HEP O’NUN VE O’NDAN
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kudret ve azametine, uçsuz ve bucaksız nimetlerine delâlet ve şehâdet eden güzellikleri intibah nazarlarına arzediyor: “Görmez misin ki, Allah gökten bir su indirir de bu sayede yeryüzü onunla yemyeşil kesiliverir.
Şüphesiz ki Allah Lâtif’tir, her şeyden haberdardır.” (Hacc: 63)
Rüzgarları gönderir, bulutları kaldırır, yeryüzüne yağmurlar yağdırır, ölü bir halde olan yeryüzü canlanır, kuruluğundan ve kuraklığından sonra yemyeşil hale gelir.
Yağmur Allah-u Teâlâ’nın mülkü olan gökten, yine Allah-u Teâlâ’ya ait olan yeryüzüne inmektedir. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi O’dur.
“Göklerde ve yerde olanlar O’nundur. Muhakkak ki O Gânî’dir, Hamid’dir.” (Hacc: 64)
Hiç bir şekilde hiç kimseye muhtaç olmaz. Bir kimse hamdetse de etmese de bütün hamdler O’na mahsustur.
“Görmedin mi? Allah yerde olanları ve emriyle denizde akıp giden gemileri buyruğunuz altına vermiştir.” (Hacc: 65)
Yeryüzünde bulunan her şeyi insanoğlunun emrine musahhar kılmış ve onları iyi bir şekilde kullanıp değerlendirme imkanını lütfetmiştir.
Gemiler denizde O’nun kolaylaştırması ve musahhar kılmasıyla bu şekilde akıp gitmektedir. İnsanların menfaatı için, O’nun gücü ve dilemesi ile denizde yüzerler.
“Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmemesi için O tutar.” (Hacc: 65)
Mevcut düzen ilâhi kudretin tezahürüyle kurulduğu gibi, yine o ilâhî kudretin tecellisi ile bozulacaktır. İzni olduğu gün göğün düşmeden durması imkansızlaşır. Bu ise kıyamet koptuğunda olacaktır.
“Doğrusu Allah insanlara çok şefkatli çok merhametlidir.” (Hacc: 65)
Onlar için nice menfaat kapıları açmış, kendilerine istifade kabiliyeti vermiştir. Ta ki bu nimetlerine karşılık insanlar O’na şükretsinler.
•
HEM O’DUR
HEM O’NDANDIR
Yeryüzünde Hazret-i Allah’ın çeşmeleri vardır. Her nasiplinin nasîbi, ezelî takdir ve taksîmât nisbetinde o çeşmenin yanında durur. Çeşme O’nun... Çeşme dahi o deryâdan bir şey alamaz. Bin sene dursa, su gelmedikçe akıtamaz.
Buradaki çeşmeden murat, zamanın mürşid-i kâmilidir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri feyz deryasından Habib-i Ekrem’in deryasına akıtır. Habib-i Ekrem’in deryasından zamanın mürşidinin deryasına akar. Zamanın mürşidinin deryasından da nasipdar olanlara feyz-i ilâhî verilir.
Hazret-i Allah’ın hoparlörleri de vardır, tecelli eder söyletir. Yerinde binlerce sene dursa bir hoparlör kendiliğinden konuşabilir mi? Ancak Hazret-i Allah’ın tecelli edip konuşturduğu kimseler hoparlörlük vazifesini görür. Ne akıtmış ne söyletmiş ise...
Böyle olmasına rağmen bir kimse Cenâb-ı Hakk’ın bu tecelliyatını kendine mâlederse, “Ben çeşmeyim” veya “Ben hoparlörüm” derse; veyahut ki hiç tecellî etmediği halde tecelli etmiş gibi, kendisinde varmış gibi göstermeye çalışırsa, bu sırları benimserse o dalâlettedir. Hem kendisini hem etrafını zehirlemiş olur.
Bu gibi esrar-ı ilâhi ne zaman tecelli eder?
Bir insan pislik yuvarlayan Cubullâ adlı pislik böceğinin pisliği yuvarladığı gibi kendisine ait tüm varlığının pislik şeklinde yuvarlandığını gözü ile görmedikçe hiç bir zaman bu hâl husule gelmez. Ve o kimse Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye de sahib-i salâhiyet değildir.
Bunun da sırrı şudur: Asliyetinin bir damla pislik olduğunu insan kendisi göremez. Onu göstermek için başka göz lâzım. O göz de Hazret-i Allah’ın lütuf nûrudur. O nûr ışığı ile ona kendi asliyetini gösterir. O zaman o göz onun değildir. Fakat bu sırlara gözü ile görebilecek kadar vâkıf olanlar dünyâ yüzünde nâdir kimselerdir.
Şimdi size Vahdet-i vücud’u öyle izah edeceğiz ki, Âyet-i kerime’lerle tasdik edeceğiz ve artık hiç bir şüpheniz kalmayacak.
Âyet-i kerime’de:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” buyuruluyor. (Nûr: 35)
O’nsuz hiç bir zerre yok. Fakat O görülmüyor da perde olan cesed görülüyor. Halbuki aslında her şey ölüdür.
Meselâ Âdem Aleyhisselâm’a rûh verilmeden evvel çamur halinde idi. Rûh O’nun emri, O’nun varlığıdır. Verdiği zaman dirildi ve hareket etmeye başladı.
İnsanoğlu rûh verildiği zaman her şeyi yapıyor. O’nun varlığı ile hareket ediyor. Hazret-i Allah rûhu çektiği zaman hiç bir şey kalmıyor. Demek ki var olan O imiş.
O’nu bilmek ise manevî tahsillerle mümkün olur.
Zâhirde ilk, orta, yüksek tahsiller olduğu gibi, manevî ilimler ve manevî tahsiller de mevcuttur.
Bu manevi tahsil üç merhaledir:
1– İlmel-yakîn, “Bilmek”tir.
2– Aynel-yakîn, “Bulmak”tır.
3– Hakkâl-yakîn ise “Olmak”tır.
İlmel-yakîn mertebesinde olanlar “Zâhid”ler, Aynel-yakîn mertebesinde olanlar “Ârif”ler, Hakkâl-yakîn mertebesine ulaşanlar da “Vâkıf”lardır.
Bir ilim diğerine erişemediği için Hakikat da anlaşılamıyor. Merhaleler arasında çok farklar vardır.
Göz üç türlüdür:
1– Kör göz: Tabiat karanlığına düşmüştür, ondan başka hiç bir şey görmez.
2– Şaşı göz: Hem kendisine, hem de Yaratanına bakar. Yani biri iki görür.
3– Görür göz: Hazret-i Allah’ın nûru ile bakar. Her şeyin O’nunla kaim olduğunu görür ve bilir. Kendisini görmez.
Çözülmeyen ve bilinmeyen Vahdet-i vücud’un sırrı budur. Hakkâl-yakîne vasıl olanların bilebileceği bir mevzudur. Bilinmeyerek münakaşa edilmiştir. Yapan O’dur, perdede başkası görülür.
Şeyhül-ekber Muhyiddin İbn-ül Ârabî -kuddise sırruh- Hazretleri “Her şey O’dur.” İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Her şey O’ndandır.” buyurmuşlar.
Tecelliyâtları ayrı ayrı olduğu için, bu iki Zât-ı muhterem ayrı beyanlarda bulunmakla İslâm’da büyük bir çelişme husule gelmiştir. Ve bu çelişme şimdiye kadar devam etmektedir. Biiznillahi Teâlâ bu çelişmeyi izale ediyoruz, kaldırıyoruz ve bunu size Âyet-i kerime ile ispat edeceğiz.
Her iki söz de doğru. Fakir her ikisinin beyanlarını bir cümlede birleştiriyoruz ve diyoruz ki:
“Her şeyi Hazret-i Allah var etti, her şey O’nun varlığı ile kaimdir.”
Böylece bu ihtilafı ortadan kaldırıyoruz, elhamdülillah.
Binaenaleyh hem O’dur, hem O’ndandır. Her zerrede O’nun varlığı mevcuttur. Her şey cesed, O ise ruhtur. Nasıl ki sende bir cesed var. Allah-u Teâlâ’nın emri ile, ruhu ile duruyorsun. Kâinat da böyledir. Ruhsuz cesedin ne hükmü olabilir?
“Evet hem O’dur, hem O’ndandır.”
Âyet-i kerime’ye gelince:
“Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fâtiha: 1)
Bu sözümüzü bu Âyet-i kerime ile ispat ederiz. Hem “Elhamdülillahi Rabbil-âlemin” diyorsun da neden ayırmaya çalışıyorsun? “O’dur”, “O’ndandır.” diye? Zira hem O’dur, hem O’ndandır. Çünkü Rabbül-âlemin’dir. O Sübhan’dır, O Sultan’dır, hem Hâlık’tır, hem Râzık’tır.
Size arzedilen bu hakikatler Hazret-i Allah’ın bildirip ve göstermesiyledir, şüphesiz ki bunlar mahluka ait değildir.
“Hamd olsun Allah’a, selâm olsun O’nun beğenip seçtiği kullarına.” (Neml: 59)
“Lütfedip hidayeti ile bizi buna kavuşturan Allah’a hamdolsun. Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık.” (A’raf: 43)
Ben bugün varım yarın yokum. Allah-u Teâlâ sizin elinize bu nuru veriyor. Herhangi bir dalâlet ehli ile karşılaştığınızda, bu nuru çıkardığınız zaman, hiç bir kimse konuşamaz. Çünkü hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ediyoruz. Önünüze Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu koyuyoruz. Size de ne mutlu ki Cenab-ı Hakk size bu hakikatları duyuruyor.
•
Bu gibi esrar-ı ilâhî ne zaman tecelli eder?:
Bir insanın gerçekten yaratılışı bir damla kerih sudur. O suya o pisliğe inmesi lâzımdır. Bütün vücudun ifna edip yok ve hiç olduğu zaman, Allah-u Teâlâ dilerse onun göstermesi ile Azamet-i ilâhîyi görür. Azamet-i ilâhîyi görünce kendisinin bir zerre hakir olduğunu görür ve bilir. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde “Rabbimi Rabbimle bildim.” buyurmuşlardır.
Fakat şu hale inmeyen, bunları Allah-u Teâlâ’nın nuru ile görmeyen kimse Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir? Bu gibi kimseler Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye sahib-i salâhiyet bile değildirler.
Yaratılışı olan bir damla meniye indiği zaman, âyân-ı sâbitesini gördüğü zaman, Allah-u Teâlâ’nın tecellisi husule geldiği zaman bir de bakar ki yalnız O var. Vücud da O, mevcud da O...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruyor. (Nur: 35)
Ve bunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize Hadis-i şerif’le açıklıyor, fakat biz o tecelliyâta mazhar olmadığımız için anlamıyoruz.
Buyururlar ki:
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi.” (Tirmizi)
Bakınız az önce geçen Âyet-i kerime’yi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nasıl görmüş ve nasıl açıklıyor. Yani Âyet-i kerime ile bu Hadis-i şerif’le açıklamaya çalışıyorum daha doğrusu.
Gerek bu pisliği gerek âyân-ı sâbiteyi görebilmek için ancak Allah-u Teâlâ’nın lütuf nur ışığı lazımdır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o aziz ve celil olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Münâvî)
Ancak bu nura sahip olanlar bunu görür, başkası göremez, başkasına şâmil değildir, çünkü o göz onun değildir. İlâhi bir nur ile bakar. O’nunla bakar, O’nu görür. Ve fakat bunlar da dünya yüzünde pek az kişidir. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tecelliyat-ı ilâhîsine mazhar olanlardır. Bunlar Hakkal-yakîn olan kimselerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın içte olduğunu görüyor, O’ndan başkasını da görmüyor. Allah-u Teâlâ’yı gördüğü zaman kişi kendisini göremez. Bu hitab-ı ilâhîye mazhar olanlar bunlardır.
Kim ki bunu görmezse bu mevzudan bahsetmesin.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Bunu bilmeyen Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir? Dikkat ederseniz size Vahdet-i vücud’u hem izaha hem de Âyet-i kerime’lerle ispata çalışıyoruz.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Evvel O, Âhir O, Zâhir O, Bâtın O...” (Hadid: 3)
Allah-u Teâlâ Evvel’dir, ezelidir.
Âhir’dir; sona ermekten münezzehtir.
Zâhir’dir; her görünen varlık O’nun kudretinin eseridir, O’nun varlığı ile kaimdir.
Bâtın’dır; Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur, varlık da vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor. “Kün feyekûn.”, “Ol” buyuruyor, her şey oluyor. O’nunla oluyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir.
O ise her şeyden her şeye yakındır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki; Ruh Rabbimin emrindendir.” (İsrâ: 85)
Ruhu koyduğu zaman var gibi görünüyorsun. Emrini çektiği zaman yok oluyorsun. Sen de böylesin, kâinât da böyledir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir’de Cebrâil Aleyhisselâm’ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.
Âyet-i kerime’de ise:
“Habibim! Sen atmadın Allah attı.” buyuruluyor. (Enfal: 17)
Görünüşte Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- attı, fakat Hazret-i Allah “Ben attım!..” buyuruyor.
Ancak bu hale gelen Vahdet-i vücud’dan bahsedebilir. Bu hale gelen ise hiç bahsetmez, hiç konuşmaz. Bir de bu var. Bilen bu sırrı açmadı, bilmeyen konuştukça konuştu. Ve bu bir zehirdir, bilmeyerek bu mevzudan konuşursa, kişi kendisini ve etrafını zehirlemiş olur.
İnsan bildiği mevzuda konuşmalı, bilmediği mevzuda konuşmamalı, aksi halde cehaletini ortaya koymuş olur.
Bu mevzuda kimler konuşuyor?
1. Âlem-i billah olan Hazret-i Allah’ı bilir, ancak onlar Hakk’tan konuşur. Onların halk ile işleri olmaz, halka muhtaç değillerdir. Bu gibi kimseler hiç bir zaman; madde, makam, menfaat üzerinde durmazlar. Çünkü onlar gerçekten Hakk’ta fani olmuşlardır. Allah-u Teâlâ’nın nasıl tecelli edeceğine ne hükmedeceğine bakarlar. Onların ilimleri vehbi’dir, Hakk’tan gelir.
2. Âlimin ilmi kesbî’dir, satırdan nasip alır. Hakk’a ulaşamadığı için halktan rağbet bekler ve daima nefsini düşünür. Her ne kadar hizmet etse de, nefisle olduğu için gayeler, maksatlar, menfaatlar üzerinde durur.
3. Yazar’a gelince, o ise cebini düşünür. Bakarsın harikulade yazılar yazmıştır, fakat daha yazmadan evvel, cebine ne gireceğinin hesabını yapar. Şayet en mühim bir mevzu dahi olsa, eğer onun cebine dokunacaksa onu ilân etmez.
Ve biz bunları imtihan ettik, körfez savaşında. Yazıyı verdik, hiç bir gazete neşretmedi. Sonra vakit geçtikten sonra bir gazete yazdı.
Manevî tahsil görmek için Fenafişşeyh, Fenâfirrasul makamlarını geçmek ve Fenâfillah’a çıkmak şarttır. Fenâfişşeyh’te varlık yok edilir. Fenâfirrasul’de yokluk yok edilir. Fenâfillah’ta ise hiçlik yok edilir. Daha doğrusu hiç olduğunu gözü ile görmeye başlar, azamet-i ilâhî tecelli eder. Şeyhte fâni olmadıkça Fenâfirrasul olunmaz. Resulullah Aleyhisselâm’da fâni olunmadıkça Hazret-i Allah’ta fâni olunmaz. Başka türlü manevî tahsil kişinin hayalinden bile geçmesin. Bu mevzu Fenâfillah’a çıkan kimselere aittir. Bu mevzuyu yalnız onlar anlar.
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zariyat: 21)
Âyet-i kerime’si onlarda tecelli eder, başkasında değil. Onlar görüyor başkası değil. Fenâfillah olmadan hiç bir kimsenin bu mevzuda konuşması katiyetle doğru değil. Sen bu hakikatları görmüyorsun, nasıl bahsedebiliyorsun? Bu mevzuda yazmak şöyle dursun, okumak dahi doğru değil. Çünkü okumak için de o hâle gelmek lâzım. Ehl-i hakikatın kitaplarını okumayın. Çünkü o görüyor, biliyor, söylüyor. Sen ise görmüyorsun, bilmiyorsun, konuşuyorsun. Bu terakkiyattan bu merhalelerden geçmeyen bir kimse bir şey biliyorum zannederek, bu mevzuyu anlatmak için kalemi eline alırsa, bilsin ki irşâd değil ifsad etmiş olur. Çünkü hakikatı bilmiyor, görmüyor. Bir de din-i mübini ifsad etmek için masonlar ve hırıstiyanlar tarafından hususiyetle yetiştirilenler vardır. Allah-u Teâlâ’nın emirlerini, Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanlarını tahrip ve tahrif etmek ve inkâr etmek isterler. Bunlar bugün ortalığı hayli istilâ etmişlerdir. Ne büyük ızdıraptır bu! Küfür atını serbest oynatıyor. Fakat makamında oturanlar bir kukladan ibaret kalıyor. Hiç bir müdahaleleri olmuyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir. Ne mutlu o gariplere!” (Müslim)
•
Vahdet-i vücud Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah edildiği halde neden herkes anlamıyor?:
Allah-u Teâlâ’nın kelâmı ile Vahdet-i vücud size izah edildiği halde neden anlamadığınızı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’le size cevap verecek ve siz de bu hakikat aynasında kendinizi göreceksiniz.
Bazı zâhiri inkârcı âlimler bu ilimlere âşina olmadıklarından, daha doğrusu bilmediklerinden ötürü tasavvufu inkâr ettikleri gibi, bu ilimleri de inkâr ediyorlar. Hem bu Âyet-i kerime’leri, hem de bu Hadis-i şerif’leri cehaletlerinden ötürü inkâr ediyorlar da farkında değiller.
İşte bunları böylece size bildiriyorum ve açıyorum.
Hadis-i şerif’i bir daha arzediyorum:
“İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (marifetullah ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizi)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gayeye ulaşmak için faydalı olan ilmin bu ilim olduğunu beyan buyuruyor. Bu gaye nedir? Hazret-i Allah’a ulaşmaktır.
Allah’a ulaşmak için bir insanın “Fenâfişşeyh”de terbiye görmesi şarttır, “Fenâfirrasul”de terbiye görmesi şarttır, sonra “Fenâfillah”a çıkması bununla mümkündür. Başka türlü mümkün değil. İşte bu Hadis-i şerif’i de inkâr etmiş oluyorlar.
Zâhirî ilim dış nizamı tesis eder, bâtınî ilim içi nurlandırır. Bu ilmi bilmediklerinden inkâra kalktılar. Neden? İçine nüfuz edemediklerinden, hakikata âşina olamadıklarından, daha doğrusu ahlâk-i zemimeden kurtulamayışlarından...
Enelik kabuğunda kalmışlar ve bu cehaleti yapmışlar.
Bir zamanlar yumurta temsilini vermiştik, bugün de vermeye çalışacağız. Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğu, tarikat ilmi beyazı, hakikat sarısı, civcivin çıkması ise marifetullahtır. Civciv çıkınca o kabuğun hiç hükmü kalıyor mu bir düşünün!
Kabuk O’nundur aslında, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır, beyazı da O’nun ihsanıdır, sarısı da O’nun ihsanıdır. Civcivin çıkması da, marifetullah ilmi de O’nun lütf-u ihsanıdır.
Ve fakat buna erişemeyenler Allah-u Teâlâ’nın ihsan ettiği nimetleri nefsine mâleder, kendi malı imiş gibi göstermeye ve satmaya çalışır.
Emânât-ı ilâhîyi nefis putuna mâlettiği içindir ki; hem yalancı, hem riyâkâr, hem sahtekâr olduğunu da bilmez.
Âyet-i kerime’de:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de nefsindendir.” buyuruluyor. (Nisâ: 79)
Bunu insan bir türlü bilemiyor, ben bildim diyor, ben yapıyorum diyor.
•
Zâhirî âlimler içeriye nüfuz ettiği zaman, bir dereceye kadar derûnî noktalara gelebilir. Mülhime’ye kadar gelir. Fakat içine nüfuz edemeyenler dışta kalır, çın çın öter, kendisinden başka kimsenin bir şey bilmediğini zanneder, fakat cidden cahildirler. Bu böyle. Bir de bazı cahil tarikat ehli kimseler vardır ki “Ben şeriatta değilim tarikattayım.” derler, otomatik olarak dinden çıkarlar.
Bazı câhil nurcular var “Biz tarikatta değil hakikattayız.” derler. Ne tuhaf! Fazilet kapısına ayak basmamış, kendisini hakikat kapısında zannediyor, işte bunlar cehalettedir.
Bunlar içe nüfuz etmek durumudur. Allah-u Teâlâ dilediğine zâhirî ilim vermiştir, dilediğine hem zahirî hem tarikat ilmini vermiştir. Dilediğine hem zâhirî, hem tarikat hem hakikat ilmini vermiştir. Fakat asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan budur.
Allah-u Teâlâ bir kulu severse, seçerse; onu kendinden bir ruh ile, hiç kimsede olmayan kudsî ruh ile destekler. O zaman civcivin kabuğundan çıktığı gibi, o ruh da âlem-i misale kadar gider, velilerin meclisine girer, mele-i âlâya girer. Bunların hepsi Allah-u Teâlâ’nın lütf-u ihsanı ile, o kudsî ruhla desteklendiklerinden ötürüdür.
Ve şimdi bu mevzuyu bir Hadis-i şerif’le izaha çalışacağız.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesnâ. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesnâ. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesnâ. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler.” (Keşf-ül hafâ)
Herkes kendisini bu aynada görsün, hepimiz daha doğrusu... Hani benler şimdi?
Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Bu Âyet-i kerime’yi bilmediklerinden inkara kalktılar. Neden? Bunların muallimi iblis... Bunlar sadır ilminden tamamen habersiz olduklarındandır.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
“Ben Resulullah’tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir.” (Buharî)
Bu Hadis-i şerif’i de bilmediklerinden inkâr ediyorlar.
İşte size bu ilimden bahsediliyor. Buna Hakkal-yakîn ilmi denir. Bu ilimden bahseden bazı zevât-ı kiramın bazısı âlimler tarafından bazısı zalimler tarafından yok edilmişlerdir. Âlim, fakat bilmedi, hased etti, yok olsun gitsin dedi. Size nümune olarak bunlardan bir kaç tanesini arzedeceğim.
Şeyh-ül ekber Muhyiddin İbnül-arabî -kuddise sirruh- Hazretleri bir âlemdir. O zaman bilmediler, astılar ve çöplüğe gömdüler. Ne büyük cehalet değil mi?
Seyyid Nesîmi Hazretleri Allah dediği için derisini yüzdüler. Şu zulme bakın. Bunu ben âlimim diyenler yaptı.
Hallâc-ı Mansur Hazretlerini hapishanede sürüklediler, neler neler yaptılar. Neden? Hakk dediği için.
Ve kimisini zehirle öldürdüler.
Bunların sayısı yüzlercedir. Fakat ibret için size bir tanesini arzedeceğim.
Bir gün Üsküp’teyim. Bir mevzu açıldı. Dediler ki “Üsküp’ün üstünde bir perde var, bu perde hiç kalkmıyor.” Ve şöyle anlattılar: Bir gece halk büyük bir telâşa kapılmış, yangın çıktı diye. Hatta zamanın valisi pijama ile koşmuş. Halk ateşe doğru yaklaştıkları zaman bakıyorlar ki ateş değil, İsmail Hakkı Hazretlerinin evinden nur parlıyor. Vali duruma vâkıf oluyor, halkı dağıtarak hane-i saâdetine giriyor. Bakıyor ki İsmail Hakkı Hazretleri küçücük bir odada mum ışığında “Allahu nûrussemâvâti vel-ard” Âyet-i kerime’sini tefsir ediyor. Durumu gören vali özür diliyor ve çıkıyor.
Hadise ertesi günü şehre yayılıyor. Fakat dedik ya bilemediler, haset ettiler diye. Zâhiri bazı âlimler ne yapıyor biliyor musunuz? Bir tertip hazırlayarak “Bu adam zındıktır, ayakkabısının içinde Âyet-el kürsî var.” diyorlar. Bakıyorlar Âyet-el kürsî çıkıyor ve bu zâtı Üsküp’ten sürüyorlar. Hanımı da hamile, şehirden çıkarken gayr-i ihtiyari Üsküb’e bir bakmış, Üsküb’ün işi bitmiş. O perde inmiş bir daha da kalkmamış.
Diyorlar ki; bir daha yerli halkı Allah-u Teâlâ burada tutundurmadı, yabancılar ona hürmet ettiler, ondan sonra bu memlekete yabancılar sahip oldular.
Neden? Allah-u Teâlâ’nın bu nurunu oradan çıkardıklarından. Bu bir ibrettir. O zaman bunlar bu hakikatı açarken anlayamadılar. Âlim hased etti, zâlim ise zulmetti, zulmünü yürüttü. Fakat şunu iyi bilin ki Hazret-i Allah’ın bu sevgililerini yok etmeleri, tıpkı yahudilerin peygamberlerini yok etmeleri gibidir.
Amma Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde ne buyuruyor?
“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in peygamberleri gibidir.”
Bu Hadis-i şerif’e dikkat edin, yaptıkları ne büyük bir cehalet değil mi? Marifetullah ilminden bahsettiklerinden ötürü bu haller onların başına geldi.
Ve size bu ilimden bahsediliyor, ibret alın.
•
Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı, sadece ilk devirlerde bulunan müslümanlara mahsus değildir. Her devirde ilâhî ahkâma tâbi olan bütün müslümanların bu gibi inayetlerden istifade edecekleri açık bir gerçektir. Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediğini gönderir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Ümmetim yağmur gibidir. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizi)
Bu Hadis-i şerif’e iki mânâ vereceğim. Zâhirî mânâsı; evvelki gelen ümmet mi hayırlıdır, âhir zamanda gelecek olan ümmet mi hayırlıdır belli değil. Bâtınî mânâsı ise; evvelki gelen veliler mi daha hayırlıdır, sonraki gelecek veliler mi daha hayırlıdır bilinmez.
Onun için, artık o Resulullah ki “Bilinmez!” buyuruyor, burada insan şahsî fikrini yürütüp dimağını çalıştırmamalı.
İşte bu ilimden bir kısmı size açılıyor. Siz de bu ilim karşısında şaşırıyorsunuz. Ve fakat hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le arzettiğimizden kimse de itiraz edemiyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi’de buyurur ki:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız? (Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu.)
Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)
İşte ancak Vahdet-i vücud’dan bunlar bahseder, başka kimse bilemez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Cumâ: 4)
•
Vâris-i enbiyâ olan bir veli Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hem nübüvvet hem velâyet hâline de sahiptir. Ki biz buna “Sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyet” diyoruz. Çünkü üzerindeki hâl nübüvvetin bir cüzü, iç âlemi Hâtem’ül-enbiyâ’nın -sallallahu aleyhi ve sellem- bir emânetidir. Bütün fazilet o emanette.
Okumakla, zâhirî ilimlerin tahsili ile bu hâlin husule gelmesi imkânsızdır, akla bile gelmesin.
Peygamber Aleyhisselâm’ın tam vârisleri bir evlât derecesinde olup, zâhirî nesep itibârı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır.
Neden anlamadığınızı şimdi size Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’te cevap verecek:
“Öyle ilim vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ârif-i billah olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)
Bir Âyet-i kerime’de:
“Ona kendi ruhumdan üfledim.” buyuruluyor. (Sâd: 72)
Bunlar bizzat Allah-u Teâlâ’nın kendi lütfundan kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Ve Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
İşte fazilet buradan geliyor.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o lâtifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
“Biz onu kudsî ruhla destekledik.” (Bakara: 87)
“Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Al-i imran:13)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashab-ı kiram’dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
“Allah’ım! Onu kudsî ruhla destekle!” diye duâ buyurmuştur. (Buhari)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Hazret-i Allah o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.
Allah-u Teâlâ’nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun...
Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile olmaz. Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir isterse bildirmez.
“Gözlerim uyur kalbim uyumaz.” (Buharî)
Hadis-i şerif’inden rûhâniyet ile cismâniyet arasındaki farklılığı gayet güzel öğrenmiş oluyoruz.
Hayatta da olsa, âhirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişir.
Bunun da delili şu Hadis-i şerif’tir:
“İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (Keşfül-hafâ)
Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kudret ve azametine, uçsuz ve bucaksız nimetlerine delâlet ve şehâdet eden güzellikleri intibah nazarlarına arzediyor: “Görmez misin ki, Allah gökten bir su indirir de bu sayede yeryüzü onunla yemyeşil kesiliverir.
Şüphesiz ki Allah Lâtif’tir, her şeyden haberdardır.” (Hacc: 63)
Rüzgarları gönderir, bulutları kaldırır, yeryüzüne yağmurlar yağdırır, ölü bir halde olan yeryüzü canlanır, kuruluğundan ve kuraklığından sonra yemyeşil hale gelir.
Yağmur Allah-u Teâlâ’nın mülkü olan gökten, yine Allah-u Teâlâ’ya ait olan yeryüzüne inmektedir. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi O’dur.
“Göklerde ve yerde olanlar O’nundur. Muhakkak ki O Gânî’dir, Hamid’dir.” (Hacc: 64)
Hiç bir şekilde hiç kimseye muhtaç olmaz. Bir kimse hamdetse de etmese de bütün hamdler O’na mahsustur.
“Görmedin mi? Allah yerde olanları ve emriyle denizde akıp giden gemileri buyruğunuz altına vermiştir.” (Hacc: 65)
Yeryüzünde bulunan her şeyi insanoğlunun emrine musahhar kılmış ve onları iyi bir şekilde kullanıp değerlendirme imkanını lütfetmiştir.
Gemiler denizde O’nun kolaylaştırması ve musahhar kılmasıyla bu şekilde akıp gitmektedir. İnsanların menfaatı için, O’nun gücü ve dilemesi ile denizde yüzerler.
“Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmemesi için O tutar.” (Hacc: 65)
Mevcut düzen ilâhi kudretin tezahürüyle kurulduğu gibi, yine o ilâhî kudretin tecellisi ile bozulacaktır. İzni olduğu gün göğün düşmeden durması imkansızlaşır. Bu ise kıyamet koptuğunda olacaktır.
“Doğrusu Allah insanlara çok şefkatli çok merhametlidir.” (Hacc: 65)
Onlar için nice menfaat kapıları açmış, kendilerine istifade kabiliyeti vermiştir. Ta ki bu nimetlerine karşılık insanlar O’na şükretsinler.
•
HEM O’DUR
HEM O’NDANDIR
Yeryüzünde Hazret-i Allah’ın çeşmeleri vardır. Her nasiplinin nasîbi, ezelî takdir ve taksîmât nisbetinde o çeşmenin yanında durur. Çeşme O’nun... Çeşme dahi o deryâdan bir şey alamaz. Bin sene dursa, su gelmedikçe akıtamaz.
Buradaki çeşmeden murat, zamanın mürşid-i kâmilidir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri feyz deryasından Habib-i Ekrem’in deryasına akıtır. Habib-i Ekrem’in deryasından zamanın mürşidinin deryasına akar. Zamanın mürşidinin deryasından da nasipdar olanlara feyz-i ilâhî verilir.
Hazret-i Allah’ın hoparlörleri de vardır, tecelli eder söyletir. Yerinde binlerce sene dursa bir hoparlör kendiliğinden konuşabilir mi? Ancak Hazret-i Allah’ın tecelli edip konuşturduğu kimseler hoparlörlük vazifesini görür. Ne akıtmış ne söyletmiş ise...
Böyle olmasına rağmen bir kimse Cenâb-ı Hakk’ın bu tecelliyatını kendine mâlederse, “Ben çeşmeyim” veya “Ben hoparlörüm” derse; veyahut ki hiç tecellî etmediği halde tecelli etmiş gibi, kendisinde varmış gibi göstermeye çalışırsa, bu sırları benimserse o dalâlettedir. Hem kendisini hem etrafını zehirlemiş olur.
Bu gibi esrar-ı ilâhi ne zaman tecelli eder?
Bir insan pislik yuvarlayan Cubullâ adlı pislik böceğinin pisliği yuvarladığı gibi kendisine ait tüm varlığının pislik şeklinde yuvarlandığını gözü ile görmedikçe hiç bir zaman bu hâl husule gelmez. Ve o kimse Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye de sahib-i salâhiyet değildir.
Bunun da sırrı şudur: Asliyetinin bir damla pislik olduğunu insan kendisi göremez. Onu göstermek için başka göz lâzım. O göz de Hazret-i Allah’ın lütuf nûrudur. O nûr ışığı ile ona kendi asliyetini gösterir. O zaman o göz onun değildir. Fakat bu sırlara gözü ile görebilecek kadar vâkıf olanlar dünyâ yüzünde nâdir kimselerdir.
Şimdi size Vahdet-i vücud’u öyle izah edeceğiz ki, Âyet-i kerime’lerle tasdik edeceğiz ve artık hiç bir şüpheniz kalmayacak.
Âyet-i kerime’de:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” buyuruluyor. (Nûr: 35)
O’nsuz hiç bir zerre yok. Fakat O görülmüyor da perde olan cesed görülüyor. Halbuki aslında her şey ölüdür.
Meselâ Âdem Aleyhisselâm’a rûh verilmeden evvel çamur halinde idi. Rûh O’nun emri, O’nun varlığıdır. Verdiği zaman dirildi ve hareket etmeye başladı.
İnsanoğlu rûh verildiği zaman her şeyi yapıyor. O’nun varlığı ile hareket ediyor. Hazret-i Allah rûhu çektiği zaman hiç bir şey kalmıyor. Demek ki var olan O imiş.
O’nu bilmek ise manevî tahsillerle mümkün olur.
Zâhirde ilk, orta, yüksek tahsiller olduğu gibi, manevî ilimler ve manevî tahsiller de mevcuttur.
Bu manevi tahsil üç merhaledir:
1– İlmel-yakîn, “Bilmek”tir.
2– Aynel-yakîn, “Bulmak”tır.
3– Hakkâl-yakîn ise “Olmak”tır.
İlmel-yakîn mertebesinde olanlar “Zâhid”ler, Aynel-yakîn mertebesinde olanlar “Ârif”ler, Hakkâl-yakîn mertebesine ulaşanlar da “Vâkıf”lardır.
Bir ilim diğerine erişemediği için Hakikat da anlaşılamıyor. Merhaleler arasında çok farklar vardır.
Göz üç türlüdür:
1– Kör göz: Tabiat karanlığına düşmüştür, ondan başka hiç bir şey görmez.
2– Şaşı göz: Hem kendisine, hem de Yaratanına bakar. Yani biri iki görür.
3– Görür göz: Hazret-i Allah’ın nûru ile bakar. Her şeyin O’nunla kaim olduğunu görür ve bilir. Kendisini görmez.
Çözülmeyen ve bilinmeyen Vahdet-i vücud’un sırrı budur. Hakkâl-yakîne vasıl olanların bilebileceği bir mevzudur. Bilinmeyerek münakaşa edilmiştir. Yapan O’dur, perdede başkası görülür.
Şeyhül-ekber Muhyiddin İbn-ül Ârabî -kuddise sırruh- Hazretleri “Her şey O’dur.” İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Her şey O’ndandır.” buyurmuşlar.
Tecelliyâtları ayrı ayrı olduğu için, bu iki Zât-ı muhterem ayrı beyanlarda bulunmakla İslâm’da büyük bir çelişme husule gelmiştir. Ve bu çelişme şimdiye kadar devam etmektedir. Biiznillahi Teâlâ bu çelişmeyi izale ediyoruz, kaldırıyoruz ve bunu size Âyet-i kerime ile ispat edeceğiz.
Her iki söz de doğru. Fakir her ikisinin beyanlarını bir cümlede birleştiriyoruz ve diyoruz ki:
“Her şeyi Hazret-i Allah var etti, her şey O’nun varlığı ile kaimdir.”
Böylece bu ihtilafı ortadan kaldırıyoruz, elhamdülillah.
Binaenaleyh hem O’dur, hem O’ndandır. Her zerrede O’nun varlığı mevcuttur. Her şey cesed, O ise ruhtur. Nasıl ki sende bir cesed var. Allah-u Teâlâ’nın emri ile, ruhu ile duruyorsun. Kâinat da böyledir. Ruhsuz cesedin ne hükmü olabilir?
“Evet hem O’dur, hem O’ndandır.”
Âyet-i kerime’ye gelince:
“Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fâtiha: 1)
Bu sözümüzü bu Âyet-i kerime ile ispat ederiz. Hem “Elhamdülillahi Rabbil-âlemin” diyorsun da neden ayırmaya çalışıyorsun? “O’dur”, “O’ndandır.” diye? Zira hem O’dur, hem O’ndandır. Çünkü Rabbül-âlemin’dir. O Sübhan’dır, O Sultan’dır, hem Hâlık’tır, hem Râzık’tır.
Size arzedilen bu hakikatler Hazret-i Allah’ın bildirip ve göstermesiyledir, şüphesiz ki bunlar mahluka ait değildir.
“Hamd olsun Allah’a, selâm olsun O’nun beğenip seçtiği kullarına.” (Neml: 59)
“Lütfedip hidayeti ile bizi buna kavuşturan Allah’a hamdolsun. Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık.” (A’raf: 43)
Ben bugün varım yarın yokum. Allah-u Teâlâ sizin elinize bu nuru veriyor. Herhangi bir dalâlet ehli ile karşılaştığınızda, bu nuru çıkardığınız zaman, hiç bir kimse konuşamaz. Çünkü hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ediyoruz. Önünüze Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu koyuyoruz. Size de ne mutlu ki Cenab-ı Hakk size bu hakikatları duyuruyor.
•
Bu gibi esrar-ı ilâhî ne zaman tecelli eder?:
Bir insanın gerçekten yaratılışı bir damla kerih sudur. O suya o pisliğe inmesi lâzımdır. Bütün vücudun ifna edip yok ve hiç olduğu zaman, Allah-u Teâlâ dilerse onun göstermesi ile Azamet-i ilâhîyi görür. Azamet-i ilâhîyi görünce kendisinin bir zerre hakir olduğunu görür ve bilir. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde “Rabbimi Rabbimle bildim.” buyurmuşlardır.
Fakat şu hale inmeyen, bunları Allah-u Teâlâ’nın nuru ile görmeyen kimse Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir? Bu gibi kimseler Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye sahib-i salâhiyet bile değildirler.
Yaratılışı olan bir damla meniye indiği zaman, âyân-ı sâbitesini gördüğü zaman, Allah-u Teâlâ’nın tecellisi husule geldiği zaman bir de bakar ki yalnız O var. Vücud da O, mevcud da O...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruyor. (Nur: 35)
Ve bunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize Hadis-i şerif’le açıklıyor, fakat biz o tecelliyâta mazhar olmadığımız için anlamıyoruz.
Buyururlar ki:
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi.” (Tirmizi)
Bakınız az önce geçen Âyet-i kerime’yi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nasıl görmüş ve nasıl açıklıyor. Yani Âyet-i kerime ile bu Hadis-i şerif’le açıklamaya çalışıyorum daha doğrusu.
Gerek bu pisliği gerek âyân-ı sâbiteyi görebilmek için ancak Allah-u Teâlâ’nın lütuf nur ışığı lazımdır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o aziz ve celil olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Münâvî)
Ancak bu nura sahip olanlar bunu görür, başkası göremez, başkasına şâmil değildir, çünkü o göz onun değildir. İlâhi bir nur ile bakar. O’nunla bakar, O’nu görür. Ve fakat bunlar da dünya yüzünde pek az kişidir. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tecelliyat-ı ilâhîsine mazhar olanlardır. Bunlar Hakkal-yakîn olan kimselerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın içte olduğunu görüyor, O’ndan başkasını da görmüyor. Allah-u Teâlâ’yı gördüğü zaman kişi kendisini göremez. Bu hitab-ı ilâhîye mazhar olanlar bunlardır.
Kim ki bunu görmezse bu mevzudan bahsetmesin.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Bunu bilmeyen Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir? Dikkat ederseniz size Vahdet-i vücud’u hem izaha hem de Âyet-i kerime’lerle ispata çalışıyoruz.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Evvel O, Âhir O, Zâhir O, Bâtın O...” (Hadid: 3)
Allah-u Teâlâ Evvel’dir, ezelidir.
Âhir’dir; sona ermekten münezzehtir.
Zâhir’dir; her görünen varlık O’nun kudretinin eseridir, O’nun varlığı ile kaimdir.
Bâtın’dır; Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur, varlık da vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor. “Kün feyekûn.”, “Ol” buyuruyor, her şey oluyor. O’nunla oluyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir.
O ise her şeyden her şeye yakındır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki; Ruh Rabbimin emrindendir.” (İsrâ: 85)
Ruhu koyduğu zaman var gibi görünüyorsun. Emrini çektiği zaman yok oluyorsun. Sen de böylesin, kâinât da böyledir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir’de Cebrâil Aleyhisselâm’ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.
Âyet-i kerime’de ise:
“Habibim! Sen atmadın Allah attı.” buyuruluyor. (Enfal: 17)
Görünüşte Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- attı, fakat Hazret-i Allah “Ben attım!..” buyuruyor.
Ancak bu hale gelen Vahdet-i vücud’dan bahsedebilir. Bu hale gelen ise hiç bahsetmez, hiç konuşmaz. Bir de bu var. Bilen bu sırrı açmadı, bilmeyen konuştukça konuştu. Ve bu bir zehirdir, bilmeyerek bu mevzudan konuşursa, kişi kendisini ve etrafını zehirlemiş olur.
İnsan bildiği mevzuda konuşmalı, bilmediği mevzuda konuşmamalı, aksi halde cehaletini ortaya koymuş olur.
Bu mevzuda kimler konuşuyor?
1. Âlem-i billah olan Hazret-i Allah’ı bilir, ancak onlar Hakk’tan konuşur. Onların halk ile işleri olmaz, halka muhtaç değillerdir. Bu gibi kimseler hiç bir zaman; madde, makam, menfaat üzerinde durmazlar. Çünkü onlar gerçekten Hakk’ta fani olmuşlardır. Allah-u Teâlâ’nın nasıl tecelli edeceğine ne hükmedeceğine bakarlar. Onların ilimleri vehbi’dir, Hakk’tan gelir.
2. Âlimin ilmi kesbî’dir, satırdan nasip alır. Hakk’a ulaşamadığı için halktan rağbet bekler ve daima nefsini düşünür. Her ne kadar hizmet etse de, nefisle olduğu için gayeler, maksatlar, menfaatlar üzerinde durur.
3. Yazar’a gelince, o ise cebini düşünür. Bakarsın harikulade yazılar yazmıştır, fakat daha yazmadan evvel, cebine ne gireceğinin hesabını yapar. Şayet en mühim bir mevzu dahi olsa, eğer onun cebine dokunacaksa onu ilân etmez.
Ve biz bunları imtihan ettik, körfez savaşında. Yazıyı verdik, hiç bir gazete neşretmedi. Sonra vakit geçtikten sonra bir gazete yazdı.
Manevî tahsil görmek için Fenafişşeyh, Fenâfirrasul makamlarını geçmek ve Fenâfillah’a çıkmak şarttır. Fenâfişşeyh’te varlık yok edilir. Fenâfirrasul’de yokluk yok edilir. Fenâfillah’ta ise hiçlik yok edilir. Daha doğrusu hiç olduğunu gözü ile görmeye başlar, azamet-i ilâhî tecelli eder. Şeyhte fâni olmadıkça Fenâfirrasul olunmaz. Resulullah Aleyhisselâm’da fâni olunmadıkça Hazret-i Allah’ta fâni olunmaz. Başka türlü manevî tahsil kişinin hayalinden bile geçmesin. Bu mevzu Fenâfillah’a çıkan kimselere aittir. Bu mevzuyu yalnız onlar anlar.
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zariyat: 21)
Âyet-i kerime’si onlarda tecelli eder, başkasında değil. Onlar görüyor başkası değil. Fenâfillah olmadan hiç bir kimsenin bu mevzuda konuşması katiyetle doğru değil. Sen bu hakikatları görmüyorsun, nasıl bahsedebiliyorsun? Bu mevzuda yazmak şöyle dursun, okumak dahi doğru değil. Çünkü okumak için de o hâle gelmek lâzım. Ehl-i hakikatın kitaplarını okumayın. Çünkü o görüyor, biliyor, söylüyor. Sen ise görmüyorsun, bilmiyorsun, konuşuyorsun. Bu terakkiyattan bu merhalelerden geçmeyen bir kimse bir şey biliyorum zannederek, bu mevzuyu anlatmak için kalemi eline alırsa, bilsin ki irşâd değil ifsad etmiş olur. Çünkü hakikatı bilmiyor, görmüyor. Bir de din-i mübini ifsad etmek için masonlar ve hırıstiyanlar tarafından hususiyetle yetiştirilenler vardır. Allah-u Teâlâ’nın emirlerini, Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanlarını tahrip ve tahrif etmek ve inkâr etmek isterler. Bunlar bugün ortalığı hayli istilâ etmişlerdir. Ne büyük ızdıraptır bu! Küfür atını serbest oynatıyor. Fakat makamında oturanlar bir kukladan ibaret kalıyor. Hiç bir müdahaleleri olmuyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir. Ne mutlu o gariplere!” (Müslim)
•
Vahdet-i vücud Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah edildiği halde neden herkes anlamıyor?:
Allah-u Teâlâ’nın kelâmı ile Vahdet-i vücud size izah edildiği halde neden anlamadığınızı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’le size cevap verecek ve siz de bu hakikat aynasında kendinizi göreceksiniz.
Bazı zâhiri inkârcı âlimler bu ilimlere âşina olmadıklarından, daha doğrusu bilmediklerinden ötürü tasavvufu inkâr ettikleri gibi, bu ilimleri de inkâr ediyorlar. Hem bu Âyet-i kerime’leri, hem de bu Hadis-i şerif’leri cehaletlerinden ötürü inkâr ediyorlar da farkında değiller.
İşte bunları böylece size bildiriyorum ve açıyorum.
Hadis-i şerif’i bir daha arzediyorum:
“İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (marifetullah ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizi)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gayeye ulaşmak için faydalı olan ilmin bu ilim olduğunu beyan buyuruyor. Bu gaye nedir? Hazret-i Allah’a ulaşmaktır.
Allah’a ulaşmak için bir insanın “Fenâfişşeyh”de terbiye görmesi şarttır, “Fenâfirrasul”de terbiye görmesi şarttır, sonra “Fenâfillah”a çıkması bununla mümkündür. Başka türlü mümkün değil. İşte bu Hadis-i şerif’i de inkâr etmiş oluyorlar.
Zâhirî ilim dış nizamı tesis eder, bâtınî ilim içi nurlandırır. Bu ilmi bilmediklerinden inkâra kalktılar. Neden? İçine nüfuz edemediklerinden, hakikata âşina olamadıklarından, daha doğrusu ahlâk-i zemimeden kurtulamayışlarından...
Enelik kabuğunda kalmışlar ve bu cehaleti yapmışlar.
Bir zamanlar yumurta temsilini vermiştik, bugün de vermeye çalışacağız. Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğu, tarikat ilmi beyazı, hakikat sarısı, civcivin çıkması ise marifetullahtır. Civciv çıkınca o kabuğun hiç hükmü kalıyor mu bir düşünün!
Kabuk O’nundur aslında, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır, beyazı da O’nun ihsanıdır, sarısı da O’nun ihsanıdır. Civcivin çıkması da, marifetullah ilmi de O’nun lütf-u ihsanıdır.
Ve fakat buna erişemeyenler Allah-u Teâlâ’nın ihsan ettiği nimetleri nefsine mâleder, kendi malı imiş gibi göstermeye ve satmaya çalışır.
Emânât-ı ilâhîyi nefis putuna mâlettiği içindir ki; hem yalancı, hem riyâkâr, hem sahtekâr olduğunu da bilmez.
Âyet-i kerime’de:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de nefsindendir.” buyuruluyor. (Nisâ: 79)
Bunu insan bir türlü bilemiyor, ben bildim diyor, ben yapıyorum diyor.
•
Zâhirî âlimler içeriye nüfuz ettiği zaman, bir dereceye kadar derûnî noktalara gelebilir. Mülhime’ye kadar gelir. Fakat içine nüfuz edemeyenler dışta kalır, çın çın öter, kendisinden başka kimsenin bir şey bilmediğini zanneder, fakat cidden cahildirler. Bu böyle. Bir de bazı cahil tarikat ehli kimseler vardır ki “Ben şeriatta değilim tarikattayım.” derler, otomatik olarak dinden çıkarlar.
Bazı câhil nurcular var “Biz tarikatta değil hakikattayız.” derler. Ne tuhaf! Fazilet kapısına ayak basmamış, kendisini hakikat kapısında zannediyor, işte bunlar cehalettedir.
Bunlar içe nüfuz etmek durumudur. Allah-u Teâlâ dilediğine zâhirî ilim vermiştir, dilediğine hem zahirî hem tarikat ilmini vermiştir. Dilediğine hem zâhirî, hem tarikat hem hakikat ilmini vermiştir. Fakat asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan budur.
Allah-u Teâlâ bir kulu severse, seçerse; onu kendinden bir ruh ile, hiç kimsede olmayan kudsî ruh ile destekler. O zaman civcivin kabuğundan çıktığı gibi, o ruh da âlem-i misale kadar gider, velilerin meclisine girer, mele-i âlâya girer. Bunların hepsi Allah-u Teâlâ’nın lütf-u ihsanı ile, o kudsî ruhla desteklendiklerinden ötürüdür.
Ve şimdi bu mevzuyu bir Hadis-i şerif’le izaha çalışacağız.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesnâ. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesnâ. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesnâ. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler.” (Keşf-ül hafâ)
Herkes kendisini bu aynada görsün, hepimiz daha doğrusu... Hani benler şimdi?
Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Bu Âyet-i kerime’yi bilmediklerinden inkara kalktılar. Neden? Bunların muallimi iblis... Bunlar sadır ilminden tamamen habersiz olduklarındandır.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
“Ben Resulullah’tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir.” (Buharî)
Bu Hadis-i şerif’i de bilmediklerinden inkâr ediyorlar.
İşte size bu ilimden bahsediliyor. Buna Hakkal-yakîn ilmi denir. Bu ilimden bahseden bazı zevât-ı kiramın bazısı âlimler tarafından bazısı zalimler tarafından yok edilmişlerdir. Âlim, fakat bilmedi, hased etti, yok olsun gitsin dedi. Size nümune olarak bunlardan bir kaç tanesini arzedeceğim.
Şeyh-ül ekber Muhyiddin İbnül-arabî -kuddise sirruh- Hazretleri bir âlemdir. O zaman bilmediler, astılar ve çöplüğe gömdüler. Ne büyük cehalet değil mi?
Seyyid Nesîmi Hazretleri Allah dediği için derisini yüzdüler. Şu zulme bakın. Bunu ben âlimim diyenler yaptı.
Hallâc-ı Mansur Hazretlerini hapishanede sürüklediler, neler neler yaptılar. Neden? Hakk dediği için.
Ve kimisini zehirle öldürdüler.
Bunların sayısı yüzlercedir. Fakat ibret için size bir tanesini arzedeceğim.
Bir gün Üsküp’teyim. Bir mevzu açıldı. Dediler ki “Üsküp’ün üstünde bir perde var, bu perde hiç kalkmıyor.” Ve şöyle anlattılar: Bir gece halk büyük bir telâşa kapılmış, yangın çıktı diye. Hatta zamanın valisi pijama ile koşmuş. Halk ateşe doğru yaklaştıkları zaman bakıyorlar ki ateş değil, İsmail Hakkı Hazretlerinin evinden nur parlıyor. Vali duruma vâkıf oluyor, halkı dağıtarak hane-i saâdetine giriyor. Bakıyor ki İsmail Hakkı Hazretleri küçücük bir odada mum ışığında “Allahu nûrussemâvâti vel-ard” Âyet-i kerime’sini tefsir ediyor. Durumu gören vali özür diliyor ve çıkıyor.
Hadise ertesi günü şehre yayılıyor. Fakat dedik ya bilemediler, haset ettiler diye. Zâhiri bazı âlimler ne yapıyor biliyor musunuz? Bir tertip hazırlayarak “Bu adam zındıktır, ayakkabısının içinde Âyet-el kürsî var.” diyorlar. Bakıyorlar Âyet-el kürsî çıkıyor ve bu zâtı Üsküp’ten sürüyorlar. Hanımı da hamile, şehirden çıkarken gayr-i ihtiyari Üsküb’e bir bakmış, Üsküb’ün işi bitmiş. O perde inmiş bir daha da kalkmamış.
Diyorlar ki; bir daha yerli halkı Allah-u Teâlâ burada tutundurmadı, yabancılar ona hürmet ettiler, ondan sonra bu memlekete yabancılar sahip oldular.
Neden? Allah-u Teâlâ’nın bu nurunu oradan çıkardıklarından. Bu bir ibrettir. O zaman bunlar bu hakikatı açarken anlayamadılar. Âlim hased etti, zâlim ise zulmetti, zulmünü yürüttü. Fakat şunu iyi bilin ki Hazret-i Allah’ın bu sevgililerini yok etmeleri, tıpkı yahudilerin peygamberlerini yok etmeleri gibidir.
Amma Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde ne buyuruyor?
“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in peygamberleri gibidir.”
Bu Hadis-i şerif’e dikkat edin, yaptıkları ne büyük bir cehalet değil mi? Marifetullah ilminden bahsettiklerinden ötürü bu haller onların başına geldi.
Ve size bu ilimden bahsediliyor, ibret alın.
•
Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı, sadece ilk devirlerde bulunan müslümanlara mahsus değildir. Her devirde ilâhî ahkâma tâbi olan bütün müslümanların bu gibi inayetlerden istifade edecekleri açık bir gerçektir. Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediğini gönderir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Ümmetim yağmur gibidir. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizi)
Bu Hadis-i şerif’e iki mânâ vereceğim. Zâhirî mânâsı; evvelki gelen ümmet mi hayırlıdır, âhir zamanda gelecek olan ümmet mi hayırlıdır belli değil. Bâtınî mânâsı ise; evvelki gelen veliler mi daha hayırlıdır, sonraki gelecek veliler mi daha hayırlıdır bilinmez.
Onun için, artık o Resulullah ki “Bilinmez!” buyuruyor, burada insan şahsî fikrini yürütüp dimağını çalıştırmamalı.
İşte bu ilimden bir kısmı size açılıyor. Siz de bu ilim karşısında şaşırıyorsunuz. Ve fakat hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le arzettiğimizden kimse de itiraz edemiyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi’de buyurur ki:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız? (Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu.)
Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)
İşte ancak Vahdet-i vücud’dan bunlar bahseder, başka kimse bilemez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Cumâ: 4)
•
Vâris-i enbiyâ olan bir veli Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hem nübüvvet hem velâyet hâline de sahiptir. Ki biz buna “Sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyet” diyoruz. Çünkü üzerindeki hâl nübüvvetin bir cüzü, iç âlemi Hâtem’ül-enbiyâ’nın -sallallahu aleyhi ve sellem- bir emânetidir. Bütün fazilet o emanette.
Okumakla, zâhirî ilimlerin tahsili ile bu hâlin husule gelmesi imkânsızdır, akla bile gelmesin.
Peygamber Aleyhisselâm’ın tam vârisleri bir evlât derecesinde olup, zâhirî nesep itibârı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır.
Neden anlamadığınızı şimdi size Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’te cevap verecek:
“Öyle ilim vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ârif-i billah olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)
Bir Âyet-i kerime’de:
“Ona kendi ruhumdan üfledim.” buyuruluyor. (Sâd: 72)
Bunlar bizzat Allah-u Teâlâ’nın kendi lütfundan kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Ve Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
İşte fazilet buradan geliyor.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o lâtifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
“Biz onu kudsî ruhla destekledik.” (Bakara: 87)
“Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Al-i imran:13)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashab-ı kiram’dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
“Allah’ım! Onu kudsî ruhla destekle!” diye duâ buyurmuştur. (Buhari)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Hazret-i Allah o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.
Allah-u Teâlâ’nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun...
Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile olmaz. Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir isterse bildirmez.
“Gözlerim uyur kalbim uyumaz.” (Buharî)
Hadis-i şerif’inden rûhâniyet ile cismâniyet arasındaki farklılığı gayet güzel öğrenmiş oluyoruz.
Hayatta da olsa, âhirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişir.
Bunun da delili şu Hadis-i şerif’tir:
“İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (Keşfül-hafâ)
Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez.
•