İNSAN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1
Kâfur Karışımlı Cennet Şarabı
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Medine-i münevvere'de; Rahman sûre-i şerif'inden sonra, Talâk sûre-i şerif'inden önce nâzil olmuştur. Otuz bir Âyet-i kerime, iki yüz kırk kelime ve bin elli dört harften müteşekkildir.
Adını, insanın yaratılmadan önceki hiçliğini ifâde eden birinci Âyet-i kerime'deki "İnsan" kelimesinden alır. "Dehr", "Hel Etâ", "Ebrâr", "Emşâc" adlarıyla da anılmaktadır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından öldükten sonra dirilmenin kesin olduğunu beyan ederek, bir önceki Kıyâme sûre-i şerif'inin tamamlayıcısı olmuştur.
Sûre-i şerif'in ilk iki Âyet-i kerime'sinde insanın anılmaya değer bir şey olmadığı, çok uzun bir zaman geçmesinden sonra katışık bir meni damlasından yaratıldığı, yaratılışının gayesinin ise imtihan olduğu bildirilmektedir.
Üçünücü Âyet-i kerime'de insana verilen kabiliyetler sayesinde hidayet yolunu bulma imkânına kavuşturulduğu açıklanmakta, şükredici veya nankör olmasının kendisine kaldığı belirtilmektedir.
Yirmi üçüncü Âyet-i kerime'ye kadar; kâfirlerin cehennemde karşılaşacakları azap şekillerinden misaller verilmekte, akabinde cennete girmeye müstehak olan ve "Ebrâr" diye vasıflandırılan müminler için hazırlanan güzellikler gözler önüne serilmektedir.
Yirmi yedinci Âyet-i kerime'ye kadar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitap edilmekte; tebliğ vazifesini yaparken sabırlı olması ve muhalefet edenlere itaat etmemesi, sabah akşam Rabb'inin İsm-i celâl'ini zikretmesi, geceleri uzun uzadıya tesbih etmesi emredilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde; âkıbetlerini düşünmeyerek dünya hayatının geçici güzelliklerine kendilerini aşırı kaptıranlar kınanmakta, dileyen kimsenin Allah'a giden yolu bulabileceği, Allah-u Teâlâ'nın dilediği kimselere rahmetiyle muamele edeceği, zâlimler için de elem verici bir azap hazırlandığı bildirilmektedir.
İnsanın Yaratılış Merhaleleri:
Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılış safhasından insan hâline gelmesine kadar uzun bir zaman geçmiştir.
İnsan anılmaya değer hiçbir şey değilken, zayıf ve güçsüz bir varlık olduğu halde; Allah-u Teâlâ bu değersiz damlayı geliştiriyor, iskeleti kuruyor, ruhunu nefhediyor ve insan olarak yeryüzüne gönderiyor.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş midir?" (İnsan: 1)
Âdem Aleyhisselâm çamur hâlinde yoğurulup hazır duruma getirildikten sonra, ruh üfürülmeden, şekillendirildiği hâl üzere bir süre bekletilmiş, ruhunun üflenmesine uygun bir kıvama getirilmiştir.
Kâinat ve yeryüzündeki canlılar Âdem Aleyhisselâm'dan çok önce yaratıldıkları için, o dönemde ismi, cismi ve nişanı yoktu.
İnsana gelince;
Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah-u Teâlâ'dan başkasının bilemeyeceği kerîh bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti, ki o zaman yeryüzünde ismi esamesi yoktu. Ne gibi bir isim alacağı, niçin yaratılmış olduğu bilinmiyordu. Sonra Allah-u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi. Daha önce tanınmayan bir şey iken, tanınmaya ve anılmaya değer bir varlık oldu. Yaratılışındaki gaye ortaya çıktı.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; "Âdem Aleyhisselâm'ın çamur halinden başlayarak her yaratılış merhalesinde kırk yıl kaldığı" beyan buyurulmaktadır.
Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine sahip iken, insan şeklini alıncaya kadar aradan uzun zamanlar geçmesinde, topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnemlik ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışın her safhasında, hiç şüphesiz ki O'nun kudretinin yüceliğini gösteren birçok hikmetler ve ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur.
İlk insan Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm'dan üreyen insanların da menşei toprak ve sudur.
Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana geliyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık." (İnsan: 2)
İnsan kendi kendine var olmuş ve kemale ermiş bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da değildir.
Zamanın başlangıcından bu yana devir devir, merhale merhale yaratılagelmiş, adı sanı geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir takım vasıflar ilâve olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana getirilmiş bir nutfeden yaratılmıştır.
Böyle yaratmasının hikmetini de şu şekilde açıklıyor:
"Onu imtihan edelim diye öyle yarattık." (İnsan: 2)
Bu dünyada insanın değeri budur, bir imtihan gayesi ile burada bulunmaktadır. Yani insanı öyle yaratıp işi bitti diye başıboş bırakıvermek için değil, bir takım emanet ve yükümlülüklerle sorumlu tutup kendisine vazifeler yükleterek imtihana çekmek için yaratmıştır.
Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihanın süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız olduğu ilân edilecektir.
Verilen emirleri, yapılan uyarıları dinleyip önünü ardını görerek hidayet yoluna gitmesi için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'nin devamında:
"Onu işitici ve görücü kıldık." buyuruyor. (İnsan: 2)
Kur'an-ı kerim'deki ve kâinattaki âyet ve delilleri işitecek, görecek, kalp gözüyle bilip ona göre şuurlu bir şekilde vazifesini yapacak bir yaratık hâline gelmiştir.
İlâhî nimetler kulun üzerinde açıkca görülmektedir. Ki bu nimetleri tefekkür ederek hidayet yoluna girsin, sapıklık yoluna girmekten sakınsın.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Biz ona hidayet yolunu gösterdik." (İnsan: 3)
Peygamberler gönderdik, kitaplar indirdik. İyiliği kötülüğü, doğruyu yanlışı, güzeli çirkini açıkladık. Artık tercih ve sorumluluk tamamen kendisine âittir.
"İster şükredici olsun, isterse nankör olsun." (İnsan: 3)
Bu durumda hiçbir insanın mazeret ileri sürmesine hakkı kalmamıştır. İsteyen nimetlerin kıymetini bilir ve şükreder, hakikati anlar, mümin olur, nurlu yolu takip eder. İsteyen nankörlük eder ve bedbaht bir kâfir olur. Sonra da lâyık olduğu cezâya en ağır bir şekilde çarptırılır. Kendisine gösterilen hidayet yoluna girmemenin vebâli kendisine çok pahalıya mâlolur.
"Doğrusu biz kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş hazırladık." (İnsan: 4)
Görülüyor ki iyiler nimet içinde olduğu gibi, kötüler ise büyük bir azaptadır. Onlar için öyle şiddetli bir azab vardır ki, kimisi zincirlere vurulur, kimisi demir halkalarla bağlanır, alevli ateşin içinde kavrulup dururlar.
