MEARİC SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
Yükselme Derecelerinin Sahibi Allah’tır
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme dönemde nâzil olmuştur. Kırk dört Âyet-i kerime, iki yüz yirmi dört kelime ve dokuz yüz yirmi dokuz harften müteşekkildir.
Üçüncü Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ’nın yükselme dereceleri sahibi olduğu anlatılmakta ve aynı zamanda bu mânâya işaret eden “Meâric” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmaktadır. “Seele” ve “Mevâki” sûre-i şerif’i adı da verilir.
Bu Sûre-i şerif “Kıyamet” ve “Cehennem”in diğer vasıflarını açıklama hususunda “Hâkka” sûre-i şerif’inin tamamlayıcısı gibidir.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle’de kıyametin zuhuru, kıyamet gününün dehşet verici korkunç durumları anlatılmaktadır.
Cehennem azabının safhaları gözler önüne serilmektedir.
Kâfirlerin karşılaşacakları cezaların şiddeti bahis mevzuu edilmekte, nasıl kötü bir âkıbete uğrayacakları haber verilmekte, ölmeden önce dönüş yapmaları istenerek insanlar uyarılmaktadır.
İnsanın yaratılışı tasvir edilmektedir.
Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanan müminlerin yüksek vasıfları ve lâyık oldukları şekilde cennette ağırlanacakları açıklanmaktadar
Ve Meâric sûre-i şerif’i öldükten sonra dirilme ve hesabın hiç şüphe götürmeyen bir gerçek olduğuna dâir âlemlerin Rabb’ine yemin edilerek sona erer.
Şüphesiz Olan Azap:
Resulullah Aleyhisselâm’a en çok ezâ ve cefâ eden Kureyş’in seçme cânilerinden birisi de Nadr bin Hâris idi. Çok zeki ve fesat bir adamdı. Resulullah Aleyhisselâm’a daima hakaret eder, Kur’an-ı kerim’le rekabete kalkışırdı.
Müşrikler ellerinden geleni yapmalarına rağmen müslümanlığın yayılmasını engelleyemeyince Nadr bin Hâris Kureyşliler’e şunları söyledi:
“Bu adama karşı çıkma usulünüzle neticeye varamazsınız. O şimdiye kadar sizin aranızda yaşadı. Ahlâken en iyi olanınızdı. En doğru, en dürüst ve güvenilir bir kişi olarak temayüz etti. Siz tutmuşsunuz, onun bir kâhin, sihirbaz, şâir ve mecnun olduğunu söylüyorsunuz. Buna kim inanır? Halk, bir kâhin nasıl konuşur bilmiyor mu? Bir şairle bir mecnunun halini ayırt edemezler mi? Bu ithamlarınızın hiçbiri ile halkın dikkatini ondan çeviremezsiniz.”
Daha sonra halkın dikkatlerini Kur’an-ı kerim’den ayırmak için acem hikâyeleri anlatmanın bir çare olacağını onlara tavsiye etti.
Kendisi de ticaret maksadı ile Rum ve İran beldelerine gider, oralarda hikâye ve masal öğrenir, gelip Mekke halkına anlatırdı. Resulullah Aleyhisselâm bir topluluktan kalktığı zaman hemen hikâye anlatmaya başlar ve: “Allah için söyleyin, benim mi yoksa Muhammed’in mi hikâyeleri daha güzel?” derdi.
Bu maksatla şarkıcı kızlar da getirmişti. Bir kimsenin Resulullah Aleyhisselâm’ın etkisi altına girdiğini işittiği zaman şarkıcı kızı ona musallat ederdi. “Onu yedir içir, şarkılarınla kendine öyle bağla ki, oradan kopup seninle hemhâl olsun.” derdi.
Nadr bin Hâris bu sözü söylediği zaman Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Yazıklar olsun sana! Bu Allah kelâmıdır.” buyurmuştu.
Asırlar geçti, onlar gibi düşünen niceleri aynı şeyleri geveleyip durdular, fakat onlar da Kur’an-ı kerim’in bir benzerini getiremediler. Benzerini söylemek ellerinden gelseydi, kesinlikle geri durmazlardı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“İsteyen birisi inecek azabı istedi.” (Meâric: 2)
“Eğer bu Kur’an gerçekten Allah kelâmı ise, bizim bunu inkâr etmemize bir ceza olmak üzere Allah ya başımıza taş yağdırsın veya bize başka türlü elem verici bir azap göndersin.” diyerek küfür ve inkârında ısrarlı ve iddiâlı olduğunu göstermek istedi.
“O, kâfirler içindir ve ona engel olacak hiç kimse yoktur.” (Meâric: 2)
İster istesinler ister istemesinler, o azap mutlaka onlara gelir.
Kur’an-ı kerim’de Nadr bin Hâris hakkında nâzil olan on kadar Âyet-i kerime daha vardır.
Nadr, kendisi istediği ve hakettiği bu azabı Bedir’de bulmuştur. Allah-u Teâlâ müminlere onu yakalama fırsatı verip de esirler arasına düştüğünde, Resulullah Aleyhisselâm elleri bağlı olarak kendi önünde boynunun vurulmasını emir buyurdu.
“(O azap) yükselme derecelerinin sahibi Allah’tandır.” (Meâric: 3)
Âyet-i kerime’de geçen “Meâric”, amellerin ve zikirlerin bulunduğu ruhi ve mânevî makamlar, çıkılacak dereceler mânâsına geldiği gibi; seyr-ü sülûk yolunda müminlerin yükseldikleri mertebeler, Allah-u Teâlâ’nın cennette dostlarına ikram ve ihsan ettiği dereceler mânâsına da gelmektedir. Çünkü O’nun lütuflarının birçok dereceleri vardır.
“Melekler ve ruh (Cebrâil) oraya miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkarlar.” (Meâric: 4)
O ulvî ve kudsî makamda ilâhî tecellilere ve Rabbânî emirlere mazhar olurlar. İlâhî emirler ile âlemin düzeni gerçekleşir, kâinatın tedbiri hasıl olur.
Onların gidip gelmesi ve inip çıkması insanlarınkine hiç benzemez. Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediği şekilde onları dolaştırır.
O’nun katındaki bir tek gün elli bin seneye eşit olduğuna göre, Nadir bin Hâris gibi kâfirlerin uzak gördükleri kıyamet gününün azabının çok yakın olduğu anlaşılır.
“Resul’üm! Şimdi sen güzelce sabret!” (Meâric: 5)
Kavminin seni reddetmelerine ve yalanlamalarına üzülme. O kâfirlere karşı Rabb’in sana yardım edecektir.
“Doğrusu onlar o azabı uzak görüyorlar.” (Meâric: 6)
Böyle bir azabın imkânsız olduğunu vehmediyorlar.
“Biz ise onu yakın görüyoruz.” (Meâric: 7)
Çekecekleri azabın emri verilmiştir, eninde sonunda başlarına gelecektir. Çünkü her gelmekte olan şey yakındır.
Kıyamet ve Gökyüzü:
Mukadder olan zamanı gelince dünya hayatı son bulacaktır.
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini içine alacak ölçüde olacaktır.
“O gün gök erimiş bakır gibi olur.” (Meâric: 8)
O günün dehşetinden gök çalkalana çalkalana her taraftan yarılır. Parça parça olduğunda, açılmış gül gibi kıpkırmızı olur ve eritilmiş zeytinyağı gibi mâyi bir hâle gelir, bakıldığında ateşle tutuşmuş gibi görünür. Gücünü, kuvvetini, özelliğini kaybeder. Böylece ilâhi emir ve hüküm gerçekleşmiş olur.
Kıyamet ve Dağlar:
Dünya nizamının alt-üst olacağı o büyük hadise vuku bulduğunda, dağlar o muhteşem cesametleri ve ağırlıkları ile beraber köklerinden sökülür yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılır, yükseklikleri düzlüğe dönüşür.
“Dağlar da atılmış pamuğa benzer.” (Meâric: 9)
Yeryüzüne çakılmış gibi görünmelerine rağmen, rüzgâra tutulan yün teli gibi uçuşurlar. Bulutlar gibi oraya buraya hareket ederler. İlâhî rahmet yetişmeyecek olursa vay o insanların haline!
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi haline gelir. Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı görülür, yüksek ve alçak hiçbir şey kalmaz.
Dağlar böyle olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.
O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk’a yanaşmaz ve Hakk’ı kabul etmezler.
____________________________________________________________________________
MEARİC SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Müminlerin Vasıfları
Ne Mümkün?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kıyamet gününü inkâr edenlerin o gündeki hallerinin ne kadar feci olacağını haber vermektedir:
“Hiçbir dost diğer bir dostunu soramaz.” (Meâric: 10)
Onlar birbirini tanırlar, sonra en sıcak dostlar, en şefkatli yakınlar bile birbirinden nefret ederler, aralarındaki bütün bağlar kopar. Yakınlarının ne kötü durumda olduklarını gördükleri hâlde birbirlerinin hallerini soracak durumda bulunamazlar. Herkes kendi derdine düşer, başının çaresiyle başbaşa kalır.
“Yalnız birbirine gösterilirler.” (Meâric: 11)
Korkunç dehşet, başta nesep bağı olmak üzere bütün bağlılıkları kesip atar. Kendilerini her şeyden alıkoyan bir şeyle meşgul olurlar.
Başlarına gelecek azaptan kendilerini kurtarabilmek için insanlar arasında en çok değer verdikleri, en sevimli ve en kıymetli kimseleri fidye olarak vermeyi candan arzularlar. Sonra ellerinden gelse yeryüzündeki bütün insanları fidye olarak vermek isterler.
“Suçlu kişi o günün azabından kurtulmak için;
Oğullarını,
Karısını,
Kardeşini,
Kendisini barındırmış olan sülâlesini,
Yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister.” (Meâric: 11-12-13-14)
Tek düşündüğü şey kendi canının kurtulması.
“Fakat ne mümkün!” (Meâric: 15)
Zira her şey zamanında olacaktı. Zamanı geçtikten sonra kurtuluş çaresi aramanın hiç faydası yoktur. Kâfirin azaptan kurtulması hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır.
Cehennem ateşi daima alevlenici, vücudun etlerini ve derilerini söküp alıcıdır.
“O cehennem alevlenen bir ateştir.” (Meâric: 15)
Lezzâ: “Köpürüp dalga dalga, boy boy yükselen halis ateş” demektir. Bedenin iç organlarını söküp koparır, derileri kavurup soyar.
“Deriyi kavurup soyar.” (Meâric: 16)
Deri bedenin en hassas kısmı ve ateşten en çok etkilenen bölümüdür. Derinin devamlı yanması sebebiyle zamanla fazla bir acı hissedilmez olur. Allah-u Teâlâ’nın yanan deriyi piştikçe değiştirmesiyle azaba duyarlılığı devam eder. Böylece azap devamlı yenilenir.
Cismi etkileyen acının, ruhu da etkileyeceği şüphesizdir.
Bu Âyet-i kerime haşr-ı cismani’ye de işaret eder.
Cehennemin Çağrısı:
Allah-u Teâlâ kullarının dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşmaları için kitaplar salmış, peygamberler göndermiş, onları hidayete dâvet etmiştir. Bu dâvete icabet edenler ebedî saâdete ermişler, kaçınanlar ebedî felâkete maruz kalmışlardır.
İlâhî dâvete icabet etmemenin cezâsı olarak cehennem onları alabildiğine kendisine dâvet edecektir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“(Cehennem) yüz çevirip geri döneni, mal toplayıp yığan kimseyi (kendine) çağırır.” (Meâric: 17-18)
Helâl yollardan mal toplamak servet elde etmek her ne kadar meşru ise de; cimrilik yaparak servetinin zekâtını vermemek, ömrünü mal toplamakla geçirip ibadet vazifelerini ihmal etmek, onu biriktirmeye düşkün olup hayır hasenat yollarında harcamamak, nâil olunan nimetlerin şükrünü yerine getirmemek... cehennemin dâvetine sebep olabilir.
Allah-u Teâlâ’nın çizmiş olduğu hudutlar çerçevesinde kazanç sağlamakla beraber; servetinin şer’an sarfetmesi hakkını veren, gereken yere sarfeden, fisebilillâh infak eden kimse cehennemin dâvetine maruz kalmayacağı gibi, kazandığı serveti cehenneme perde olup sahibinin kurtulmasına sebep olacaktır.
Nitekim Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Sadaka veriniz! Zira sadaka sizi cehennem ateşinden kurtarır.” (Camiu’s-sağîr)
Hırs ve Cimrilik:
Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzümsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.
Allah-u Teâlâ insanın yaratılışında bulunan dünya malına şiddetli hırsından ve kötü huylarından haber vererek Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“İnsan gerçekten pek hırslı yaratılmıştır.” (Meâric: 19)
Hırsına çok düşkündür. Bu hırs ömrü boyunca, geceli gündüzlü onun içini kemirir durur.
“Başına bir felâket gelince sızlanır, feryat eder.” (Meâric: 20)
Kendisine bir musibet dokunursa fazla teessür gösterir, sabrı azdır. İçini dışını ümitsizlik kaplar, bir çıkış yolu olabileceğini göz önüne getiremez. Bu durum nicelerini intihara kadar götürür.
“Bir iyilik dokunduğunda ise cimri kesilir, onu herkesten meneder.” (Meâric: 21)
Bir servete sahip olursa elinde tutar, hiçbir mâli fedâkârlıkta bulunmaz, Allah yolunda sarfetmez. Onu kendi kazancının mahsulü olduğunu zanneder.
Cimrilik, nefsin yakalandığı tedavisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Cömertlik, insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise, cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Cimrilikten sakının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiş, onları birbirinin kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevketmiştir.” (Müslim: 2577)
Müminlerin Vasıfları:
Bu hırstan istisna edilen müminlerin vasıflarına gelince;
“Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.” (Meâric: 22)
Onlar hırs gibi cimrilik gibi kötü huylardan uzaktırlar.
“Onlar ki namazlarına devam ederler.” (Meâric: 23)
Allah-u Teâlâ’nın emir buyurduğu, Resulullah Aleyhisselâm’ın öğrettiği şekilde namazlarını hiç terk etmeksizin kılarlar. Hiçbir meşguliyet kendilerini namazdan alıkoymaz.
“Onların mallarında isteyenin ve mahrum olanın (iffetinden ve utancından dolayı istemeyenin) belli bir hakkı vardır.” (Meâric: 24-25)
Muhtaç olan, dilenen kimse değildir. İhtiyaç içerisinde olduğu halde, kimseden bir şey istemeyen, istemekten sıkılan kimsedir.
İhtiyacından dolayı isteyeni reddetmeyip bir şey vermek, bir emr-i ilâhî’yi yerine getirmek olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir fazilettir. Rızâ-i ilâhî’yi kazanmaya vesile olur.
“Onlar ki ceza gününü tasdik ederler.” (Meâric: 26)
Dolayısıyla iyi ameller yaparak o güne hazırlanırlar.
“Onlar ki Rabb’lerinin azabından korkarlar.” (Meâric: 27)
“Çünkü Rabb’lerinin azabından emin olunmaz.” (Meâric: 28)
Bunun içindir ki korku ile ümit arasında bulunurlar.
“Onlar ki, eşleri ve câriyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar.” (Meâric: 29-30)
Bu iffetli müminler zinâ ve fuhuştan, çıplaklıktan uzaktırlar. Helâl olanla yetinirler.
“Doğrusu bunlar kınanamazlar.” (Meâric: 30)
Onlardan meşru şekilde istifade edebilirler.
“Bu sınırı aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.” (Meâric: 31)
Her kim kendisi için verilen böyle bir müsaadenin haricine çıkmak isterse, yasak sahalara geçmiş ve böylece de günah işlemiş olur.
“O müminler ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.” (Meâric: 32)
Kendilerine bir şey emanet bırakıldığında ona hıyanet etmezler. Kendileri için birer emanet mesabesinde olan hayatlarını, güç ve kuvvetlerini kötüye kullanmazlar.
“Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.” (Meâric: 32)
Allah-u Teâlâ’ya ve kullarına vermiş oldukları akit ve sözleşmelere uyarak onları bozmaktan sakınırlar.
“Onlar ki şâhitliklerini yerine getirirler.” (Meâric: 33)
Gördüklerini gizlemezler, bildiklerini saklamazlar, şâhitliklerini adâletle yaparlar.
“O müminler ki, namazlarına riâyet ederler.” (Meâric: 34)
Vakitlerine, rükünlerine ve âdâbına uyarak, güçlerinin yettiği en iyi şekilde kılarlar.
“İşte onlar cennetlerde ikram olunacaklardır.” (Meâric: 35)
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insanların hayal bile edemediği nice maddî ve mânevî nimetlere, lezzetlere, meserretlere nâil olacaklardır.
Cennete Müminler Girer:
Müşrikler gürûhu Resulullah Aleyhisselâm’ın etrafında bölük bölük toplanıyor, sözlerini dinliyor, onunla ve Ashâb’ı ile alay ederek: “Eğer Muhammed’in dediği gibi şunlar cennete girerlerse, biz onlardan daha önce gireriz.” diyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruldu:
“Resul’üm! O kâfirlere ne oluyor ki sağdan ve soldan, ayrı ayrı gruplar hâlinde boyunlarını uzatarak sana doğru koşuyorlar.” (Meâric: 36-37)
Maksatları alay etmekti. Hiçbirinin niyeti doğru yolu aramak ve bulmak değildi.
“Onlardan her biri Naîm cennetine sokulacağını mı umuyor?” (Meâric: 38)
Hak dâveti duymaya bile tahammül edemeyen ve o nuru karartmaya çalışan kişiler, nasıl olur da cennete girmeyi ümit ederler?
Fâil-i Mutlak:
Allah-u Teâlâ gerçekleşmesini inkâr ettikleri ahiret gününü onlara tasdik ettirmek üzere ilk yaratılışı delil getirerek şöyle buyurur:
“Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık.” (Meâric: 39)
İlk başta benzersiz olarak yaratmaya kâdir olan, öldükten sonra yeniden yaratmaya da gücü yeter.
İnsanın yaratılışı gözler önünde her an tekrarlanan bir mucizedir. Atılan ve dökülen bir nutfe, kısa bir zaman sonra işiten ve gören bir insan oluveriyor. Eti ve kemiği ile, sinirleri ve damarları ile, huyları ve karakterleri ile bu insan nerede gizli idi? Doğacak çocuğun kız mı erkek mi olacağına Allah’tan başkası mı karar veriyor?
Hiçbir şey değilken insanı bir damla kerih sudan yarattı, ona hayat verdi. O’nun verdiği hayat ile yaşıyor. Hayatı çektiği zaman yok olur, ruhu da gider, vücudu da gider. Ruhu çektiği zaman toprakta çürüyor. Çünkü vücut zaten bir elbiseden ibarettir. Elbiseyi gösteren de O, insanı tutan da O, yok eden de O. Her an tutuyor. Bir an bıraksa o anda mahvolur. İnsan hep O’nunla kâim de bilmiyor.
Ehadiyet’inin delilleri yarattığı varlıklarda apaçık görülür. Şerik ve nazirden münezzehtir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Doğuların ve batıların Rabb’ine yemin ederim ki biz muktediriz.” (Meâric: 40)
Burada Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı akdes’ine yemin etmektedir.
“Onların yerine kendilerinden daha iyilerini getirmeye.” (Meâric: 41)
Biz ne zaman istersek sizi yok eder, yerinize sizden daha iyilerini getiririz.
“Hiç kimse de önümüze geçemez.” (Meâric: 41)
Biz söylediklerimizi yapmaktan âciz değiliz.
“Resul’üm! Bırak onları! Tehdit edildikleri günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar, oynayadursunlar.” (Meâric: 42)
Sen, sana emrolunanla meşgul ol, tebliğine devam et. Muhalefet edenler lâyık oldukları cezâlara çarptırılacaklardır.
Kabirlerden Kalkış:
Allah-u Teâlâ kâfirlerin hesap yerine hızla gitmelerini, dünyada iken belirli günlerde putlarına doğru hızlı adımlarla koşmalarına ve çevresinde toplanmalarına benzeterek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O gün onlar sanki dikili taşlara koşuyorlarmış gibi, gözleri dönmüş, yüzleri zillet bürümüş olarak kabirlerinden çabuk çabuk çıkarlar.
İşte bu, onlara vâdolunan gündür.” (Meâric: 43-44)
Bu benzetme ile cehalet ve dalâletleri ortaya konulmuş, ne kadar kıt akıllı oldukları belirtilmiş oluyor. Çünkü onlar bir olan Allah’a ibadeti bırakmışlar, ibadete lâyık olmayan şeylere tapınmış durmuşlardır.
O zorlu günde insanlar kendilerini mahşer yerine çağıran Allah’ın dâvetçisine icabet ederler. Nereye emrolunmuşlarsa, sağa sola sapmadan oraya doğru hızla giderler.
Allah korkusu gönülleri sarar, sesler kısılır. Ayak sesleri ve fısıltılar dışında hiçbir ses duyulmaz.
Utanç ve şaşkınlık bütün benliklerini bürür. Yönelip gidecekleri belli bir yönü olmayan çekirgeler gibi yayılırlar. Bununla beraber hiç gecikmeden dâvetçiye doğru koşarlar.
Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin âkıbetleri işte böyle acıklı bir felâkettir. Cehennemin kendileri için hazırlandığını görünce bürünecekleri hâl ve ahvâl hiçbir kelime ile ifade edilemez.
Gözleri yuvasından fırlamış, bir daha kapanmayacak şekilde açılmış, korku ve heyecandan gözlerini sağa sola çeviremiyorlar, hiç kimse diğerine bakamıyor, hiçbir şey düşünemiyorlar.
Nasıl baksınlar ki o gün felaket ve musibet günüdür, dalgınlık günüdür. İnkâr edenler ve hazırlıksız olanlar için korku günüdür.
Cehennemin
Kâfirleri ve Münâfıkları
Kendine Çağırıp Yutması
İbn-i Abbâs -radiyallâhu anhümâ- Meâric sûre-i şerîf’inin on yedinci Âyet-i kerime’sinde, cehennemin sıfatı hakkında beyan buyurulan; “Yüz çevirip geri döneni çağırır!” hükmünü tefsîr ederek şöyle buyurmuştur:
“Cehennem, münâfıklarla kâfirleri açık bir dille ve kendi adlarıyla çağırarak; “Bana gel ey kâfir!.. Bana gel ey münâfık!..” der. Böyle dedikten sonra da, kuşun tâneyi yuttuğu gibi hemen onları yakalayıp yutar.” (Taberî, “Tefsîr”, c.6, s.2618)
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Yükselme Derecelerinin Sahibi Allah’tır
Sûre-i Şerif’in Takdimi:
Mekke-i mükerreme dönemde nâzil olmuştur. Kırk dört Âyet-i kerime, iki yüz yirmi dört kelime ve dokuz yüz yirmi dokuz harften müteşekkildir.
