HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm
İlâhî Muhafaza
Ebu Tâlib’in Himâyesi:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz dedesinin vefatından sonra amcası Ebu Tâlib’in evine geçti. Burası onun dördüncü barınağı oluyordu. Hiç baba şefkati görmemişti, altı yaşında da ana şefkatinden mahrum kalmıştı. Babası Abdullah ile ana-baba bir kardeş olan Ebu Tâlib, iyi kalplilikte ender rastlanır bir insandı. Elinden geldiği kadar yeğenine öksüzlüğünü hissettirmemeye çalışıyor, onu kendi öz evlâtlarından çok seviyordu. Gittiği yere onu da götürür, yatarken bile yanından ayırmazdı.
Ebu Tâlib fazla cömertliği sebebiyle sık sık borç almak zorunda kalırdı. Sütünden yararlandığı birkaç devesinden başka malı yoktu. Âilesi kalabalık olduğu için, onları geçindirmekte güçlük çekiyordu. Buna rağmen Kureyş’in seyyidi ve şereflisi idi.
Câhiliyet devrinin kötülüklerine kendisini bulaştırmamıştı. Babası gibi o da içki içmezdi. Sikâye ve rifâde vazifeleri kardeşi Zübeyr’den sonra kendisine geçmişti. Fakat serveti olmadığı için üç hacc mevsimi devam ettirebilmiş, daha sonra kardeşi Abbas’a bırakmıştır.
Muhammed Aleyhisselâm bu âileye geldikten sonra evin bereketi artmıştır. Bir şey yeneceği zaman Ebu Tâlib: “Durun oğlum gelsin!” derdi. O gelince yemeğe başlanır, yemek herkese yeter, bazen de artardı. Onun bulunduğu sofrada azla doyulurdu, o bulunmadığı zamanlarda yemekten tad alınmazdı. Ebu Tâlib kendisine: “Oğlum! Sen çok mübarek ve bereketlisin.” diye hitab ederdi.
Çocukluğunda da edepli, gözü ve gönlü toktu. Amcasının çocukları yemeğe hemen uzandıkları halde, o yenme zamanını beklerdi.
Amcasının evinde elinden gelen her işi yapıyor, ev işlerinde onlara yardımcı oluyor, amcasına saygıda kusur etmiyordu.
Ebu Tâlib’in hanımı Fâtıma da faziletli bir kadındı. O da öz çocuğu gibi bağrına basıyor, öteki çocuklardan hiç ayırmıyor, hatta daha fazla ihtimam gösteriyordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun bu iyiliğini hiç unutmadı. Sağ olduğu müddetçe bu mübarek yengesini ziyaret eder, onun evinde kuşluk uykusu uyurdu. Vefat ettiği zaman gözlerinden yaşlar akmış: “Bugün annem vefat etti.” buyurmuştu. Kendi gömleğini ona kefen olarak sardırmış, cenaze namazını kendisi kıldırmıştı.
“İhtiyar bir kadının vefatına niçin bu kadar üzülüyorsun?” diyenlere şöyle buyurdu:
“O beni doğuran annemden sonra annem idi. Kendi çocukları aç durur, suratlarını asarken, o önce beni doyurur, saçımı tarar, gül yağları ile yağlardı. O benim annemdi.”
Ticaret Hayatı:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sekiz yaşından itibaren hayatında yeni bir devre başladı. Gençliğinin ilk safhasını teşkil eden bu devir, amcası Ebu Tâlib’in himayesi altında geçti ve yirmibeş yaşına kadar sürdü.
Mekke vâdisinde su olmadığı için halk ziraat yapamıyor, ötedenberi ticaretle uğraşıyorlardı. Mekke’den kışın Yemen’e, yazın Şam’a olmak üzere senede iki defa büyük kervanlar kalkardı. Mekke, Yemen ile Şam arasında ticaret merkezi olmuştu.
Ticaretle uğraşmayanların ellerinde hiçbir şey bulunmaz, geçim sıkıntısı çekerlerdi. Daha çok kumaş ve yiyecek maddeleri alınıp satılırdı.