Kâfur Karışımlı
Cennet Şarabı:
"Kâfur"; beyaz ve hoş bir renkte, güzel kokulu, serinletme, tabii olarak kalbi kuvvetlendirme özelliği bulunan bir maddedir.
"Ebrâr" adı verilen itaatkâr müminler orada cennet kâfuru ile karıştırılmış içkiyi kâselerden içerler.
Âyet-i kerime'de:
"Ebrâr (iyiler), kâfur katılmış dolu bir kâseden içerler." buyuruluyor. (İnsan: 5)
Güzellikleri göz kamaştıran o nâzenin kâseleri, hiç durmadan dolu dolu akan ve sonsuz hayat kaynağı olan serin bir pınardan doldururlar.
"Bu öyle bir pınardır ki, ondan Allah'ın kulları içer." (İnsan: 6)
Onu içmekle tarifi mümkün olmayan bir haz duyarlar.
Kâfur kokulu cennet şarabından içenlere birinci Âyet-i kerime'de "Ebrâr", ikinci Âyet-i kerime'de ise "Allah'ın kulları" tabiri kullanılmıştır.
"Ebrâr"; iyilik yapıp ihsanda bulunan, Allah-u Teâlâ'nın hakkını edâ edip sözünü yerine getiren kimse mânâlarına gelir.
Onlar bu yüksek ikramlara bu vasıflarından dolayı nâil olmuşlardır.
"Allah'ın kulları" tabiri ile de Allah-u Teâlâ onları kendisine izafe etmiş, şereflerini artırmıştır.
"İstedikleri yere onu kolayca akıtırlar." (İnsan: 6)
Nereye isterlerse pınarın suyu sühuletle o tarafa gider, kuvvetle fışkırarak akar.
Onlar da diledikleri gibi kana kana içerler ve lezzet alırlar.
__________________________________________________________________
İNSAN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Hakiki Kulların Vasıfları
Allah-u Teâlâ bu büyük nimeti hak edenlerin üstün vasıflarını açıklamak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O kullar adakları yerine getirirler.” (İnsan: 7)
Halbuki Allah-u Teâlâ nezrettikleri o adakları onlara emretmemişti. Amma onlar, değil O’nun emrettiği ibadetleri yerine getirmekte gevşek davranmak, daha da fazlasını kendilerine vâcip kılarlar ve bu sözlerini severek yerine getirirler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Yaptığınız her harcamayı ve dadığınız her adağı şüphesiz ki Allah bilir.” (Bakara: 270)
Herkesin niyetini ve yaptıklarını çok iyi bilir, ona göre karşılığını verir.
Onlar o kimselerdir ki;
“Ve kötülüğü yaygın olan bir günden korkarlar.” (İnsan: 7)
Kıyametin ahvâlini, cehennemin korkunç azaplarını düşünürler. Bu azabın kendilerine de dokunacağından endişe ederler. O korkuyu içlerinde derinden hissederek İslâm’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten nefislerini sakındırmaya çalışırlar.
“Kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan: 8)
Kendisi muhtaç oldukları, ihtiyaç duydukları hâlde; kazanma gücü olmayan fakire, babası olmayan yetime, esir düşmüş kimseye şevkle yemek yedirler. İşte İslâm ahlâk budur.
Derler ki:
“Biz sizi ancak Allah rızâsı için yediriyoruz.” (İnsan: 9)
Maksadımız Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu elde etmektir.
“Sizlerden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan: 9)
Sizden bir mükâfât beklemediğimiz gibi, halkın yanında bize teşekkür etmenizi de istemiyoruz, övgü de beklemiyoruz.
“Biz sert ve belâlı bir günde Rabb’imizden korkarız.” (İnsan: 10)
Biz bu yaptıklarımızı, Rabb’imizin bizi o günün dehşetinden korumasını umarak yaparız.
Bu sözleri yüzlerine karşı açıkça dil ile söylemeseler bile, kalben böyle düşünmektedirler.
Hakk’ın rızâsından gayrı hiçbir karşılık beklemedikleri içindir ki, O’nun katında övülmeye lâyık görülmüşlerdir:
“Allah onları o günün kötülüğünden korumuştur.” (İnsan: 11)
“Onlara bir parlaklık ve sevinç verir.” (İnsan: 11)
Amel ve ibadetlerinin kendilerini kavuşturduğu karşılığı ve Allah-u Teâlâ’nın kendilerinden râzı olduğunu görünce son derece memnun ve mutlu olurlar. Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. iİâhi nimetlere garkolurlar. Ruhen ve cismen nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.
Cennet Sakinlerine Verilecek Nimetler:
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere cennette ikram ve ihsan edilecek nimetler sonsuzdur. Bunların vasıflarını bütünüyle anlamamız veya kavramamız imkânsızdır.
Ateşten kendilerine elbise biçilmiş olan cehennemliklerin elbiselerine karşılık, cennetliklere de son derece kıymetli ve değerli elbiseler giydirilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri lütfeder.” buyuruyor. (İnsan: 12)
Onlar din-i mübin’in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet mukabilinde sabır ve sebatlarına mükâfat olarak şimdi bu lütuflara nâil olmuş oluyorlar.
Elbiseleri ipekten olduğu gibi yatakları ve perdeleri de ipektendir.
Altın, gümüş ve sırf ipekten dokunmuş elbise ile ziynetlenmenin haram olması dâr-ı teklif olan dünyaya mahsustur. Ahiret dâr-ı teklif olmadığı için orada bunlar en güzeli ile müminlerin istifadesine arzedileceklerdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Altın ve gümüş kaptan su içmeyin! Dibâ ve ipeği de giymeyin! Çünkü bunlar dünyada onların; ahirette, kıyamet gününde ise sizindir.” (Müslim: 2067)
Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
“Orada koltuklara yaslanırlar.” (İnsan: 13)
Oturdukları yerden diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler.
“Ne yakıcı sıcak görülür orada, ne de dondurucu soğuk.” (İnsan: 13)
Cennetin sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar serindir. Ne rahatsız edici hararet, ne de eziyet verici soğuk. Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgar eser.
Halbuki kafirler cehennemde pis kokulu, çok sıcak kara duman gölgesinde bulunmaktadırlar.
“Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış, meyveleri de aşağıya eğdirildikçe eğdirilmiştir.” (İnsan: 14)
Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir. Çünkü orası çalışma, yorulma ve yıpranma yeri değildir. Dinlenme ve eğlenme yeridir.
Cennette meyveli-meyvesiz ağaçlar, asmalar, palmiyeler, her mevsim yetişen ve yeme yasağı bulunmayan en güzel meyveler bulunur.
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennette öyle bir ağaç vardır ki, idmana çekilmiş süratli bir ata binen kişi, yüz sene gider de onun gölgesini bitiremez.” (Müslim: 2828)
Bu ağacın Tûba ağacı olduğu söylenir.
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar. Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyvelerle rızıklanmaları sırf lezzet almak, zevkyâb olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.
Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru sarkıverir.
“Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kâseler dolaştırılır.” (İnsan: 15)
Hizmetçiler kendilerine gümüş kaplarda getirilen gümüş kâselerle içecekler sunarlar.
“Billurları gümüş gibi parlaktır.” (İnsan: 16)
Gümüş beyazlığı ile billur berraklığı, gören gözlere neşe saçar.
“Onları türlü türlü biçimlere koymuşlardır.” (İnsan: 16)
Bu şeffaf kapların ne kulpu vardır ne de ağzı. Dışından içi görünecek şeffaflıktadır, dünyada eşi ve benzeri bulunmaz. Çevirmeye ihtiyaç duyulmadan her tarafından kolaylıkla içilebilir. Azlığı ve çokluğu, içecek kimsenin arzusuna göre, sahibini kana kana kandıracak ölçüde ayarlanmıştır. Bu durum daha çok lezzet verici ve iştah açıcıdır.
“Onlara orada bir kâseden içirilir ki, karışımında zencefil vardır.” (İnsan: 17)
“Kâfur” karışımı şaraptan içen “Ebrâr” kullar hakkında “İçerler” tabiri kullanılırken burada “İçirilir” tabiri geçmektedir. Şüphesiz ki bu daha yüksek bir makamdır.
Bu şaraplar hiçbir zaman kurumayan coşkun bir pınardan alınmaktadır.
Zencefil hoş kokulu bir baharattır. Bazı içeceklere katılınca hoş bir lezzet ve koku meydana getirir. İştah açıcı özelliği vardır. Mideyi bozmaz, ekşimeye sebep olmaz, sindirime kolaylık verir. Fakat cennetteki zencefil ise apayrı bir nefasettedir, dünyadaki ile kıyas bile edilmez.
İşte “Ebrâr” adı verilen “Allah’ın kulları”, bazen kâfur kokusu ile karışık cennet şarabından doldura doldura içtikleri gibi; kimi zaman da kendilerine muayyen bir ölçü dahilinde zencefil karıştırılmış cennet şarabı içirilir.
“O pınara Selsebil adı verilir.” (İnsan: 18)
“Selsebil” tatlı su demektir. Tatlılığından ve berraklığından dolayı boğazdan sühuletle, kolaylıkla geçer. İçenlerin arzularına uygun bir şekilde, gözlere sürur veren ahenkli bir akışla akar.
___________________________________________________________________________
İNSAN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Cennet Sakinlerine
Verilecek Nimetler
Cennette ayrıca Vildan ve Gılman isminde, daima körpe ve zarif kalan erkek hizmetçiler vardır. Allah-u Teâlâ onları hurilerden ayrı olarak cennet halkına hizmet etmeleri için yaratmıştır.
“Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır.” (İnsan: 19 - Vâkıa: 17)
Bu kâseler dolusu cennet şaraplarını dolaştıranlar, Allah-u Teâlâ’nın müminlere hizmet için yarattığı ay yüzlü gençlerdir.
“Sen onları gördüğün zaman, saçılmış birer inci sanırsın.” (İnsan: 19)
Bunlar düzenli bir şekilde çalıştıkları için dizilen inciler gibi bir görünümdedirler. Hizmetlerinde aslâ kusur etmezler. Güzel yüzlü tatlı sözlüdürler. Ne yaşlanırlar ne de tazelik ve zerafetlerini kaybederler, hep aynı hâl üzere kalırlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine âit hizmetçiler sedefteki inciler gibi fırıl fırıl etrafında dönerler.” (Tûr: 24)
Gerek güzellikleri, gerekse elbiselerinin güzelliği ile sanki dizilmiş, saf ve düzgün inciler gibidirler.
Bu Âyet-i kerime okunduğunda huzurda bulunan bir zât: “Yâ Resulellah! Hizmetçiler böyle olursa, bunların efendileri nasıl olur?” diye sorunca Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Efendilerinin hizmetçiler üzerine olan üstünlüğü, ayın ondördünde diğer yıldızlar üzerine üstünlüğü gibidir.” buyurmuşlardır.
Cennet son derece büyüktür. Milyarlarca insanı ilelebed barındırıp, huzur ve sükûna, rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır.
“Orada her nereye baksan, bir nimet ve pek büyük bir saltanat görürsün.” (İnsan: 20)
Cennet, nimet yurdudur. Göz nereye baksa nimete bakar. Herkes kendilerine verilen nimetleri seyreder. Hiç kimse hiçbir şeye hasret kalmaz.
Cennetliklerin elbiseleri ve ziynetleri cennetteki diğer zevklere uygun olarak en yüksek kemaline ulaşmıştır.
“Üzerlerinde sündüs ve istebraktan yeşil elbiseler vardır.” (İnsan: 21)
Allah-u Teâlâ onların her çeşitten birçok elbiseleri olduğuna, fakat bunların üstünde ipek elbiseler bulunduğuna ve böylece ipek elbiselerin hepsinden üstün olduğuna dikkat çekmek için “Onların üzerinde” mânâsına gelen “Âliyehüm” buyurmuştur.
Cennetin güzelliğini insanlara bildirmek ancak bu kadar olur.
“Sündüs” gayet ince ve zarif ipek; “İstebrak” ise kalın veya sırmalı ipek, parlak atlas mânâlarına gelmektedir.
Yeşil, gözleri en çok dinlendiren ve gözleri en iyi okşayan renklerdir.
Örtünme, ahiret hayatında da bahis mevzuudur.
Onlar Din-i mübin’in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet karşılığında sabır ve sebatlarına mükâfat olarak şimdi bu lütuflara nâil olmuş oluyorlar.
Cennete girmekle kalmazlar, derecelere yükselirler. Bâtınlarındaki iman nuruna mükâfat olarak zahirlerini de tarifi mümkün olmayan ziynetlerle tezyin ederler. Oysaki birçokları dünyada iken bu gibi süslerden yoksundular.
Cennette köşklerin, tahtların, halıların, ipekli elbiselerin yanında cennet sakinleri ziynet olarak; altın, inci ve gümüşten bilezikler, yüzükler de takınırlar.
“Gümüş bilezikler takınmışlardır.” (İnsan: 21)
Altın ve gümüşle ziynetlenmek dünyada hanımlara mahsus ise de, ahiret dâr-ı teklif olmadığından erkekler de takınabilecekler. Cennetlikler hiçbir şeye hasret kalmazlar.
Onlar isteklerine göre bazen sadece altın, bazen sadece gümüş, bazen de inci takınırlar. Birisinin bileğinde hepsinin bulunması da mümkündür.
Altının parlaklığına karşılık gümüşün rengindeki beyazlık karışınca apayrı bir güzellik vereceği şüphesizdir. Şu da unutulmamalıdır ki, bu altın ve gümüş, o âleme mahsus altın ve gümüştür. Bizim basit zihin ve idrakimize anlatılabilmesi için bu şekilde misal verilmiştir.
“Rabb’leri onlara tertemiz bir içki içirir.” (İnsan: 21)
Bu doğrudan doğruya alemlerin Rabb’i tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak bir şekilde saf, tertemiz bir içkidir. Bu Cemâlullah’a kavuşma neşesidir.
Ve onlara ikram ve ihsan olarak şöyle denilir:
“Bu sizin için bir mükâfattır, çalışmalarınız mükâfâta lâyık görülmüştür.” (İnsan: 22)
Dünyadaki çalışmalarınız boşa gitmedi, kıymeti takdir edildi. Her hususta tebrike şâyânsınız.
Allah-u Teâlâ’nın
En Büyük Kitabı:
Allah-u Teâlâ’nın en son ve en büyük kitabı Kur’an-ı kerim’dir. Kullarını cehalet ve dalâlet karanlığından kurtarmak için Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a peygamberlik müddeti esnasında zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, ilâhî bir nûr, ilâhî bir düstur olarak indirmiştir.
“Resul’üm! Kur’an’ı sana biz, evet biz indirdik.” (İnsan: 23)
Muhammed Aleyhisselâm’dan bize kadar tevatür yoluyla, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir kesinlikle ulaştırılmıştır. Bütün insanlığa gönderildiği için, hiç bozulmadan muhafaza edileceği de garanti altına alınmıştır.
Bedevî bir muhitte, tahsil görmeden yetişen ve okuyup yazması da olmayan ümmî peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın en büyük mucizesi Kur’an-ı kerim’in Asr-ı saâdet’ten zamanımıza kadar hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir. Kıyamete kadar da aslâ değişmeyecektir.
Kur’an-ı kerim bir vahy-i ilâhîdir, Allah-u Teâlâ onu büyük bir hikmet ve maslahata göre indirmiştir.
“Öyleyse Rabb’inin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra yahut hiçbir nanköre itaat etme!” (İnsan: 24)
Sana indirilen hükümlerden seni vazgeçirmeye çalışırlarsa kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, Rabb’inden sana indirileni tebliğ et!
“Sabah akşam Rabb’inin ismini zikret!” (İnsan: 25)
Her an O’nu zikretmeye devam ederek kalbini nurlandır.
“Gecenin bir kısmında O’na secde et ve O’nu geceleri uzun uzun tesbih et!” (İnsan: 26)
Gece karanlığında insanlar uyurken Rabb’ine münâcaata dalıp namaz kıl, geceyi çokça ibadetle geçir.
____________________________________________________________________________________
İNSAN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4
Zühd
Zühd; dünya sevgisini kalpten çıkarmak, dünyaya karşı duyulan her rağbeti gönülden söküp atmak, nefsin arzularını gemlemek demektir.
Allah-u Teâlâ dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:
“Doğrusu onlar çabuk geçeni (dünyayı) seviyorlar da, önlerindeki o çetin günü (ahireti) bırakıyorlar.” (İnsan: 27)
İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar, büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi, insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp ahiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti unutturmaması gerekir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Dünyaya rağbet eden, onu sevendir. Dünyalık edinmek ve sürekli olarak daha fazlasını istemek, dünyaya rağbet etmenin alâmetidir.
Sahl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir zât Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize gelerek:
“Yâ Resulellah! Bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım takdirde Allah da, kul da beni sevsin.” demişti.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Dünya muhabbetini kalbinden çıkar ki Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisi olasın. İnsanların ellerindekilere göz dikme ki, insanlar da seni sevsin.” (İbn-i Mâce: 4102)
Görüldüğü üzere zühd, Allah-u Teâlâ’nın sevgisine sebep kılınmıştır.
İlâhî Kudret:
Allah-u Teâlâ insan vücudunu birer tel mesabesinde olan sinirlerle bağlamıştır. Bu sinirlerin köklerinin başı beyin, dallarının sonu ise cilttir.
Her yarattığını “Ol!” emri ile yaratan Yaratıcı, bütün vücudu kaplayan sinirlere öyle bir düzen vermiştir ki, akıllar hayranlıklarını gizleyemezler.
Sinirler aracılığı ile beyin, diğer uzuvlara his ve hareket vermektedir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onları biz yarattık, mafsallarını biz pekiştirdik.” (İnsan: 28)
Eklemlerini sinir ve damarlarla iyice bağladık ki güçlü kuvvetli olsunlar.
“Dilediğimiz zaman yerlerine başka benzerlerini getiririz.” (İnsan: 28)
Bütün bunlar ilâhî kudrete nazaran pek kolay şeylerdir.
Beyinden iç organlara inen hareket sinirleri, başlangıç noktalarından uzak oldukları için Allah-u Teâlâ onları çok sağlam yapmıştır, tedbirini açıkça göstermiştir.
Hâlik-ı zülcelâl’in bu fiillerinde de çok ibretler vardır.
Bütün bunlar O’nun kudretinin kemâlini gösterip, insanoğluna olan büyük nimetine şahitlik etmektedirler. Bu şekilde bir arada bulunan ince sanatları seyreden basiret sahibi bir kimse, Yapıcı ve Yaratıcı’sını bilmiş olur, her halinde O’na yönelir.
Bu işlerin hepsini tam tamına ve zamanında yerine getirmeyi, hiçbir şey yok iken onları yoktan var eden Yaratan’dan başka kim yapabilir?
Kıyamete kadar sayılsa dünyanın nizamı ve insan neslinin devamı için Allah-u Teâlâ’nın insanlara bahşetmiş olduğu lütufları ve hikmetleri dile getirilemez. Bu nimetlerin adedi ve sonu yoktur. Bu ilâhî hakikatlerin sonunu ve sayısını O’ndan başka hiç kimse bilemez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki bu bir öğüttür.” (İnsan: 29 - Müzzemmil: 19)
Basireti bozuk olmayan, akl-ı selim sahibi, özü sağlam kimseler ancak öğüt ve ibret alırlar.
“Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (İnsan: 29 - Müzzemmil: 19)
İman, itaat ve güzel amellerle Rabb’ine emniyetler içinde ermeye ve yaklaşmaya çalışır.
Her kim Rabb’ine doğru varmak, O’nun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, O’na götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.
Herkes iradesini sarfettiği yöne muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette hâline uygun bir yol tutar.
Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nâil oldukları gibi, dalâlet yollarına gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.
Allah-u Teâlâ her istediğini dilediği gibi yapar.
“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan: 30)
Olanı, olacağı ve olmalyacağı, olursa ne şekilde olacağı en iyi bilen O’dur.
O’nun iradesinin önüne geçecek, değiştirmeye zorlayacak bir irade düşünülemez. Hükmünü kimse bozamaz. Olmasını dilediği şey olur, O dilemezse hiçbir şey olmaz.
“Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan: 30)
Bütün bu lütuflar hep O’nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç şüphesiz ki bu lütuflara mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.
“Dilediğini rahmetinin içine sokar.” (İnsan: 31 - Şûrâ: 8)
Kime iyilik dilerse, onu ebedî saâdetine koyar, hikmet yalnız O’nundur. Fakat kalbinde hayır görmediği kimselere nurunu ihsan etmez.
“Zâlimler için elem verici bir azap hazırlamıştır.” (İnsan: 31)
Bütün yaptıkları işler hiçe müncer olacak, cezâlarını korkunç bir şekilde çekeceklerdir. O azap ise cehennemin pek şiddetli ve ebedî olan azabından ibarettir.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Kâfur Karışımlı Cennet Şarabı
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Medine-i münevvere'de; Rahman sûre-i şerif'inden sonra, Talâk sûre-i şerif'inden önce nâzil olmuştur. Otuz bir Âyet-i kerime, iki yüz kırk kelime ve bin elli dört harften müteşekkildir.
Adını, insanın yaratılmadan önceki hiçliğini ifâde eden birinci Âyet-i kerime'deki "İnsan" kelimesinden alır. "Dehr", "Hel Etâ", "Ebrâr", "Emşâc" adlarıyla da anılmaktadır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından öldükten sonra dirilmenin kesin olduğunu beyan ederek, bir önceki Kıyâme sûre-i şerif'inin tamamlayıcısı olmuştur.
Sûre-i şerif'in ilk iki Âyet-i kerime'sinde insanın anılmaya değer bir şey olmadığı, çok uzun bir zaman geçmesinden sonra katışık bir meni damlasından yaratıldığı, yaratılışının gayesinin ise imtihan olduğu bildirilmektedir.
Üçünücü Âyet-i kerime'de insana verilen kabiliyetler sayesinde hidayet yolunu bulma imkânına kavuşturulduğu açıklanmakta, şükredici veya nankör olmasının kendisine kaldığı belirtilmektedir.
Yirmi üçüncü Âyet-i kerime'ye kadar; kâfirlerin cehennemde karşılaşacakları azap şekillerinden misaller verilmekte, akabinde cennete girmeye müstehak olan ve "Ebrâr" diye vasıflandırılan müminler için hazırlanan güzellikler gözler önüne serilmektedir.
Yirmi yedinci Âyet-i kerime'ye kadar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitap edilmekte; tebliğ vazifesini yaparken sabırlı olması ve muhalefet edenlere itaat etmemesi, sabah akşam Rabb'inin İsm-i celâl'ini zikretmesi, geceleri uzun uzadıya tesbih etmesi emredilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde; âkıbetlerini düşünmeyerek dünya hayatının geçici güzelliklerine kendilerini aşırı kaptıranlar kınanmakta, dileyen kimsenin Allah'a giden yolu bulabileceği, Allah-u Teâlâ'nın dilediği kimselere rahmetiyle muamele edeceği, zâlimler için de elem verici bir azap hazırlandığı bildirilmektedir.
İnsanın Yaratılış Merhaleleri:
Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılış safhasından insan hâline gelmesine kadar uzun bir zaman geçmiştir.
İnsan anılmaya değer hiçbir şey değilken, zayıf ve güçsüz bir varlık olduğu halde; Allah-u Teâlâ bu değersiz damlayı geliştiriyor, iskeleti kuruyor, ruhunu nefhediyor ve insan olarak yeryüzüne gönderiyor.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş midir?" (İnsan: 1)
Âdem Aleyhisselâm çamur hâlinde yoğurulup hazır duruma getirildikten sonra, ruh üfürülmeden, şekillendirildiği hâl üzere bir süre bekletilmiş, ruhunun üflenmesine uygun bir kıvama getirilmiştir.
Kâinat ve yeryüzündeki canlılar Âdem Aleyhisselâm'dan çok önce yaratıldıkları için, o dönemde ismi, cismi ve nişanı yoktu.
İnsana gelince;
Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah-u Teâlâ'dan başkasının bilemeyeceği kerîh bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti, ki o zaman yeryüzünde ismi esamesi yoktu. Ne gibi bir isim alacağı, niçin yaratılmış olduğu bilinmiyordu. Sonra Allah-u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi. Daha önce tanınmayan bir şey iken, tanınmaya ve anılmaya değer bir varlık oldu. Yaratılışındaki gaye ortaya çıktı.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; "Âdem Aleyhisselâm'ın çamur halinden başlayarak her yaratılış merhalesinde kırk yıl kaldığı" beyan buyurulmaktadır.
Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine sahip iken, insan şeklini alıncaya kadar aradan uzun zamanlar geçmesinde, topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnemlik ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışın her safhasında, hiç şüphesiz ki O'nun kudretinin yüceliğini gösteren birçok hikmetler ve ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur.
İlk insan Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm'dan üreyen insanların da menşei toprak ve sudur.
Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana geliyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık." (İnsan: 2)
İnsan kendi kendine var olmuş ve kemale ermiş bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da değildir.
Zamanın başlangıcından bu yana devir devir, merhale merhale yaratılagelmiş, adı sanı geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir takım vasıflar ilâve olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana getirilmiş bir nutfeden yaratılmıştır.
Böyle yaratmasının hikmetini de şu şekilde açıklıyor:
"Onu imtihan edelim diye öyle yarattık." (İnsan: 2)
Bu dünyada insanın değeri budur, bir imtihan gayesi ile burada bulunmaktadır. Yani insanı öyle yaratıp işi bitti diye başıboş bırakıvermek için değil, bir takım emanet ve yükümlülüklerle sorumlu tutup kendisine vazifeler yükleterek imtihana çekmek için yaratmıştır.
Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihanın süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız olduğu ilân edilecektir.
Verilen emirleri, yapılan uyarıları dinleyip önünü ardını görerek hidayet yoluna gitmesi için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'nin devamında:
"Onu işitici ve görücü kıldık." buyuruyor. (İnsan: 2)
Kur'an-ı kerim'deki ve kâinattaki âyet ve delilleri işitecek, görecek, kalp gözüyle bilip ona göre şuurlu bir şekilde vazifesini yapacak bir yaratık hâline gelmiştir.
İlâhî nimetler kulun üzerinde açıkca görülmektedir. Ki bu nimetleri tefekkür ederek hidayet yoluna girsin, sapıklık yoluna girmekten sakınsın.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Biz ona hidayet yolunu gösterdik." (İnsan: 3)
Peygamberler gönderdik, kitaplar indirdik. İyiliği kötülüğü, doğruyu yanlışı, güzeli çirkini açıkladık. Artık tercih ve sorumluluk tamamen kendisine âittir.
"İster şükredici olsun, isterse nankör olsun." (İnsan: 3)
Bu durumda hiçbir insanın mazeret ileri sürmesine hakkı kalmamıştır. İsteyen nimetlerin kıymetini bilir ve şükreder, hakikati anlar, mümin olur, nurlu yolu takip eder. İsteyen nankörlük eder ve bedbaht bir kâfir olur. Sonra da lâyık olduğu cezâya en ağır bir şekilde çarptırılır. Kendisine gösterilen hidayet yoluna girmemenin vebâli kendisine çok pahalıya mâlolur.
"Doğrusu biz kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş hazırladık." (İnsan: 4)
Görülüyor ki iyiler nimet içinde olduğu gibi, kötüler ise büyük bir azaptadır. Onlar için öyle şiddetli bir azab vardır ki, kimisi zincirlere vurulur, kimisi demir halkalarla bağlanır, alevli ateşin içinde kavrulup dururlar.
Kâfur Karışımlı
Cennet Şarabı:
"Kâfur"; beyaz ve hoş bir renkte, güzel kokulu, serinletme, tabii olarak kalbi kuvvetlendirme özelliği bulunan bir maddedir.
"Ebrâr" adı verilen itaatkâr müminler orada cennet kâfuru ile karıştırılmış içkiyi kâselerden içerler.
Âyet-i kerime'de:
"Ebrâr (iyiler), kâfur katılmış dolu bir kâseden içerler." buyuruluyor. (İnsan: 5)
Güzellikleri göz kamaştıran o nâzenin kâseleri, hiç durmadan dolu dolu akan ve sonsuz hayat kaynağı olan serin bir pınardan doldururlar.
"Bu öyle bir pınardır ki, ondan Allah'ın kulları içer." (İnsan: 6)
Onu içmekle tarifi mümkün olmayan bir haz duyarlar.
Kâfur kokulu cennet şarabından içenlere birinci Âyet-i kerime'de "Ebrâr", ikinci Âyet-i kerime'de ise "Allah'ın kulları" tabiri kullanılmıştır.
"Ebrâr"; iyilik yapıp ihsanda bulunan, Allah-u Teâlâ'nın hakkını edâ edip sözünü yerine getiren kimse mânâlarına gelir.
Onlar bu yüksek ikramlara bu vasıflarından dolayı nâil olmuşlardır.
"Allah'ın kulları" tabiri ile de Allah-u Teâlâ onları kendisine izafe etmiş, şereflerini artırmıştır.
"İstedikleri yere onu kolayca akıtırlar." (İnsan: 6)
Nereye isterlerse pınarın suyu sühuletle o tarafa gider, kuvvetle fışkırarak akar.
Onlar da diledikleri gibi kana kana içerler ve lezzet alırlar.
__________________________________________________________________
İNSAN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2
Hakiki Kulların Vasıfları
Allah-u Teâlâ bu büyük nimeti hak edenlerin üstün vasıflarını açıklamak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O kullar adakları yerine getirirler.” (İnsan: 7)
Halbuki Allah-u Teâlâ nezrettikleri o adakları onlara emretmemişti. Amma onlar, değil O’nun emrettiği ibadetleri yerine getirmekte gevşek davranmak, daha da fazlasını kendilerine vâcip kılarlar ve bu sözlerini severek yerine getirirler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Yaptığınız her harcamayı ve dadığınız her adağı şüphesiz ki Allah bilir.” (Bakara: 270)
Herkesin niyetini ve yaptıklarını çok iyi bilir, ona göre karşılığını verir.
Onlar o kimselerdir ki;
“Ve kötülüğü yaygın olan bir günden korkarlar.” (İnsan: 7)
Kıyametin ahvâlini, cehennemin korkunç azaplarını düşünürler. Bu azabın kendilerine de dokunacağından endişe ederler. O korkuyu içlerinde derinden hissederek İslâm’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten nefislerini sakındırmaya çalışırlar.
“Kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan: 8)
Kendisi muhtaç oldukları, ihtiyaç duydukları hâlde; kazanma gücü olmayan fakire, babası olmayan yetime, esir düşmüş kimseye şevkle yemek yedirler. İşte İslâm ahlâk budur.
Derler ki:
“Biz sizi ancak Allah rızâsı için yediriyoruz.” (İnsan: 9)
Maksadımız Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu elde etmektir.
“Sizlerden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan: 9)
Sizden bir mükâfât beklemediğimiz gibi, halkın yanında bize teşekkür etmenizi de istemiyoruz, övgü de beklemiyoruz.
“Biz sert ve belâlı bir günde Rabb’imizden korkarız.” (İnsan: 10)
Biz bu yaptıklarımızı, Rabb’imizin bizi o günün dehşetinden korumasını umarak yaparız.
Bu sözleri yüzlerine karşı açıkça dil ile söylemeseler bile, kalben böyle düşünmektedirler.
Hakk’ın rızâsından gayrı hiçbir karşılık beklemedikleri içindir ki, O’nun katında övülmeye lâyık görülmüşlerdir:
“Allah onları o günün kötülüğünden korumuştur.” (İnsan: 11)
“Onlara bir parlaklık ve sevinç verir.” (İnsan: 11)
Amel ve ibadetlerinin kendilerini kavuşturduğu karşılığı ve Allah-u Teâlâ’nın kendilerinden râzı olduğunu görünce son derece memnun ve mutlu olurlar. Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. iİâhi nimetlere garkolurlar. Ruhen ve cismen nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.
Cennet Sakinlerine Verilecek Nimetler:
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere cennette ikram ve ihsan edilecek nimetler sonsuzdur. Bunların vasıflarını bütünüyle anlamamız veya kavramamız imkânsızdır.
Ateşten kendilerine elbise biçilmiş olan cehennemliklerin elbiselerine karşılık, cennetliklere de son derece kıymetli ve değerli elbiseler giydirilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri lütfeder.” buyuruyor. (İnsan: 12)
Onlar din-i mübin’in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet mukabilinde sabır ve sebatlarına mükâfat olarak şimdi bu lütuflara nâil olmuş oluyorlar.
Elbiseleri ipekten olduğu gibi yatakları ve perdeleri de ipektendir.
Altın, gümüş ve sırf ipekten dokunmuş elbise ile ziynetlenmenin haram olması dâr-ı teklif olan dünyaya mahsustur. Ahiret dâr-ı teklif olmadığı için orada bunlar en güzeli ile müminlerin istifadesine arzedileceklerdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Altın ve gümüş kaptan su içmeyin! Dibâ ve ipeği de giymeyin! Çünkü bunlar dünyada onların; ahirette, kıyamet gününde ise sizindir.” (Müslim: 2067)
Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
“Orada koltuklara yaslanırlar.” (İnsan: 13)
Oturdukları yerden diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler.
“Ne yakıcı sıcak görülür orada, ne de dondurucu soğuk.” (İnsan: 13)
Cennetin sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar serindir. Ne rahatsız edici hararet, ne de eziyet verici soğuk. Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgar eser.
Halbuki kafirler cehennemde pis kokulu, çok sıcak kara duman gölgesinde bulunmaktadırlar.
“Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış, meyveleri de aşağıya eğdirildikçe eğdirilmiştir.” (İnsan: 14)
Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir. Çünkü orası çalışma, yorulma ve yıpranma yeri değildir. Dinlenme ve eğlenme yeridir.
Cennette meyveli-meyvesiz ağaçlar, asmalar, palmiyeler, her mevsim yetişen ve yeme yasağı bulunmayan en güzel meyveler bulunur.
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennette öyle bir ağaç vardır ki, idmana çekilmiş süratli bir ata binen kişi, yüz sene gider de onun gölgesini bitiremez.” (Müslim: 2828)
Bu ağacın Tûba ağacı olduğu söylenir.
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar. Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyvelerle rızıklanmaları sırf lezzet almak, zevkyâb olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.
Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru sarkıverir.
“Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kâseler dolaştırılır.” (İnsan: 15)
Hizmetçiler kendilerine gümüş kaplarda getirilen gümüş kâselerle içecekler sunarlar.
“Billurları gümüş gibi parlaktır.” (İnsan: 16)
Gümüş beyazlığı ile billur berraklığı, gören gözlere neşe saçar.
“Onları türlü türlü biçimlere koymuşlardır.” (İnsan: 16)
Bu şeffaf kapların ne kulpu vardır ne de ağzı. Dışından içi görünecek şeffaflıktadır, dünyada eşi ve benzeri bulunmaz. Çevirmeye ihtiyaç duyulmadan her tarafından kolaylıkla içilebilir. Azlığı ve çokluğu, içecek kimsenin arzusuna göre, sahibini kana kana kandıracak ölçüde ayarlanmıştır. Bu durum daha çok lezzet verici ve iştah açıcıdır.
“Onlara orada bir kâseden içirilir ki, karışımında zencefil vardır.” (İnsan: 17)
“Kâfur” karışımı şaraptan içen “Ebrâr” kullar hakkında “İçerler” tabiri kullanılırken burada “İçirilir” tabiri geçmektedir. Şüphesiz ki bu daha yüksek bir makamdır.
Bu şaraplar hiçbir zaman kurumayan coşkun bir pınardan alınmaktadır.
Zencefil hoş kokulu bir baharattır. Bazı içeceklere katılınca hoş bir lezzet ve koku meydana getirir. İştah açıcı özelliği vardır. Mideyi bozmaz, ekşimeye sebep olmaz, sindirime kolaylık verir. Fakat cennetteki zencefil ise apayrı bir nefasettedir, dünyadaki ile kıyas bile edilmez.
İşte “Ebrâr” adı verilen “Allah’ın kulları”, bazen kâfur kokusu ile karışık cennet şarabından doldura doldura içtikleri gibi; kimi zaman da kendilerine muayyen bir ölçü dahilinde zencefil karıştırılmış cennet şarabı içirilir.
“O pınara Selsebil adı verilir.” (İnsan: 18)
“Selsebil” tatlı su demektir. Tatlılığından ve berraklığından dolayı boğazdan sühuletle, kolaylıkla geçer. İçenlerin arzularına uygun bir şekilde, gözlere sürur veren ahenkli bir akışla akar.
___________________________________________________________________________
İNSAN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3
Cennet Sakinlerine
Verilecek Nimetler
Cennette ayrıca Vildan ve Gılman isminde, daima körpe ve zarif kalan erkek hizmetçiler vardır. Allah-u Teâlâ onları hurilerden ayrı olarak cennet halkına hizmet etmeleri için yaratmıştır.
“Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır.” (İnsan: 19 - Vâkıa: 17)
Bu kâseler dolusu cennet şaraplarını dolaştıranlar, Allah-u Teâlâ’nın müminlere hizmet için yarattığı ay yüzlü gençlerdir.
“Sen onları gördüğün zaman, saçılmış birer inci sanırsın.” (İnsan: 19)
Bunlar düzenli bir şekilde çalıştıkları için dizilen inciler gibi bir görünümdedirler. Hizmetlerinde aslâ kusur etmezler. Güzel yüzlü tatlı sözlüdürler. Ne yaşlanırlar ne de tazelik ve zerafetlerini kaybederler, hep aynı hâl üzere kalırlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine âit hizmetçiler sedefteki inciler gibi fırıl fırıl etrafında dönerler.” (Tûr: 24)
Gerek güzellikleri, gerekse elbiselerinin güzelliği ile sanki dizilmiş, saf ve düzgün inciler gibidirler.
Bu Âyet-i kerime okunduğunda huzurda bulunan bir zât: “Yâ Resulellah! Hizmetçiler böyle olursa, bunların efendileri nasıl olur?” diye sorunca Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Efendilerinin hizmetçiler üzerine olan üstünlüğü, ayın ondördünde diğer yıldızlar üzerine üstünlüğü gibidir.” buyurmuşlardır.
Cennet son derece büyüktür. Milyarlarca insanı ilelebed barındırıp, huzur ve sükûna, rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır.
“Orada her nereye baksan, bir nimet ve pek büyük bir saltanat görürsün.” (İnsan: 20)
Cennet, nimet yurdudur. Göz nereye baksa nimete bakar. Herkes kendilerine verilen nimetleri seyreder. Hiç kimse hiçbir şeye hasret kalmaz.
Cennetliklerin elbiseleri ve ziynetleri cennetteki diğer zevklere uygun olarak en yüksek kemaline ulaşmıştır.
“Üzerlerinde sündüs ve istebraktan yeşil elbiseler vardır.” (İnsan: 21)
Allah-u Teâlâ onların her çeşitten birçok elbiseleri olduğuna, fakat bunların üstünde ipek elbiseler bulunduğuna ve böylece ipek elbiselerin hepsinden üstün olduğuna dikkat çekmek için “Onların üzerinde” mânâsına gelen “Âliyehüm” buyurmuştur.
Cennetin güzelliğini insanlara bildirmek ancak bu kadar olur.
“Sündüs” gayet ince ve zarif ipek; “İstebrak” ise kalın veya sırmalı ipek, parlak atlas mânâlarına gelmektedir.
Yeşil, gözleri en çok dinlendiren ve gözleri en iyi okşayan renklerdir.
Örtünme, ahiret hayatında da bahis mevzuudur.
Onlar Din-i mübin’in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet karşılığında sabır ve sebatlarına mükâfat olarak şimdi bu lütuflara nâil olmuş oluyorlar.
Cennete girmekle kalmazlar, derecelere yükselirler. Bâtınlarındaki iman nuruna mükâfat olarak zahirlerini de tarifi mümkün olmayan ziynetlerle tezyin ederler. Oysaki birçokları dünyada iken bu gibi süslerden yoksundular.
Cennette köşklerin, tahtların, halıların, ipekli elbiselerin yanında cennet sakinleri ziynet olarak; altın, inci ve gümüşten bilezikler, yüzükler de takınırlar.
“Gümüş bilezikler takınmışlardır.” (İnsan: 21)
Altın ve gümüşle ziynetlenmek dünyada hanımlara mahsus ise de, ahiret dâr-ı teklif olmadığından erkekler de takınabilecekler. Cennetlikler hiçbir şeye hasret kalmazlar.
Onlar isteklerine göre bazen sadece altın, bazen sadece gümüş, bazen de inci takınırlar. Birisinin bileğinde hepsinin bulunması da mümkündür.
Altının parlaklığına karşılık gümüşün rengindeki beyazlık karışınca apayrı bir güzellik vereceği şüphesizdir. Şu da unutulmamalıdır ki, bu altın ve gümüş, o âleme mahsus altın ve gümüştür. Bizim basit zihin ve idrakimize anlatılabilmesi için bu şekilde misal verilmiştir.
“Rabb’leri onlara tertemiz bir içki içirir.” (İnsan: 21)
Bu doğrudan doğruya alemlerin Rabb’i tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak bir şekilde saf, tertemiz bir içkidir. Bu Cemâlullah’a kavuşma neşesidir.
Ve onlara ikram ve ihsan olarak şöyle denilir:
“Bu sizin için bir mükâfattır, çalışmalarınız mükâfâta lâyık görülmüştür.” (İnsan: 22)
Dünyadaki çalışmalarınız boşa gitmedi, kıymeti takdir edildi. Her hususta tebrike şâyânsınız.
Allah-u Teâlâ’nın
En Büyük Kitabı:
Allah-u Teâlâ’nın en son ve en büyük kitabı Kur’an-ı kerim’dir. Kullarını cehalet ve dalâlet karanlığından kurtarmak için Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a peygamberlik müddeti esnasında zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, ilâhî bir nûr, ilâhî bir düstur olarak indirmiştir.
“Resul’üm! Kur’an’ı sana biz, evet biz indirdik.” (İnsan: 23)
Muhammed Aleyhisselâm’dan bize kadar tevatür yoluyla, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir kesinlikle ulaştırılmıştır. Bütün insanlığa gönderildiği için, hiç bozulmadan muhafaza edileceği de garanti altına alınmıştır.
Bedevî bir muhitte, tahsil görmeden yetişen ve okuyup yazması da olmayan ümmî peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın en büyük mucizesi Kur’an-ı kerim’in Asr-ı saâdet’ten zamanımıza kadar hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir. Kıyamete kadar da aslâ değişmeyecektir.
Kur’an-ı kerim bir vahy-i ilâhîdir, Allah-u Teâlâ onu büyük bir hikmet ve maslahata göre indirmiştir.
“Öyleyse Rabb’inin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra yahut hiçbir nanköre itaat etme!” (İnsan: 24)
Sana indirilen hükümlerden seni vazgeçirmeye çalışırlarsa kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, Rabb’inden sana indirileni tebliğ et!
“Sabah akşam Rabb’inin ismini zikret!” (İnsan: 25)
Her an O’nu zikretmeye devam ederek kalbini nurlandır.
“Gecenin bir kısmında O’na secde et ve O’nu geceleri uzun uzun tesbih et!” (İnsan: 26)
Gece karanlığında insanlar uyurken Rabb’ine münâcaata dalıp namaz kıl, geceyi çokça ibadetle geçir.
____________________________________________________________________________________
İNSAN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4
Zühd
Zühd; dünya sevgisini kalpten çıkarmak, dünyaya karşı duyulan her rağbeti gönülden söküp atmak, nefsin arzularını gemlemek demektir.
Allah-u Teâlâ dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:
“Doğrusu onlar çabuk geçeni (dünyayı) seviyorlar da, önlerindeki o çetin günü (ahireti) bırakıyorlar.” (İnsan: 27)
İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar, büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi, insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp ahiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti unutturmaması gerekir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Dünyaya rağbet eden, onu sevendir. Dünyalık edinmek ve sürekli olarak daha fazlasını istemek, dünyaya rağbet etmenin alâmetidir.
Sahl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir zât Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize gelerek:
“Yâ Resulellah! Bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım takdirde Allah da, kul da beni sevsin.” demişti.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Dünya muhabbetini kalbinden çıkar ki Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisi olasın. İnsanların ellerindekilere göz dikme ki, insanlar da seni sevsin.” (İbn-i Mâce: 4102)
Görüldüğü üzere zühd, Allah-u Teâlâ’nın sevgisine sebep kılınmıştır.
İlâhî Kudret:
Allah-u Teâlâ insan vücudunu birer tel mesabesinde olan sinirlerle bağlamıştır. Bu sinirlerin köklerinin başı beyin, dallarının sonu ise cilttir.
Her yarattığını “Ol!” emri ile yaratan Yaratıcı, bütün vücudu kaplayan sinirlere öyle bir düzen vermiştir ki, akıllar hayranlıklarını gizleyemezler.
Sinirler aracılığı ile beyin, diğer uzuvlara his ve hareket vermektedir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onları biz yarattık, mafsallarını biz pekiştirdik.” (İnsan: 28)
Eklemlerini sinir ve damarlarla iyice bağladık ki güçlü kuvvetli olsunlar.
“Dilediğimiz zaman yerlerine başka benzerlerini getiririz.” (İnsan: 28)
Bütün bunlar ilâhî kudrete nazaran pek kolay şeylerdir.
Beyinden iç organlara inen hareket sinirleri, başlangıç noktalarından uzak oldukları için Allah-u Teâlâ onları çok sağlam yapmıştır, tedbirini açıkça göstermiştir.
Hâlik-ı zülcelâl’in bu fiillerinde de çok ibretler vardır.
Bütün bunlar O’nun kudretinin kemâlini gösterip, insanoğluna olan büyük nimetine şahitlik etmektedirler. Bu şekilde bir arada bulunan ince sanatları seyreden basiret sahibi bir kimse, Yapıcı ve Yaratıcı’sını bilmiş olur, her halinde O’na yönelir.
Bu işlerin hepsini tam tamına ve zamanında yerine getirmeyi, hiçbir şey yok iken onları yoktan var eden Yaratan’dan başka kim yapabilir?
Kıyamete kadar sayılsa dünyanın nizamı ve insan neslinin devamı için Allah-u Teâlâ’nın insanlara bahşetmiş olduğu lütufları ve hikmetleri dile getirilemez. Bu nimetlerin adedi ve sonu yoktur. Bu ilâhî hakikatlerin sonunu ve sayısını O’ndan başka hiç kimse bilemez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki bu bir öğüttür.” (İnsan: 29 - Müzzemmil: 19)
Basireti bozuk olmayan, akl-ı selim sahibi, özü sağlam kimseler ancak öğüt ve ibret alırlar.
“Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (İnsan: 29 - Müzzemmil: 19)
İman, itaat ve güzel amellerle Rabb’ine emniyetler içinde ermeye ve yaklaşmaya çalışır.
Her kim Rabb’ine doğru varmak, O’nun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, O’na götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.
Herkes iradesini sarfettiği yöne muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette hâline uygun bir yol tutar.
Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nâil oldukları gibi, dalâlet yollarına gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.
Allah-u Teâlâ her istediğini dilediği gibi yapar.
“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan: 30)
Olanı, olacağı ve olmalyacağı, olursa ne şekilde olacağı en iyi bilen O’dur.
O’nun iradesinin önüne geçecek, değiştirmeye zorlayacak bir irade düşünülemez. Hükmünü kimse bozamaz. Olmasını dilediği şey olur, O dilemezse hiçbir şey olmaz.
“Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan: 30)
Bütün bu lütuflar hep O’nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç şüphesiz ki bu lütuflara mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.
“Dilediğini rahmetinin içine sokar.” (İnsan: 31 - Şûrâ: 8)
Kime iyilik dilerse, onu ebedî saâdetine koyar, hikmet yalnız O’nundur. Fakat kalbinde hayır görmediği kimselere nurunu ihsan etmez.
“Zâlimler için elem verici bir azap hazırlamıştır.” (İnsan: 31)
Bütün yaptıkları işler hiçe müncer olacak, cezâlarını korkunç bir şekilde çekeceklerdir. O azap ise cehennemin pek şiddetli ve ebedî olan azabından ibarettir.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh