SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 6
Medine, Mekke'nin yol üstü; güzergâh...Mekke, dış dünyaya Medine kapısından çıkıyor. Eğer medine Müslümanların eline geçerse; Mekke boğazından sıkılan bir insan gibi olacak. O takdirde Mekke, Medine'nin parmaklarını gevşettiği veya gevşetmediği nisbette yaşama şansına sahip veya değil...Medine'de Müslüman sayısı günden güne çoğalıyor...Bu, aslında hesapta olmayan bir neticedir. Önceleri fazlaca mühimsenmeyen bu netice, şimdi âni ve beklenmedik gelişmelerle çok ciddi buudlar kazanmıştır. Evs ve Hazreç kabilelerinin her ikisi birden İslâmiyeti tercih edince Medine bir bakıma bir İslâm beldesi oldu; belde veya devlete giden başlangıç. İşte bu iki kabilenin dini İslâmı kabulleri Mekke müşriklerini esaslı, şekilde ürküttü. Bu ürküntü ve içten içe gelişen önü alınmaz korkular ile müminlere saldırıya geçtiler. Varolup, olmama kavgasına girmiş gibiler...Şimdi hedefleri, Muhammedileri Mekke'de muhasara altında tutarak İmha etmek...Eğer Mekke Müslümanları ile Medine Müslümanları şöyle veya böyle bir yolla birleşirlerse...bu ihtimal müşrikleri kudurtmuştur. O yüzden zulüm ve işkence öncekilerle mukayese edilmeyecek çapta arttı...Hergün işkence, her saat işkence, her fırsatta eziyet ve aşağılama...
Ne yapıyordu ki bu insanlar onlara? Hiçbir şey. Suçları İslâmiyetin emrettiği gibi yaşamak. Buna tahammül edemiyorlar. Farklı bir hayat, Mekke kafirlerine aykırı ve zıt geliyor. Fakat Allah'ın hikmeti; Müşrikler, kötülük ettikçe Müslümanlar, azalmıyor; aksine, sayıları günden güne artmakta. Habis ruhlu kâfirleri de hırstan kudurtan kendilerine göre bu neticeydi...dayak, azap işkence hatta ölüm; buna rağmen insanlar, kendileri gibi soyluları bırakıp O'na koşuyorlar...İnsanlar neye gidiyor, para vaadine mi, mal vaadine mi, makam vaadine mi? İnsanlar, bilerek veya bilmeyerek Resulullah'ın en üstün mucizesine koşuyorlar; herkes O'nun güzel ahlâkına koşuyor. Öyle bir koşu ki nasibi olan herkes, kıyamete kadar O, sallallahü aleyhi ve sellem'in güzel ahlâkına koşacak. Herkes koşacak; aklı olan herkes koşacak.
Mazlumlarda dayanacak tâkat kalmadı. Bu sebeple Efendimizden izin istiyorlar... Bir yolunu bulup bu şehirden hicret etmek, azıcık nefes alacakları, azıcık hür yaşayacakları topraklara gitmek istiyorlar. Hürriyete muhtaçlar... Kendilerine mahsus bir mavi göğe, "Özlemleri bu; bu hür maviliğin altında kimse onlara sen suçlusun; gel hesap ver... Niçin böyle inanıyorsun" demesin; diyemesin...dememeli,
Şüphesiz, müminlerin; bu büyük kahramanların çektiklerinden en fazla üzüntü duyan o azabı tâ can evinde olanca hassasiyeti ile yaşayan bizzat Sevgili Peygamberimizdir. Her işkence haberi, en üstün insan ve en üstün Peygamberin nurlu kalbinde kimbilir hangi elemleri doğurmakta; hangi kederlere yolaçmaktadır. O, acıları, belki o işkenceye maruz kalandan daha çok hissetmekte. Buna hiç şüphe yok.
Buna rağmen hicret için müsaade isteyen eshabına sabır tavsiye ediyorlar. Zira Mekke'nin terkine henüz izin çıkmamıştır. Efendimiz, derin düşüncedeler. Şüphesiz bir büyük ve tarihi imtihan bu. O seçilmişler seçilmişi aziz arkadaşları bu imtihandan geçiyorlar...
Habibullah, dau ve gözyaşındalar...
...Ve bir gün, büyük sevinçlerle eshab-ı kiramın yanını gelerek müjdeyi bildirdiler:
-Yesrib/ Medine'ye gideceksin. Mekke'den ayrıldıktan sonra hicret edeceğiniz memleket iki kara taşlık arasında olan hurmalık Medine şehridir. Medine'ye hicret ediniz. Ahllahü teâlâ Medineli Müslümanlarla sizi kardeş yaptı. Onlarla birleşiniz. Yesrib, siz kalbi yaralılara emniyet ve huzur beldesi olacaktır.
....
Yüzlerde bir buruk sevinç ışıdı...Hüzün ve sevinç iç içe geçmişti. Şu zalimlerden kurtulmak büyük nimet olacaktı ama; eshab-ı kiram şimdi, doğdukları, büyüdükleri toprakları öylece bırakıp başka yerlere gideceklerdi. Oysa bu topraklarda onların izleri, hâtıraları hayatlarından parçalar vardı. Bazıları geride inkârda ısrarlı anne, bacı, kardeş, baba gibi en yakınlarını bırakıyordu. Veya yakınken uzaklaşmış olanları. Ah n'olurdu onlar da ebedi saadeti tadabilselerdi? Fakat bunların hepsinden çok daha acı olan Resulullah'dan ayrılmak...
...Sevgili Peygamberimiz, dikkatli olmalarını, kâfirleri şüphelendirecek hareketlerden uzak durmalarını, küçük topluluklar halinde ve gizlice göçmelerini bilhassa tavsiye buyurdular...
Müminler, büyük Peygamberin tavsiyelerine aynen sâdıklar. Tenha vakitleri ve tenha yerleri tercih ederek canlarını Medine'ye; kardeşlerinin yanına atıyorlar. İlk hicret eden; yani ilk muhacir, Ebu Seleme. Ebu Seleme, radıyallahü anh, daha evvel de, artık, müminlere gurbet olan Mekke'yi terketmek istemiş; fakat yakalanmıştı. Hanımı ile oğlunu O'ndan zorla koparmış; kendisine de olmadık kötülüğü reva görmüşlerdi. O yüzden bu topraklara ilk veda eden, bu toprağın küskünü; vatanda gurbet hüznünü tadan; ne tadması? hücrelerine kadar yaşayan Hazreti Ebu Seleme...
Ve ardından kafile kafile muhacir, gece karanlıklarında Mekke dışına sızmaya bakıyor. Mü'minler, öbek öbek insan düşmanı insanlardan kaçıyor..
Müşrikler, vaziyeti farkettiler. Bazı muhacirleri yakalayıp hepse attılar, beklenmedik yerlerde bazı kafilelerin önüne çıkarak hanımları kocalarından, çocukları analarından ayırdılar; zulümlerine zulümler eklendi... fakat göç seli durmadı. Hürriyete susamış olanlar, ne yapıp ettiler ve sonunda insanca yaşama şartlarına koştular.
Korkaklar zalim olur; zalimler, her nevi işkenceyi yapıyor ama bir iç harp korkusuyla müminleri bundan böyle şehid edemiyorlar...Yalnız bir kafileye ilişemediler. Kahroldular, mahvoldular, dövündüler, dişlerini öğüttüler ama ses çıkaramadılar.
Hazreti Ömer, radıyallahü anh, belinde kılıcı, üstünde ok ve yayı olduğu halde işte Kâbe-i Şerifi tavaf ediyor. Etrafta kalabalık bir müşrik cemaati var. O'na bakıyorlar. Büyük Müslüman, üzerine dikili nefret dolu bakışlara aldırış etmiyor. Huşu içinde ibadetini yapıyor. Kâbenin etrafında yedi defa dönüp duasını yaptıktan sonra kâfirlere dönüyor:
-İşte ben de gidiyorum! Dinimin hatırı için ve Allah rızası uğruna ben de Mekke'den vazgeçerek Medine'ye hicret ediyorum. Anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen kahraman varsa yoluma çıkabilir...
İslâm düşmanları, kendilerine meydan okuyan bu arslan karşısında gıklarını çıkaramadılar. O'nun dediklerinde tam kararlı olduğu ve önüne çıkanın bu cür'eti hayatı ile ödeyeceği öylesine belliydi ki....bu yüzden Hazreti Ömer ve yanındaki yirmi kişi Mekke'den Medine'ye en rahat göçen insanlar oldu.
.....
Suheyb bin Sinan, Mekke'nin zenginlerinden. O da mümin...birgün Talha bin Ubeydullah'ı da yanına alarak bir fırsatını bulup Medine yoluna düştüler; fakat,Allah'a şirk/ortak koşanlar, ıssız bir yerde yollarına çıkarak onları durdurdular...
-Durun bakalım...Nereye?
-Gidiyoruz...
-Medine'ye!
-Evet, Medine'ye gidiyoruz..
-Gidemezsiniz.
-Sebep?
-Şimdi kendiniz gider, yarın servetinizi de çıkartırsınız..
Servet, mal, mülk kimin gözünde? Müminler için tek gaye var: Kâfirlerin elinden kurtulmak. Süheyb hazretleri önlerine çıkan eşkiyanın zaafını anlamıştı. Onlara "hayır" diyemiyecekleri beklenmedik bir teklifte bulundu:
-Peki bütün servetimi, hatta Mekke'deki alacaklarımı size versem bizi görmemiş olur musunuz?
Adamların dili tutulacaktı...Muazam bir servet onların oluyordu. Şaşırmışlardı... kılıçlarını yere indirdiler. Sahi mi söylüyor gibisine önce birbirlerine sonra Süheyb, radıyallahü anhın, yüzüne baktılar...
-Doğru mu diyorsun ya Süheyb?
-Evet, bize ilişmeyin bütün varlığım ve alacaklarım sizin olsun...
-Öyleyse çabuk kaybolun; biz sizi görmedik...
.....
Peygamberimiz, hadiseyi işitince aynı sözü iki kere tekrarladılar:
-Süheyb kazandı!.. Süheyb kazandı...
Ne güzel bir haber...
.....
İnsanlar gidiyor...
Gece karanlığında, gün ortasında, seher vaktinde elegeçen her fırsatta gidiyorlar...
...gittiler, gittiler, gittiler.
Herkes gitti...
Hazreti Ali,
Hazreti Ebu Bekr,
ve
Hazreti Peygamberden başka nerede ise kimse kalmadı.
Mekke müminden tamamen boşalmak; Medine taçlanmak üzere.
Az kaldı; Medine'nin taclanmasına az kaldı..
Efendimiz, "gidiniz" dediler; herkes gitti...
Hazreti Ebu Bekr; büyük dost...Allah'ın Resulüne soruyor:
-Ben de gidebilir miyim?
Efendimiz, aziz dostu yanlarından ayırmak istemiyorlar:
-Sabret. Öyle ümid ediyorum ki Allahü Teâlâ bana da müsaade edecektir. O vakit birlikte hicret ederiz, buyurdular...
Peygamber âşığı Ebu Bekr radıyallahü anh'ı bundan daha fazla sevindirecek bir haber tasavvur etmek mümkün mü? Sevinçten yüzü coşkun aydınlıklarla doldu:
-Ah, ne diyorsun ey Allah'ın Resulü? Anam babam uğruna feda olsun. Bu mümkün mü?
Peygamberimiz, aziz arkadaşını daha yüreklendiriyor.
-Evet; mümkün...
Hazreti Ebu Bekr, deve pazarına giderek tanesi dörtyüz dirhemden iki güzel deve satın alarak ahıra çektirdi. Maksadı izin gelince vakit kaybetmeden hemen yola çıkabilmek şimdi gözünde hem hicretin hem de Resulullahla birlikte gitmenin hasreti tütüyor. Bu hasretle dolu olduğu gecelerden birinde bir rüya gördü:
...ay gökten yere inmiş, Mekke'ye yakın bir noktada ışık saçıp duruyor. Ümmülkur'a sahrası onun nurundan gündüz gibi aydınlık...derken ay göğe çıkıyor ama tekrar yere iniyor; fakat bu defa Medine'ye iniyor. binlerce yıldız da onunla beraber Medine'ye iniyor. Şehir apaydınlık. Bir zaman sonra ay ve yıldızlar yine göğe çıkıyor ve oradan bir daha Mekke'ye konuyorlar. Mekke pırıl pırıl. Ne varki dörtyüze yakın ev bu aydınlıktan nasiplenemiyor; onlar karanlıklar içinde...Ay ondördüncü gecedeki gibi Mekke'nin etrafını dolaştıktan sonra Medine'ye yöneliyor. Bu şehirde Hazreti Aişe'nin evi önüne gelip kapıdan giriyor ve sonra toprağa süzülerek kaybolup gidiyor...
Hazreti Ebu Bekr, "Hayırdır inşaallah" diyerek derin uykudan sıçradı.. Rüya kendisine, nedense çok tesir etmişti...Bir zaman gözyaşlarını tutamadı; öylesine ağlıyordu. Sabah olunca meşhur bir rüya tabircisine gitti.... Adam, Hazreti Ebu Bekr'i ilgiyle dinledikten sonra anlattı:
-Ay, Peygamber, yıldızlar eshabıdır. Yıldızlar, Hazreti Peygamberle birlikte Medineye hicret etmekte fakat tekrar Mekke'ye dönmekteler. Bu, Mekke'nin Müslümanlar tarafından fethedileceğine işarettir. Ayın Aişe'nin kapısına gelmesi Ebül Kasım'ın O'nunla evleneceğine, yere süzülmesi ise Medine'de vefat edeceğine delalet etmektedir. Karanlıklar içindeki dörtyüz evin mânâsı ise zaten açık.
Mekke'den Medine'ye göç, şu iki kelimenin tarih içinde ifadesini bulmasına ve bu kelimelerin unutulmaz bir mânâ ve şeref kazanmalarına sebep oldu:
Muhacirîn...
Ensar...
Muhacirin: Vatanlarını Allah ve Resulullah için terkederek Mekke'den Medine'ye hicret eden müminler.
Ensar: Kardeşlerine kollarını açarak, o müminleri bağırlarına basıp acılarını paylaşan Medineli Müslümanlar...
Şimdi, Mekke müşrikleri tedirgin olmaya başlamışlardı; uykuları kaçıyordu. Hemen hemen bütün Muhammediler bir yolunu bulup Medine'ye geçmişti. Ne hapis, ne dayak, ne sevenleri birbirlerinden ayırma onları durduramamıştı. Gelen haberlere nazaran Medineli Müslümanlar, onları sevinçle karşılıyorlardı. Ya şimdi Peygamber de Medine'ye hicret eder ve bir kuvvet haline gelen Müslümanların başına geçerek Mekke'nin üstüne yürürse? Önünde sonunda olacak da budur. Müslümanlar, Medine'de bir kuvvet haline gelmiştir. Bu kuvvet, birgün elbette teşkilatlanacak ve yapılanların hesabını soracaktır.
....
Mü'minlerin mes'elelerini görüşüp fikir birliğine vardıkları istişare meclisleri olduğu gibi Mekkeli kâfirlerin du kurultaylarını yaptıkları bir yer var. Kusayy İbni Hakim'in evi; Darun Nedve.
Peygamberin Medinedeki Ensar ve Muhacirîn kuvvetlerinin başına geçme ihtimali Medine için fevkalade tehlike arzetmektedir. Bu yüzden Ebu Cehil başta olmak üzere Meysere Bin Haccac, Münebbih Bin Haccac, Nadr İbnil Hâris, Ukbe Bin Ebi Muayt ve diğer Kâfir büyükleri Darün Nedve'de toplanmış alınacak tedbirleri münakaşa ediyorlar...
Konuşmalar hararetli şekilde sürerken kapı açıldı ve içeriye Necdli bir ihtiyar kılığında İblis girdi:
-"Hah", dedi, öncekiler, "işte tecrübesinden faydalanacağımız bir pîri fani"
İblis, sırıttı. Bilmez bir saflıkla ve sanki oraya tesadüfen girmiş gibi sordu:
-Müşgiliniz nedir? Neyi tartışıyorsunuz?
....
Kâfirler, mes'eleyi ve muhtemel neticelerini, her birinin düşündüğü çareyi anlattılar. İblis, bunlardan ilk defa haberdar oluyormuş da düşünecek zaman kazanıyormuş gibi sahte bir filozof tavrı ile sakalını sıvazladı ve sesine inandırıcı bir ton vermeye çalışarak müthiş telkinini yaptı:
-Iıı. Bunların hiç biri çare değil. Zira O'ndaki güler yüz ve tatlı dil, her tedbiri boşa çıkarır. İşi kökten halletmelisiniz!
Ebu Cehil, îmayı derhal anladı. Kendisi de aynı fikirdeydi. Hazır böyle bir destek bulmuşken arkadaşlarını da bu fikre razı etmek için mantığının bütün imkânlarını seferber etmeliydi.
-Öyle anlıyorum ki ey ihtiyar, O'nu öldürünüz; başka tercihiniz yoktur diyorsun öyle mi...
-Evet, tutacağınız başka hiç bir yolla Muhammedden kurtulamazsınız..
Ebu Cehil kurultaydakilere döndü:
-Dinlediniz!.. Necdli zat "öldürün" diyor. Ya öldüreceğiz ya öleceğiz. Eğer biz, O'nu öldürmezsek, sonumuzun uzak olmadığı kanaatindeyim. Bunu böyle bilin.
Kaşlar çatılmış, yüzler gerilmiş, bakışlar donuklaşmıştı. Bir kıvılcımla tutuşacak hale gelmişlerdi.
...Ve Ebu Cehil; bu katmerli kâfir, emri vakiyi kabul ettirdi.
-Bu gece evinin etrafını saralım. Her kabilenin en iyi kılıç kullananı oraya gelsin. Yarın sabah dışarı çıktığı zaman, o, iyi kılıç çekenler, hemen üzerine hücum etsin ve muhtelif kılıç darbeleri ile öldürülsün...dedi ve sesini yumuşattı. Böylece kimin katlettiği belli olmayacağından akrabaları mecburen kısas yerine diyete razı olurlar. Biz de kan bedelini vererek bu büyük dertten kurtulmuş oluruz.
İblis, fikre bayıldı. Çünkü aslında teklifin özü kendisine aitti...ve nice zamandır böyle bir ânı beklemişti.
Putperestler, derhal Mekke'nin en gözüpek cengâverlerini bularak o gece mubarek evin etrafını sardılar. Maksatları, Ebül Kasım, bir yere kıpırdamasın ki sabah emellerine nail olalar...tabi gafiller bilmiyorlarki yüce Allah, izin vermedikçe hiç bir şeyin vukuu mümkün değildir. Cenab-ı Hak,kâinatı uğruna yarattığı aziz Sevgiliyi, kâfirlerin elinde kim vurduya getirecek!... Buna imkân varmı? Necdli libasına bürünmüş lanetli şeytan da, küfürde inatlı anlı şanlı Mekke asilzadeleri de bu ince noktayı muhakeme edemiyorlar. Zaten bunu kavrayabilseler her şey bitecek. Bu basirete malik olabilseler geriye ne kalır ki...ahmaklıkları zekâlarını örtmüş.
.....
O akşam, Vahiy Meleği Cebrail aleyhisselam, Peygamberimizin saadethanelerine gelerek ayeti kerime getirdi. Darün Nedve'de alınan karar, bütün tafsilatı ile Resulullaha haber verildikten sonra o gece evinde uyumaması isteniyor ve ertesi gün de hicret etmesi bildiriliyordu.
Emri ilahi üzerine Peygamberimiz, Hazreti Ali'ye:
-Ya Ali! izin geldi. Ben de hicret edeceğim. Medine'ye gidiyorum. Bu gece yatağımda sen yatacaksın. Örtüme sarın ve uyu; hatırına hiç bir şey gelmesin. Hiç korkma. Mekkelilerin bana bıraktıkları emanetleri yarın sahiplerine teslim edersin. İnşaallah Medine'de buluşuruz.
Dedi ve Yasin Sure-i Şerifesinin baştan oy ayeti kerimesini okuya okuya kapıya geldi; açtı, yerden bir avuç toprak alarak kâfirlerin üzerine saçtı ve onların bakan, ama görmeyen gözleri önünde çıkıp gitti...Bu topraktan kimin üstüne düştü ise daha sonra Bedir cenginde O'nun canı cehennemi boyladı.
/Yâsîn. O, hikmet dolu Kur'ân'a andolsun ki sen, hiç şüphesiz insanlara gönderilen Peygamberlerdensin! Dosdoğru bir yoldasın. Bu Kur'an da kudretiyle her şeye üstün gelen, rahmetiyle herkesi esirgeyen Allah'ın indirdiği bir kitabdır ki; ataları azabla korkutulmuş, bu yüzden; gaflet içinde kalmış olan bir kavmi korkutman için sana indirilmiştir.
And olsun ki bunların çoğuna o azap sözü hak olmuştur. Artık bunlar iman etmezler. Gerçekten, biz, onların boyunlarına bu kağılar geçirdik ki bunlar çenelerine kadar dayanmıştır. Şimdi onlar, kafaları ve burunları yukarı kaldırılmış bir haldedirler. Biz, onların önlerinden bir sed, arkalarından da bir sed çektik. Onları öylece bıraktık artık görmezler./
Mekke müşrikleri hane-i saadetin önünde böylece saatlerce beklerken birisi ortaya çıktı ve "siz ne bekliyorsunuz" dedi. Onlar sebebini söyleyince o adam:
-Bana kalırsa beklediğiniz şahıs içerde değil, şu evdeki sakinliği görmüyor musunuz?
Deyince İslâm, Allah ve Resulullah düşmanları bu hesap dışı lafa sinirlenerek yalın kılıç kapıya yüklenip içeri doldular. Baskın üzerine zaten tetikte uyuyan Hazreti Ali, Efendimizin yatağından fırlayarak edepsizlerin karşısına dikildi...karşılarında bir arslan heybetiyle duruyordu.
Bir tarafta elleri kılıçla Mekke Kâfirleri; aradıklarını kaçırmış, planları altüst olmuş insanlar, diğer tarafta tek başına onlara karşı koyan Hazreti Ali...Gerginlik en zirve noktada. Azgınlar, Allahın arslanını tartaklamak istiyor:
-Ebûl Kasım nerede, nereye gitti, nereye saklandı; çabuk söyle!!!
Hazreti Ali soğukkanlı...
-Bilmiyorum. Siz bana böyle bir vazife mi vermiştiniz...
Hırstan kuduran zorbalar, Ali, radıyallahü anh, efendimizi gözaltına aldılar...
....
O gece Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselam ile Mikail aleyhisselama sordu:
-Hanginiz hayatını diğeri uğruna feda edersiniz?
İki büyük melek suali samimiyetle cevaplandırdılar:
-Ya Rabbi hiç birimiz hayatımızı diğerine bağışlamayız...
Allahü teâlâ buyurdu ki:
-Halbuki Ali, öyle yapmadı. O, Peygamberinin hayatını kendi hayatından aziz tuttu. Şimdi zordadır; yardımına koşunuz...
Hakikaten, Sevgili Peygamberimiz "Ya Ali. Yatağımda yat. Ben hicret edeceğim; gitme zamanım geldi" anlamında talimat verince, Hazreti Ali, her türlü korku hissine yabancı olarak denileni yaptı. Çünkü O, Peygamber uğruna ölmenin yaşamanın ana gayesi olduğuna tam iman etmişti. Hal böyle olunca kim, müşrikin kılıcından, hapsinden tehdidinden korkar... Nezarette bir mikdar kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Serbest kalır kalmaz da Efendimize bırakılan emanetleri sahiplerine götürdü. İşte bu ahlâk İslâmiyeti yüzyıllardan yüzyıllara taşıdı. O'na iman etmiyorlar; ama, mallarını emanet edecek tek insan olarak yine Muhammedül Emin'i görüyorlar. O üstün ahlak sahibi Peygamberin ise en zor ânında ilk hatırladığı şey emanetler. "Ya Ali emanetleri sahiplerine ulaştır!" Ve gerçekten Hazreti Ali serbest kalınca bir yolunu bulup kaçma yerine bu defa kendisine emanet edilmiş olan malları sahiplerine götürüyor...Bu ahlâkı, hangi kılıç yenebilir? Emanete titizlenen, en olmadık bir vakitte bile emaneti unutmayan görülmemiş bir üstün ahlâk.
Büyük Peygamber, o gece meçhul bir yerde saklandıktan sonra ertesi gün ıssız bir ânda sevgili arkadaşının evine doğru geliyor. Vakit öğlen...
Birisi Hazreti Ebu Bekr'e haber veriyor:
-Ebûl Kasım size geliyor. Haberiniz olsun...
Ebu Bekr, radıyallahü anh, hayrette kalıyor ve mırıldanıyor;
-Sevdiklerim yoluna feda olsun; acaba niçin bu öğlen vaktinde teşrif buyuruyorlar.
Zira; Efendimizin âdetleri, Ebu Bekr'in evine sabah veya akşam uğramak. Bu güne kadar hep böyle olmuş...Herhalde mühim bir şey var ki âdetlerini bozmuşlar.
Hazreti Ebu Bekr, kapıya fırlıyor:
-Buyur ey Allahın Resulü. Buyur. Hoşgeldin, şeref verdin.
-Yabancı kimse var mı?
-Hayır ya Resulallah...
....
İçeri girdiler.
Fahri kâinat apaydınlık bir ifade ile müjdeyi bildirdiler:
-Rabbimden haber geldi; hicret edeceğim.
Sâdık dost, heyecanlandı;
-Ayağının tozları başıma tac, gözüme sürme olsun ey Allah'ın Sevgilisi,ben; bana da izin var mı?
Tebessüm buyurarak yumuşacık cevaplandırdılar:
-Evet.
....
Ebu Bekr-i Sıddık sevinç ve heyecandan ağladı ve:
-Ya Resulallah, develer hazır, dedi. İstediğini alabilirsin.
Peygamberimiz:
-Bana ait olmayan deveye binmem...
Hicretin bütün nimetlerine kavuşmak için kendilerini taşıyacak bineğin parasını vermek istiyorlardı.Bu sebeple:
-Bedelini kabul etmeni rica edeceğim. dediler.
Tam teslimiyet sahibi büyük insan ne diyebilir?:
-Nasıl emrederseniz. Yeter ki mubarek gönlünüz hoşnud olsun.
....
Evi bir ânda bir heyecandır doldurdu...İşte yol azığı hazırlanıyor: Et, ekmek ve yola dayanıklı yiyeceklerden bir çıkın... Hatta Ebu Bekr'i Sıddık'ın kızlarından Esma, çıkının ağzını bağlamak için bir ânda belinden kuşağını çıkartıp ortadan ikiye yardıktan sonra bir parçasını tekrar beline bağladı; ikinci parça ile çıkının ağzını sıkı sıkıya sardı. Bu güzel günün ve bu güzel tezcanlılığın hâtırasına Esma radıyallahü anh'ın ismi o günden sonra "Çifte Kuşaklı Esma" oldu...Bir küçük bez parçası ile gönüller fethetmişti. Hem de son Peygamberin gönlünü...Ana zamanlama ne kadar isabetli, ne kadar denk.
....
....daha sonra Abdullah bin Üreyket'i çağırdılar. Meşhur bir kılavuz olan bu şahsın, gayrımüslim olmasına rağmen meslekî terbiyesinden dolayı sır verme ihtimali yoktu. Ücret üzerinde anlaşmaya varıldıktan sonra her iki deveyi üç gün sonra Sevr mağarasına getirmesi hususunda talimat verilerek yollandı...
Büyük Peygamber, o gece meçhul bir yerde saklandıktan sonra ertesi gün ıssız birânda sevgili arkadaşının evine doğru geliyor. Vakit öğlen...
Bilahare Hazreti Ebu Bekr'in çobanı Âmr bin Fehr'e güneş çekilince sürüyü otlatarak Sevr'e doğru getirmesi tenbih edildi ki koyunların sütünden yararlanalar.
Ebu Bekr'in oğlu Abdullah'ın vazifesi ise bilgi toplamak. Gündüz, müşriklerin arasında dolaşarak, konuşmalara kulak kabartacak; akşam olunca bunları mağaraya gizlenmiş olan Sevgili Peygamberimizle, babasına getirecek.
Bütün bu tedbirlerden başka Hazreti Ebu Bekr, yanına beşbin dirhem de para aldı. Safer ayının yirmiyedinci Pazartesi gecesi evin arka penceresinden çıkarak Sevr mağarasına yöneldiler. Sanki ayak parmakları üzerinde yürüyorlardı. Bazan da Ebu Bekr, ileri geri, sağ sola gidiyordu. İzler, takipçileri şaşırtsın; nereye gittikleri belli olmasın, diye.
....
Gözü dönmüş kâfirler, Peygamber Efendimiz yerine Hazreti Ali'yi bulunca her tarafı didik didik aramaya başladılar...ellerinden gelse kuş uçurtmayacaklar.Çünkü korkuyorlar; hem de çok korkuyorlar. Ya ellerinden kurtulur da Medine'yi arkasına alarak kendilerinden, yaptıklarının hesabını sorarsa?
....
Bu korkunun sevki ile girip çıkmadıkları yer kalmadı. Hazreti Ebu Bekr'in evine de geldiler. Kapıyı yumrukluyorlar:
-Ya Eba Bekr! Ya Eba Bekr! Peygamberin nerede? Ya Eba Bekr Peygamberin nerede?
Sese Esma, radıyallahü anha, geldi. Kapıyı açtı. Müşriklerin karşısında dimdik. "Ne istiyorsunuz?" Dercesine onlara bakıyor. Vakur ve heybetli. Soruyor:
-Efendim?
Müşrikler, Eba Ber efendimizi bulacakları zannı ile gelmişler; başka bir sürpizle sarşılaşıyorlardı. Şimdi Ebu Bekr de yoktu. Hakaret edercesine sordular:
-Baban nerede?
Sualin üzerinden kurşun gibi ağır bir-iki saniye geçti:
-Bilmiyorum.
der demez Esmacığın gül yüzüne şiddetli bir tokat ve sert tokatın sarsması ile küpesi yere uçtu...
.....
Vaziyet anlaşılmıştı. Ebül Kasım, Ebu Bekr'i de alarak gitmişti. İz takibinde şöhretli Ebu Kürz'ü buldular. Bir kâfir konuşuyor:
-Ya Eba Kürz. Muhammedle Eba Bekr kaçmışlar!
Diğeri lafı kaptı.
-İstikbal iyi görünmüyor. Onları mutlaka bulup geri getirmemiz lâzım.
Üçüncü müşrik diş gıcırdattı:
-Ne getirmesi! Gördüğümüz yerde işlerini bitireceğiz.
Ebu Kürz, kafasından boca edilen bu haberlerle aptallaşmıştı. Bir ona bir diğerine bakıyordu.
Azgın bir müşrik, hançeresini yırtarcasına Ebu Kürz'e bağırdı:
-Bre ahmak ne duruyorsun kımıldasana!
-He, he, hemen. Hemen yola çıkalım, haydi...
Sevr mağarasına yaklaştıklarında Peygamberimizin nalini parçalanmış mubarek ayağı kanıyordu. Hazreti Ebu Bekr, Kâinatın Sultanını sırtına alarak mağaranın kapısına kadar getirdi.
Ay, her tarafı gündüz gibi aydınlatıyordu.
Aziz dost, Efendimizden müsaade rica ederek mağaraya önce kendisi girdi. Maksadı, yılan, çiyan gibi haşerat varsa onları zararsız hale getirmekti.
Mağaranın içinde her hangi bir haşerat görünmemekle beraber duvarlarda yılan delikleri vardı. Ebu Bekr, radıyallahü anh, gayet pahalı bir kumaştan dikilmiş olan gömleğini hemen üstünden çıkartıp parçalayarak bu delikleri tıkamaya başladı. Az sonra bütün delikleri tıkamış fakat yere yakın noktadaki birine çaput yetmemişti.
Bu son deliği de ayak tabanı ile kapattıktan sonra Resulullahı içeriye davet etti. Çok yorgun düşmüş olan Sevgili Peygamberimiz, arkadaşının dizine başını koyarak uyumaya başladı. Serveri âlem böylece uyurken bir nice zamandır Peygamberimizi görme arzusuyla bu mağarada bekleyen bir yılan, dışarıya çıkacak başka hiçbir delik bulamayınca içeriden Hazreti Ebu Bekr'in ayağını soktu. Ebu Bekr'in canı öylesine yandı ki kendini ne kadar sıktıysa da zehirin etkisinden göz yaşlarını tutamadı. Gayri ihtiyari akan damlalardan bir ikisi de Efendimizin mubarek yüzünü ıslattı....hemen uyandılar ve yarı-ı ğara/mağara arkadaşına niçin ağladığını sordular.
-Yılan dedi, Hazreti Ebu Bekr, ayağımı yılan soktu ya Resulallah...
Sevgili Peygamberimiz, yaraya mubarek tükrüklerinden birazcık sürdüler; acı derhal dindi.
.....
Bu esnada Ebu Kürz ve peşindeki müşrik gurubu Sevr'e çıkan izleri tesbit etmiş geliyorlardı...
-Ey Ebu Kürz nerde kaldı senin hünerin? Hâlâ bulamadık.
-Yanılıyor olmayasın. Bu izlerin yeni olduğundan emin misin?
-Şüpheniz mi var?
-Eminsin yani.
-Evet, eminim. İşte bakın mağaraya doğru çıkıyor. Yukarı tırmanıyoruz. Takip edin beni. Ben, demedim mi, "kimse elimden kurtulamaz" diye.
.....
Mekke müşrikleri, Resulullah'la arkadaşı Ebu Bekr'in saklandıkaları Sevr mağarasına tehlikeli şekilde yaklaşırken Vahiy Meleği Cebrail aleyhisselam, Allahü Teâlâ'ya bir dileğini sundu:
-Ya İlâhî. Şayet müsaade buyurursan mağaranın ağzını kunutlarımla kapatmak istiyorum. Düşmanları Habibinle Ebubekr'e iyice yaklaştılar.
Rabbimizden nida geldi ki:
-Ya Cebrail! Saklamak/settarlık bana mahsusdur. Ben, sevdiklerimi küçücük bir örümcekle düşmanlarının gözünden saklayacağım.
.....
Mağara ağzına gelen bir örümcek, çok kısa bir zamanda kapıyı ağları ile tamamen örttü. Sonra bir güvercin, bu ağlara hemen bir yuva yaptı; yuvaya yumurtladı ve üzerine yattı. Ve kapının önünde âniden "Mugilan" isminde bir ağaç yükseldi...
...derken, Allah düşmanları, yirmi metre kadar yaklaştıklarında sesleri işitilmeye başlandı...
-İşte aradıklarınız bu mağarada olmalı. Daha öteye gidemezler.
-Aferin Ebu Kürz. Sözlerin doğru çıkarsa mükafatı fazlası ile hakettin demektir. Ama orada da yoklarsa.
-Canım ne yapayım. Ben saklamadım ya...
Sesler yaklaşıyordu.
.....
İkinin ikincisi çok üzüldü ve göz yaşlarını zaptedemez oldu.
-Niçin ağlıyorsun kardeşim?
-Ya Resulallah, korkum kendim için değil. Şayet hazretinize bir zarar gelirse İslâm dîni mahvolur. Bu müteesser oluyorum.
Efendimiz Sıddık'ı tesseli buyurdular.
-Hayır, üzülme. Allahü teâlâ bizimle beraberdir.
-İşte mağaranın ağzına dayandılar; eğilseler bizi görecekler...
En kritik ân. Ancak, tevekkülde de zirve nokta. Peygamberimiz Rabbinin himayesinden en ufak bir ümidsizliğe düşmeden arkadaşına cesaret telkin ediyor. İşte tarihe altın harflerle geçen unutulmaz cümle:
-Üçüncüsü Allah olan iki dosta kimse zarar veremez..
Ebu Kürz Bin Alkame, şaşkın ve neş'esi kaçmış halde konuşuyor:
-İzler buraya kadar...Ya yere girdiler; ya göğe uçtular. Garip; çok garip!...
-Ee, belki içerdelir...diye fikir yürütenlere
Ümeyye bin Halef,cevap verdi:
-Dediğin söze bak! Güvercin, biz yaklaşırken uçtu. Yumurtaları da yuvada sapasağlam. Bu örümcek ağı, belki Ebul Kasım'ın doğumundan evvel bile vardı. Şayet mağaraya girmiş olsalardı ağ bozulmuş, yumurtalar yere düşmüş olurdu...
...Bunlar cereyan ederken insan gözünün ötesinde de bir mücadele oluyordu. İblis, kâfirlere yardım etmek isteyince, Cebrail, kanadı ile O4na öy le bir darbe indirdi ki yerin dibini boyladı. Son nefeste, Şeytan, mü'münin kalbinden imanı almak isterken de benzeri akıbete uğrayacaktır. İşte o akıbeti önce burada tattı...
.....
-Hadi hadi! Bırakın şimdi ağı, kuşu, yumurtayı. Ebul Kürz biz de sin bir adam bilirdik....
-Neyim ya?
-Adam olsan izlerini bulurdun.
-Ne yapayım? İzler buraya kadar...
-Kolundan tutarsam aşağı fırlatırım seni Ebu Kürz sus bari...
.....
Ayaklarının altında yuvarlanan taşlarla birlikte çekip gittiler...
Kâfirlerin bütün ümidleri kırılsın ve aramaktan vazgeçsinler diye mağarada üç gün üç gece kaldılar. Abdullah, tanbih edildiği gibi gündüz Mekke kâfirlerinin arasına girip çıkarak bilgi topluyor; akşamları gelip bunları haber veriyordu. Hazreti Ebu Bekr'in çobanı da sürüyü otlata otlata akşamdan sonra mağaraya yaklaşıyor ve koyunlardan süt sağarak iki mağara arkadaşına ikram ediyordu. Sütü çöl güneşinde kavrulmuş taşların çukurunda ısıtıyorlar...
.....
Ve iki seçilmişin ikincisine Efendimizin ince İslâmi bilgileri talim ettirmeleri... Ebu Bekr, diz üstünde; dil damakta; Yüce Allah zikredililyor.
....
Mağaradan sağ salim çıkabilecekleri kanaati hasıl olunca, Efendimizin talimatı ile amir Bin Fuhre ve Abdullah bin Üreyket develeri getirdiler. Bir deveye bu ikisi binerek yol göstermek için öne düştüler; diğerine de Peygamberimiz bindi ve terkisine Hazreti Ebu bekr'i aldı...
Mekke kapır kıpır. Herkes aynı şeyi konuşuyor.
-Hiç bir yerde bulamamışlar.
-Hayret. İzler Sevr mağarasına kadar gidip kayboluyormuş..
-Herhalde Muhammedin sihirlerinden biridir..
-Ebu Kürz bin Alkame de bulamadğına göre; başka izahı olamaz.
-Ebu Kürz tazı gibidir. Müthiş iz sürer ama bu defa hiç bir şey yapamamış.
-Bu yüzden bizimkiler bayağı tartaklamışlar.
-Eh ne yaparsın. Herkesin canı burnunda. Şu gelen Ebu Cehil değil mi?
-Evet o; hâlâ mağrur...
-Merhaba, kolay gelsin...
-Buyur ya eba Cehil, şöyle gel. Meclisimiz şenlensin..
-Ağzımızda tad mı kaldı ki şenlik olsun. Bir cemiyet altüst oldu...
Şimdi de bulunamıyor. Fakat bulunacak.
-Çok eminsin.
-Çünkü bugün yeni bir karar aldık. Bulana yüz deve ilaveten mal ve para verilecek.
-Ooo, büyük servet...
.....
Muhterem ve muhteşem yolcular, gece boyunca dağ yolundan gittiler. Hacfe denilen yerde sahile indiler. Artık müşrik tehlikesi kalmamıştı...
Şimdi, çocukluk, gençlik, olgunluk yıllarının geçtiği; bin türlü hatıranın yetiştiği bir vatan arkada bırakılarak yeni ufuklara, yeni yurdlara doğru gidiyorlardı...
Sevgili Peygamberimiz, Mekke, iştiyakı ile derinden bir "ah" çektiler.
-Ey Mekke! Vallahi sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı; indi ilahide en sevgili şehirsin. Eğer beni senden zorla çıkarmasalardı; imkânı yok ayrılmazdık. Benim için en güzel, en makbul vatan sensin. İnsan, hiç kendi iradesiyle senden ayrılıp yeni yurdlar edinir mi? Ah Mekke, ah güzel belde...
Cebrail aleyhisselam geldi...
-Ya Resulallah Mekke'yi mi özledin?
-Evet..
Vahiy Meleği, Mekke'nin İslâm orduları tarafından fethedileceğine dair Kasas Suresi seksenbeşinci ayeti kerimesini müjdeleyerek Resulullah'ın mahzun gönlüne serin sulan serpti...
.....
Kudeyd'e vardıklarında erzakları tükenmişti. Hazreti Ebu Bekr:
-Ya Üreyket! Yiyeceğimiz, içeceğimiz kalmadı. Bak şu ileride bir çadır var.
-Evet, hemen önümüzde sayılır.
-Kapısında da bir ihtiyar hatun görünüyor.
-Ha o mu? O'na Ümmü Mabed derler.
-Sor bakalım! Et, hurma içecek ne varmış...bedelini vermeyi ihmal etme...
-Peki, hemen geliyorum; diyen Üreyket devesi ile ileri atıldı.
.....
-Ana, merhaba!
-O, Üreyket yine mi sen? Buraları su yolu yaptın bakıyorum.
-Ee, ne yaparsın ekmek parası...
-İyi iyi; hiç değilse sayende biz de arada bir insan yüzü görüyoruz..
-Ama bu defaki insanların benzerini görmedin ve göremezsin...Yiyecek içecek ne var ana, hurma , et, süt? Ama parasını alman şartıyla kabul edebilirim.
Ümmü Mabed sitem etti:
-Deliye bak! Hem kıymetli kimseler; hem para; Onlar benim misafirim sayılır; ama....dedi ve derin bir iç geçirdi:
-Ohh...Şu sıra buralar yer demir, gök bakır. Ne Süt, ne et- ne hurma var.
-Sahi mi diyorsun ana...
-Ne yazık ki sahi.. Eli hep vermeye alışmış bir insana "Yok" demek ne kadar ağır geliyor bilir misin?
Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem ile yol arkadaşları da yanlarına gelmişlerdi...
Ebu Bekr:
-Merhaba Hatun. N'oldu Üreyket ne aldın?
Ümmü Mabed:
-Hoşgeldiniz bey. Maalesef hiç bir şek ikram edemedim. Şu aralar buralar kavruluyor. Bir şeycik yok.
-Hurma da mı yok?
-Üreyket:
-Bu çevrede kıtlık hüküm sürüyormuş. Ümmü Mabed, çok cömert bir hanımdır, ikramlık bir şey olsaydı bizi yedirip içirmeden, imkânsız, göndermezdi...
Efendimizin gözüne çadırın yanında bağlı olan sıska bir koyun çalındı...Sordular:
-Ey Ümmü Mabed. O koyun niçin şurada bağlı?
-Çok hasta ve zayıf, sürüyle gidemedi...
-Sağmama müsaade eder misin?
-Feda olsun ama; hiç sütü yok ki!
-Olsun. Bir kab rica ediyorum...
Sevgili Peygamberimiz, hayvanın yanına gelerek bereket vermesi için Allahü Teâlâya dua ettiler. Koyunun memeleri bir anda sütle doldu. Besmele çekerek sağmaya başladılar; dolan kabı önce Ümmü Mabede, sonra Ebu Bekr ve öbürlerine ikram ettiler; en son kendileri içti... Herkes kana kana içmişti...
Sonra:
-Ey Ümmü Mabed! Çadırdaki en büyük kabı getirir misin?
Buyurdular.
Şaşkınlıklar içinde kalan kadıncağız, denileni yaparak; Resulullah'a koca bir güğüm uzattı. Peygamberimiz bunu da doldurarak sahibine teslim ettiler...
Efendimiz ve arkadaşları, içtikleri sütün bedelini Ümmü Mabedin ısrarlarına rağmen ödeyerek yola devam ettiler.
Ebu Bekr:
-Allahaısmarladık Ümmü Mabed. Allah, cömertleri mahrum bırakmaz.
-Güle güle. Bu işde bir hikmet var. Güle güle...
Yolcular uzaklaşırken güngörmüş kadıncağız hâlâ hayretteydi "Beşer kudretini aşan bir taraf var bu işde". Evet, Ümmü Mabed, haklı. Hakikaten inasn kudretinin üstünde bir hadisenin şahidi olmuş; bir mucizeyi görmüştü.
Aradan çok geçmeden Ebu Mabed geldi ve sıhhat bulmuş koyunla süt dolu göğümü görünce hanımına sordu:
-Bir fevkaladelik görüyorum. Bu hasta koyun nasıl iyileşti? Bu sün ne?
Ümmü Mabed, olup biten ne varsa her şeyi bütün tafsilatı ile anlattı...
Ebu Mabed, çok heyecanlandı:
-Nasıl biriydi, şekli şemali nasıldı?
Ümmü Mabed:
-Aydınlık yüzlü ve kibar bir insandı. Halinde bir başkalık var. Menkıbelerini dinlediğimiz geçmiş Peygamberlere benzer bir hâli var sanki...kimbilir belki de bana öyle geldi...
Anlaşıldı... O, Kureyş'den çıkan Peygamber. Burada olsam O'na tabi olurdum. Keşke daha evvel gelseydim. Dedi ve devam etti:
-...devem nerede?.. Onları muhakkak bulacak ve getirdiği dine gireceğim....sen bir mucizeyi yaşamışsın ama farkında değilsin..
...Allahın hikmeti bazıları O'nu katletmek hırsıyla izine düşerken bazıları da Müslüman olmak için ardınca koşturuyordu. Nitekim, Ebu Mabed, Rim denilen mevkide Efendimize yetişti; hurmetlerini arz ederek kendini tanıttı; ve eshan-ı kiram'dan olmakla şereflendi...
Döndüğünde Ümmü Mabed de kocasından İslamiyeti öğrenerek hidayete erdi.
.....
Resulullaha süt veren o eski sıska koyun mu?
Ta Hazreti Ömer'in Hilafeti zamanında vuku bulan kuraklık gönlerine kadar yaşadı. Sütü hiç bir zaman kesilmedi.... Hep süt verdi durdu...
.....
-Hey Süraka! Haberin olsun bu salı toplantımız var. Herkes iştirak edecek. Sen bilhassa gelmesilin..
-Neymiş o herkesin katılacağı mühim toplantı?
-Hani şu Kureyş kabilesinden çıkan biri var ya. Peygamber olduğunu söylüyormuş...
-İşittim...
-Bütün taraftarı Medine'ye geçtikten sonra kendisi de ortadan kaybolmuş.
-N'olacaktı ya? "İşte ben geldim. Düşündüğünüz ceza neyse verin" mi diyecekti? Bunu mu bekliyorlarmış?
-Bırak şimdi eğlenmeyi. Kureyş bulana veya bulanlara yüz deve ve bir sürü mal ve nakdî mükafat vaad ediyor.
-Tabii vaad eder. "Medine yarın İslam Devleti olursa" diye yürekleri küt küt atıyor.
-Bütün Müdlicoğulları gelecekler. İhmal etmemelisin.
-Etmem etmem. Hadi bana müsaade...
.....
Süraka bin Malik, Müdlicoğulları aşiretindendi. Yaman at sürerdi. Kudey'de ikamet ediyordu. Toplantı bu kasabada yapılacağına göre niçin iştirak etmesindi...
Ancak, İlahi cilve O'nu yolda karşılaştığı bir Müdlicoğlunun ısrarla "gel" diye tenbih ettiği Salı meclisine gitmekten alıkoydu...
Süraka, oradan ayrıldıktan sonra bir kaç dostuna rastladı. Oturmuş şuradan buradan konuşuyorlardı ki...bir Kureyşli çıkageldi:
-Hey Süraka! Ben az evvel sahil yolunda deve ile giden bir kaç insan karaltısı gördüm. Mamafih aramız bayağı uzaktı ama öyle tahmin ediyorum ki onlar Muhammed ve adamları...
-Hayır dedi, Süraka, ben şimdi o taraftan geliyorum. Dediğin yolcuları gördüm. Alâkasız insanlar.
-Emin misin?
-Canım gördüm, diyorum. Ötesi var mı?
Süraka, ne o tarafa gitmiş, ne de onları görmüştü. Bu Kureyşlinin haberi, birden zihninde bir fikrin çakmasına sebep olmuştu: "O yüzden bu lafları uydurmuştu. Nitekim orada biraz oyalandıktan sonra bir bahane ile kalkıp evinin yolunu tuttu.
Hemen hizmetçisine atını hazırlattı ve O'nunla vadinin arkasına gitmesini söyledi. Kendisi de mızrağını yanına alarak başka bir yola çıktı. Mızrağın temreni parlayıp dikkat çekmesin diye yere doğru tutuyordu. Biraz sonra hizmetkârının olduğu yere geldi; ve sür'atle atına binerek derhal gözden kayboldu...Atı o kadar hızlı sürüyordu ki, adamcağızın ağzı açıkta kaldı; efendisine n'olmuştu böyle...
.....
Hadi kızım, hadi daha hızlı. Hadi...yüz deve biliyor musun, yüz deve. Müthiş servet. Yüz deve paralar...mallar!
Süraka, çatlatırcasına koşturuyordu. Sanki rüzgârla yarışa çıkmıştı...
-Hadi, kimseler ayıkmadan biz onları yakalayalım, hadi, hadi, hadi....
.....
-İşte izleri. Şimdi geçmişler belli. Hadi kızım ter içinde kaldın ama, sen cins arap atısın. Bu mesafeler sana vız gelir. Yaklaşmış olmalıyız. Hadi....Ha...İşte oradalar!
.....
Efendimiz ve arkadaşları, her adımda biraz daha yaklaşın kılıçlı, mızraklı suvariyi çoktan farketmişlerdi. Ancak Peygamberimizde hiç bir telaş eseri yoktu. O, sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'an-ı kerim okuyordu..bir ara şöyle bir dönüp gözucuyla baktılar.
...Ki Süraka, atının başı üzerinden aşarak kumlara yuvarlandı...Ama hırsla atın üzerine fırladı ve yine mahmuzlamaya başladı. O kadar yaklaştı ki, Şanlı Peygamberin tilavetini işitiyordu.
Ebu Bekr, radıyallahü anh, gözyaşlarını tutamaz oldu. Efendimiz süal buyurdular:
-Ey kardeşim niçin ağlıyorsun?
-Ey Allah'ın Resulü! Kendim için asla tasalanmıyorum; endişem sizden yana...
Bütün zaman ve mekânların en üstün kul ve peygamberi sükunetle cevap verdiler.
-Düşmandan dolayı gam çekme; dost bizimledir...
Süraka, saldıracak mesafeye girmişti. Bir nara attı ve:
-Ya Muhammed! Şimdi seni kim koruyacak? diye bağırdı...
Peygamberimiz:
-Cebbar ve Kahhar olan Allah!
Dediler ve ellerini semaya açarak dua buyurdular?
-Ya Rabbi! Bizi düşmanın şerrinden ne ile dilersen O'nunla muhafaza buyur.
...der demez Sürakanın atı diz kapaklarına kadar kuma gömüldü.
İşte bu beklenmedik bir şeydi.
Süraka ne kadar uğraştıysa nafile. Atı kumdan çıkaramıyordu. Hayvan, müthiş şekilde huysuzlanmış; kişneyip duruyordu. Suvari, tarifi mümkün olmayan bir korkuya kapılmıştı. Kendisi de at da terden su içinde kalmışlardı.
Biraz evvel kocaman laflar eden adam şimdi can derdine düşmüştü:
"Ya Peygamber, beddua eder de kendisi atıyla beraber diri diri yere gömülürse"...korkunç bir şey bu. Düşünülmesi bile hayalleri cayır cayır yakan dehşetli bir manzara...
-Pişman oldum... Size hiç bir kötülüğüm dokunmayacak. Çekip gideceğim. Sizi gördüğümü kimseye söylemeyeceğim! N'olursunuz kurtarın beni; ocağınıza düştüm kurtarın...
Bütün insanlığı kurtarmaya gelen merhamet ummanı büyük Peygamber, ufukları yırtan bu yalvarışa dayanamadı:
-Yarabbi. Eğer doğru söylüyorsa halâs eyle...
At, bir iki silkinip zorlandıktan sonra kurtuldu. Hayvanın ayaklarının çıktığı yerden göğe doğru ateş dumanı yüksele yüksele mavi derinlikte eriyip gitti.
Süraka, aziz yolcuların yanına geldi:
-Yanımdaki bütün yiyecekleri size vermek istiyorum. Ayrıca şu oku alın. İlerde benim çobanlarımı göreceksiniz. Onlara bunu göstererek istediğiniz deveyi alabilirsiniz, dedi.
İki cihan sultanı:
-Hepsi senin olsun! İhtiyacımız yok! Müslüman olmadıkça hiç bir şeyini kabul etmeyiz. Bizi gördüğünü gizle yeter.
-Bundan sonra size zarar verecek hiç bir hareketim olmayacaktır. Ayrıca bu tarafa gelmiş isteyenleri de başka yönlere sevk edeceğim. Buna söz veriyorum. Ama bir isteğim var. Bana lütfen bir aman vesikası veriniz ki dilediğim zaman yanınıza gelerek müslüman olabileyim...
Peygamberimizin emriyle Âmir bin Führe bir deri üzerine "Emanname" yazarak Süraka'ya verdi.
.....
Mekke'nin fethinden sonra Resulullah, Huneyn gazasından dönerken Süraka, Efendimize bu "Emenname" ile gelerek iman edecektir.
Peygamberimiz, Süraka, radıyallahü anh'ı kabul ettiğinde:
-Ya Süraka nasılsın? Şu ân Kisra'nın bileziklerini takındığını görür gibiyim, demişlerdir.
O gün Resulullahın bu sözleri anlaşılmamış; Hazreti Ömer zamanında koca İran devleti fethedilip Kisra'nın eşyası ganimet malı olarak Medineye getirildiğinde Süraka, Kisra'nın bileziğini takınırken mucizenin sırrı çözülmüştür.
.....
Süraka, geldiği yoldan geri dönerken bir gurup Kureyşli atlıyla karşılaştı:
-Hey Süraka nereden böyle?
-Şu sizin peygamberle arkadaşlarını arıyorum, malum ya yüz deve mükafat var.
-Bizim Peygamber mi; bizim düşmanımız O. Ee, N'oldu göremedin mi?
-Görmek bir yana, izlerini bile bulamadım. Hadi gerö dönün. Bu tarafta boşa vakıt harcamayın...
.....
Süraka sözünde durmuş ve büyük dâvânın büyük yolcularının rahat nefes almalırına vesile olmuştu.
....
Ebu Cehil, daha sonra Süraka olayını işitince O'nu hicveden bir kıt'a şiir söylemiş; Süraka da bu azgın din düşmanına yine şiirler karşılık vermişti. Keza Hazreti Ebu Bekr, radıyallahü anh, dahi bu tarihi ve unutulmaz vak'ayı bir kaside ile nazmeylemiştir.
....
Sevgili Peygamberimiz ve yol arkadaşları bir zaman gittikten sonra bir çobanla karşılaştılar. Karınları acıkmıştı. Çobandan süt satın almak istediler;
Çoban:
-Sağılacak koyunum yok. Bir keçi var; onun da sütü kalmadı, dedi.
Efendimiz, çobandan keçiyi getirmesini rica ettilir. "Acaba ne yapacaklar" odercesine, çoban şaşkınlıkla hayvanı yanlarına getirdi. Peygamberimiz dua okuyarak keçiyi sağmaya başladı; bir kab doldu. Bunu Ebu Bekr, Âmir ve Abdullah'a içirdiler. Sonra yine sağdılar; bu defa da kendiler içtiler. Çobanın aklı başından gitmişti...
-Kimsin, daha evvel gördüğüm insanlara benzemiyorsun. N'olursun kendini bana tanıt...diye yalvarınca; Peygamberimiz tebessüm ettiler.
-Bir şartla. Kimseye söylemeyeceksin!...
-Söylemeyeceğim...
-Ben, Allahın Resulu Muhammedim...
-Haa! Kureyşin, "dininden döndü" dediği adam.
-Sen onlara aldırma. Nefslerine hoş geldiği için öyle söylüyorlar...
-Ne derse desinler. Şu yaptığını ancak bir Peygamberden sadır olabilir. Bu sebeple Hak Peygamber olduğuna bütün kalbimle şahadet ediyorum...Eğer müsaade ederseniz ben de sizinle gelmek isterim...
Efendimiz:
-Şimdi olmaz. Sonra gelirsin, buyurdular.
.....
Amîm mevkiine vardıklarında Büreyde bin Husayb ve yetmiş akrabası, önce muhalifken; sonra Sevgili Peygamberimizin tatlı diline hayran kalarak Müslüman oldular. Bu yeni Müslümanlar atlıydı... Ve Resulullahın müsaadesi ile hepsi şanlı muhacirlerle iltihak ederek onlarla beraber Medine yoluna devam ettiler.Yatsı namazı bunlarla birlikte geniş bir cemaatle kılındı. Büreyde, o gece Peygamberimizden Meryem Suresinin baş tarafından bir mikdar öğrendi.
.....
Sabah olduğunda Büreyde, radıyallahü anh,:
-Ya Resulallah Medine'ye bayraksız girmeniz uygun olmaz.
Diyerek bembeyaz sarığını çıkarıp mızrağına taktı ve tâ Medine'ye girene kadar kafilenin önünde öylece yürüdü...
...Ve işte ilk İslam Bayraktarı Hazreti Büreyde hakkındaki Peygamber müjdesi:
-Ey Büreyde. Benden sonra bir şehre gideceksin ki orayı kardeşim Zülkarneyn bina etmiştir. O şehre Merv derler. Sen Kıyamette o bölgenin nuru ve oralıların öncüsü olacaksın...
.....
Resulullahın Medine'ye hicret için yola çıktığı işitilmişti. Bu sebeple Ensar, birkaç gündür Medine dışına kadar geliyor ve sıcak iyice bastırana kadar Peygamberin yolunu gözleyip geri dönüyorlardı...
Rabiül evvel ayının sekizinci Pazartesine 622 Miladi senenin 20 Eylül günü kuşluk vakti insanlığın kurtarıcısı Büyük ve Şanlı Peygamber, yol arkadaşlarıyla beraber Medineye bir saat mesafedeki Kuba köyüne girdiler. Hicretin bu birinci Pazartesi Müslümanlar için Hicri Şemsi yılbaşı oldu.
Aynı senenin onaltı Mayısına denk gelen Muharrem ayının birinci gününün Hicri kameri yılbaşı olarak kararlaştırılması ise Hazreti Ömer zamanında olacaktır...
Hicret'de insanlığın baştacı ellidört yaşında bulunuyordu.
Bu seneye "senetül izin" izin yılı denilir.
Külsüm Bin Hidun, radıyallahü anhın evinde konakladılar...
Sevgili Peygamberimiz Kuba'da kaldıkları zaman zarfında Kuba Mescidini yaptırdılar. Temele ilk taşı koyan bizzat kendileri. Bu sebeple Mescid-i Kuba, Kur'an-ı Kerim'de Tevbe Suresi'nin 108. ayeti kerimesinde; "...temeli takvâ üzre atılan mescid" diye övülmektedir.
O Kuba ne kadar bahtiyardır ki ilk mescid kendi toprağında yükselmiştir.
Mekke'de üç gün kalan Hazreti Ali, Emanetleri sahiplerine teslim ettikten sonra gündüz saklanıp gece yol alarak Kuba'ya geldiğinde ayakları şerha şerha yarılmış kanıyordu. Öyle ki Kuba'ya kadar gelmiş, ancak artık Resulullahın huzuruna çıkacak mecali kalmamıştı. Bunu işiten Efendimiz, kendileri Ali, kerremallahü vecheh, efendimize gelerek O'nu göğüslerine bastırdılar ve ayaklarını elleri el sığayarak dua ettiler.
-İnsanların öyleleri vardır ki Allahü teâlâ'nın rızası için nefsini feda eder.
Bekara Suresi 207 Ayeti kerimesinin Hazreti Ali'nin hayatını hiç tereddüt etmeden Peygamberi uğruna kahramanca ortaya koyması üzerine geldiği söylenmiştir.
....
Sevgili Pegamberimiz ve yüz kadar refakatçi bir Cima sabahı Kuba'dan ayrıldılar.
Kuba vadisinde Rânûna denilen yere geldiklerinde vakit öğlendi. Bu esnada Cuma namazı kılmak farz oldu. İlk Cuma namazı bu mevkide kılındı ve ilk hutbe de Resulullah tarafından burada irad buyuruldu:
-Ey insanlar. Hayatta iken ahiretiniz için tedarik görünüz. Cenabı hak, kıyamet günü soracak ki: Sana benim Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne hazırladın? O kimse sağına soluna bakacak bir şey görmiyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey görmiyecek. Öyle ise her kim, kendisini velevki yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin; onu da bulamazsa bari güzel sözle kendini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on mislinden yediyüz misline kadar sevap verilir.
.....
Evet; özet olarak ilk hutbe...
.....
İlk hutbeyi okuduktan sonra ikinci hutbeyi buyurdular:
....Allah'a hamd ederim ve ondan yardım isterim. Nefslerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığındık. Allahın hidayet ettiğine kimse kötülük yapamaz, Allahım istemediğine de kimse hidayet edemez. Kelamın en güzeli kitabullah'dır. Kur'an-ı Kerim, kelamların en güzeli ve en beliğidir.Allahın sevdiğini seviniz. Allahı canü gönülden zeviniz. Allahın kelamından ve zikrinden usanmayınız. Kelamullah, her şeyin âlâsını ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan Peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder. Ve haram ve helali beyan eyler. Allaha ibadet ediniz ve O'na bir şeyi ortak koşmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız.
Aranızda kelamullah ile sevişiniz. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allahü teâlâ ahdini bozanlara gazap eder...
.....
Hutbenin son cümlesi, anlayanlara gerekli işareti veriyor ve "dikkatli olunuz" diyor. Çünkü Ensar, Akabe'de Sevgili Peygamberimiz, Medineye geldiği takdirde O'nu korumak hususunda teminat vermiş ve yemin etmişlerdi. Şayet onlar da bir hata işlerlerse bu kendilerinin de, insanlığın da aleyhine olurdu. Mesele bu çapta hassastı.
.....
Medine eşrafı, Kubaya kadar gelerek Resulullahı karşılayıp "Hoş geldiniz" demişlerdi; şimdi birlikte medine'ye dönüyorlardı. Bunlardan biri de meşhur şair Hasan İbni Sabit, radıyallahü anh'dır. Efendimizin hicretine dair bir kaside yazmış; şükür ve sevinci dila getiren bu şiiri Allah'ın Peygamberine takdim etmişti:
Sizden iyisini görmedi gözler asla
Sizden güzelini doğurmadı analar
Her ayıp ve kusurdan uzak yaratıldınız
Sanki...Nasıl dilediyseniz öyle yaratıldınız.
.....
Medinei Münevverede; aydınlıklar ve ayadınlar beldesinde ahali kadın, erkek, çoluk, çocuk yollara pencereler dökülerek, ağaçlara, damlara çıkarak Resulullahın teşrifini gözlemeye devam ediyorlar.
...bütün şehir tek vücut ve tek kalb olmuştu. Her evde ve herkesde aynı me'ud heyecan hakimdi. Kadirşinas Medineli O'nu, Allah'ın sevgilisini bekliyordu; O'nu bağrına basacak, O'nu başına tac, gönlüne sultan yapacaktı.
.....
-Geliyorlar... İşte... Resulullah geliyor!
Haberi ile Medine ayağa kalktı.
Herkes koştu en temiz urbalarını giydi, çocuklara en yeni kıyafetleri yakıştırıldı, erkekler atlanıp silahlandı...Medine tam bir bayram havasına girdi... Ensar, Medineliler sevinçten ağlıyorlar.
Peygamber devesi Kusva, üzerinde Resuller Resulü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem olduğu halde ahenkli adımlarla ilerlerken kadın ve çocuklar, bir kaside söylüyorlardı ki belki de o ânı en güzel bu şiir terennüm ve tarif eder. Bir de Enes bin Malik radıyallahü anh'ın şu sözü:
-Resulullah'ın Medine-i Münevvereye girdiği gündendaha güzel ve neş'eli birgün görmedim.
...Evet, Sevgili Peygamberimizi karşılayan bahtiyar insanları dinliyoruz:
TALEAL BEDRÜ
Taleal bedru aleyna
Minseniyyeti-l veda'
Vecebbeşşükrü aleyna
Mâdeâ lillahi de'a
Eyyühel meb'usu fîna
Ci'te bilemril muta'
Ci'te şerraftel medîne
Merhaben yâ hayreda'
Ente şemsun, ente bedrun
Ente nûrun âlâ nûr
Ente misbe hassüreyya
Ya habîbi, ya Rasul
Kadle bisnâ sevbe izzin
Ba'de esvâbı-rrika'
Vereda'nâ sedye mecdin
Ba'de ayyâm-iddeya'
Kalet ehmâru-ddeyâcî
Kulli erbâbil İslâm
Küllü men yetbe' Muhammed
Yenbağî en lâ yüdâm
Veteâhednâ cemîen
Yevme eksemne-l yemîn
Lennehûne-l ahde yevmen
Ve-ttehazne-ssadkadîn
Lestü vallahi neziyyen
Mâ yukasihi-l ibâd
Meşheden yâ necme emnîn
Zû vebâin ve vidâd
***********************************************************
AY DOĞDU ÜSTÜMÜZE
Nerde kaldın sevgili, gözlerimiz yoruldu
Ufuklar haber verin kanadımız kırıldı...
Kuşlar, yalvarıyoruz, bize müjde getirin
Nerde kaldı sevgili, yüreğimiz kavruldu...
Çıkın damlara çıkın, gözleyin dörtbir yanı
Ey gençler, ey çocuklar bekliyoruz o ânı...
Şu karşı tepelerden ay doğdu üstümüze
Bu ni'met büyük devlet, şükr vâcib oldu bize...
Şükürler olsun Rabbim, nihayetsiz şükürler
Şu karşı tepelerden ay doğdu üstümüze...
Emir ve yasakları insanlara bildirdin
Medine'ye hoş geldin, hoşgeldin safa geldin.
Olmaz olsun şu putlar, cahillikten kurtulduk
Senin yolun ne güzel eskiye pişman olduk.
Bedr doğdu üstümüze;? nurlu, parlak, aydınlık
Yırtıldı karanlıklar, hakikati anladık.
Medine Selâma dur, yemin et dönme asla
Tek rehber O'dur ancak sarıl ebedi dosta.
İşte huzurlu günler, şahidsiniz yıldızlar
Tek Rehber Resûlullah sarıl ebedi dosta.
Rahîm Er
Kâinatın Efendisi devesinin üstünde ilerlerken herkes, Kusva'nın yularını tutarak:
-Ya Resulallah, lütfen bize buyurun, diye yalvarıyordu...
Efendimiz:
-Hayvanın yularını bırakınız. Nereye çökerse oraya misafir olacağım. İnsan bineğinin yanında olmalı, diyorlar ve; bir tarftan da kasideler okuyup tef çalarak kendisini karşılayanlara tebessümle mukabele ediyorlar.
-Beni seviyor musunuz?
Bir ağızdan verilen cevap dört bir yanı çınlatıyor.
-Evet!
-Ben de sizi seviyorum.
"Ben de sizi seviyorum" diyerek gönüller alıyorlar. Yüreklere çiçekler serpiyorlar.
Onsekiz bin âlemin efendisini istikbal edenler arasında gözleri görmeyin Hazreti Habibe de var.
Bu hanım, Ebu Süfyan'ın kölesi iken İslâmiyetle şereflenmiş. Ne varki durumdan haberdar olan İslâm düşmanları, O'nu hak yoldan caydırmak için dayanılmaz baskılar yaptılar. Fakat Habibe, radıyallahü anha, bu baskılara kahramanca dayandı. Bir kadındaki bu akıl almaz mukavemet, kâfirleri çileden çıkardı ve sonunda o alçaklığı da işlediler: Mübarek kadının gözlerine kızgın mil çekerek kör ettiler.
Peygamberimizi karşılayanlar içinde işte bu hanım da var. Soruyarlar:
-Gözlerin görmüyor; sen niçin geldin?
Cevap:
-Görmesem de O'nun kokusunu alırım.
İşte sevginin en muazzam örneği...
Sevgili Peygamberimiz O'nun olduğu topluluğa doğru gelirken sâdık mümineyi uzaktan farkettiler ve seslendiler:
-Sende mi buradasın Habibe?
Mucize işte o ân gerçekleşti:
Hazreti Habibe tekrar görür oldu...
.....
Kusva, önce Sehl ve Süheyl ismindeki iki yetime ait olan boş bir arsaya, sonra da bugün türklerin "Eyüb Sultan" dediği Hazreti Halid bin Zeyd Ebu Eyyub El Ensari'nin evine yakın bir yere çöktü. Bu sırada Cebrail aleyhisselam, Peygamberimize gelerek "burada in. Çünkü herkes kendisine misafir olacağın ümidi ile evini süslerken. Halid, "ben fakiri; benim evime gelmez ki" diyerek mahzun olmuş ve tevazu göstermişti haberini verdi. Peygamberimiz deveden inerek "Menzilimiz inşaallah burasıdır" buyurdular. Gönlü kırık mümin, koşup devenin semerini aldı ve Efendimizi buyur etti; Zeyd İbni Harise, radıyallahü anh, Hazreti Halid'e yardım ediyor. Ensarın büyüklerinden Es'ad İbni Zerare, radıyallahü anh, da Kusvayı alıp götürdü. O'nun bindiği hayvanın yemine, tımarına bakmak değil; o mubarek hayvanın bastığı toprağı öpmek bile ne büyük nasip.
.....
Resulullahın misafir kalacağı evi devenin bulmuş olması sebebi ile Ensar'dan kimsenin kalbi incinmedi. Zaten, Ebu Eyyub El Ensari Halid Bin Zeyd, Neccaroğullarından idi; yani hayrül beşerin dayılarından... Efendimiz evin alt katında kalmak istediler. Ancak Hazreti Halid ile hanımı:
-Ya Resulallah biz, üst katta senin başının üzerinde nasıl geziniriz; bu imkânsız bir şey, diyerek yukarı çıkması için çok yalvarıp dil döktüler.
Peygamberimiz:
-Ensar beni ziyarete gelecektir. Giriş kat daha rahat olur.
Dedilerse de ev sahiplerini memnun etmek için üst kata geçtiler...
O gün Medineliler bölük bölük gelip Allah'ın Resulünü ziyaret ettiler; sohbeti ile bereketlendiler. Nurlu nazarları ile ak-pak oldular; yüksek derecelere kavuştular.
...Biri daha ziyaret etti: Abdullah İbni Selâm isminde bir yahudi alimi. Bi şahıs, dikkatle efendimizin yüzüne baktı ve şu sözlerle imana geldi:
-Bu güzel yüzün sahibi elbette muhbiri sadık/doğru habercidir. Şahid olun ki Abdullah İbni Selâm da Müslüman oldu...
.....
Onlar,
Kelime-i Şahadet için,
Kelime-i Tevhid için
Namaz için,
Oruç için,
Haç için,
İslâmiyet için,
Bizler için,
Allah için,
Hicret ettiler
Onlar, zahmetine katlanmamış olsaydı, Hicreti yaşamamış bir dünya hâlâ ilkel şartlarda bocalayıp dururdu.
.....
Onlar, Mekke'den Medine'ye hicret ederek bize îmânımızı armağan ettiler...
Onlar, küfürden ve kâfirlerden hicret ettiler.
Ne mutlu nefs Mekkesinden, kalb Medinesine sürekli hicret edenlere.
Günahın çekiciliğinden hicret ederek sıddıklar ve şehidler derecesine kavuşanlara ne mutlu...
AnaSayfa ................... Cilt-7