Üçüncü Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ’nın yükselme dereceleri sahibi olduğu anlatılmakta ve aynı zamanda bu mânâya işaret eden “Meâric” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmaktadır. “Seele” ve “Mevâki” sûre-i şerif’i adı da verilir.
Bu Sûre-i şerif “Kıyamet” ve “Cehennem”in diğer vasıflarını açıklama hususunda “Hâkka” sûre-i şerif’inin tamamlayıcısı gibidir.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle’de kıyametin zuhuru, kıyamet gününün dehşet verici korkunç durumları anlatılmaktadır.
Cehennem azabının safhaları gözler önüne serilmektedir.
Kâfirlerin karşılaşacakları cezaların şiddeti bahis mevzuu edilmekte, nasıl kötü bir âkıbete uğrayacakları haber verilmekte, ölmeden önce dönüş yapmaları istenerek insanlar uyarılmaktadır.
İnsanın yaratılışı tasvir edilmektedir.
Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanan müminlerin yüksek vasıfları ve lâyık oldukları şekilde cennette ağırlanacakları açıklanmaktadar
Ve Meâric sûre-i şerif’i öldükten sonra dirilme ve hesabın hiç şüphe götürmeyen bir gerçek olduğuna dâir âlemlerin Rabb’ine yemin edilerek sona erer.
Şüphesiz Olan Azap:
Resulullah Aleyhisselâm’a en çok ezâ ve cefâ eden Kureyş’in seçme cânilerinden birisi de Nadr bin Hâris idi. Çok zeki ve fesat bir adamdı. Resulullah Aleyhisselâm’a daima hakaret eder, Kur’an-ı kerim’le rekabete kalkışırdı.
Müşrikler ellerinden geleni yapmalarına rağmen müslümanlığın yayılmasını engelleyemeyince Nadr bin Hâris Kureyşliler’e şunları söyledi:
“Bu adama karşı çıkma usulünüzle neticeye varamazsınız. O şimdiye kadar sizin aranızda yaşadı. Ahlâken en iyi olanınızdı. En doğru, en dürüst ve güvenilir bir kişi olarak temayüz etti. Siz tutmuşsunuz, onun bir kâhin, sihirbaz, şâir ve mecnun olduğunu söylüyorsunuz. Buna kim inanır? Halk, bir kâhin nasıl konuşur bilmiyor mu? Bir şairle bir mecnunun halini ayırt edemezler mi? Bu ithamlarınızın hiçbiri ile halkın dikkatini ondan çeviremezsiniz.”
Daha sonra halkın dikkatlerini Kur’an-ı kerim’den ayırmak için acem hikâyeleri anlatmanın bir çare olacağını onlara tavsiye etti.
Kendisi de ticaret maksadı ile Rum ve İran beldelerine gider, oralarda hikâye ve masal öğrenir, gelip Mekke halkına anlatırdı. Resulullah Aleyhisselâm bir topluluktan kalktığı zaman hemen hikâye anlatmaya başlar ve: “Allah için söyleyin, benim mi yoksa Muhammed’in mi hikâyeleri daha güzel?” derdi.
Bu maksatla şarkıcı kızlar da getirmişti. Bir kimsenin Resulullah Aleyhisselâm’ın etkisi altına girdiğini işittiği zaman şarkıcı kızı ona musallat ederdi. “Onu yedir içir, şarkılarınla kendine öyle bağla ki, oradan kopup seninle hemhâl olsun.” derdi.
Nadr bin Hâris bu sözü söylediği zaman Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Yazıklar olsun sana! Bu Allah kelâmıdır.” buyurmuştu.
Asırlar geçti, onlar gibi düşünen niceleri aynı şeyleri geveleyip durdular, fakat onlar da Kur’an-ı kerim’in bir benzerini getiremediler. Benzerini söylemek ellerinden gelseydi, kesinlikle geri durmazlardı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“İsteyen birisi inecek azabı istedi.” (Meâric: 2)
“Eğer bu Kur’an gerçekten Allah kelâmı ise, bizim bunu inkâr etmemize bir ceza olmak üzere Allah ya başımıza taş yağdırsın veya bize başka türlü elem verici bir azap göndersin.” diyerek küfür ve inkârında ısrarlı ve iddiâlı olduğunu göstermek istedi.
“O, kâfirler içindir ve ona engel olacak hiç kimse yoktur.” (Meâric: 2)
İster istesinler ister istemesinler, o azap mutlaka onlara gelir.
Kur’an-ı kerim’de Nadr bin Hâris hakkında nâzil olan on kadar Âyet-i kerime daha vardır.
Nadr, kendisi istediği ve hakettiği bu azabı Bedir’de bulmuştur. Allah-u Teâlâ müminlere onu yakalama fırsatı verip de esirler arasına düştüğünde, Resulullah Aleyhisselâm elleri bağlı olarak kendi önünde boynunun vurulmasını emir buyurdu.
“(O azap) yükselme derecelerinin sahibi Allah’tandır.” (Meâric: 3)
Âyet-i kerime’de geçen “Meâric”, amellerin ve zikirlerin bulunduğu ruhi ve mânevî makamlar, çıkılacak dereceler mânâsına geldiği gibi; seyr-ü sülûk yolunda müminlerin yükseldikleri mertebeler, Allah-u Teâlâ’nın cennette dostlarına ikram ve ihsan ettiği dereceler mânâsına da gelmektedir. Çünkü O’nun lütuflarının birçok dereceleri vardır.
“Melekler ve ruh (Cebrâil) oraya miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkarlar.” (Meâric: 4)
O ulvî ve kudsî makamda ilâhî tecellilere ve Rabbânî emirlere mazhar olurlar. İlâhî emirler ile âlemin düzeni gerçekleşir, kâinatın tedbiri hasıl olur.
Onların gidip gelmesi ve inip çıkması insanlarınkine hiç benzemez. Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediği şekilde onları dolaştırır.
O’nun katındaki bir tek gün elli bin seneye eşit olduğuna göre, Nadir bin Hâris gibi kâfirlerin uzak gördükleri kıyamet gününün azabının çok yakın olduğu anlaşılır.
“Resul’üm! Şimdi sen güzelce sabret!” (Meâric: 5)
Kavminin seni reddetmelerine ve yalanlamalarına üzülme. O kâfirlere karşı Rabb’in sana yardım edecektir.
“Doğrusu onlar o azabı uzak görüyorlar.” (Meâric: 6)
Böyle bir azabın imkânsız olduğunu vehmediyorlar.
“Biz ise onu yakın görüyoruz.” (Meâric: 7)
Çekecekleri azabın emri verilmiştir, eninde sonunda başlarına gelecektir. Çünkü her gelmekte olan şey yakındır.
Kıyamet ve Gökyüzü:
Mukadder olan zamanı gelince dünya hayatı son bulacaktır.
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini içine alacak ölçüde olacaktır.
“O gün gök erimiş bakır gibi olur.” (Meâric: 8)
O günün dehşetinden gök çalkalana çalkalana her taraftan yarılır. Parça parça olduğunda, açılmış gül gibi kıpkırmızı olur ve eritilmiş zeytinyağı gibi mâyi bir hâle gelir, bakıldığında ateşle tutuşmuş gibi görünür. Gücünü, kuvvetini, özelliğini kaybeder. Böylece ilâhi emir ve hüküm gerçekleşmiş olur.
Kıyamet ve Dağlar:
Dünya nizamının alt-üst olacağı o büyük hadise vuku bulduğunda, dağlar o muhteşem cesametleri ve ağırlıkları ile beraber köklerinden sökülür yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılır, yükseklikleri düzlüğe dönüşür.
“Dağlar da atılmış pamuğa benzer.” (Meâric: 9)
Yeryüzüne çakılmış gibi görünmelerine rağmen, rüzgâra tutulan yün teli gibi uçuşurlar. Bulutlar gibi oraya buraya hareket ederler. İlâhî rahmet yetişmeyecek olursa vay o insanların haline!
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi haline gelir. Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı görülür, yüksek ve alçak hiçbir şey kalmaz.
Dağlar böyle olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.
O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk’a yanaşmaz ve Hakk’ı kabul etmezler.
____________________________________________________________________________
MEARİC SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Müminlerin Vasıfları
Ne Mümkün?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kıyamet gününü inkâr edenlerin o gündeki hallerinin ne kadar feci olacağını haber vermektedir:
“Hiçbir dost diğer bir dostunu soramaz.” (Meâric: 10)
Onlar birbirini tanırlar, sonra en sıcak dostlar, en şefkatli yakınlar bile birbirinden nefret ederler, aralarındaki bütün bağlar kopar. Yakınlarının ne kötü durumda olduklarını gördükleri hâlde birbirlerinin hallerini soracak durumda bulunamazlar. Herkes kendi derdine düşer, başının çaresiyle başbaşa kalır.
“Yalnız birbirine gösterilirler.” (Meâric: 11)
Korkunç dehşet, başta nesep bağı olmak üzere bütün bağlılıkları kesip atar. Kendilerini her şeyden alıkoyan bir şeyle meşgul olurlar.
Başlarına gelecek azaptan kendilerini kurtarabilmek için insanlar arasında en çok değer verdikleri, en sevimli ve en kıymetli kimseleri fidye olarak vermeyi candan arzularlar. Sonra ellerinden gelse yeryüzündeki bütün insanları fidye olarak vermek isterler.
“Suçlu kişi o günün azabından kurtulmak için;
Oğullarını,
Karısını,
Kardeşini,
Kendisini barındırmış olan sülâlesini,
Yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister.” (Meâric: 11-12-13-14)
Tek düşündüğü şey kendi canının kurtulması.
“Fakat ne mümkün!” (Meâric: 15)
Zira her şey zamanında olacaktı. Zamanı geçtikten sonra kurtuluş çaresi aramanın hiç faydası yoktur. Kâfirin azaptan kurtulması hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır.
Cehennem ateşi daima alevlenici, vücudun etlerini ve derilerini söküp alıcıdır.
“O cehennem alevlenen bir ateştir.” (Meâric: 15)
Lezzâ: “Köpürüp dalga dalga, boy boy yükselen halis ateş” demektir. Bedenin iç organlarını söküp koparır, derileri kavurup soyar.
“Deriyi kavurup soyar.” (Meâric: 16)
Deri bedenin en hassas kısmı ve ateşten en çok etkilenen bölümüdür. Derinin devamlı yanması sebebiyle zamanla fazla bir acı hissedilmez olur. Allah-u Teâlâ’nın yanan deriyi piştikçe değiştirmesiyle azaba duyarlılığı devam eder. Böylece azap devamlı yenilenir.
Cismi etkileyen acının, ruhu da etkileyeceği şüphesizdir.
Bu Âyet-i kerime haşr-ı cismani’ye de işaret eder.
Cehennemin Çağrısı:
Allah-u Teâlâ kullarının dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşmaları için kitaplar salmış, peygamberler göndermiş, onları hidayete dâvet etmiştir. Bu dâvete icabet edenler ebedî saâdete ermişler, kaçınanlar ebedî felâkete maruz kalmışlardır.
İlâhî dâvete icabet etmemenin cezâsı olarak cehennem onları alabildiğine kendisine dâvet edecektir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“(Cehennem) yüz çevirip geri döneni, mal toplayıp yığan kimseyi (kendine) çağırır.” (Meâric: 17-18)
Helâl yollardan mal toplamak servet elde etmek her ne kadar meşru ise de; cimrilik yaparak servetinin zekâtını vermemek, ömrünü mal toplamakla geçirip ibadet vazifelerini ihmal etmek, onu biriktirmeye düşkün olup hayır hasenat yollarında harcamamak, nâil olunan nimetlerin şükrünü yerine getirmemek... cehennemin dâvetine sebep olabilir.
Allah-u Teâlâ’nın çizmiş olduğu hudutlar çerçevesinde kazanç sağlamakla beraber; servetinin şer’an sarfetmesi hakkını veren, gereken yere sarfeden, fisebilillâh infak eden kimse cehennemin dâvetine maruz kalmayacağı gibi, kazandığı serveti cehenneme perde olup sahibinin kurtulmasına sebep olacaktır.
Nitekim Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Sadaka veriniz! Zira sadaka sizi cehennem ateşinden kurtarır.” (Camiu’s-sağîr)
Hırs ve Cimrilik:
Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzümsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.
Allah-u Teâlâ insanın yaratılışında bulunan dünya malına şiddetli hırsından ve kötü huylarından haber vererek Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“İnsan gerçekten pek hırslı yaratılmıştır.” (Meâric: 19)
Hırsına çok düşkündür. Bu hırs ömrü boyunca, geceli gündüzlü onun içini kemirir durur.
“Başına bir felâket gelince sızlanır, feryat eder.” (Meâric: 20)
Kendisine bir musibet dokunursa fazla teessür gösterir, sabrı azdır. İçini dışını ümitsizlik kaplar, bir çıkış yolu olabileceğini göz önüne getiremez. Bu durum nicelerini intihara kadar götürür.
“Bir iyilik dokunduğunda ise cimri kesilir, onu herkesten meneder.” (Meâric: 21)
Bir servete sahip olursa elinde tutar, hiçbir mâli fedâkârlıkta bulunmaz, Allah yolunda sarfetmez. Onu kendi kazancının mahsulü olduğunu zanneder.
Cimrilik, nefsin yakalandığı tedavisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Cömertlik, insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise, cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Cimrilikten sakının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiş, onları birbirinin kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevketmiştir.” (Müslim: 2577)
Müminlerin Vasıfları:
Bu hırstan istisna edilen müminlerin vasıflarına gelince;
“Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.” (Meâric: 22)
Onlar hırs gibi cimrilik gibi kötü huylardan uzaktırlar.
“Onlar ki namazlarına devam ederler.” (Meâric: 23)
Allah-u Teâlâ’nın emir buyurduğu, Resulullah Aleyhisselâm’ın öğrettiği şekilde namazlarını hiç terk etmeksizin kılarlar. Hiçbir meşguliyet kendilerini namazdan alıkoymaz.
“Onların mallarında isteyenin ve mahrum olanın (iffetinden ve utancından dolayı istemeyenin) belli bir hakkı vardır.” (Meâric: 24-25)
Muhtaç olan, dilenen kimse değildir. İhtiyaç içerisinde olduğu halde, kimseden bir şey istemeyen, istemekten sıkılan kimsedir.
İhtiyacından dolayı isteyeni reddetmeyip bir şey vermek, bir emr-i ilâhî’yi yerine getirmek olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir fazilettir. Rızâ-i ilâhî’yi kazanmaya vesile olur.
“Onlar ki ceza gününü tasdik ederler.” (Meâric: 26)
Dolayısıyla iyi ameller yaparak o güne hazırlanırlar.
“Onlar ki Rabb’lerinin azabından korkarlar.” (Meâric: 27)
“Çünkü Rabb’lerinin azabından emin olunmaz.” (Meâric: 28)
Bunun içindir ki korku ile ümit arasında bulunurlar.
“Onlar ki, eşleri ve câriyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar.” (Meâric: 29-30)
Bu iffetli müminler zinâ ve fuhuştan, çıplaklıktan uzaktırlar. Helâl olanla yetinirler.
“Doğrusu bunlar kınanamazlar.” (Meâric: 30)
Onlardan meşru şekilde istifade edebilirler.
“Bu sınırı aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.” (Meâric: 31)
Her kim kendisi için verilen böyle bir müsaadenin haricine çıkmak isterse, yasak sahalara geçmiş ve böylece de günah işlemiş olur.
“O müminler ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.” (Meâric: 32)
Kendilerine bir şey emanet bırakıldığında ona hıyanet etmezler. Kendileri için birer emanet mesabesinde olan hayatlarını, güç ve kuvvetlerini kötüye kullanmazlar.
“Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.” (Meâric: 32)
Allah-u Teâlâ’ya ve kullarına vermiş oldukları akit ve sözleşmelere uyarak onları bozmaktan sakınırlar.
“Onlar ki şâhitliklerini yerine getirirler.” (Meâric: 33)
Gördüklerini gizlemezler, bildiklerini saklamazlar, şâhitliklerini adâletle yaparlar.
“O müminler ki, namazlarına riâyet ederler.” (Meâric: 34)
Vakitlerine, rükünlerine ve âdâbına uyarak, güçlerinin yettiği en iyi şekilde kılarlar.
“İşte onlar cennetlerde ikram olunacaklardır.” (Meâric: 35)
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insanların hayal bile edemediği nice maddî ve mânevî nimetlere, lezzetlere, meserretlere nâil olacaklardır.
Cennete Müminler Girer:
Müşrikler gürûhu Resulullah Aleyhisselâm’ın etrafında bölük bölük toplanıyor, sözlerini dinliyor, onunla ve Ashâb’ı ile alay ederek: “Eğer Muhammed’in dediği gibi şunlar cennete girerlerse, biz onlardan daha önce gireriz.” diyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruldu:
“Resul’üm! O kâfirlere ne oluyor ki sağdan ve soldan, ayrı ayrı gruplar hâlinde boyunlarını uzatarak sana doğru koşuyorlar.” (Meâric: 36-37)
Maksatları alay etmekti. Hiçbirinin niyeti doğru yolu aramak ve bulmak değildi.
“Onlardan her biri Naîm cennetine sokulacağını mı umuyor?” (Meâric: 38)
Hak dâveti duymaya bile tahammül edemeyen ve o nuru karartmaya çalışan kişiler, nasıl olur da cennete girmeyi ümit ederler?
Fâil-i Mutlak:
Allah-u Teâlâ gerçekleşmesini inkâr ettikleri ahiret gününü onlara tasdik ettirmek üzere ilk yaratılışı delil getirerek şöyle buyurur:
“Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık.” (Meâric: 39)
İlk başta benzersiz olarak yaratmaya kâdir olan, öldükten sonra yeniden yaratmaya da gücü yeter.
İnsanın yaratılışı gözler önünde her an tekrarlanan bir mucizedir. Atılan ve dökülen bir nutfe, kısa bir zaman sonra işiten ve gören bir insan oluveriyor. Eti ve kemiği ile, sinirleri ve damarları ile, huyları ve karakterleri ile bu insan nerede gizli idi? Doğacak çocuğun kız mı erkek mi olacağına Allah’tan başkası mı karar veriyor?
Hiçbir şey değilken insanı bir damla kerih sudan yarattı, ona hayat verdi. O’nun verdiği hayat ile yaşıyor. Hayatı çektiği zaman yok olur, ruhu da gider, vücudu da gider. Ruhu çektiği zaman toprakta çürüyor. Çünkü vücut zaten bir elbiseden ibarettir. Elbiseyi gösteren de O, insanı tutan da O, yok eden de O. Her an tutuyor. Bir an bıraksa o anda mahvolur. İnsan hep O’nunla kâim de bilmiyor.
Ehadiyet’inin delilleri yarattığı varlıklarda apaçık görülür. Şerik ve nazirden münezzehtir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Doğuların ve batıların Rabb’ine yemin ederim ki biz muktediriz.” (Meâric: 40)
Burada Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı akdes’ine yemin etmektedir.
“Onların yerine kendilerinden daha iyilerini getirmeye.” (Meâric: 41)
Biz ne zaman istersek sizi yok eder, yerinize sizden daha iyilerini getiririz.
“Hiç kimse de önümüze geçemez.” (Meâric: 41)
Biz söylediklerimizi yapmaktan âciz değiliz.
“Resul’üm! Bırak onları! Tehdit edildikleri günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar, oynayadursunlar.” (Meâric: 42)
Sen, sana emrolunanla meşgul ol, tebliğine devam et. Muhalefet edenler lâyık oldukları cezâlara çarptırılacaklardır.
Kabirlerden Kalkış:
Allah-u Teâlâ kâfirlerin hesap yerine hızla gitmelerini, dünyada iken belirli günlerde putlarına doğru hızlı adımlarla koşmalarına ve çevresinde toplanmalarına benzeterek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O gün onlar sanki dikili taşlara koşuyorlarmış gibi, gözleri dönmüş, yüzleri zillet bürümüş olarak kabirlerinden çabuk çabuk çıkarlar.
İşte bu, onlara vâdolunan gündür.” (Meâric: 43-44)
Bu benzetme ile cehalet ve dalâletleri ortaya konulmuş, ne kadar kıt akıllı oldukları belirtilmiş oluyor. Çünkü onlar bir olan Allah’a ibadeti bırakmışlar, ibadete lâyık olmayan şeylere tapınmış durmuşlardır.
O zorlu günde insanlar kendilerini mahşer yerine çağıran Allah’ın dâvetçisine icabet ederler. Nereye emrolunmuşlarsa, sağa sola sapmadan oraya doğru hızla giderler.
Allah korkusu gönülleri sarar, sesler kısılır. Ayak sesleri ve fısıltılar dışında hiçbir ses duyulmaz.
Utanç ve şaşkınlık bütün benliklerini bürür. Yönelip gidecekleri belli bir yönü olmayan çekirgeler gibi yayılırlar. Bununla beraber hiç gecikmeden dâvetçiye doğru koşarlar.
Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin âkıbetleri işte böyle acıklı bir felâkettir. Cehennemin kendileri için hazırlandığını görünce bürünecekleri hâl ve ahvâl hiçbir kelime ile ifade edilemez.
Gözleri yuvasından fırlamış, bir daha kapanmayacak şekilde açılmış, korku ve heyecandan gözlerini sağa sola çeviremiyorlar, hiç kimse diğerine bakamıyor, hiçbir şey düşünemiyorlar.
Nasıl baksınlar ki o gün felaket ve musibet günüdür, dalgınlık günüdür. İnkâr edenler ve hazırlıksız olanlar için korku günüdür.
Cehennemin
Kâfirleri ve Münâfıkları
Kendine Çağırıp Yutması
İbn-i Abbâs -radiyallâhu anhümâ- Meâric sûre-i şerîf’inin on yedinci Âyet-i kerime’sinde, cehennemin sıfatı hakkında beyan buyurulan; “Yüz çevirip geri döneni çağırır!” hükmünü tefsîr ederek şöyle buyurmuştur:
“Cehennem, münâfıklarla kâfirleri açık bir dille ve kendi adlarıyla çağırarak; “Bana gel ey kâfir!.. Bana gel ey münâfık!..” der. Böyle dedikten sonra da, kuşun tâneyi yuttuğu gibi hemen onları yakalayıp yutar.” (Taberî, “Tefsîr”, c.6, s.2618)
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh