz dinlemekle olmaz. Vaaz dinliyor ama ruhu ölmüş, zaten vaaz edenin ruhu ölmüş. Allah-u Teâlâ bu ilmi bugün indirdi.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i aliyyü'l-âlâ peygamber yaparken, onun ümmetini de ümmetlerin en efdali yaptı.
Ümmetinin efdâl oluşu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in efdâl oluşundan gelir.
Aynı
Yol Devam Ediyor,
O
Nur İntikâl Ediyor:
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hâtem-i enbiya olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i peygamberlerin en faziletlisi, Ashâb'ını da ümmetlerin en faziletlisi kıldığı gibi, âhir son zamanda gelecek Hâtem-i evliyâ'yı ve ona tâbi olan ihvanı da en faziletli kılmıştır.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizî)
Şimdi bu belli olmayanı belirtmeye çalışacağız ve hakikatini ortaya koyacağız.
Evvelkilerden murad "Asr-ı saâdet"tir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve "Hâtem-i velî" ile başlayan iman kurtarma ve cihad devresidir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Hangisi daha hayırlıdır bilinmez." buyuruyor. Bu mucize beyanı ile başta gelenlerle sonda gelenleri birbirine bitiştirmekle, Ashâb ile ihvanı bir zincirin baklaları haline getirmektedir. Hepsi de aynı yolun yolcularıdır, hiç fark yok.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kabristana gelip:
"Ey mümin cemaatin diyârı! Size selâm olsun. İnşaallah biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmüş olsa idik ne kadar sevinirdim." buyurdu.
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?"dediklerinde:
"Siz benim ashâbımsınız. İhvanımız ise, henüz gelmemiş olanlardır." buyurdu.
"Henüz gelmemiş olan ümmetinizi nasıl tanıyacaksınız yâ Resulellah?"diye sorulduğunda ise şöyle cevap verdi:
"Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını bilemez mi?"
"Elbette bilir yâ Resulellah!"
"Kardeşlerimiz de yüzleri, el ve ayakları abdest nuru ile parlak olarak geleceklerdir. Ben de havzın başında onları bekleyeceğim." (Müslim: 249)
Burada herkesin anlayabileceği bir tabir kullanmışlar. "Abdest nuru ile tanıyacağım." buyuruyorlar. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı da abdest alıyordu amma Resulullah Aleyhisselâm'ı görüyorlardı. Onlar nurun karşısında idiler. O nur yetiyordu onlara. Ve fakat o nurdan 1400 sene uzaklaşılmış, ortalık kararmış. Gelecek ümmet ise hem görmüyor hem abdest alıyor. O nurdan uzaklaşmışlar amma, Ashâb-ı kiram'ın hayatını yaşıyorlar, Ashâb-ı kiram'a bitişmiş durumları var. Demek ki; "İhvanımız ise henüz gelmemiş olanlardır." buyurulan kimseler, bilhassa ikinci bin seneden sonra gelecek olan bu ümmet içinde Hâtem-i veli'ye tâbi olan ihvan topluluğudur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını tanıyamaz mı?"
Beyanı ile bu zamanın karanlığını siyah atlara benzetmektedir. Ortalık o kadar kararacak ki, hiç beyaz yeri kalmayacak. Fakat o kararmış ortamda o beyazlığı, o nuru taşıyacak insanlar da bulunacak. Allah-u Teâlâ bu karanlık ortamda Hâtem-i veli'nin ihvanına öyle bir nur verecek ki, nûrun alâ nur olacaklar.
Buradaki inceliğe çok dikkat ederseniz birine "Ashâb'ım." diyor, birine "İhvan'ım." diyor. Onları birbirine bu kadar bitiştiriyor ve bu bitiştirmeyi ilerletiyor. Onlar da onun ümmeti, bunlar da onun ümmeti. Şu kadar var ki, onlar onun ashâbı, bunlar ise ihvanı.
Ashâbı dinde kardeş yolda arkadaştı. İhvanı ise dinde de kardeş, yolda da kardeş kabul etti.
Zira, bu güçlük içerisinde bin dört yüz seneden sonra Resulullah Aleyhisselâm'a kavuşuyorlar, bitişiyorlar ve aynı hayatı yaşıyorlar. Bu ise kardeşliğin tâ kendisidir.
Çünkü Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı zamanında güçlük vardı amma, destek aldıkları iki güç de vardı. Kur'an-ı kerim âyetleri an be an nâzil oluyordu. Her an için tecelliyât-ı ilâhî'ye mazhar idiler. Diğer taraftan Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru karşılarında idi. İçleri dışları nurlanıyordu. Onun sohbeti ile müşerref oluyorlardı. İlâhî hükümleri kaynağından öğreniyorlardı. O nur onlara yetiyordu, onları eğitiyor, terbiye ediyordu. Büyük bir mânevî destek vardı. Onlar gördüler, göre göre iman ettiler. Bakıyorlardı, yol alıyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm bu Din-i mübin'i onlarla kurdu, onlarla yaydı.
Şimdi ise aradan 1400 sene gibi uzun bir zaman geçmiş bulunuyor. O nurdan uzaklaşılmış, ortalık tamamen kararmış, kapkara olmuş. Dünya kurulalıdan beri böyle bir fitne kopmadı.
Böyle olduğu halde, sonda gelenlerin bağlılıkları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı gibi olduğundan ötürü ona yaklaşmış ve bitişmiş durumda oldukları için, onların yakınlığı bunlara geçti. Aynı hayatı yaşadıkları için kardeş oluyorlar. Dereceleri çok yüksek.
Onlar o hayatı yaşadıkları gibi, bunlar da aynı hayatı yaşıyorlar ve diğer müslümanlara yaşatmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhî hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i gören müslümanların hepsi "Sahabe" olma şerefine nâil olmuşlardı. Fakat içlerinde seçkin olanlar vardı. İhvan var, ihvanın içinde seçkin ihvan var.
Bu yol aynı o yola benzediği için, yetişme şekilleri de aynıdır. Kimisi amel ile gidiyor. Kimisi cihad ile, kimisi de hem amel hem cihad ile gidiyor. Bazısı kapalı olarak gider, bazısı açık; bazısı sülûk ile nasibini alır, bazısı cezbe ile alır.
O kuvvetli cezbe ile çekildikleri için Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'na verdiği gibi, ihvana da bir hafiflik, bir kolaylık vermiştir.
Her yol yoldur, bu yola varıncaya kadar. Bu yol ise başa benzediği için şekli değişiyor.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bir mektuplarında buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ilk sohbetinde bunlara müyesser olan, onların dışında kalan pek az kimselere nihayette hasıl olmuştur. Bu feyizler ve bereketler, ilk asırda (saâdet asrında) zuhur eden feyizlerin ve bereketlerin aynıdır. Her ne kadar ortada bulunanlara nispetle sondakilerin uzaklığı belli de olsa, fakat iş, gerçekte bunun aksinedir. Çünkü sondakiler, ilk asra ortada bulunanlardan daha yakındır. Onun boyasıyla boyanmıştır. Bunu ortadakiler ister doğrulasın, isterse doğrulamasın. Hatta bu muamelenin hakikatini sonda gelenlerin dahi pek çoğu idrak edemez." (336. Mektup)
Hadis-i Şerif'teki Hikmet:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir defasında Ebu Hüreyre -radiyallâhu anh- Hazretleri'ne öğüt ve nasihatte bulunurken, kurtuluşa erişebilmesi için ona âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa uymasını tavsiye etmiş ve onların kimler olduklarını açıkça ifşâ ederek şöyle buyurmuştu:
"Ey Ebu Hüreyre! Sen, insanlar çekindikleri zaman çekinmeyen, insanlar ateşten emin olmak istediklerinde korku duymayan topluluğun yolu üzerinde bulun!"
Ebu Hüreyre -radiyallâhu anh- dedi ki:
"Yâ Resulellah! Onların vasfını bana anlat ki onları tanıyayım!"
Buyurdu ki:
"Onlar benim ümmetimden, âhir zamanda gelecek bir topluluktur ki; kıyamet gününde, tıpkı peygamberlerin haşrolunduğu gibi haşrolunacaklardır. İnsanlar, durumları gösterilip de onları gördükleri zaman, onların peygamberler olduklarını sanacaklar. Tâ ki ben; 'Ümmetimdir, ümmetimdir!..' deyip de kendilerini tanıtıncaya kadar... Nihayet halk onların peygamber olmadıklarını anlayacak. Şimşek ve rüzgâr misâli geçip gidecekler, nurlarından mahşer ehlinin gözleri kamaşacak!"
Dedim ki; "Yâ Resulellah! O hâlde bana onların yaptıklarına dâir bir misal ver de, ben de onlara katılayım!"
Buyurdu ki:
"Ey Ebu Hüreyre! Bu topluluk, zor ve güç bir yola girerek peygamberlerin derecesine kavuşurlar. Allah kendilerini doyurduktan sonra açlığı, giydirdikten sonra çıplaklığı, içirdikten sonra susuzluğu tercih ederler; Allah'ın katındakine ümitlerini bağlayıp bunları terkederler. Hesabından korku duyarak helâli dahi bırakırlar. Dünyaya sadece bedenleri ile ilgi gösterirler, onun herhangi bir şeyiyle iştigâl de etmezler.
Onların Rabb'lerine olan itaatleri karşısında, melekler ve peygamberler dahi hayrete düşer. Ne mutlu onlara, ne mutlu onlara! Allah'ın, onlarla benim aramı birleştirmesini ne kadar çok isterdim!"
Sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onlara duyduğu iştiyaktan dolayı ağladı ve daha sonra şöyle buyurdu:
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir. Onun için ey Ebu Hüreyre, sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, vereceği hesâbın şiddetinden tir tir titreyecektir!" (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî, Hâlet Ef. no.: 198/2, 486a yaprağı)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı, O nur'u görmek şerefine nâil olup, iman eden ve bu imanı ölünceye kadar koruyan kimselerdir.
Gerek Tevrat'ta ve gerekse İncil'de Resulullah Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyeti, daha dünyaya teşrif etmeden önce duyurulduğu gibi, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın fazilet ve meziyeti de aynı kitaplarda beyan edilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır." (Tevbe: 100)
Bu ise büyük bir bahtiyarlıktır.
"Sahâbemi bana terkediniz! Nefsim kudret elinde olan Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki, fakir ve düşkünlere Uhud dağı ağırlığında altın infak etseniz, onların amelinin sevabı gibi sevaba nâil olamazsınız." (Buhârî)
Ashâb-ı kiram Efendilerimiz o nurun bir kere sohbetinde bulunmakla çok büyük derecelere nâil oldular.
Durum böyle olmakla birlikte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa katılmasını emretmesinde çok büyük ibret ve dersler vardır.
Nazar-ı dikkatinizi toplayabilmek için, bu hakikatin ehemmiyetini size duyurabilmek için bu ibare yeter!
Şöyle ki;
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûrudur. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri onun bizzat huzur-u saâdet'inde terbiye görüyordu. En çok Hadis-i şerif rivâyet edenlerden birisi idi ve aynı zamanda seçkin Ashâb-ı kiram'dandı.
Buna rağmen ona bu topluluğa katılmasını emretmesi, bütün insanların dikkatlerini çekmesi ve bu âlî yolu tarif etmesi içindir. Yoksa dünya kurulduğundan beri onun fevkinde bir nur, bir terbiyeci gelmedi ki ondan terbiye alsın.
Bunun mânâsı; bu topluluk o topluluk, o topluluk bu topluluktur. Arada hiç fark olmadığını ihsas ettirmek istiyor.
O böyle olduğu halde, ona o topluluğa katılmasını, o ordunun askeri olmasını emrederse kime ne düşer? Bu ise, beşerin idrâkinin haricinde bir lütuftur.
Bunun bir mânâsı da: "Onlar peygamberlerle beraber haşrolacaklar, o haşrın içine sen de gir! Bu ordu mahşerde büyük bir nazar toplayacağından ötürü, sen de bu orduya iltihak et! Bu dereceye sen de nâil ol, bu lütufa dahil ol!" demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne o orduya katılmasını emretmesinin sebebi budur.
Onu çok sevdiği için ve o ordu peygamberlere karışacağı ve peygamberlerin yakınına kadar vâsıl olacağı için, o orduya iltihak etmesini emrediyor. Aksi takdirde Ashâb'ı olarak çıkacak.
Hadis-i şerif'te onların mahşerdeki durumları göz önüne getirildiğinde görülecektir ki, onlar Allah-u Teâlâ'nın hususiyetle desteklediği kimselerdir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin memleketinden sürülmesinin sebebi bu sırdır. Sakın siz o hâle düşmeyin!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinin bir noktasında:
"Bu topluluk, zor ve güç bir yola girerek peygamberlerin derecesine kavuşurlar." buyuruyor.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın vazifesi de güç idi. Bunlar da o güç yola girdiklerinde bu vazife verilir.
•
Ashâbla, ihvanı ayırmadı. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne; "O topluluğa katıl!" demesinin manası. Hiçbir topluluk onun topluluğundan üstün olamaz. Yalnız bu topluluğun değerini bildirmek için "Siyah Bayraklılar"ın mahiyetini ortaya koymak için ve katılmayla kâr edeceği için böyle buyurdu. Niçin? Siyah Bayraklılar'ı cihatçılara vermiş.
O Resulullah Aleyhisselâm ki âlemde bir defa geldi, on sekiz bin âlemin sultanıdır. Ashâbı da onun efdaliyetinden ötürü çok efdâl, tarifi mümkün değil. Yoksa Resulullah Efendimiz'den daha efdâl hiç kimse gelmiş değil, Ashâb-ı kiram'dan üstün bir şey olamaz. Çünkü o nurun karşısında o nuru gördüler hepsi âli, yüksek, tarifi mümkün değil amma Cenâb-ı Hakk o değerin bir benzerini bugün vermiş. Her şey o kelimenin içinde, "O topluluğa katıl!" O bu, bu O... Size de ne mutlu ki bu devirde yaşatıyor. Hamd-ü senâlar olsun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayat-ı saâdetinde iken Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne bu ordunun askeri olmasını tavsiye ediyor.
En ince manası ise; "Ben oradayım, sen de oraya iltihak et. Benden ayrılma!" demektir. Kendisi katıldığı için, yanındakilerinin de katılmasını istiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ashâbımın her biri kıyamet günü vefat ettiği belde halkı için önder ve nûr olarak diriltileceklerdir." (Tirmizî)
Ona göre nurunuzu yaymaya, Allah-u Teâlâ'nın rızâsını kazanmaya çalışın. Allah'ım ayırmasın. Yol O'nun, gerçek ihvan bugün o lütfa, o müjdeye mazhardır.
İtimat edin, bugün ihvan o durumdadır. Çünkü Allah için yola çıkmış, mücadelesini yapmış, ashâbla birleşmiş. Onun için ashâb da böyle, ihvan da böyledir. O gün ashâb, bugün ihvan.
İçimden kopan hisleri size döküyorum. Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarını görüyorum. Bunlar benim içimde canlanıyor. O günler birleşiyor. O gün bugün. O gün ashâb, bugün ihvan. O gün onlar zülûmatı deliyordu, bugün ihvan deliyor. O gün onlar garipti, bugün ihvan gariptir. Yani Allah-u Teâlâ o zamanla bu zamanı birleştirmiştir. O gün ashâbın mazhar olduğu lütfa bugün ihvan mazhardır. Elhamdülillâh. Ama bilen bilir, bilmeyen bilmez. Bulunmaz bir devlet.
Asr-ı Saadet Gibi Devir Yaşatıyor Hazret-i Allah:
"Efendim mânâda gördüm ki; Asr-ı saadet devrinde yaşıyor oluyormuşuz. Ravzâ-i Mutahhara'da bulunuyoruz. Dört tarafı kerpiç duvarla çevrili idi. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kürsü üzerinde oturuyor, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz de etrafında onu dinliyorlardı. Bir ara kürsüden indiler, yerine Zât-ı âliniz oturdunuz. Bir de bakıyorum ki, ihvan kardeşlerim sizi dinliyorlar..."
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri lütufta bulunmuş, Ravzâ'nın içine almış, bahçesi ile beraber... Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in makamına oturtmuş, Asr-ı saadet haline getirmiş. Bir bakılıyor ashâb, bir görünüyor ihvan.
Bunun için Hazret-i Allah'ın ihsan buyurduğu nimetin kıymetini bilmek, nerede bulundurduğunu idrâk edip, bulunduğu mevkinin icabettirdiği iş ve icraatlarını yapmak, binâenaleyh edebi daima muhafaza etmek gerekiyor.
İhvanı Ashâb haline koymuş, Asr-ı saadet gibi devir yaşatıyor Hazret-i Allah.
Bu yol, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın yoluna benzediği için, diğer tarikat yollarının hiçbir icraatına benzemez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayeti bulmuş olursunuz." (Beyhaki)
Yeryüzündekiler gökyüzüne bakıp yıldızları gördüğü gibi, gökyüzündekilerde aşağıdaki nurlara bakar, gıpta eder, seyrederler...
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Ey kurtuluş yolunu arayan tâlip!
Bu büyüklerin yolu Ashâb-ı kiram'ın yoludur. Allah onlardan râzı olsun. Bu indirac, yani nihayetin bidayete sığdırılması dahi, o sığdırılışın eseridir ki; Hayr'ül-beşer Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sohbetinde onlara müyesser olmuştur. Ona ve âline salât ve selâm olsun." buyuruyorlar. (336. Mektup)
Bu ilme akıl ermez. Yalnız bu ilmin talebesi olmak en büyük şereftir. Niçin? O'ndan geldiği için.
Resulullah Aleyhisselâm zamanı ile bu zaman arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü fakir, kitapta bazen açık bazen kapalı olarak, "Allah-u Teâlâ ashâb zamanı gibi devir yaşatıyor." demişizdir. Bu kelime gizli bir kelimedir...
Bu yol Hakk yoludur, biz de Hakk'ın kölesiyiz, hizmetçisiyiz. Bundan daha büyük şeref daha büyük devlet olur mu? Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbat" isimli eserinde şöyle buyuruyorlar:
"Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki, baş tarafa benzemektedir.
Herhalde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bunun için:
"Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizi)
Buyurdu da "Başlangıcı mı hayırlıdır, ortası mı?" buyurmadı. Demek ki sonra gelenlerin öncekilere daha ziyade benzediğini gördü, bu arada bir tereddüt oldu.
Diğer bir Hadis-i şerif'inde:
"Ümmetimin en faziletlileri önde ve sonunda gelenlerdir, ikisinin arası bulanıktır." buyurdu.
Evet... Bu ümmetin son gelenleri arasında baştakilere çok benzeyenler olacaktır. Fakat sayıları azdır, hatta azdan dahi azdır. Ortada gelenlerde o kadar benzeyiş yok ise de miktarları çoktu, hem pek çoktu. Fakat sondakilerin az oluşu kıymetlerini daha da arttırmış, öncekilere daha da yaklaştırmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları şu Hadis-i şerif'i ile müjdeli kıldı:
"Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu gariplere!" (Müslim)
Bu ümmetin sonu, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefatından bin sene sonra, yani ikinci binin başlaması ile başlamıştır. Çünkü aradan bin sene geçmesi ile insanlarda büyük bir değişiklik ve eşyada kuvvetli bir tesir meydana çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ bu dini kıyamete kadar değiştirmeyeceği için, ilk zamanda gelenlerin tazelikleri sondakilerde de görülmekte ve böylece ikinci bin yılın başında bu dini kuvvetlendirmektedir.
Bu iddiâyı ispat etmek için iki kuvvetli şahid olarak İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Hazretleri'nin bu bin içinde var oluşlarını gösterebiliriz.
Bir şiir:
"Alsaydı kudsî ruhtan eğer yardımını,
İsa'dan başkası da yapardı onun yaptığını."
Ey kardeşim! Bugün bu sözler pek çok kimselere ağır gelir, anlayışlarından uzak görülür. Fakat onlar bilgileri, mârifetleri insaf ile ölçerlerse ve İslâmiyet'le karşılaştırırlarsa, İslâmiyet'e hangisinin daha çok tazim ve hürmet ettiğini görüp kabul ederler." (261. Mektup)
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'ın ashâbı ile Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın ihvanını aynı noktada birleştiren devirden de sözederek; Sünnet-i seniye ameli ve en ulu tecellî sâyesinde, onun ihvanının da onlarla aynı yoldan yürüyüp, onların üstünlüğüne kavuşacağını haber vermiş, hakiki ihvanın faziletini de burada ortaya koymuştur.
Buyurur ki:
"Seniye ameli'ne ve 'En ulu tecellî'ye göre, Peygamber'in sahâbesinden herhangi bir kişiyi öne geçirmiş olan şey, sana has kılınan zamanda, senin ihvanın arasında da meydana gelince; senin zamanın onların zamanıyla birleşir ve artık onların yoldaşı cümlesinden olursun!" ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ"; s.18)
Dikkat ederseniz bu beyanlarında "Ashâb"la "İhvan" mevzu ediliyor. "Ashâb" ile "İhvan" birleştiği gibi, mücadele hususunda da aynı noktada birleşiyorlar.
Bunun da sebebi Allah-u Teâlâ'nın bunlara Asr-ı saâdet hayatının benzerini yaşatması, din-i İslâm'ı bütün hükümleri ile ayakta tutmak için her türlü mücadele ve mücahedeyi yapmalarıdır.
Dünya kurulalıdan beri İslâm için böyle bir tehlike gelmemişti, böyle bir fitne kopmadı.
Bu ilâhî bir lütuftan ibarettir, aslâ şahsa âit değildir. Burada murad-ı ilâhî anlatılıyor.
O devirle bu devir arasında hiç fark yoktur.
Gerçek ihvanın bu zamanda kıymeti bu kadar artmış oluyor.
Çünkü bu cihatçılar, Hazret-i Allah'ın askerleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın bayraktarları, Siyah Bayraklılar'dır. Bu bulunmaz bir nimettir. İkram-ı ilâhi'dir. Cenâb-ı Hakk'ın lütfudur.
Evet birçok çalışan zümreler var, görünüşte herkes çalışıyor, amma kabuğunda. Kimisi koltuk için, kimisi cep için, kimisi mevki için çalışıyor. Rızâ çalışanlara kaldı.
Bunlar kabukta değil. Bunlar biiznillâh-i Teâlâ, Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yolu üzerinde bulunuyor.
Sakın be sakın bu mevzulara hayret etmeyin, bu yolun cihadına da hayret etmeyin. Çünkü Ashâb ile ihvanın birleştiği yer cihaddır. Orası da mücadele idi, burası da mücadele. Bu ilim bu zamanda indiğine göre Allah-u Teâlâ bu ilmin muhataplarını da halkedecek, hem de kıyamete kadar devam edecek.
-
Fâtiha Sûre-i Şerif'inin Tefsiri (5)KUR'AN-I KERİM TEFSİRİDizi Yazı - Tefsir
-
Son AnlarHAZRET-İ MUHAMMED AleyhisselâmDizi Yazı - Resulullah Aleyhisselâm'ın Hayat-ı Saâdetleri
-
Nurlu Sözler, Hikmetli BeyanlarMuhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin Hayat-ı Saadetlerinden İnciler ve Hatıralar (105)Dizi Yazı - İnciler ve Hatıralar
-
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- (32)EVLİYÂ-İ KİRAM -Kaddesallahu Esrârehüm- HAZERÂTI'NIN "HÂTEMÜ'L-EVLİYÂ" HAKKINDAKİ BEYAN ve İFŞAATLARI (228)Dizi Yazı - "Hâtemü'l-Evliyâ" Hakkındaki Beyan ve İfşaatlar
-
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî -Kuddise Sırruh- (19)Allah-u Teâlâ'nın Sevgililerinin İfşaatlarına İzah ve Açıklamalar (161)Dizi Yazı - Hatm'ül Evliya Hakkında İzah ve Açıklamalar
-
Son Merhale, İlk BasamakTASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİDizi Yazı - Tasavvuf
-
Salâvât-ı Şerif'e (2)İSLÂM İLMİHALİDizi Yazı - İslâm İlmihali
-
HAZRET-İ EBU BEKİR SIDDÎK -Radiyallahu Anh- (74)ASHÂB-I KİRAM -Radiyallahu anhüm- HAZERÂTI'NIN HAYATIDizi Yazı - Ashâb-ı Kiram -r. anhüm-
-
Batı Uygarlığı Çöküyor - Emperyalist Batı'nın Kültürel İşgalinden Kurtulmamız Lâzım!GündemUğur Kara
-
Çocuklarımız ve Onlar İçin Arzu EttiklerimizEĞİTİMCanan Büşra Kara
http://islamikonular.weebly.com/hak304kat-chm-e-k304tap.html
TÜM HAKİKAT PDF E-KİTAPLAR ve PDF DOSYALARI ÇALIŞTIRMA
http://islamikonular.weebly.com/hak304kat-pdf-e-k304tap.html
TÜM HAKİKAT 3D E-KİTAPLAR ve 3D EKİTAP ÇALIŞTIRMA
http://islamikonular.weebly.com/hak304kat-3d-ek304tap.html