Değerli kardeşimiz;
Dinimizin bu konudaki emri bellidir. Ayrıca Allah'a itaat her şeyden önce gelir. Anne ve baba itaat edilmesi gereken kimselerdendir. Bu nedenle onların helal isteklerine uymak gerekir. Ancak anne baba da olsa haram isteklerine uyulmaz. Bu açıdan bir kız, örtünmesine karşı çıkan ailesinin isteklerine uyamaz. Çünkü her varlığın sahibi Allah'tır. Önce Onun isteklerine uyulur. Ayrıca kabirde, haşirde, sıratta ve ahiretin diğer alemlerinde bize yardımcı olacak olanlar, kızların örtünmesine karşı çıkanlar olmayacaktır.
Buna göre arkadaşınız onlara hakaret etmeden ve kalplerini kıracak sözler konuşmadan örtünür.
Şu hadisler, itaatın, Allah'ın rızasına uygun olmasını şart koşuyor:
"Başınızdakilerden kim size Allah'a isyan etmeyi emrederse, sakın o hususta ona itaat etmeyiniz." (İbn Mace, Cihad, 40);
"Allah'a isyan olan hususta itaat yoktur. İtaat, ancak helal olan şeydedir." (Buhârı, Ahkâm, 4; Müslim, imâre, 39-40).
Tesettür münakaşalarında üç kavram, birbiriyle karıştırılıyor: Ayıp, suç ve günah. Bir söz, bir hareket veya bir kıyafet toplumun değer hükümlerine ters düşüyorsa ayıplanıyor. Kanuna aykırı ise, suç sayılıyor. Dine muhalif ise, günah oluyor.
Bazı kimseler, kanuna aykırı olmayan bir şeyin günah da olmayacağını zannederken, bazıları, “herkesin işlediği bir fiilin günahlıktan çıkacağı” vehmine kapılıyorlar. Bunların her ikisi de fevkalâde yanlış düşünceler.
Ayıp, hiçbir zaman gerçeğin ölçüsü olamaz. Fikir, düşünce ve hareketlerini sadece çevrenin “ayıp” anlayışına göre düzenleyen insanlar, şahsiyetlerini topluma feda etmiş, kalabalıklara esir olmuşlardır.
Halbuki, toplumun her ayıpladığını “yanlış”, yahut her benimsediğini “doğru” kabul etmek mümkün mü? Böyle olsa, insanın her toplulukta ayrı bir şahsiyete bürünmesi, bukalemun gibi sık sık renk değiştirmesi gerekmez mi?
Batılı bir düşünürün “insan aklının aczini” ortaya koyan şu ifadeleri, bu meselemizi ne güzel izah eder:
“Bir insanın, babasını yemesinden daha korkunç bir şey düşünülemez; ama, eskiden bazı kavimlerde bu âdet varmış. Hem de bunu saygı ve sevgilerinden yaparlarmış. İsterlermiş ki ölü, böylelikle en uygun, en şerefli bir mezara gömülsün. Vücutları ve hâtıraları içlerine, tâ iliklerine yerleşsin. Babaları sindirme ve özümleme yolu ile kendi diri bedenlerine karışıp yeniden yaşasın. Böyle bir inancı iliklerinde ve damarlarında taşıyan insanlar için, anasını, babasını topraklarda çürütüp, kurtlara yedirmenin, en korkunç günahlardan biri sayılacağını kestirmek zor değildir.”
Şimdi düşünelim: Etrafımızdaki insanların büyük çoğunluğu, yoğun propagandalarla, böyle bir fikri benimsemiş olsalar, biz de toplum ayıplamasın diyerek, babamızın etini mi yiyeceğiz? Demek ki, “ayıplama” tamamen sübjektiftir; gerçeğe tesir edecek bir faktör değildir. Ayıp telâkki ederek örtünmekten kaçınan hanımefendilerin iddiaları iki kısma ayrılıyor: Birisi: “Örtünmemek niçin günah olsun?” şeklindeki itiraz. Diğeri ise: “İslâm’da örtünmenin olmadığı” tarzındaki, şahsî kanaat.
Görünürde aralarında pek fazla bir fark yok gibi geliyor. Ama, gerçekte her ikisi de birbirinden ayrı konular. “Örtünmekle de ne olacakmış, insan örtünün içinde de yapacağını yapar.” gibi sözlerin sahiplerini araştırırsanız, her defasında İslâm’ı layıkıyla bilmeyen veya bildiği halde onun emirlerini yerine getiremeyen birisiyle karşılaşırsınız.
Bu insanlar, vicdanlarının derinliklerinde hissettikleri suçluluk psikolojisinden kurtulmak için, böyle itirazlarda bulunuyorlar ve tövbe edeceklerine, günahlarını meşru göstermeye kalkışıyorlar. Sanki diğer insanları ikna etmekle, o sorumluluktan kurtulacaklarmış gibi. Halbuki, bir fiil günah ise günah, değil ise değildir. Bunun tespitini “kalabalıklar” yapamaz. Örtünme dinde varsa buna kimse “yok” diyemez. Ama, hiç kimse de başkalarını bu hususta zorlama yoluna gitmemelidir.
Örtünmenin İslâm’da yeri olup olmadığı meselesine gelince, bu hususta nice fetvalar mevcut. Lâkin günümüz Müslümanlarının bir kesimi, fetvanın dindeki yerini lâyıkıyla bilmediklerinden, doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerîm’den âyetler takdim edecek ve bunların tefsirlerinden bazı kısımları aynen aktaracağım.
Cenâb-ı Hak, Nûr Sûresinde Peygamberimize (asm.) hitaben şöyle buyuruyor:
“Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu yerleri) açmasınlar. Zahir olanı (görünmesi zarurî olan yüz, el ve ayaklar) müstesna. Baş örtülerini yakalarının üzerine vursunlar (göğüs ve boyunlarını göstermesinler). Ziynetlerini (süs yerlerini) ancak şu kimselere gösterebilirler: Kocalarına, yahut babalarına, yahut kocalarının babalarına, yahut kendi oğullarına, yahut kendi erkek kardeşlerine, yahut erkek kardeşlerinin oğullarına, yahut kız kardeşlerinin oğullarına, yahut kendi kadınlarına (Müslüman kadınlara), yahut ellerindeki memlûklere (cariyelere), yahut (şehvetsiz ve kadına) ihtiyacı olmayan uyuntu kimselere, yahut henüz kadınların gizli yerlerinin farkına varmamış olan çocuklara.” (Nûr, 24/31)
Âyet-i kerime dikkatle okunduğunda, şu hususlar tespit edilebilir:
Birincisi: Hitabın mümin kadınlara olması. Yâni, örtünme kadınlar için bir imân alâmeti ve sadece mümin kadınlara farz. Mümin olmayan bir insan, İslâm’ın emir ve yasaklarından sorumlu değil. Yâni, bir kimse öncelikle Allah’ın varlığını kabul edecek, Kur’an-ı Kerîm’i Onun kelâmı ve Hz. Muhammed’i (asm.) Onun en son elçisi bilecektir ki, İlâhî emir ve yasaklara muhatap olabilsin.
İkincisi: Harama bakmamanın sadece erkekler için değil, kadınlar için de söz konusu olduğu.
Üçüncüsü: “Ziynetlerin gösterilmemesi.”
Âyet-i kerimede geçen “ziynet” kelimesi üzerinde yapılan tefsirlerden birini, özet olarak arz edeyim:
“Ziynet, süs eşyası demek ise de, tek başına süs eşyasına bakmak hiç kimse için haram olamayacağına göre, bundan murat, süs eşyalarının takıldığı kulak, boyun, gerdan gibi yerlerdir. Âyette esas maksat tesettür (örtünme) olduğuna ve hitap zengin-fakir bütün müminlere yapıldığına göre, ziynet sadece süs eşyası olarak anlaşılsa, âyet sadece zenginlere inmiş olur. Halbuki, hitap geneldir, “mü’min kadınlara da söyle.” buyurulmaktadır. Bir başka önemli husus da şudur: Kadın için asıl ziynet, süs eşyası değil, bu organların bizzat kendileridir. Yâni, gösterilmesi haram kılınan boyun, gerdan gibi azalar kadın için ayrıca birer ziynettirler.” (Hak Dini Kur’an Dili)
Dördüncüsü: Mümin kadınların başörtülerini, cahiliye kadınları gibi, boyunlarına bağlayıp arkaya sarkıtmak yerine, başlarına örtmeleri ve yakalarının üzerine vurmaları.
Bir diğer âyet-i kerimede ise, şöyle buyurulur:
“Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, elbiselerinden giyip örtünsünler. İşte böyle giyinmeleri, tanınıp da (cariyelerden, iffetsiz âdi kadınlardan fark edilip de) eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Allah Gafur’dur (çok bağışlayıcıdır), Rahîm’dir (çok merhametlidir).” (Ahzab, 33/59)
Bu âyet-i kerimede, örtünme açıkça emredilmekte ve bu emrin hikmeti, “mü’min kadınların diğer âdi kadınlarla karıştırılarak rahatsız edilmemeleri, sarkıntılığa maruz kalmamaları ve ruhlarının eziyete maruz olmaması” olarak beyan buyurulmakta.
Konuyla ilgili aşağıdaki yazıyı da okumanızı tavsiye ediyoruz:
Örtülü ve Özgür
Uzun beyaz elbisemle ve iki-üç santim uzunluğundaki siyah saçlarımla bir öğle sonrası sokakta yürüyordum ve kamyon şoforleri ıslık ve bağırmalarıyla beni rahatsız etmişlerdi. Kendimi yenilmiş hissettim. Kuaför salonundan daha şimdi çıkmıştım. Saçlarımı bir erkek gibi kestirmiştim. Kuaför kestiği her tutamdan sonra kendimi nasıl hissettiğimi soruyordu. Korkmamıştım, ama bir organımın kesiliyor olduğu hissine kapılmıştım.
Hayır; bu, herhangi bir saç kesimi değildi. Saç kestirmekten çok daha fazla şey ifade ediyordu. Saçımı kestirerek, erkeksi bir şekilde görülmeye çalışmıştım. Dişiliğimi imha etmek istemiştim. Yine de, bu, bazı erkeklerin bana bir cinsel meta olarak davranmasını engellememişti. Yanılmıştım. Problem, benim dişiliğim değildi. Problem, cinselliğim, daha doğrusu, bazı erkeklerin genetiğimden yola çıkarak bana yakıştırdıkları bir cinsellikti. Bana karşı, benim gerçekten kim olduğuma göre davranmıyor; kendilerinin beni gördükleri üzere davranıyorlardı.
Peki, ben kim olduğumu bildikten sonra, onların beni nasıl gördüklerinin önemi var mıydı? Evet, vardı. Kadınları sadece cinsel meta olarak gören erkeklerin genellikle onlara karşı saldırgan bir tavır sergilediğine, meselâ tecavüze yeltendiklerine veya dövdüklerine inanıyordum. Cinsel taciz ve saldırı, sadece korkum da değildi; aynı zamanda başıma gelmiş şeylerdi bunlar. Bir keresinde tecavüze uğramıştım. Bana saldıran erkekler yüzünden yaşadıklarım, bende öfke ve hayal kırıklığına sebep olmuştu. Bana yönelik bu şiddeti nasıl durdurabilirdim? Erkeklerin beni bir kadın olarak değil de, bir cinsel meta olarak görmelerini nasıl engelleyebilirdim? Bu ikisini eşit görmelerini nasıl durdurabilirdim? Başıma gelenlerden sonra hayata nasıl devam edebilirdim?
Yaşadıklarım, beni kimliğimle ilgili sorularla başbaşa bırakmıştı. Sadece Çin kökenli Amerikalı kadınlardan bir başkası mıydım ben? Önceleri kimliğim konusunda bir karara varmam gerektiğini düşünürdüm. Şimdi ise, kimliğimin sürekli değiştiğini farkediyordum.
ÖRTÜNME TECRÜBEM
Bu noktada özellikle eğitici olan bir tecrübem, bir gazete projesinin bir parçası olarak Crenshaw Bulvarında üç Müslüman erkekle birlikle bir Müslüman kadın olarak ‘giyinerek’ dolaştığım zaman gerçekleşti. Beyaz, uzun kollu pamuklu bir gömlek, kot, spor ayakkabısı ve Müslüman bir bayandan ödünç aldığım çiçekli ipek bir başörtüsü giyinmiştim. Kendimi sadece Müslüman kadın görünümünde görmüyor, öyle de hissediyordum. Tabiî ki, gerçekte hep mesture olmanın neler hissettirdiğini bilemezdim, çünkü İslâmî bir eğitim almamıştım.
Yine de, insanlar beni Müslüman kadın olarak algıladılar ve bir cinsel obje olarak görüp bana karşı sarkıntılıkta bulunmaya yeltenmediler. Erkeklerin bakışlarını, daha önceden olduğu gibi, üzerimde hissetmedim. Tamamen örtünmüş vaziyetteydim; yalnızca yüzüm görünüyordu. İçeride kibar bir zenci Müslüman bana ‘kardeş’ diye hitap etti ve nereden geldiğimi sordu. Ona aslen Çinli olduğumu söyledim. Hangi milletten olduğumun onlar için pek önemli olmadığını farkettim. Aramızda bir tür yakınlık vardı, çünkü beni bir Müslüman olarak görmüştü. Ona gerçeği nasıl söyleyeceğimi bilemedim, çünkü gerçekte öyle olup olmadığımdan emin değildim.
Aynı kıyafetle Afrika mücevherleri ve mobilyaları satan bir mağazaya girdim. Orada bir başka beyefendi bana Müslüman olup olmadığımı sordu. Nasıl cevap vereceğimi bilemediğimden, sadece bakıp gülümsedim. Karşılık vermemeyi tercih ettim.
ÖRTÜLÜ OLMAM BAŞKALARININ BANA KARŞI TUTUMUNU DEĞİŞTİRDİ
Mağazanın dışında, birlikte olduğumuz Müslümanlardan birine, “Ben Müslüman mıyım?” diye sordum. Bana, aslında nefes alan ve teslim olan herşeyin öyle olduğunu izah etti. Müslüman olmuş olabileceğime, ama bunu bilmediğime hükmettim. Kendimi o şekilde isimlendirmemiştim henüz. İslâm hakkında, Müslüman olduğumu söyleyecek kadar bilgim yoktu. Günde beş vakit namaz kılıyor değildim, camiye gidiyor, oruç tutuyor değildim, sürekli başımı örtüyor değildim. Yine de, bütün bunlar, Müslüman olmadığım anlamına gelmezdi. Bunlar, içeride olanın dışarıya doğal yansımaları idiler.
Gördüm ki, kendi içimde nasıl olduğum, örtülü veya örtüsüz olmamla değişmiyor. Ama, örtülü olmam, başkalarının benim hakkımdaki algılamalarını değiştiriyor. Diğerleriyle olan ilişkilerinizde kendi imajınızın oluşmasını sağlıyor.
UYDURMA VE KASITLI BİR BAKIŞ AÇISI
Ben, erkeklerden saygı aradığım için, örtünmeyi bilinçli olarak seçtim. Önceleri, Kadın Araştırmaları bölümünde okuyan ve de düşünen bir kadın olarak, örtünmenin bir zulüm olduğunu savunan Batılı görüş açısını benimsemiştim. Yaşadığım bu tesettür tecrübesinden ve tesettür üzerinde daha da düşündükten sonra, bu görüşün uydurma, kasıtlı, ard niyetli bir bakış olduğu sonucuna vardım. Kadın kendisi ikna olarak ve anlayışla tesettüre yöneltildikten sonra, tesettür hiç de zulüm filan değildi.
O gün kendi tercihimle örtünmüştüm; ve, hayatımda kendimi en ziyade özgür hissettiğim tecrübe oydu. Şimdi, kadın olmanın alternatiflerini görüyorum. Giyim tarzımın, başkalarının bana karşı tavırlarını belirlediğini keşfettim. Realitenin bu olması beni üzüyor. Bu, kabul ettiğim bir realite; fethedilmektense, fethetmeyi tercih ettim. Gördüm ki, tesettür ile örttüğüm kadınlığım değil, cinselliğim idi. Cinselliğimin örtülmesi, diğerinin özgürlüğüne imkân tanıyordu.
(Bu yazı, Los Angeles’taki Kaliforniya Üniversitesi’nin (UCLA) Müslüman Öğrenciler Derneğinin haber dergisi Al-Talib’de Ekim 1994’te yayınlandı. O tarihte Kathy Chin, üniversitenin Psikobiyoloji ve Kadın Araştırmaları bölümünün son sınıf öğrencisiydi.)
Sorularla İslamiyet
Dinimizin bu konudaki emri bellidir. Ayrıca Allah'a itaat her şeyden önce gelir. Anne ve baba itaat edilmesi gereken kimselerdendir. Bu nedenle onların helal isteklerine uymak gerekir. Ancak anne baba da olsa haram isteklerine uyulmaz. Bu açıdan bir kız, örtünmesine karşı çıkan ailesinin isteklerine uyamaz. Çünkü her varlığın sahibi Allah'tır. Önce Onun isteklerine uyulur. Ayrıca kabirde, haşirde, sıratta ve ahiretin diğer alemlerinde bize yardımcı olacak olanlar, kızların örtünmesine karşı çıkanlar olmayacaktır.
Buna göre arkadaşınız onlara hakaret etmeden ve kalplerini kıracak sözler konuşmadan örtünür.
Şu hadisler, itaatın, Allah'ın rızasına uygun olmasını şart koşuyor:
"Başınızdakilerden kim size Allah'a isyan etmeyi emrederse, sakın o hususta ona itaat etmeyiniz." (İbn Mace, Cihad, 40);
"Allah'a isyan olan hususta itaat yoktur. İtaat, ancak helal olan şeydedir." (Buhârı, Ahkâm, 4; Müslim, imâre, 39-40).
Tesettür münakaşalarında üç kavram, birbiriyle karıştırılıyor: Ayıp, suç ve günah. Bir söz, bir hareket veya bir kıyafet toplumun değer hükümlerine ters düşüyorsa ayıplanıyor. Kanuna aykırı ise, suç sayılıyor. Dine muhalif ise, günah oluyor.
Bazı kimseler, kanuna aykırı olmayan bir şeyin günah da olmayacağını zannederken, bazıları, “herkesin işlediği bir fiilin günahlıktan çıkacağı” vehmine kapılıyorlar. Bunların her ikisi de fevkalâde yanlış düşünceler.
Ayıp, hiçbir zaman gerçeğin ölçüsü olamaz. Fikir, düşünce ve hareketlerini sadece çevrenin “ayıp” anlayışına göre düzenleyen insanlar, şahsiyetlerini topluma feda etmiş, kalabalıklara esir olmuşlardır.
Halbuki, toplumun her ayıpladığını “yanlış”, yahut her benimsediğini “doğru” kabul etmek mümkün mü? Böyle olsa, insanın her toplulukta ayrı bir şahsiyete bürünmesi, bukalemun gibi sık sık renk değiştirmesi gerekmez mi?
Batılı bir düşünürün “insan aklının aczini” ortaya koyan şu ifadeleri, bu meselemizi ne güzel izah eder:
“Bir insanın, babasını yemesinden daha korkunç bir şey düşünülemez; ama, eskiden bazı kavimlerde bu âdet varmış. Hem de bunu saygı ve sevgilerinden yaparlarmış. İsterlermiş ki ölü, böylelikle en uygun, en şerefli bir mezara gömülsün. Vücutları ve hâtıraları içlerine, tâ iliklerine yerleşsin. Babaları sindirme ve özümleme yolu ile kendi diri bedenlerine karışıp yeniden yaşasın. Böyle bir inancı iliklerinde ve damarlarında taşıyan insanlar için, anasını, babasını topraklarda çürütüp, kurtlara yedirmenin, en korkunç günahlardan biri sayılacağını kestirmek zor değildir.”
Şimdi düşünelim: Etrafımızdaki insanların büyük çoğunluğu, yoğun propagandalarla, böyle bir fikri benimsemiş olsalar, biz de toplum ayıplamasın diyerek, babamızın etini mi yiyeceğiz? Demek ki, “ayıplama” tamamen sübjektiftir; gerçeğe tesir edecek bir faktör değildir. Ayıp telâkki ederek örtünmekten kaçınan hanımefendilerin iddiaları iki kısma ayrılıyor: Birisi: “Örtünmemek niçin günah olsun?” şeklindeki itiraz. Diğeri ise: “İslâm’da örtünmenin olmadığı” tarzındaki, şahsî kanaat.
Görünürde aralarında pek fazla bir fark yok gibi geliyor. Ama, gerçekte her ikisi de birbirinden ayrı konular. “Örtünmekle de ne olacakmış, insan örtünün içinde de yapacağını yapar.” gibi sözlerin sahiplerini araştırırsanız, her defasında İslâm’ı layıkıyla bilmeyen veya bildiği halde onun emirlerini yerine getiremeyen birisiyle karşılaşırsınız.
Bu insanlar, vicdanlarının derinliklerinde hissettikleri suçluluk psikolojisinden kurtulmak için, böyle itirazlarda bulunuyorlar ve tövbe edeceklerine, günahlarını meşru göstermeye kalkışıyorlar. Sanki diğer insanları ikna etmekle, o sorumluluktan kurtulacaklarmış gibi. Halbuki, bir fiil günah ise günah, değil ise değildir. Bunun tespitini “kalabalıklar” yapamaz. Örtünme dinde varsa buna kimse “yok” diyemez. Ama, hiç kimse de başkalarını bu hususta zorlama yoluna gitmemelidir.
Örtünmenin İslâm’da yeri olup olmadığı meselesine gelince, bu hususta nice fetvalar mevcut. Lâkin günümüz Müslümanlarının bir kesimi, fetvanın dindeki yerini lâyıkıyla bilmediklerinden, doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerîm’den âyetler takdim edecek ve bunların tefsirlerinden bazı kısımları aynen aktaracağım.
Cenâb-ı Hak, Nûr Sûresinde Peygamberimize (asm.) hitaben şöyle buyuruyor:
“Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu yerleri) açmasınlar. Zahir olanı (görünmesi zarurî olan yüz, el ve ayaklar) müstesna. Baş örtülerini yakalarının üzerine vursunlar (göğüs ve boyunlarını göstermesinler). Ziynetlerini (süs yerlerini) ancak şu kimselere gösterebilirler: Kocalarına, yahut babalarına, yahut kocalarının babalarına, yahut kendi oğullarına, yahut kendi erkek kardeşlerine, yahut erkek kardeşlerinin oğullarına, yahut kız kardeşlerinin oğullarına, yahut kendi kadınlarına (Müslüman kadınlara), yahut ellerindeki memlûklere (cariyelere), yahut (şehvetsiz ve kadına) ihtiyacı olmayan uyuntu kimselere, yahut henüz kadınların gizli yerlerinin farkına varmamış olan çocuklara.” (Nûr, 24/31)
Âyet-i kerime dikkatle okunduğunda, şu hususlar tespit edilebilir:
Birincisi: Hitabın mümin kadınlara olması. Yâni, örtünme kadınlar için bir imân alâmeti ve sadece mümin kadınlara farz. Mümin olmayan bir insan, İslâm’ın emir ve yasaklarından sorumlu değil. Yâni, bir kimse öncelikle Allah’ın varlığını kabul edecek, Kur’an-ı Kerîm’i Onun kelâmı ve Hz. Muhammed’i (asm.) Onun en son elçisi bilecektir ki, İlâhî emir ve yasaklara muhatap olabilsin.
İkincisi: Harama bakmamanın sadece erkekler için değil, kadınlar için de söz konusu olduğu.
Üçüncüsü: “Ziynetlerin gösterilmemesi.”
Âyet-i kerimede geçen “ziynet” kelimesi üzerinde yapılan tefsirlerden birini, özet olarak arz edeyim:
“Ziynet, süs eşyası demek ise de, tek başına süs eşyasına bakmak hiç kimse için haram olamayacağına göre, bundan murat, süs eşyalarının takıldığı kulak, boyun, gerdan gibi yerlerdir. Âyette esas maksat tesettür (örtünme) olduğuna ve hitap zengin-fakir bütün müminlere yapıldığına göre, ziynet sadece süs eşyası olarak anlaşılsa, âyet sadece zenginlere inmiş olur. Halbuki, hitap geneldir, “mü’min kadınlara da söyle.” buyurulmaktadır. Bir başka önemli husus da şudur: Kadın için asıl ziynet, süs eşyası değil, bu organların bizzat kendileridir. Yâni, gösterilmesi haram kılınan boyun, gerdan gibi azalar kadın için ayrıca birer ziynettirler.” (Hak Dini Kur’an Dili)
Dördüncüsü: Mümin kadınların başörtülerini, cahiliye kadınları gibi, boyunlarına bağlayıp arkaya sarkıtmak yerine, başlarına örtmeleri ve yakalarının üzerine vurmaları.
Bir diğer âyet-i kerimede ise, şöyle buyurulur:
“Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, elbiselerinden giyip örtünsünler. İşte böyle giyinmeleri, tanınıp da (cariyelerden, iffetsiz âdi kadınlardan fark edilip de) eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Allah Gafur’dur (çok bağışlayıcıdır), Rahîm’dir (çok merhametlidir).” (Ahzab, 33/59)
Bu âyet-i kerimede, örtünme açıkça emredilmekte ve bu emrin hikmeti, “mü’min kadınların diğer âdi kadınlarla karıştırılarak rahatsız edilmemeleri, sarkıntılığa maruz kalmamaları ve ruhlarının eziyete maruz olmaması” olarak beyan buyurulmakta.
Konuyla ilgili aşağıdaki yazıyı da okumanızı tavsiye ediyoruz:
Örtülü ve Özgür
Uzun beyaz elbisemle ve iki-üç santim uzunluğundaki siyah saçlarımla bir öğle sonrası sokakta yürüyordum ve kamyon şoforleri ıslık ve bağırmalarıyla beni rahatsız etmişlerdi. Kendimi yenilmiş hissettim. Kuaför salonundan daha şimdi çıkmıştım. Saçlarımı bir erkek gibi kestirmiştim. Kuaför kestiği her tutamdan sonra kendimi nasıl hissettiğimi soruyordu. Korkmamıştım, ama bir organımın kesiliyor olduğu hissine kapılmıştım.
Hayır; bu, herhangi bir saç kesimi değildi. Saç kestirmekten çok daha fazla şey ifade ediyordu. Saçımı kestirerek, erkeksi bir şekilde görülmeye çalışmıştım. Dişiliğimi imha etmek istemiştim. Yine de, bu, bazı erkeklerin bana bir cinsel meta olarak davranmasını engellememişti. Yanılmıştım. Problem, benim dişiliğim değildi. Problem, cinselliğim, daha doğrusu, bazı erkeklerin genetiğimden yola çıkarak bana yakıştırdıkları bir cinsellikti. Bana karşı, benim gerçekten kim olduğuma göre davranmıyor; kendilerinin beni gördükleri üzere davranıyorlardı.
Peki, ben kim olduğumu bildikten sonra, onların beni nasıl gördüklerinin önemi var mıydı? Evet, vardı. Kadınları sadece cinsel meta olarak gören erkeklerin genellikle onlara karşı saldırgan bir tavır sergilediğine, meselâ tecavüze yeltendiklerine veya dövdüklerine inanıyordum. Cinsel taciz ve saldırı, sadece korkum da değildi; aynı zamanda başıma gelmiş şeylerdi bunlar. Bir keresinde tecavüze uğramıştım. Bana saldıran erkekler yüzünden yaşadıklarım, bende öfke ve hayal kırıklığına sebep olmuştu. Bana yönelik bu şiddeti nasıl durdurabilirdim? Erkeklerin beni bir kadın olarak değil de, bir cinsel meta olarak görmelerini nasıl engelleyebilirdim? Bu ikisini eşit görmelerini nasıl durdurabilirdim? Başıma gelenlerden sonra hayata nasıl devam edebilirdim?
Yaşadıklarım, beni kimliğimle ilgili sorularla başbaşa bırakmıştı. Sadece Çin kökenli Amerikalı kadınlardan bir başkası mıydım ben? Önceleri kimliğim konusunda bir karara varmam gerektiğini düşünürdüm. Şimdi ise, kimliğimin sürekli değiştiğini farkediyordum.
ÖRTÜNME TECRÜBEM
Bu noktada özellikle eğitici olan bir tecrübem, bir gazete projesinin bir parçası olarak Crenshaw Bulvarında üç Müslüman erkekle birlikle bir Müslüman kadın olarak ‘giyinerek’ dolaştığım zaman gerçekleşti. Beyaz, uzun kollu pamuklu bir gömlek, kot, spor ayakkabısı ve Müslüman bir bayandan ödünç aldığım çiçekli ipek bir başörtüsü giyinmiştim. Kendimi sadece Müslüman kadın görünümünde görmüyor, öyle de hissediyordum. Tabiî ki, gerçekte hep mesture olmanın neler hissettirdiğini bilemezdim, çünkü İslâmî bir eğitim almamıştım.
Yine de, insanlar beni Müslüman kadın olarak algıladılar ve bir cinsel obje olarak görüp bana karşı sarkıntılıkta bulunmaya yeltenmediler. Erkeklerin bakışlarını, daha önceden olduğu gibi, üzerimde hissetmedim. Tamamen örtünmüş vaziyetteydim; yalnızca yüzüm görünüyordu. İçeride kibar bir zenci Müslüman bana ‘kardeş’ diye hitap etti ve nereden geldiğimi sordu. Ona aslen Çinli olduğumu söyledim. Hangi milletten olduğumun onlar için pek önemli olmadığını farkettim. Aramızda bir tür yakınlık vardı, çünkü beni bir Müslüman olarak görmüştü. Ona gerçeği nasıl söyleyeceğimi bilemedim, çünkü gerçekte öyle olup olmadığımdan emin değildim.
Aynı kıyafetle Afrika mücevherleri ve mobilyaları satan bir mağazaya girdim. Orada bir başka beyefendi bana Müslüman olup olmadığımı sordu. Nasıl cevap vereceğimi bilemediğimden, sadece bakıp gülümsedim. Karşılık vermemeyi tercih ettim.
ÖRTÜLÜ OLMAM BAŞKALARININ BANA KARŞI TUTUMUNU DEĞİŞTİRDİ
Mağazanın dışında, birlikte olduğumuz Müslümanlardan birine, “Ben Müslüman mıyım?” diye sordum. Bana, aslında nefes alan ve teslim olan herşeyin öyle olduğunu izah etti. Müslüman olmuş olabileceğime, ama bunu bilmediğime hükmettim. Kendimi o şekilde isimlendirmemiştim henüz. İslâm hakkında, Müslüman olduğumu söyleyecek kadar bilgim yoktu. Günde beş vakit namaz kılıyor değildim, camiye gidiyor, oruç tutuyor değildim, sürekli başımı örtüyor değildim. Yine de, bütün bunlar, Müslüman olmadığım anlamına gelmezdi. Bunlar, içeride olanın dışarıya doğal yansımaları idiler.
Gördüm ki, kendi içimde nasıl olduğum, örtülü veya örtüsüz olmamla değişmiyor. Ama, örtülü olmam, başkalarının benim hakkımdaki algılamalarını değiştiriyor. Diğerleriyle olan ilişkilerinizde kendi imajınızın oluşmasını sağlıyor.
UYDURMA VE KASITLI BİR BAKIŞ AÇISI
Ben, erkeklerden saygı aradığım için, örtünmeyi bilinçli olarak seçtim. Önceleri, Kadın Araştırmaları bölümünde okuyan ve de düşünen bir kadın olarak, örtünmenin bir zulüm olduğunu savunan Batılı görüş açısını benimsemiştim. Yaşadığım bu tesettür tecrübesinden ve tesettür üzerinde daha da düşündükten sonra, bu görüşün uydurma, kasıtlı, ard niyetli bir bakış olduğu sonucuna vardım. Kadın kendisi ikna olarak ve anlayışla tesettüre yöneltildikten sonra, tesettür hiç de zulüm filan değildi.
O gün kendi tercihimle örtünmüştüm; ve, hayatımda kendimi en ziyade özgür hissettiğim tecrübe oydu. Şimdi, kadın olmanın alternatiflerini görüyorum. Giyim tarzımın, başkalarının bana karşı tavırlarını belirlediğini keşfettim. Realitenin bu olması beni üzüyor. Bu, kabul ettiğim bir realite; fethedilmektense, fethetmeyi tercih ettim. Gördüm ki, tesettür ile örttüğüm kadınlığım değil, cinselliğim idi. Cinselliğimin örtülmesi, diğerinin özgürlüğüne imkân tanıyordu.
(Bu yazı, Los Angeles’taki Kaliforniya Üniversitesi’nin (UCLA) Müslüman Öğrenciler Derneğinin haber dergisi Al-Talib’de Ekim 1994’te yayınlandı. O tarihte Kathy Chin, üniversitenin Psikobiyoloji ve Kadın Araştırmaları bölümünün son sınıf öğrencisiydi.)
Sorularla İslamiyet
SORU
Tesettüre nasıl girebilirim? Annem örtünmeme karşı çıkyor ve "Kapanırsan hakkımı helal etmem." diyor...
Yirmi altı yaşındayım ve tesettürsüzüm. Son zamanlarda tesettür için uzun uzun düşünüyorum, ama hala karar veremiyorum. Biraz zor, bir yandan üniversite mezunuyum çalışıyorum. Başörtülü çalışamam. Diğer yandan annem buna karşı. Bazen "kapanırsan hakkımı helal etmem" dediği olmuştur. Ama ben Allah'ın emri olduğu için bunu istiyorum inşallah. Nasıl olacak bilemiyorum, içimde yapabilecek miyim diye düşünüyorum.
CEVAP
Değerli kardeşimiz;
Sorunuza cevap olması için size Ümit Meriç Hanımın röportajını gönderiyoruz:
Türban sorununu bir sosyolog gözüyle değerlendiren Meriç, elli üç yaşından sonra nasıl kapandığını da anlatıyor. Tarihi olarak baktığımızda, bu coğrafyada kadınlar bin yıldır başını örtüyor. Başların açılması ise şunun şurasında yüz yıllık bir tarihe sahip. Demek ki, eğer bir soru sorulacaksa, bu nasıl örtündüler değil, "Neden bazıları açtılar?" sorusu olmalı.
Kamuoyu onu en çok büyük düşünür Cemil Meriç'in kızı olarak tanıyor. Sadece kızı değil, otuz üç yıl boyunca, gözleri görmeyen babasının dikte ettiği kitapları yazan, ona kitap okuyan sekreteri, yardımcısı, gözü, eli... Ve fikirdeşi... Ama Ümit Meriç, babasının kızı olmasının dışında, kendi kimliğiyle de Türkiye'nin önde gelen aydınlarından, önemli bir fikir ve bilim kadını... Prof. Dr. Ümit Meriç İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde otuz yıl doçent ve profesör olarak çalıştı. Ziya Gökalp’in kurduğu en eski sosyoloji kürsüsünde ilk kadın profesör ve kadın başkan olarak bolüm başkanlığı ve Sosyoloji Araştırma Merkezi müdürlüğü yaptı.
1999 yılında ise emekliliğini istedi. Buna mecburdu; çünkü, o yılın 19 Ağustos gecesi, bütün Marmara büyük depremin artçı sarsıntılarıyla sarsılmaya devam ederken, o başını örtmeye karar verdi. Başörtüsü ile öğretim üyeliğinin bağdaştırılmadığı bir ülkede yaşadığı için ikisinden birini seçmek zorundaydı. Başörtüsünü seçti. Ümit Meriçle örtünüşünün öyküsünü konuşmak için gittim. Ama o Allah'la ilişkisini anlatmayı daha çok önemsiyordu.
- Önce sizin kişisel hikâyenizden başlayalım isterseniz; 53 yaşına kadar başı açık bir kadın olarak yaşadıktan sonra nasıl örtündünüz?
Ümit Meriç: Ben dini bir terbiye almadan büyümüş, hayatının önemli bir bölümünü agnostik bir insan olarak geçirmiş biriyim. Sosyoloji profesörüyüm. Otuz yıl sosyoloji öğrettim, yani toplumu anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Ama sonunda öyle bir noktaya geldim ki, öğrendiklerim aklımı kısmen tatmin etse de ruhumu tatmin etmedi.
Sosyolojiye otuz yılımı verdim, sonuç büyük ölçüde hayal kırıklığı oldu. Varoluşa ilişkin en temel sorularıma cevap bulamadım ve büyük bir ruhsal bunalıma girdim. İntihar etmek üzereydim, o şekilde yaşamaya devam etmem mümkün değildi.
- Nasıl sorulardı bunlar?
Ümit Meriç: Bedenin ötesinde ruhun olup olmadığı, ruhun mahiyeti, ölüm fikri, ölüm korkusu, yakınlarımı kaybetme korkusu gibi varoluşa ve varoluşun anlamına ilişkin felsefi sorular... Fark ettim ki, ben, bunca yıldır bedenimi besliyor, ama ruhumu beslemiyordum. Büyük bir buhranın sabahında ruhum bu açlığın çözümünü buldu:
Namaz kılmaya karar verdim. Yıl 1977 idi. Daha ilk namazımda varlığımın hikmetini anladım. Benimle her an irtibat halinde olan Allah’ı keşfettim. Bu, Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi bir şeydi.
- Allah’ı keşfedince bilimle aranız açıldı mı? Sizi hayal kırıklığına uğratan bilime olan bütün güveninizi kaybettiniz mi?
Ümit Meriç: Kesinlikle hayır. İlmi çok seviyorum. Pozitivist manada tapmasam da; aczini görsem de, ona aczi içinde saygı duyuyorum. Ama ilim dünya ile ilgili bir parantez içidir. Ben aradığım soruların cevabını secdede buldum. Bu söylediğim, aklı inkâr değildir, akıl ötesine geçmektir. Zaten din akıl üstüdür, akıl aykırısı değil.
- Peki ölüm korkularınız ne oldu?
Ümit Meriç: Onu tamamen yendim. Şimdi ölümü çok merak ediyorum. Ölüm benim için yeni ve çok daha büyük bir tecrübe; meraklı bir seyahatin başlangıcı olacak. Ölüm benim için büyümek, genişlemek, ruhumun beden kafesinden kurtulup zaman ve mekan sınırlamasından kurtulması olacak.
- Namaza başladınız, ama başınız açıktı?
Ümit Meriç: Evet... Doğrusu ben namazı örtünmekten daha fazla önemsedim hep. Secde huzurunu çok daha vazgeçilmez buldum. O dönemlerde örtünmeyi düşünmedim. Mesela Hacca gitmeyi düşünüyordum, ama başımı örtmeyi düşünmüyordum. Üniversitede öğretim üyesiydim, toplum içinde bir yerim ve sosyal bir hayatım vardı. Ayrıca kendine bakan, süslenmeyi seven bir kadındım; eşime güzel görünmek, kendimi beğendirmek istiyordum. Yani bütün bu etkenler bir araya geldiği için herhalde, örtünmeyi aklımdan geçirmiyordum. Taa ki, 1999'daki büyük depreme kadar...
- Ne oldu depremde?
Ümit Meriç: Şöyle diyeyim: Namaz kılmaya başlamama ruhumdaki büyük deprem sebep oldu. Başımı örtmeme ise, tabiattaki deprem... 17Ağustos depreminin üçüncü gecesi Armutlu'dayım. Artçı depremler devam ediyor. Biz bahçede yatıyoruz. 19 Ağustos’u 20 Ağustos’a bağlayan gece benim içime "Yarın kıyamet kopacak!" duygusu geldi. Yatsı namazından sonra iki rekât daha namaz kılmak geldi içimden, kıldım ve ardından Allah’a dua ettim;bu dünyayı bize bağışlaması için dua ettim. O an bir utanç duydum içimde. Ben Allah’a kâinatı bağışlaması için dua ediyorum, ama Allah’ın emrini yerine getirmiyorum, başım açık. İşte o anda o geceden itibaren başımı örtmeye niyet ettim. Örtüş o örtüş. Daha hiç kimse saçımı görmedi. Bir süre boynumu açıkta bırakan bir türban taktım. O dönem geçiş dönemi gibi bir şeydi. Sonra şimdi gördüğünüz gibi başörtüsü örtmeye başladım. Şimdi en büyük kabusum, başımı açık görmek. Rüyamda sık sık başım açılmış görüyorum. Ne yapacağımı şaşırıyor, elimle, elbisemle saçlarımı örtmeye çalışıyor, kaçmak istiyor, kaçamıyorum. Nasıl çırpınarak uyanıyorum, bilemezsiniz.
- Başınızı örtmek sizi psikolojik bakımdan etkiledi mi? Mesela karşı cinsin gözünde eskisi gibi cazip görünmediğinizi düşünmek ve bunun ruhsal etkileri...
Ümit Meriç: Başımı örtme kararı verdiğimde elli yaş civarındaydım, karşı cinse mesaj verme ihtiyacı duymadığım bir dönemdi yani. Ama doğrusu başörtüsünün cinsiyeti sıfırladığını hiç düşünmüyorum. Kadınların başörtülü daha güzel olduklarını düşünüyorum. Ayrıca başım örtülü olsa da bakımlı bir kadın olarak görünmeye dikkat ediyorum. Mesela biraz önce fotoğraf çektirmeden önce gidip kendime çeki düzen verme ihtiyacı hissettim. Biraz makyaj yaptım, allık sürdüm. Özellikle de "Ümit Meriç kırklara karıştı, dağıttı" denmesini istemiyorum.
- Siz başörtülü kadının daha güzel olduğunu düşünebilirsiniz, ama tesettürün ana fikri kadının cinsel çekiciliğini gizlemek, karşı cinsi tahrik etmesini önlemek. Bu ana fikre ne diyorsunuz?
Ümit Meriç: Tesettürün öyle bir yanı olduğunu kabul ediyorum. Ama amaç bundan ibaret değil. Bir de kadınlığı arka plana atarak insani kimliği ön plana çıkarmak gibi bir işlevi var. Şöyle düşünün, amaç sadece cinsel çekiciliği maskelemek olsaydı, kadınların yetmişinden, sekseninden sonra örtünmelerine gerek kalmazdı, öyle değil mi?
- Şimdi de sosyolog Ümit Meriç’e soralım: Türban olayı toplumsal açıdan ne ifade ediyor? Nasıl yorumlanması gerekiyor?
Ümit Meriç: Türbanın sosyolojik anlamından çok, bireysel anlamı ilgilendiriyor beni. Ve doğrusunu isterseniz, toplumsal değerlendirmelerin artık çok fazla yapıldığını, tek tek bireylerin kendi örtünüşlerini anlamlandırmasının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Aslına bakarsanız çok sık sorulan "Şu neden örtünüyorlar?" sorusunu da yanlış bir soru olarak görüyorum. Tarihi olarak baktığımızda, bu coğrafyada kadınlar bin yıldır başını örtüyor. Başların açılması ise şunun şurasında yüz yıllık bir tarihe sahip. Benim annem ilk başı açık kuşak neredeyse. Demek ki, eğer bir soru sorulacaksa, bu neden örtündüler değil, "Neden bazıları açtılar?" sorusu olmalı.
- Anlıyorum, siz böyle bir norm konmuş olmasını sorguluyorsunuz. Ama yine de, başı açık olmak normal olarak tanımlanınca, normun dışına çıkanların neden çıktıkları soruluyor...
Ümit Meriç: Bir kere herkes aynı yoldan geçerek ya da aynı saiklerle ulaşmıyor başörtüsüne. Bir kesim var ki, çok da İslâmî gerekçelerle örtmüyorlar; gelenek olarak örtenler var; kırsal kesimden gelip büyük şehirde başını örtenler var; aile baskısıyla örtenler var; hiçbir zaman tam benimseyemediği modernleşme projesinin bombardımanından kurtulmak için türbanı bir kimlik siperi yapanlar ve bu siperin içine saklananlar var. Bu son grup çok heterojen. Bunların içinde namaz kılmadığı halde başını örtenlere rastlıyoruz. Oysa baş örtmek İslâm'ın beş şartından biri değil. Sen başını örtüyorsun da, acaba sabah namazına kalkıyor musun? Bir de benim gibi Amerika’yı yeni keşfedenler var. Ki bu son söylediğim sadece Türkiyeyle sınırlı olmayan, dünya çapında yaşanan bir fenomen.
- Bu son gruptan söz edelim o zaman...
Ümit Meriç: Bu grupta yer alanlar için baş örtüsü ne gelenektir, ne simgedir, ne siperdir, ne şudur, ne budur. Allah-kul ilişkisine ait bir şeydir. Siyasetin de demokrasinin de üzerinde, çok daha üst anlamda bir meseledir. Egzistansiyel bir meseledir. Demokratlık bu dünya için gerekli ama İslamiyet öyle mi? Benim demokrat kimliğim bu dünyada kalacak. Ama İslâmî kimliğim ölümümden sonrada devam edecek olan kimliğimdir. Vücuduma sahibim ve vücudumu Allah'ın istediği şekilde kullanma hakkına sahibim. Bu gruba giren insanlar farklı yaşam deneyimlerinden geçerek, farklı entelektüel serüvenler yaşayarak, ateşten gömlekler giye giye, bin bir türlü acı çeke çeke keşfediyorlar Allah’ı... Ben bu tür imana çok önem veriyorum. İmanın ve İslâm’ın bu şekli çok sağlam ve değerli.
Globalleşmeyle birlikte bütün dünyada böyle bir süreç yaşayarak Müslüman olmuş insanlar çıkıyor ortaya. Çünkü globalleşme insanların birbirini bulmasını, tanışmasını ve etkileşim içine girmesini kolaylaştırıyor.
- Avrupa'da bazı ülkelerde meselâ Fransa'da türbanın yasaklanması nereden geliyor? Yeteri kadar demokrasi olmamasından mı; yanlış laiklik kavrayışından mı?
Ümit Meriç: Çok fazla Hristiyan olmalarından... Avrupa çok fazla Hristiyan. Hâlâ haçlı ruhu taşıyorlar. Bence Fransa'nın yeni bir Fransız İhtilaline ihtiyacı var. Fransız İhtilalinin üç temel değerini, hürriyet, adalet ve eşitlik umdelerini yeniden öğrenmeye ihtiyaçları var. Ben ABD’den daha çok umutluyum. Amerika’nın haçlı seferi olmadı, aristokrasisi olmadı, zenci tecrübesini yaşadı. O yüzden daha ümitliyim.
- Başörtünüz yüzünden üniversiteden ayrılmak zorunda kaldınız. Çünkü kamu alanında başörtü takmak laik devletle çelişiyor, deniyor?..
Ümit Meriç: Ben şahsen başımı örtmeye karar verdiğim zaman, üniversiteden ayrılmayı göze almıştım zaten. Bu kayıp benim kazandıklarımın yanında o kadar küçük bir kayıptı ki üzerinde düşünmedim bile. Ama bu, bu yasağın yanlışlığını kapatmıyor. Önce şu kamu alanı-özel alan ayrımından söz edelim. Benim özel alanım devletin müdahale alanının dışında kalan alandır. Bu, somut bir mekan tarifi değil, bir kavramdır. Yani bana evimin içinde devletin müdahale etmemesi değildir sadece. Bir başkasına zarar vermeyecek şekilde dolaşma hakkımı da koruması demektir.
İnsan evvela elbisesinin içinde oturur. Sonra evinin içinde oturur. Bütün bunlar benim özel alanımdır. Vücudum dolaşıyor. Ben dolaşıyorum.
Laikliğe aykırı olduğu iddiasına gelince... Laiklik ilkokul yurttaşlık bilgisi kitaplarında "devletin dine ve dindarlara müdahale etmemesi" şeklinde tanımlanır. Devlet benim vücuduma devlet üstü alanda müdahale etmek hakkına sahip değildir. Bu benim yaşamamla ilgili bir hakkım, varlığımla ilgili bir hakkım. Allah’ın bana emriyle ilgili bir hakkım. Buna ne çocuğum, ne komşum, ne arkadaşım müdahale edebilir. Laik olan devletimin bana, inandığım dindarlığıma müdahale etmeye hakkı yoktur. Bu laikliğe aykırıdır.
- Aynı yasak siyasette de karşınıza dikilmeseydi, siyasete atılmayı düşünür müydünüz?
Ümit Meriç: Tayyip Bey hanımı ve iki kızıyla benim evime geldi. Siyasete girmemi teklif etti. Dördüncü teklifiydi bu. "Tayyip Bey, ben başımı örttüm, bir daha açmam söz konusu değil, dolayısıyla siyasete girmem de söz konusu değil." dedim. Çünkü benim başörtüm bana teklif edilecek bütün makamlardan, bakanlıktan, başbakan danışmanlığından daha değerli. Ama başörtüsü engeli benim siyasete girmeyi reddedişimin tek nedeni değil. Bir başka neden, Cemil Meriç’in soyadını taşımam. Babamın soyadını siyasallaştırma hakkını kendimde görmüyorum.
İkincisi, ben öğrencilerime sosyoloji öğretirken hep şunu derdim: "Siz koskoca bir sarayın bütününden sorumlusunuz. Kendinizi onun odalarından birine kapatarak bütünü görmekten alıkoymamalısınız."
Son olarak da ben kendimi siyasete uygun bir tip olarak görmüyorum. Parti disiplini vesaire gibi endişeler olmadan düşündüklerimi olduğu gibi ortaya koymak isterim. Bunu çok büyük bir özgürlük olarak görüyorum. Hep hakikatin sesi olmak isterim.
Ama hükümetin gidişatını çok iyi görüyorum. Çok olumlu işler yapıyorlar. Geçenlerde Tayyip Bey rüyama girip dua istedi. Tayyip Bey’i çok seviyorum. Onlar için dua ediyorum.
Sorularla İslamiyet
Tesettüre nasıl girebilirim? Annem örtünmeme karşı çıkyor ve "Kapanırsan hakkımı helal etmem." diyor...
Yirmi altı yaşındayım ve tesettürsüzüm. Son zamanlarda tesettür için uzun uzun düşünüyorum, ama hala karar veremiyorum. Biraz zor, bir yandan üniversite mezunuyum çalışıyorum. Başörtülü çalışamam. Diğer yandan annem buna karşı. Bazen "kapanırsan hakkımı helal etmem" dediği olmuştur. Ama ben Allah'ın emri olduğu için bunu istiyorum inşallah. Nasıl olacak bilemiyorum, içimde yapabilecek miyim diye düşünüyorum.
CEVAP
Değerli kardeşimiz;
Sorunuza cevap olması için size Ümit Meriç Hanımın röportajını gönderiyoruz:
Türban sorununu bir sosyolog gözüyle değerlendiren Meriç, elli üç yaşından sonra nasıl kapandığını da anlatıyor. Tarihi olarak baktığımızda, bu coğrafyada kadınlar bin yıldır başını örtüyor. Başların açılması ise şunun şurasında yüz yıllık bir tarihe sahip. Demek ki, eğer bir soru sorulacaksa, bu nasıl örtündüler değil, "Neden bazıları açtılar?" sorusu olmalı.
Kamuoyu onu en çok büyük düşünür Cemil Meriç'in kızı olarak tanıyor. Sadece kızı değil, otuz üç yıl boyunca, gözleri görmeyen babasının dikte ettiği kitapları yazan, ona kitap okuyan sekreteri, yardımcısı, gözü, eli... Ve fikirdeşi... Ama Ümit Meriç, babasının kızı olmasının dışında, kendi kimliğiyle de Türkiye'nin önde gelen aydınlarından, önemli bir fikir ve bilim kadını... Prof. Dr. Ümit Meriç İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde otuz yıl doçent ve profesör olarak çalıştı. Ziya Gökalp’in kurduğu en eski sosyoloji kürsüsünde ilk kadın profesör ve kadın başkan olarak bolüm başkanlığı ve Sosyoloji Araştırma Merkezi müdürlüğü yaptı.
1999 yılında ise emekliliğini istedi. Buna mecburdu; çünkü, o yılın 19 Ağustos gecesi, bütün Marmara büyük depremin artçı sarsıntılarıyla sarsılmaya devam ederken, o başını örtmeye karar verdi. Başörtüsü ile öğretim üyeliğinin bağdaştırılmadığı bir ülkede yaşadığı için ikisinden birini seçmek zorundaydı. Başörtüsünü seçti. Ümit Meriçle örtünüşünün öyküsünü konuşmak için gittim. Ama o Allah'la ilişkisini anlatmayı daha çok önemsiyordu.
- Önce sizin kişisel hikâyenizden başlayalım isterseniz; 53 yaşına kadar başı açık bir kadın olarak yaşadıktan sonra nasıl örtündünüz?
Ümit Meriç: Ben dini bir terbiye almadan büyümüş, hayatının önemli bir bölümünü agnostik bir insan olarak geçirmiş biriyim. Sosyoloji profesörüyüm. Otuz yıl sosyoloji öğrettim, yani toplumu anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Ama sonunda öyle bir noktaya geldim ki, öğrendiklerim aklımı kısmen tatmin etse de ruhumu tatmin etmedi.
Sosyolojiye otuz yılımı verdim, sonuç büyük ölçüde hayal kırıklığı oldu. Varoluşa ilişkin en temel sorularıma cevap bulamadım ve büyük bir ruhsal bunalıma girdim. İntihar etmek üzereydim, o şekilde yaşamaya devam etmem mümkün değildi.
- Nasıl sorulardı bunlar?
Ümit Meriç: Bedenin ötesinde ruhun olup olmadığı, ruhun mahiyeti, ölüm fikri, ölüm korkusu, yakınlarımı kaybetme korkusu gibi varoluşa ve varoluşun anlamına ilişkin felsefi sorular... Fark ettim ki, ben, bunca yıldır bedenimi besliyor, ama ruhumu beslemiyordum. Büyük bir buhranın sabahında ruhum bu açlığın çözümünü buldu:
Namaz kılmaya karar verdim. Yıl 1977 idi. Daha ilk namazımda varlığımın hikmetini anladım. Benimle her an irtibat halinde olan Allah’ı keşfettim. Bu, Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi bir şeydi.
- Allah’ı keşfedince bilimle aranız açıldı mı? Sizi hayal kırıklığına uğratan bilime olan bütün güveninizi kaybettiniz mi?
Ümit Meriç: Kesinlikle hayır. İlmi çok seviyorum. Pozitivist manada tapmasam da; aczini görsem de, ona aczi içinde saygı duyuyorum. Ama ilim dünya ile ilgili bir parantez içidir. Ben aradığım soruların cevabını secdede buldum. Bu söylediğim, aklı inkâr değildir, akıl ötesine geçmektir. Zaten din akıl üstüdür, akıl aykırısı değil.
- Peki ölüm korkularınız ne oldu?
Ümit Meriç: Onu tamamen yendim. Şimdi ölümü çok merak ediyorum. Ölüm benim için yeni ve çok daha büyük bir tecrübe; meraklı bir seyahatin başlangıcı olacak. Ölüm benim için büyümek, genişlemek, ruhumun beden kafesinden kurtulup zaman ve mekan sınırlamasından kurtulması olacak.
- Namaza başladınız, ama başınız açıktı?
Ümit Meriç: Evet... Doğrusu ben namazı örtünmekten daha fazla önemsedim hep. Secde huzurunu çok daha vazgeçilmez buldum. O dönemlerde örtünmeyi düşünmedim. Mesela Hacca gitmeyi düşünüyordum, ama başımı örtmeyi düşünmüyordum. Üniversitede öğretim üyesiydim, toplum içinde bir yerim ve sosyal bir hayatım vardı. Ayrıca kendine bakan, süslenmeyi seven bir kadındım; eşime güzel görünmek, kendimi beğendirmek istiyordum. Yani bütün bu etkenler bir araya geldiği için herhalde, örtünmeyi aklımdan geçirmiyordum. Taa ki, 1999'daki büyük depreme kadar...
- Ne oldu depremde?
Ümit Meriç: Şöyle diyeyim: Namaz kılmaya başlamama ruhumdaki büyük deprem sebep oldu. Başımı örtmeme ise, tabiattaki deprem... 17Ağustos depreminin üçüncü gecesi Armutlu'dayım. Artçı depremler devam ediyor. Biz bahçede yatıyoruz. 19 Ağustos’u 20 Ağustos’a bağlayan gece benim içime "Yarın kıyamet kopacak!" duygusu geldi. Yatsı namazından sonra iki rekât daha namaz kılmak geldi içimden, kıldım ve ardından Allah’a dua ettim;bu dünyayı bize bağışlaması için dua ettim. O an bir utanç duydum içimde. Ben Allah’a kâinatı bağışlaması için dua ediyorum, ama Allah’ın emrini yerine getirmiyorum, başım açık. İşte o anda o geceden itibaren başımı örtmeye niyet ettim. Örtüş o örtüş. Daha hiç kimse saçımı görmedi. Bir süre boynumu açıkta bırakan bir türban taktım. O dönem geçiş dönemi gibi bir şeydi. Sonra şimdi gördüğünüz gibi başörtüsü örtmeye başladım. Şimdi en büyük kabusum, başımı açık görmek. Rüyamda sık sık başım açılmış görüyorum. Ne yapacağımı şaşırıyor, elimle, elbisemle saçlarımı örtmeye çalışıyor, kaçmak istiyor, kaçamıyorum. Nasıl çırpınarak uyanıyorum, bilemezsiniz.
- Başınızı örtmek sizi psikolojik bakımdan etkiledi mi? Mesela karşı cinsin gözünde eskisi gibi cazip görünmediğinizi düşünmek ve bunun ruhsal etkileri...
Ümit Meriç: Başımı örtme kararı verdiğimde elli yaş civarındaydım, karşı cinse mesaj verme ihtiyacı duymadığım bir dönemdi yani. Ama doğrusu başörtüsünün cinsiyeti sıfırladığını hiç düşünmüyorum. Kadınların başörtülü daha güzel olduklarını düşünüyorum. Ayrıca başım örtülü olsa da bakımlı bir kadın olarak görünmeye dikkat ediyorum. Mesela biraz önce fotoğraf çektirmeden önce gidip kendime çeki düzen verme ihtiyacı hissettim. Biraz makyaj yaptım, allık sürdüm. Özellikle de "Ümit Meriç kırklara karıştı, dağıttı" denmesini istemiyorum.
- Siz başörtülü kadının daha güzel olduğunu düşünebilirsiniz, ama tesettürün ana fikri kadının cinsel çekiciliğini gizlemek, karşı cinsi tahrik etmesini önlemek. Bu ana fikre ne diyorsunuz?
Ümit Meriç: Tesettürün öyle bir yanı olduğunu kabul ediyorum. Ama amaç bundan ibaret değil. Bir de kadınlığı arka plana atarak insani kimliği ön plana çıkarmak gibi bir işlevi var. Şöyle düşünün, amaç sadece cinsel çekiciliği maskelemek olsaydı, kadınların yetmişinden, sekseninden sonra örtünmelerine gerek kalmazdı, öyle değil mi?
- Şimdi de sosyolog Ümit Meriç’e soralım: Türban olayı toplumsal açıdan ne ifade ediyor? Nasıl yorumlanması gerekiyor?
Ümit Meriç: Türbanın sosyolojik anlamından çok, bireysel anlamı ilgilendiriyor beni. Ve doğrusunu isterseniz, toplumsal değerlendirmelerin artık çok fazla yapıldığını, tek tek bireylerin kendi örtünüşlerini anlamlandırmasının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Aslına bakarsanız çok sık sorulan "Şu neden örtünüyorlar?" sorusunu da yanlış bir soru olarak görüyorum. Tarihi olarak baktığımızda, bu coğrafyada kadınlar bin yıldır başını örtüyor. Başların açılması ise şunun şurasında yüz yıllık bir tarihe sahip. Benim annem ilk başı açık kuşak neredeyse. Demek ki, eğer bir soru sorulacaksa, bu neden örtündüler değil, "Neden bazıları açtılar?" sorusu olmalı.
- Anlıyorum, siz böyle bir norm konmuş olmasını sorguluyorsunuz. Ama yine de, başı açık olmak normal olarak tanımlanınca, normun dışına çıkanların neden çıktıkları soruluyor...
Ümit Meriç: Bir kere herkes aynı yoldan geçerek ya da aynı saiklerle ulaşmıyor başörtüsüne. Bir kesim var ki, çok da İslâmî gerekçelerle örtmüyorlar; gelenek olarak örtenler var; kırsal kesimden gelip büyük şehirde başını örtenler var; aile baskısıyla örtenler var; hiçbir zaman tam benimseyemediği modernleşme projesinin bombardımanından kurtulmak için türbanı bir kimlik siperi yapanlar ve bu siperin içine saklananlar var. Bu son grup çok heterojen. Bunların içinde namaz kılmadığı halde başını örtenlere rastlıyoruz. Oysa baş örtmek İslâm'ın beş şartından biri değil. Sen başını örtüyorsun da, acaba sabah namazına kalkıyor musun? Bir de benim gibi Amerika’yı yeni keşfedenler var. Ki bu son söylediğim sadece Türkiyeyle sınırlı olmayan, dünya çapında yaşanan bir fenomen.
- Bu son gruptan söz edelim o zaman...
Ümit Meriç: Bu grupta yer alanlar için baş örtüsü ne gelenektir, ne simgedir, ne siperdir, ne şudur, ne budur. Allah-kul ilişkisine ait bir şeydir. Siyasetin de demokrasinin de üzerinde, çok daha üst anlamda bir meseledir. Egzistansiyel bir meseledir. Demokratlık bu dünya için gerekli ama İslamiyet öyle mi? Benim demokrat kimliğim bu dünyada kalacak. Ama İslâmî kimliğim ölümümden sonrada devam edecek olan kimliğimdir. Vücuduma sahibim ve vücudumu Allah'ın istediği şekilde kullanma hakkına sahibim. Bu gruba giren insanlar farklı yaşam deneyimlerinden geçerek, farklı entelektüel serüvenler yaşayarak, ateşten gömlekler giye giye, bin bir türlü acı çeke çeke keşfediyorlar Allah’ı... Ben bu tür imana çok önem veriyorum. İmanın ve İslâm’ın bu şekli çok sağlam ve değerli.
Globalleşmeyle birlikte bütün dünyada böyle bir süreç yaşayarak Müslüman olmuş insanlar çıkıyor ortaya. Çünkü globalleşme insanların birbirini bulmasını, tanışmasını ve etkileşim içine girmesini kolaylaştırıyor.
- Avrupa'da bazı ülkelerde meselâ Fransa'da türbanın yasaklanması nereden geliyor? Yeteri kadar demokrasi olmamasından mı; yanlış laiklik kavrayışından mı?
Ümit Meriç: Çok fazla Hristiyan olmalarından... Avrupa çok fazla Hristiyan. Hâlâ haçlı ruhu taşıyorlar. Bence Fransa'nın yeni bir Fransız İhtilaline ihtiyacı var. Fransız İhtilalinin üç temel değerini, hürriyet, adalet ve eşitlik umdelerini yeniden öğrenmeye ihtiyaçları var. Ben ABD’den daha çok umutluyum. Amerika’nın haçlı seferi olmadı, aristokrasisi olmadı, zenci tecrübesini yaşadı. O yüzden daha ümitliyim.
- Başörtünüz yüzünden üniversiteden ayrılmak zorunda kaldınız. Çünkü kamu alanında başörtü takmak laik devletle çelişiyor, deniyor?..
Ümit Meriç: Ben şahsen başımı örtmeye karar verdiğim zaman, üniversiteden ayrılmayı göze almıştım zaten. Bu kayıp benim kazandıklarımın yanında o kadar küçük bir kayıptı ki üzerinde düşünmedim bile. Ama bu, bu yasağın yanlışlığını kapatmıyor. Önce şu kamu alanı-özel alan ayrımından söz edelim. Benim özel alanım devletin müdahale alanının dışında kalan alandır. Bu, somut bir mekan tarifi değil, bir kavramdır. Yani bana evimin içinde devletin müdahale etmemesi değildir sadece. Bir başkasına zarar vermeyecek şekilde dolaşma hakkımı da koruması demektir.
İnsan evvela elbisesinin içinde oturur. Sonra evinin içinde oturur. Bütün bunlar benim özel alanımdır. Vücudum dolaşıyor. Ben dolaşıyorum.
Laikliğe aykırı olduğu iddiasına gelince... Laiklik ilkokul yurttaşlık bilgisi kitaplarında "devletin dine ve dindarlara müdahale etmemesi" şeklinde tanımlanır. Devlet benim vücuduma devlet üstü alanda müdahale etmek hakkına sahip değildir. Bu benim yaşamamla ilgili bir hakkım, varlığımla ilgili bir hakkım. Allah’ın bana emriyle ilgili bir hakkım. Buna ne çocuğum, ne komşum, ne arkadaşım müdahale edebilir. Laik olan devletimin bana, inandığım dindarlığıma müdahale etmeye hakkı yoktur. Bu laikliğe aykırıdır.
- Aynı yasak siyasette de karşınıza dikilmeseydi, siyasete atılmayı düşünür müydünüz?
Ümit Meriç: Tayyip Bey hanımı ve iki kızıyla benim evime geldi. Siyasete girmemi teklif etti. Dördüncü teklifiydi bu. "Tayyip Bey, ben başımı örttüm, bir daha açmam söz konusu değil, dolayısıyla siyasete girmem de söz konusu değil." dedim. Çünkü benim başörtüm bana teklif edilecek bütün makamlardan, bakanlıktan, başbakan danışmanlığından daha değerli. Ama başörtüsü engeli benim siyasete girmeyi reddedişimin tek nedeni değil. Bir başka neden, Cemil Meriç’in soyadını taşımam. Babamın soyadını siyasallaştırma hakkını kendimde görmüyorum.
İkincisi, ben öğrencilerime sosyoloji öğretirken hep şunu derdim: "Siz koskoca bir sarayın bütününden sorumlusunuz. Kendinizi onun odalarından birine kapatarak bütünü görmekten alıkoymamalısınız."
Son olarak da ben kendimi siyasete uygun bir tip olarak görmüyorum. Parti disiplini vesaire gibi endişeler olmadan düşündüklerimi olduğu gibi ortaya koymak isterim. Bunu çok büyük bir özgürlük olarak görüyorum. Hep hakikatin sesi olmak isterim.
Ama hükümetin gidişatını çok iyi görüyorum. Çok olumlu işler yapıyorlar. Geçenlerde Tayyip Bey rüyama girip dua istedi. Tayyip Bey’i çok seviyorum. Onlar için dua ediyorum.
Sorularla İslamiyet