Beled Sûre-i Şerif'i (1)
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Yirmi Âyet-i kerime, seksen iki kelime ve üç yüz yirmi bir harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime'de "Emin Belde" olan "Mekke-i Mükerreme"ye yemin edildiğinden, bu mânâya delâlet eden "Beled" adını almıştır. Diğer bir adı da "Lâ Uksimu"dur.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; yine bundan önceki bazı Sûre-i şerif'lerde olduğu gibi, gönülden inanan müminlerin mutlu sonlarını, azgınların ise kötü âkıbetlerini beyan etmektedir.
İlk iki Âyet-i kerime; Resulullah Aleyhisselâm orada bulunduğu için, mekânların en şereflisi olan Mekke-i mükerreme şehrine yemin edilerek başlamaktadır.
Sonraki iki Âyet-i kerime'de babaya ve çocuğuna yemin edilerek, insanın doğumundan ölümüne kadar zorluk içinde bir ömür süreceği belirtilmektedir.
On birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ insana maddî ve mânevî birtakım nimetler verdiği, iyilik ve kötülük yollarını gösterdiği halde, güç ve servetlerine aldananların O'na karşı isyan ettikleri anlatılmaktadır.
On yedinci Âyet-i kerime'ye kadar sarp geçite benzeyen iyilik yolunu geçebilmek için yapılması gereken tavsiyeler açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, iman ettikten sonra birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerin, defterleri sağlarından verilenler olduğu; Âyet'lerini tanımayanların ise defterleri sollarından verilenler olduğu ve cehennemin üzerlerine sımsıkı kapatılacağı, müminle kâfirin birbirinden ayrılacağı haber verilmektedir.
Emin Belde:
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğup büyüdüğü, yaşadığı belde olan Mekke-i mükerreme şehrinin yüceliğini ve faziletini göstermek için üzerine yemin etmiştir:
"Bu beldeye yemin ederim ki!" (Beled: 1)
Mekke-i mükerreme Allah katında şehirlerin en şereflisi ve en muteberidir. Allah-u Teâlâ emin bir sığınak olmak üzere Kâbe-i muazzama'yı orada kurdurdu. Orayı güvenli haram bölge ve müslümanların kıblesi kıldı.
"Sen bu beldede oturmaktasın." (Beled: 2)
Allah-u Teâlâ bu beldenin şan ve şerefini, orada oturan âlî Peygamber'in şan ve şerefiyle ilgili olduğunu bildirmektedir. Âlemlerin Nur'u orada doğdu. Oranın tâzimini artırdı, şerefine şeref kattı. Kur'an-ı Azîmüşân orada indirilmeye başlandı. Nur-i Muhammedî orada tulû etti, bütün âlemlere oradan yayıldı.
Ne garip tecellîdir ki, müşrikler bu şehrin azametini ve hürmetini artıran zâtı oradan çıkarmak istiyorlardı.
Zorluklarla Geçen Ömür:
Allah-u Teâlâ babaya ve çocuğunun üzerine yemin ederek, insanın doğumundan ölümüne kadar yorgunluk, meşakkat ve zorluklar içinde bir ömür sürdüğünü beyan etmektedir:
"Babaya ve (ondan meydana gelen) çocuğa yemin ederim ki!" (Beled: 3)
Allah-u Teâlâ insanları hikmeti icabı olarak bir defada değil de, nesil nesil birbirlerinden üretmiştir. O'nun kulları üzerindeki hakkı büyük olduğu gibi, babanın da evlâdı üzerindeki hakkı büyüktür.
"Biz insanı zorluklar içinde yarattık." (Beled: 4)
İnsan bu dünyaya eğlence ve dinlenme için gelmemiştir. Dünya mihnet, meşakkat sıkıntı ve dert yeridir. İnsan hayatı boyunca çeşit çeşit musibetlere mübtelâ olur. Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi zaman nimetlerle, kimi zaman darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi zaman sağlıkla imtihandan geçmektedirler. Hayat dalgalıdır. İnsan bir gün güler, üç gün ağlar. Doğar, büyür, ihtiyarlık çağına girer, sonunda da ölür. Ruhunun bedenine girmesi ile çıkması arasında rahat bir zaman geçirdiği az olur.
Sarp Geçit:
İnsanoğlu başıboş bırakıldığını zanneder. Malını nereden kazandığının nereye harcadığının sorulmayacağını sanır.
Haram helâl demez, gayr-i meşru yollardan kazanç sağlar. Zulmeder, azgınlık eder, haksız yere onun bunun malını gasbeder. Hayır ve infaka dâvet edildiğinde, o zamana kadar verdiklerinin yeterli olduğunu iddiâ eder.
Her ne kadar malından infak etmiş bulunsa bile, görsünler ve işitsinler diye infak etmiştir. Bu harcamayı hayırlı bir iş için değil, sadece gösteriş için yapmıştır. Bir de şu var ki israf ettiği mal ile kibirlenir durur.
Bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"O, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?" (Beled: 5)
Bu kadar yorgunluk ve meşakkat içinde olmasına rağmen hiçbir ahiret hazırlığı yapmıyor. Dünyada her istediğini yapacağını, kendisine hesap soracak bir mercinin, herhangi bir kimsenin olacağını hiç hesaba katmıyor. Her yaptığının yanına kâr kalacağını zannediyor.
"'Yığın yığın mal sarfedip tükettim!' diyor." (Beled: 6)
Gösteriş yapmak ve övünmek için harcamış olduğu çok malı olduğunu anlatmak istiyor.
Câhiliye devri insanları servetlerini gösteriş için, meşhur olmak için sarfederler, bunu bir cömertlik alâmeti ve büyüklük işareti sayarak övünürlerdi.
"O, hiç kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor?" (Beled: 7)
İş onun sandığı ve düşündüğü gibi değildir. Allah-u Teâlâ ondan haberdardır, onun kazandığı malı hangi yolla kazandığını, hangi maksatla sarfettiğini, sarfedip sarfetmediğini bilmektedir. Kıyamet gününde ona soracak ve yaptıklarının cezâsını verecektir. Çünkü dünya bir imtihan sahnesidir, insana verilen servet denemek için verilmiştir.
Allah-u Teâlâ öğüt ve ibret alması, şükretmesi için verdiği nimetleri ona hatırlattı:
"Biz ona iki göz vermedik mi?" (Beled: 8)
Görülmesi gereken gerçeği görsün diye. Gözünü açıp bakmış olsa hakikati görecek, sapıklığı farkedecek ve vakit kaybetmeden bir an önce Hakk yoluna koyulacak.
"Bir dil ve iki dudak vermedik mi?" (Beled: 9)
Hayırlı ve güzel söz söylesin, içindeki düşüncelerini ifade etsin, helâl yiyip içsin diye. İnsanoğlu sadece bunu düşünse ve şükrünü yapmış olsa, yola gelmiş ve hakikati görmüş olur.
"Biz ona (doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?" (Beled: 10)
Ki bu nimetleri tefekkür ederek hidayet yoluna girsin, sapıklık yoluna girmekten sakınsın. Hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, doğru ile eğriyi, hayır ile şerri, güzel ile çirkini ayırsın ve hakikate yönelsin.
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer, iyilik ve kötülük yollarını göstermiş, kullarına da iyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Hidayet Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir. Hidayetin zıddı dalâlettir. Dalâlet, doğru yoldan sapmaktır. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi imansızlıktır.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu şeçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fitrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz'î iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, isterse nankör olsun." (İnsan: 3)
O ise, kendisine gösterilen hidayet yoluna giremedi. Allah-u Teâlâ'nın peygamberler göndererek, kitaplar indirerek açıklayıp tanıttığı nurlu yolu takip edemedi.
"Fakat o, sarp gecidi geçmeye katlanamadı." (Beled: 11)
Zorluklara göğüs germek istemedi, nefsinin arzularını tercih etti, kendisini iyilik yollarına ulaştıracak sebepleri araştırmadı.
____________________________________________________________________________________
Beled Sûre-i Şerif'i (2)
Sarp Geçit:
"Geçen aydan kaldığımız yerden devam ediyoruz."
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sarp geçidin ne olduğunu bilir misin?" (Beled: 12)
Allah-u Teâlâ bu sarp geçidin ne olduğunu sormakla engelin büyüklüğünü ve o engeli aşmanın güçlüğünü beyan buyurmuş oluyor.
"Köle azad etmektir." (Beled: 13)
Bakara sure-i şerif'inin 177. Âyet-i kerime'sinde de köle azad edenler övülmektedir.
Nitekim Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'in, İslâmiyet'in ilk yıllarında köle satın alarak azad etmesi ile Allah-u Teâlâ'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın hoşnutluğunu kazanması malumdur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; herhangi bir kimse köle azad ettiğinde Allah-u Teâlâ'nın, o kölenin her uzvuna karşılık o kimsenin bir uzvunu cehennemden koruyacağını beyan buyurmuştur. (Buhârî - Müslim)
Burada bir insan hürriyete kavuşturulmuş oluyor. İki türlü kölelik vardır; zâhiren kölelik, bâtınen kölelik. Bir köleyi azad etmekle, bir insan zâhiren bağdan kurtulmuş oluyor. Fakat nefsin köleliğinden bir kimseyi kurtarmak ise bundan çok daha mühimdir.
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf hidayetine eren, hakikati bulan bir insanın; Hakk ve hakikatten gafil, ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalplerini nurlandırmaya gayret etmesi lâzımdır.
Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları bir kere taktı mı, bilse de bilmese de çeker götürür.
"Veya (kıtlık gibi) açlık duyulan bir günde yemek yedirmektir." (Beled: 14)
Böyle çetin bir açlık zamanında yemek yedirebilmek, bir can kurtarabilmek kadar büyük bir fedâkârlıktır ve imanın bir mihenk taşı gibidir.
"Hısım sayılan bir yetime." (Beled: 15)
Çünkü yetimler şefkat ve merhamete daha çok lâyıktır. Bunda da hâliyle nesep ve din yakınlığının tercih edilmesi gerekir.
"Yahut da yere serilmiş (bitkin, kimsesiz) bir yoksula." (Beled: 16)
Miskinler, günlük yiyecekleri olmayacak kadar aşırı derecede sıkıntı içinde bulunan, yoksul ve düşkün kimselerdir. Miskinlik, fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak mânâsına gelir. Dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını bilmeyen onları zengin sanır. Onları simâlarından tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler." (Bakara: 273)
Nice yoksullar vardır ki zengin görünümündedirler, muhtaç durumda olduklarını gizlerler. Bunları tanımak müminlerin ferasetine bırakılmıştır.
İnsanla cennete varan yol üzerinde bulunan bu sarp geçit, ancak Allah-u Teâlâ'nın bahşedeceği imanla aşılabilir. Kullarına karşı engin merhamet sahibi olan Allah-u Teâlâ bu geçiti katetme yolunu da göstermiş oluyor.
Kişinin bu sarp geçidi geçmesi, yokuşu aşması için Allah yolunda cömertlik yapması, bu uğurda gayret sarfetmesi; köle azad etmesi, önce akrabasından başlamak üzere kıtlık zamanlarında yetimleri doyurması veya hiçbir azık bulamayan düşkün kimselere ihsanda bulunması gerekmektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır.
Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.
Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)
•
Allah-u Teâlâ daha sonra bu sarp geçidi aşmada imanın en büyük âmil olduğunu, müminlerin birbirlerine Allah yolundaki zahmet ve güçlüklere tahammül etmeleri için sabrı tavsiye etmelerini, mahlûkata merhamet hususunda birbirlerine tavsiyede bulunmalarını beyan buyuruyor:
"Sonra iman edenlerden olmak; birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden, merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden olmaktır." (Beled: 17)
Sabır mücadele ile nefsin arzu ve lezzetlerine muhalefet etmek, Hakk'ın arzu ve isteklerini yapmakta azim ve sebat göstermek, ibtilâlar karşısında kurtuluşu Allah-u Teâlâ'dan beklemek demektir.
İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder, onlara yardım ederek derecelerini yükseltir. Ücret ve mükâfat alan herkesin mükâfatı sınırlı olacağı halde, sabredenlerin ecri sınırsız ve hesapsız olur. İmanın aslı sabırdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabırdır, iman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Ahlâkın da, ilmin de, amelin de başı sabırdır. Nefis terbiyesinin en mühim bir merhalesidir, insanın saâdet sırrıdır. İmtihan sabırla verilir, ibtilâlar sabır sayesinde küçülür. Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Mümin sabrı nispetinde derece alır ve terakki eder. Rızâ makamına sabırla kavuşulur, kalp de sâfileşir.
Sabır bu derece önemli olduğu gibi, mümin kardeşlerine sabrı ve merhameti tavsiye etmek de o kadar önemlidir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de müminlere duâlarında şöyle söylemeleri beyan buyurulmaktadır:
"De ki: Ey Rabb'im! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın." (Müminûn: 118)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in müslümanlar arasında en çok yerleştirmeye çalıştığı ve üzerinde durduğu yüksek ahlâkî meziyet, hiç şüphesiz ki merhamettir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanlara merhamet etmeyenlere Allah merhamet buyurmaz." (Buhârî)
Merhamet, acıyıp esirgemek demektir. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat ve merhamet göstermek, emsallere karşı da müsamahalı davranmak dinimizin üzerinde durduğu ahlâki faziletlerdendir.
Müslümanların herhangi bir işe başlamak istemeleri hâlinde ilk önce "Besmele-i şerif" ile, yani Allah-u Teâlâ'nın sonsuz merhamet sahibi olduğunu bildiren "Rahman" ve "Rahîm" ism-i şerif'leri ile başlamaları emredilmiştir. Her şey ilâhî rahmetin bir tecellîsidir.
Bu Âyet-i kerime'lerde yapılan iyiliklerin, amel ve ibadetlerin ancak imanla birlikte yapıldığı takdirde menfaat vereceği belirtilmektedir.
"İşte bunlar, sağ tarafta yerlerini alan sağın adamlarıdır." (Beled: 18)
Kitapları sağ tarafından verilecek olan Ashâb-ı yemin, amel-i sâlih işlemekte en ileri giden, hem kendilerine hem de başkalarına huzur ve menfaat veren uğurlu kimselerdir.
Allah-u Teâlâ itaatkârlarla isyankârların durumlarını birlikte açıklamış, bahtiyarlarla bedbahtların arasındaki farkı beşeriyete duyurmuştur.
"Âyetlerimizi inkâr edenler ise; işte onlar, sol tarafta yerlerini alan solun adamlarıdır." (Beled: 19)
Kitapları sol tarafından verilecek olan uğursuz Ashâb-ı şimal ise, küfür ve isyanda en ileri giden, hem kendilerine hem başkalarına uğursuzluk veren kimselerdir.
"Ve üzerlerine kapıları kapanmış bir ateş vardır." (Beled: 20)
Cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere sımsıkı kapatıldığı için, artık kaçıp kurtulmaları mümkün değildir. Hiçbir baca ve delik yoktur ki, oradan kendilerini rahatlatacak bir serinleme gelsin. O ateşin içinde sonsuza kadar azaplarla başbaşa kalacaklardır.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Yirmi Âyet-i kerime, seksen iki kelime ve üç yüz yirmi bir harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime'de "Emin Belde" olan "Mekke-i Mükerreme"ye yemin edildiğinden, bu mânâya delâlet eden "Beled" adını almıştır. Diğer bir adı da "Lâ Uksimu"dur.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; yine bundan önceki bazı Sûre-i şerif'lerde olduğu gibi, gönülden inanan müminlerin mutlu sonlarını, azgınların ise kötü âkıbetlerini beyan etmektedir.
İlk iki Âyet-i kerime; Resulullah Aleyhisselâm orada bulunduğu için, mekânların en şereflisi olan Mekke-i mükerreme şehrine yemin edilerek başlamaktadır.
Sonraki iki Âyet-i kerime'de babaya ve çocuğuna yemin edilerek, insanın doğumundan ölümüne kadar zorluk içinde bir ömür süreceği belirtilmektedir.
On birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ insana maddî ve mânevî birtakım nimetler verdiği, iyilik ve kötülük yollarını gösterdiği halde, güç ve servetlerine aldananların O'na karşı isyan ettikleri anlatılmaktadır.
On yedinci Âyet-i kerime'ye kadar sarp geçite benzeyen iyilik yolunu geçebilmek için yapılması gereken tavsiyeler açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, iman ettikten sonra birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerin, defterleri sağlarından verilenler olduğu; Âyet'lerini tanımayanların ise defterleri sollarından verilenler olduğu ve cehennemin üzerlerine sımsıkı kapatılacağı, müminle kâfirin birbirinden ayrılacağı haber verilmektedir.
Emin Belde:
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğup büyüdüğü, yaşadığı belde olan Mekke-i mükerreme şehrinin yüceliğini ve faziletini göstermek için üzerine yemin etmiştir:
"Bu beldeye yemin ederim ki!" (Beled: 1)
Mekke-i mükerreme Allah katında şehirlerin en şereflisi ve en muteberidir. Allah-u Teâlâ emin bir sığınak olmak üzere Kâbe-i muazzama'yı orada kurdurdu. Orayı güvenli haram bölge ve müslümanların kıblesi kıldı.
"Sen bu beldede oturmaktasın." (Beled: 2)
Allah-u Teâlâ bu beldenin şan ve şerefini, orada oturan âlî Peygamber'in şan ve şerefiyle ilgili olduğunu bildirmektedir. Âlemlerin Nur'u orada doğdu. Oranın tâzimini artırdı, şerefine şeref kattı. Kur'an-ı Azîmüşân orada indirilmeye başlandı. Nur-i Muhammedî orada tulû etti, bütün âlemlere oradan yayıldı.
Ne garip tecellîdir ki, müşrikler bu şehrin azametini ve hürmetini artıran zâtı oradan çıkarmak istiyorlardı.
Zorluklarla Geçen Ömür:
Allah-u Teâlâ babaya ve çocuğunun üzerine yemin ederek, insanın doğumundan ölümüne kadar yorgunluk, meşakkat ve zorluklar içinde bir ömür sürdüğünü beyan etmektedir:
"Babaya ve (ondan meydana gelen) çocuğa yemin ederim ki!" (Beled: 3)
Allah-u Teâlâ insanları hikmeti icabı olarak bir defada değil de, nesil nesil birbirlerinden üretmiştir. O'nun kulları üzerindeki hakkı büyük olduğu gibi, babanın da evlâdı üzerindeki hakkı büyüktür.
"Biz insanı zorluklar içinde yarattık." (Beled: 4)
İnsan bu dünyaya eğlence ve dinlenme için gelmemiştir. Dünya mihnet, meşakkat sıkıntı ve dert yeridir. İnsan hayatı boyunca çeşit çeşit musibetlere mübtelâ olur. Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi zaman nimetlerle, kimi zaman darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi zaman sağlıkla imtihandan geçmektedirler. Hayat dalgalıdır. İnsan bir gün güler, üç gün ağlar. Doğar, büyür, ihtiyarlık çağına girer, sonunda da ölür. Ruhunun bedenine girmesi ile çıkması arasında rahat bir zaman geçirdiği az olur.
Sarp Geçit:
İnsanoğlu başıboş bırakıldığını zanneder. Malını nereden kazandığının nereye harcadığının sorulmayacağını sanır.
Haram helâl demez, gayr-i meşru yollardan kazanç sağlar. Zulmeder, azgınlık eder, haksız yere onun bunun malını gasbeder. Hayır ve infaka dâvet edildiğinde, o zamana kadar verdiklerinin yeterli olduğunu iddiâ eder.
Her ne kadar malından infak etmiş bulunsa bile, görsünler ve işitsinler diye infak etmiştir. Bu harcamayı hayırlı bir iş için değil, sadece gösteriş için yapmıştır. Bir de şu var ki israf ettiği mal ile kibirlenir durur.
Bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"O, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?" (Beled: 5)
Bu kadar yorgunluk ve meşakkat içinde olmasına rağmen hiçbir ahiret hazırlığı yapmıyor. Dünyada her istediğini yapacağını, kendisine hesap soracak bir mercinin, herhangi bir kimsenin olacağını hiç hesaba katmıyor. Her yaptığının yanına kâr kalacağını zannediyor.
"'Yığın yığın mal sarfedip tükettim!' diyor." (Beled: 6)
Gösteriş yapmak ve övünmek için harcamış olduğu çok malı olduğunu anlatmak istiyor.
Câhiliye devri insanları servetlerini gösteriş için, meşhur olmak için sarfederler, bunu bir cömertlik alâmeti ve büyüklük işareti sayarak övünürlerdi.
"O, hiç kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor?" (Beled: 7)
İş onun sandığı ve düşündüğü gibi değildir. Allah-u Teâlâ ondan haberdardır, onun kazandığı malı hangi yolla kazandığını, hangi maksatla sarfettiğini, sarfedip sarfetmediğini bilmektedir. Kıyamet gününde ona soracak ve yaptıklarının cezâsını verecektir. Çünkü dünya bir imtihan sahnesidir, insana verilen servet denemek için verilmiştir.
Allah-u Teâlâ öğüt ve ibret alması, şükretmesi için verdiği nimetleri ona hatırlattı:
"Biz ona iki göz vermedik mi?" (Beled: 8)
Görülmesi gereken gerçeği görsün diye. Gözünü açıp bakmış olsa hakikati görecek, sapıklığı farkedecek ve vakit kaybetmeden bir an önce Hakk yoluna koyulacak.
"Bir dil ve iki dudak vermedik mi?" (Beled: 9)
Hayırlı ve güzel söz söylesin, içindeki düşüncelerini ifade etsin, helâl yiyip içsin diye. İnsanoğlu sadece bunu düşünse ve şükrünü yapmış olsa, yola gelmiş ve hakikati görmüş olur.
"Biz ona (doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?" (Beled: 10)
Ki bu nimetleri tefekkür ederek hidayet yoluna girsin, sapıklık yoluna girmekten sakınsın. Hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, doğru ile eğriyi, hayır ile şerri, güzel ile çirkini ayırsın ve hakikate yönelsin.
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer, iyilik ve kötülük yollarını göstermiş, kullarına da iyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Hidayet Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir. Hidayetin zıddı dalâlettir. Dalâlet, doğru yoldan sapmaktır. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi imansızlıktır.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu şeçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fitrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz'î iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, isterse nankör olsun." (İnsan: 3)
O ise, kendisine gösterilen hidayet yoluna giremedi. Allah-u Teâlâ'nın peygamberler göndererek, kitaplar indirerek açıklayıp tanıttığı nurlu yolu takip edemedi.
"Fakat o, sarp gecidi geçmeye katlanamadı." (Beled: 11)
Zorluklara göğüs germek istemedi, nefsinin arzularını tercih etti, kendisini iyilik yollarına ulaştıracak sebepleri araştırmadı.
____________________________________________________________________________________
Beled Sûre-i Şerif'i (2)
Sarp Geçit:
"Geçen aydan kaldığımız yerden devam ediyoruz."
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sarp geçidin ne olduğunu bilir misin?" (Beled: 12)
Allah-u Teâlâ bu sarp geçidin ne olduğunu sormakla engelin büyüklüğünü ve o engeli aşmanın güçlüğünü beyan buyurmuş oluyor.
"Köle azad etmektir." (Beled: 13)
Bakara sure-i şerif'inin 177. Âyet-i kerime'sinde de köle azad edenler övülmektedir.
Nitekim Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'in, İslâmiyet'in ilk yıllarında köle satın alarak azad etmesi ile Allah-u Teâlâ'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın hoşnutluğunu kazanması malumdur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; herhangi bir kimse köle azad ettiğinde Allah-u Teâlâ'nın, o kölenin her uzvuna karşılık o kimsenin bir uzvunu cehennemden koruyacağını beyan buyurmuştur. (Buhârî - Müslim)
Burada bir insan hürriyete kavuşturulmuş oluyor. İki türlü kölelik vardır; zâhiren kölelik, bâtınen kölelik. Bir köleyi azad etmekle, bir insan zâhiren bağdan kurtulmuş oluyor. Fakat nefsin köleliğinden bir kimseyi kurtarmak ise bundan çok daha mühimdir.
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf hidayetine eren, hakikati bulan bir insanın; Hakk ve hakikatten gafil, ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalplerini nurlandırmaya gayret etmesi lâzımdır.
Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları bir kere taktı mı, bilse de bilmese de çeker götürür.
"Veya (kıtlık gibi) açlık duyulan bir günde yemek yedirmektir." (Beled: 14)
Böyle çetin bir açlık zamanında yemek yedirebilmek, bir can kurtarabilmek kadar büyük bir fedâkârlıktır ve imanın bir mihenk taşı gibidir.
"Hısım sayılan bir yetime." (Beled: 15)
Çünkü yetimler şefkat ve merhamete daha çok lâyıktır. Bunda da hâliyle nesep ve din yakınlığının tercih edilmesi gerekir.
"Yahut da yere serilmiş (bitkin, kimsesiz) bir yoksula." (Beled: 16)
Miskinler, günlük yiyecekleri olmayacak kadar aşırı derecede sıkıntı içinde bulunan, yoksul ve düşkün kimselerdir. Miskinlik, fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak mânâsına gelir. Dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını bilmeyen onları zengin sanır. Onları simâlarından tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler." (Bakara: 273)
Nice yoksullar vardır ki zengin görünümündedirler, muhtaç durumda olduklarını gizlerler. Bunları tanımak müminlerin ferasetine bırakılmıştır.
İnsanla cennete varan yol üzerinde bulunan bu sarp geçit, ancak Allah-u Teâlâ'nın bahşedeceği imanla aşılabilir. Kullarına karşı engin merhamet sahibi olan Allah-u Teâlâ bu geçiti katetme yolunu da göstermiş oluyor.
Kişinin bu sarp geçidi geçmesi, yokuşu aşması için Allah yolunda cömertlik yapması, bu uğurda gayret sarfetmesi; köle azad etmesi, önce akrabasından başlamak üzere kıtlık zamanlarında yetimleri doyurması veya hiçbir azık bulamayan düşkün kimselere ihsanda bulunması gerekmektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır.
Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.
Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)
•
Allah-u Teâlâ daha sonra bu sarp geçidi aşmada imanın en büyük âmil olduğunu, müminlerin birbirlerine Allah yolundaki zahmet ve güçlüklere tahammül etmeleri için sabrı tavsiye etmelerini, mahlûkata merhamet hususunda birbirlerine tavsiyede bulunmalarını beyan buyuruyor:
"Sonra iman edenlerden olmak; birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden, merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden olmaktır." (Beled: 17)
Sabır mücadele ile nefsin arzu ve lezzetlerine muhalefet etmek, Hakk'ın arzu ve isteklerini yapmakta azim ve sebat göstermek, ibtilâlar karşısında kurtuluşu Allah-u Teâlâ'dan beklemek demektir.
İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder, onlara yardım ederek derecelerini yükseltir. Ücret ve mükâfat alan herkesin mükâfatı sınırlı olacağı halde, sabredenlerin ecri sınırsız ve hesapsız olur. İmanın aslı sabırdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabırdır, iman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Ahlâkın da, ilmin de, amelin de başı sabırdır. Nefis terbiyesinin en mühim bir merhalesidir, insanın saâdet sırrıdır. İmtihan sabırla verilir, ibtilâlar sabır sayesinde küçülür. Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Mümin sabrı nispetinde derece alır ve terakki eder. Rızâ makamına sabırla kavuşulur, kalp de sâfileşir.
Sabır bu derece önemli olduğu gibi, mümin kardeşlerine sabrı ve merhameti tavsiye etmek de o kadar önemlidir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de müminlere duâlarında şöyle söylemeleri beyan buyurulmaktadır:
"De ki: Ey Rabb'im! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın." (Müminûn: 118)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in müslümanlar arasında en çok yerleştirmeye çalıştığı ve üzerinde durduğu yüksek ahlâkî meziyet, hiç şüphesiz ki merhamettir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanlara merhamet etmeyenlere Allah merhamet buyurmaz." (Buhârî)
Merhamet, acıyıp esirgemek demektir. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat ve merhamet göstermek, emsallere karşı da müsamahalı davranmak dinimizin üzerinde durduğu ahlâki faziletlerdendir.
Müslümanların herhangi bir işe başlamak istemeleri hâlinde ilk önce "Besmele-i şerif" ile, yani Allah-u Teâlâ'nın sonsuz merhamet sahibi olduğunu bildiren "Rahman" ve "Rahîm" ism-i şerif'leri ile başlamaları emredilmiştir. Her şey ilâhî rahmetin bir tecellîsidir.
Bu Âyet-i kerime'lerde yapılan iyiliklerin, amel ve ibadetlerin ancak imanla birlikte yapıldığı takdirde menfaat vereceği belirtilmektedir.
"İşte bunlar, sağ tarafta yerlerini alan sağın adamlarıdır." (Beled: 18)
Kitapları sağ tarafından verilecek olan Ashâb-ı yemin, amel-i sâlih işlemekte en ileri giden, hem kendilerine hem de başkalarına huzur ve menfaat veren uğurlu kimselerdir.
Allah-u Teâlâ itaatkârlarla isyankârların durumlarını birlikte açıklamış, bahtiyarlarla bedbahtların arasındaki farkı beşeriyete duyurmuştur.
"Âyetlerimizi inkâr edenler ise; işte onlar, sol tarafta yerlerini alan solun adamlarıdır." (Beled: 19)
Kitapları sol tarafından verilecek olan uğursuz Ashâb-ı şimal ise, küfür ve isyanda en ileri giden, hem kendilerine hem başkalarına uğursuzluk veren kimselerdir.
"Ve üzerlerine kapıları kapanmış bir ateş vardır." (Beled: 20)
Cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere sımsıkı kapatıldığı için, artık kaçıp kurtulmaları mümkün değildir. Hiçbir baca ve delik yoktur ki, oradan kendilerini rahatlatacak bir serinleme gelsin. O ateşin içinde sonsuza kadar azaplarla başbaşa kalacaklardır.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh