SÖZLER ve NOTLAR - 4
Sıdk, Teslimiyet ve İhlâs;
Selâmet, Saâdet ve Muhabbet
İnsanın Aslına dönüşü:
– “Rüyâmda gördüm ki Kâbe-i muazzama’da namaz kılıyoruz. Halka halinde saf olduk. Zât-ı âliniz de halkanın içindesiniz. Bendenize imamet vazifesi verilmiş oluyor. Zamm-ı sûre olarak Târık sûresini okuyorum. 8. Âyet-i kerime’ye gelince; “İnnehû alâ rac’ihi lekâdir = Şüphesiz Allah insanı öldürdükten sonra tekrar diriltmeye kâdirdir.” kısmını Zât-ı âliniz okudunuz. Ben okumaya devam ettim. 11. Âyet-i kerime’ye gelince: “Vessemâi zâtir-rac’i = Dönüşü olan göğe andolsun!” kısmını da zât-ı âliniz okudunuz. Ve ben sûreyi tamamladım.”
– “Hazret-i Allah dilerse insanı aslına rücû ettirir. Ona bir damla su ol demiştir, bir damla su olmuştur. O bir damla sudan insan meydana gelmiştir.
Bu insan kendisini zerreye kadar indirebilirse Fâil-i mutlak’ın fiillerini görmeye başlar.
Sen senken O’nun fiillerini göremezsin. Çünkü sen varsın. Sen yok ol ki; O’nu görebilesin, O’nun fiillerini seyredebilesin. Bütün tecelliyâtlar ondan sonra başlar.” (22 Mart 1980)
Sıdk, Teslimiyet ve İhlâs; Selâmet, Saâdet ve Muhabbet:
– “Rüyâmda Zât-ı âliniz: “Bu kapıda Sıdk, Teslimiyet ve İhlâs lâzım.” buyurdunuz. Bunu elde ettikten sonra insana “Selâmet, Saâdet ve Muhabbet” verileceğini söylediniz.”
– “Efendim, bu bir rüyâ gibi görünüyorsa da, Allah-u Teâlâ bu rüyâ ile birçok bilgiler bahşediyor.
Sadâkat bu yolda çok mühimdir. Bir kulun gerçekten Allah-u Teâlâ’ya dayanması lâzımdır. Bu gibi kimselere dilediğini akıtır. Çeşme akıyor, o sırtını çeşmeye vermiş.
Fakat bu öyle bir dayanma olacak ki, bu dayanmanın içine ikinci bir şey girmeyecek. Gaye, maksat, menfaat gibi şeyler girmediği gibi, O’nun râzı olmadığı şeyler de kalpten geçmeyecek. Bu suretle kişi boşalmış olacak. Boşalma ne demek? Yani boru haline gelecek. Borudan su akar amma, o su boruya âit değil.
Bu gibi kimselerin, Mevlâ’nın tecelliyâtını gözü ile görmesi lâzımdır. Artık kendisinin hiçbir hükmü ve rolü olmadığına göre, Fâil-i mutlak’ın fiilini seyretmeye başlıyor.
Bunu da temin eden nedir? Kalbin selimliği, Hakk’tan gayrı hiçbir şeye dayanmayışı, Hakk’a dayandığından ötürü Hakk’ın tecelliyâtının husule gelmesi.
Teslimiyet: Cenâb-ı Hakk ezelde bir kulunu almayı murad etmişse, onu bir rehbere teslim eder. Nasibini de teslim ettiği yere koyar. O da günâ gün nasibini oradan alır.
Rehber ona cebinden vermiyor, verilen nasibi veriyor. Çünkü kendisi de muhtaçtır.
O kimsenin o nasibini alabilmesi için, Allah-u Teâlâ o Rehber’e karşı bir muhabbet ve merbudiyet verir. Bu da Allah-u Teâlâ’dan gelir, kişiye âit değildir. Hatta bu sevgi o kadar ilerler ki, Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e dahi bu sevgi bulunmaz. Çünkü onun tahsili oradadır, Mevlâ ona o sermayeyi bahşetmiştir. Bu sermaye kendiliğinden değildir.
Sevilen sevmedikçe, sevilenden bir şey gelmez. Yani konmadıkça nasıl olur o testide o su? O muhabbet de Allah’ımızın bir ikramı ve ihsanı olarak konuluyor. O muhabbet sebebiyle yavaş yavaş teslimiyet husule gelmeye başlar. Bu muhabbet tıpkı ekilen bir fidana benzer. Büyüdükçe bir taraftan boy verir, bir taraftan da yavaş yavaş dalını budağını salar, iman yerleşir. Zaten o muhabbet de imanla beraber yerleşiyor. Cenâb-ı Hakk’ın o lütfu onu sağlıyor, teslimiyeti artıyor, imanı artıyor. Halbuki Cenâb-ı Hakk anbean imanını artırıyor, imanını artırdığı nisbette teslimiyeti de artıyor.
Yalnız şu hususu hiçbir zaman unutmamamız lâzımdır ki, hiçbir şeyin kendisinin olmadığı, kendiliğinden meydana gelmediği kabul edilmelidir. Fakat bunu insan o anda bir türlü bilemez ve bulamaz, bu hareketlerin çoğunu nefsinden bilir. Nefsinden bildiği için de Allah-u Teâlâ onu elinden çeker alır, veyahut o an için alır. Bomboş olduğunu anlayınca istimdat eder. Onun o istimdadı sığınma mânâsına gelir, yine alınır. Bu alma-verme o kadar çok husule gelir ki, tâ ki kendisinin hiçbir şey olmadığını bilsin. ‘Ah! Boşuna emek çekmişim, meğer benim hiçbir şeyim yokmuş.’ deyinceye kadar devam eder. O muhabbet ve teslimiyet sayesinde, o merbudiyet sayesinde lâzımgelecek dersleri verirler.
Cezbeye alınanlar ise daha çok muhabbete düçar olur. Allah-u Teâlâ’nın ezeli ihsanı çoksa ibtilâsı da çoktur, boyuna ibtilâdan ibtilâya uğrar. O nisbette yolu çabuk alır. Allah-u Teâlâ Fâil-i mutlak olduğu için onu imtihana tâbi tutar. İmtihanlar âni ve seri olur, Allah-u Teâlâ’nın kişiyi ne ile imtihana tâbi tutacağı bilinmez. Fakat eğer ona lütfettiyse, onu doldurmak suretiyle o ibtilâlar karşısında onu yine hıfz-u himaye eder. Demek ki bunlar tekâmül etmek için merhale oluyor. Arabaya binen bir insan bugün buradadır, yarın başka yerdedir, yürüdükçe yer değişir. Seyr-ü sülûkteki bir insan da böyledir. Allah-u Teâlâ ona lütfetmişse boyuna gider. Buradaki seyr ile buradaki seyr değişir. Şimdi Düzce’de idi, şimdi başka yerde. Her yerin kendine göre bir şekli vardır. Tâ ki murad ettikleri yere kadar seyrettirirler.
