Fecr Sûre-i Şerif'i (1)
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminin ilk yıllarında nâzil olmuştur. Otuz Âyet-i kerime, yüz otuz dokuz kelime ve beş yüz doksan yedi harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime "Şafak vakti, tan yerinin ağarması" mânâsına gelen "Fecr"e yemin edilerek başladığı için "Fecr" adını almıştır.
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; bundan önceki bazı Sûre-i şerif'lerde olduğu gibi azgınların kötü âkıbetlerini, ahiretin korkunç azaplarını, gönülden inanan müminlerin dünya hayatlarının ne kadar güzel sonuçlandığını beyan etmektedir.
İlk Âyet-i kerime'ler fecir vaktine, on geceye, çift ve tek olana ve her şeyi örten geceye yemin edilerek başlamaktadır.
Beşinci Âyet-i kerime'de akıl sahipleri için bunlardan daha etkili bir yemin olamayacağı belirtilmektedir.
On beşinci Âyet-i kerime'ye kadar Âd, Semûd ve Firavun kavimlerinin inananlara yaptığı zulümler sebebiyle helâk edildikleri anlatılmaktadır.
Yirmi birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ'nın engin nimetleri karşısında insanoğlunun ne kadar nankör olduğu, mal ve mülke karşı düşkünlüğü ve cimriliği beyan edilmektedir.
Yirmi yedinci Âyet-i kerime'ye kadar yeryüzünün birbiri ardınca sarsılıp dağılacağı, kıyamet gününde cehennemin bütün dehşetiyle ortaya çıkacağı, azgın kâfirlerin pişman olacakları, fakat bu pişmanlıkların hiçbir faydası olmayacağı açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; imanın kemâline eren müminlerin en güzel bir âkıbete kavuşacakları ve cennete girecekleri, gıpta edilecek bir şekilde gözler önüne serilmektedir.
Önemli Hâdiseler:
Allah-u Teâlâ her asrın kâfirlerine, inkâr ettikleri şeyin gerçek olduğunu belirtmek için dört hususa yemin etmiştir.
Buyurur ki: "Andolsun fecre!" (Fecr: 1)
Sabahın aydınlığı gecenin karanlığını yok eder, gündüz ortaya çıkar. İnsanlar ve diğer canlılar rızık aramak üzere yeryüzüne dağılıp yayılırlar. İşte bu durum, tekrar dirilmek üzere insanların kabirlerinden kalkmalarına benzer.
"On geceye yemin olsun ki!" (Fecr: 2)
Bu geceler Zilhicce ayının ilk on günüdür. Bu günler; zikir, tekbir ve hacc günleridir, müminlerin gönüllerinin nurlandığı gecelerdir.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın kendisine ibadet edilmekten en çok hoşlandığı günler Zilhicce'nin ilk on günüdür. Bu on günün her gününde tutulan oruç, bir yıllık oruca ve her ibadetle geçirilen gecesi, Kadir gecesine denktir." (Tirmizî)
Zilhicce'nin yedinci gecesi Terviye, sekizinci gecesi Arefe, dokuzuncu gecesi de Bayram gecesidir.
"Her şeyin hem çiftine hem tekine!" (Fecr: 3)
Çünkü, her şey mutlaka ya çifttir, ya da tektir.
"Her şeyi karanlığı ile örttüğü dem geceye!" (Fecr: 4)
Gece, kâinatı örtüp, gündüzü perdeleyen perde gibidir ve hayret vericidir. Kısalır, uzanır, bazen karanlığa gömülür, bazen de yıldızlar ile donanır. Gidip gelmesi ile hayatta bir düzen meydana getirir. Çalışılır, istirahat edilir, hayat çarkı döner durur.
"Bunlarda elbette akıl sahibi için birer yemin değeri vardır, değil mi?" (Fecr: 5)
Elbette vardır! Allah-u Teâlâ'nın bu yeminleri, insanların dikkatlerini toplamak ve uyandırmak içindir. Akıl sahibi için bunlara yemin kâfidir. Şu bir gerçektir ki, kâfirlere mutlaka azap edilecektir.
Helâk Edilen Kavimler:
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış birtakım kavimlerin küfür ve tuğyanları sebebiyle nasıl bir cezâya ve helâke uğramış olduklarını beyan buyurmakta ve beşeriyete duyurmaktadır:
"Görmez misin Rabb'in nasıl yaptı Âd'e?" (Fecr: 6)
Âd kavmi kendi devrinde benzersiz bir millet idi. Dünyada o güne kadar misli görülmemiş bir ihtişama sahiptiler. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan üstünü yoktu. Her biri uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü kuvvetli idiler. Dağlar içinde ilk defa bina yapmaya başlayan kavimdirler. Dağları yontarak kaleler, saraylar yapıyorlardı.
"Sütunlar sahibi İrem'e? Ki, o şehirler içinde benzeri yaratılmamıştı." (Fecr: 7-8)
Memleketleri büyük bir alanı kaplıyordu. Dünyada temelli kalacakmış gibi sağlam yapılar yaparlar, her yüksek yere alâmetler dikerlerdi. Yaygın rızık kaynakları vardı. Arazileri münbit, otlu ve sulu idi. Bu verimli topraklar üzerinde bereketli bağları, göz alıcı bahçeleri, evcil hayvanları, akar suları, yer altında da su depoları vardı. Bol nimetlere rızıklara garkolmuşlar, büyük bir hâkimiyet kurmuşlardı. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine verdiği imkânlarla müreffeh bir hayata sahip bulunuyorlardı.
Hud Aleyhisselâm'ın yıllar yılı yaptığı uyarılara bütünüyle kulak tıkadılar. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine verdiği fırsatları kullanamadılar. Sonunda da Allah-u Teâlâ onlardan ruhsatı aldı. Kasırga şeklindeki şiddetli bir rüzgârla onları helâk etti. Sanki başka memleketlerde helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarıdan hiçbir iz ve işaret kalmadı.
"Vâdide kayaları oyan Semud kavmine (neler yaptı)." (Fecr: 9)
Allah-u Teâlâ Semud kavmine de Âd kavmine verdiği gibi bol nimetler, maddî imkânlar vermişti. Kendilerinden önce gelen Âd kavmine halef oldular, beldelerini imar ettiler. Vâdilkurâ havalisi bir medeniyet mamuresi hâlinde idi.
Âd kavmi yüksek sütunlu binalar yapmakla tanınıp, Kur'an-ı kerim'de "Sütunlar sahibi" olarak anıldığı gibi; Semud kavmi de dağlarda kayaları oyup evler yapmakla tanınmışlar ve "Vâdide kayalar oyanlar" diye anılmaktadır.
Onlar da tıpkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçenlerin başına gelenlerden ders ve ibret almamışlar, isyan etmişler, fısk-u fücura dalmışlardı. Kendilerini kurtuluşa dâvet eden Sâlih Aleyhisselâm'ın dâvetini yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler. Pek az kimsenin dışında çoğunluğu onu yalanladılar.
Şirretlikleri son haddine varınca, Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Gece yarısı ile sabah arasındaki süre içinde yıldırım çarpmış gibi bir gürültü koptu. Gökten üzerlerine bir sayha, altlarından da şiddetli bir sarsıntı geldi.
Her şey bir anda olup bitti. Allah-u Teâlâ onlara yapacağını yaptı, defterlerini dürdü, yaptıkları kendilerine çok pahalıya maloldu.
Âd ve Semud kavimlerinin durumları gözler önüne serildikten sonra mütebâki Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Kazıklar sahibi Firavun'a neler yaptı?" (Fecr: 10)
Onu da nasıl müthiş bir azaba uğrattı. Kendisini de, kendisine tâbi olanları da sular içinde helâk ederek cezalarına kavuşturdu. Firavun'un şevket ve saltanatı kendisini aslâ kurtaramadı. Kendi kendisini bile kurtaramadı.
"Zira onların hepsi memleketlerinde azgınlık ettiler." (Fecr: 11)
Kendilerinden daha büyük hiç kimsenin olmadığını sandılar, her devirdeki azgınların sandığı gibi.
Her biri kuvvetlerine, makam ve mevkilerine aldanmış, arzu ve heveslerine uymuş, bulundukları memleketlerde hak ve adalet sınırlarını aşıp Hakk'ın ve halkın haklarını çiğnemede ileri gitmişlerdi.
"Bulundukları yerlerde bozgunculuğu çoğalttılar." (Fecr: 12)
Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle çok fesat çıkarmışlardı. Fakat Allah-u Teâlâ fırsat veriyor, ruhsat vermiyor.
"Bundan dolayı Rabb'in de azap kırbacını çarpıverdi." (Fecr: 13)
Hepsini de daha dünyada iken felâketlere uğrattı. Ahiretteki azapları ise her türlü tasavvurun üstündedir.
"Çünkü Rabb'in her an gözetlemededir." (Fecr: 14)
İsyânkârları cezâlandırır, hiç kimse O'nun gözetlemesinden uzak kalamaz, hiçbir kimse O'nun kudret pençesinden yakasını kurtaramaz.
Fecr Sûre-i Şerif'i (2)
Servet ve İmtihan:
Allah-u Teâlâ malı ve zenginliği sevdiğine de verir, sevmediğine de verir. Dilediğine servet verir, dilediğine de vermez.
Kullarını nimet ve ikramla dener, mal ile, mevki ile tecrübe eder. Gerek rızık bolluğu, gerekse darlığı kul için imtihandır. Kulun Allah katındaki değeri dünya malı ile ölçülemez. Dünya malından herhangi bir şeyin verilmesi veya verilmemesi bir cezâ değildir. Geniş rızıklı olmak üstün olmayı, rızkın darlığı da Allah-u Teâlâ'nın o kimseyi hakir kıldığını göstermez. Her iki halde de netice Allah-u Teâlâ'ya itaat noktasında düğümlenir. Mühim olan bu imtihanın neticesidir. Servet sahibi olunca zenginlik sebebiyle şükür mü edecek, yoksa nankörlük mü edecek? Fakir düşünce, fakirliğinden dolayı sabır mı edecek, yoksa isyan mı edecek?
İtaatkâr mümin imtihanda olduğunu bilir, darda da olsa bolda da olsa daima Hakk'a yönelir, O'nun lütuf ve merhametine güvenir.
Kâfire göre değer ve değersizlik, dünyada mal ve mülkün çokluğu ve azlığına göredir.
Bu hususta Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"İnsana gelince; Rabb'i kendisini imtihan edip de ikramda bulunur ve ona bol nimet verirse: 'Rabb'im bana ikram etti.' der." (Fecr: 15)
"Rabb'im bana ikram etti." demesi şükür için değil, kibirlenmek ve övünmek içindir. İhanet ettiğini söylemesi ise sabırsızlığını ve şuursuzluğunu göstermektedir.
"Amma onu imtihan edip rızkını daraltırsa: 'Rabb'im bana ihanet etti.' der." (Fecr: 16)
Biçare insan! Nâil olduğu nimetlerin ilâhî bir lütuf olduğunu ve bu nimetlere şükretmesinin gerektiğini düşünmez. Rızık darlığını kendisine bir hakaret sayar, yüzünü ekşitir. Rabb'inin lütuf buyurmuş olduğu diğer namütenahi nimetleri dikkate almaz.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin bu çarpık fikirlerini reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz." (Fecr: 17)
Onlar bundan daha kötüsünü yapmaktadırlar. Allah-u Teâlâ onlara birçok mal ikram ettiği halde; onlar yetime değer vermemekte, haksız yere malını elinden almaktadırlar.
"Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz." (Fecr: 18)
Kendileri yedirmedikleri gibi, başkalarını da buna teşvik etmemektedirler. Şayet bir kimseye ikramda bulunsalar bile nam yapmak için ikramda bulunurlar.
"Size kalan mirası (hak gözetmeden) yiyorsunuz." (Fecr: 19)
Miras malı helâl olmakla beraber; bunlar nereden geldiğini düşünmeksizin, haram helâl olduğuna bakmaksızın, yetimlerin, çocukların, kadınların ve diğer mirasçıların haklarını gözetmeksizin, hırsla mirasın hepsine konmak veya kendi hissesinin fevkinde bir hisse almak isterler.
Kimileri de eline geçen mirası meşru bir şekilde harcamayıp, lüks ve israf, zevk ve eğlence yolunda yiyip bitirirler.
"Malı da pek çok seviyorsunuz." (Fecr: 20)
Helâl veya harama aldırmadan, câiz olup olmadığına bakmadan mal toplamaya büyük bir temâyül göstermektedirler. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt etmemektedirler. Ne kadar mal sahibi olsalar da gözleri doymuyor. Hayra sarfedilmeyip yığılan mallar, mirasyedilerin ellerinde sefahat yollarında yenilip bitiriliyor, kendilerine ise vebalinden başka bir şey kalmıyor.
Daha doğrusu onlar dünya hayatının fânî nimetlerini, ahiretin baki nimetlerine tercih ediyorlar.
Kıyametten Sonra Mahşer:
Kıyamet koptuğunda yeryüzü peşpeşe sallanacak ve sarsılacak. Üzerindeki bütün yapılar yıkılıp yok olacak.
"Hayır!.. Hayır!.. Yer bütünüyle sallanıp, paramparça edildiği zaman." (Fecr: 21)
Yerin paramparça edilmesi, silinip çöl gibi düzlenmesi demektir. Yer yerinden oynar, enine boyuna sarsıntıya tutulur, yüksek dağlar yıkılır gider.
Allah-u Teâlâ her türlü beşeri sıfatlardan münezzehtir. Mahşer günü mahlûkat arasında kesin hüküm vermek için:
"Rabb'in gelip, melekler de saf saf dizildiği zaman." (Fecr: 22)
Yedi göğün melekleri insan ve cinlerin etrafını çepeçevre kuşatırlar, içiçe yedi saf hâlinde halkalar meydana getirirler. Hepsi de edep, saygı ve rahmet makamında kemâl-i tâzimle ilâhî emri beklerler.
Mahşer yerinin güçlüklerinden birisi de, cehennemin mahşer yerine getirilmiş olmasıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün cehennem de getirilir." (Fecr: 23)
Daha önce gözlerden gizli olan cehennem, suçlular görsün diye ortaya çıkarılır.
Cehennemin getirilmesi ve benzeri safhaların birbirini takip etmesi, hep vazifeli melekler tarafından yerine getirilir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"O gün cehennem getirilir. Öyle ki onun yetmiş bin yuları ve her yular ile birlikte yetmiş bin melek vardır ki, onu çekip getirirler." (Müslim: 2842)
Cehennem mahşer alanına doğru sürüklenip çekilirken öyle uğultulu ve öyle korkunç sesler çıkarır ki, uzak mesafelerden bile onun köpürüp yükselen uğultusu işitilir. Bu korkunç sesleri işitenler akılları gideren büyük bir korku içinde kalırlar, endişelerinden ne yapacaklarını bilemezler. Cehennemlikler varacakları yeri bizzat görürler.
"İnsan hatırlar, fakat artık hatırlamanın kendisine ne faydası var?" (Fecr: 23)
O gün insanın aklı başına gelecek, dünyada iken anlamadığı hakikati o gün anlayacak, tutmak istemediği öğütleri o gün tutmak isteyecek, üzülecek, utanacak, fakat bu ona hiçbir fayda sağlamayacak. Çünkü hatırlama dönemi artık geçmiştir.
Günahkârlar cehenneme, müminler de cennete yakın olarak toplanırlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"O gün cennet, takvâ sahiplerine yaklaştırılır. Cehennem de azgınlara gösterilir." (Şuarâ: 90-91)
Daha oraya gitmeden önce harareti karşılarında görünmeye başlar, cehennemliklerin kalplerini büyük bir endişe sarar. O sıkıntı karşısında hiçbiri ayak üzerinde duramaz.
"'Ah ne olurdu, keşke bu hayatım için önceden bir şey yapmış olsaydım!' der." (Fecr: 24)
Dünyada iken cehâlet karanlıkları, dalâlet girdapları içinde kalan kâfir, müşrik, münâfık, fâsık, fâcir ve zâlim kimseler; hasret ve pişmanlıklar, teessür ve teessüfler içinde feryat ederler. Eline geçen fırsatları kaçırmış, sermayesini tüketmiş, huzur-u ilâhiye müflis olarak eli boş gelmiş olmanın verdiği mahçubiyetle ileri-geri konuşurlar. Nedamet çok, fakat hiç faydası yok. Çünkü orası pişmanlık yeri değildir.
Peygamber yolunu terkedip başkaca yollar edinen kimselerin hâli işte budur!
"O gün hiç kimse Allah'ın azap ettiği gibi azap edemez." (Fecr: 25)
O şiddetli azabı bizzat O uygulayacaktır. Dünyada hiç kimseye edilmediği ve hiç kimsenin edemeyeceği kadar büyük azaplar kâfirlerin başına gelecektir.
"O'nun vurduğu bağ gibi de kimse bağ vuramaz." (Fecr: 26)
Çünkü emir ve hüküm O'nundur, yetki tamamen O'na âittir. Hiçbir kimse hiçbir kimseye O'nun azabı gibi azap edemez. Hiçbir kimsenin bir suçluyu öyle şiddetli bir surette yakalamaya gücü yetmez.
İşte küfür ve nifakın neticesi budur.
Nefs-i Mutmainne:
Müminin ruhu saflaşıp şirkten, şüpheden, tereddütten, isyan ve hatadan temizlenip arındığı zaman itminana kavuşur, inşirah bulur, yatışır, sabitleşir, olgunlaşır, oturaklaşır, huzur bulur, Hakk'ta karar kılar.
Nitekim Allah-u Teâlâ bu dereceye yükselmiş nefse:
"Ey mutmainne olan nefis!" kelâmı ile hitap etmiştir. (Fecr: 27)
İtminan, yerleşip sabitleşme demektir. Hiçbir şek ve şüphe bulunmayacak şekilde Allah-u Teâlâ'ya yakînen inanma şekline ermektir. Her türlü korku ve hüzünden sarsılmayacak şekilde emniyet elde etmektir.
Bu kalp huzuru ancak ve ancak zikrullahla husule gelir. Zikrullah Allah sevgisini tahrik ederek sonsuz bir şevk verir, zikrullahla kalpler arınır ve sükûn bulur:
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Çok iyi bilin ki kalpler ancak zikrullahla itminana kavuşur, huzur bulur." (Ra'd: 28)
Çünkü akıl kuvveti her neyi tasavvur edip düşünse, onun üstünde başka bir şeyin tasavvuruna intikal eder. Sebep ve neticeler silsilesinde her şeyden daha üstün olanına geçer. Bu ilerleme ile bütün ihtiyaçların kesilip sona erdiği öyle bir an gelir ki, Hakk'ta karar kılar. O noktada ihtiyaç durduğu için akıl da durur ve O'nunla yatışır. Azamet-i ilâhî karşısında her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bildiği zaman, artık O'ndan başkasına geçmesi imkânsızdır. O'nun fevkinde bir şey talebine imkân olmadığından, kalpler zikrullahla mutmain olur, sükûna erer.
Bu mertebe, saâdet ve bahtiyarlık mertebesidir. Bu makama gelindiği zaman, nefis artık teslim bayrağını çeker.
Nefsi terbiye ederek mutmainne derecesine kavuşturması için Allah-u Teâlâ'ya niyazda bulunmalıdır.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyurmuşlardır:
"Allah'ım! Senden itminana kavuşmuş bir nefs-i mutmainne dilerim ki, sana kavuşmaya iman etsin, takdirine râzı olsun, verdiklerine kanaat etsin." (Taberânî)
Nefs-i mutmainne'de nefis ruha teslim olur, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerine rızâ gösterir.
Allah-u Teâlâ o nefsi daha dünyada iken cennetle müjdeliyor.
"Dön Rabb'ine! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak." (Fecr: 28)
Öyle bir halde dön ki, sen Rabb'inden hoşnut, Rabb'in de senden hoşnut.
Allah-u Teâlâ'nın bütün imtihan ve ibtilâlarına sadâkat göstermiş, gelmiş ve gelecek her şeye râzı olmuş, bütün gayret ve arzusu Mevlâ'nın hoşnutluğunu kazanmak olan nefsin hâline "Nefs-i Râziye" denir.
Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu nefis ise "Nefs-i Mardiyye" adını almıştır. Râzı olunmuş nefis demektir.
"Gir sâlih kullarımın içine!" (Fecr: 29)
Çünkü sen de onlar gibi sâlih ameller işlemiştin ve sâlih bir mümin olmuştun. Sizin için hiçbir korku ve üzüntü yoktur.
İşte gerçek saâdet ve selâmet bundan ibarettir. Allah-u Teâlâ'nın has kullarının zümresine katılmak mânevî bir bahtiyarlık vesilesidir.
"Gir cennetime!" (Fecr: 30)
Bu hitap ona hem vefat ânında hem de kıyamet gününde söylenir.
Çünkü onlar kâfirler için hazırlanan cehennemden kendilerini korumak için, dünyada iken gerekli tedbirleri almışlardı. Şirk ve isyandan, küfür ve tuğyandan kaçınarak İslâm şerefiyle müşerref, iman nuru ile münevver olmuşlardı.
•
Rivâyete göre bu Âyet-i kerime'ler nâzil olduğunda Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-:
"Yâ Resulallah! Bu ne kadar güzeldir!" demekten kendini alamadı.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bilmiş ol ki melek sana onu ölümün sırasında söyleyecektir." buyurdu. (Ebu Nuaym, Hilye)
Kaynak:
http://www.hakikat.com/dergi/180/fecr180.html
http://www.hakikat.com/dergi/181/fecr181.html
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminin ilk yıllarında nâzil olmuştur. Otuz Âyet-i kerime, yüz otuz dokuz kelime ve beş yüz doksan yedi harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime "Şafak vakti, tan yerinin ağarması" mânâsına gelen "Fecr"e yemin edilerek başladığı için "Fecr" adını almıştır.
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; bundan önceki bazı Sûre-i şerif'lerde olduğu gibi azgınların kötü âkıbetlerini, ahiretin korkunç azaplarını, gönülden inanan müminlerin dünya hayatlarının ne kadar güzel sonuçlandığını beyan etmektedir.
İlk Âyet-i kerime'ler fecir vaktine, on geceye, çift ve tek olana ve her şeyi örten geceye yemin edilerek başlamaktadır.
Beşinci Âyet-i kerime'de akıl sahipleri için bunlardan daha etkili bir yemin olamayacağı belirtilmektedir.
On beşinci Âyet-i kerime'ye kadar Âd, Semûd ve Firavun kavimlerinin inananlara yaptığı zulümler sebebiyle helâk edildikleri anlatılmaktadır.
Yirmi birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ'nın engin nimetleri karşısında insanoğlunun ne kadar nankör olduğu, mal ve mülke karşı düşkünlüğü ve cimriliği beyan edilmektedir.
Yirmi yedinci Âyet-i kerime'ye kadar yeryüzünün birbiri ardınca sarsılıp dağılacağı, kıyamet gününde cehennemin bütün dehşetiyle ortaya çıkacağı, azgın kâfirlerin pişman olacakları, fakat bu pişmanlıkların hiçbir faydası olmayacağı açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; imanın kemâline eren müminlerin en güzel bir âkıbete kavuşacakları ve cennete girecekleri, gıpta edilecek bir şekilde gözler önüne serilmektedir.
Önemli Hâdiseler:
Allah-u Teâlâ her asrın kâfirlerine, inkâr ettikleri şeyin gerçek olduğunu belirtmek için dört hususa yemin etmiştir.
Buyurur ki: "Andolsun fecre!" (Fecr: 1)
Sabahın aydınlığı gecenin karanlığını yok eder, gündüz ortaya çıkar. İnsanlar ve diğer canlılar rızık aramak üzere yeryüzüne dağılıp yayılırlar. İşte bu durum, tekrar dirilmek üzere insanların kabirlerinden kalkmalarına benzer.
"On geceye yemin olsun ki!" (Fecr: 2)
Bu geceler Zilhicce ayının ilk on günüdür. Bu günler; zikir, tekbir ve hacc günleridir, müminlerin gönüllerinin nurlandığı gecelerdir.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın kendisine ibadet edilmekten en çok hoşlandığı günler Zilhicce'nin ilk on günüdür. Bu on günün her gününde tutulan oruç, bir yıllık oruca ve her ibadetle geçirilen gecesi, Kadir gecesine denktir." (Tirmizî)
Zilhicce'nin yedinci gecesi Terviye, sekizinci gecesi Arefe, dokuzuncu gecesi de Bayram gecesidir.
"Her şeyin hem çiftine hem tekine!" (Fecr: 3)
Çünkü, her şey mutlaka ya çifttir, ya da tektir.
"Her şeyi karanlığı ile örttüğü dem geceye!" (Fecr: 4)
Gece, kâinatı örtüp, gündüzü perdeleyen perde gibidir ve hayret vericidir. Kısalır, uzanır, bazen karanlığa gömülür, bazen de yıldızlar ile donanır. Gidip gelmesi ile hayatta bir düzen meydana getirir. Çalışılır, istirahat edilir, hayat çarkı döner durur.
"Bunlarda elbette akıl sahibi için birer yemin değeri vardır, değil mi?" (Fecr: 5)
Elbette vardır! Allah-u Teâlâ'nın bu yeminleri, insanların dikkatlerini toplamak ve uyandırmak içindir. Akıl sahibi için bunlara yemin kâfidir. Şu bir gerçektir ki, kâfirlere mutlaka azap edilecektir.
Helâk Edilen Kavimler:
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış birtakım kavimlerin küfür ve tuğyanları sebebiyle nasıl bir cezâya ve helâke uğramış olduklarını beyan buyurmakta ve beşeriyete duyurmaktadır:
"Görmez misin Rabb'in nasıl yaptı Âd'e?" (Fecr: 6)
Âd kavmi kendi devrinde benzersiz bir millet idi. Dünyada o güne kadar misli görülmemiş bir ihtişama sahiptiler. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan üstünü yoktu. Her biri uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü kuvvetli idiler. Dağlar içinde ilk defa bina yapmaya başlayan kavimdirler. Dağları yontarak kaleler, saraylar yapıyorlardı.
"Sütunlar sahibi İrem'e? Ki, o şehirler içinde benzeri yaratılmamıştı." (Fecr: 7-8)
Memleketleri büyük bir alanı kaplıyordu. Dünyada temelli kalacakmış gibi sağlam yapılar yaparlar, her yüksek yere alâmetler dikerlerdi. Yaygın rızık kaynakları vardı. Arazileri münbit, otlu ve sulu idi. Bu verimli topraklar üzerinde bereketli bağları, göz alıcı bahçeleri, evcil hayvanları, akar suları, yer altında da su depoları vardı. Bol nimetlere rızıklara garkolmuşlar, büyük bir hâkimiyet kurmuşlardı. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine verdiği imkânlarla müreffeh bir hayata sahip bulunuyorlardı.
Hud Aleyhisselâm'ın yıllar yılı yaptığı uyarılara bütünüyle kulak tıkadılar. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine verdiği fırsatları kullanamadılar. Sonunda da Allah-u Teâlâ onlardan ruhsatı aldı. Kasırga şeklindeki şiddetli bir rüzgârla onları helâk etti. Sanki başka memleketlerde helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarıdan hiçbir iz ve işaret kalmadı.
"Vâdide kayaları oyan Semud kavmine (neler yaptı)." (Fecr: 9)
Allah-u Teâlâ Semud kavmine de Âd kavmine verdiği gibi bol nimetler, maddî imkânlar vermişti. Kendilerinden önce gelen Âd kavmine halef oldular, beldelerini imar ettiler. Vâdilkurâ havalisi bir medeniyet mamuresi hâlinde idi.
Âd kavmi yüksek sütunlu binalar yapmakla tanınıp, Kur'an-ı kerim'de "Sütunlar sahibi" olarak anıldığı gibi; Semud kavmi de dağlarda kayaları oyup evler yapmakla tanınmışlar ve "Vâdide kayalar oyanlar" diye anılmaktadır.
Onlar da tıpkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçenlerin başına gelenlerden ders ve ibret almamışlar, isyan etmişler, fısk-u fücura dalmışlardı. Kendilerini kurtuluşa dâvet eden Sâlih Aleyhisselâm'ın dâvetini yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler. Pek az kimsenin dışında çoğunluğu onu yalanladılar.
Şirretlikleri son haddine varınca, Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Gece yarısı ile sabah arasındaki süre içinde yıldırım çarpmış gibi bir gürültü koptu. Gökten üzerlerine bir sayha, altlarından da şiddetli bir sarsıntı geldi.
Her şey bir anda olup bitti. Allah-u Teâlâ onlara yapacağını yaptı, defterlerini dürdü, yaptıkları kendilerine çok pahalıya maloldu.
Âd ve Semud kavimlerinin durumları gözler önüne serildikten sonra mütebâki Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Kazıklar sahibi Firavun'a neler yaptı?" (Fecr: 10)
Onu da nasıl müthiş bir azaba uğrattı. Kendisini de, kendisine tâbi olanları da sular içinde helâk ederek cezalarına kavuşturdu. Firavun'un şevket ve saltanatı kendisini aslâ kurtaramadı. Kendi kendisini bile kurtaramadı.
"Zira onların hepsi memleketlerinde azgınlık ettiler." (Fecr: 11)
Kendilerinden daha büyük hiç kimsenin olmadığını sandılar, her devirdeki azgınların sandığı gibi.
Her biri kuvvetlerine, makam ve mevkilerine aldanmış, arzu ve heveslerine uymuş, bulundukları memleketlerde hak ve adalet sınırlarını aşıp Hakk'ın ve halkın haklarını çiğnemede ileri gitmişlerdi.
"Bulundukları yerlerde bozgunculuğu çoğalttılar." (Fecr: 12)
Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle çok fesat çıkarmışlardı. Fakat Allah-u Teâlâ fırsat veriyor, ruhsat vermiyor.
"Bundan dolayı Rabb'in de azap kırbacını çarpıverdi." (Fecr: 13)
Hepsini de daha dünyada iken felâketlere uğrattı. Ahiretteki azapları ise her türlü tasavvurun üstündedir.
"Çünkü Rabb'in her an gözetlemededir." (Fecr: 14)
İsyânkârları cezâlandırır, hiç kimse O'nun gözetlemesinden uzak kalamaz, hiçbir kimse O'nun kudret pençesinden yakasını kurtaramaz.
Fecr Sûre-i Şerif'i (2)
Servet ve İmtihan:
Allah-u Teâlâ malı ve zenginliği sevdiğine de verir, sevmediğine de verir. Dilediğine servet verir, dilediğine de vermez.
Kullarını nimet ve ikramla dener, mal ile, mevki ile tecrübe eder. Gerek rızık bolluğu, gerekse darlığı kul için imtihandır. Kulun Allah katındaki değeri dünya malı ile ölçülemez. Dünya malından herhangi bir şeyin verilmesi veya verilmemesi bir cezâ değildir. Geniş rızıklı olmak üstün olmayı, rızkın darlığı da Allah-u Teâlâ'nın o kimseyi hakir kıldığını göstermez. Her iki halde de netice Allah-u Teâlâ'ya itaat noktasında düğümlenir. Mühim olan bu imtihanın neticesidir. Servet sahibi olunca zenginlik sebebiyle şükür mü edecek, yoksa nankörlük mü edecek? Fakir düşünce, fakirliğinden dolayı sabır mı edecek, yoksa isyan mı edecek?
İtaatkâr mümin imtihanda olduğunu bilir, darda da olsa bolda da olsa daima Hakk'a yönelir, O'nun lütuf ve merhametine güvenir.
Kâfire göre değer ve değersizlik, dünyada mal ve mülkün çokluğu ve azlığına göredir.
Bu hususta Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"İnsana gelince; Rabb'i kendisini imtihan edip de ikramda bulunur ve ona bol nimet verirse: 'Rabb'im bana ikram etti.' der." (Fecr: 15)
"Rabb'im bana ikram etti." demesi şükür için değil, kibirlenmek ve övünmek içindir. İhanet ettiğini söylemesi ise sabırsızlığını ve şuursuzluğunu göstermektedir.
"Amma onu imtihan edip rızkını daraltırsa: 'Rabb'im bana ihanet etti.' der." (Fecr: 16)
Biçare insan! Nâil olduğu nimetlerin ilâhî bir lütuf olduğunu ve bu nimetlere şükretmesinin gerektiğini düşünmez. Rızık darlığını kendisine bir hakaret sayar, yüzünü ekşitir. Rabb'inin lütuf buyurmuş olduğu diğer namütenahi nimetleri dikkate almaz.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin bu çarpık fikirlerini reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz." (Fecr: 17)
Onlar bundan daha kötüsünü yapmaktadırlar. Allah-u Teâlâ onlara birçok mal ikram ettiği halde; onlar yetime değer vermemekte, haksız yere malını elinden almaktadırlar.
"Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz." (Fecr: 18)
Kendileri yedirmedikleri gibi, başkalarını da buna teşvik etmemektedirler. Şayet bir kimseye ikramda bulunsalar bile nam yapmak için ikramda bulunurlar.
"Size kalan mirası (hak gözetmeden) yiyorsunuz." (Fecr: 19)
Miras malı helâl olmakla beraber; bunlar nereden geldiğini düşünmeksizin, haram helâl olduğuna bakmaksızın, yetimlerin, çocukların, kadınların ve diğer mirasçıların haklarını gözetmeksizin, hırsla mirasın hepsine konmak veya kendi hissesinin fevkinde bir hisse almak isterler.
Kimileri de eline geçen mirası meşru bir şekilde harcamayıp, lüks ve israf, zevk ve eğlence yolunda yiyip bitirirler.
"Malı da pek çok seviyorsunuz." (Fecr: 20)
Helâl veya harama aldırmadan, câiz olup olmadığına bakmadan mal toplamaya büyük bir temâyül göstermektedirler. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt etmemektedirler. Ne kadar mal sahibi olsalar da gözleri doymuyor. Hayra sarfedilmeyip yığılan mallar, mirasyedilerin ellerinde sefahat yollarında yenilip bitiriliyor, kendilerine ise vebalinden başka bir şey kalmıyor.
Daha doğrusu onlar dünya hayatının fânî nimetlerini, ahiretin baki nimetlerine tercih ediyorlar.
Kıyametten Sonra Mahşer:
Kıyamet koptuğunda yeryüzü peşpeşe sallanacak ve sarsılacak. Üzerindeki bütün yapılar yıkılıp yok olacak.
"Hayır!.. Hayır!.. Yer bütünüyle sallanıp, paramparça edildiği zaman." (Fecr: 21)
Yerin paramparça edilmesi, silinip çöl gibi düzlenmesi demektir. Yer yerinden oynar, enine boyuna sarsıntıya tutulur, yüksek dağlar yıkılır gider.
Allah-u Teâlâ her türlü beşeri sıfatlardan münezzehtir. Mahşer günü mahlûkat arasında kesin hüküm vermek için:
"Rabb'in gelip, melekler de saf saf dizildiği zaman." (Fecr: 22)
Yedi göğün melekleri insan ve cinlerin etrafını çepeçevre kuşatırlar, içiçe yedi saf hâlinde halkalar meydana getirirler. Hepsi de edep, saygı ve rahmet makamında kemâl-i tâzimle ilâhî emri beklerler.
Mahşer yerinin güçlüklerinden birisi de, cehennemin mahşer yerine getirilmiş olmasıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün cehennem de getirilir." (Fecr: 23)
Daha önce gözlerden gizli olan cehennem, suçlular görsün diye ortaya çıkarılır.
Cehennemin getirilmesi ve benzeri safhaların birbirini takip etmesi, hep vazifeli melekler tarafından yerine getirilir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"O gün cehennem getirilir. Öyle ki onun yetmiş bin yuları ve her yular ile birlikte yetmiş bin melek vardır ki, onu çekip getirirler." (Müslim: 2842)
Cehennem mahşer alanına doğru sürüklenip çekilirken öyle uğultulu ve öyle korkunç sesler çıkarır ki, uzak mesafelerden bile onun köpürüp yükselen uğultusu işitilir. Bu korkunç sesleri işitenler akılları gideren büyük bir korku içinde kalırlar, endişelerinden ne yapacaklarını bilemezler. Cehennemlikler varacakları yeri bizzat görürler.
"İnsan hatırlar, fakat artık hatırlamanın kendisine ne faydası var?" (Fecr: 23)
O gün insanın aklı başına gelecek, dünyada iken anlamadığı hakikati o gün anlayacak, tutmak istemediği öğütleri o gün tutmak isteyecek, üzülecek, utanacak, fakat bu ona hiçbir fayda sağlamayacak. Çünkü hatırlama dönemi artık geçmiştir.
Günahkârlar cehenneme, müminler de cennete yakın olarak toplanırlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"O gün cennet, takvâ sahiplerine yaklaştırılır. Cehennem de azgınlara gösterilir." (Şuarâ: 90-91)
Daha oraya gitmeden önce harareti karşılarında görünmeye başlar, cehennemliklerin kalplerini büyük bir endişe sarar. O sıkıntı karşısında hiçbiri ayak üzerinde duramaz.
"'Ah ne olurdu, keşke bu hayatım için önceden bir şey yapmış olsaydım!' der." (Fecr: 24)
Dünyada iken cehâlet karanlıkları, dalâlet girdapları içinde kalan kâfir, müşrik, münâfık, fâsık, fâcir ve zâlim kimseler; hasret ve pişmanlıklar, teessür ve teessüfler içinde feryat ederler. Eline geçen fırsatları kaçırmış, sermayesini tüketmiş, huzur-u ilâhiye müflis olarak eli boş gelmiş olmanın verdiği mahçubiyetle ileri-geri konuşurlar. Nedamet çok, fakat hiç faydası yok. Çünkü orası pişmanlık yeri değildir.
Peygamber yolunu terkedip başkaca yollar edinen kimselerin hâli işte budur!
"O gün hiç kimse Allah'ın azap ettiği gibi azap edemez." (Fecr: 25)
O şiddetli azabı bizzat O uygulayacaktır. Dünyada hiç kimseye edilmediği ve hiç kimsenin edemeyeceği kadar büyük azaplar kâfirlerin başına gelecektir.
"O'nun vurduğu bağ gibi de kimse bağ vuramaz." (Fecr: 26)
Çünkü emir ve hüküm O'nundur, yetki tamamen O'na âittir. Hiçbir kimse hiçbir kimseye O'nun azabı gibi azap edemez. Hiçbir kimsenin bir suçluyu öyle şiddetli bir surette yakalamaya gücü yetmez.
İşte küfür ve nifakın neticesi budur.
Nefs-i Mutmainne:
Müminin ruhu saflaşıp şirkten, şüpheden, tereddütten, isyan ve hatadan temizlenip arındığı zaman itminana kavuşur, inşirah bulur, yatışır, sabitleşir, olgunlaşır, oturaklaşır, huzur bulur, Hakk'ta karar kılar.
Nitekim Allah-u Teâlâ bu dereceye yükselmiş nefse:
"Ey mutmainne olan nefis!" kelâmı ile hitap etmiştir. (Fecr: 27)
İtminan, yerleşip sabitleşme demektir. Hiçbir şek ve şüphe bulunmayacak şekilde Allah-u Teâlâ'ya yakînen inanma şekline ermektir. Her türlü korku ve hüzünden sarsılmayacak şekilde emniyet elde etmektir.
Bu kalp huzuru ancak ve ancak zikrullahla husule gelir. Zikrullah Allah sevgisini tahrik ederek sonsuz bir şevk verir, zikrullahla kalpler arınır ve sükûn bulur:
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Çok iyi bilin ki kalpler ancak zikrullahla itminana kavuşur, huzur bulur." (Ra'd: 28)
Çünkü akıl kuvveti her neyi tasavvur edip düşünse, onun üstünde başka bir şeyin tasavvuruna intikal eder. Sebep ve neticeler silsilesinde her şeyden daha üstün olanına geçer. Bu ilerleme ile bütün ihtiyaçların kesilip sona erdiği öyle bir an gelir ki, Hakk'ta karar kılar. O noktada ihtiyaç durduğu için akıl da durur ve O'nunla yatışır. Azamet-i ilâhî karşısında her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bildiği zaman, artık O'ndan başkasına geçmesi imkânsızdır. O'nun fevkinde bir şey talebine imkân olmadığından, kalpler zikrullahla mutmain olur, sükûna erer.
Bu mertebe, saâdet ve bahtiyarlık mertebesidir. Bu makama gelindiği zaman, nefis artık teslim bayrağını çeker.
Nefsi terbiye ederek mutmainne derecesine kavuşturması için Allah-u Teâlâ'ya niyazda bulunmalıdır.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyurmuşlardır:
"Allah'ım! Senden itminana kavuşmuş bir nefs-i mutmainne dilerim ki, sana kavuşmaya iman etsin, takdirine râzı olsun, verdiklerine kanaat etsin." (Taberânî)
Nefs-i mutmainne'de nefis ruha teslim olur, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerine rızâ gösterir.
Allah-u Teâlâ o nefsi daha dünyada iken cennetle müjdeliyor.
"Dön Rabb'ine! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak." (Fecr: 28)
Öyle bir halde dön ki, sen Rabb'inden hoşnut, Rabb'in de senden hoşnut.
Allah-u Teâlâ'nın bütün imtihan ve ibtilâlarına sadâkat göstermiş, gelmiş ve gelecek her şeye râzı olmuş, bütün gayret ve arzusu Mevlâ'nın hoşnutluğunu kazanmak olan nefsin hâline "Nefs-i Râziye" denir.
Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu nefis ise "Nefs-i Mardiyye" adını almıştır. Râzı olunmuş nefis demektir.
"Gir sâlih kullarımın içine!" (Fecr: 29)
Çünkü sen de onlar gibi sâlih ameller işlemiştin ve sâlih bir mümin olmuştun. Sizin için hiçbir korku ve üzüntü yoktur.
İşte gerçek saâdet ve selâmet bundan ibarettir. Allah-u Teâlâ'nın has kullarının zümresine katılmak mânevî bir bahtiyarlık vesilesidir.
"Gir cennetime!" (Fecr: 30)
Bu hitap ona hem vefat ânında hem de kıyamet gününde söylenir.
Çünkü onlar kâfirler için hazırlanan cehennemden kendilerini korumak için, dünyada iken gerekli tedbirleri almışlardı. Şirk ve isyandan, küfür ve tuğyandan kaçınarak İslâm şerefiyle müşerref, iman nuru ile münevver olmuşlardı.
•
Rivâyete göre bu Âyet-i kerime'ler nâzil olduğunda Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-:
"Yâ Resulallah! Bu ne kadar güzeldir!" demekten kendini alamadı.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bilmiş ol ki melek sana onu ölümün sırasında söyleyecektir." buyurdu. (Ebu Nuaym, Hilye)
Kaynak:
http://www.hakikat.com/dergi/180/fecr180.html
http://www.hakikat.com/dergi/181/fecr181.html