19. Bölüm
USÛL-İ AŞERE
Bir müridin seyr-ü sülûk yolunda daha çabuk, daha kestirmeden maksuduna kavuşabilmesi için tasavvufta “Usûl-i aşere” adı verilen sermayeleri sıkı tutması gerekir. Sırat-ı müstakim yolcuları dikkatle üzerinde durmuşlardır, titizlikle tatbik etmişlerdir.
1- Tevbe:
Tevbe; günahtan dönmek, pişmanlık duymak demektir. Ölüm halinde olduğu gibi kalpte ikilik yapan Hakk’tan gayrı bütün isteklerden ayrılmak, Mevlâ’ya yönelmek, günahların hepsini terketmek, günah arzusunu kalpten tamamen silmek, iyiliklere dönmek demektir. Öyle ki, günah arzusu kalpten tamamen silinmelidir.
Tevbe, yolunu şaşırmış bir insanın yeniden yola gelmesi demektir.
Günahlardan tevbe etmek, her mümine vaciptir. Bu; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. Bunun içindir ki, tevbeyi terketmek de ayrıca bir günahtır.
Günahlardan uzak durmak meleklere mahsus olduğu için, hiçbir insan tevbenin dışında kalamaz.
Enes -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanoğlunun her biri hataya düşmekten kendini alamaz. Ancak, hata işleyenlerin en hayırlısı tevbe edenlerdir.” (Tirmizî)
•
Günahı işleyen, hatayı yapan biz olduğumuz halde, Allah-u Teâlâ bizi tevbeye çağırmakta ve affedeceğini müjdelemektedir:
“De ki: Ey kendilerine kötülük edip haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Zümer: 53)
Âyet-i kerime’deki ümit günaha teşvik için değil, en günahkâr kimseleri bile bir an önce tevbe edip Hakk’a yönelmeye teşvik içindir.
Allah-u Teâlâ dilediği kimsenin, deniz köpüğü kadar da olsa bütün günahlarını örter. Çünkü O’nun merhameti bol, affı geniştir.
Bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey müminler! Hepiniz Allah’a tevbe ediniz ki felâha eresiniz.” (Nur: 31)
Allah-u Teâlâ bilmeyerek kötülük yapıp, sonra da can boğaza gelmeden evvel tevbe edenlerin tevbesini kabul buyuracağını, makbul olan tevbenin nasıl yapılacağını Âyet-i kerime’lerinde haber vermektedir:
“Allah katında makbul tevbe; kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapanların, sonra da çarçabuk vazgeçip tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah onların tevbesini kabul eder. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da, içlerinden birine ölüm gelip çatınca: ‘Ben şimdi tevbe ettim!’ diyenlerin tevbesi makbul değildir, kâfir olarak ölenlerin tevbesi de makbul değildir. İşte onlar için pek acıklı bir azap hazırlamışızdır!” (Nisâ: 17-18)
Bilerek günah işleyen, tevbe etmeyip günah işlemeyi alışkanlık haline getiren ve bu halde iken can boğaza gelip hayattan ümidini kesmeden önce tevbe edenlerin, tevbelerinin kabul edilmesi Allah-u Teâlâ’nın iradesine kalmıştır.
Ebu Musa -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Teâlâ gündüz günah işleyenin tevbesini kabul etmek için gece elini açar. Gece günah işleyenin tevbesini kabul etmek için gündüz elini açar. Bu durum güneşin battığı yerden doğmasına kadar devam eder.” (Müslim)
•
Bir zâhirî bir de bâtınî tevbe vardır.
Zâhirî tevbe; kişinin bütün kötü huylardan ve kötülüklerden kaçınması, kötülüklere asla dönmediği gibi hatırına bile getirmemesidir.
Bâtınî tevbe ise; kötü işlerin tamamıyla iyiliğe çevrilmesi, iyi işlerde sabır ve sebat edilmesidir.
Bâtına intikal edemeyen insanlar, tevbe ettikleri halde zamanla aynı kötülüğü yine yapmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Tevbeleri dilde kalmıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Dil ile yapılan istiğfar yalancıların tevbesidir.” buyurmuşlardır. (Münavi)
Bir ot, dibinden de kesilse yine büyür, hatta daha çok dallanır. Kökünden çıkarılıp yeri kurutulursa bir daha bitmez.
Bâtınî tevbeye muvaffak olan insan o kötülüğü artık terkettiği gibi, o kötülüğe karşı meylini de kalbinden söküp atar. Daha ileride, böyle bir şey zaten düşünemez.
Bâtınî tevbe inabe ile gerçekleşir. Hakk’tan gelen feyz-i ilâhî sayesinde kalpteki mâsiva otları kurutulur, ekilmeye hazır bir tarla haline gelir. Kemâl bulmuş bir elden kalbe tevhid tohumu düştüğü zaman, hemen filiz verir ve ağaç olur. Yerlerin dibine kök salar, dalları ise semâlara yükselir. O tohumu kemâl bulmuş bir elden almak şarttır.
Kemâle ermeyen bir tohum, ekilmiş gibi görünse de filiz vermez. Kişi kendi gayreti nisbetinde yol alır. Bir noktaya kadar gidebilir, daha öteye geçemez.
2- Zühd:
Zühd, dünya sevgisini kalpten çıkarmak, dünyaya karşı duyulan her rağbeti gönülden söküp atmak, nefsin arzularını gemlemek demektir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Rabbinin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin tâ kendisi olacaktır.” (Nâziat: 40-41)
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabbinin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmış ve:
“Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!” buyurmuştur. (Fâtır: 5)
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı unutup dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde dünyayı tarif ederek şöyle buyuruyor:
“Dünya hayatı ancak bir oyundur bir eğlencedir.” (Muhammed: 36)
Ömrün boş yere harcanmasına sebebiyet veren, insanı mühim işlerden alıkoyan, sebatı bulunmayan bir vakitten ibarettir.
Bu dünya hayatı, çocukların, oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu onlar çabuk geçeni (dünyayı) seviyorlar da, önlerindeki o çetin günü (ahireti) bırakıyorlar.” (İnsan: 27)
İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nisbetle bir lokma bile değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Hayır, hayır! Siz çarçabuk geçen dünyayı seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyâmet: 20-21)
O âlemdeki mükâfat ve mücâzâtı hiç düşünmüyorsunuz.
“Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız!” (Necm: 61)
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti unutturmaması gerekir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Allah-u Teâlâ’nın indinde dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı, hiçbir kâfire ondan bir içim su vermezdi.” buyuruyorlar. (Tirmizi)
Sevgili peygamberini taş kovuklarında, mağaralarda barındırmış, sevmediği kimseleri ise köşklerde-saraylarda yaşatmıştır.
Dünyaya rağbet eden, onu sevendir. Dünyalık edinmek ve sürekli olarak daha fazlasını istemek, dünyaya rağbet etmenin alâmetidir.
Sahl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir zât Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize gelerek:
“Yâ Resulellah! Bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım takdirde Allah da, kul da beni sevsin.” demişti.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Dünya muhabbetini kalbinden çıkar ki Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisi olasın. İnsanların ellerindekilere göz dikme ki, insanlar da seni sevsin.” (İbn-i Mâce: 4102)
Görüldüğü üzere zühd, Allah-u Teâlâ’nın sevgisine sebep kılınmıştır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle anlatmıştır:
Biz Resulullah Aleyhisselâm ile otururken uzaktan Mus’ab bin Umeyr -radiyallahu anh- göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resulullah Aleyhisselâm onu görünce (Mekke’de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı.
Sonra buyurdu ki:
“(Gün gelip) Sizden biriniz, sabah bir elbise akşam bir elbise giyse ve önüne yemek tabaklarından biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılarla ve kilimlerle) Kâbe gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?”
Orada bulunanlar: “O gün biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibadete daha çok vakit ayıracağız.” dediler.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle karşılık verdi:
“Hayır! Bilâkis siz bugün o günden daha iyisinizdir.” (Tirmizi: 2478)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz buyururlar ki:
“Resulullah Aleyhisselâm vefat ettiğinde, evimin dolabında bir parça arpadan başka canlının yiyeceği hiçbir şey yoktu. Arpadan uzun müddet yedim durdum, nihayet kileye vurdum da tükendi.”
Zühd, tasavvufun temelidir, tasavvuf erbabının tanınmasına vesile olan bir makam olarak bilinir.
3- Tevekkül:
Tevekkül; Hakk’tan gelen her şeye boyun bükmek, maddi-mânevi her işi O’na bırakıp O’ndan istemek, yalnız O’na güvenmek ve aradan çıkmaktır.
Allah-u Teâlâ çalışmayı farz kıldığı gibi, Zât-ı akdes’ine tevekkül etmeyi de emretmiştir:
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Ezelî ve ebedî hayat ile bâkî olan ölümsüz Allah’a tevekkül et.” (Furkan: 58)
Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan ancak O’dur. Ölüme mahkûm olanlar ise tevekküle lâyık olamazlar, onlar fânidirler. Onlara bağlananlar, onların ölümleriyle büyük bir sükut-u hayâle uğrarlar.
•
Tevekkül; Hâlik ile mahlûk arasında üstün bir sırdır. Hakk’a tam itimat bağlamak ve güvenmek, metanet bulmaktır. İmanın esası, kalbin kuvveti, ruhun rahatıdır. Amellerin efdali, hallerin en şereflisidir. Bedeni kulluğa, kalbi rubûbiyete bağlamak, Hakk ile mutmain olmaktır.
Tevekkül nefsin arzularını terketmek, gönülden mâsivâyı silip atmaktır. Tevekkül söz değil, hâldir.
Her işte Hakk’a tevekkül etmek iman icabıdır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer inanıyorsanız, ancak Allah’a tevekkül ediniz.” (Mâide: 23)
Tevekkül eden; annesinden başka hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini bilen çocuk gibidir. Her halinde, Mevlâ’sına yönelir ve sığınır. İnsanların elinde olandan ümidini keser. Hakk katında olana itibar ve itimat eder. Az ile çok onun nazarında bir olur. Her müşkili çözülür, her sıkıntısı giderilir, halka muhtaç olmaz.
•
Tevekkülün de zâhiri ve bâtınisi vardır. Zâhiri olan, işe teşebbüsten sonraki tevekküldür. Bâtıni tevekkül, işi Hakk ile yapmaktır.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Deveni bağla, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül et.” (Tirmizî)
Yani malı muhafaza tevekküle halel vermez.
Allah-u Teâlâ’ya tevekkül eden bir müslüman, büyük bir azimle işe sarılır, çalışır, çabalar, elinden gelen her şeyi yapar, sonucunu da Allah-u Teâlâ’dan bekler. Meselâ tarlasını sürer, tohumunu eker, zamanı gelince sular, sonra tarlanın ürün vermesini Allah-u Teâlâ’dan diler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah kendine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i imran: 159)
Sürmek, ekmek, sulamak ürünün olması için başvurulması zaruri sebeplerdir. Asıl ürünü verecek olan Allah-u Teâlâ’dır.
Müslümanların başarılarının en önemli sırrı tevekküldür. Tevekkül duygusu insan için büyük bir güç kaynağıdır. Gönüllere itminan bahşeder.
Tevekkül sebeplere değil, sebepleri yaratana güvenmek ve O’nu tercih etmektir.
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah-u Teâlâ’ya hakkıyla tevekkül etseniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır.” (Tirmizî: 2345)
Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabiî bir sonucudur.
Ashâb-ı kiram’dan Habbe ve Sevâ -radiyallahu anhümâ- şöyle anlatmışlardır:
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir işle meşgul iken onun yanına girdik, o işte kendisine yardım ettik.
Sonra bize şöyle buyurdu:
“Başlarınız kımıldadığı (yani yaşadığınız) müddetçe rızık hususunda ümitsiz olmayınız. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır.” (İbn-i Mâce: 4165)
Her şeyin Allah-u Teâlâ’nın takdiri ile meydana geldiğine inanarak hakiki mânâda tevekkül eden bir mümin; O’na itimat edip, her işini O’na havale etmekle, her türlü gam, keder ve sıkıntıdan uzak olur. Hakk’tan gelen her şeye severek boyun büker. O’nun her işinde hikmet olduğunu bilir. Sebeplere değil, sebepleri yaratana bağlanır. Arzu da beslemez. Her hâliyle O’na sığınır ve herşeyi ancak O’ndan bekler. O’ndan başkasına aslâ iltifat etmez, meyletmez. Her hâlinin Allah-u Teâlâ tarafından görülüp, bilinmesini kâfi görür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah kuluna kâfi değil mi?” (Zümer: 36)
Elbette kâfidir!
Çünkü O’na tevekkül etmek, helâk edici noktalardan kurtuluşa sebeptir.
Bir kimse Allah-u Teâlâ’dan korkar, emredilen ve nehyedilen hususlarda takvâya riâyet eder, sebepleri yerine getirdikten sonra tam bir tevekkülle Rabbine yönelirse; Allah-u Teâlâ onu sıkıntıdan, hüzün ve kederden kurtarır, tahmin edemeyeceği, aklına gelmeyen yerlerden rızık kaynakları verir, onu başkasına muhtaç etmez.
Tevekkül makamına yükselen takva ehli, dünya maişetlerini şu Âyet-i kerime’lerde ifade edilen gayb hazinesinden temin ederler:
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır.” (Talâk: 2)
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
“Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir.” (Talâk: 3)
Gerçekten bir insan gönlüne Allah korkusunu yerleştirdiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
“Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter.” (Talâk: 3)
Sebeplere dayanma sınırlı, Allah’a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’ya güvenmekledir. Şu kadar var ki sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhî’dir.
Bu durumda neticeye kolayca varılır, işler kolayca hal imkânı bulur ve kişi kolaylıklar içinde ömrünü huzurlu olarak devam ettirir.
Tevekkül edenin muradı, Allah-u Teâlâ’nın irade ve rızâsına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah-u Teâlâ onun mükâfâtını büyültür.
“Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir.” (Talâk: 3)
Hiçbir güç ve kuvvet Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmesine mâni olamaz. Hükmünü istediği gibi yürütür.
“Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir.” (Talâk: 3)
Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Hiçbir şey tesadüf ve başıboş değildir.
4- Kanaat:
Bulunduğu hâle râzı olmak ve bu taksimin “Âlemlerin yegâne rızıklandırıcısı” olan Allah-u Teâlâ tarafından yapıldığını tasdik etmek, böylece nefsânî zevklerden ayrılıp rûhanî zevki ele geçirmek hâlidir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Cenâb-ı Hakk’ın verdiğine kanaat, tükenmez bir maldır.” (Câmiüs-sağir)
Kanaat Allah-u Teâlâ’nın, nefsin aşırı arzusu olmaksızın rızık olarak verdiği nimetleri terketmek değildir.
Nitekim bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Asıl zenginlik malın çokluğu değil, gönül zenginliğidir.” (Müslim: 1051)
Birçok zenginler vardır ki gönülleri fakirdir, çünkü ellerindeki malı çoğaltmak için geceyi gündüze katarlar. Gönlü zengin olan ise Allah-u Teâlâ’nın takdirine râzıdır, daima tok gözlüdür. İşte asıl zenginlik budur.
Rızkın taksimli olduğunu Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde açık olarak beyan ediyor ve şöyle buyuruyor:
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?” (Zuhruf: 32)
Bu Allah-u Teâlâ’nın işidir, bu hususta karar vermek O’ndan başka hiç kimseye düşmez.
“Dünya hayatında onların maişetlerini kendi aralarında biz taksim ettik.” (Zuhruf: 32)
Kullarının geçim işini kendilerine bırakmayıp bizzat üzerine almıştır.
Geçici basit nasipleri ihmal etmeyen Allah-u Teâlâ, kalıcı ve şerefli nasipleri şüphesiz ki ihmal etmemektedir.
“Kimini kimine derece derece üstün kıldık ki, bir kısmı bir kısmını iş adamı edinsin, böylece kaynaşsınlar.” (Zuhruf: 32)
Her durumda insanlar birbirine muhtaçtırlar. Kendileri için taksim edilen rızkı kazanmak için bu devr-i daim takdir buyurulmuştur. Bunun da hikmeti, dünyanın nizam ve intizamının bozulmamasıdır.
“Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf: 32)
Dünya metaı ve kazançları, sonunda yok olmaya mahkumdur. Uhrevî kazançlar ise ebedîdir ve en büyük saâdete vesiledir.
“Rızkınız da size vâdedilen şeyler de göklerdedir.” (Zâriyat: 22)
Binaenaleyh Rezzâk-ı âlem olan Allah-u Teâlâ’nın herkesin rızkını tahsis ettiğine, takdir olunan rızkın kulun hırsı ve acelesi ile artıp eksilmeyeceğine, bu rızkını tamamen almadıkça ölmeyeceğine inanıp itimat etmek lâzımdır.
Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“İnsanoğlu ecelinden kaçtığı gibi rızıktan da kaçsa; ecel, her nerede olsa onu bulduğu gibi rızık da kendisini arar bulur.” (Câmiüs-sağir)
Böyle olunca “Nahnü kasemnâ”yı gözeten “Biz taksim ettik.” fermanına inanan bir kimse, hırstan, tamahtan ve buna bağlı kötü huylardan kurtulmuş, huzur ile ömrünü geçirmiş olur. Çünkü taksimatta ayrılmış olan rızkın kişiye ulaşmasını dünyadaki bütün insanlar birleşip mâni olmaya kalksalar mâni olamazlar. Bütün insanlar bir araya gelseler, taksimatta ayrılmamış olan rızkı veremezler.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Bir kimse Cenâb-ı Hakk’ın ihsan buyurduğu az bir rızka râzı olursa, Cenâb-ı Hakk da o kimseden az bir amel ve ibadetle râzı olur.” (Münavî)
Allah-u Teâlâ’nın verdiği rızka kanaat etmeyen kimse Allah-u Teâlâ’ya güvenmemiş, O’na itaat etmemiş sayılır.
Dünya ve içindekiler insan için gaye değil, ahireti kazanmak için bir vasıtadır. Bu vasıtalardan faydalanırken, onları gaye hâline getirmemelidir.
“Allah-u Teâlâ dünyayı âhiret niyetine göre verir.” (Camius-sağir)
Hadis-i şerif’i gözden uzak tutulmamalıdır.
İnsan meşru yollardan helâl kazanç elde etmeye çalışmalıdır. Allah’ın verdiğine kanaat edip, hakkına râzı olmalı ki, haram kazançlarda gözü olmasın.
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Müslüman olup, kendisine yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın verdiğine kanaat eden kimse saadete ermiştir.” (Müslim)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allah’ım! Muhammed âilesinin rızkını yetecek kadar ihsan eyle!” diye niyazda bulunmuşlardır. (Müslim)
5- Uzlet:
Halkla ilişiği kesip Hakk’la olmak, huzur içinde ibadet, tezekkür ve esrâr-ı ilâhi’yi tefekkür için tenhayı seçmek demektir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Rabbinin adını zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel.” (Müzemmil: 8)
İşlerini bitirince kendini her şeyden çekerek Rabbine çekil, samimi bir şekilde O’na ibadet için vakit ayır, dünya alâkaları gönlünü asla meşgul etmesin. Her an O’nu zikretmeye devam ederek kalbini nurlandır. İhlâs ve sadâkatle yolunda bulun.
Uzlet; farz ve fazilet olan uzlet olarak ikiye ayrılmıştır. Farz olan uzlet, şerden ve şerli kimselerden; fazilet olan uzlet ise, lüzumsuz ve faydasız işlerle bunları âdet haline getirmiş kimselerden uzak durmaktır. Halktan uzak olan Hakk’a yakın olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Bir dost olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.” (Nisâ: 45)
O’nun dostluğunu ve yardımını kazananlar, başkalarını dost edinmezler.
İşte onlar Allah’ı anarak yaşar, Allah’ı anarak ölür ve Allah’ı anarak Allah’a ulaşırlar.
•
Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Otuz seneden beri Hakk’la sohbet etmekteyim, halk ise benim kendileriyle sohbet ettiğimi sanıyor.”
“Benimle arkadaş olur musun?” diyen bir zâta, Sehl-i Tüsteri -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Biriniz ölünce ona ahirete kadar arkadaşlık edecek olan yalnız Hazret-i Allah olduğuna göre, şimdiden O’na arkadaş olmaya bak!” buyururlar.
Hep O, hep O’nun rızâsı...
Yolumuzun büyüğü Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimize “Sizin yolunuzda halvet ve cehri zikir yoktur, yolunuzun esası nedir?” diye sorulduğu zaman “Zâhirde halk ile, bâtında Hakk ile olmaktır.” cevabını vermiş ve şu şiiri okumuştur:
“Kalbinden âşinâ ol, dışta yabancı görün.
Böyle güzel yürüyüş cihanda az bulunur.”
Çünkü kalbin Allah’tan gayri şeyleri düşünmesi hiçbir zaman câiz değildir. Nazargâh-ı ilâhî’dir, Allah için yaratılmıştır.
Uzlette sabır, dünyadan ve insanların meylettiği dünyalıktan alâkalarını kesmekle mümkündür. El kârla meşgul olurken, gönül yârla meşgul olmalıdır. Vuslatı gerçekleşenler beden ile değil, gönül ile inzivalarını sürdürürler.
Zâhirde halk bâtında Hakk ile olmak ancak ariflerin işidir. Bu hâl üzerinde azimle duruldukça bir gün olur Allah-u Teâlâ o hâle eriştirir.
En büyük meziyet ise nefsi ıslah etmektir.
6- Teveccüh:
“Yönelme ve öz alâka” mânâlarına gelen teveccüh; Hakk’tan gayrı sevgi ve isteklerden geçerek, Sahib-i hakiki’ye yönelmek, mâsivâdan kalbi temizlemek demektir. O zaman Cenâb-ı Hakk’a gerçek olarak dönülmüş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Rabbinize yönelin, size azap gelip çatmadan evvel O’na teslim olun.” (Zümer: 54)
O zaman gönülde Hakk’tan başka hiçbir maksut, hiçbir matlup ve hiçbir mahbub kalmaz. Can, Cânan’dan bir an ayrılmaz.
Hakk’a teveccüh edebilmek için mâsivâyı gönülden çıkarmak lâzımdır. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz. Kalp mâsivâ ile dolarsa muhabbet-i Mevlâ oradan çıkar. Muhabbetullah’ın bulunduğu bir kalpte ise mâsivâ bulunmaz.
Para varsa kasada-kesede, eşya varsa evde, mal varsa mağazada bulunacak. Kalp ise Mevlâ’ya teveccüh edecek, Mevlâ ile meşgul olacak.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’ine yönelen ve gönülden bağlanan kulunun durumunu, yüksek bir yerden sarkan ve kopmayacağından emin olunan sağlam bir ipten yapılmış en güvenilir kulpa yapışan kimsenin durumuna benzeterek şöyle buyurmuştur:
“Kim kendini Allah’a muhsin olarak O’nu görür gibi tamamen teslim ederse, muhakkak ki o en sağlam kulpa yapışmış olur.” (Lokman: 22)
En sağlam kulp O’nun katındadır, yapışılan diğer kulpların hepsi kopup yok olacaktır.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Rabbinin adını zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel.” (Müzemmil: 8)
Dünya işlerinden ihtiyacın kadarını yapıp, meşguliyetlerini bitirince O’na teveccüh et, O’nunla olmaya bak!
“Bana dönenlerin yoluna uy!” (Lokman: 15)
Bana teveccüh edenlerin yoluna tâbi ol.
Bir mürid, mürşidinin ruhâniyetine muhabbet yoluyla teveccüh ettiği zaman, o ruhâniyet müridin bâtınında faaliyete geçer ve onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır. Mürid tedrici olarak, mürşidinin ruhanî vasıflarıyla sıfatlanır.
Tarikat-ı Nakşibendiye’nin takip ettiği yollardan birisi de “Kalp teveccühü”dür. Lâfza-î celâl zikrine devam eden salik, bunun mânâsını düşünüp ve bu mânâyı hafızasında tutup, tam olarak kalbine teveccüh eder, ilâhî tecellilere mazhar olur.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Sonra dönüşünüz banadır. O zaman ben de size yaptıklarınızı haber veririm.” (Lokman: 15)
Her biriniz dünyada amellerinize göre mükâfat veya mücâzâta kavuşacaksınız.
7- Sabır:
Mücadele ile nefsin arzu ve lezzetlerine muhalefet etmek, Hakk’ın arzu ve isteklerini yapmakta azim ve sebat göstermek, ibtilâlar karşısında kurtuluşu Allah-u Teâlâ’dan beklemek demektir.
Sâlik, nefsin alıştığı ve sevdiği, Allah-u Teâlâ’nın ise nehyettiği şeylerden şiddetle kaçınmalı, ne ki emretti ise seve seve yapmalıdır. Çünkü haramları yasakları yapmamakta azim ve sebat göstermedikçe, kişi muttakiler derecesine erişemez. Takvâ sabır ile kaimdir.
İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur’an-ı kerim’de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Onlar ki, Rablerinin rızâsına ermek için her güçlüğe sabrederler.” (Ra’d: 22)
Ne halka karşı bir gösteriş ne de gönüllerinde bir gurur ve iftihar duygusu beslemeyerek, sırf Allah-u Teâlâ’nın teveccühüne nail olmak için zahmetlere katlanıp Hakk yolunda sabır ve sebat gösterirler. İlâhî takdire boyun bükerler. Nefislerinin hoşlanmadığı çeşitli musibetlere sabırla karşılık verirler.
“Allah sabredenleri sever.” (Âl-i imran: 146)
Onlara yardım ederek derecelerini yükseltir.
Dünya mihnet ve meşakkat yeridir. İnsan hayatı boyunca çeşit çeşit musibetlere mübtelâ olur. Kişi dinine bağlılıkta samimi olduğu nisbette imtihanlarla ibtilâlarla karşılaşır. En şiddetli ibtilâlar peygamberlere gelir, sonra iman derecesine göre diğer müminlere gelir. Kul, karşılaştığı sıkıntıların verdiği üzüntüyü sadece Allah-u Teâlâ’ya arzeder.
Sabrın son derece acılığı, elbette rızânın tatlılığının başlangıcıdır. Sabredene belâ bal olur.
“Sabredenlere ecir ve mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer: 10)
Ücret ve mükâfat alan herkesin mükâfatı sınırlı olacağı halde, sabredenlerin ecri sınırsız ve hesapsız olacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Müminin işine şaşılır. Doğrusu onun her işi hayırlıdır. Bu husus, müminden başkası için böyle değildir. Ona iyilik ve genişlik isabet ederse şükreder ve bu kendisi için hayır olur. Bir sıkıntı ve darlığa uğrarsa sabreder, bu da kendisi için hayır olur.” (Buhari)
Allah-u Teâlâ kullarını imanı nisbetinde sabır ve imtihana tâbi tutar. İbtilâlara maruz bırakır. İman kemâlleştikçe imtihanlar da o nisbette artar.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebut: 2)
Çünkü ihlâs ve sadakat imtihanda belli olur.
Kur’an-ı kerim’de Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm’ın kıssası, sabır ve rızâyı ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.
İmanın aslı sabırdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabırdır. Ahlâkın da, ilmin de, amelin de başı sabırdır. Nefis terbiyesinin en mühim bir merhalesidir, insanın saâdet sırrıdır. İmtihan sabırla verilir, ibtilâlar sabır sayesinde küçülür. Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Mümin sabrı nisbetinde derece alır ve terakki eder. Rızâ makamına sabırla kavuşulur, kalp de sâfileşir.
Abdülkâdir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Sabır, belâyı edeple karşılamaktır. Yani ne zâhiren ne de bâtınen sarsılmamaktır.” buyurmuşlardır.
Musibete karşı sabrın en güzel ve faziletli olanı, karşılaşılan ilk sadmesi ânında sabır gösterilmesidir.
8- Zikir:
Zikrin mânâsı, Allah-u Teâlâ’nın yüceliğini meth-ü senâ etmek maksadı ile dilden ve gönülden gelen güzel kelimelerle anmak demektir.
Mâsivayı kalpten çıkarmak, Hakk’ın zikrini kalbe yerleştirmek, O’ndan bir an gafil olmamaktır.
Zikir dinimizin emri, imanın alâmeti, ibadetlerin beyni, aklın nuru, kalbin cilâsı, ruhun hayatı, gönlümüzün miracı ve her derdin ilacıdır.
Bir Hadis-i şerif’te:
“Zikrullah kalplerin şifâsıdır.” buyuruluyor. (Münâvî)
Zikir nurdur, zikrullahla meşgul olanın içi nurlanır. İç nurlanınca hikmet husule gelir.
Zikrullah, kulu gafletten koruyan mânevî bir zırhtır.
Her ibadetin belli bir şartı olduğu halde, zikir için hiçbir şart yoktur. Ayakta, oturarak, yatarak bile zikretmek câizdir. Zikir yaparken abdestli olmak en efdâli olduğu halde, abdestsiz olarak da yapılabilir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ı çok çok zikredin. Tâ ki umduğunuza kavuşabilesiniz.” (Enfâl: 45 ve Cumâ: 10)
Dünyada da ahirette de muvaffakiyetlere, saâdet ve selâmete eresiniz.
Bir şeyi çok seven onu dilinden hiç düşürmez. Zikrullah Allah sevgisini tahrik ederek sonsuz bir şevk verir. Zikrullahla kalpler arınır ve sükûn bulur:
“Onlar o kimselerdir ki iman etmişlerdir ve kalpleri zikrullahla mutmain olmuş, sükûn bulmuştur.” (Ra’d: 28)
İtminan; yerleşip sabitleşme demektir. Hiçbir şek ve şüphe bulunmayacak şekilde Allah-u Teâlâ’ya yakinen inanma zevkine ermektir. Her türlü korku ve hüzünden sarsılmayacak şekilde emniyet elde etmektir.
Bu kalp huzuru ancak ve ancak zikrullahla husule gelir.
“Çok iyi bilin ki kalpler ancak zikrullahla itminana kavuşur, huzur bulur.” (Ra’d: 28)
O’nun fevkinde bir şey talebine imkân olmadığından, kalpler zikrullahla mutmain olur, sükûna erer.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde zikrullahı teşvik buyurarak, zikrullahla meşgul olanları meth-ü senâ etmiştir:
“Öyle erler vardır ki, onları ne bir ticaret ne de bir alış-veriş zikrullahtan alıkoymaz.” (Nûr: 37)
Şurası unutulmamalıdır ki, ahiret kazancı ve ahiret zenginliği dünyadan çok daha hayırlıdır. Dünya kazançlarının faydaları ömürle sona erer. Dünyada kazanıp ahirette iflâs etmek akıl kârı değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde zikrullahın fazilet ve meziyetini şöyle beyan buyurmaktadır:
“Kıyamet gününde Allah katında en faziletli kul, dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı çok zikretmiş olandır.” (C. Sağîr)
Allah-u Teâlâ her şey için bir sebep yaratmıştır. Muhabbetullah’ın husulüne sebep de zikrullahtır. O’nun sevgisine nâil olmak isteyenler zikrullaha devam etmelidirler.
9- Murakaba:
Bütün kayıt ve şartlardan, arzu ve isteklerden sıyrılıp çıkmak, Hakk’ta fâni olarak daima Hakk’ı tefekkür etmek, huzur-u ilâhi’de Hakk ile olmak, kısacası Murâkıb’ı düşünüp tamamen O’nunla olmak demektir.
Murakabanın alâmeti, Allah-u Teâlâ’nın tercih ettiğini tercih etmektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (Âl-i İmran: 5)
Hiçbir şey O’na gizli değildir.
Bütün hareketleriniz Allah’ın kontrolü altındadır. Yaptıklarınızdan, sözlerinizden, niyetlerinizden hiçbiri O’ndan gizli kalmaz.
“Allah her şeyi görüp gözetendir.” (Ahzab: 52)
Her şeyden haberdardır, ne bir hatırlatıcıya, ne de bir uyarıcıya ihtiyacı vardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde bu tefekkürün kaynağını şu şekilde beyan buyurmaktadır:
“İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir. Zira sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Müslim: 1)
Bu Hadis-i şerif, müşâhede makamından murakabaya iniştir. Zâhirî ve bâtınî bütün ibadet vazifelerini, iman esaslarını, kalplerin ihlâsını izah etmektedir.
Bu hâle gelen bir kimseye Allah-u Teâlâ’nın her yerde mevcut olduğu hakikatı zuhur eder, müşahede mertebesine yükselir. Rubûbiyet nurları, Ehadiyet sırları tecelli eder.
Devamlı murakaba ve tam bir ihlâs ile Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmayı arzulayan bahtiyar bir kul için; yükselme ve feyz kapılarının açıldığı, başarı sebeplerinin hazır bulunduğu açık bir gerçektir.
•
İnsanın üç saati vardır. Birisi geçmiştir. Diğeri de gelecek saattir. Onun da gelip-gelmeyeceği ve nasıl geleceği belli değildir. Üçüncü saat ise içinde bulunulan saattir.
Kula düşen, içinde bulunduğu saati en güzel şekilde değerlendirmeye çalışmaktır. Bir sonraki saate yetişirse, onu da aynı şekilde değerlendirmelidir.
İçinde bulunduğu anı ömrünün sonu kabul ederek ona göre hazırlanmalıdır. Zaten belki de son vaktidir. Böyle yaparsa artık ölümden de çekinmez.
Muhafaza edilen vakitler, vakitlerin en faziletlisidir.
10- Rızâ:
Allah-u Teâlâ’nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermektir. En son makamdır. Bu makama ulaşan Hakk’a kavuşur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın rızâsı ise daha büyüktür.” (Tevbe: 72)
Rızâ-i Bâri, nezih ruhlar için bütün nimetlerin ve saâdetlerin üstündedir. Bütün ruhânî saâdetler o sayede tecelli eder. Çünkü her iyiliğin ve her mutluluğun, her yüceliğin kaynağı O’dur.
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Mâide: 54)
O’nun râzı olmasını her şeyden üstün tutarlar. O’nun sevgisini elde edebilecek yolları izlerler, hoşlanmayacağı yollardan uzak kalırlar.
Kendi akıl ve tedbirinden ziyâde kim ki Allah-u Teâlâ’nın kaza ve kaderine râzı olursa, ona mükâfat olarak kendi rızâsını ihsan eder.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İyiliğin mükâfatı iyilikten başka mıdır?” (Rahman: 60)
İyiliğin en büyüğü, Hâlik-ı Azimüşan’ın kulundan râzı olmasıdır.
O kullarını:
“Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnud olmuşlardır. Onlar Allah’tan yana olanlardır.” Âyet-i kerime’sinin tecellisine mazhar eder. (Mücadele: 22)
USÛL-İ AŞERE
Bir müridin seyr-ü sülûk yolunda daha çabuk, daha kestirmeden maksuduna kavuşabilmesi için tasavvufta “Usûl-i aşere” adı verilen sermayeleri sıkı tutması gerekir. Sırat-ı müstakim yolcuları dikkatle üzerinde durmuşlardır, titizlikle tatbik etmişlerdir.
1- Tevbe:
Tevbe; günahtan dönmek, pişmanlık duymak demektir. Ölüm halinde olduğu gibi kalpte ikilik yapan Hakk’tan gayrı bütün isteklerden ayrılmak, Mevlâ’ya yönelmek, günahların hepsini terketmek, günah arzusunu kalpten tamamen silmek, iyiliklere dönmek demektir. Öyle ki, günah arzusu kalpten tamamen silinmelidir.
Tevbe, yolunu şaşırmış bir insanın yeniden yola gelmesi demektir.
Günahlardan tevbe etmek, her mümine vaciptir. Bu; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. Bunun içindir ki, tevbeyi terketmek de ayrıca bir günahtır.
Günahlardan uzak durmak meleklere mahsus olduğu için, hiçbir insan tevbenin dışında kalamaz.
Enes -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanoğlunun her biri hataya düşmekten kendini alamaz. Ancak, hata işleyenlerin en hayırlısı tevbe edenlerdir.” (Tirmizî)
•
Günahı işleyen, hatayı yapan biz olduğumuz halde, Allah-u Teâlâ bizi tevbeye çağırmakta ve affedeceğini müjdelemektedir:
“De ki: Ey kendilerine kötülük edip haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Zümer: 53)
Âyet-i kerime’deki ümit günaha teşvik için değil, en günahkâr kimseleri bile bir an önce tevbe edip Hakk’a yönelmeye teşvik içindir.
Allah-u Teâlâ dilediği kimsenin, deniz köpüğü kadar da olsa bütün günahlarını örter. Çünkü O’nun merhameti bol, affı geniştir.
Bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey müminler! Hepiniz Allah’a tevbe ediniz ki felâha eresiniz.” (Nur: 31)
Allah-u Teâlâ bilmeyerek kötülük yapıp, sonra da can boğaza gelmeden evvel tevbe edenlerin tevbesini kabul buyuracağını, makbul olan tevbenin nasıl yapılacağını Âyet-i kerime’lerinde haber vermektedir:
“Allah katında makbul tevbe; kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapanların, sonra da çarçabuk vazgeçip tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah onların tevbesini kabul eder. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da, içlerinden birine ölüm gelip çatınca: ‘Ben şimdi tevbe ettim!’ diyenlerin tevbesi makbul değildir, kâfir olarak ölenlerin tevbesi de makbul değildir. İşte onlar için pek acıklı bir azap hazırlamışızdır!” (Nisâ: 17-18)
Bilerek günah işleyen, tevbe etmeyip günah işlemeyi alışkanlık haline getiren ve bu halde iken can boğaza gelip hayattan ümidini kesmeden önce tevbe edenlerin, tevbelerinin kabul edilmesi Allah-u Teâlâ’nın iradesine kalmıştır.
Ebu Musa -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Teâlâ gündüz günah işleyenin tevbesini kabul etmek için gece elini açar. Gece günah işleyenin tevbesini kabul etmek için gündüz elini açar. Bu durum güneşin battığı yerden doğmasına kadar devam eder.” (Müslim)
•
Bir zâhirî bir de bâtınî tevbe vardır.
Zâhirî tevbe; kişinin bütün kötü huylardan ve kötülüklerden kaçınması, kötülüklere asla dönmediği gibi hatırına bile getirmemesidir.
Bâtınî tevbe ise; kötü işlerin tamamıyla iyiliğe çevrilmesi, iyi işlerde sabır ve sebat edilmesidir.
Bâtına intikal edemeyen insanlar, tevbe ettikleri halde zamanla aynı kötülüğü yine yapmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Tevbeleri dilde kalmıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Dil ile yapılan istiğfar yalancıların tevbesidir.” buyurmuşlardır. (Münavi)
Bir ot, dibinden de kesilse yine büyür, hatta daha çok dallanır. Kökünden çıkarılıp yeri kurutulursa bir daha bitmez.
Bâtınî tevbeye muvaffak olan insan o kötülüğü artık terkettiği gibi, o kötülüğe karşı meylini de kalbinden söküp atar. Daha ileride, böyle bir şey zaten düşünemez.
Bâtınî tevbe inabe ile gerçekleşir. Hakk’tan gelen feyz-i ilâhî sayesinde kalpteki mâsiva otları kurutulur, ekilmeye hazır bir tarla haline gelir. Kemâl bulmuş bir elden kalbe tevhid tohumu düştüğü zaman, hemen filiz verir ve ağaç olur. Yerlerin dibine kök salar, dalları ise semâlara yükselir. O tohumu kemâl bulmuş bir elden almak şarttır.
Kemâle ermeyen bir tohum, ekilmiş gibi görünse de filiz vermez. Kişi kendi gayreti nisbetinde yol alır. Bir noktaya kadar gidebilir, daha öteye geçemez.
2- Zühd:
Zühd, dünya sevgisini kalpten çıkarmak, dünyaya karşı duyulan her rağbeti gönülden söküp atmak, nefsin arzularını gemlemek demektir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Rabbinin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin tâ kendisi olacaktır.” (Nâziat: 40-41)
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabbinin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmış ve:
“Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!” buyurmuştur. (Fâtır: 5)
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı unutup dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde dünyayı tarif ederek şöyle buyuruyor:
“Dünya hayatı ancak bir oyundur bir eğlencedir.” (Muhammed: 36)
Ömrün boş yere harcanmasına sebebiyet veren, insanı mühim işlerden alıkoyan, sebatı bulunmayan bir vakitten ibarettir.
Bu dünya hayatı, çocukların, oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu onlar çabuk geçeni (dünyayı) seviyorlar da, önlerindeki o çetin günü (ahireti) bırakıyorlar.” (İnsan: 27)
İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nisbetle bir lokma bile değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Hayır, hayır! Siz çarçabuk geçen dünyayı seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyâmet: 20-21)
O âlemdeki mükâfat ve mücâzâtı hiç düşünmüyorsunuz.
“Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız!” (Necm: 61)
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti unutturmaması gerekir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Allah-u Teâlâ’nın indinde dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı, hiçbir kâfire ondan bir içim su vermezdi.” buyuruyorlar. (Tirmizi)
Sevgili peygamberini taş kovuklarında, mağaralarda barındırmış, sevmediği kimseleri ise köşklerde-saraylarda yaşatmıştır.
Dünyaya rağbet eden, onu sevendir. Dünyalık edinmek ve sürekli olarak daha fazlasını istemek, dünyaya rağbet etmenin alâmetidir.
Sahl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir zât Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize gelerek:
“Yâ Resulellah! Bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım takdirde Allah da, kul da beni sevsin.” demişti.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Dünya muhabbetini kalbinden çıkar ki Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisi olasın. İnsanların ellerindekilere göz dikme ki, insanlar da seni sevsin.” (İbn-i Mâce: 4102)
Görüldüğü üzere zühd, Allah-u Teâlâ’nın sevgisine sebep kılınmıştır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle anlatmıştır:
Biz Resulullah Aleyhisselâm ile otururken uzaktan Mus’ab bin Umeyr -radiyallahu anh- göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resulullah Aleyhisselâm onu görünce (Mekke’de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı.
Sonra buyurdu ki:
“(Gün gelip) Sizden biriniz, sabah bir elbise akşam bir elbise giyse ve önüne yemek tabaklarından biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılarla ve kilimlerle) Kâbe gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?”
Orada bulunanlar: “O gün biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibadete daha çok vakit ayıracağız.” dediler.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle karşılık verdi:
“Hayır! Bilâkis siz bugün o günden daha iyisinizdir.” (Tirmizi: 2478)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz buyururlar ki:
“Resulullah Aleyhisselâm vefat ettiğinde, evimin dolabında bir parça arpadan başka canlının yiyeceği hiçbir şey yoktu. Arpadan uzun müddet yedim durdum, nihayet kileye vurdum da tükendi.”
Zühd, tasavvufun temelidir, tasavvuf erbabının tanınmasına vesile olan bir makam olarak bilinir.
3- Tevekkül:
Tevekkül; Hakk’tan gelen her şeye boyun bükmek, maddi-mânevi her işi O’na bırakıp O’ndan istemek, yalnız O’na güvenmek ve aradan çıkmaktır.
Allah-u Teâlâ çalışmayı farz kıldığı gibi, Zât-ı akdes’ine tevekkül etmeyi de emretmiştir:
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Ezelî ve ebedî hayat ile bâkî olan ölümsüz Allah’a tevekkül et.” (Furkan: 58)
Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan ancak O’dur. Ölüme mahkûm olanlar ise tevekküle lâyık olamazlar, onlar fânidirler. Onlara bağlananlar, onların ölümleriyle büyük bir sükut-u hayâle uğrarlar.
•
Tevekkül; Hâlik ile mahlûk arasında üstün bir sırdır. Hakk’a tam itimat bağlamak ve güvenmek, metanet bulmaktır. İmanın esası, kalbin kuvveti, ruhun rahatıdır. Amellerin efdali, hallerin en şereflisidir. Bedeni kulluğa, kalbi rubûbiyete bağlamak, Hakk ile mutmain olmaktır.
Tevekkül nefsin arzularını terketmek, gönülden mâsivâyı silip atmaktır. Tevekkül söz değil, hâldir.
Her işte Hakk’a tevekkül etmek iman icabıdır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer inanıyorsanız, ancak Allah’a tevekkül ediniz.” (Mâide: 23)
Tevekkül eden; annesinden başka hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini bilen çocuk gibidir. Her halinde, Mevlâ’sına yönelir ve sığınır. İnsanların elinde olandan ümidini keser. Hakk katında olana itibar ve itimat eder. Az ile çok onun nazarında bir olur. Her müşkili çözülür, her sıkıntısı giderilir, halka muhtaç olmaz.
•
Tevekkülün de zâhiri ve bâtınisi vardır. Zâhiri olan, işe teşebbüsten sonraki tevekküldür. Bâtıni tevekkül, işi Hakk ile yapmaktır.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Deveni bağla, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül et.” (Tirmizî)
Yani malı muhafaza tevekküle halel vermez.
Allah-u Teâlâ’ya tevekkül eden bir müslüman, büyük bir azimle işe sarılır, çalışır, çabalar, elinden gelen her şeyi yapar, sonucunu da Allah-u Teâlâ’dan bekler. Meselâ tarlasını sürer, tohumunu eker, zamanı gelince sular, sonra tarlanın ürün vermesini Allah-u Teâlâ’dan diler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah kendine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i imran: 159)
Sürmek, ekmek, sulamak ürünün olması için başvurulması zaruri sebeplerdir. Asıl ürünü verecek olan Allah-u Teâlâ’dır.
Müslümanların başarılarının en önemli sırrı tevekküldür. Tevekkül duygusu insan için büyük bir güç kaynağıdır. Gönüllere itminan bahşeder.
Tevekkül sebeplere değil, sebepleri yaratana güvenmek ve O’nu tercih etmektir.
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah-u Teâlâ’ya hakkıyla tevekkül etseniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır.” (Tirmizî: 2345)
Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabiî bir sonucudur.
Ashâb-ı kiram’dan Habbe ve Sevâ -radiyallahu anhümâ- şöyle anlatmışlardır:
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir işle meşgul iken onun yanına girdik, o işte kendisine yardım ettik.
Sonra bize şöyle buyurdu:
“Başlarınız kımıldadığı (yani yaşadığınız) müddetçe rızık hususunda ümitsiz olmayınız. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır.” (İbn-i Mâce: 4165)
Her şeyin Allah-u Teâlâ’nın takdiri ile meydana geldiğine inanarak hakiki mânâda tevekkül eden bir mümin; O’na itimat edip, her işini O’na havale etmekle, her türlü gam, keder ve sıkıntıdan uzak olur. Hakk’tan gelen her şeye severek boyun büker. O’nun her işinde hikmet olduğunu bilir. Sebeplere değil, sebepleri yaratana bağlanır. Arzu da beslemez. Her hâliyle O’na sığınır ve herşeyi ancak O’ndan bekler. O’ndan başkasına aslâ iltifat etmez, meyletmez. Her hâlinin Allah-u Teâlâ tarafından görülüp, bilinmesini kâfi görür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah kuluna kâfi değil mi?” (Zümer: 36)
Elbette kâfidir!
Çünkü O’na tevekkül etmek, helâk edici noktalardan kurtuluşa sebeptir.
Bir kimse Allah-u Teâlâ’dan korkar, emredilen ve nehyedilen hususlarda takvâya riâyet eder, sebepleri yerine getirdikten sonra tam bir tevekkülle Rabbine yönelirse; Allah-u Teâlâ onu sıkıntıdan, hüzün ve kederden kurtarır, tahmin edemeyeceği, aklına gelmeyen yerlerden rızık kaynakları verir, onu başkasına muhtaç etmez.
Tevekkül makamına yükselen takva ehli, dünya maişetlerini şu Âyet-i kerime’lerde ifade edilen gayb hazinesinden temin ederler:
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır.” (Talâk: 2)
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
“Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir.” (Talâk: 3)
Gerçekten bir insan gönlüne Allah korkusunu yerleştirdiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
“Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter.” (Talâk: 3)
Sebeplere dayanma sınırlı, Allah’a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’ya güvenmekledir. Şu kadar var ki sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhî’dir.
Bu durumda neticeye kolayca varılır, işler kolayca hal imkânı bulur ve kişi kolaylıklar içinde ömrünü huzurlu olarak devam ettirir.
Tevekkül edenin muradı, Allah-u Teâlâ’nın irade ve rızâsına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah-u Teâlâ onun mükâfâtını büyültür.
“Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir.” (Talâk: 3)
Hiçbir güç ve kuvvet Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmesine mâni olamaz. Hükmünü istediği gibi yürütür.
“Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir.” (Talâk: 3)
Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Hiçbir şey tesadüf ve başıboş değildir.
4- Kanaat:
Bulunduğu hâle râzı olmak ve bu taksimin “Âlemlerin yegâne rızıklandırıcısı” olan Allah-u Teâlâ tarafından yapıldığını tasdik etmek, böylece nefsânî zevklerden ayrılıp rûhanî zevki ele geçirmek hâlidir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Cenâb-ı Hakk’ın verdiğine kanaat, tükenmez bir maldır.” (Câmiüs-sağir)
Kanaat Allah-u Teâlâ’nın, nefsin aşırı arzusu olmaksızın rızık olarak verdiği nimetleri terketmek değildir.
Nitekim bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Asıl zenginlik malın çokluğu değil, gönül zenginliğidir.” (Müslim: 1051)
Birçok zenginler vardır ki gönülleri fakirdir, çünkü ellerindeki malı çoğaltmak için geceyi gündüze katarlar. Gönlü zengin olan ise Allah-u Teâlâ’nın takdirine râzıdır, daima tok gözlüdür. İşte asıl zenginlik budur.
Rızkın taksimli olduğunu Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde açık olarak beyan ediyor ve şöyle buyuruyor:
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?” (Zuhruf: 32)
Bu Allah-u Teâlâ’nın işidir, bu hususta karar vermek O’ndan başka hiç kimseye düşmez.
“Dünya hayatında onların maişetlerini kendi aralarında biz taksim ettik.” (Zuhruf: 32)
Kullarının geçim işini kendilerine bırakmayıp bizzat üzerine almıştır.
Geçici basit nasipleri ihmal etmeyen Allah-u Teâlâ, kalıcı ve şerefli nasipleri şüphesiz ki ihmal etmemektedir.
“Kimini kimine derece derece üstün kıldık ki, bir kısmı bir kısmını iş adamı edinsin, böylece kaynaşsınlar.” (Zuhruf: 32)
Her durumda insanlar birbirine muhtaçtırlar. Kendileri için taksim edilen rızkı kazanmak için bu devr-i daim takdir buyurulmuştur. Bunun da hikmeti, dünyanın nizam ve intizamının bozulmamasıdır.
“Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf: 32)
Dünya metaı ve kazançları, sonunda yok olmaya mahkumdur. Uhrevî kazançlar ise ebedîdir ve en büyük saâdete vesiledir.
“Rızkınız da size vâdedilen şeyler de göklerdedir.” (Zâriyat: 22)
Binaenaleyh Rezzâk-ı âlem olan Allah-u Teâlâ’nın herkesin rızkını tahsis ettiğine, takdir olunan rızkın kulun hırsı ve acelesi ile artıp eksilmeyeceğine, bu rızkını tamamen almadıkça ölmeyeceğine inanıp itimat etmek lâzımdır.
Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“İnsanoğlu ecelinden kaçtığı gibi rızıktan da kaçsa; ecel, her nerede olsa onu bulduğu gibi rızık da kendisini arar bulur.” (Câmiüs-sağir)
Böyle olunca “Nahnü kasemnâ”yı gözeten “Biz taksim ettik.” fermanına inanan bir kimse, hırstan, tamahtan ve buna bağlı kötü huylardan kurtulmuş, huzur ile ömrünü geçirmiş olur. Çünkü taksimatta ayrılmış olan rızkın kişiye ulaşmasını dünyadaki bütün insanlar birleşip mâni olmaya kalksalar mâni olamazlar. Bütün insanlar bir araya gelseler, taksimatta ayrılmamış olan rızkı veremezler.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Bir kimse Cenâb-ı Hakk’ın ihsan buyurduğu az bir rızka râzı olursa, Cenâb-ı Hakk da o kimseden az bir amel ve ibadetle râzı olur.” (Münavî)
Allah-u Teâlâ’nın verdiği rızka kanaat etmeyen kimse Allah-u Teâlâ’ya güvenmemiş, O’na itaat etmemiş sayılır.
Dünya ve içindekiler insan için gaye değil, ahireti kazanmak için bir vasıtadır. Bu vasıtalardan faydalanırken, onları gaye hâline getirmemelidir.
“Allah-u Teâlâ dünyayı âhiret niyetine göre verir.” (Camius-sağir)
Hadis-i şerif’i gözden uzak tutulmamalıdır.
İnsan meşru yollardan helâl kazanç elde etmeye çalışmalıdır. Allah’ın verdiğine kanaat edip, hakkına râzı olmalı ki, haram kazançlarda gözü olmasın.
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Müslüman olup, kendisine yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın verdiğine kanaat eden kimse saadete ermiştir.” (Müslim)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allah’ım! Muhammed âilesinin rızkını yetecek kadar ihsan eyle!” diye niyazda bulunmuşlardır. (Müslim)
5- Uzlet:
Halkla ilişiği kesip Hakk’la olmak, huzur içinde ibadet, tezekkür ve esrâr-ı ilâhi’yi tefekkür için tenhayı seçmek demektir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Rabbinin adını zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel.” (Müzemmil: 8)
İşlerini bitirince kendini her şeyden çekerek Rabbine çekil, samimi bir şekilde O’na ibadet için vakit ayır, dünya alâkaları gönlünü asla meşgul etmesin. Her an O’nu zikretmeye devam ederek kalbini nurlandır. İhlâs ve sadâkatle yolunda bulun.
Uzlet; farz ve fazilet olan uzlet olarak ikiye ayrılmıştır. Farz olan uzlet, şerden ve şerli kimselerden; fazilet olan uzlet ise, lüzumsuz ve faydasız işlerle bunları âdet haline getirmiş kimselerden uzak durmaktır. Halktan uzak olan Hakk’a yakın olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Bir dost olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.” (Nisâ: 45)
O’nun dostluğunu ve yardımını kazananlar, başkalarını dost edinmezler.
İşte onlar Allah’ı anarak yaşar, Allah’ı anarak ölür ve Allah’ı anarak Allah’a ulaşırlar.
•
Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Otuz seneden beri Hakk’la sohbet etmekteyim, halk ise benim kendileriyle sohbet ettiğimi sanıyor.”
“Benimle arkadaş olur musun?” diyen bir zâta, Sehl-i Tüsteri -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Biriniz ölünce ona ahirete kadar arkadaşlık edecek olan yalnız Hazret-i Allah olduğuna göre, şimdiden O’na arkadaş olmaya bak!” buyururlar.
Hep O, hep O’nun rızâsı...
Yolumuzun büyüğü Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimize “Sizin yolunuzda halvet ve cehri zikir yoktur, yolunuzun esası nedir?” diye sorulduğu zaman “Zâhirde halk ile, bâtında Hakk ile olmaktır.” cevabını vermiş ve şu şiiri okumuştur:
“Kalbinden âşinâ ol, dışta yabancı görün.
Böyle güzel yürüyüş cihanda az bulunur.”
Çünkü kalbin Allah’tan gayri şeyleri düşünmesi hiçbir zaman câiz değildir. Nazargâh-ı ilâhî’dir, Allah için yaratılmıştır.
Uzlette sabır, dünyadan ve insanların meylettiği dünyalıktan alâkalarını kesmekle mümkündür. El kârla meşgul olurken, gönül yârla meşgul olmalıdır. Vuslatı gerçekleşenler beden ile değil, gönül ile inzivalarını sürdürürler.
Zâhirde halk bâtında Hakk ile olmak ancak ariflerin işidir. Bu hâl üzerinde azimle duruldukça bir gün olur Allah-u Teâlâ o hâle eriştirir.
En büyük meziyet ise nefsi ıslah etmektir.
6- Teveccüh:
“Yönelme ve öz alâka” mânâlarına gelen teveccüh; Hakk’tan gayrı sevgi ve isteklerden geçerek, Sahib-i hakiki’ye yönelmek, mâsivâdan kalbi temizlemek demektir. O zaman Cenâb-ı Hakk’a gerçek olarak dönülmüş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Rabbinize yönelin, size azap gelip çatmadan evvel O’na teslim olun.” (Zümer: 54)
O zaman gönülde Hakk’tan başka hiçbir maksut, hiçbir matlup ve hiçbir mahbub kalmaz. Can, Cânan’dan bir an ayrılmaz.
Hakk’a teveccüh edebilmek için mâsivâyı gönülden çıkarmak lâzımdır. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz. Kalp mâsivâ ile dolarsa muhabbet-i Mevlâ oradan çıkar. Muhabbetullah’ın bulunduğu bir kalpte ise mâsivâ bulunmaz.
Para varsa kasada-kesede, eşya varsa evde, mal varsa mağazada bulunacak. Kalp ise Mevlâ’ya teveccüh edecek, Mevlâ ile meşgul olacak.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’ine yönelen ve gönülden bağlanan kulunun durumunu, yüksek bir yerden sarkan ve kopmayacağından emin olunan sağlam bir ipten yapılmış en güvenilir kulpa yapışan kimsenin durumuna benzeterek şöyle buyurmuştur:
“Kim kendini Allah’a muhsin olarak O’nu görür gibi tamamen teslim ederse, muhakkak ki o en sağlam kulpa yapışmış olur.” (Lokman: 22)
En sağlam kulp O’nun katındadır, yapışılan diğer kulpların hepsi kopup yok olacaktır.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Rabbinin adını zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel.” (Müzemmil: 8)
Dünya işlerinden ihtiyacın kadarını yapıp, meşguliyetlerini bitirince O’na teveccüh et, O’nunla olmaya bak!
“Bana dönenlerin yoluna uy!” (Lokman: 15)
Bana teveccüh edenlerin yoluna tâbi ol.
Bir mürid, mürşidinin ruhâniyetine muhabbet yoluyla teveccüh ettiği zaman, o ruhâniyet müridin bâtınında faaliyete geçer ve onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır. Mürid tedrici olarak, mürşidinin ruhanî vasıflarıyla sıfatlanır.
Tarikat-ı Nakşibendiye’nin takip ettiği yollardan birisi de “Kalp teveccühü”dür. Lâfza-î celâl zikrine devam eden salik, bunun mânâsını düşünüp ve bu mânâyı hafızasında tutup, tam olarak kalbine teveccüh eder, ilâhî tecellilere mazhar olur.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Sonra dönüşünüz banadır. O zaman ben de size yaptıklarınızı haber veririm.” (Lokman: 15)
Her biriniz dünyada amellerinize göre mükâfat veya mücâzâta kavuşacaksınız.
7- Sabır:
Mücadele ile nefsin arzu ve lezzetlerine muhalefet etmek, Hakk’ın arzu ve isteklerini yapmakta azim ve sebat göstermek, ibtilâlar karşısında kurtuluşu Allah-u Teâlâ’dan beklemek demektir.
Sâlik, nefsin alıştığı ve sevdiği, Allah-u Teâlâ’nın ise nehyettiği şeylerden şiddetle kaçınmalı, ne ki emretti ise seve seve yapmalıdır. Çünkü haramları yasakları yapmamakta azim ve sebat göstermedikçe, kişi muttakiler derecesine erişemez. Takvâ sabır ile kaimdir.
İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur’an-ı kerim’de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Onlar ki, Rablerinin rızâsına ermek için her güçlüğe sabrederler.” (Ra’d: 22)
Ne halka karşı bir gösteriş ne de gönüllerinde bir gurur ve iftihar duygusu beslemeyerek, sırf Allah-u Teâlâ’nın teveccühüne nail olmak için zahmetlere katlanıp Hakk yolunda sabır ve sebat gösterirler. İlâhî takdire boyun bükerler. Nefislerinin hoşlanmadığı çeşitli musibetlere sabırla karşılık verirler.
“Allah sabredenleri sever.” (Âl-i imran: 146)
Onlara yardım ederek derecelerini yükseltir.
Dünya mihnet ve meşakkat yeridir. İnsan hayatı boyunca çeşit çeşit musibetlere mübtelâ olur. Kişi dinine bağlılıkta samimi olduğu nisbette imtihanlarla ibtilâlarla karşılaşır. En şiddetli ibtilâlar peygamberlere gelir, sonra iman derecesine göre diğer müminlere gelir. Kul, karşılaştığı sıkıntıların verdiği üzüntüyü sadece Allah-u Teâlâ’ya arzeder.
Sabrın son derece acılığı, elbette rızânın tatlılığının başlangıcıdır. Sabredene belâ bal olur.
“Sabredenlere ecir ve mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer: 10)
Ücret ve mükâfat alan herkesin mükâfatı sınırlı olacağı halde, sabredenlerin ecri sınırsız ve hesapsız olacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Müminin işine şaşılır. Doğrusu onun her işi hayırlıdır. Bu husus, müminden başkası için böyle değildir. Ona iyilik ve genişlik isabet ederse şükreder ve bu kendisi için hayır olur. Bir sıkıntı ve darlığa uğrarsa sabreder, bu da kendisi için hayır olur.” (Buhari)
Allah-u Teâlâ kullarını imanı nisbetinde sabır ve imtihana tâbi tutar. İbtilâlara maruz bırakır. İman kemâlleştikçe imtihanlar da o nisbette artar.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebut: 2)
Çünkü ihlâs ve sadakat imtihanda belli olur.
Kur’an-ı kerim’de Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm’ın kıssası, sabır ve rızâyı ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.
İmanın aslı sabırdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabırdır. Ahlâkın da, ilmin de, amelin de başı sabırdır. Nefis terbiyesinin en mühim bir merhalesidir, insanın saâdet sırrıdır. İmtihan sabırla verilir, ibtilâlar sabır sayesinde küçülür. Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Mümin sabrı nisbetinde derece alır ve terakki eder. Rızâ makamına sabırla kavuşulur, kalp de sâfileşir.
Abdülkâdir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Sabır, belâyı edeple karşılamaktır. Yani ne zâhiren ne de bâtınen sarsılmamaktır.” buyurmuşlardır.
Musibete karşı sabrın en güzel ve faziletli olanı, karşılaşılan ilk sadmesi ânında sabır gösterilmesidir.
8- Zikir:
Zikrin mânâsı, Allah-u Teâlâ’nın yüceliğini meth-ü senâ etmek maksadı ile dilden ve gönülden gelen güzel kelimelerle anmak demektir.
Mâsivayı kalpten çıkarmak, Hakk’ın zikrini kalbe yerleştirmek, O’ndan bir an gafil olmamaktır.
Zikir dinimizin emri, imanın alâmeti, ibadetlerin beyni, aklın nuru, kalbin cilâsı, ruhun hayatı, gönlümüzün miracı ve her derdin ilacıdır.
Bir Hadis-i şerif’te:
“Zikrullah kalplerin şifâsıdır.” buyuruluyor. (Münâvî)
Zikir nurdur, zikrullahla meşgul olanın içi nurlanır. İç nurlanınca hikmet husule gelir.
Zikrullah, kulu gafletten koruyan mânevî bir zırhtır.
Her ibadetin belli bir şartı olduğu halde, zikir için hiçbir şart yoktur. Ayakta, oturarak, yatarak bile zikretmek câizdir. Zikir yaparken abdestli olmak en efdâli olduğu halde, abdestsiz olarak da yapılabilir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ı çok çok zikredin. Tâ ki umduğunuza kavuşabilesiniz.” (Enfâl: 45 ve Cumâ: 10)
Dünyada da ahirette de muvaffakiyetlere, saâdet ve selâmete eresiniz.
Bir şeyi çok seven onu dilinden hiç düşürmez. Zikrullah Allah sevgisini tahrik ederek sonsuz bir şevk verir. Zikrullahla kalpler arınır ve sükûn bulur:
“Onlar o kimselerdir ki iman etmişlerdir ve kalpleri zikrullahla mutmain olmuş, sükûn bulmuştur.” (Ra’d: 28)
İtminan; yerleşip sabitleşme demektir. Hiçbir şek ve şüphe bulunmayacak şekilde Allah-u Teâlâ’ya yakinen inanma zevkine ermektir. Her türlü korku ve hüzünden sarsılmayacak şekilde emniyet elde etmektir.
Bu kalp huzuru ancak ve ancak zikrullahla husule gelir.
“Çok iyi bilin ki kalpler ancak zikrullahla itminana kavuşur, huzur bulur.” (Ra’d: 28)
O’nun fevkinde bir şey talebine imkân olmadığından, kalpler zikrullahla mutmain olur, sükûna erer.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde zikrullahı teşvik buyurarak, zikrullahla meşgul olanları meth-ü senâ etmiştir:
“Öyle erler vardır ki, onları ne bir ticaret ne de bir alış-veriş zikrullahtan alıkoymaz.” (Nûr: 37)
Şurası unutulmamalıdır ki, ahiret kazancı ve ahiret zenginliği dünyadan çok daha hayırlıdır. Dünya kazançlarının faydaları ömürle sona erer. Dünyada kazanıp ahirette iflâs etmek akıl kârı değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde zikrullahın fazilet ve meziyetini şöyle beyan buyurmaktadır:
“Kıyamet gününde Allah katında en faziletli kul, dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı çok zikretmiş olandır.” (C. Sağîr)
Allah-u Teâlâ her şey için bir sebep yaratmıştır. Muhabbetullah’ın husulüne sebep de zikrullahtır. O’nun sevgisine nâil olmak isteyenler zikrullaha devam etmelidirler.
9- Murakaba:
Bütün kayıt ve şartlardan, arzu ve isteklerden sıyrılıp çıkmak, Hakk’ta fâni olarak daima Hakk’ı tefekkür etmek, huzur-u ilâhi’de Hakk ile olmak, kısacası Murâkıb’ı düşünüp tamamen O’nunla olmak demektir.
Murakabanın alâmeti, Allah-u Teâlâ’nın tercih ettiğini tercih etmektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (Âl-i İmran: 5)
Hiçbir şey O’na gizli değildir.
Bütün hareketleriniz Allah’ın kontrolü altındadır. Yaptıklarınızdan, sözlerinizden, niyetlerinizden hiçbiri O’ndan gizli kalmaz.
“Allah her şeyi görüp gözetendir.” (Ahzab: 52)
Her şeyden haberdardır, ne bir hatırlatıcıya, ne de bir uyarıcıya ihtiyacı vardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde bu tefekkürün kaynağını şu şekilde beyan buyurmaktadır:
“İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir. Zira sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Müslim: 1)
Bu Hadis-i şerif, müşâhede makamından murakabaya iniştir. Zâhirî ve bâtınî bütün ibadet vazifelerini, iman esaslarını, kalplerin ihlâsını izah etmektedir.
Bu hâle gelen bir kimseye Allah-u Teâlâ’nın her yerde mevcut olduğu hakikatı zuhur eder, müşahede mertebesine yükselir. Rubûbiyet nurları, Ehadiyet sırları tecelli eder.
Devamlı murakaba ve tam bir ihlâs ile Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmayı arzulayan bahtiyar bir kul için; yükselme ve feyz kapılarının açıldığı, başarı sebeplerinin hazır bulunduğu açık bir gerçektir.
•
İnsanın üç saati vardır. Birisi geçmiştir. Diğeri de gelecek saattir. Onun da gelip-gelmeyeceği ve nasıl geleceği belli değildir. Üçüncü saat ise içinde bulunulan saattir.
Kula düşen, içinde bulunduğu saati en güzel şekilde değerlendirmeye çalışmaktır. Bir sonraki saate yetişirse, onu da aynı şekilde değerlendirmelidir.
İçinde bulunduğu anı ömrünün sonu kabul ederek ona göre hazırlanmalıdır. Zaten belki de son vaktidir. Böyle yaparsa artık ölümden de çekinmez.
Muhafaza edilen vakitler, vakitlerin en faziletlisidir.
10- Rızâ:
Allah-u Teâlâ’nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermektir. En son makamdır. Bu makama ulaşan Hakk’a kavuşur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın rızâsı ise daha büyüktür.” (Tevbe: 72)
Rızâ-i Bâri, nezih ruhlar için bütün nimetlerin ve saâdetlerin üstündedir. Bütün ruhânî saâdetler o sayede tecelli eder. Çünkü her iyiliğin ve her mutluluğun, her yüceliğin kaynağı O’dur.
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Mâide: 54)
O’nun râzı olmasını her şeyden üstün tutarlar. O’nun sevgisini elde edebilecek yolları izlerler, hoşlanmayacağı yollardan uzak kalırlar.
Kendi akıl ve tedbirinden ziyâde kim ki Allah-u Teâlâ’nın kaza ve kaderine râzı olursa, ona mükâfat olarak kendi rızâsını ihsan eder.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İyiliğin mükâfatı iyilikten başka mıdır?” (Rahman: 60)
İyiliğin en büyüğü, Hâlik-ı Azimüşan’ın kulundan râzı olmasıdır.
O kullarını:
“Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnud olmuşlardır. Onlar Allah’tan yana olanlardır.” Âyet-i kerime’sinin tecellisine mazhar eder. (Mücadele: 22)