O teslimiyeti sayesinde bu seyr-ü sülûkü görür. Fenâfişşeyh’teki teslimiyet tamam olduğu zaman, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin taht-ı terbiyesine verilmiş olur. Allah-u Teâlâ’nın şeyhe verdiği muhabbet Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e intikal eder. Şeyhe karşı sonsuz sevgisi saygısı kalır amma, muhabbet Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e geçer. Çünkü orada tahsil görecek, birçok süzülmeler orada olacak, nefsin tortularından orada kopacak, o teslimiyet sayesinde haddelerden geçecek.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e o kadar muhabbeti olur ki, ona olan muhabbet Hazret-i Allah’a olmaz. Bu nokta çok incedir. Tâ ki Fenâfillâh’a varıncaya kadar devam eder. Vaktâki o tahsili de bitirmeye muvaffak olursa bütün muhabbet Mevlâ’da toplanmaya başlar. An be an çoğalır. O tahsili bitirttiren teslimiyet ve muhabbettir. Muhabbet muhabbetullaha ulaşır. Meselâ bir kimse sevdiği kimsenin uğrunda herşey yapıyor, ya Cenâb-ı Hakk sana o sevgiyi verirse ne yapılmaz?” (22 Mart 1980)
Hata Nisbetinde Ruhsat:
Bir sohbetlerinden:
“Nefis sünepelik yapıp, insanı daima arzusuna doğru yuvarlamak ister. Fakat Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir kulunu bağlılığı nisbetinde tasarrufuna alır. O tasarruf sayesinde, nefsin arzularına meyletmez. Yoksa kul kendi hâline kalırsa, nefis yapacağını yapar. Şeytan da böyledir. Bir kul ihlâsla Allah’ına bağlı kaldıkça, Hazret-i Allah onun zarar vermesine müsaade etmez. Aynı kul nefsin sünepeliği sebebi ile Hazret-i Allah’tan boşaldığı nisbette şeytana ruhsat verir. O ona yapacağını yapar. Az boşalmışsa az, çok boşalmışsa çok ruhsat verir. Hiç boşalmamışsa hiç vermez. Yani verilen ruhsat hata nisbetindedir.” (2 Şubat 1977)
Allah İçin Sevmek:
Bir sohbetlerinden:
“Sevenleri sevmekte cidden büyük esrar vardır. Mesela sevdiğimiz bir insanın yanında hiç görmediğimiz tanımadığımız bir insanı görürsek, onu da seviyoruz. Fakat dostumuzu hiç sevmediğimiz bir düşmanımızın yanında görürsek, ona karşı buğzediyoruz.
Mevlânın dostunu Mevlâ için seversek, belki de hiç beğenilecek tarafımız olmadığı halde, Mevlâ bizi onun yüzü suyu hürmetine sever. Lakin belki ufak-tefek küçük amellerimiz de olsa, Hazret-i Allah’ın sevmediği bir kimse ile ünsiyet edip muhabbet edersek, muhakkak ki muhabbetini bizden kesiverir.
Bu ölçüyü sıkı tutalım inşaallah.” (12 Mart 1977)
Ye’cüc ve Me’cüc:
– Yıllar önce: “Amerika’nın da Rusya’nın da derdi petrol!” buyurmuştunuz.
– Başka hiçbir şey değil. Fakat zaman gelecek o da bitecek, eski hâle dönecek. Bu büyük harpler olunca, büyük silâhlar patlayınca, memleketler yıkılınca, her şey yıkılacak, bunu böyle bilin, her şey yıkılacak.
Bitiyor artık. Zannımca kenara geldik, amma hükmünü O yürütecek. Alâmetler öyle görünüyor, kenara geliyoruz.
Allah-u Teâlâ Kehf sûre-i şerif’inin 99. Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz o gün onları bırakırız da dalgalar hâlinde birbirine girerler.”
Âyet-i kerime’nin devamında ise:
“Sûr’a da üfürülmüş, böylece biz onların hepsini bütünüyle bir araya getirmişizdir.” buyuruyor.
Çinlilerin harbe çıkmasıyla kıyameti birleştiriyor. Fâsıla yok. Yani çok çabuk olacak, vakit çok kısa olduğu anlaşılıyor.
Bu Âyet-i kerime’ye bakın uyanın kardeşler! İsrafil Aleyhisselâm’ın suru ağzında. (23 Ekim 2003)
Muhabbetin İntikali:
– O kardeşin hürmetleri var efendim. “Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır.” kitabı başucunda duruyor, devamlı onu okuyor.
– Okusun efendim. Bir kitabı bir kimse okuyorsa, ona muhabbeti vardır. Ona muhabbet eden yazarına muhabbet eder, yazarına muhabbet eden yazdırana muhabbet eder, hiç farkına varmaz. Yazdırana muhabbet etti mi, O’nunla irtibatı kurar. (7 Kasım 2003)
Misafirlikte Külfet:
Bir sohbetlerinden:
“Her zaman arzettiğimiz gibi, bir yere misafir gittiğimiz zaman külfet yapmayalım, yük olmayalım. Yolumuz Hakk yoludur, yeme-içme yolu değildir. Gaye-maksat-menfaat gibi şeyler yoktur.
Bu husus böyle söylenirken, gönül haliyle bu hayatı yaşamayı ister. Nitekim bir defasında İzmir’e gitmiştik. Dâvetli olmamıza rağmen, her zamanki mutadımız üzere bir kenara çekilerek, gideceğimiz eve külfet olmasın diye peynir ekmekle doyunduk. Çünkü biz kalabalığız, orada da birçok kalabalık var. Eve vardığımızda: ‘Buyrun yemek yiyelim.’ dediler. Biz kahvaltımızı yaptığımızı söyledik. Eğer öyle yapmasaydık, gittiğimiz yerde tahminen kırk elli kişi vardı, onları bırakıp yemek yemeğe dalacaktık. Sonra o evin hanımı bir gün yemek yapmaya uğraşacak, bir gün de bulaşıkla temizlikle uğraşacak etti iki gün. Bir boğaz için mi bu külfet?
Bir de baktık, bunu böyle yaptığımızdan Mevlâ hoşlanmış! Hiç ummadığımız yerde hoşlanmış Mevlâ... Demek ki insanın O’nu nasıl hoşlandıracağı belli olmuyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müminin müslümanlar üzerinde külfetinin az olduğunu söylemiştir. Onun her söz ve hareketini inceden inceye süzüp tatbik etmeliyiz. Hakiki hayat onun sözlerinin ve yolunun altındadır. Bunu böyle yaparsak yardım da, kolaylık da ihsan edilecek, Hazret-i Allah’ın rızâsını kazanacağız, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yolunda da gitmiş olacağız. Ne kadar güzel!” (1 Nisan 1977)
Sıdk, Teslimiyet ve İhlâs;
Selâmet, Saâdet ve Muhabbet
İnsanın Aslına dönüşü:
– “Rüyâmda gördüm ki Kâbe-i muazzama’da namaz kılıyoruz. Halka halinde saf olduk. Zât-ı âliniz de halkanın içindesiniz. Bendenize imamet vazifesi verilmiş oluyor. Zamm-ı sûre olarak Târık sûresini okuyorum. 8. Âyet-i kerime’ye gelince; “İnnehû alâ rac’ihi lekâdir = Şüphesiz Allah insanı öldürdükten sonra tekrar diriltmeye kâdirdir.” kısmını Zât-ı âliniz okudunuz. Ben okumaya devam ettim. 11. Âyet-i kerime’ye gelince: “Vessemâi zâtir-rac’i = Dönüşü olan göğe andolsun!” kısmını da zât-ı âliniz okudunuz. Ve ben sûreyi tamamladım.”
– “Hazret-i Allah dilerse insanı aslına rücû ettirir. Ona bir damla su ol demiştir, bir damla su olmuştur. O bir damla sudan insan meydana gelmiştir.
Bu insan kendisini zerreye kadar indirebilirse Fâil-i mutlak’ın fiillerini görmeye başlar.
Sen senken O’nun fiillerini göremezsin. Çünkü sen varsın. Sen yok ol ki; O’nu görebilesin, O’nun fiillerini seyredebilesin. Bütün tecelliyâtlar ondan sonra başlar.” (22 Mart 1980)
Sıdk, Teslimiyet ve İhlâs; Selâmet, Saâdet ve Muhabbet:
– “Rüyâmda Zât-ı âliniz: “Bu kapıda Sıdk, Teslimiyet ve İhlâs lâzım.” buyurdunuz. Bunu elde ettikten sonra insana “Selâmet, Saâdet ve Muhabbet” verileceğini söylediniz.”
– “Efendim, bu bir rüyâ gibi görünüyorsa da, Allah-u Teâlâ bu rüyâ ile birçok bilgiler bahşediyor.
Sadâkat bu yolda çok mühimdir. Bir kulun gerçekten Allah-u Teâlâ’ya dayanması lâzımdır. Bu gibi kimselere dilediğini akıtır. Çeşme akıyor, o sırtını çeşmeye vermiş.
Fakat bu öyle bir dayanma olacak ki, bu dayanmanın içine ikinci bir şey girmeyecek. Gaye, maksat, menfaat gibi şeyler girmediği gibi, O’nun râzı olmadığı şeyler de kalpten geçmeyecek. Bu suretle kişi boşalmış olacak. Boşalma ne demek? Yani boru haline gelecek. Borudan su akar amma, o su boruya âit değil.
Bu gibi kimselerin, Mevlâ’nın tecelliyâtını gözü ile görmesi lâzımdır. Artık kendisinin hiçbir hükmü ve rolü olmadığına göre, Fâil-i mutlak’ın fiilini seyretmeye başlıyor.
Bunu da temin eden nedir? Kalbin selimliği, Hakk’tan gayrı hiçbir şeye dayanmayışı, Hakk’a dayandığından ötürü Hakk’ın tecelliyâtının husule gelmesi.
Teslimiyet: Cenâb-ı Hakk ezelde bir kulunu almayı murad etmişse, onu bir rehbere teslim eder. Nasibini de teslim ettiği yere koyar. O da günâ gün nasibini oradan alır.
Rehber ona cebinden vermiyor, verilen nasibi veriyor. Çünkü kendisi de muhtaçtır.
O kimsenin o nasibini alabilmesi için, Allah-u Teâlâ o Rehber’e karşı bir muhabbet ve merbudiyet verir. Bu da Allah-u Teâlâ’dan gelir, kişiye âit değildir. Hatta bu sevgi o kadar ilerler ki, Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e dahi bu sevgi bulunmaz. Çünkü onun tahsili oradadır, Mevlâ ona o sermayeyi bahşetmiştir. Bu sermaye kendiliğinden değildir.
Sevilen sevmedikçe, sevilenden bir şey gelmez. Yani konmadıkça nasıl olur o testide o su? O muhabbet de Allah’ımızın bir ikramı ve ihsanı olarak konuluyor. O muhabbet sebebiyle yavaş yavaş teslimiyet husule gelmeye başlar. Bu muhabbet tıpkı ekilen bir fidana benzer. Büyüdükçe bir taraftan boy verir, bir taraftan da yavaş yavaş dalını budağını salar, iman yerleşir. Zaten o muhabbet de imanla beraber yerleşiyor. Cenâb-ı Hakk’ın o lütfu onu sağlıyor, teslimiyeti artıyor, imanı artıyor. Halbuki Cenâb-ı Hakk anbean imanını artırıyor, imanını artırdığı nisbette teslimiyeti de artıyor.
Yalnız şu hususu hiçbir zaman unutmamamız lâzımdır ki, hiçbir şeyin kendisinin olmadığı, kendiliğinden meydana gelmediği kabul edilmelidir. Fakat bunu insan o anda bir türlü bilemez ve bulamaz, bu hareketlerin çoğunu nefsinden bilir. Nefsinden bildiği için de Allah-u Teâlâ onu elinden çeker alır, veyahut o an için alır. Bomboş olduğunu anlayınca istimdat eder. Onun o istimdadı sığınma mânâsına gelir, yine alınır. Bu alma-verme o kadar çok husule gelir ki, tâ ki kendisinin hiçbir şey olmadığını bilsin. ‘Ah! Boşuna emek çekmişim, meğer benim hiçbir şeyim yokmuş.’ deyinceye kadar devam eder. O muhabbet ve teslimiyet sayesinde, o merbudiyet sayesinde lâzımgelecek dersleri verirler.
Cezbeye alınanlar ise daha çok muhabbete düçar olur. Allah-u Teâlâ’nın ezeli ihsanı çoksa ibtilâsı da çoktur, boyuna ibtilâdan ibtilâya uğrar. O nisbette yolu çabuk alır. Allah-u Teâlâ Fâil-i mutlak olduğu için onu imtihana tâbi tutar. İmtihanlar âni ve seri olur, Allah-u Teâlâ’nın kişiyi ne ile imtihana tâbi tutacağı bilinmez. Fakat eğer ona lütfettiyse, onu doldurmak suretiyle o ibtilâlar karşısında onu yine hıfz-u himaye eder. Demek ki bunlar tekâmül etmek için merhale oluyor. Arabaya binen bir insan bugün buradadır, yarın başka yerdedir, yürüdükçe yer değişir. Seyr-ü sülûkteki bir insan da böyledir. Allah-u Teâlâ ona lütfetmişse boyuna gider. Buradaki seyr ile buradaki seyr değişir. Şimdi Düzce’de idi, şimdi başka yerde. Her yerin kendine göre bir şekli vardır. Tâ ki murad ettikleri yere kadar seyrettirirler.
O teslimiyeti sayesinde bu seyr-ü sülûkü görür. Fenâfişşeyh’teki teslimiyet tamam olduğu zaman, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin taht-ı terbiyesine verilmiş olur. Allah-u Teâlâ’nın şeyhe verdiği muhabbet Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e intikal eder. Şeyhe karşı sonsuz sevgisi saygısı kalır amma, muhabbet Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e geçer. Çünkü orada tahsil görecek, birçok süzülmeler orada olacak, nefsin tortularından orada kopacak, o teslimiyet sayesinde haddelerden geçecek.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e o kadar muhabbeti olur ki, ona olan muhabbet Hazret-i Allah’a olmaz. Bu nokta çok incedir. Tâ ki Fenâfillâh’a varıncaya kadar devam eder. Vaktâki o tahsili de bitirmeye muvaffak olursa bütün muhabbet Mevlâ’da toplanmaya başlar. An be an çoğalır. O tahsili bitirttiren teslimiyet ve muhabbettir. Muhabbet muhabbetullaha ulaşır. Meselâ bir kimse sevdiği kimsenin uğrunda herşey yapıyor, ya Cenâb-ı Hakk sana o sevgiyi verirse ne yapılmaz?” (22 Mart 1980)
Hata Nisbetinde Ruhsat:
Bir sohbetlerinden:
“Nefis sünepelik yapıp, insanı daima arzusuna doğru yuvarlamak ister. Fakat Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir kulunu bağlılığı nisbetinde tasarrufuna alır. O tasarruf sayesinde, nefsin arzularına meyletmez. Yoksa kul kendi hâline kalırsa, nefis yapacağını yapar. Şeytan da böyledir. Bir kul ihlâsla Allah’ına bağlı kaldıkça, Hazret-i Allah onun zarar vermesine müsaade etmez. Aynı kul nefsin sünepeliği sebebi ile Hazret-i Allah’tan boşaldığı nisbette şeytana ruhsat verir. O ona yapacağını yapar. Az boşalmışsa az, çok boşalmışsa çok ruhsat verir. Hiç boşalmamışsa hiç vermez. Yani verilen ruhsat hata nisbetindedir.” (2 Şubat 1977)
Allah İçin Sevmek:
Bir sohbetlerinden:
“Sevenleri sevmekte cidden büyük esrar vardır. Mesela sevdiğimiz bir insanın yanında hiç görmediğimiz tanımadığımız bir insanı görürsek, onu da seviyoruz. Fakat dostumuzu hiç sevmediğimiz bir düşmanımızın yanında görürsek, ona karşı buğzediyoruz.
Mevlânın dostunu Mevlâ için seversek, belki de hiç beğenilecek tarafımız olmadığı halde, Mevlâ bizi onun yüzü suyu hürmetine sever. Lakin belki ufak-tefek küçük amellerimiz de olsa, Hazret-i Allah’ın sevmediği bir kimse ile ünsiyet edip muhabbet edersek, muhakkak ki muhabbetini bizden kesiverir.
Bu ölçüyü sıkı tutalım inşaallah.” (12 Mart 1977)
Ye’cüc ve Me’cüc:
– Yıllar önce: “Amerika’nın da Rusya’nın da derdi petrol!” buyurmuştunuz.
– Başka hiçbir şey değil. Fakat zaman gelecek o da bitecek, eski hâle dönecek. Bu büyük harpler olunca, büyük silâhlar patlayınca, memleketler yıkılınca, her şey yıkılacak, bunu böyle bilin, her şey yıkılacak.
Bitiyor artık. Zannımca kenara geldik, amma hükmünü O yürütecek. Alâmetler öyle görünüyor, kenara geliyoruz.
Allah-u Teâlâ Kehf sûre-i şerif’inin 99. Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz o gün onları bırakırız da dalgalar hâlinde birbirine girerler.”
Âyet-i kerime’nin devamında ise:
“Sûr’a da üfürülmüş, böylece biz onların hepsini bütünüyle bir araya getirmişizdir.” buyuruyor.
Çinlilerin harbe çıkmasıyla kıyameti birleştiriyor. Fâsıla yok. Yani çok çabuk olacak, vakit çok kısa olduğu anlaşılıyor.
Bu Âyet-i kerime’ye bakın uyanın kardeşler! İsrafil Aleyhisselâm’ın suru ağzında. (23 Ekim 2003)
Muhabbetin İntikali:
– O kardeşin hürmetleri var efendim. “Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır.” kitabı başucunda duruyor, devamlı onu okuyor.
– Okusun efendim. Bir kitabı bir kimse okuyorsa, ona muhabbeti vardır. Ona muhabbet eden yazarına muhabbet eder, yazarına muhabbet eden yazdırana muhabbet eder, hiç farkına varmaz. Yazdırana muhabbet etti mi, O’nunla irtibatı kurar. (7 Kasım 2003)
Misafirlikte Külfet:
Bir sohbetlerinden:
“Her zaman arzettiğimiz gibi, bir yere misafir gittiğimiz zaman külfet yapmayalım, yük olmayalım. Yolumuz Hakk yoludur, yeme-içme yolu değildir. Gaye-maksat-menfaat gibi şeyler yoktur.
Bu husus böyle söylenirken, gönül haliyle bu hayatı yaşamayı ister. Nitekim bir defasında İzmir’e gitmiştik. Dâvetli olmamıza rağmen, her zamanki mutadımız üzere bir kenara çekilerek, gideceğimiz eve külfet olmasın diye peynir ekmekle doyunduk. Çünkü biz kalabalığız, orada da birçok kalabalık var. Eve vardığımızda: ‘Buyrun yemek yiyelim.’ dediler. Biz kahvaltımızı yaptığımızı söyledik. Eğer öyle yapmasaydık, gittiğimiz yerde tahminen kırk elli kişi vardı, onları bırakıp yemek yemeğe dalacaktık. Sonra o evin hanımı bir gün yemek yapmaya uğraşacak, bir gün de bulaşıkla temizlikle uğraşacak etti iki gün. Bir boğaz için mi bu külfet?
Bir de baktık, bunu böyle yaptığımızdan Mevlâ hoşlanmış! Hiç ummadığımız yerde hoşlanmış Mevlâ... Demek ki insanın O’nu nasıl hoşlandıracağı belli olmuyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müminin müslümanlar üzerinde külfetinin az olduğunu söylemiştir. Onun her söz ve hareketini inceden inceye süzüp tatbik etmeliyiz. Hakiki hayat onun sözlerinin ve yolunun altındadır. Bunu böyle yaparsak yardım da, kolaylık da ihsan edilecek, Hazret-i Allah’ın rızâsını kazanacağız, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yolunda da gitmiş olacağız. Ne kadar güzel!” (1 Nisan 1977)