Kervan ticaretlerinde çok büyük kârlar olmakla beraber, büyük sermaye isteyen bir meslekti. Aynı zamanda tehlikeleri de çoktu. Yolda yağmalama tehlikesi, uzun yolculuklarda yük develerinin ölmesi, kafilenin ve hayvanların yiyecek masrafları, kervanı korumak için gidenlerin masrafları hayli yekün tutuyor, ayrıca hiç hesapta olmayan masraflar da çıkıyordu. Bunun içindir ki çoğunlukla birkaç tüccar bir araya gelerek kervan düzenlerlerdi. Bu tüccarların her biri, dostları tarafından kendilerine havale edilen malları da taşırlar, kazanca ortak olurlardı.
Ayrıca doğru ve dürüst olanlara, varlıklı kişiler ücret karşılığında kervanlarını verirlerdi. Böylece işverenin sermayesi ile kişinin emeği yan yana gelir işbirliği doğardı. Resulullah Aleyhisselâm da bu şekilde kervanları ücret karşılığında götürüp getirmişti.
Babası ve dedeleri ticaretle uğraşan kişilerdi. Amcası Ebu Tâlib de diğer Kureyşliler gibi ticaretle meşguldü. Fakat âile fertlerinin kalabalık oluşu, kıtlık ve kuraklık yıllarının verdiği yoksulluk ve kabile savaşları yüzünden mâli bir gücü kalmamıştı, gitgide yaşlanmaya da başlamıştı. Himayesine aldığı yeğenine ticari tecrübe kazandırmayı düşünüyordu.
Suriye’ye İlk Seyahati:
Resulullah Aleyhisselâm oniki yaşında bulunduğu bir sırada Kureyşliler Şam’a götürüp satmak üzere ticaret malları hazırlamışlardı. Ebu Tâlib de bu kervana katılmaya ve yeğenini de götürmeye karar verdi.
Kafile yorucu bir yolculuktan sonra Şam ile Kudüs arasında bulunan Busrâ kasabasında, Bahîrâ adındaki bir hırıstiyan rahibin manastırı yanında konakladı. Daha önceleri Kureyş kervanı buradan o kadar geçtiği halde, Bahîrâ onlarla hiç ilgilenmez ve hiç kimse ile konuşmazken; bu defa manastırdan dışarı bakarken kervanda bulunan Muhammed Aleyhisselâm’ı bir bulutun gölgelendirdiğini, bir ağacın altına oturduğu zaman dallarının üzerine eğildiğini müşâhade etti. Bunun üzerine hemen kafile mensuplarını yemeğe dâvet etti. Kureyşliler o güne kadar kendileri ile hiç ilgilenmeyen râhibin bu dâvetine hayret ettiler. Yaşı küçük olduğu için Muhammed Aleyhisselâm’ı kervanın yanında bırakıp manastıra gittiler. Ancak Bahîrâ yemeğe onun da gelmesini istedi ve görür görmez dikkatli dikkatli bakmaya, bazı uzuvlarını süzmeye başladı. Bir süre karşılıklı konuştular. Sorularına aldığı cevaplar, bu çocuğun beklenen peygamber olduğuna dair kanaatini iyice kuvvetlendirdi. Sırtına bakarak “Peygamberlik mühürü”nü de gördü. Daha sonra Ebu Tâlib’e dönerek:
“Bu çocuk son peygamber olacaktır. Şam yahudileri arasında onun vasıflarını ve alâmetlerini bilen kâhinler vardır. Tanırlarsa ihanet ederler. Sen onu Şam’a götürme!” dedi.
Son peygamberin geleceği ve onun birçok vasıfları Tevrat ve İncil’de bildirilmişti. Bunun içindir ki yahudi ve hırıstiyan din adamları onun vasıflarını biliyorlar, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı. Hususiyetle Yahudiler bu vasıfları çok iyi öğrenmişler, bu vasıflarda bir kimse görseler, onun kitaplarında zikredilen peygamber olduğunu hemen anlayabilecek bir kabiliyete sahip olmuşlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara: 146)
Demek oluyor ki sadece bilmek iman için yeterli değildir. İtaat etmek, boyun eğmek, gerçeği gizlemeyip açıktan ikrar ve itiraf etmek gerekir.
Ebu Tâlib, râhibin tavsiyesi üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti. Alış-veriş işini Busrâ’da bitirip hemen Mekke’ye döndü ve yeğenini korumak hususunda daha titiz olmaya başladı.
Koyun Gütme:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e babası Abdullah’tan birkaç koyunla beş deve miras kalmıştı. Ebu Tâlib’in de birkaç devesi vardı. Amcasının mâli durumunu bildiği için, kendisinin de çalışarak âileye katkıda bulunmasının gerektiği kanaatine vardı. Süt annesinin yanında bulunduğu sıralarda süt kardeşlerinin koyun ve keçilere baktığını görürdü. Şimdi aynı işi o da yapmaya başladı. Yalnız başına veya aynı yaştaki arkadaşlarıyla birlikte kırlara çıkıp koyunları otlattığı olmuştur. Bir defasında:
“Allah hiçbir peygamber göndermedi ki koyun çobanlığı yapmamış olsun.” buyurmuştu.
“Yâ Resulellah! Siz de güttünüz mü?” diye sorulunca;
“Evet, ben de bir miktar kırat karşılığında Mekke halkına koyun güttüm.” cevabını verdi. (Buhârî. İcâre 2)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz koyun güttüğü yıllarda yirmi yaşlarında bulunuyordu. Âlemlere rahmet olduğu halde çobanlık yaptığını anlatması, onun yüksek tevâzusunu ve Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği nimetleri dile getirmek içindir.
İlâhî Muhafaza:
Muhammed Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın bizzat himayesinde büyümüştü. Çeşitli vasıtalar kullanarak bidâyetten itibaren onu gözetimi altında tutmuştu.
Duhâ sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“O seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Duhâ: 6)
Seni terketmek ve sana darılmak bahis mevzuu değildir. O sana yetim doğduğun günden beri lütufta bulunmaktadır.
“Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi?” (Duhâ: 7)
O seni peygamberlik alâmetlerinden ve ilâhî hükümlerden habersiz bulmuş; verdiği vahiy, indirdiği kitap ile bilmediklerini bildirerek doğru yolu göstermiştir.
“Seni fakir bulup zengin etmedi mi?” (Duhâ: 8)
Ticaret yollarını senin için kolaylaştırmak suretiyle, insanlara muhtaç olmaktan kurtardı.
Her şeyden önce onun sahibi ve yardımcısı Allah-u Teâlâ’dır. Göz alıcı mucizelerle, halkettiği yüce sebepler ve azim hikmetlerle onu korumuş, Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Resul’üm! Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde, gözetimimiz altındasın.” (Tûr: 48)
Bu da hiç şüphesiz ki şereflendirici ve ünsiyet verici hususi bir tabirdir. Onu kendi haline bırakmamış, gözetimi altında bulundurmuş, kudret elini ondan hiç çekmemiştir.
“Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi.” (Tevbe: 40)
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır.
İlâhî bir gözetim altında olduğuna dâir diğer Âyet-i kerime’lerinde ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“O ki, (gece namaza) kalktığında seni görür. Secde edenler arasında bulunduğunda da O seni görür. Çünkü O işitendir, bilendir.” (Şuarâ: 218-220)
Kalben münşerih ve müsterih ol, bütün işlerinde Rabb’ine tevekkül et, hiç kimseden korkma!
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde de Resulullah Aleyhisselâm’ın ilâhî muhafaza altında olduğuna işaret ederek, mahzun olmamasını müjdelemektedir:
“Resul’üm! Onların sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet yalnız Allah’ındır. O işitendir, bilendir.” (Yunus: 65)
O’nun izni olmadan kimse güç ve üstünlüğe sahip olamaz. Seni onlara karşı koruyan O’dur.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
İlâhî Muhafaza
Ebu Tâlib’in Himâyesi:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz dedesinin vefatından sonra amcası Ebu Tâlib’in evine geçti. Burası onun dördüncü barınağı oluyordu. Hiç baba şefkati görmemişti, altı yaşında da ana şefkatinden mahrum kalmıştı. Babası Abdullah ile ana-baba bir kardeş olan Ebu Tâlib, iyi kalplilikte ender rastlanır bir insandı. Elinden geldiği kadar yeğenine öksüzlüğünü hissettirmemeye çalışıyor, onu kendi öz evlâtlarından çok seviyordu. Gittiği yere onu da götürür, yatarken bile yanından ayırmazdı.
Ebu Tâlib fazla cömertliği sebebiyle sık sık borç almak zorunda kalırdı. Sütünden yararlandığı birkaç devesinden başka malı yoktu. Âilesi kalabalık olduğu için, onları geçindirmekte güçlük çekiyordu. Buna rağmen Kureyş’in seyyidi ve şereflisi idi.
Câhiliyet devrinin kötülüklerine kendisini bulaştırmamıştı. Babası gibi o da içki içmezdi. Sikâye ve rifâde vazifeleri kardeşi Zübeyr’den sonra kendisine geçmişti. Fakat serveti olmadığı için üç hacc mevsimi devam ettirebilmiş, daha sonra kardeşi Abbas’a bırakmıştır.
Muhammed Aleyhisselâm bu âileye geldikten sonra evin bereketi artmıştır. Bir şey yeneceği zaman Ebu Tâlib: “Durun oğlum gelsin!” derdi. O gelince yemeğe başlanır, yemek herkese yeter, bazen de artardı. Onun bulunduğu sofrada azla doyulurdu, o bulunmadığı zamanlarda yemekten tad alınmazdı. Ebu Tâlib kendisine: “Oğlum! Sen çok mübarek ve bereketlisin.” diye hitab ederdi.
Çocukluğunda da edepli, gözü ve gönlü toktu. Amcasının çocukları yemeğe hemen uzandıkları halde, o yenme zamanını beklerdi.
Amcasının evinde elinden gelen her işi yapıyor, ev işlerinde onlara yardımcı oluyor, amcasına saygıda kusur etmiyordu.
Ebu Tâlib’in hanımı Fâtıma da faziletli bir kadındı. O da öz çocuğu gibi bağrına basıyor, öteki çocuklardan hiç ayırmıyor, hatta daha fazla ihtimam gösteriyordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun bu iyiliğini hiç unutmadı. Sağ olduğu müddetçe bu mübarek yengesini ziyaret eder, onun evinde kuşluk uykusu uyurdu. Vefat ettiği zaman gözlerinden yaşlar akmış: “Bugün annem vefat etti.” buyurmuştu. Kendi gömleğini ona kefen olarak sardırmış, cenaze namazını kendisi kıldırmıştı.
“İhtiyar bir kadının vefatına niçin bu kadar üzülüyorsun?” diyenlere şöyle buyurdu:
“O beni doğuran annemden sonra annem idi. Kendi çocukları aç durur, suratlarını asarken, o önce beni doyurur, saçımı tarar, gül yağları ile yağlardı. O benim annemdi.”
Ticaret Hayatı:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sekiz yaşından itibaren hayatında yeni bir devre başladı. Gençliğinin ilk safhasını teşkil eden bu devir, amcası Ebu Tâlib’in himayesi altında geçti ve yirmibeş yaşına kadar sürdü.
Mekke vâdisinde su olmadığı için halk ziraat yapamıyor, ötedenberi ticaretle uğraşıyorlardı. Mekke’den kışın Yemen’e, yazın Şam’a olmak üzere senede iki defa büyük kervanlar kalkardı. Mekke, Yemen ile Şam arasında ticaret merkezi olmuştu.
Ticaretle uğraşmayanların ellerinde hiçbir şey bulunmaz, geçim sıkıntısı çekerlerdi. Daha çok kumaş ve yiyecek maddeleri alınıp satılırdı.
Kervan ticaretlerinde çok büyük kârlar olmakla beraber, büyük sermaye isteyen bir meslekti. Aynı zamanda tehlikeleri de çoktu. Yolda yağmalama tehlikesi, uzun yolculuklarda yük develerinin ölmesi, kafilenin ve hayvanların yiyecek masrafları, kervanı korumak için gidenlerin masrafları hayli yekün tutuyor, ayrıca hiç hesapta olmayan masraflar da çıkıyordu. Bunun içindir ki çoğunlukla birkaç tüccar bir araya gelerek kervan düzenlerlerdi. Bu tüccarların her biri, dostları tarafından kendilerine havale edilen malları da taşırlar, kazanca ortak olurlardı.
Ayrıca doğru ve dürüst olanlara, varlıklı kişiler ücret karşılığında kervanlarını verirlerdi. Böylece işverenin sermayesi ile kişinin emeği yan yana gelir işbirliği doğardı. Resulullah Aleyhisselâm da bu şekilde kervanları ücret karşılığında götürüp getirmişti.
Babası ve dedeleri ticaretle uğraşan kişilerdi. Amcası Ebu Tâlib de diğer Kureyşliler gibi ticaretle meşguldü. Fakat âile fertlerinin kalabalık oluşu, kıtlık ve kuraklık yıllarının verdiği yoksulluk ve kabile savaşları yüzünden mâli bir gücü kalmamıştı, gitgide yaşlanmaya da başlamıştı. Himayesine aldığı yeğenine ticari tecrübe kazandırmayı düşünüyordu.
Suriye’ye İlk Seyahati:
Resulullah Aleyhisselâm oniki yaşında bulunduğu bir sırada Kureyşliler Şam’a götürüp satmak üzere ticaret malları hazırlamışlardı. Ebu Tâlib de bu kervana katılmaya ve yeğenini de götürmeye karar verdi.
Kafile yorucu bir yolculuktan sonra Şam ile Kudüs arasında bulunan Busrâ kasabasında, Bahîrâ adındaki bir hırıstiyan rahibin manastırı yanında konakladı. Daha önceleri Kureyş kervanı buradan o kadar geçtiği halde, Bahîrâ onlarla hiç ilgilenmez ve hiç kimse ile konuşmazken; bu defa manastırdan dışarı bakarken kervanda bulunan Muhammed Aleyhisselâm’ı bir bulutun gölgelendirdiğini, bir ağacın altına oturduğu zaman dallarının üzerine eğildiğini müşâhade etti. Bunun üzerine hemen kafile mensuplarını yemeğe dâvet etti. Kureyşliler o güne kadar kendileri ile hiç ilgilenmeyen râhibin bu dâvetine hayret ettiler. Yaşı küçük olduğu için Muhammed Aleyhisselâm’ı kervanın yanında bırakıp manastıra gittiler. Ancak Bahîrâ yemeğe onun da gelmesini istedi ve görür görmez dikkatli dikkatli bakmaya, bazı uzuvlarını süzmeye başladı. Bir süre karşılıklı konuştular. Sorularına aldığı cevaplar, bu çocuğun beklenen peygamber olduğuna dair kanaatini iyice kuvvetlendirdi. Sırtına bakarak “Peygamberlik mühürü”nü de gördü. Daha sonra Ebu Tâlib’e dönerek:
“Bu çocuk son peygamber olacaktır. Şam yahudileri arasında onun vasıflarını ve alâmetlerini bilen kâhinler vardır. Tanırlarsa ihanet ederler. Sen onu Şam’a götürme!” dedi.
Son peygamberin geleceği ve onun birçok vasıfları Tevrat ve İncil’de bildirilmişti. Bunun içindir ki yahudi ve hırıstiyan din adamları onun vasıflarını biliyorlar, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı. Hususiyetle Yahudiler bu vasıfları çok iyi öğrenmişler, bu vasıflarda bir kimse görseler, onun kitaplarında zikredilen peygamber olduğunu hemen anlayabilecek bir kabiliyete sahip olmuşlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara: 146)
Demek oluyor ki sadece bilmek iman için yeterli değildir. İtaat etmek, boyun eğmek, gerçeği gizlemeyip açıktan ikrar ve itiraf etmek gerekir.
Ebu Tâlib, râhibin tavsiyesi üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti. Alış-veriş işini Busrâ’da bitirip hemen Mekke’ye döndü ve yeğenini korumak hususunda daha titiz olmaya başladı.
Koyun Gütme:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e babası Abdullah’tan birkaç koyunla beş deve miras kalmıştı. Ebu Tâlib’in de birkaç devesi vardı. Amcasının mâli durumunu bildiği için, kendisinin de çalışarak âileye katkıda bulunmasının gerektiği kanaatine vardı. Süt annesinin yanında bulunduğu sıralarda süt kardeşlerinin koyun ve keçilere baktığını görürdü. Şimdi aynı işi o da yapmaya başladı. Yalnız başına veya aynı yaştaki arkadaşlarıyla birlikte kırlara çıkıp koyunları otlattığı olmuştur. Bir defasında:
“Allah hiçbir peygamber göndermedi ki koyun çobanlığı yapmamış olsun.” buyurmuştu.
“Yâ Resulellah! Siz de güttünüz mü?” diye sorulunca;
“Evet, ben de bir miktar kırat karşılığında Mekke halkına koyun güttüm.” cevabını verdi. (Buhârî. İcâre 2)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz koyun güttüğü yıllarda yirmi yaşlarında bulunuyordu. Âlemlere rahmet olduğu halde çobanlık yaptığını anlatması, onun yüksek tevâzusunu ve Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği nimetleri dile getirmek içindir.
İlâhî Muhafaza:
Muhammed Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın bizzat himayesinde büyümüştü. Çeşitli vasıtalar kullanarak bidâyetten itibaren onu gözetimi altında tutmuştu.
Duhâ sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“O seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Duhâ: 6)
Seni terketmek ve sana darılmak bahis mevzuu değildir. O sana yetim doğduğun günden beri lütufta bulunmaktadır.
“Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi?” (Duhâ: 7)
O seni peygamberlik alâmetlerinden ve ilâhî hükümlerden habersiz bulmuş; verdiği vahiy, indirdiği kitap ile bilmediklerini bildirerek doğru yolu göstermiştir.
“Seni fakir bulup zengin etmedi mi?” (Duhâ: 8)
Ticaret yollarını senin için kolaylaştırmak suretiyle, insanlara muhtaç olmaktan kurtardı.
Her şeyden önce onun sahibi ve yardımcısı Allah-u Teâlâ’dır. Göz alıcı mucizelerle, halkettiği yüce sebepler ve azim hikmetlerle onu korumuş, Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Resul’üm! Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde, gözetimimiz altındasın.” (Tûr: 48)
Bu da hiç şüphesiz ki şereflendirici ve ünsiyet verici hususi bir tabirdir. Onu kendi haline bırakmamış, gözetimi altında bulundurmuş, kudret elini ondan hiç çekmemiştir.
“Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi.” (Tevbe: 40)
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır.
İlâhî bir gözetim altında olduğuna dâir diğer Âyet-i kerime’lerinde ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“O ki, (gece namaza) kalktığında seni görür. Secde edenler arasında bulunduğunda da O seni görür. Çünkü O işitendir, bilendir.” (Şuarâ: 218-220)
Kalben münşerih ve müsterih ol, bütün işlerinde Rabb’ine tevekkül et, hiç kimseden korkma!
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde de Resulullah Aleyhisselâm’ın ilâhî muhafaza altında olduğuna işaret ederek, mahzun olmamasını müjdelemektedir:
“Resul’üm! Onların sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet yalnız Allah’ındır. O işitendir, bilendir.” (Yunus: 65)
O’nun izni olmadan kimse güç ve üstünlüğe sahip olamaz. Seni onlara karşı koruyan O’dur.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh