TÂRIK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminin ortalarında, müşriklerin inananlara işkence yapmaya başlamaları üzerine nâzil olmuştur. On yedi Âyet-i kerime, yetmiş iki kelime ve iki yüz doksan bir harften müteşekkildir.
Adını ilk Âyet-i kerime'de geçen "Târık" kelimesinden alır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle, içinde parlak yıldızlar bulunan göğe yemin ederek başlar.
Beşinci Âyet-i kerime'ye kadar ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen parlak yıldızları tanıttıktan sonra, her canlının üzerinde bir koruyucu, bir gözetleyici bulunduğunu beyan etmektedir.
On birinci Âyet-i kerime'ye kadar insan kendi yaratılışındaki ilâhî kudreti düşünmeye dâvet edilmekte, Allah-u Teâlâ'nın ölümden sonra insanları tekrar diriltmeye kâdir olduğu, ahiret gününde bütün sırların ortaya çıkarılacağı, o günde hiçbir surette kaçış imkânı olmadığı açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; gökyüzüne ve yere yemin edilerek, Kur'an-ı kerim'in hakkı bâtıldan ayıran bir kitap olduğu insanlık âlemine duyurulmakta, plân çeviren kâfirler tehdit edilmektedir.
Necm-i Sâkıb:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde göğe ve gökte yaratmış olduğu parlak yıldızlar üzerine yemin ediyor ve şöyle buyuruyor:
"Andolsun göğe ve Târık'a!" (Târık: 1)
Onların mahiyetini O'ndan başka kimse bilemez.
"Târık'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?" (Târık: 2)
Hiç şüphesiz ki o, Allah-u Teâlâ'nın bildirmesiyle bilinebilir.
"O, karanlığı delen yıldızdır." (Târık: 3)
Necm-i sâkıb; ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza denir.
Böyle olmakla beraber:
"Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." (Nahl: 16)
Âyet-i kerime'si mucibince, yıldızda bir hidayet ve yol gösterme mânâsı olduğuna göre "Târık" mânevî şeyler için de kullanılır.
Yani:
"Göğe ve karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için yıldız gibi maddemizi delip gönüllerimize işleyen nura yemin olsun!"
"Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde bir koruyucu, bir gözetleyici bulunmasın." (Târık: 4)
O, bunların hepsini aynı seviyede işitir, görür ve bilir.
Asıl yüce makamından ayrılıp ten kafesine inen ve tekrar yüksek burçlara yükselmeye kabiliyetli bulunan ruhânî lâtifeler, ancak peşpeşe yapılacak murakabalarla yükselebilir. Murakabalardan geçtikçe iman tekâmül eder. İnsan tekâmül edemediği için Allah-u Teâlâ'nın kendisini görüp gözettiğini bilememektedir.
Bütün hareketleriniz Allah-u Teâlâ'nın kontrolü altındadır. Yaptıklarınızdan, sözlerinizden ve niyetlerinizden hiçbiri O'ndan gizli kalmaz.
"İnsan neden yaratıldığına bir baksın!" (Târık: 5)
Allah-u Teâlâ insana bizzat kendi varlığını tefekkür etmeye dâvet ediyor. Nasıl meydana geldiğinizi bir düşünün! Hiç yok iken sizi bu hâle getiren kimdir? Onu yaratan neden yaratmıştır?
Allah-u Teâlâ insanları hikmeti icabı olarak bir defada değil de, nesil nesil birbirlerinden üretmiştir. Kadın ve erkeği yaratıp, onların kalplerine sevgi ve muhabbeti yerleştirdi. Öyle ki, cinsi cazibe sebebiyle sabredemez oldular. Yaratılışlarında mevcut olan şehvet duygusu, onları birleşmeye zorladı. Bu suretle, babanın sulbünde toplanan meni, ana rahmine kendi özelliği içinde ilkah olundu.
İnsandaki ruh-i hayvânî, gıda olarak o bitkiyi yer. Bir müddet erkeğin sulbünde üreme nüvesi hâlinde kalır. Daha sonra nutfe olarak ana rahmine geçer.
"Atılıp dökülen bir sudan yaratıldı." (Târık: 6)
Burada "Atılıp dökülen su" ile, erkekten hızla çıkan ve rahme dökülen "Meni" kastedilmiştir.
"O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar." (Târık: 7)
Meni, bir çeşit sıvı ile nutfe yani sperma hayvancıklarının karışımından meydana gelir. Erkeğin sulbünden çıkar. Yumurtacık ise, kadının göğüs kemikleri arasından çıkar. Nitekim doğum yapan kadının göğsünde süt meydana gelmesi, göğüsle ana rahmi arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
"Allah'ın onu yeniden döndürmeye elbette gücü yeter!" (Târık: 8)
Çünkü insanı numunesiz olarak hiç yoktan yaratmaya muktedir olan Allah, ölümden sonra tekrar diriltmeye elbette muktedirdir.
"O günde ki, bütün gizli sırlar meydana çıkarılır." (Târık: 9)
Perde kalktığı zaman gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler, maksatlar ortaya serilir. O büyük mahkemede kâfir, fâsık, fâcir kimseler bazı mazeretler sayıp dökseler de, yaptıklarını gayet iyi bilecekler. İşte o vakit gözleri tam açılır.
"İnsanın o gün gücü kuvveti de, yardımcısı da yoktur." (Târık: 10)
Kaçış yolları yok, kendilerine yardımcı olabilecek, destekte bulunacak kimse yok, mazeret öne sürüp kurtulabilme ümitleri yok... Başlarının derdini düşünmekten başka çareleri de yok. Artık azaptan başka bir şeyle karşılaşmayacaklarını, kendilerini kurtaracak bir yardımcının bulunmadığını anlamış olurlar.
Ayırt Edici Kesin Söz:
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde göğe ve yere, onlardaki iki hadiseye yemin etmektedir:
"Dönüp dolaşan göğe andolsun ki!" (Târık: 11)
Sınırı bizce bilinmeyen gökteki cisimler hareket halindedirler.
"Reci" kelimesi dönmek ve döndürülmek mânâsına geldiği gibi "Yağmur" mânâsına da gelir. Allah-u Teâlâ denizden milyonlarca ton suları yükseltip havanın içine çekmekte, onları gökyüzünde tutmakta ve sistemli bir şekilde kuru bölgelere yağmur şeklinde döndürmektedir.
"Ve yarılan yere andolsun ki!" (Târık: 12)
O yerden bitki, ağaç ve çiçekler çıkar.
Gökteki nizamlı ve intizamlı hareket, muallâ manzaralar, yerdeki faydalı yarılma, sürülme ve açılma; hem Sâni-i zülcelâl'in kudret ve azametini tezahür ettirmekte, hem de her hadisede O'nun düzenlemesi ile ilgili bir plânın mevcudiyetini ortaya koymaktadır.
Allah-u Teâlâ bu yeminden sonra Kur'an-ı kerim'in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz, hakikat ile dalâlet arasında kesin bir berzah olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki bu Kur'an, (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür." (Târık: 13)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur'an-ı kerim'dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı saâdet'ten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir. Çünkü Allah kelâmıdır. Söz O'nun sözü, hüküm O'nun hükmü, kitap O'nun kitabıdır. O'nun hükmünü kim bozabilir? O'nun hükmünden kim kurtulabilir?
Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nuru ile aydınlanmaktır.
"O aslâ bir eğlence değildir." (Târık: 14)
Gönüllerde saygı duyulan ciddi bir Kitap'tır. Hakikatin tâ kendisidir. Sapıklar onunla yolunu bulur, onunla dirilir.
"Onlar (onu iptal etmek için) bir tuzak kuruyorlar." (Târık: 15)
Onun nurunu söndürmek, hükümlerini geçersiz saymak istiyorlar.
Nâzil olduğu günden bugüne kadar asırlardır bu sapıklığı gerçekleştirmek isteyenler aslâ emellerine erememişler, kıyamete kadar da eremeyecekleri açık bir gerçektir.
"Ben de bir tuzak kurmaktayım. (Hilelerine karşılık vereceğim.)" (Târık: 16)
Onlara fırsat ve mühlet veririm, bu fırsatla aldanırlar. Hilelerine devam ederken ansızın yakalarım ve cezâlarını veririm.
"Hele sen o inkârcılara mühlet ver, (onları biraz kendi hâllerine bırak!)." (Târık: 17)
Başlarına azabın hemen gelmesini isteme. Süreleri dolunca, başlarına nasıl bir felâket geleceğini ve ne gibi ağır bir cezâya çarptırılacaklarını çok geçmeden göreceksin. Ahiretteki cezâları ise hiç şüphesiz daha ağırdır.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminin ortalarında, müşriklerin inananlara işkence yapmaya başlamaları üzerine nâzil olmuştur. On yedi Âyet-i kerime, yetmiş iki kelime ve iki yüz doksan bir harften müteşekkildir.
Adını ilk Âyet-i kerime'de geçen "Târık" kelimesinden alır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle, içinde parlak yıldızlar bulunan göğe yemin ederek başlar.
Beşinci Âyet-i kerime'ye kadar ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen parlak yıldızları tanıttıktan sonra, her canlının üzerinde bir koruyucu, bir gözetleyici bulunduğunu beyan etmektedir.
On birinci Âyet-i kerime'ye kadar insan kendi yaratılışındaki ilâhî kudreti düşünmeye dâvet edilmekte, Allah-u Teâlâ'nın ölümden sonra insanları tekrar diriltmeye kâdir olduğu, ahiret gününde bütün sırların ortaya çıkarılacağı, o günde hiçbir surette kaçış imkânı olmadığı açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; gökyüzüne ve yere yemin edilerek, Kur'an-ı kerim'in hakkı bâtıldan ayıran bir kitap olduğu insanlık âlemine duyurulmakta, plân çeviren kâfirler tehdit edilmektedir.
Necm-i Sâkıb:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde göğe ve gökte yaratmış olduğu parlak yıldızlar üzerine yemin ediyor ve şöyle buyuruyor:
"Andolsun göğe ve Târık'a!" (Târık: 1)
Onların mahiyetini O'ndan başka kimse bilemez.
"Târık'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?" (Târık: 2)
Hiç şüphesiz ki o, Allah-u Teâlâ'nın bildirmesiyle bilinebilir.
"O, karanlığı delen yıldızdır." (Târık: 3)
Necm-i sâkıb; ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza denir.
Böyle olmakla beraber:
"Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." (Nahl: 16)
Âyet-i kerime'si mucibince, yıldızda bir hidayet ve yol gösterme mânâsı olduğuna göre "Târık" mânevî şeyler için de kullanılır.
Yani:
"Göğe ve karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için yıldız gibi maddemizi delip gönüllerimize işleyen nura yemin olsun!"
"Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde bir koruyucu, bir gözetleyici bulunmasın." (Târık: 4)
O, bunların hepsini aynı seviyede işitir, görür ve bilir.
Asıl yüce makamından ayrılıp ten kafesine inen ve tekrar yüksek burçlara yükselmeye kabiliyetli bulunan ruhânî lâtifeler, ancak peşpeşe yapılacak murakabalarla yükselebilir. Murakabalardan geçtikçe iman tekâmül eder. İnsan tekâmül edemediği için Allah-u Teâlâ'nın kendisini görüp gözettiğini bilememektedir.
Bütün hareketleriniz Allah-u Teâlâ'nın kontrolü altındadır. Yaptıklarınızdan, sözlerinizden ve niyetlerinizden hiçbiri O'ndan gizli kalmaz.
"İnsan neden yaratıldığına bir baksın!" (Târık: 5)
Allah-u Teâlâ insana bizzat kendi varlığını tefekkür etmeye dâvet ediyor. Nasıl meydana geldiğinizi bir düşünün! Hiç yok iken sizi bu hâle getiren kimdir? Onu yaratan neden yaratmıştır?
Allah-u Teâlâ insanları hikmeti icabı olarak bir defada değil de, nesil nesil birbirlerinden üretmiştir. Kadın ve erkeği yaratıp, onların kalplerine sevgi ve muhabbeti yerleştirdi. Öyle ki, cinsi cazibe sebebiyle sabredemez oldular. Yaratılışlarında mevcut olan şehvet duygusu, onları birleşmeye zorladı. Bu suretle, babanın sulbünde toplanan meni, ana rahmine kendi özelliği içinde ilkah olundu.
İnsandaki ruh-i hayvânî, gıda olarak o bitkiyi yer. Bir müddet erkeğin sulbünde üreme nüvesi hâlinde kalır. Daha sonra nutfe olarak ana rahmine geçer.
"Atılıp dökülen bir sudan yaratıldı." (Târık: 6)
Burada "Atılıp dökülen su" ile, erkekten hızla çıkan ve rahme dökülen "Meni" kastedilmiştir.
"O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar." (Târık: 7)
Meni, bir çeşit sıvı ile nutfe yani sperma hayvancıklarının karışımından meydana gelir. Erkeğin sulbünden çıkar. Yumurtacık ise, kadının göğüs kemikleri arasından çıkar. Nitekim doğum yapan kadının göğsünde süt meydana gelmesi, göğüsle ana rahmi arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
"Allah'ın onu yeniden döndürmeye elbette gücü yeter!" (Târık: 8)
Çünkü insanı numunesiz olarak hiç yoktan yaratmaya muktedir olan Allah, ölümden sonra tekrar diriltmeye elbette muktedirdir.
"O günde ki, bütün gizli sırlar meydana çıkarılır." (Târık: 9)
Perde kalktığı zaman gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler, maksatlar ortaya serilir. O büyük mahkemede kâfir, fâsık, fâcir kimseler bazı mazeretler sayıp dökseler de, yaptıklarını gayet iyi bilecekler. İşte o vakit gözleri tam açılır.
"İnsanın o gün gücü kuvveti de, yardımcısı da yoktur." (Târık: 10)
Kaçış yolları yok, kendilerine yardımcı olabilecek, destekte bulunacak kimse yok, mazeret öne sürüp kurtulabilme ümitleri yok... Başlarının derdini düşünmekten başka çareleri de yok. Artık azaptan başka bir şeyle karşılaşmayacaklarını, kendilerini kurtaracak bir yardımcının bulunmadığını anlamış olurlar.
Ayırt Edici Kesin Söz:
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde göğe ve yere, onlardaki iki hadiseye yemin etmektedir:
"Dönüp dolaşan göğe andolsun ki!" (Târık: 11)
Sınırı bizce bilinmeyen gökteki cisimler hareket halindedirler.
"Reci" kelimesi dönmek ve döndürülmek mânâsına geldiği gibi "Yağmur" mânâsına da gelir. Allah-u Teâlâ denizden milyonlarca ton suları yükseltip havanın içine çekmekte, onları gökyüzünde tutmakta ve sistemli bir şekilde kuru bölgelere yağmur şeklinde döndürmektedir.
"Ve yarılan yere andolsun ki!" (Târık: 12)
O yerden bitki, ağaç ve çiçekler çıkar.
Gökteki nizamlı ve intizamlı hareket, muallâ manzaralar, yerdeki faydalı yarılma, sürülme ve açılma; hem Sâni-i zülcelâl'in kudret ve azametini tezahür ettirmekte, hem de her hadisede O'nun düzenlemesi ile ilgili bir plânın mevcudiyetini ortaya koymaktadır.
Allah-u Teâlâ bu yeminden sonra Kur'an-ı kerim'in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz, hakikat ile dalâlet arasında kesin bir berzah olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki bu Kur'an, (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür." (Târık: 13)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur'an-ı kerim'dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı saâdet'ten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir. Çünkü Allah kelâmıdır. Söz O'nun sözü, hüküm O'nun hükmü, kitap O'nun kitabıdır. O'nun hükmünü kim bozabilir? O'nun hükmünden kim kurtulabilir?
Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nuru ile aydınlanmaktır.
"O aslâ bir eğlence değildir." (Târık: 14)
Gönüllerde saygı duyulan ciddi bir Kitap'tır. Hakikatin tâ kendisidir. Sapıklar onunla yolunu bulur, onunla dirilir.
"Onlar (onu iptal etmek için) bir tuzak kuruyorlar." (Târık: 15)
Onun nurunu söndürmek, hükümlerini geçersiz saymak istiyorlar.
Nâzil olduğu günden bugüne kadar asırlardır bu sapıklığı gerçekleştirmek isteyenler aslâ emellerine erememişler, kıyamete kadar da eremeyecekleri açık bir gerçektir.
"Ben de bir tuzak kurmaktayım. (Hilelerine karşılık vereceğim.)" (Târık: 16)
Onlara fırsat ve mühlet veririm, bu fırsatla aldanırlar. Hilelerine devam ederken ansızın yakalarım ve cezâlarını veririm.
"Hele sen o inkârcılara mühlet ver, (onları biraz kendi hâllerine bırak!)." (Târık: 17)
Başlarına azabın hemen gelmesini isteme. Süreleri dolunca, başlarına nasıl bir felâket geleceğini ve ne gibi ağır bir cezâya çarptırılacaklarını çok geçmeden göreceksin. Ahiretteki cezâları ise hiç şüphesiz daha ağırdır.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh