ÂLİM SIFATIYLA GÖRÜNEN CÂHİLİN
NASIL KÜFRE KAYDIĞINI
SİZ DE GÖRÜN, ÂLEM DE GÖRSÜN!
Prof. Yaşar Nuri Öztürk bir televizyon programında
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mucizelerini, evliyaullah Hazeratının kerametlerini “telekinezi” (Düşünce gücü ile cisimlere hükmetmek.) kavramı ile açıklamış, “Kur’an daki İslâm” isimli kitabında ise birçok konuda İslâm’ın emir ve hükümlerine aykırı beyanlarda bulunmuştur.
Mucize; Peygamber Aleyhimüsselâm Hazeratının ellerinde husule gelen harikulade hallerdir. Hakikatte Hazret-i Allah’ın ezeli ve ebedi kudretinin o andaki tazehüründen ibarettir.
Mucize onlardan başka hiç kimsede zuhur etmez. Hazret-i Allah peygamber olarak vazifelendirdiği seçilmiş kullarının nübüvvetlerini halka ispat için onları mucizelerle desteklemiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Gönderilen peygamber kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti. Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.” (Saffat: 171-172)
Allah-u Teâlâ peygamberlerine yardım edeceğini beyan buyuruyor. O ise Allah-u Teâlâ’nın beyanını görmüyor ve düşünme gücü ile onların mucize gösterdiklerini söylüyor. Bu sözü bu Âyet-i kerime’yi inkârdır.
Çünkü bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır.
Kendi iradesini Allah-u Teâlâ’nın iradesine vermiş, eritmiş seçkin kullar olan peygamberân-ı izam hazeratından, Allah-u Teâlâ’nın gücü ve iradesini göstermek, iman etmeyenleri korkutmak için Allah-u Teâlâ’nın dilemesi veya o peygamberin Allah-u Teâlâ’dan talep etmesi ile mucize husule gelir. O kul naz makamında olduğu için geri dönmez. Nitekim dönmemiştir de.
Bu seçkin insanlar mucize için en ufak bir meşakkat ve yorgunluk çekmedikleri gibi, uğraşıp didinmeye de gerek duymamışlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ayın ikiye bölünmesi için parmağı ile işaret etmesi, yağmur yağması için Rabbine duâ etmesi, mübarek parmaklarından suların fışkırması, Musa Aleyhisselâm’ın denizin yarılması için asası ile dokunması, Süleyman Aleyhisselâm’ın kuşdilinden anlaması, hayvanâta hükmetmesi, İsâ Aleyhisselâm’ın Hazret-i Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesi bilinen büyük mucizelerdendir.
Peygamberân-ı izâm Aleyhimüsselâm bu mucizeleri düşünce gücü ile mi yapmışlar, yoksa Allah-u Teâlâ’nın yardımı, inayeti ve lütfuyla mı bu mucizeleri göstermişlerdir? Elbette ki bütün bu hârikulâde haller Hazret-i Allah’ın kudretinin eseridir.
Mucize iki kısımdır:
Birisi Allah-u Teâlâ’nın peygamberlerine nübüvvetlerini ispat için verdiği mucizeler. Diğeri ise, insanların iman edebilmeleri için kendi arzuları üzerine peygamberlerden istedikleri mucizeler.
Birinci kısım mucizeye iman etmemenin cezası hemen verilmemiş, kendi arzuları ile mucize istedikleri halde göz göre göre inanmayanlar ise kısa zamanda helâk olmuşlardır.
Salih Aleyhisselâm’ın mucizesi ikinci kısım mucizelerdendir. Semud kavminin, mucize olarak istedikleri dişi deveyi Allah-u Teâlâ gönderdi, fakat ona inanmadılar. İnanmadıkları gibi, devenin korunmasına dair emrini de dinlemediler. Bu yüzden, o apaçık mucize kendilerinin helâk olmasına sebep oldu. Çünkü istedikleri halde mucizeleri inkâr edenleri helâk edeceğine dair Allah-u Teâlâ’nın hükmü vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bu hususta Semud kavmini misal veriyor:
“Bizi mucize göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır.
Nitekim Semud kavmine gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik. Onlar ise ona zulmetmişlerdi.
Oysa biz o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.” (İsrâ: 59)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde mucizeyi “Biz göndeririz.” buyuruyor. O ise düşünce gücü ile mucizeler olur diyor. Bu sözü ile Âyet-i kerimeyi inkâr ediyor, küfre kayıyor.
•
Peygamberan-ı izam Aleyhimüsselâm Hazeratından zuhur eden mucizeleri Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde haber veriyor:
“Doğrusu Rabbinin söz verdiği azabı hak edenler, elem verici azabı görünceye kadar, kendilerine (istedikleri) bütün mucizeler gelmiş olsa bile inanmazlar.” (Yunus: 96-97)
O ise mucizelerin Allah’tan geldiğine inanmıyor. “Düşünerek cisimlere hükmetmektir.” diyor. Bunca Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor.
Salih Aleyhisselâm’ın kavminin basireti bozulmuş, kalbleri katılaşmıştı. Salih Aleyhisselâm’a;
“Dediler ki;
Sen olsa olsa iyice büyülenmiş birisin, sen de ancak bizim gibi beşersin. Eğer doğru sözlü isen bize bir mucize getir.” (Şuarâ: 153-154)
Salih Aleyhisselâm onlara söyle buyurmuştu:
“Size Rabbinizden açık bir mucize gelmiştir. İşte şu Allah’ın devesi, size bir mucizedir.” (A’raf: 73)
Deve bu arada kendisi gibi büyükçe bir erkek yavru doğurdu.
Onlar bu harikayı gözleriyle gördüler ve hayretler içinde kaldılar. Salih Aleyhisselâm’ı aciz bırakacaklardı, aciz kaldılar. Salih Aleyhisselâm peygamberliğini onlara onunla ispat ettiği halde, istedikleri mucizenin tecellisine rağmen yine bir kısmı iman etti, çoğunluk yine de kâfirliklerinde ısrar ettiler. Aslında onlar bu mucizeyi inanmak için değil inkâr etmek için istemişlerdi. İnananların ruhlarında derin izler bırakan bu mucizenin Hazret-i Allah’tan olduğunu bir türlü kabul etmiyorlar, Salih Aleyhisselâm’ın sihir yaptığını iddia edecek kadar küçülüyorlardı.
İnatçı bir kavme mucize ne yapsın! Kararmış ruhlara, taşlaşmış kalplere iman aşılamak ne mümkün!
Salih Aleyhisselâm’ın kavminde nasıl mucizeleri inkâr edenler çıkmışsa, bugün de bu mucizeleri peygamberlerin düşünce gücü ile olabileceğini söyleyen profesör lakaplı kimseler türemiştir.
•
İbrahim Aleyhisselâm’ı Nemrut ateşe doğru fırlattığında, Cebrâil Aleyhisselâm gelerek “Ey İbrahim bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. “Hayır!..” diye cevap verdi. “Allah’tan bir dileğin varsa söyle bildireyim!..” dediğinde “O’nun benim halimi bilmesi bana yeter!” buyurdu. Çünkü o Hakk ile beraberdi, kalbi Rabbine iman ve güvenle dolu idi.
Her zamanki mütevekkil haliyle:
“Allah bana kâfi, O ne güzel Vekil’dir.”
Virdine devam ediyordu. Ne iman, ne teslimiyet!..
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesinde olduğu için, ateş sadece elini kolunu bağladıkları ipleri yaktı, onun dışında hiçbir zarar vermedi.
Çünkü o anda ateşe Allah-u Teâlâ’nın şu ilâhi emri gelmişti:
“Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ: 69)
Ateş hakkında ilâhî irade tecelli etti, yakıcı tesirini kaybedip zarar veremez hale geldi. Ateşe “Yakıcı ol!” emrini veren Zât-ı Kibriyâ, şimdi de ona “Serin ve selâmet ol!” emrini vermişti.
Böylece:
“Allah onu ateşten kurtardı.” (Ankebut: 24)
Bin bir müşkülatla yaktıkları o ateş yığınının bulunduğu cehennemi andıran yer, bir anda gül-gülistan kesildi, çiçekler açtı. Ateş, İbrahim Aleyhisselâm’ı yakmadı. Akarsuların gül bahçelerinin ortasına selâmetle iniverdi. Allah-u Teâlâ nârı nûr eyledi.
Müşriklerin tuzaklarını defedecek bir gücü bulunmayan ve tek başına bir kişi olan bir zâtın üzerine o esnada kudret eli müdahale etti.
Bu hadise düşünce gücü ile mi oldu? Böyle bir söz nasıl söylenir? Bu söz ancak Âyet-i kerime’leri, peygamberlerin mucizelerini inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
•
Allah-u Teâlâ Musa Âleyhisselâm’ın mucizelerinden bahisle Kur’an-ı kerim’de şöyle haber veriyor:
“Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca halkın gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar.” (A’raf: 116)
“Değnekleri ve ipleri sihirleri yüzünden sanki yürüyorlarmış gibi geldi. Bunun için Musa, içinde bir korku hissetti.” (Tâhâ: 66-67)
Sihirbazlar kalabalık bir topluluk olduğu gibi her birinin elinde bir çok ip ve değnek vardı. Bunlar ellerindekileri yere attıkları zaman, meydan birbiri üzerine binmiş yılanlarla doluşmuş gibi göründü. Seyircilerin gözleri kamaştırıldı. Firavun’un ve taraftarlarının keyiflerine diyecek yoktu.
Musa Aleyhisselâm onlara:
“Bu sizin yaptığınız sihirdir. Fakat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez. Günahkârlar istemese de Allah, sözleriyle Hakk’ı ortaya çıkaracaktır.” dedi. (Yunus: 81-82)
Halk heyecan içinde onları seyrederken Cenâb-ı Hakk, Resul’ü Musa Aleyhisselâm’a buyurdu ki:
“Korkma! Muhakkak sen daha üstünsün. Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları sadece sihirbaz hilesidir. Nerede olursa olsun, sihirbaz aslâ iflah olmaz.” (Tâhâ: 68-69) (Bakınız: A’raf: 117)
Allah-u Teâlâ peygamberine “Elindekini at!” buyuruyor. Musa Aleyhisselâm bunu düşünce gücü ile mi yaptı? Emir ile mi yaptı? Bu adam bunca Âyet-i kerime’leri görmüyor mu?
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bunun üzerine Musa da asasını attı. Onların uydurduklarını yutmaya başlayıverdi.” (Şuarâ: 45)
Onlardan hiç bir şey bırakmayıp hepsini yuttu. Meydanda hiç bir şey kalmadı.
Musa Aleyhisselâm asayı eline alınca tekrar eski haline döndü.
“Böylece hak yerini buldu ve onların yaptıkları bir hiç olup gitti. İşte orada yenildiler, küçük düştüler.” (A’raf: 118-119)
Dikkat edin, bu haberleri Allah-u Teâlâ kelâm-ı kadiminde haber veriyor. Bütün bu mucizeler onun emri ve izniyle oluyor. O ise gerek mucizeleri, gerek Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor, küfre düşüyor.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Andolsun ki, Musa’ya dokuz tane apaçık mucize verdik.” (İsrâ: 101)
Allah-u Teâlâ “Mucize verdik.” buyuruyor. O ise bu mucizeleri her insanda olabileceğini, düşünme gücü ile ulaşılabileceğini söylüyor. Apaçık Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor.
Firavun ve ordusu yaklaşıp da aralarında çok az mesafe kaldığı bir anda, Cenâb-ı Hakk Musa Aleyhisselâm’a vahyetti:
“Asânı denize vur!..” (Şuarâ: 63)
O da asâsını denize vurdu.
“Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ: 63)
Allah-u Teâlâ denizin açılan kısmına bir rüzgâr gönderdi ve orası kupkuru oldu.
Şimdi Musa Aleyhisselâm bunu düşünce gücü ile mi başardı, yoksa Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği desteği, mucizesi ile mi başardı? Bu söz bütün bu Âyet-i kerime’leri inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
•
Allah-u Teâlâ Süleyman Aleyhisselâm’ın emrine de bir mucize olarak rüzgâr vermişti.
“Süleyman’a da şiddetli esen rüzgârı müsahhar kıldık.” (Enbiya: 81)
Bir mucize olarak kuşların dillerini ve maksatlarını anlıyordu.
“Bize kuş dili öğretildi.” (Neml: 16)
Süleyman Aleyhisselâm’a bunları öğreten ne idi? Elbette Allah-u Teâlâ’nın kudreti, lütfu idi. Buna telekinezi “Düşünce gücü ile cisimlere hükmetmek” demek çok büyük yanlıştır. Risalete gölge düşürmeye çalışmaktır.
•
İsâ Aleyhisselâm hakkında ise, daha memede iken konuşması peygamberliğinin mucizelerinden bir misal olarak gösterilebilir.
“Bunun üzerine çocuğu gösterdi. ‘Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?’ dediler.” (Meryem: 29)
“Çocuk şöyle dedi:
Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitap verdi ve beni peygamber yaptı.
Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe bana namaz kılmamı, zekât vermemi emretti. Beni anneme hürmetkâr kıldı, baş kaldıran bir bedbaht yapmadı.
Doğduğum gün de, öleceğim gün de, diri olarak kabirden kaldırılacağım gün de bana selâm olsun!” (Meryem: 30-33)
İsâ Aleyhisselâm’ın mucizeleri hakkında Kur’an-ı kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
“Allah’ın, peygamberleri toplayıp da ‘Size ne cevap verildi?’ dediği gün onlar ‘Bizim hiç bir bilgimiz yok, şüphesiz ki gizlilikleri hakkıyla bilen ancak sensin!’ diyecekler.
Allah o zaman şöyle diyecek:
Ey Meryem oğlu İsâ! Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Seni kudsî ruh ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetişkin iken de, insanlarla konuşuyordun. Sana Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim.
Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor ve ona üflüyordun, benim iznimle hemen kuş oluyordu.
Anadan doğma körü ve alacalıyı benim iznimle iyileştiriyordun.
Ölüleri benim iznimle hayata çıkarıyordun.
İsrailoğullarına apaçık delillerle geldiğin zaman, onlardan inkâr edenler ‘Bu apaçık bir büyüdür.’ demişlerdi de ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.” (Mâide: 109-110)
Daha beşikte iken konuşması, düşüncesiyle mi olmuş, yoksa Allah-u Teâlâ’nın kudsi ruhla desteklemesi ile mi? Ölüleri diriltmesi, körü iyileştirmesi, bunlar ancak Allah’ın kendisine verdiği mucizelerle olmuştur. Bütün bunları düşünce gücü (telekinezi) ile açıklamak, bunca Âyet-i kerime’leri inkârdır. Hazret-i Kur’an’ı inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
•
Resulullah Aleyhisselâm’a gelince; Allah-u Teâlâ onun mucizelerinden de Kelâm-ı kadim’inde bahsetmektedir.
Peygamber oluşunu ispat eden mucizeler o kadar çoktur ki, kesinlikle hiç bir şüphe bırakmamıştır. Bu mucizeleri sayıp sıraya koymak mümkün değildir.
Bu sebeple Allah-u Teâlâ onu, seçtiği diğer peygamberlerden öne almıştır:
“Hatırla o zamanı ki, biz peygamberlerden kesin söz almıştık. Resulüm! Senden de, Nuh’dan da, İbrahim’den de, Musa’dan da, Meryem oğlu İsâ’dan da...” (Ahzab: 7)
Çünkü o, bütün peygamberlerden önce anılıp en son gönderilen peygamberdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibârı ile mucizedir. Semâvî kitapların hülâsasıdır.
Kur’an-ı kerim en büyük mucizedir. Kıyamete kadar Allah’ın izniyle korunacaktır.
“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr: 9)
Resulullah Âleyhisselâm’ın bu mucizesini de inkâr etmiş olduğundan otomatikman küfre kaymıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Peygamberlerden hiç biri yoktur ki, ona beşerin emsaline iman ettiği mucizelerin bir misli verilmiş olmasın. Bana verilen mucize ise ancak Allah’ın bana vahyettiği (Kur’an-ı kerim)dir.
Binaenaleyh kıyamet gününde ben peygamberlerin en çok tâbi bulunanı olmayı ümit ederim.” (Müslim: 152)
Hadis-i şerif’leri de inkâr eden bu adam, bunca Âyet-i kerime’leri görmüyor. Göremez, çünkü Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler için:
“Kör oldular, sağır kesildiler.” buyuruyor. (Mâide: 71)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gök kubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhâki)
İşte bu icraatları ile bu duruma düştüklerini göstermiş oluyorlar.
“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, hiçbir bilgisi olmadığı halde Allah hakkında mücadele (münakaşa) eder ve her bir inatçı şeytanın ardına düşer.” (Hacc: 3)
•
Yaşar Nuri Öztürk Evliyaullah Hazeratından hasıl olan Kerametleri de telekinezi ile yorumlamıştır.
Keramet: Hârikulâde hallerin Cenâb-ı Hakk’ın izni ve iradesi ile veli kullarından sâdır olmasıdır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o Azîz ve Celîl olan Allah’ın nûru ile bakar.” (Münâvî)
Keramet o velinin tâbî olduğu peygamber için de bir mucize sayılır. Zira o keramet, peygambere uymasının bir mükâfatı olarak kendisine bahşedilmiştir.
Keramet, velî olmanın şartı değildir. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize mucize izhar etmek vacip olduğu gibi, evliyâullah hazerâtına da kerametlerini gizlemek vaciptir.
Allah dostları olan bu velileri keşif ve kerametleri ile takdir etmek doğru değildir. Bir velide hiç keramet görülmeyebilir de.
Nitekim İmâm-ı Gazali Hazretleri İhyâ-i Ulûm’id-din adlı eserinde buyurur ki:
“Sakın anlamıyorum diye bu ilmi inkâra kalkışma. Aklî ilimleri kavradığını zannederek çizmeden yukarı çıkan âlimlerin helâk noktası burasıdır. Allah dostlarının bu hallerini inkâr eden bir ilimden, cehalet çok daha iyidir. Kaynak bir olduğu için, velileri ve kerâmetlerini inkâr, peygamberleri ve mucizeleri inkâr demektir, peygamberleri inkâr ise tamamen dinden çıkmaktır.”
Keramet, o velinin tâbi olduğu peygamber için bir mucizedir. Allah-u Teâlâ’nın kudretinin, iradesinin tezahürüdür. Peygamberlere gelen vahiy, velilere gelen ise ilhamdır.
Telekinezi ise Allah-u Teâlâ’nın insana sadece kendisini bulması için verdiği düşünce gücünü kişinin kendi enaniyetini göstermek üzere kullanmasıdır. Bu şekilde dünyalık, nefsi bir doyum sağlar.
Evliyaullah Hazeratından sadır olan keramet Cenâb-ı Hakk’ın kuluna ihsan ve ikramıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Dikkat ederseniz Hazret-i Allah ruh ile bizi ayakta tutuyor, ruhu çektiği zaman bir şey olmuyor. Ruhu halkeden Hazret-i Allah, ruhâniyeti de halketmiştir. Bu bilinmeyen bir ilimdir, Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu ruhâniyetle destekler, bu ruhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır. Bir kişi olur, on kişi olur, kırk kişi olur.
Bu kudsî ruh, onlardan başka kimsede bulunmaz.
Ayrıca onlar Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmışlardır. Bu kalpleri diri hakikat erleri Resulullah Aleyhisselâm’ın yolundan, Ashab-ı Kiram’ın, selef-i salihinin yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bu güne kadar da bu âli himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler feyz almışlardır.
Bu kullar Allah-u Teâlâ’ya nasıl yaklaştılar?
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben de koşarak gelirim.” (Buharî - Müslim)
Allah-u Teâlâ bu kulları kendisi için seçmiştir. Allah-u Teâlâ’ya yaklaşan bu kullar sevgi ile yaklaşmışlardır. Allah-u Teâlâ bunlara âşık olmuş; onları sevdiği gibi, bu kullar da Allah-u Teâlâ’ya âşıktır. Allah’tan başka hiç bir arzuları yaşamaz.
“Allah kimi dilerse onu rahmetiyle mümtaz kılar.” (Bakara: 105)
İşte Allah-u Teâlâ bu sevgili kullarını bu lütfa mazhar etmiş.
“Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yusuf: 56)
Gerçekten bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve ne büyük saadetine eriştirmiş.
“Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri o sevdiği seçtiği peygamber kullarının her birine ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in nûru idi. Geldikleri zaman Muhammed Aleyhisselâm’ın emaneti ile, Nûr-i Muhammedî ile geldiler. Bütün Peygamber aleyhimüsselâm Efendilerimizdeki her fazilet, meziyet ve mazhariyet, üzerlerindeki emanet, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nûrunu taşıdıklarından ötürüdür. Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri o nûr onların üzerlerinde döndü durdu. Nihayet Nûr’un sahibine kadar geldi. Zaten onun Nûru idi. Nûr nûra kavuştu.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra o nûr, vârislerine sirayet etmeye başladı. Binaenaleyh kıyamete kadar gelecek olan vârisleri de o nûru taşıyorlar.
O nûru taşıdıklarından ötürüdür ki, her bir peygambere ayrı bir hâlât verildiği gibi, vekil olan her bir velî, bir peygamberin hem emanetini hem tecelliyatını hem de ibtilasını taşır. Niçin? Onun vekili olduğu için. Diğer peygamberler de onun nûrunu taşıyorlardı. Bu nûru taşıyan veliler de bu lütfa mazhardırlar. Onlara verilen her nimet ve keramet, hep Resulullah Aleyhisselâm’ın emaneti üzerlerinde olduğu için, vâris-i enbiyâ oldukları için verilmiştir.
Zira Hadis-i şerif’te:
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” buyuruluyor. (Buhâri)
Cenâb-ı Hakk bu nûr sahibi vekillere öyle lütuflarda bulunmuş ki; onları seçmiş, zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nûrlarıyla nûrlandırmıştır.
Bunlar Resulullah Aleyhisselam’ın hem sehm-i nübüvvetine, hem de sehm-i velayetine varis olanlardır. Bu zâtlar cemiyetlere manen yön verirler, mânevi kontrolleri altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi müslümanların umumi meselelerinde yardımcı ve tasarruf sahibidirler.
Bu da Cenâb-ı Hakk’ın izni ve emri ile olur.
“Hamd olsun Allah’a, selâm olsun O’nun beğenip seçtiği kullarına.” (Neml: 59)
Allah-u Teâlâ bu seçtiği kullarından Peygamber Aleyhimüsselam Efendilerimize mucize bahşettiği gibi, veli kullarından bazılarına da keramet bahşetmiştir.
Hülasâ-i kelâm, Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin ellerinde husule gelen hârikulade hallere mucize dendiği gibi bu hallerin Allah-u Teâlâ’nın izniyle, iradesiyle veli kullarından sadır olmasına da keramet denir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin âmellerine denktir.” (K. Hafâ)
Bir insanın bin sene ömrü olsa, Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak istese, Allah-u Teâlâ kendisine çekmek istediği kulunu bir anda çeker. Kişinin kendi çalışması ile bin senede ulaşamadığı mesafeyi, Allah-u Teâlâ dilerse bir anda ulaştırır. Neden? O çekti, O’nun kuvveti O’nun kudreti çekti.
“Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara: 156)
İşte bunlar Allah için olan ve Hazret-i Allah’a dönenlerdir.
Bu iltifat-ı ilâhî’ye mazhar olanlar bunlardır.
Gerçekten bunlar Allah-u Teâlâ’nın kullarıdır, bunlar Allah-u Teâlâ’ya teslim olmuşlardır, iradelerini Hakk’ın iradesine bırakmışlardır. Onlarda arzu yaşamaz. Onlar için mühim olan “Hükm-ü ilâhî” dir. Çıkacak hükm-ü ilâhî’ye bakarlar. Onlar Hakk’ın kudret elindedir. Nereye koyarsa orada bulunurlar. Onlar için hayat-vefat değişmez. Dünyada olmakla kabirde olmak arasında hiç fark yoktur. Gerçek kahraman işte onlardır, burası “Kulluk Makamı” dır.
•
Süleyman Aleyhisselâm Belkıs’ın tahtını kimin getireceğini maiyyetine sorduğu zaman cinlerden bir ifrit “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm.” demişti. Kitaptan ilmi olan Hızır Aleyhisselâm ise “Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim.” dedi.
Süleyman Aleyhisselâm tahtı yanında yerleşivermiş görünce şöyle buyurdu:
“Bu Rabbimin lütfundandır. Lütfuna şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor.
Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.” (Neml: 40)
“Filan kişi getirdi.” demedi. “Rabbim beni deniyor.” dedi. Allah-u Teâlâ onu peygamber seçtiği için, lütfunu da koyduğu için hemen anladı. Çünkü O’nun izni ve iradesi olmadan hiç bir şey olmaz. Kime ne verdiyse o olur. Her şeyin fevkinde O’nun rızasıdır. Her türlü tecelliyât, keşf-ü keramet dahi O’nun rızasının yanında hükümsüzdür.
Tarikat-ı aliye’de bir çok haller, ahvaller zuhur eder. İhlaslı kimsenin kalp gözü açılabilir. Bunlar kalbin hususiyetlerindendir. Bu gibi hallere hiç iltifat etmemek, hiç meşgul olmamak lâzımdır. Bizim iltifatımız mahviyet ve istikamettir. Bunlar tarikat oyunlarıdır. Yusuf Hemedâni -kuddise sırruh- Hazretlerimiz “Bunlarla, tarikat çocuklarını yetiştirirler.” buyurmuşlardır.
Bilen, gören ve yapan, kimin yaptığını gördüğü için katiyyen o yola tevessül etmez. Görmemiş, bilmemiş, yapmamış gibi görünür.
Allah-u Teâlâ ne indirirse o olur. O’nun indirmediğini hiç kimse kendisine çekemez. O’nun indirdiğine, lütuf buyurduğuna hiç kimse mâni olamaz.
Allah-u Teâlâ’nın tuttuğu kimseler kerametten kaçınmışlardır, gaye Allah demişlerdir.
Bir insan değersiz bir mahluk olduğunu, her şeyin Hakk’ın olduğunu bilirse Hakk’a dayanır.
Hazret-i Allah’ın tutmadığı kimseler; kendisinde bir şey olduğu zehabına kapılır, Hazret-i Allah’ın emanet olarak ihsan buyurduğu lütufları kendisine mâleder. Kendi varlığını kendisininmiş gibi ortaya koyduğunda, Hazret-i Allah dilerse onu o anda helâk eder.
Her şey O’nun ve O’ndandır.
Oldu, oldum diye bir şey yoktur. Aslında yaratan Hazret-i Allah’tır; nasıl yarattıysa, ne lütfettiyse o vardır ve O görülür.
İnsan yaratanı, ihsan edeni görmüyor ve bilmiyor. Bilmediği için kendi nefsine mâlediyor, veyahut kişide arıyor, ona mâlediyor.
Halbuki ise yaratan O, yaşatan O, öldüren O, dirilten O. Amma sen O’nu görmedin de nefsin putuna dayandın, veyahut karşıdakini putlaştırdın.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dirilten de O’dur, öldüren de O’dur.” (Mü’minun: 80)
Hazret-i Allah hükmünü koyuyor, oluyorsun sen, ben.
Hükmünü çekince ölüyorsun, oluyorsun bir hiç.
Şu kabirde yatanlar, hepsi “Ben biliyorum, ben yapıyorum.” derdi.
Amma Yaratan hükmünü çekince hepsini yerlere serdi.
“Demek ki hep ihsan-ı ilâhî imiş.
Düşünmekle hükmedildiğini söylemek safsata imiş.”
Hazret-i Allah’ın bâtınî ilim verdiği kimselerle, bir de O’nun ilim vermediği kimseler arasındaki farklar:
Bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında şöyle buyurur:
“Kur’an kendilerine ilim verilen insanların kâlblerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebut: 49)
Allah-u Teâlâ müslümanlık üzerine kimin kalbini açarsa, hakikatı ancak o duyar, ona duyurmuş olur.
Hakikatı duyurmadığı kimseler konuşurlar ve fakat hakikatı gerçekten bilmezler, lâf edip dururlar. Ehlullah’ın hallerine telekinezi demekten hazar etmezler.
Ve bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah bir kimsenin kâlbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nûr üzerindedir.” (Zümer: 22)
Bir insan helâl lokma yemekle, ihlâsla ubudiyet yapmakla, farz ve nafilelere devam etmekle içini nûrlandırabilirse; Allah-u Teâlâ dilerse onda hikmet husule getirir ve hikmetle konuşur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara: 269)
Ve fakat sun’î mutasavvıflar bu hakikatlerin hepsinden mahrumdurlar, Hazret-i Allah ile ilgileri olmaz, bütün icraatları gösterişten ibarettir.
Şu kadar var ki, hakikatı bilenler “Biz tasavvufu yaşamıyoruz, hakikatını bilmiyoruz.” derler. Onlar ancak tasavvufun var olduğunu bilirler ve ehlinin yaşadığını tarife çalışırlar. Zira bu ilâhi bir lütuftur, kime dilerse ona verir. Bunu söyleyenler gerçekten doğru söylemiş olur.
Hakikat ehli Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu kimselerdir. Dilediği kadar esrarını onlara duyurur ve bildirir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah kime dilerse ona kat kat verir.” (Bakara: 261)
Amma sun’î mutasavvıflar bu hakikatlardan mahrumdurlar, bilmezler.
Nitekim kitap satırları arasında bulunmayan, ancak Allah’a yakın olanların sadırlarında, kâlblerinin derinliklerinde gizli bulunan ilim mârifet ilmidir.
Yolunda bulunup ilâhî haşyetle, ihlâs ve samimiyetle ibadet edenleri Cenâb-ı Hakk her türlü şüphe ve müşküllerden kurtardığı gibi, onları tecrübesiz fıtrat sahibi yapar, talimsiz ilim öğretir, öğrenmeden âlim eder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir.” (Keşf-ül Hafâ)
Buradan da anlaşılıyor ki, bir insan Allah-u Teâlâ’nın tüm emirlerine sarılır, ubudiyetine ihlâsla devam ederse, Allah-u Teâlâ ona bilmediğini bildirir. Fakat bu hiç bir zaman ibâdetsiz, tâatsız, takvâsız ve ihlâssız husule gelmez.
Hikmetin başı Allah korkusudur. Her şeyden evvel Allah-u Teâlâ’dan korkması, emrettiği şekilde hareket etmesi gerekir.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” buyuruyor. (Hûd: 112)
Bir taraftan tüm emirlerine riâyet etmedikçe, her nehyettiği şeyden kaçınmadıkça, insan hiç bir zaman hakikat ehli olamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” (Bakara: 159)
Hakikatı ikrar ve itiraf etmeyen, veya yapılmasına engel olan, yahut da değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyen, kim olursa olsun bu lânete müstehak olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir marifet, bir nûr verir.” (Enfâl: 29)
Dikkat ederseniz mârifetullah hep takvâ ile beraber geçiyor, yani takvâsız mârifetullah ehli olmak imkânsızdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Muallimleri Hazret-i Allah olduğu için ilimleri kesbî değildir, yani herhangi bir hocadan medreseden tahsil etmezler. Onların ilimleri vehbîdir, doğrudan doğruya Hazret-i Allah ve Resul’den gelir.
•
Gerçekten bir insanın bütün kalbi ihlâsla, kalb-i selim ile Hazret-i Allah’a yöneldiği zaman, Allah-u Teâlâ dilerse bir çok esrarı ona duyurur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsana bilmediği şeyleri O tâlim eyledi.” (Alâk: 5)
Bunlardan da anlaşılıyor ki, ancak Hazret-i Allah’ın öğretmesi ve göstermesi ile bu hakikatlar ve bu esrar bilinecek. Bütün bunlar O’nun bildirip duyurması ile kaimdir.
Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’sinde şöyle vasıflandırmıştır:
“Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır.” (Nahl: 128)
Fakat kitap okumakla, “Filân kişi şöyle söyledi.” demekle bunun aslı, asliyeti bilinmez ve Hakikat’a da vâkıf olunmaz. Bu gibi kimselerin işi zandan ibarettir, gerçeğine hakikatına vâkıf değildirler.
Bunun için dir ki her şeyden evvel insan kendi nefsini ıslah etmesi lâzımdır. Emmâre’den Levvâme’ye, Levvâme’den Mülhime’ye, Mülhime’den Mutmainne’ye, Mutmainne’den Râziye’ye, Râziye’den Mardiyye’ye, Mardiyye’den de Sâfiye’ye çıkacak ki:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.” (Şems: 9)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyâtına mazhar olsun.
Bu lâf işi değildir. Ancak Hazret-i Allah’ın duyurması ile bildirmesi ile kaimdir ve bu arzedilen “Nefis dereceleri” ni bir bir geçmekle mümkün olur.
•
Bir kul rızâ-i ilâhî’yi kazanmak için Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve yasaklarının icraatına gayret ederse, kendisini Hazret-i Allah’a sevdirirse, Hazret-i Allah da onu severse:
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûrâ: 13)
Amma gayrı yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak, hem de tasavvuftan bahsedecek... Bu mümkün değil!..
Bunlar ancak sunî mutasavvıflardır, gerçek hakikatten mahrumdur. Bütün işleri zandan ibarettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)
Ehl-i hakikatın muallimi bizzat Hazret-i Allah’tır, bunların muallimi ise şeytandır.
İşte bu Âyet-i kerime’lerle ispat ediyoruz.
Allah-u Teâlâ bu sevdiği kullarını kendine çektiği için, içlerini nûrlandırmış, her türlü ahlâk-ı zemime’den temizlemiş, ahlâk-ı hamideye de nail etmiştir.
“Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur.” (Nûr: 35)
Âyet-i kerime’si mucibince o kul Allah-u Teâlâ’nın nûruna ve lütfuna kavuşmuştur.
Fil Vakası:
Yaşar Nuri Öztürk “Kur’an’daki İslâm” isimli kitabında “Ebrehe’nin ordusunu helak eden siccin taşlarının veba mikropları” olduğunu ifade etmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in doğumundan 52 gün önce vukua gelen “Fil Vakası” Kur’an-ı kerim’in Fil sûre-i şerif’inde haber verilmektedir.
Arapların takvim başı olarak kullandıkları “Fil hadisesi”, Muhammed Aleyhisselâm’ın doğumundan 52 gün önce olmuştur.
Yemen’e hakim olan Habeş valisi dudağı yarık Ebrehe, mutaassıp bir hıristiyandı. Bu dini yaymak ve Arapları Kâbe-i muazzama ziyaretinden vazgeçirmek için Sana’da muhteşem bir kilise yaptırmış ve orasını Araplar için hacc yeri olarak ilân etmişti. Böylece bütün Arapları Kâbe yerine bu kiliseyi tavaf etmeye zorlamak ve Sana’yı hem dini hem de ticari bir merkez haline getirmek istiyordu. Fakat buna muvaffak olamadı. Çünkü Araplar bu kiliseye hiç iltifat etmedikleri gibi, hakaretler ettiler, gizlice adam salarak içini kirlettiler.
Ebrehe bunun üzerine Kâbe’yi ortadan kaldırmaya karar verdi. Hazırladığı bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü. Ordunun önünde Mahmud adlı büyük bir fil, bir kaç tane de eğitilmiş fil bulunuyordu. Haberi alan Araplar yer yer karşı durmak istedilerse de dayanamadılar.
Ebrehe Mekke yakınlarında karargâh kurup, Kureyşlilerin mallarını yağma ettirdi. Yağma edilen mallar arasında Resulullah Aleyhisselâm’ın dedesi Abdülmuttalib’in develeri de bulunuyordu. Mekke’nin lideri durumunda bulunan Abdülmuttalip, Ebrehe ile görüşerek gasbedilen malların geri verilmesini söyledi. Ebrehe’nin bu durum pek tuhafına gitti. “Ben Kâbe’yi yıkmaya gelmişken, sen develerinin derdindesin!” dedi. O ise şöyle cevap verdi “Ben ancak develerin sahibiyim, Kâbe’nin elbet bir sahibi var, onu O korur.”
Bunun üzerine Ebrehe develeri geri verdi. Abdülmuttalip dönüşte halkın şehri terketmelerini ve dağlara çekilmelerini söyledi.
Ebrehe Kâbe’yi yıkmak için ordusunu ve filini, gösterdiği yöne tevcih etti. Ancak önde yürüttüğü büyük fil olduğu yere çöküp hareket etmedi. Güneye, Kuzeye ve Doğuya doğru çevrilince gidiyor, Mekke’ye doğru çevrilince çöküyordu. Ayağa kaldırmak için ne kadar zorladılarsa da başaramadılar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kasvâ adlı devesi Mekke yakınlarında çökünce “Kasvâ’ya, file mâni olan mâni oldu.” buyurmuşlardı.
Sonra Allah-u Teâlâ’nın ezeli iradesi tahakkuk etti, tam Mekke’ye girmek üzere bulundukları bir sırada üzerlerine deniz tarafından kırlangıca benzer bölük bölük kuşlar sevketti. Ebâbil adındaki irili ufaklı, siyah, yeşil, beyaz renklerdeki bu kuşlar biri gagasında ikisi ayakları arasında olmak üzere üçer taş taşıyordu. Sürüler halinde Ebrehe’nin ordusunu yukarıdan kuşatıp attıkları taşlarla ölüm yağmuruna tuttular. Bu taşlar kime isabet ediyorsa, vücudu hemen çürümeye başlıyordu. Çok geçmeden altmış bin kişilik ordu delik-deşik olup mahvoldu. Aynı âkibete uğrayan Ebrehe canını zor kurtarıp Yemen’e döndü ise de, parça parça olan etleri çürüyerek ölmüştür. Mekke’den Yemen’e kadar bütün yollar, ilâhî azaptan kaçmaya çalışan Habeşliler’in cesetleriyle doldu.
Mekkeliler ölenlerin üzerindekilerden ve yanlarında getirdikleri şeylerden pek çok mal elde ettiler.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Ebrehe ve ordusunun başına gelenleri şöyle haber vermektedir:
“Resulüm! Görmedin mi Allah (Kâbe’yi yıkmaya gelen) fil sahiplerine ne yaptı? Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?” (Fil sûresi: 1-2)
Tabiatıyla bu bir ilâhî cezadır ki, tuğyan eden bir kavmi yok etmiş, düzenlerini boşa çıkarmış, insanların emniyet yeri olan Beyt’i muhafaza etmiştir.
“Üzerlerine sert taşlar atan sürü sürü Ebabil kuşları gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin gibi paramparça yaptı.” (Fil sûresi: 3-4-5)
Âyet-i kerime’de geçen “Siccil” sert taş demektir. Yaşar Nuri küfre şirin görünmek için bu Âyet-i kerime’ye veba mikrobu deyip, Âyet-i kerime’nin asli mânâsını değiştirmiş, kendi zannını ortaya koymuş, küfrünü izhar etmiştir.
Bu Âyet-i kerime’dir. İlâhî hüküm budur. Bir Âyet-i kerime’yi değil, bir tek harfi dahi inkâr eden kâfir olur. Hüküm budur.
Allah-u Teâlâ “Ebabil kuşlarını gönderdim, onlar sert taşlar atıyorlardı” diyor. O ise Ebrehen’in ordusu veba mikrobu ile yok oldu diyor. Sûre’nin asli mânâsını değiştiriyor.
Böylece Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor, dolayısıyla sûreyi de inkâr etmiş oluyor.
Yaratmak da, emretmek de Hazret-i Allah’a aittir, mahlukun hükmü yoktur. Yaratan da, yaşatan da, emreden de, hükmeden de Hazret-i Allah.
“Yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” (A’raf: 54)
Bir kere bu adam bu hükm-ü ilâhiyi bırakıyor. Bu Âyet-i kerime’yi de bilmiyor, görmüyor. Bilmek de, görmek de istemiyor. Hem bu Âyet-i kerimeyi inkâr ediyor, hem de sûreyi inkâr ediyor, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü değiştirmeye kalkıyor.
Emir ve yasak koyma hakkı yalnız O’na aittir. Bunlar ifsatçıdır. İslâm dinini yaşamayanların iman ve İslâm’dan mevzu dahi etmeye salahiyeti yoktur.
“Hüküm, yücelerin yücesi Allah’ındır.” (Mümin: 12)
Hem Allah-u Teâlâ’nın hükmünü değiştiriyor, kendi hükmünü ortaya koyuyor, hem de diğer taraftan inkâra kalkıyor.
Hem Fil sûre-i şerif’indeki Âyet-i kerime’yi inkâr edip kendi zannını ortaya koyduğu zaman küfre kaydığı gibi; A’raf: 54, Mü’min: 12 Âyet-i kerime’lerinde belirlenen hududu aşıyor. Böylece küfrün üzerine küfür oluyor.
O ise kendi zannını yürüterek Âyet-i kerime’nin mânâsını değiştirerek delilsiz ve mesnetsiz konuşuyor.
Halbuki Âyet-i kerime’de:
“O’nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur.” buyuruluyor. (Kehf: 27)
Eğer murad-ı ilâhi Ebrehe ordusunu bu gibi hastalıklarla yok etmeye yönelik bulunsaydı, Kur’an-ı kerim’de buna uygun bir anlatım tarzına yer verilir, ne uçan kuşlardan, ne de taşıdıklarından söz edilirdi.
Halbuki Ebabil kuşlarının attığı taşlar o insanların vücudunda derin yaralar açmış ve Allah-u Teâlâ’nın lutfuyla Ebrehe’nin ordusu yerle bir olmuştur.
Muhyiddin-i İbn-ül Arabi -kuddise sırruh- Hazretleri Futuhat-ı Mekkiye’nin sorular ve cevaplar bölümünde askerlerden bahsederken bu sûreyi misal vererek; “Bu erleriyle taşıttığı çakıl taşlarını yüksekten düşman üzerine attırarak düşman ordusunu hezimete uğratmıştı.” demektedir. (Sh: 208)
Yine Yaşar Nuri’nin ilham aldığı reformculardan Abduh da Fil sûre-i şerif’indeki Ebabil kuşlarını sivrisinek, attıkları taşları da mikrop diye tefsir etmiştir. Aslında kuşlardan maksat ne sinek, ne de sivrisinektir, attıkları taşlardan da maksat ne mikrop ne de virüstür. Her yönüyle ilâhî kudretin tecelli eden hükmünü yansıtan bir mucizedir.
Helâk edilme olayı her yanıyla ve yönüyle bir mucizedir, hiçbir zaman tabii olaylarla kıyaslanamaz.
Bunların herbiri “Muhalefet et, meşhur olursun” sözü gereğince kimsenin söylemediği bir söz söylemek için küfre düşmüştür.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Damgalanmış ve pişirilmiş balçıktan taşlar.” buyuruyor. (Hud: 82)
Bu Âyet-i kerime’de geçen “Siccil” Âyet-i hakkında hiçbir kimse mikrob mânâsı çıkarmamıştır.
Allah-u Teâlâ Lut kavmi hakkında:
“Çamurdan taşlar.” buyuruyor. (Zâriyât: 33)
Allah-u Teâlâ sûre-i şerif’te açık olarak Ebabil kuşundan ve sert taştan mevzu ederken, bu kuşların sinek veya mikrop olduğuna inanmak ve bu fasit fikri yaymak fitne ve fesat çıkarmaktır.
Allah-u Teâlâ ise Âyet-i kerime’sinde ise:
“Kendilerine kitaptan nasip verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizinde yoldan sapmanızı istiyorlar.” buyuruyor. (Nisa: 44)
Dünyayı ahirete tercih eden bu tahripçiler dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri bozmak, bidat ve küfrü yaymaktır. Simalarına baksan çok şey görürsün. Kendilerine sorsan âlimim diye geçinirler. Âlimim demekten kendilerine alamazlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Kim ki ben âlimim derse, bilin ki o câhildir.” buyuruyorlar. (Münâvî)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de:
“Size ilimden pek az birşey verilmiştir.” buyuruyor. (İsrâ: 85)
Hakikatte cahil olduklarını bilmezler ve fakat Allah-u Teâlâ:
“Hakkı batıl ile karıştırmayın. Bilerek Hakk’ı gizlemeyin.” buyuruyor. (Bakara: 42)
Kalıbına baksan imrenirsin. Fakat Allah-u Teâlâ onlar için:
“Direk olmuş keresteler.” buyuruyor. (Münafikun: 4)
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın!’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
Hadis-i şerif’lerde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Kur’an âyetlerine kendi reyi ile mânâ veren kimse cehennemden kendisine yer hazırlasın.” buyuruyorlar. (Münâvî)
Bu ve bunun gibi kimselerin Âyet-i kerime’ler üzerinde yaptığı, apaçık bir tahriftir. Sûrede böyle bir beyan yoktur. Amma Allah-u Teâlâ onları şöyle haber veriyor:
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah’ı, anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır, iyi bilinki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)
Bütün göklerin ve yerin ordusu Allah’ındır. Allah-u Teâlâ Ebabil kuşlarıyla sert taş atan mahlukatını gönderince bunu çevirip mikrop demek Allah-u Teâlâ’nın ordularını inkâr demektir.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır.” buyuruyor. (Fetih: 7)
Tenasüh (Reankarnasyon):
Yaşar Nuri Öztürk “Kur’an’daki İslâm” kitabında; “İslâmiyette reankarnasyon (tenasüh) ölen bir kimsenin ruhunun yeni dünyaya gelen birine geçebileceği,” inancının olduğunu söylemektedir.
Batıl itikatlı kişiler tarafından, zihinleri bulandırmak için ortaya atılan ve ruh göçü dedikleri bu tenasüh fikrini, dinimiz kesinlikle reddeder.
Bu gibi bozuk, fikirleri yayanlar, önderliğini yapanlar; insanları Allah’ından ayırmakta, dinininden uzaklaştırmakta, İslâm’ın hesap ve mesuliyet esasını kökünden yıkmaya çalışmaktadırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.” buyuruyor. (A’raf: 86)
Bedenlerin yaratılmasından önce, dünyaya gelecek olan insan sayısı takdir edilmiş ve ona göre ruh yaratılmıştır. En son ruh gelinceye kadar da kıyamet kopmaz.
Vakti saati gelen ruh dünyaya gelir, kendisine âit bedene girer. Daha sonra insanın ölümüyle berzah âlemine döner. Dünyada yaptıkları iyilik ve kötülüklerine göre orada yeniden dirileceği güne kadar ya cennet bahçelerinden bir bahçede huzur içinde yaşar veya cehennem çukurlarından bir çukurda azap ve işkence görür. Böylece hesap gününü bekler. İddia edildiği gibi tekrar dünyaya dönerek bedenden bedene dolaşmaz.
Âyet-i kerime:
“Nihayet onlardan her birine ölüm geldiği vakit der ki: ‘Rabbim! Beni dünyaya geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve yararlı iş işlerim.’
Hayır! Bu söylediği sadece kendi lâfıdır. Tekrar diriltilip kaldırılacakları güne kadar, önlerinde geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah bir perde vardır.” (Müminun: 99-100)
Allah-u Teâlâ günahkâr kişilerin âhirete intikal ettiklerinde:
“Keşke benim için (dünyaya) dönüş imkânı bulunsa da iyilerden olsam!” (Zümer: 58)
“Rabbimiz! Gördük, işittik. Artık bizi dünyaya geri döndür de salih bir âmel işleyelim.” diyeceklerini haber vermektedir. (Secde: 12)
Âyet-i kerime’lerde âhiretin inanma yeri olmadığı, çünkü her şeyin gözlerinin önünde olduğu, dünyanın artık gerilerde kaldığı, oraya uzanıp imanı almanın mümkün olmadığı beyan buyurulmaktadır:
“Onları can baş kaygısına düştükleri zaman bir görmelisin! Artık kaçacak yerleri de yoktur. Yakın bir yerden yakalanmışlardır.
Ona inandık demektedirler. Ama uzak yerden el sunmak (dünyaya yeniden döndürülmek) nasıl mümkün olsun?” (Sebe: 51-52)
Her insanın ruhu bedeniyle birlikte dünyada yaptığı iyilik ve kötülüğünün karşılığını görecektir.
Âyet-i kerime’de:
“Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz (yaptıklarınızın karşılığı) size eksiksiz verilecektir.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 185)
“İlk önce sizi yarattığı gibi, yine ona döneceksiniz.” (A’raf: 29)
Âyet-i kerime’si ile de, insanın ilk yaratılış biçimiyle ve kıyamet günü aynı ruhla dirileceği beyan buyurulmaktadır.
Binaenaleyh bir ruh birden fazla bedene girmiş olsa, ahirette hangi bedenle dirilecek ve sorumlu tutulacak?
Bu âciz kimseler neden yaratıldıklarını, nereden çıktıklarını bilmedikleri, âciz olduklarını görmedikleri için; Yaratıcı’ya âcizlik isnad ediyorlar.
Hazret-i Allah’ın yanında bir ruh ile bir tüyü, bir insan ile bir yaprağı, bir âlem ile bir çekirdeği yaratma arasında ne fark var?
Be hey gâfiller! Ağaçtaki yaprakları saydınız da, diğer ağaçtakileri noksan mı buldunuz? Ağaçtaki yaprağı, bedendeki tüyü, kavundaki çekirdeği, düşenle biteni saydınız da, aralarında fark mı gördünüz?
Eğer kudretiniz varsa hepiniz bir araya toplanın da bir tek yaprağı yapın!
Bir yaprağın karşısında âciz düşen, mahlûk aklı ile Hâlik’in işini nasıl bilebilir, nasıl karışabilir?
Sübhanellah! O her eksiklikten münezzehtir!..
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yaşatan ve öldüren O’dur. Bir işin olmasını diledi mi, ona sadece ‘Ol!..’ der, o da oluverir.” (Mümin: 68)
“Önce yaratan, ölümünden sonra tekrar dirilten O’dur. Bu O’nun için pek kolaydır.” (Rûm: 27)
“Biz ilk yaratılışta güçsüz mü düştük? Hayır! Onlar yeni bir yaratılıştan şüphe içindedirler.” (Kaf: 15)
“De ki: Çocuk edinmeyen, mülkünde hiç bir ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir yardımcıya da ihtiyaç göstermeyen Allah’a hamdolsun.
O halde O’nu tekbir ile yücelt. (O’na yaraşır şekilde saygı göster.)” (İsrâ: 111)
Bu yaratma işidir, yapma işi değildir. Senin ki, bunlardan haberin yok, ruhtan nasıl haberin olur? Zira bu hususta hiç bir bilgiye sahip değilsin.
Âyet-i kerime’de:
“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki, ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.” buyuruluyor. (İsrâ: 85)
İnsanı yaratana, nimetlerle donatana âcizlik isnad ediyorlar. İşte küfür bu kadar çirkindir. Bunun içindir ki, bunlar her türlü hakarete layık kimselerdir.
Bu gibi asılsız ve mesnedsiz fikirleri yayanları ve öncülüğünü yapanları Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı kerim’inde nasıl cezalandıracağını Firavun’u misal göstererek haber veriyor:
“Firavun kıyamet günü milletine öncülük eder, onları cehenneme götürür. Ne kötü yerdir onların gittikleri yer!
Hem burada hem kıyamet gününde lânete uğratılırlar. Ne kötü yerdir onların götürüldükleri yer!” (Hud: 98-99)
“Bedbaht olanlar cehennemdedirler. Onların orada bir soluk alış verişleri vardır ki!” (Hud: 106)
“İşte onlar Rablerinin âyetlerini ve O’nun huzuruna çıkmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden bütün yaptıkları boşa gitmiştir.
Artık onlar için kıyamet günü hiç bir terazi tutmayız, onlara değer vermeyiz.” (Kehf: 105)
Müslümanlar ve Diğer Dinlerde Olanlar:
Yine aynı kitabında; “Hıristiyan ve yahudilerinde cennete gireceklerini” ifade ediyor.
Allah-u Teâlâ kıyamet gününde insanları bir araya topladığı zaman her türlü anlaşmazlıklar hakkında hükmünü verecek, hak üzere olanlarla haksız olanların aralarını ayıracak, hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu konusunda kararını bildirecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki iman edenler, yahudiler, sabiler, hıristiyanlar, mecusiler ve müşrik olanlar arasında Allah kıyamet gününde kesin hükmünü verecektir.
Allah her şeye şahiddir.” (Hacc: 17)
Âyet-i kerime’de altı tane dinden söz edilmiş, bunlardan sadece birisi iman sahibi olarak gösterilmiştir. Geri kalan beş zümre küfür ehlidir. Bunların dışında kalan dinler inanç bakımından bunlardan birine benzediği için onların isminden söz edilmesine lüzum görülmemiştir.
Allah-u Teâlâ o gün adaletle hükmedecek, kendisine iman edenleri cennete koyacak, inkâr edenleri ise cehenneme sokacaktır.
Yahudilerin imanı İsâ Aleyhisselâm’a gelinceye kadar Tevrat’a ve Musa Aleyhisselâm’ın sünnetine tabi olmak idi. İsâ Aleyhisselâm gelince ona tabi olmaları gerekirken, olmadıkları için yoldan çıktılar. Gerçekten tabi olmuş olsalardı Tevrat’ı değiştirip tahrif etmeselerdi İsâ Aleyhisselâm’a iman ederlerdi.
Hıristiyanların imanı da İncil’e ve İsâ Aleyhisselâm’ın şeriatına bağlanmak idi. Muhammed Aleyhiselâm gelinceye kadar bu imanları geçerliydi. Muhammed Aleyhisselâm geldikten sonra ona tabi olmaları gerekiyordu. Olmayanlar yoldan çıktılar. İsâ Aleyhisselâm’a bağlı olduklarını iddia eden hıristiyanlar, gerçekten bağlı olmuş olsalardı, peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Aleyhisselâm’a inanırlardı. Onun dini kendisinden önceki peygamberlerin getirdikleri dinleri yürürlükten kaldırmış, hükümsüz kılmıştır. Tevrat ve İncil’de Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamberliğini haber veren müjdeler vardır. Onun son peygamber olduğuna ve bütün insanlığa gönderildiğine inanmak Allah-u Teâlâ’nın emridir.
Bütün bu milletler, bütün bu taifeler, bozuk inançlarını, yanlış hareketlerini bırakır, Allah-u Teâlâ’ya O’nun istediği şekilde iman etmiş olurlarsa doğru yolu bulmuş, hidayete ermiş olurlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rabbleri katında mükafatlar vardır.
Onlar için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Bakara: 62)
Bu müjde ancak inananlara mahsustur. Diğerleri, gerçek risalet sahibi olan, insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm’a inanmadıkları, onun şeriatına uymadıkları için bu müjdeden mahrumdurlar.
Bununla beraber bunlar da iman ederlerse, müminler sınıfına dahil olup aynı vaad ve müjdeye nail olacakları açıktır.
Aynı mânâyı ifade eden diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki iman edenler, yahudiler, sabiler ve hıristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Mâide: 69)
Kâfirlerin azaptan korktuğu, ömür sermayesini boş yere tüketip de sevap alma fırsatını kaçıranların üzülüp mahzun olduğu o günde, bu müminler için korku ve üzüntü olmadığı gibi çok büyük müjdeler vardır.
İçkinin Azı da, Çoğu da Haramdır:
“Şarap dışındaki içkilerin sarhoş etmeyecek kadar içilebileceğini” iddia etmektedir.
İslâm dini aklın muhafazasına çok ehemmiyet vermiştir. Aklı izâle edip faaliyetlerini durdurması yönünden insana çok büyük zararı olan içkiyi ve diğer uyuşturucu maddeleri yasaklamıştır. Çünkü bunlar insanın yalnız aklına ve vücuduna değil; nesline, malına, şeref ve haysiyetine de zarar verir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde:
“Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.
Şeytan; içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan vazgeçtiniz değil mi?” buyuruyor. (Mâide: 90-91)
Binaenaleyh, insanlar arasındaki ismi ne olursa olsun ve her neden yapılırsa yapılsın, sarhoşluk veren bütün içkilerin azı da çoğu da haramdır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Her ne olursa olsun çoğu sarhoşluk veren şeylerin azından da sakınınız.” (İbn-i Mâce)
Mehdi Aleyhisselâm:
Aynı kitabında “Mehdilik” diye bir kavramın olmadığını söylüyor.
Mehdi Aleyhisselâm hakkında çok sayıda Hadis-i şerif nakledilmiştir. Âlimler bunu mütevatir kabul eder. Resulullah Aleyhisselâm’dan beri, “Müslümanların kâffesi”, ahir zamanda, Ehl-i Beyt’e mensup bir zatın çıkıp dini güçlendireceğine, adaleti hâkim kılacağına, müslümanların ona tâbi olup İslâm beldelerinde hâkimiyet kuracağına, bu kimseye Mehdi deneceğine inanmış ve gelmesini beklemektedirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa, Allah-u Teâlâ o günü uzatarak benim soyumdan bir kişi gönderecektir. Adı adımın, babasının adı babamın adının aynısı olacak, zulüm ve zorbalık altında inleyen yeryüzünü huzur ve adaletle dolduracaktır.” (Ebu Dâvud, Tirmizî)
Mehdi Aleyhisselâm’ın Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in neslinden geleceğini ve yeryüzünü adaletle dolduracağını bu Hadis-i şerif haber veriyor.
Nice asırlardan sonra Allah-u Teâlâ, Hatem-î nebi Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmetinden ve kendi neslinden bir kurtarıcı gönderecek ve dünyaya malik olacaktır.
“Yeryüzünde dört kişi malik olmuştur. İkisi mümin, ikisi kafirdir. Müminler, Zülkarneyn ve Süleyman Aleyhisselâm, kâfirler ise Nemrud ve Buhtunnasr’dır. Beşinci olarak Ehl-i Beytim’den birisi gelecek ve o da dünyaya mâlik olacaktır.” (İmâm-ı Suyûtî)
İşte o zât-ı âlî Mehdi Aleyhisselâm şeriat-ı mutahhara’nın emir ve hükümlerine, tarikat-ı münevvere’nin edeb ve erkanına harfiyyen riayet edecektir. Allah-u Teâlâ’nın ahkâm-ı ilâhi’sini, Resul-i Ekrem -sallalahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyye’sini yaşayacak ve yaşatacaktır.
“O zât insanlar içerisinde Peygamber’in -sallallahu aleyhi ve sellem- sünneti ile amel eder. İslâm yeryüzüne tam mânâsı ile yerleşir. Yeryüzünde yedi sene kalır, sonra vefat eder ve müslümanlar onun üzerine namaz kılarlar.” (Ebû Dâvud: 4286)
Hadis-i şerif’leri kabul etmiyor olması bu gerçeği değiştirmez. Çünkü biz Hadis-i şerif’lere inanıyoruz ve amel ediyoruz.
Namazın Sünnetleri:
“Namazların sadece farzlarının kılınacağını” söylemiştir.
Resulullah Aleyhisselâm bir taraftan kendine vahyedilen Âyet-i kerime’leri Allah’tan aldığı gibi arttırma ve eksiltme yapmadan bütünüyle tebliğ ederken, diğer taraftan da onlardan ne gibi mânâlar kastedilmiş olduğunu sözleriyle işleriyle tefsir ve izah eder, sarih hükümler ortaya koyardı.
Âyet-i kerime’lerde:
“Resulüm! Biz sana bu Kur’an’ı indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın.” (Nahl: 44)
“O size bilmediklerinizi öğretir.” buyuruluyor. (Bakara: 151)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde namazın farz olduğunu bildirdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Allah-u Teâlâ’dan aldığı vahiy ve ilham ile namazın vakitlerini, rekâtlarını, âdâb ve erkânını, nasıl kılınacağını hem anlattı hem de müslümanların gözü önünde kıldı.
Sonra da:
“Beni namaz kılarken nasıl görmüşseniz, siz de öylece kılınız.” buyurdu. (Buharî)
Bunun gibi, dinin açık bir hükmü bulunmayan esasları bir bir açıklamış, geriye birşey bırakılmamıştır.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Sakın sizden birinizi emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanıp ‘Bilemiyorum! Biz Allah’ın kitabında ne buluyorsak ona uyarız.’ derken bulmayayım.” (Tirmizî)
Zancılar bunu yapıyor. Zira onlar nefislerine dayanarak hareket ediyorlar.
Bu gibi kimseler bugün Hadis-i şerif’leri, sünnet-i seniyye’yi, yarında Allah-u âlem Kur’an-ı kerim’i inkâr edebilirler.
Zina ve Recm:
Kur’an-ı kerim’de “recm” cezasının olmadığını söylemektedir.
Dinimiz evlilik dışı münasebetleri haram kılmıştır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:
“Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” buyuruyor. (İsrâ: 32)
Âyet-i Celîle’de “Zinâ etmeyiniz!” denilmiyor da, “Zinâya yaklaşmayınız!” şeklinde emir veriliyor. Çünkü insanı tahrik ederek zinâya götüren şehvet duygusundan ve tehlikelerden emin olmak, ancak zinâya yaklaşmamakla mümkün olur. Yaklaşıldığı takdirde bu emniyeti sağlamak güçleşir.
Bunun içindir ki, dinimiz zinâyı haram kılarken, ona götüren bütün hâl ve hareketleri şiddetle yasaklamış, zinâ kapısını kapatmıştır. Bu kapalı kapıdan içeri girenler hakkında ilâhi hükümler son derece ağırdır:
“(Bekâr olup da) zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dinini tatbik hususunda o ikisine merhametiniz tutmasın. Müminlerden bir topluluk da onlara yapılan cezaya şahit olsun.” (Nûr: 2)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den rivayet edilen tatbikata göre; evli olup da zinâ eden erkek ve kadınlar recmedilirler.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivâyet edilmiştir:
“Bedevîlerden birisi Resulullah Aleyhisselâm’a gelip ‘Yâ Resulellah! Size Allah namına yemin eder ve yalnız Allah’ın Kitab’ı ile hükmetmenizi dilerim.’ diyerek yanındaki ârâbîden dâvâcı oldu. Öbür hasım ise daha dirayetli ve edepli idi. O da ‘Evet Yâ Resulellah! Aramızda Kitabullah ile hükmet, fakat bana müsaade buyur da anlatayım.’ dedi, devam etti.
‘Benim bir oğlum bu adamın çobanı idi, nasılsa bunun karısı ile zinâ etmiş. Duydum ki her zinâ eden taşlanarak öldürülürmüş. Oğlum bundan kurtulsun diye bunlara yüz koyun bir cariye vererek oğlumu kurtarmıştım. Sonra öğrendim ki bekâr oğluma yüz değnek had ile bir sene sürgün cezası varmış, bunun karısı da taşla öldürülecekmiş. Allah’ın hükmü böyle ise koyunlarımı ve câriyemi geri versin.’
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki aranızda Kitabullah ile hükmedeceğim. Câriye ve koyunlar sana geri verilir, oğluna yüz değnek vurulur ve bir sene sürülür.” buyurdu. Sonra ashaptan Üneys’e “Ey Üneys! Şu dâvâcının karısı olan kadına git, günahını itiraf ederse onu recmet, Allah’ın emrini uygula!” diye emir verdi.
Üneys gitti. Kadın şahitlerin yanında fenâlığı itiraf etmesi üzerine Resulullah Aleyhisselâm’ın emri ile recmolundu.” (Buharî. Tecrid-i Sarih: 1162)
Haremlik-Selâmlık:
İslâm’da “Haremlik-selâmlık” olmadığını söyleyerek, Âyet-i kerime’leri inkâr etmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Peygamber’in zevcelerine herhangi bir şey soracağınız vakit perde arkasından sorun. Böyle yapmakla hem sizin gönülleriniz hem de onların gönülleri daha temiz kalır.” (Ahzab: 53)
Birbirine nikah düşen kadın ve erkeklerin bir arada yalnız bulunmaları haramdır. Çünkü bu beraberlik bir çok günahın işlenmesine sebep olmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurur:
“Hiç bir erkek nikah düşen yabancı bir kadınla yalnız kalmasın. Hiç bir kadın yanında nikah düşen birisi bulunmadan yolculuğa çıkmasın.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1260)
Mümin hanımların görüşüp konuşabileceği mahremi olan erkekleri Allah-u Teâlâ Nûr sûre-i şerif’inin 31. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Süslerini kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri, veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin oğulları veya müslüman kadınları veya cariyeleri veya kadına ihtiyacı bulunmayan (iktidarsız) hizmetçiler veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler.”
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde, bir erkekle kadının yalnız bulunmaları halinde üçüncülerinin şeytan olacağını haber vermişlerdir.
Kadın İdareci:
Ona göre; “Kadının idareciliği” İslâm’da varmış.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kadın idareci hakkında;
“Mukadderatını bir kadının eline veren millet felah bulmaz.” buyuruyorlar. (Buhari 1660, Megazi 82, Fiten 18, Tirmizi Fiten 75, Nesai Kada: 8, Ahmed bin Hanbel 5743, 51, 38, 47)
Bu İslâm dinine göre böyledir. Eğer Allah’a iman ediyorsak, Resul’üne tâbi isek, onların beyanı Âyet-i kerime’lerde ve Hadis-i şerif’lerde böyle buyurulmaktadır. Bunun tersini söylemek ve savunmak Allah ve Resul’üne karşı gelmek demektir. Bu da açık bir küfürdür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehavetli cömert kimselerse, işlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız; bu durumda yerin üstü altından hayırlıdır.
Yok eğer ümerânız şerlilerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise; yerin altı üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267)
Tesettür:
Yine “Kur’an’daki İslâm” kitabında, “Saçların bütünüyle, görünmeyecek şekilde kapatılması emri diye bir ifade yoktur. Cenâb-ı Hakk bunu kulun tercihine bırakmıştır.” demektedir.
İslâm dininde tesettür kesinlikle farzdır.
Allah-u Teâlâ Nûr sûresi 31. ve Ahzâb sûresi 59. Âyet-i kerime’lerinde tesettürün farz olduğunu beyan buyuruyor.
“Resulüm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Bu Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ tesettür hakkında kesin hududunu çizmiş, sadece yüz ve ellerin görünebileceğini belirterek, bu hükmü kulun tercihine bırakmamıştır.
“Resulüm! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle. Zaruri bir ihtiyaçları olup dışarı çıkmak istedikleri zaman, dış elbiselerini üzerlerine giysinler. Bu onların ahlaksız kadınlardan olmadıklarının bilinmesi ve incilitmemesi için daha elverişlidir.” (Ahzâb: 59)
Bu hüküm İslâm dinine göredir.
Tesettür kesin olarak uyulması gereken bir emirdir ve iman meselesidir.
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerini koymuş onu yasaklarıyla sınırlamıştır.
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Allah-u Teâlâ, “Kim bu hudutları aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” buyuruyorken. “Tesettürü kulların tercihine bıraktığını” söylemek, açıkca bu hudutları aşmak demektir. Bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmek demektir. İnkâr ise küfürdür.
Rüyetullah Meselesi:
Yaşar Nuri Öztürk kitabının 108. sayfasında :
“Allah, zâtı itibariyle asla görülemez.” demiştir.
İslâm dinine göre ise esas şudur:
Müminler cennette bütün nimetlerin üstünde, mekandan münezzeh olarak Allah-u Teâlâ’yı zaman zaman görmek saadetine nail olacaklardır.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlar:
“Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i İlâhi’ye sabah ve akşam nazar ederler.” (Tirmizi: 2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime’leri okumuşlardır:
“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabblerine bakarlar.” (Kıyâme: 22-23)
Allah-u Teâlâ kendi cemalini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında, görmeye liyakat halkeder. Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u Teâlâ’yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar. O’na bakmaya devam ettikleri sürece hiç bir şeye iltifat etmezler. Cennet bu nimetin yanında bütün şaşası ile sönük kalır.
Cerir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu görme hususunda üstüste sıkışıp birbirinizin üzerine yığılmayacaksınız.” (Müslim: 633)
Süheyb -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:
“Cennetlikler cennete girdiği zaman Allah Tebâreke ve Teâlâ ‘Bir şey istiyorsanız söyleyin, onu da vereyim!’ buyurur. Onlar da ‘Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı?’ derler.
Bunun üzerine Allah hicabı kaldırır, artık onlara Rablerine -azze ve celle- bakmaktan daha sevimli bir şey verilmiş olmayacaktır.” (Müslim: 181)
Süheyb -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah Aleyhisselâm bu sözlerinden sonra şu Âyet-i kerime’yi okumuştur:
“Güzel amelde bulunanlara daha güzel mükafat, bir de ziyade vardır.” (Yunus: 26)
Kadın erkek herkes her cuma Allah-u Teâlâ’nın daveti üzerine O’nun yüce ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi net olarak görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile sevinçle karşılar.
Said bin Müseyyeb -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir:
Said -radiyallahu anh-, Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- ile karşılaştıklarında “Allah’tan, cennet çarşısında bizi bir araya getirmesini dilerim.” dedi. Bunun üzerine Said -radiyallahu anh- “Cennette çarşı var mıdır?” diye sordu. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- “Evet vardır.” dedi ve sözlerine devam etti:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana bildirdi ki, cennetlikler cennete girdikleri vakit orada amellerin çokluğu nisbetinde yerleşeceklerdir. Sonra dünya günlerinden bir Cuma günü kadar bir müsaade verilecek, onlar da Rablerini ziyaret edeceklerdir.
Rabbin arşı onlara görünecek ve Rab kendilerine cennet bahçelerinden bir bahçede tecelli edecektir.
Onlar için nurdan minberler, inciden minberler, yakuttan minberler, zebercetten minberler, altından minberler ve gümüşten minberler kurulacaktır.
Onların en aşağı mertebede olanları -ki içlerinde hiç bir aşağılık kişi yoktur- misk ve kafur tepesinin üzerinde oturacaklar ve minber sahiplerini, kendilerinden daha üstün oturma yerlerinde olduklarını sanmayacaklardır.”
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:
“Yâ Resulellah! Rabbimizi görecek miyiz?” dedim.
Şöyle buyurdu:
“Evet göreceksiniz. Siz güneşin ve dolunay gecesi ayın görünmesinden şüphe eder misiniz?”
Biz de “Hayır!” diye cevap verdik.
Buyurdu ki:
“Böylece Rabbinizin görünmesinde de şüphe etmeyeceksiniz.
Allah’ın o mecliste kendisiyle karşılıklı konuşmadığı hiç bir kişi kalmayacaktır. Hatta onlardan birine “Ey filan oğlu filan! Şöyle ve şöyle dediğin günü hatırlıyor musun?” buyuracak. Ve ona dünyadaki vefasızlıklarından bir kısmını hatırlatacaktır.
O da “Ey Rabbim! Beni bağışlamadın mı?” diyecek. Allah “Evet bağışladım. İşte sen benim bağışlamamın genişliği sayesinde şu makama ermiş bulunuyorsun.”
Onlar bu durum üzere iken üstlerinden bir bulut kendilerini kaplayacak ve üzerlerine bir güzel koku yağdıracaktır. Ki onlar o zamana kadar onun kokusuna benzer hiç bir koku almamışlardı.
Sonra Rabbimiz “Sizin için hazırladığım büyük bağışa kalkın ve canınızın çektiğini alın!” buyuracak. Bunun üzerine meleklerle çevrili ve içinde gözlerin bir benzerini görmediği, kulakların işitmediği ve gönüllerden geçmeyen şeyler bulunan bir çarşıya geleceğiz. Canımızın istediği şey bize taşınacaktır.
Orada satmak ve satın almak yoktur. İşte o çarşıda cennetlikler birbirleriyle karşılaşacaklardır.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle devam etti:
“Yüksek mevki sahibi olan kişi gelip kendisinden aşağı olan kişiyle buluşacak -esasen içlerinde aşağılık kişi yoktur- ve onun üzerinde gördüğü elbise, bunun gözünü kamaştıracaktır. Ancak son cümlesi bitmeden, kendi üzerindeki elbisenin, onun sırtında bulunandan daha iyi olduğunu hayal edecektir. Çünkü cennette hiç kimsenin üzülmesi diye bir şey yoktur.
Sonra köşklerimize meskenlerimize dağılacağız. Eşlerimiz bizleri “Merhaba, hoş geldin! Bizden ayrıldığın zamanki güzelliğinden daha üstün bir güzelliğe sahip olarak geldin!” diyerek karşılayacaklar.
O da şöyle mukabelede bulunacak:
“Biz bugün Cebbar olan Rabbimizin meclisinde bulunduk. Elbette bu döndüğümüz şekilde dönecektik.” (Tirmizi: 2673)
Miras:
Kur’an-ı kerim’de geçen “Erkek mirasta kadının iki katını alır.” ifadesini emir değil, tavsiye olarak nitelemiştir. Yine aynı kitabında “Kur’an’ın miras paylaşımında kadın erkek arasında eşitliği bozmasının hikmeti nedir?” diye sorarak Âyet-i kerime’leri inkâr etmiştir. Hakikat ise şu şekildedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri miras hususunda her vârisin ne kadar pay alacağını verâset ahkâmına ait Âyet-i kerime’lerinde açık ve kesin olarak bizzat beyan buyurmuş, insanların reyine ve arzusuna bırakmamıştır. Çünkü vârisler arasındaki farkların hikmetini insan aklı idrâk edemez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Babalarınızdan ve oğullarınızdan menfaatça hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz. Bu sehimler Allah tarafından tesbit edilip size farz kılınmıştır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilici, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 11)
Binaenaleyh bir müslüman her işinde olduğu gibi bu hususta da Allah’ın emrini iltizam edecek, kendi düşüncesine göre hareket etmeyecek...
Meselâ bir babanın, çocuklarından bazılarını mirastan mahrum bırakması veya vasiyet yoluyla daha fazlasını vermesi suretiyle adalet yapmaması caiz olmadığı gibi; kızlarını, sevmediği bir hanımından olan çocuklarını veya miras düşen diğer yakınlarını mirastan men etmesi haramdır ve büyük bir vebâldir. Zira Cenâb-ı Hakk her hakkı sahibine vermiş, çizdiği bu sınırı aşmamalarını kullarına emretmiştir; ölüm hak, miras helâldir. İslâmiyet vârise vasiyeti menettiği gibi, ana veya babanın sağlığında hibe yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermelerini de men etmiştir.
Hadis-i şerif’te:
“Çocuklarınıza eşit davranın.” buyuruluyor. (Buhâri)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Çocuklarınızın mirâstaki durumu hakkında Allah size şöyle emrediyor: Erkeğe iki kadın payı kadar pay vardır. Eğer çocukların hepsi kadın olup ikiden çok iseler, mirasın üçte ikisi onlarındır, şayet tek ise yarısı onundur.
Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birine tereikeden altıda bir, eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris oluyorsa, anasına üçte bir düşer. (Kalan da babasının hakkıdır.)
Eğer ölenin kardeşleri varsa, o vakit altıda biri anasınındır.
Bu hükümler, ölenin borcu ödenip, yaptığı vasiyetler yerine getirildikten sonradır.
Babalarınızdan ve oğullarınızdan menfaatça hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz. Bu sehimler Allah tarafından tesbit edilip size farz kılınmıştır. Şüphesiz ki, Allah hakkıyla bilici, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 11)
Hazret-i Allah’ın Kelâm-ı kadim’inde kesin olarak belirttiği bir emri, tavsiye olarak kabul etmek, o hükmü kaldırmak demektir. Hazret-i Allah’ın bir hükmünü kaldıran kişi otomatikman küfre kayar.
Cünüp ve Hayızlı İken Namaz:
Bu sapıtmış adamın kupkuru zandan ibaret olan bir iftirası da şudur:
“Hayızlı kadınlara ait fıkıh hükümlerini gözden geçirip Kur’an’a göre düzenlemelidir. Kadın hayızlı halde iken abdest alır ve namazlarını kılabilir...” (Kur’an’daki İslâm: 429-430.)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulüm! Sana kadınların âdet hali hakkında soruyorlar. De ki: O bir eziyettir. Âdet halinde iken kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.” (Bakara: 222)
Görülüyor ki, burada; hayzın, bir ezâ, bir pislik olduğu bildirilmiştir. Namaz kılmak, Kur’an okumak ve mescide girmek için temiz olmak şarttır. Hayız hali ise buna müsait değildir. Bundan dolayıdır ki, hayızlı ve nifaslı kadın hakkında bir takım hükümler terettüp etmektedir. Hidaye’de bunlar, şöyle sıralanmıştır:
“Hayızlı kadından namaz sâkıt olur ve ona, oruç tutmak da haram olur. Orucu kaza ederse de namazı kaza etmez. Asr-ı saâdetteki tatbikat böyle idi. Zira namazın kazasında -her ay birikeceği için- güçlük varsa da, orucun kazasında güçlük yoktur. Zira olsa olsa bir senede 15 günlük oruç kaza eder. Hayızlı, mescide giremez, cünüb de böyle. Zira peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- “Ben mescidi, hayızlıya, cünüb olana helâl kılmam.” buyurmuştur.”
Kâbe-i muazzama’yı tavaf edemez. Çünkü tavaf, mescidde yapılır. Ona kocası da yaklaşamaz. Hayızlı kadın, cünüb ve lohusa için Kur’an okumak câiz değildir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Kur’an’ın haramlarını helâl bilen bir kimse ona iman etmemiştir.” (Tirmizî)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
“Ne cünüb, ne de hayızlı Kur’an’dan hiçbir şey okuyamaz.” (Tirmizi)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de:
“Resulullah bize, cünüb olmadıkça her hal üzere Kur’an okuturdu.” buyurmuşlardır. (Tirmizi)
Kıble Meselesi:
Yaşar Nuri’nin aynı kitabının 580-581. sayfalarda yer alan yalan yüklü saçmalarına bir bakın:
“Bakara 115 ve 142. âyetlerde ‘Doğu’nun ve batı’nın da Allah’ın olduğunu belirterek;’ Dolayısıyla kul, namazını nereye dönerek kılarsa kılsın, yakarışı hedefine varır. Bazı bilginlere göre, andığımız bu âyetler, kıbleye yönelme âyetini neshetmiştir. Buna göre, namazın kıbleye yönelme diye bir şartı yoktur.”
Yeryüzünde ilk kıble Kâbe idi. Kâbe ilk önce Âdem Aleyhisselâm tarafından yapılmış, daha sonra kaybolan yeri İbrahim Aleyhisselâm’a Allah-u Teâlâ tarafından gösterilmiş, o da oğlu İsmail Aleyhisselâm ile birlikte onun temellerini yükseltmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm’a “Yâ Resulellah! Yeryüzünde ilk kurulan mescid hangisidir?” diye sorulmuştu. “Mescid-i haram’dır.” buyurdu. “Ondan sonra hangisidir?” diye sorulduğunda “Mescid-i aksâ’dır.” cevabını verdi.
Resulullah Aleyhisselâm Hicret’ten üç yıl önce Kudüs’teki peygamberler makamı olan Mescid-i aksa’ya doğru namaz kılmaya başlamıştı. Namaz kılarken Mescid-i aksâ’ya doğru yönelir, Kâbe de önünde bulunurdu. Medine’de bulunan müslümanlar da namazlarını Mescid-i aksâ’ya doğru kılıyorlardı. Hatta Medine devrinin ilk yıllarında yapılan Kuba mescid’i ile Mescid-i nebevi’nin kıbleleri de Mescid-i aksâ’ya doğru yapılmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm hicret edince Mescid-i aksâ’ya doğru namaz kılarken Kâbe’nin arkada kalışından üzüntü duyuyor, öteden beri de ceddi İbrahim Aleyhisselâm’ın kıblesi olan Kâbe’ye yönelerek namaz kılmayı arzu edip duruyordu.
Hele yahudilerin “Muhammed ve arkadaşları, biz gösterinceye kadar kıblelerinin neresi olduğunu bile bilmiyorlardı.” gibi sinsi sinsi lâflar etmeleri kendisini büsbütün rahatsız ediyordu.
Bir gün Cebrâil Aleyhisselâm geldiğinde “Yâ Cebrâil! Rabbimin yüzümü yahudilerin kıblesinden döndürüp Kâbe’ye çevirmesini arzu ediyorum.” buyurdu. Cebrâil Aleyhisselâm “Ben ancak bir kulum, sen Rabbine niyazda bulun, O’ndan iste!” cevabını verdi. Artık namaza duracağı zaman başını semâya doğru kaldırmaya başlamıştı.
•
Hicretin ikinci yılında Medine’de ikâmetinin onyedinci ayının ortalarında bir pazartesi günü, Seleme oğulları yurduna gitmiş; oranın mescidinde müslümanlara İkindi namazı kıldırıyordu. Birinci rekât kılınmış, ikinci rekâtın sonuna gelinmişti. Tam bu esnada kıblenin değişmesi ile ilgili vâhiy nazil oldu, Allah-u Teâlâ Mescid-i aksâ’dan Mescid-i haram’a dönülmesini emretti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Biz senin, yüzünü çok kere göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Artık seni hoşnud olacağın bir kıbleye elbette çevireceğiz.” (Bakara: 144)
Seni sevdiğin bir kıbleye, atan İbrahim’in kıblesi olan Kâbe’ye yönelteceğiz.
“Bundan böyle yüzünü Mescid-i haram tarafına çevir!” (Bakara: 144)
Resulullah Aleyhisselâm yönünü hemen Kâbe’ye doğru çevirdi, Cemaat de safları ile birlikte döndüler. Kudüs’e yönelerek başlanılan namazın son iki rekâtı, yeni kıble olan Kâbe’ye doğru kılınarak tamamlandı. Bu sebepten dolayı Seleme oğulları mescidine “İki kıbleli mescid” mânâsına gelen “Mescid-i kıbleteyn” adı verilmiştir.
Bu suretle eski kıble kaldırılmış ve “İstikbâl-i Kıble” farz olmuş oldu.
Dünyanın her yerinde, her müslümanın her zaman yönünü Kâbe-i muazzama’ya döndürmesi zor olduğundan, bizzat “Kâbe” denilmeyip, “Mescid-i haram tarafına” denilmiştir. Mescid’i haram ise Kâbe-i muazzama’nın kendisi değil, çevresindeki “Harem-i şerif”tir. Kâbe’nin kendisi Mescid-i haram’da namaz kılanlar içindir.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem’ini bizzat böyle bir emirle taltif buyurduktan sonra diğer yerlerde yaşayan diğer müslümanlara da ayrıca şöyle buyuruyor:
“Siz de (ey müminler!) nerede olursanız olun (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin.” (Bakara: 144)
Şimdi siz artık bununla memursunuz. Yeryüzünün neresinde olursanız olunuz, namaz kılmak istediğiniz zaman yüzünüzü Kâbetullah tarafına çeviriniz.
“Kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden gelen bir gerçek olduğunu çok iyi bilirler.” (Bakara: 144)
Yahudiler ve hıristiyanlar birlikte olmak üzere ehl-i kitap, geleceği müjdelenen Peygamber’in kıblesinin İbrahim Aleyhisselâm’ın kıblesi olan Kâbe olduğunu biliyorlardı. Fakat onlar insanların kalplerine şüphe atarak onları fitneye düşürmek isterler.
“Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.” (Bakara: 144)
•
Allah-u Teâlâ kıblenin değiştirilmesindeki asıl sebebi Âyet-i kerime’sinde şu şekilde açıklamıştır:
“Biz senin arzulayıp da üstünde durduğun Kâbe’yi; Peygamber’e uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye kıble yaptık.” (Bakara: 143)
Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ olacak olan her şeyi olmadan önce biliyordu. Meydana gelmesinden önce de her hadise O’na malumdur. Fakat mükâfat ve mücâzat vermek için imtihan sahası olan dünyaya gönderir. Kullarını bildiği şeylerden değil, bilfiil işledikleri şeylerden dolayı hesaba çeker.
Kıblenin değiştirilmesi hususundaki emrin Allah-u Teâlâ’dan geldiğini ve Resulullah Aleyhisselâm tarafından tebliğ edildiğini göz önüne getiren ve kalpleri imanla dolu olan kimseler hemen tasdik ettiler. “Allah bizi nereye yöneltirse oraya yöneliriz” dediler ve bu zorlu imtihanı başarı ile geçtiler. Bu iş kendilerine ağır gelerek İslâm’dan çıkanlar da oldu.
“Doğrusu bu, Allah’ın hidayet edip yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir.” (Bakara: 143)
Allah-u Teâlâ Kâbe-i muazzama’yı yeniden kıble yapmakla, hem Resul-i Ekrem’inin duâsına icabet etmiş, hem de ona gerçekten tâbi olanlarla tâbi olduklarını söyleyip de kıblenin değişmesi üzerine ökçeleri üstünde dönüş yapıp yüz çevirenleri ayırmış ve hallerini müslümanlara teşhir etmiştir.
•
Allah-u Teâlâ ehl-i kitabın, İslâm’ı kabul etmelerinden ümit kestirecek dereceye varan inat ve kibirlerinden bahsederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Andolsun ki sen kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü âyeti getirsen, yine de sana uyup kıblene dönmezler.” (Bakara: 145)
Sen kıble hususunda tartışanları, bu değişmenin hikmeti hakkında ikna edemezsin. Çünkü onlar hiç bir sebebi dinlemeye niyetli değildirler. Onlar delille ispatla kani olmazlar. Menfaatlerine ters düştüğü için bile bile İslâm’ı istememektedirler.
“Sen de onların kıblesine dönecek değilsin.” (Bakara: 145)
Çünkü sen, hak olan ve onların dahi itibar ettikleri İbrahim’in kıblesine tâbisin. Onların kıblesine tâbi olmak aslâ senin şanından değildir.
Bu buyrukla onların umutları tamamen kesilmiş oluyor.
Nitekim:
“Onlar birbirinin kıblesine de dönmezler.” (Bakara: 145)
Yahudiler hıristiyanların kıblesine dönmedikleri gibi, hıristiyanlar da yahudilerin kıblesine dönmezler. Her iki grup da İsrailoğullar’ından olmasına rağmen, aralarında şiddetli ihtilaf ve düşmanlık vardır. Birbirleriyle uyum sağlamaları ihtimali de mevcut değildir.
Bu durum böyle olunca Resulullah Aleyhisselâm elbette onların arzularına uyacak değildi:
“Sana gelen ilimden sonra eğer sen onların heveslerine uyacak olursan, işte o zaman sen de zulmedenlerden olursun.” (Bakara: 145)
Bu hitab-ı ilâhi zâhirde Resulullah Aleyhisselâm’a olmakla birlikte onun ümmetinedir. Bir müslüman ilm-i İlâhi’yi bırakıp da her an değişen hevâ ve heveslere tâbi olamaz.
Abdest Meselesi:
Yine bir safsatasında:
“Abdest âyetine göre ayakların yıkanmasını veya meshedilmesini söylemek mümkün değildir.” diyor. (Sayfa: 659)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- ve Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre:
“Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- bir seferde ashabına arkadan yetişmiş idi. Onların abdest alırken ayaklarını iyice yıkamadıklarını gördü, ökçelerinde suyun isabet etmediği, ıslanmamış yerler göze çarpıyordu. Bu hâli gören peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz en yüksek sesi ile, iki veya üç kere: “Cehennem’de yanacak ökçelere yazık! Abdestinizi tam ve eksiksiz alın.” buyurdu. (Buhari. Tecrid-i Sârih: 55, Müslim: 240-241)
Ömer ibnü’l-Hattâb -radiyallahu anh- den rivayete göre:
“Bir kişi abdest almış ve ayağının üzerinde tırnak kadar kuru yer bırakmış bunu gören Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- “Dön de abdestini güzelce al.” buyurmuş, o kimse de dönüp abdestini tamamlamış ve sonra namazını kılmıştır.” (Müslim: 243)
Hadis-i şerif’lerden anlaşıldığı üzere Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashab-ı kiram efendilerimiz ayaklarını yıkamışlar ve yıkanmasını emir buyurmuşlardır.
Âlim geçinen bu kimse, kendi maskesini kendi elleriyle çıkarmış asliyetini âlem-i İslâm’a göstermiştir.
Talâk (Boşama):
Yaşar Nuri kitabının 434. sayfasında:
Bakara sûre’sinin 229. âyetini de heva ve hevesine göre yorumlamış ve nikâh akdini, tarafların eşit olduğu ticari akitlere teşbih ederek bir sürü mütâlaadan sonra şu neticeye varmıştır;
“Kısacası şöyle veya böyle, kadının da boşama hakkı olduğunu açık bir biçimde görmekteyiz.”
Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı kerim’de şöyle buyuruyor:
“Boşanma iki defadır. Bundan sonra kadını ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek lâzımdır.” (Bakara: 229)
“Eğer erkek, karısını üçüncü bir defa daha boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça kendisine helâl olmaz. Bu ikinci koca onu boşarsa, Allah’ın hudutları içinde duracaklarına inandıkları takdirde tekrar birbirlerine dönmelerinde bir günah yoktur. Bunlar anlayan bir topluluk için Allah’ın açıkladığı hudutlardır.” (Bakara: 230)
“Ey müminler! Mümin kadınları nikâhlayıp da, henüz onlara dokunmadan boşarsanız, sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur. Bu takdirde hemen nikâh haklarını verin ve güzellikle serbest bırakın.” (Ahzab: 49)
Görüldüğü üzere Kur’an-ı kerim’in bu ifadesi, erkeğin kadına hakim olduğunu, ancak bu hakimiyyetin, rastgele değil, hizmetle ve hıfz-u himaye ile oranlı olduğunu bildirir.
İşte bu Âyet-i kerime’ler boşama yetkisinin müstakıllen erkeklere ait olduğunu ve onların ihtiyarına bağlı bulunan bir iş olduğunu ifade etmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Talâk hakkı, erkeğindir.” buyurmuşlardır.
Binaenaleyh; Yaşar Nuri daha birçok konuda yalan yanlış fetvâlar vermekte, halkı şaşırtıp saptırmakta, reformcu, zihniyetini sergilemektedir.
Ancak Allah-u Teâlâ:
“Onların çoğu zanna uyarlar, gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” buyuruyor. (Yunus: 36)
Daha buna benzer birçok konuda İslâm’ın emir ve hükümlerini hafife almakta, küfre düşmekte inananların gönüllerini bulandırmakta, İslâm’da büyük tefrika çıkarmaktadır.
“Doğrusu bir çokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.” (En’am: 119)
Âyet-i kerime’lere ve Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine ters konuştuğu için nefis arzusunu ilâh edinmiş şirke düşmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? Onu şirkten sen mi koruyacaksın.” buyuruyor. (Furkan: 43)
Hülasâ-i kelâm, bu gibi âlim görünen cahilleri tanıyın. Nasıl küfre kaydığını siz de görün âlemde görsün.
Bu gibilerin sözlerine kulak vermeyin. Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükümlerine Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnet-i seniyyesine tâbi olun.
“Selâm olsun hidayete tâbi olanlara.”
(Tâhâ: 47)
NASIL KÜFRE KAYDIĞINI
SİZ DE GÖRÜN, ÂLEM DE GÖRSÜN!
Prof. Yaşar Nuri Öztürk bir televizyon programında
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mucizelerini, evliyaullah Hazeratının kerametlerini “telekinezi” (Düşünce gücü ile cisimlere hükmetmek.) kavramı ile açıklamış, “Kur’an daki İslâm” isimli kitabında ise birçok konuda İslâm’ın emir ve hükümlerine aykırı beyanlarda bulunmuştur.
Mucize; Peygamber Aleyhimüsselâm Hazeratının ellerinde husule gelen harikulade hallerdir. Hakikatte Hazret-i Allah’ın ezeli ve ebedi kudretinin o andaki tazehüründen ibarettir.
Mucize onlardan başka hiç kimsede zuhur etmez. Hazret-i Allah peygamber olarak vazifelendirdiği seçilmiş kullarının nübüvvetlerini halka ispat için onları mucizelerle desteklemiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Gönderilen peygamber kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti. Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.” (Saffat: 171-172)
Allah-u Teâlâ peygamberlerine yardım edeceğini beyan buyuruyor. O ise Allah-u Teâlâ’nın beyanını görmüyor ve düşünme gücü ile onların mucize gösterdiklerini söylüyor. Bu sözü bu Âyet-i kerime’yi inkârdır.
Çünkü bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır.
Kendi iradesini Allah-u Teâlâ’nın iradesine vermiş, eritmiş seçkin kullar olan peygamberân-ı izam hazeratından, Allah-u Teâlâ’nın gücü ve iradesini göstermek, iman etmeyenleri korkutmak için Allah-u Teâlâ’nın dilemesi veya o peygamberin Allah-u Teâlâ’dan talep etmesi ile mucize husule gelir. O kul naz makamında olduğu için geri dönmez. Nitekim dönmemiştir de.
Bu seçkin insanlar mucize için en ufak bir meşakkat ve yorgunluk çekmedikleri gibi, uğraşıp didinmeye de gerek duymamışlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ayın ikiye bölünmesi için parmağı ile işaret etmesi, yağmur yağması için Rabbine duâ etmesi, mübarek parmaklarından suların fışkırması, Musa Aleyhisselâm’ın denizin yarılması için asası ile dokunması, Süleyman Aleyhisselâm’ın kuşdilinden anlaması, hayvanâta hükmetmesi, İsâ Aleyhisselâm’ın Hazret-i Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesi bilinen büyük mucizelerdendir.
Peygamberân-ı izâm Aleyhimüsselâm bu mucizeleri düşünce gücü ile mi yapmışlar, yoksa Allah-u Teâlâ’nın yardımı, inayeti ve lütfuyla mı bu mucizeleri göstermişlerdir? Elbette ki bütün bu hârikulâde haller Hazret-i Allah’ın kudretinin eseridir.
Mucize iki kısımdır:
Birisi Allah-u Teâlâ’nın peygamberlerine nübüvvetlerini ispat için verdiği mucizeler. Diğeri ise, insanların iman edebilmeleri için kendi arzuları üzerine peygamberlerden istedikleri mucizeler.
Birinci kısım mucizeye iman etmemenin cezası hemen verilmemiş, kendi arzuları ile mucize istedikleri halde göz göre göre inanmayanlar ise kısa zamanda helâk olmuşlardır.
Salih Aleyhisselâm’ın mucizesi ikinci kısım mucizelerdendir. Semud kavminin, mucize olarak istedikleri dişi deveyi Allah-u Teâlâ gönderdi, fakat ona inanmadılar. İnanmadıkları gibi, devenin korunmasına dair emrini de dinlemediler. Bu yüzden, o apaçık mucize kendilerinin helâk olmasına sebep oldu. Çünkü istedikleri halde mucizeleri inkâr edenleri helâk edeceğine dair Allah-u Teâlâ’nın hükmü vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bu hususta Semud kavmini misal veriyor:
“Bizi mucize göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır.
Nitekim Semud kavmine gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik. Onlar ise ona zulmetmişlerdi.
Oysa biz o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.” (İsrâ: 59)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde mucizeyi “Biz göndeririz.” buyuruyor. O ise düşünce gücü ile mucizeler olur diyor. Bu sözü ile Âyet-i kerimeyi inkâr ediyor, küfre kayıyor.
•
Peygamberan-ı izam Aleyhimüsselâm Hazeratından zuhur eden mucizeleri Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde haber veriyor:
“Doğrusu Rabbinin söz verdiği azabı hak edenler, elem verici azabı görünceye kadar, kendilerine (istedikleri) bütün mucizeler gelmiş olsa bile inanmazlar.” (Yunus: 96-97)
O ise mucizelerin Allah’tan geldiğine inanmıyor. “Düşünerek cisimlere hükmetmektir.” diyor. Bunca Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor.
Salih Aleyhisselâm’ın kavminin basireti bozulmuş, kalbleri katılaşmıştı. Salih Aleyhisselâm’a;
“Dediler ki;
Sen olsa olsa iyice büyülenmiş birisin, sen de ancak bizim gibi beşersin. Eğer doğru sözlü isen bize bir mucize getir.” (Şuarâ: 153-154)
Salih Aleyhisselâm onlara söyle buyurmuştu:
“Size Rabbinizden açık bir mucize gelmiştir. İşte şu Allah’ın devesi, size bir mucizedir.” (A’raf: 73)
Deve bu arada kendisi gibi büyükçe bir erkek yavru doğurdu.
Onlar bu harikayı gözleriyle gördüler ve hayretler içinde kaldılar. Salih Aleyhisselâm’ı aciz bırakacaklardı, aciz kaldılar. Salih Aleyhisselâm peygamberliğini onlara onunla ispat ettiği halde, istedikleri mucizenin tecellisine rağmen yine bir kısmı iman etti, çoğunluk yine de kâfirliklerinde ısrar ettiler. Aslında onlar bu mucizeyi inanmak için değil inkâr etmek için istemişlerdi. İnananların ruhlarında derin izler bırakan bu mucizenin Hazret-i Allah’tan olduğunu bir türlü kabul etmiyorlar, Salih Aleyhisselâm’ın sihir yaptığını iddia edecek kadar küçülüyorlardı.
İnatçı bir kavme mucize ne yapsın! Kararmış ruhlara, taşlaşmış kalplere iman aşılamak ne mümkün!
Salih Aleyhisselâm’ın kavminde nasıl mucizeleri inkâr edenler çıkmışsa, bugün de bu mucizeleri peygamberlerin düşünce gücü ile olabileceğini söyleyen profesör lakaplı kimseler türemiştir.
•
İbrahim Aleyhisselâm’ı Nemrut ateşe doğru fırlattığında, Cebrâil Aleyhisselâm gelerek “Ey İbrahim bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. “Hayır!..” diye cevap verdi. “Allah’tan bir dileğin varsa söyle bildireyim!..” dediğinde “O’nun benim halimi bilmesi bana yeter!” buyurdu. Çünkü o Hakk ile beraberdi, kalbi Rabbine iman ve güvenle dolu idi.
Her zamanki mütevekkil haliyle:
“Allah bana kâfi, O ne güzel Vekil’dir.”
Virdine devam ediyordu. Ne iman, ne teslimiyet!..
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesinde olduğu için, ateş sadece elini kolunu bağladıkları ipleri yaktı, onun dışında hiçbir zarar vermedi.
Çünkü o anda ateşe Allah-u Teâlâ’nın şu ilâhi emri gelmişti:
“Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ: 69)
Ateş hakkında ilâhî irade tecelli etti, yakıcı tesirini kaybedip zarar veremez hale geldi. Ateşe “Yakıcı ol!” emrini veren Zât-ı Kibriyâ, şimdi de ona “Serin ve selâmet ol!” emrini vermişti.
Böylece:
“Allah onu ateşten kurtardı.” (Ankebut: 24)
Bin bir müşkülatla yaktıkları o ateş yığınının bulunduğu cehennemi andıran yer, bir anda gül-gülistan kesildi, çiçekler açtı. Ateş, İbrahim Aleyhisselâm’ı yakmadı. Akarsuların gül bahçelerinin ortasına selâmetle iniverdi. Allah-u Teâlâ nârı nûr eyledi.
Müşriklerin tuzaklarını defedecek bir gücü bulunmayan ve tek başına bir kişi olan bir zâtın üzerine o esnada kudret eli müdahale etti.
Bu hadise düşünce gücü ile mi oldu? Böyle bir söz nasıl söylenir? Bu söz ancak Âyet-i kerime’leri, peygamberlerin mucizelerini inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
•
Allah-u Teâlâ Musa Âleyhisselâm’ın mucizelerinden bahisle Kur’an-ı kerim’de şöyle haber veriyor:
“Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca halkın gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar.” (A’raf: 116)
“Değnekleri ve ipleri sihirleri yüzünden sanki yürüyorlarmış gibi geldi. Bunun için Musa, içinde bir korku hissetti.” (Tâhâ: 66-67)
Sihirbazlar kalabalık bir topluluk olduğu gibi her birinin elinde bir çok ip ve değnek vardı. Bunlar ellerindekileri yere attıkları zaman, meydan birbiri üzerine binmiş yılanlarla doluşmuş gibi göründü. Seyircilerin gözleri kamaştırıldı. Firavun’un ve taraftarlarının keyiflerine diyecek yoktu.
Musa Aleyhisselâm onlara:
“Bu sizin yaptığınız sihirdir. Fakat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez. Günahkârlar istemese de Allah, sözleriyle Hakk’ı ortaya çıkaracaktır.” dedi. (Yunus: 81-82)
Halk heyecan içinde onları seyrederken Cenâb-ı Hakk, Resul’ü Musa Aleyhisselâm’a buyurdu ki:
“Korkma! Muhakkak sen daha üstünsün. Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları sadece sihirbaz hilesidir. Nerede olursa olsun, sihirbaz aslâ iflah olmaz.” (Tâhâ: 68-69) (Bakınız: A’raf: 117)
Allah-u Teâlâ peygamberine “Elindekini at!” buyuruyor. Musa Aleyhisselâm bunu düşünce gücü ile mi yaptı? Emir ile mi yaptı? Bu adam bunca Âyet-i kerime’leri görmüyor mu?
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bunun üzerine Musa da asasını attı. Onların uydurduklarını yutmaya başlayıverdi.” (Şuarâ: 45)
Onlardan hiç bir şey bırakmayıp hepsini yuttu. Meydanda hiç bir şey kalmadı.
Musa Aleyhisselâm asayı eline alınca tekrar eski haline döndü.
“Böylece hak yerini buldu ve onların yaptıkları bir hiç olup gitti. İşte orada yenildiler, küçük düştüler.” (A’raf: 118-119)
Dikkat edin, bu haberleri Allah-u Teâlâ kelâm-ı kadiminde haber veriyor. Bütün bu mucizeler onun emri ve izniyle oluyor. O ise gerek mucizeleri, gerek Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor, küfre düşüyor.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Andolsun ki, Musa’ya dokuz tane apaçık mucize verdik.” (İsrâ: 101)
Allah-u Teâlâ “Mucize verdik.” buyuruyor. O ise bu mucizeleri her insanda olabileceğini, düşünme gücü ile ulaşılabileceğini söylüyor. Apaçık Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor.
Firavun ve ordusu yaklaşıp da aralarında çok az mesafe kaldığı bir anda, Cenâb-ı Hakk Musa Aleyhisselâm’a vahyetti:
“Asânı denize vur!..” (Şuarâ: 63)
O da asâsını denize vurdu.
“Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ: 63)
Allah-u Teâlâ denizin açılan kısmına bir rüzgâr gönderdi ve orası kupkuru oldu.
Şimdi Musa Aleyhisselâm bunu düşünce gücü ile mi başardı, yoksa Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği desteği, mucizesi ile mi başardı? Bu söz bütün bu Âyet-i kerime’leri inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
•
Allah-u Teâlâ Süleyman Aleyhisselâm’ın emrine de bir mucize olarak rüzgâr vermişti.
“Süleyman’a da şiddetli esen rüzgârı müsahhar kıldık.” (Enbiya: 81)
Bir mucize olarak kuşların dillerini ve maksatlarını anlıyordu.
“Bize kuş dili öğretildi.” (Neml: 16)
Süleyman Aleyhisselâm’a bunları öğreten ne idi? Elbette Allah-u Teâlâ’nın kudreti, lütfu idi. Buna telekinezi “Düşünce gücü ile cisimlere hükmetmek” demek çok büyük yanlıştır. Risalete gölge düşürmeye çalışmaktır.
•
İsâ Aleyhisselâm hakkında ise, daha memede iken konuşması peygamberliğinin mucizelerinden bir misal olarak gösterilebilir.
“Bunun üzerine çocuğu gösterdi. ‘Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?’ dediler.” (Meryem: 29)
“Çocuk şöyle dedi:
Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitap verdi ve beni peygamber yaptı.
Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe bana namaz kılmamı, zekât vermemi emretti. Beni anneme hürmetkâr kıldı, baş kaldıran bir bedbaht yapmadı.
Doğduğum gün de, öleceğim gün de, diri olarak kabirden kaldırılacağım gün de bana selâm olsun!” (Meryem: 30-33)
İsâ Aleyhisselâm’ın mucizeleri hakkında Kur’an-ı kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
“Allah’ın, peygamberleri toplayıp da ‘Size ne cevap verildi?’ dediği gün onlar ‘Bizim hiç bir bilgimiz yok, şüphesiz ki gizlilikleri hakkıyla bilen ancak sensin!’ diyecekler.
Allah o zaman şöyle diyecek:
Ey Meryem oğlu İsâ! Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Seni kudsî ruh ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetişkin iken de, insanlarla konuşuyordun. Sana Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim.
Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor ve ona üflüyordun, benim iznimle hemen kuş oluyordu.
Anadan doğma körü ve alacalıyı benim iznimle iyileştiriyordun.
Ölüleri benim iznimle hayata çıkarıyordun.
İsrailoğullarına apaçık delillerle geldiğin zaman, onlardan inkâr edenler ‘Bu apaçık bir büyüdür.’ demişlerdi de ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.” (Mâide: 109-110)
Daha beşikte iken konuşması, düşüncesiyle mi olmuş, yoksa Allah-u Teâlâ’nın kudsi ruhla desteklemesi ile mi? Ölüleri diriltmesi, körü iyileştirmesi, bunlar ancak Allah’ın kendisine verdiği mucizelerle olmuştur. Bütün bunları düşünce gücü (telekinezi) ile açıklamak, bunca Âyet-i kerime’leri inkârdır. Hazret-i Kur’an’ı inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
•
Resulullah Aleyhisselâm’a gelince; Allah-u Teâlâ onun mucizelerinden de Kelâm-ı kadim’inde bahsetmektedir.
Peygamber oluşunu ispat eden mucizeler o kadar çoktur ki, kesinlikle hiç bir şüphe bırakmamıştır. Bu mucizeleri sayıp sıraya koymak mümkün değildir.
Bu sebeple Allah-u Teâlâ onu, seçtiği diğer peygamberlerden öne almıştır:
“Hatırla o zamanı ki, biz peygamberlerden kesin söz almıştık. Resulüm! Senden de, Nuh’dan da, İbrahim’den de, Musa’dan da, Meryem oğlu İsâ’dan da...” (Ahzab: 7)
Çünkü o, bütün peygamberlerden önce anılıp en son gönderilen peygamberdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibârı ile mucizedir. Semâvî kitapların hülâsasıdır.
Kur’an-ı kerim en büyük mucizedir. Kıyamete kadar Allah’ın izniyle korunacaktır.
“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr: 9)
Resulullah Âleyhisselâm’ın bu mucizesini de inkâr etmiş olduğundan otomatikman küfre kaymıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Peygamberlerden hiç biri yoktur ki, ona beşerin emsaline iman ettiği mucizelerin bir misli verilmiş olmasın. Bana verilen mucize ise ancak Allah’ın bana vahyettiği (Kur’an-ı kerim)dir.
Binaenaleyh kıyamet gününde ben peygamberlerin en çok tâbi bulunanı olmayı ümit ederim.” (Müslim: 152)
Hadis-i şerif’leri de inkâr eden bu adam, bunca Âyet-i kerime’leri görmüyor. Göremez, çünkü Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler için:
“Kör oldular, sağır kesildiler.” buyuruyor. (Mâide: 71)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gök kubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhâki)
İşte bu icraatları ile bu duruma düştüklerini göstermiş oluyorlar.
“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, hiçbir bilgisi olmadığı halde Allah hakkında mücadele (münakaşa) eder ve her bir inatçı şeytanın ardına düşer.” (Hacc: 3)
•
Yaşar Nuri Öztürk Evliyaullah Hazeratından hasıl olan Kerametleri de telekinezi ile yorumlamıştır.
Keramet: Hârikulâde hallerin Cenâb-ı Hakk’ın izni ve iradesi ile veli kullarından sâdır olmasıdır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o Azîz ve Celîl olan Allah’ın nûru ile bakar.” (Münâvî)
Keramet o velinin tâbî olduğu peygamber için de bir mucize sayılır. Zira o keramet, peygambere uymasının bir mükâfatı olarak kendisine bahşedilmiştir.
Keramet, velî olmanın şartı değildir. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize mucize izhar etmek vacip olduğu gibi, evliyâullah hazerâtına da kerametlerini gizlemek vaciptir.
Allah dostları olan bu velileri keşif ve kerametleri ile takdir etmek doğru değildir. Bir velide hiç keramet görülmeyebilir de.
Nitekim İmâm-ı Gazali Hazretleri İhyâ-i Ulûm’id-din adlı eserinde buyurur ki:
“Sakın anlamıyorum diye bu ilmi inkâra kalkışma. Aklî ilimleri kavradığını zannederek çizmeden yukarı çıkan âlimlerin helâk noktası burasıdır. Allah dostlarının bu hallerini inkâr eden bir ilimden, cehalet çok daha iyidir. Kaynak bir olduğu için, velileri ve kerâmetlerini inkâr, peygamberleri ve mucizeleri inkâr demektir, peygamberleri inkâr ise tamamen dinden çıkmaktır.”
Keramet, o velinin tâbi olduğu peygamber için bir mucizedir. Allah-u Teâlâ’nın kudretinin, iradesinin tezahürüdür. Peygamberlere gelen vahiy, velilere gelen ise ilhamdır.
Telekinezi ise Allah-u Teâlâ’nın insana sadece kendisini bulması için verdiği düşünce gücünü kişinin kendi enaniyetini göstermek üzere kullanmasıdır. Bu şekilde dünyalık, nefsi bir doyum sağlar.
Evliyaullah Hazeratından sadır olan keramet Cenâb-ı Hakk’ın kuluna ihsan ve ikramıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Dikkat ederseniz Hazret-i Allah ruh ile bizi ayakta tutuyor, ruhu çektiği zaman bir şey olmuyor. Ruhu halkeden Hazret-i Allah, ruhâniyeti de halketmiştir. Bu bilinmeyen bir ilimdir, Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu ruhâniyetle destekler, bu ruhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır. Bir kişi olur, on kişi olur, kırk kişi olur.
Bu kudsî ruh, onlardan başka kimsede bulunmaz.
Ayrıca onlar Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmışlardır. Bu kalpleri diri hakikat erleri Resulullah Aleyhisselâm’ın yolundan, Ashab-ı Kiram’ın, selef-i salihinin yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bu güne kadar da bu âli himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler feyz almışlardır.
Bu kullar Allah-u Teâlâ’ya nasıl yaklaştılar?
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben de koşarak gelirim.” (Buharî - Müslim)
Allah-u Teâlâ bu kulları kendisi için seçmiştir. Allah-u Teâlâ’ya yaklaşan bu kullar sevgi ile yaklaşmışlardır. Allah-u Teâlâ bunlara âşık olmuş; onları sevdiği gibi, bu kullar da Allah-u Teâlâ’ya âşıktır. Allah’tan başka hiç bir arzuları yaşamaz.
“Allah kimi dilerse onu rahmetiyle mümtaz kılar.” (Bakara: 105)
İşte Allah-u Teâlâ bu sevgili kullarını bu lütfa mazhar etmiş.
“Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yusuf: 56)
Gerçekten bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve ne büyük saadetine eriştirmiş.
“Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri o sevdiği seçtiği peygamber kullarının her birine ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in nûru idi. Geldikleri zaman Muhammed Aleyhisselâm’ın emaneti ile, Nûr-i Muhammedî ile geldiler. Bütün Peygamber aleyhimüsselâm Efendilerimizdeki her fazilet, meziyet ve mazhariyet, üzerlerindeki emanet, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nûrunu taşıdıklarından ötürüdür. Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri o nûr onların üzerlerinde döndü durdu. Nihayet Nûr’un sahibine kadar geldi. Zaten onun Nûru idi. Nûr nûra kavuştu.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra o nûr, vârislerine sirayet etmeye başladı. Binaenaleyh kıyamete kadar gelecek olan vârisleri de o nûru taşıyorlar.
O nûru taşıdıklarından ötürüdür ki, her bir peygambere ayrı bir hâlât verildiği gibi, vekil olan her bir velî, bir peygamberin hem emanetini hem tecelliyatını hem de ibtilasını taşır. Niçin? Onun vekili olduğu için. Diğer peygamberler de onun nûrunu taşıyorlardı. Bu nûru taşıyan veliler de bu lütfa mazhardırlar. Onlara verilen her nimet ve keramet, hep Resulullah Aleyhisselâm’ın emaneti üzerlerinde olduğu için, vâris-i enbiyâ oldukları için verilmiştir.
Zira Hadis-i şerif’te:
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” buyuruluyor. (Buhâri)
Cenâb-ı Hakk bu nûr sahibi vekillere öyle lütuflarda bulunmuş ki; onları seçmiş, zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nûrlarıyla nûrlandırmıştır.
Bunlar Resulullah Aleyhisselam’ın hem sehm-i nübüvvetine, hem de sehm-i velayetine varis olanlardır. Bu zâtlar cemiyetlere manen yön verirler, mânevi kontrolleri altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi müslümanların umumi meselelerinde yardımcı ve tasarruf sahibidirler.
Bu da Cenâb-ı Hakk’ın izni ve emri ile olur.
“Hamd olsun Allah’a, selâm olsun O’nun beğenip seçtiği kullarına.” (Neml: 59)
Allah-u Teâlâ bu seçtiği kullarından Peygamber Aleyhimüsselam Efendilerimize mucize bahşettiği gibi, veli kullarından bazılarına da keramet bahşetmiştir.
Hülasâ-i kelâm, Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin ellerinde husule gelen hârikulade hallere mucize dendiği gibi bu hallerin Allah-u Teâlâ’nın izniyle, iradesiyle veli kullarından sadır olmasına da keramet denir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin âmellerine denktir.” (K. Hafâ)
Bir insanın bin sene ömrü olsa, Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak istese, Allah-u Teâlâ kendisine çekmek istediği kulunu bir anda çeker. Kişinin kendi çalışması ile bin senede ulaşamadığı mesafeyi, Allah-u Teâlâ dilerse bir anda ulaştırır. Neden? O çekti, O’nun kuvveti O’nun kudreti çekti.
“Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara: 156)
İşte bunlar Allah için olan ve Hazret-i Allah’a dönenlerdir.
Bu iltifat-ı ilâhî’ye mazhar olanlar bunlardır.
Gerçekten bunlar Allah-u Teâlâ’nın kullarıdır, bunlar Allah-u Teâlâ’ya teslim olmuşlardır, iradelerini Hakk’ın iradesine bırakmışlardır. Onlarda arzu yaşamaz. Onlar için mühim olan “Hükm-ü ilâhî” dir. Çıkacak hükm-ü ilâhî’ye bakarlar. Onlar Hakk’ın kudret elindedir. Nereye koyarsa orada bulunurlar. Onlar için hayat-vefat değişmez. Dünyada olmakla kabirde olmak arasında hiç fark yoktur. Gerçek kahraman işte onlardır, burası “Kulluk Makamı” dır.
•
Süleyman Aleyhisselâm Belkıs’ın tahtını kimin getireceğini maiyyetine sorduğu zaman cinlerden bir ifrit “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm.” demişti. Kitaptan ilmi olan Hızır Aleyhisselâm ise “Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim.” dedi.
Süleyman Aleyhisselâm tahtı yanında yerleşivermiş görünce şöyle buyurdu:
“Bu Rabbimin lütfundandır. Lütfuna şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor.
Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.” (Neml: 40)
“Filan kişi getirdi.” demedi. “Rabbim beni deniyor.” dedi. Allah-u Teâlâ onu peygamber seçtiği için, lütfunu da koyduğu için hemen anladı. Çünkü O’nun izni ve iradesi olmadan hiç bir şey olmaz. Kime ne verdiyse o olur. Her şeyin fevkinde O’nun rızasıdır. Her türlü tecelliyât, keşf-ü keramet dahi O’nun rızasının yanında hükümsüzdür.
Tarikat-ı aliye’de bir çok haller, ahvaller zuhur eder. İhlaslı kimsenin kalp gözü açılabilir. Bunlar kalbin hususiyetlerindendir. Bu gibi hallere hiç iltifat etmemek, hiç meşgul olmamak lâzımdır. Bizim iltifatımız mahviyet ve istikamettir. Bunlar tarikat oyunlarıdır. Yusuf Hemedâni -kuddise sırruh- Hazretlerimiz “Bunlarla, tarikat çocuklarını yetiştirirler.” buyurmuşlardır.
Bilen, gören ve yapan, kimin yaptığını gördüğü için katiyyen o yola tevessül etmez. Görmemiş, bilmemiş, yapmamış gibi görünür.
Allah-u Teâlâ ne indirirse o olur. O’nun indirmediğini hiç kimse kendisine çekemez. O’nun indirdiğine, lütuf buyurduğuna hiç kimse mâni olamaz.
Allah-u Teâlâ’nın tuttuğu kimseler kerametten kaçınmışlardır, gaye Allah demişlerdir.
Bir insan değersiz bir mahluk olduğunu, her şeyin Hakk’ın olduğunu bilirse Hakk’a dayanır.
Hazret-i Allah’ın tutmadığı kimseler; kendisinde bir şey olduğu zehabına kapılır, Hazret-i Allah’ın emanet olarak ihsan buyurduğu lütufları kendisine mâleder. Kendi varlığını kendisininmiş gibi ortaya koyduğunda, Hazret-i Allah dilerse onu o anda helâk eder.
Her şey O’nun ve O’ndandır.
Oldu, oldum diye bir şey yoktur. Aslında yaratan Hazret-i Allah’tır; nasıl yarattıysa, ne lütfettiyse o vardır ve O görülür.
İnsan yaratanı, ihsan edeni görmüyor ve bilmiyor. Bilmediği için kendi nefsine mâlediyor, veyahut kişide arıyor, ona mâlediyor.
Halbuki ise yaratan O, yaşatan O, öldüren O, dirilten O. Amma sen O’nu görmedin de nefsin putuna dayandın, veyahut karşıdakini putlaştırdın.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dirilten de O’dur, öldüren de O’dur.” (Mü’minun: 80)
Hazret-i Allah hükmünü koyuyor, oluyorsun sen, ben.
Hükmünü çekince ölüyorsun, oluyorsun bir hiç.
Şu kabirde yatanlar, hepsi “Ben biliyorum, ben yapıyorum.” derdi.
Amma Yaratan hükmünü çekince hepsini yerlere serdi.
“Demek ki hep ihsan-ı ilâhî imiş.
Düşünmekle hükmedildiğini söylemek safsata imiş.”
Hazret-i Allah’ın bâtınî ilim verdiği kimselerle, bir de O’nun ilim vermediği kimseler arasındaki farklar:
Bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında şöyle buyurur:
“Kur’an kendilerine ilim verilen insanların kâlblerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebut: 49)
Allah-u Teâlâ müslümanlık üzerine kimin kalbini açarsa, hakikatı ancak o duyar, ona duyurmuş olur.
Hakikatı duyurmadığı kimseler konuşurlar ve fakat hakikatı gerçekten bilmezler, lâf edip dururlar. Ehlullah’ın hallerine telekinezi demekten hazar etmezler.
Ve bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah bir kimsenin kâlbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nûr üzerindedir.” (Zümer: 22)
Bir insan helâl lokma yemekle, ihlâsla ubudiyet yapmakla, farz ve nafilelere devam etmekle içini nûrlandırabilirse; Allah-u Teâlâ dilerse onda hikmet husule getirir ve hikmetle konuşur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara: 269)
Ve fakat sun’î mutasavvıflar bu hakikatlerin hepsinden mahrumdurlar, Hazret-i Allah ile ilgileri olmaz, bütün icraatları gösterişten ibarettir.
Şu kadar var ki, hakikatı bilenler “Biz tasavvufu yaşamıyoruz, hakikatını bilmiyoruz.” derler. Onlar ancak tasavvufun var olduğunu bilirler ve ehlinin yaşadığını tarife çalışırlar. Zira bu ilâhi bir lütuftur, kime dilerse ona verir. Bunu söyleyenler gerçekten doğru söylemiş olur.
Hakikat ehli Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu kimselerdir. Dilediği kadar esrarını onlara duyurur ve bildirir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah kime dilerse ona kat kat verir.” (Bakara: 261)
Amma sun’î mutasavvıflar bu hakikatlardan mahrumdurlar, bilmezler.
Nitekim kitap satırları arasında bulunmayan, ancak Allah’a yakın olanların sadırlarında, kâlblerinin derinliklerinde gizli bulunan ilim mârifet ilmidir.
Yolunda bulunup ilâhî haşyetle, ihlâs ve samimiyetle ibadet edenleri Cenâb-ı Hakk her türlü şüphe ve müşküllerden kurtardığı gibi, onları tecrübesiz fıtrat sahibi yapar, talimsiz ilim öğretir, öğrenmeden âlim eder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir.” (Keşf-ül Hafâ)
Buradan da anlaşılıyor ki, bir insan Allah-u Teâlâ’nın tüm emirlerine sarılır, ubudiyetine ihlâsla devam ederse, Allah-u Teâlâ ona bilmediğini bildirir. Fakat bu hiç bir zaman ibâdetsiz, tâatsız, takvâsız ve ihlâssız husule gelmez.
Hikmetin başı Allah korkusudur. Her şeyden evvel Allah-u Teâlâ’dan korkması, emrettiği şekilde hareket etmesi gerekir.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” buyuruyor. (Hûd: 112)
Bir taraftan tüm emirlerine riâyet etmedikçe, her nehyettiği şeyden kaçınmadıkça, insan hiç bir zaman hakikat ehli olamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” (Bakara: 159)
Hakikatı ikrar ve itiraf etmeyen, veya yapılmasına engel olan, yahut da değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyen, kim olursa olsun bu lânete müstehak olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir marifet, bir nûr verir.” (Enfâl: 29)
Dikkat ederseniz mârifetullah hep takvâ ile beraber geçiyor, yani takvâsız mârifetullah ehli olmak imkânsızdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Muallimleri Hazret-i Allah olduğu için ilimleri kesbî değildir, yani herhangi bir hocadan medreseden tahsil etmezler. Onların ilimleri vehbîdir, doğrudan doğruya Hazret-i Allah ve Resul’den gelir.
•
Gerçekten bir insanın bütün kalbi ihlâsla, kalb-i selim ile Hazret-i Allah’a yöneldiği zaman, Allah-u Teâlâ dilerse bir çok esrarı ona duyurur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsana bilmediği şeyleri O tâlim eyledi.” (Alâk: 5)
Bunlardan da anlaşılıyor ki, ancak Hazret-i Allah’ın öğretmesi ve göstermesi ile bu hakikatlar ve bu esrar bilinecek. Bütün bunlar O’nun bildirip duyurması ile kaimdir.
Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’sinde şöyle vasıflandırmıştır:
“Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır.” (Nahl: 128)
Fakat kitap okumakla, “Filân kişi şöyle söyledi.” demekle bunun aslı, asliyeti bilinmez ve Hakikat’a da vâkıf olunmaz. Bu gibi kimselerin işi zandan ibarettir, gerçeğine hakikatına vâkıf değildirler.
Bunun için dir ki her şeyden evvel insan kendi nefsini ıslah etmesi lâzımdır. Emmâre’den Levvâme’ye, Levvâme’den Mülhime’ye, Mülhime’den Mutmainne’ye, Mutmainne’den Râziye’ye, Râziye’den Mardiyye’ye, Mardiyye’den de Sâfiye’ye çıkacak ki:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.” (Şems: 9)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyâtına mazhar olsun.
Bu lâf işi değildir. Ancak Hazret-i Allah’ın duyurması ile bildirmesi ile kaimdir ve bu arzedilen “Nefis dereceleri” ni bir bir geçmekle mümkün olur.
•
Bir kul rızâ-i ilâhî’yi kazanmak için Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve yasaklarının icraatına gayret ederse, kendisini Hazret-i Allah’a sevdirirse, Hazret-i Allah da onu severse:
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûrâ: 13)
Amma gayrı yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak, hem de tasavvuftan bahsedecek... Bu mümkün değil!..
Bunlar ancak sunî mutasavvıflardır, gerçek hakikatten mahrumdur. Bütün işleri zandan ibarettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)
Ehl-i hakikatın muallimi bizzat Hazret-i Allah’tır, bunların muallimi ise şeytandır.
İşte bu Âyet-i kerime’lerle ispat ediyoruz.
Allah-u Teâlâ bu sevdiği kullarını kendine çektiği için, içlerini nûrlandırmış, her türlü ahlâk-ı zemime’den temizlemiş, ahlâk-ı hamideye de nail etmiştir.
“Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur.” (Nûr: 35)
Âyet-i kerime’si mucibince o kul Allah-u Teâlâ’nın nûruna ve lütfuna kavuşmuştur.
Fil Vakası:
Yaşar Nuri Öztürk “Kur’an’daki İslâm” isimli kitabında “Ebrehe’nin ordusunu helak eden siccin taşlarının veba mikropları” olduğunu ifade etmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in doğumundan 52 gün önce vukua gelen “Fil Vakası” Kur’an-ı kerim’in Fil sûre-i şerif’inde haber verilmektedir.
Arapların takvim başı olarak kullandıkları “Fil hadisesi”, Muhammed Aleyhisselâm’ın doğumundan 52 gün önce olmuştur.
Yemen’e hakim olan Habeş valisi dudağı yarık Ebrehe, mutaassıp bir hıristiyandı. Bu dini yaymak ve Arapları Kâbe-i muazzama ziyaretinden vazgeçirmek için Sana’da muhteşem bir kilise yaptırmış ve orasını Araplar için hacc yeri olarak ilân etmişti. Böylece bütün Arapları Kâbe yerine bu kiliseyi tavaf etmeye zorlamak ve Sana’yı hem dini hem de ticari bir merkez haline getirmek istiyordu. Fakat buna muvaffak olamadı. Çünkü Araplar bu kiliseye hiç iltifat etmedikleri gibi, hakaretler ettiler, gizlice adam salarak içini kirlettiler.
Ebrehe bunun üzerine Kâbe’yi ortadan kaldırmaya karar verdi. Hazırladığı bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü. Ordunun önünde Mahmud adlı büyük bir fil, bir kaç tane de eğitilmiş fil bulunuyordu. Haberi alan Araplar yer yer karşı durmak istedilerse de dayanamadılar.
Ebrehe Mekke yakınlarında karargâh kurup, Kureyşlilerin mallarını yağma ettirdi. Yağma edilen mallar arasında Resulullah Aleyhisselâm’ın dedesi Abdülmuttalib’in develeri de bulunuyordu. Mekke’nin lideri durumunda bulunan Abdülmuttalip, Ebrehe ile görüşerek gasbedilen malların geri verilmesini söyledi. Ebrehe’nin bu durum pek tuhafına gitti. “Ben Kâbe’yi yıkmaya gelmişken, sen develerinin derdindesin!” dedi. O ise şöyle cevap verdi “Ben ancak develerin sahibiyim, Kâbe’nin elbet bir sahibi var, onu O korur.”
Bunun üzerine Ebrehe develeri geri verdi. Abdülmuttalip dönüşte halkın şehri terketmelerini ve dağlara çekilmelerini söyledi.
Ebrehe Kâbe’yi yıkmak için ordusunu ve filini, gösterdiği yöne tevcih etti. Ancak önde yürüttüğü büyük fil olduğu yere çöküp hareket etmedi. Güneye, Kuzeye ve Doğuya doğru çevrilince gidiyor, Mekke’ye doğru çevrilince çöküyordu. Ayağa kaldırmak için ne kadar zorladılarsa da başaramadılar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kasvâ adlı devesi Mekke yakınlarında çökünce “Kasvâ’ya, file mâni olan mâni oldu.” buyurmuşlardı.
Sonra Allah-u Teâlâ’nın ezeli iradesi tahakkuk etti, tam Mekke’ye girmek üzere bulundukları bir sırada üzerlerine deniz tarafından kırlangıca benzer bölük bölük kuşlar sevketti. Ebâbil adındaki irili ufaklı, siyah, yeşil, beyaz renklerdeki bu kuşlar biri gagasında ikisi ayakları arasında olmak üzere üçer taş taşıyordu. Sürüler halinde Ebrehe’nin ordusunu yukarıdan kuşatıp attıkları taşlarla ölüm yağmuruna tuttular. Bu taşlar kime isabet ediyorsa, vücudu hemen çürümeye başlıyordu. Çok geçmeden altmış bin kişilik ordu delik-deşik olup mahvoldu. Aynı âkibete uğrayan Ebrehe canını zor kurtarıp Yemen’e döndü ise de, parça parça olan etleri çürüyerek ölmüştür. Mekke’den Yemen’e kadar bütün yollar, ilâhî azaptan kaçmaya çalışan Habeşliler’in cesetleriyle doldu.
Mekkeliler ölenlerin üzerindekilerden ve yanlarında getirdikleri şeylerden pek çok mal elde ettiler.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Ebrehe ve ordusunun başına gelenleri şöyle haber vermektedir:
“Resulüm! Görmedin mi Allah (Kâbe’yi yıkmaya gelen) fil sahiplerine ne yaptı? Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?” (Fil sûresi: 1-2)
Tabiatıyla bu bir ilâhî cezadır ki, tuğyan eden bir kavmi yok etmiş, düzenlerini boşa çıkarmış, insanların emniyet yeri olan Beyt’i muhafaza etmiştir.
“Üzerlerine sert taşlar atan sürü sürü Ebabil kuşları gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin gibi paramparça yaptı.” (Fil sûresi: 3-4-5)
Âyet-i kerime’de geçen “Siccil” sert taş demektir. Yaşar Nuri küfre şirin görünmek için bu Âyet-i kerime’ye veba mikrobu deyip, Âyet-i kerime’nin asli mânâsını değiştirmiş, kendi zannını ortaya koymuş, küfrünü izhar etmiştir.
Bu Âyet-i kerime’dir. İlâhî hüküm budur. Bir Âyet-i kerime’yi değil, bir tek harfi dahi inkâr eden kâfir olur. Hüküm budur.
Allah-u Teâlâ “Ebabil kuşlarını gönderdim, onlar sert taşlar atıyorlardı” diyor. O ise Ebrehen’in ordusu veba mikrobu ile yok oldu diyor. Sûre’nin asli mânâsını değiştiriyor.
Böylece Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor, dolayısıyla sûreyi de inkâr etmiş oluyor.
Yaratmak da, emretmek de Hazret-i Allah’a aittir, mahlukun hükmü yoktur. Yaratan da, yaşatan da, emreden de, hükmeden de Hazret-i Allah.
“Yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” (A’raf: 54)
Bir kere bu adam bu hükm-ü ilâhiyi bırakıyor. Bu Âyet-i kerime’yi de bilmiyor, görmüyor. Bilmek de, görmek de istemiyor. Hem bu Âyet-i kerimeyi inkâr ediyor, hem de sûreyi inkâr ediyor, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü değiştirmeye kalkıyor.
Emir ve yasak koyma hakkı yalnız O’na aittir. Bunlar ifsatçıdır. İslâm dinini yaşamayanların iman ve İslâm’dan mevzu dahi etmeye salahiyeti yoktur.
“Hüküm, yücelerin yücesi Allah’ındır.” (Mümin: 12)
Hem Allah-u Teâlâ’nın hükmünü değiştiriyor, kendi hükmünü ortaya koyuyor, hem de diğer taraftan inkâra kalkıyor.
Hem Fil sûre-i şerif’indeki Âyet-i kerime’yi inkâr edip kendi zannını ortaya koyduğu zaman küfre kaydığı gibi; A’raf: 54, Mü’min: 12 Âyet-i kerime’lerinde belirlenen hududu aşıyor. Böylece küfrün üzerine küfür oluyor.
O ise kendi zannını yürüterek Âyet-i kerime’nin mânâsını değiştirerek delilsiz ve mesnetsiz konuşuyor.
Halbuki Âyet-i kerime’de:
“O’nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur.” buyuruluyor. (Kehf: 27)
Eğer murad-ı ilâhi Ebrehe ordusunu bu gibi hastalıklarla yok etmeye yönelik bulunsaydı, Kur’an-ı kerim’de buna uygun bir anlatım tarzına yer verilir, ne uçan kuşlardan, ne de taşıdıklarından söz edilirdi.
Halbuki Ebabil kuşlarının attığı taşlar o insanların vücudunda derin yaralar açmış ve Allah-u Teâlâ’nın lutfuyla Ebrehe’nin ordusu yerle bir olmuştur.
Muhyiddin-i İbn-ül Arabi -kuddise sırruh- Hazretleri Futuhat-ı Mekkiye’nin sorular ve cevaplar bölümünde askerlerden bahsederken bu sûreyi misal vererek; “Bu erleriyle taşıttığı çakıl taşlarını yüksekten düşman üzerine attırarak düşman ordusunu hezimete uğratmıştı.” demektedir. (Sh: 208)
Yine Yaşar Nuri’nin ilham aldığı reformculardan Abduh da Fil sûre-i şerif’indeki Ebabil kuşlarını sivrisinek, attıkları taşları da mikrop diye tefsir etmiştir. Aslında kuşlardan maksat ne sinek, ne de sivrisinektir, attıkları taşlardan da maksat ne mikrop ne de virüstür. Her yönüyle ilâhî kudretin tecelli eden hükmünü yansıtan bir mucizedir.
Helâk edilme olayı her yanıyla ve yönüyle bir mucizedir, hiçbir zaman tabii olaylarla kıyaslanamaz.
Bunların herbiri “Muhalefet et, meşhur olursun” sözü gereğince kimsenin söylemediği bir söz söylemek için küfre düşmüştür.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Damgalanmış ve pişirilmiş balçıktan taşlar.” buyuruyor. (Hud: 82)
Bu Âyet-i kerime’de geçen “Siccil” Âyet-i hakkında hiçbir kimse mikrob mânâsı çıkarmamıştır.
Allah-u Teâlâ Lut kavmi hakkında:
“Çamurdan taşlar.” buyuruyor. (Zâriyât: 33)
Allah-u Teâlâ sûre-i şerif’te açık olarak Ebabil kuşundan ve sert taştan mevzu ederken, bu kuşların sinek veya mikrop olduğuna inanmak ve bu fasit fikri yaymak fitne ve fesat çıkarmaktır.
Allah-u Teâlâ ise Âyet-i kerime’sinde ise:
“Kendilerine kitaptan nasip verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizinde yoldan sapmanızı istiyorlar.” buyuruyor. (Nisa: 44)
Dünyayı ahirete tercih eden bu tahripçiler dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri bozmak, bidat ve küfrü yaymaktır. Simalarına baksan çok şey görürsün. Kendilerine sorsan âlimim diye geçinirler. Âlimim demekten kendilerine alamazlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Kim ki ben âlimim derse, bilin ki o câhildir.” buyuruyorlar. (Münâvî)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de:
“Size ilimden pek az birşey verilmiştir.” buyuruyor. (İsrâ: 85)
Hakikatte cahil olduklarını bilmezler ve fakat Allah-u Teâlâ:
“Hakkı batıl ile karıştırmayın. Bilerek Hakk’ı gizlemeyin.” buyuruyor. (Bakara: 42)
Kalıbına baksan imrenirsin. Fakat Allah-u Teâlâ onlar için:
“Direk olmuş keresteler.” buyuruyor. (Münafikun: 4)
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın!’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
Hadis-i şerif’lerde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Kur’an âyetlerine kendi reyi ile mânâ veren kimse cehennemden kendisine yer hazırlasın.” buyuruyorlar. (Münâvî)
Bu ve bunun gibi kimselerin Âyet-i kerime’ler üzerinde yaptığı, apaçık bir tahriftir. Sûrede böyle bir beyan yoktur. Amma Allah-u Teâlâ onları şöyle haber veriyor:
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah’ı, anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır, iyi bilinki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)
Bütün göklerin ve yerin ordusu Allah’ındır. Allah-u Teâlâ Ebabil kuşlarıyla sert taş atan mahlukatını gönderince bunu çevirip mikrop demek Allah-u Teâlâ’nın ordularını inkâr demektir.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır.” buyuruyor. (Fetih: 7)
Tenasüh (Reankarnasyon):
Yaşar Nuri Öztürk “Kur’an’daki İslâm” kitabında; “İslâmiyette reankarnasyon (tenasüh) ölen bir kimsenin ruhunun yeni dünyaya gelen birine geçebileceği,” inancının olduğunu söylemektedir.
Batıl itikatlı kişiler tarafından, zihinleri bulandırmak için ortaya atılan ve ruh göçü dedikleri bu tenasüh fikrini, dinimiz kesinlikle reddeder.
Bu gibi bozuk, fikirleri yayanlar, önderliğini yapanlar; insanları Allah’ından ayırmakta, dinininden uzaklaştırmakta, İslâm’ın hesap ve mesuliyet esasını kökünden yıkmaya çalışmaktadırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.” buyuruyor. (A’raf: 86)
Bedenlerin yaratılmasından önce, dünyaya gelecek olan insan sayısı takdir edilmiş ve ona göre ruh yaratılmıştır. En son ruh gelinceye kadar da kıyamet kopmaz.
Vakti saati gelen ruh dünyaya gelir, kendisine âit bedene girer. Daha sonra insanın ölümüyle berzah âlemine döner. Dünyada yaptıkları iyilik ve kötülüklerine göre orada yeniden dirileceği güne kadar ya cennet bahçelerinden bir bahçede huzur içinde yaşar veya cehennem çukurlarından bir çukurda azap ve işkence görür. Böylece hesap gününü bekler. İddia edildiği gibi tekrar dünyaya dönerek bedenden bedene dolaşmaz.
Âyet-i kerime:
“Nihayet onlardan her birine ölüm geldiği vakit der ki: ‘Rabbim! Beni dünyaya geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve yararlı iş işlerim.’
Hayır! Bu söylediği sadece kendi lâfıdır. Tekrar diriltilip kaldırılacakları güne kadar, önlerinde geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah bir perde vardır.” (Müminun: 99-100)
Allah-u Teâlâ günahkâr kişilerin âhirete intikal ettiklerinde:
“Keşke benim için (dünyaya) dönüş imkânı bulunsa da iyilerden olsam!” (Zümer: 58)
“Rabbimiz! Gördük, işittik. Artık bizi dünyaya geri döndür de salih bir âmel işleyelim.” diyeceklerini haber vermektedir. (Secde: 12)
Âyet-i kerime’lerde âhiretin inanma yeri olmadığı, çünkü her şeyin gözlerinin önünde olduğu, dünyanın artık gerilerde kaldığı, oraya uzanıp imanı almanın mümkün olmadığı beyan buyurulmaktadır:
“Onları can baş kaygısına düştükleri zaman bir görmelisin! Artık kaçacak yerleri de yoktur. Yakın bir yerden yakalanmışlardır.
Ona inandık demektedirler. Ama uzak yerden el sunmak (dünyaya yeniden döndürülmek) nasıl mümkün olsun?” (Sebe: 51-52)
Her insanın ruhu bedeniyle birlikte dünyada yaptığı iyilik ve kötülüğünün karşılığını görecektir.
Âyet-i kerime’de:
“Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz (yaptıklarınızın karşılığı) size eksiksiz verilecektir.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 185)
“İlk önce sizi yarattığı gibi, yine ona döneceksiniz.” (A’raf: 29)
Âyet-i kerime’si ile de, insanın ilk yaratılış biçimiyle ve kıyamet günü aynı ruhla dirileceği beyan buyurulmaktadır.
Binaenaleyh bir ruh birden fazla bedene girmiş olsa, ahirette hangi bedenle dirilecek ve sorumlu tutulacak?
Bu âciz kimseler neden yaratıldıklarını, nereden çıktıklarını bilmedikleri, âciz olduklarını görmedikleri için; Yaratıcı’ya âcizlik isnad ediyorlar.
Hazret-i Allah’ın yanında bir ruh ile bir tüyü, bir insan ile bir yaprağı, bir âlem ile bir çekirdeği yaratma arasında ne fark var?
Be hey gâfiller! Ağaçtaki yaprakları saydınız da, diğer ağaçtakileri noksan mı buldunuz? Ağaçtaki yaprağı, bedendeki tüyü, kavundaki çekirdeği, düşenle biteni saydınız da, aralarında fark mı gördünüz?
Eğer kudretiniz varsa hepiniz bir araya toplanın da bir tek yaprağı yapın!
Bir yaprağın karşısında âciz düşen, mahlûk aklı ile Hâlik’in işini nasıl bilebilir, nasıl karışabilir?
Sübhanellah! O her eksiklikten münezzehtir!..
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yaşatan ve öldüren O’dur. Bir işin olmasını diledi mi, ona sadece ‘Ol!..’ der, o da oluverir.” (Mümin: 68)
“Önce yaratan, ölümünden sonra tekrar dirilten O’dur. Bu O’nun için pek kolaydır.” (Rûm: 27)
“Biz ilk yaratılışta güçsüz mü düştük? Hayır! Onlar yeni bir yaratılıştan şüphe içindedirler.” (Kaf: 15)
“De ki: Çocuk edinmeyen, mülkünde hiç bir ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir yardımcıya da ihtiyaç göstermeyen Allah’a hamdolsun.
O halde O’nu tekbir ile yücelt. (O’na yaraşır şekilde saygı göster.)” (İsrâ: 111)
Bu yaratma işidir, yapma işi değildir. Senin ki, bunlardan haberin yok, ruhtan nasıl haberin olur? Zira bu hususta hiç bir bilgiye sahip değilsin.
Âyet-i kerime’de:
“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki, ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.” buyuruluyor. (İsrâ: 85)
İnsanı yaratana, nimetlerle donatana âcizlik isnad ediyorlar. İşte küfür bu kadar çirkindir. Bunun içindir ki, bunlar her türlü hakarete layık kimselerdir.
Bu gibi asılsız ve mesnedsiz fikirleri yayanları ve öncülüğünü yapanları Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı kerim’inde nasıl cezalandıracağını Firavun’u misal göstererek haber veriyor:
“Firavun kıyamet günü milletine öncülük eder, onları cehenneme götürür. Ne kötü yerdir onların gittikleri yer!
Hem burada hem kıyamet gününde lânete uğratılırlar. Ne kötü yerdir onların götürüldükleri yer!” (Hud: 98-99)
“Bedbaht olanlar cehennemdedirler. Onların orada bir soluk alış verişleri vardır ki!” (Hud: 106)
“İşte onlar Rablerinin âyetlerini ve O’nun huzuruna çıkmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden bütün yaptıkları boşa gitmiştir.
Artık onlar için kıyamet günü hiç bir terazi tutmayız, onlara değer vermeyiz.” (Kehf: 105)
Müslümanlar ve Diğer Dinlerde Olanlar:
Yine aynı kitabında; “Hıristiyan ve yahudilerinde cennete gireceklerini” ifade ediyor.
Allah-u Teâlâ kıyamet gününde insanları bir araya topladığı zaman her türlü anlaşmazlıklar hakkında hükmünü verecek, hak üzere olanlarla haksız olanların aralarını ayıracak, hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu konusunda kararını bildirecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki iman edenler, yahudiler, sabiler, hıristiyanlar, mecusiler ve müşrik olanlar arasında Allah kıyamet gününde kesin hükmünü verecektir.
Allah her şeye şahiddir.” (Hacc: 17)
Âyet-i kerime’de altı tane dinden söz edilmiş, bunlardan sadece birisi iman sahibi olarak gösterilmiştir. Geri kalan beş zümre küfür ehlidir. Bunların dışında kalan dinler inanç bakımından bunlardan birine benzediği için onların isminden söz edilmesine lüzum görülmemiştir.
Allah-u Teâlâ o gün adaletle hükmedecek, kendisine iman edenleri cennete koyacak, inkâr edenleri ise cehenneme sokacaktır.
Yahudilerin imanı İsâ Aleyhisselâm’a gelinceye kadar Tevrat’a ve Musa Aleyhisselâm’ın sünnetine tabi olmak idi. İsâ Aleyhisselâm gelince ona tabi olmaları gerekirken, olmadıkları için yoldan çıktılar. Gerçekten tabi olmuş olsalardı Tevrat’ı değiştirip tahrif etmeselerdi İsâ Aleyhisselâm’a iman ederlerdi.
Hıristiyanların imanı da İncil’e ve İsâ Aleyhisselâm’ın şeriatına bağlanmak idi. Muhammed Aleyhiselâm gelinceye kadar bu imanları geçerliydi. Muhammed Aleyhisselâm geldikten sonra ona tabi olmaları gerekiyordu. Olmayanlar yoldan çıktılar. İsâ Aleyhisselâm’a bağlı olduklarını iddia eden hıristiyanlar, gerçekten bağlı olmuş olsalardı, peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Aleyhisselâm’a inanırlardı. Onun dini kendisinden önceki peygamberlerin getirdikleri dinleri yürürlükten kaldırmış, hükümsüz kılmıştır. Tevrat ve İncil’de Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamberliğini haber veren müjdeler vardır. Onun son peygamber olduğuna ve bütün insanlığa gönderildiğine inanmak Allah-u Teâlâ’nın emridir.
Bütün bu milletler, bütün bu taifeler, bozuk inançlarını, yanlış hareketlerini bırakır, Allah-u Teâlâ’ya O’nun istediği şekilde iman etmiş olurlarsa doğru yolu bulmuş, hidayete ermiş olurlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rabbleri katında mükafatlar vardır.
Onlar için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Bakara: 62)
Bu müjde ancak inananlara mahsustur. Diğerleri, gerçek risalet sahibi olan, insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm’a inanmadıkları, onun şeriatına uymadıkları için bu müjdeden mahrumdurlar.
Bununla beraber bunlar da iman ederlerse, müminler sınıfına dahil olup aynı vaad ve müjdeye nail olacakları açıktır.
Aynı mânâyı ifade eden diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki iman edenler, yahudiler, sabiler ve hıristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Mâide: 69)
Kâfirlerin azaptan korktuğu, ömür sermayesini boş yere tüketip de sevap alma fırsatını kaçıranların üzülüp mahzun olduğu o günde, bu müminler için korku ve üzüntü olmadığı gibi çok büyük müjdeler vardır.
İçkinin Azı da, Çoğu da Haramdır:
“Şarap dışındaki içkilerin sarhoş etmeyecek kadar içilebileceğini” iddia etmektedir.
İslâm dini aklın muhafazasına çok ehemmiyet vermiştir. Aklı izâle edip faaliyetlerini durdurması yönünden insana çok büyük zararı olan içkiyi ve diğer uyuşturucu maddeleri yasaklamıştır. Çünkü bunlar insanın yalnız aklına ve vücuduna değil; nesline, malına, şeref ve haysiyetine de zarar verir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde:
“Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.
Şeytan; içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan vazgeçtiniz değil mi?” buyuruyor. (Mâide: 90-91)
Binaenaleyh, insanlar arasındaki ismi ne olursa olsun ve her neden yapılırsa yapılsın, sarhoşluk veren bütün içkilerin azı da çoğu da haramdır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Her ne olursa olsun çoğu sarhoşluk veren şeylerin azından da sakınınız.” (İbn-i Mâce)
Mehdi Aleyhisselâm:
Aynı kitabında “Mehdilik” diye bir kavramın olmadığını söylüyor.
Mehdi Aleyhisselâm hakkında çok sayıda Hadis-i şerif nakledilmiştir. Âlimler bunu mütevatir kabul eder. Resulullah Aleyhisselâm’dan beri, “Müslümanların kâffesi”, ahir zamanda, Ehl-i Beyt’e mensup bir zatın çıkıp dini güçlendireceğine, adaleti hâkim kılacağına, müslümanların ona tâbi olup İslâm beldelerinde hâkimiyet kuracağına, bu kimseye Mehdi deneceğine inanmış ve gelmesini beklemektedirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa, Allah-u Teâlâ o günü uzatarak benim soyumdan bir kişi gönderecektir. Adı adımın, babasının adı babamın adının aynısı olacak, zulüm ve zorbalık altında inleyen yeryüzünü huzur ve adaletle dolduracaktır.” (Ebu Dâvud, Tirmizî)
Mehdi Aleyhisselâm’ın Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in neslinden geleceğini ve yeryüzünü adaletle dolduracağını bu Hadis-i şerif haber veriyor.
Nice asırlardan sonra Allah-u Teâlâ, Hatem-î nebi Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmetinden ve kendi neslinden bir kurtarıcı gönderecek ve dünyaya malik olacaktır.
“Yeryüzünde dört kişi malik olmuştur. İkisi mümin, ikisi kafirdir. Müminler, Zülkarneyn ve Süleyman Aleyhisselâm, kâfirler ise Nemrud ve Buhtunnasr’dır. Beşinci olarak Ehl-i Beytim’den birisi gelecek ve o da dünyaya mâlik olacaktır.” (İmâm-ı Suyûtî)
İşte o zât-ı âlî Mehdi Aleyhisselâm şeriat-ı mutahhara’nın emir ve hükümlerine, tarikat-ı münevvere’nin edeb ve erkanına harfiyyen riayet edecektir. Allah-u Teâlâ’nın ahkâm-ı ilâhi’sini, Resul-i Ekrem -sallalahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyye’sini yaşayacak ve yaşatacaktır.
“O zât insanlar içerisinde Peygamber’in -sallallahu aleyhi ve sellem- sünneti ile amel eder. İslâm yeryüzüne tam mânâsı ile yerleşir. Yeryüzünde yedi sene kalır, sonra vefat eder ve müslümanlar onun üzerine namaz kılarlar.” (Ebû Dâvud: 4286)
Hadis-i şerif’leri kabul etmiyor olması bu gerçeği değiştirmez. Çünkü biz Hadis-i şerif’lere inanıyoruz ve amel ediyoruz.
Namazın Sünnetleri:
“Namazların sadece farzlarının kılınacağını” söylemiştir.
Resulullah Aleyhisselâm bir taraftan kendine vahyedilen Âyet-i kerime’leri Allah’tan aldığı gibi arttırma ve eksiltme yapmadan bütünüyle tebliğ ederken, diğer taraftan da onlardan ne gibi mânâlar kastedilmiş olduğunu sözleriyle işleriyle tefsir ve izah eder, sarih hükümler ortaya koyardı.
Âyet-i kerime’lerde:
“Resulüm! Biz sana bu Kur’an’ı indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın.” (Nahl: 44)
“O size bilmediklerinizi öğretir.” buyuruluyor. (Bakara: 151)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde namazın farz olduğunu bildirdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Allah-u Teâlâ’dan aldığı vahiy ve ilham ile namazın vakitlerini, rekâtlarını, âdâb ve erkânını, nasıl kılınacağını hem anlattı hem de müslümanların gözü önünde kıldı.
Sonra da:
“Beni namaz kılarken nasıl görmüşseniz, siz de öylece kılınız.” buyurdu. (Buharî)
Bunun gibi, dinin açık bir hükmü bulunmayan esasları bir bir açıklamış, geriye birşey bırakılmamıştır.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Sakın sizden birinizi emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanıp ‘Bilemiyorum! Biz Allah’ın kitabında ne buluyorsak ona uyarız.’ derken bulmayayım.” (Tirmizî)
Zancılar bunu yapıyor. Zira onlar nefislerine dayanarak hareket ediyorlar.
Bu gibi kimseler bugün Hadis-i şerif’leri, sünnet-i seniyye’yi, yarında Allah-u âlem Kur’an-ı kerim’i inkâr edebilirler.
Zina ve Recm:
Kur’an-ı kerim’de “recm” cezasının olmadığını söylemektedir.
Dinimiz evlilik dışı münasebetleri haram kılmıştır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:
“Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” buyuruyor. (İsrâ: 32)
Âyet-i Celîle’de “Zinâ etmeyiniz!” denilmiyor da, “Zinâya yaklaşmayınız!” şeklinde emir veriliyor. Çünkü insanı tahrik ederek zinâya götüren şehvet duygusundan ve tehlikelerden emin olmak, ancak zinâya yaklaşmamakla mümkün olur. Yaklaşıldığı takdirde bu emniyeti sağlamak güçleşir.
Bunun içindir ki, dinimiz zinâyı haram kılarken, ona götüren bütün hâl ve hareketleri şiddetle yasaklamış, zinâ kapısını kapatmıştır. Bu kapalı kapıdan içeri girenler hakkında ilâhi hükümler son derece ağırdır:
“(Bekâr olup da) zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dinini tatbik hususunda o ikisine merhametiniz tutmasın. Müminlerden bir topluluk da onlara yapılan cezaya şahit olsun.” (Nûr: 2)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den rivayet edilen tatbikata göre; evli olup da zinâ eden erkek ve kadınlar recmedilirler.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivâyet edilmiştir:
“Bedevîlerden birisi Resulullah Aleyhisselâm’a gelip ‘Yâ Resulellah! Size Allah namına yemin eder ve yalnız Allah’ın Kitab’ı ile hükmetmenizi dilerim.’ diyerek yanındaki ârâbîden dâvâcı oldu. Öbür hasım ise daha dirayetli ve edepli idi. O da ‘Evet Yâ Resulellah! Aramızda Kitabullah ile hükmet, fakat bana müsaade buyur da anlatayım.’ dedi, devam etti.
‘Benim bir oğlum bu adamın çobanı idi, nasılsa bunun karısı ile zinâ etmiş. Duydum ki her zinâ eden taşlanarak öldürülürmüş. Oğlum bundan kurtulsun diye bunlara yüz koyun bir cariye vererek oğlumu kurtarmıştım. Sonra öğrendim ki bekâr oğluma yüz değnek had ile bir sene sürgün cezası varmış, bunun karısı da taşla öldürülecekmiş. Allah’ın hükmü böyle ise koyunlarımı ve câriyemi geri versin.’
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki aranızda Kitabullah ile hükmedeceğim. Câriye ve koyunlar sana geri verilir, oğluna yüz değnek vurulur ve bir sene sürülür.” buyurdu. Sonra ashaptan Üneys’e “Ey Üneys! Şu dâvâcının karısı olan kadına git, günahını itiraf ederse onu recmet, Allah’ın emrini uygula!” diye emir verdi.
Üneys gitti. Kadın şahitlerin yanında fenâlığı itiraf etmesi üzerine Resulullah Aleyhisselâm’ın emri ile recmolundu.” (Buharî. Tecrid-i Sarih: 1162)
Haremlik-Selâmlık:
İslâm’da “Haremlik-selâmlık” olmadığını söyleyerek, Âyet-i kerime’leri inkâr etmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Peygamber’in zevcelerine herhangi bir şey soracağınız vakit perde arkasından sorun. Böyle yapmakla hem sizin gönülleriniz hem de onların gönülleri daha temiz kalır.” (Ahzab: 53)
Birbirine nikah düşen kadın ve erkeklerin bir arada yalnız bulunmaları haramdır. Çünkü bu beraberlik bir çok günahın işlenmesine sebep olmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurur:
“Hiç bir erkek nikah düşen yabancı bir kadınla yalnız kalmasın. Hiç bir kadın yanında nikah düşen birisi bulunmadan yolculuğa çıkmasın.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1260)
Mümin hanımların görüşüp konuşabileceği mahremi olan erkekleri Allah-u Teâlâ Nûr sûre-i şerif’inin 31. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Süslerini kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri, veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin oğulları veya müslüman kadınları veya cariyeleri veya kadına ihtiyacı bulunmayan (iktidarsız) hizmetçiler veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler.”
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde, bir erkekle kadının yalnız bulunmaları halinde üçüncülerinin şeytan olacağını haber vermişlerdir.
Kadın İdareci:
Ona göre; “Kadının idareciliği” İslâm’da varmış.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kadın idareci hakkında;
“Mukadderatını bir kadının eline veren millet felah bulmaz.” buyuruyorlar. (Buhari 1660, Megazi 82, Fiten 18, Tirmizi Fiten 75, Nesai Kada: 8, Ahmed bin Hanbel 5743, 51, 38, 47)
Bu İslâm dinine göre böyledir. Eğer Allah’a iman ediyorsak, Resul’üne tâbi isek, onların beyanı Âyet-i kerime’lerde ve Hadis-i şerif’lerde böyle buyurulmaktadır. Bunun tersini söylemek ve savunmak Allah ve Resul’üne karşı gelmek demektir. Bu da açık bir küfürdür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehavetli cömert kimselerse, işlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız; bu durumda yerin üstü altından hayırlıdır.
Yok eğer ümerânız şerlilerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise; yerin altı üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267)
Tesettür:
Yine “Kur’an’daki İslâm” kitabında, “Saçların bütünüyle, görünmeyecek şekilde kapatılması emri diye bir ifade yoktur. Cenâb-ı Hakk bunu kulun tercihine bırakmıştır.” demektedir.
İslâm dininde tesettür kesinlikle farzdır.
Allah-u Teâlâ Nûr sûresi 31. ve Ahzâb sûresi 59. Âyet-i kerime’lerinde tesettürün farz olduğunu beyan buyuruyor.
“Resulüm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Bu Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ tesettür hakkında kesin hududunu çizmiş, sadece yüz ve ellerin görünebileceğini belirterek, bu hükmü kulun tercihine bırakmamıştır.
“Resulüm! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle. Zaruri bir ihtiyaçları olup dışarı çıkmak istedikleri zaman, dış elbiselerini üzerlerine giysinler. Bu onların ahlaksız kadınlardan olmadıklarının bilinmesi ve incilitmemesi için daha elverişlidir.” (Ahzâb: 59)
Bu hüküm İslâm dinine göredir.
Tesettür kesin olarak uyulması gereken bir emirdir ve iman meselesidir.
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerini koymuş onu yasaklarıyla sınırlamıştır.
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Allah-u Teâlâ, “Kim bu hudutları aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” buyuruyorken. “Tesettürü kulların tercihine bıraktığını” söylemek, açıkca bu hudutları aşmak demektir. Bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmek demektir. İnkâr ise küfürdür.
Rüyetullah Meselesi:
Yaşar Nuri Öztürk kitabının 108. sayfasında :
“Allah, zâtı itibariyle asla görülemez.” demiştir.
İslâm dinine göre ise esas şudur:
Müminler cennette bütün nimetlerin üstünde, mekandan münezzeh olarak Allah-u Teâlâ’yı zaman zaman görmek saadetine nail olacaklardır.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlar:
“Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i İlâhi’ye sabah ve akşam nazar ederler.” (Tirmizi: 2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime’leri okumuşlardır:
“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabblerine bakarlar.” (Kıyâme: 22-23)
Allah-u Teâlâ kendi cemalini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında, görmeye liyakat halkeder. Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u Teâlâ’yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar. O’na bakmaya devam ettikleri sürece hiç bir şeye iltifat etmezler. Cennet bu nimetin yanında bütün şaşası ile sönük kalır.
Cerir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu görme hususunda üstüste sıkışıp birbirinizin üzerine yığılmayacaksınız.” (Müslim: 633)
Süheyb -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:
“Cennetlikler cennete girdiği zaman Allah Tebâreke ve Teâlâ ‘Bir şey istiyorsanız söyleyin, onu da vereyim!’ buyurur. Onlar da ‘Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı?’ derler.
Bunun üzerine Allah hicabı kaldırır, artık onlara Rablerine -azze ve celle- bakmaktan daha sevimli bir şey verilmiş olmayacaktır.” (Müslim: 181)
Süheyb -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah Aleyhisselâm bu sözlerinden sonra şu Âyet-i kerime’yi okumuştur:
“Güzel amelde bulunanlara daha güzel mükafat, bir de ziyade vardır.” (Yunus: 26)
Kadın erkek herkes her cuma Allah-u Teâlâ’nın daveti üzerine O’nun yüce ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi net olarak görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile sevinçle karşılar.
Said bin Müseyyeb -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir:
Said -radiyallahu anh-, Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- ile karşılaştıklarında “Allah’tan, cennet çarşısında bizi bir araya getirmesini dilerim.” dedi. Bunun üzerine Said -radiyallahu anh- “Cennette çarşı var mıdır?” diye sordu. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- “Evet vardır.” dedi ve sözlerine devam etti:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana bildirdi ki, cennetlikler cennete girdikleri vakit orada amellerin çokluğu nisbetinde yerleşeceklerdir. Sonra dünya günlerinden bir Cuma günü kadar bir müsaade verilecek, onlar da Rablerini ziyaret edeceklerdir.
Rabbin arşı onlara görünecek ve Rab kendilerine cennet bahçelerinden bir bahçede tecelli edecektir.
Onlar için nurdan minberler, inciden minberler, yakuttan minberler, zebercetten minberler, altından minberler ve gümüşten minberler kurulacaktır.
Onların en aşağı mertebede olanları -ki içlerinde hiç bir aşağılık kişi yoktur- misk ve kafur tepesinin üzerinde oturacaklar ve minber sahiplerini, kendilerinden daha üstün oturma yerlerinde olduklarını sanmayacaklardır.”
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:
“Yâ Resulellah! Rabbimizi görecek miyiz?” dedim.
Şöyle buyurdu:
“Evet göreceksiniz. Siz güneşin ve dolunay gecesi ayın görünmesinden şüphe eder misiniz?”
Biz de “Hayır!” diye cevap verdik.
Buyurdu ki:
“Böylece Rabbinizin görünmesinde de şüphe etmeyeceksiniz.
Allah’ın o mecliste kendisiyle karşılıklı konuşmadığı hiç bir kişi kalmayacaktır. Hatta onlardan birine “Ey filan oğlu filan! Şöyle ve şöyle dediğin günü hatırlıyor musun?” buyuracak. Ve ona dünyadaki vefasızlıklarından bir kısmını hatırlatacaktır.
O da “Ey Rabbim! Beni bağışlamadın mı?” diyecek. Allah “Evet bağışladım. İşte sen benim bağışlamamın genişliği sayesinde şu makama ermiş bulunuyorsun.”
Onlar bu durum üzere iken üstlerinden bir bulut kendilerini kaplayacak ve üzerlerine bir güzel koku yağdıracaktır. Ki onlar o zamana kadar onun kokusuna benzer hiç bir koku almamışlardı.
Sonra Rabbimiz “Sizin için hazırladığım büyük bağışa kalkın ve canınızın çektiğini alın!” buyuracak. Bunun üzerine meleklerle çevrili ve içinde gözlerin bir benzerini görmediği, kulakların işitmediği ve gönüllerden geçmeyen şeyler bulunan bir çarşıya geleceğiz. Canımızın istediği şey bize taşınacaktır.
Orada satmak ve satın almak yoktur. İşte o çarşıda cennetlikler birbirleriyle karşılaşacaklardır.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle devam etti:
“Yüksek mevki sahibi olan kişi gelip kendisinden aşağı olan kişiyle buluşacak -esasen içlerinde aşağılık kişi yoktur- ve onun üzerinde gördüğü elbise, bunun gözünü kamaştıracaktır. Ancak son cümlesi bitmeden, kendi üzerindeki elbisenin, onun sırtında bulunandan daha iyi olduğunu hayal edecektir. Çünkü cennette hiç kimsenin üzülmesi diye bir şey yoktur.
Sonra köşklerimize meskenlerimize dağılacağız. Eşlerimiz bizleri “Merhaba, hoş geldin! Bizden ayrıldığın zamanki güzelliğinden daha üstün bir güzelliğe sahip olarak geldin!” diyerek karşılayacaklar.
O da şöyle mukabelede bulunacak:
“Biz bugün Cebbar olan Rabbimizin meclisinde bulunduk. Elbette bu döndüğümüz şekilde dönecektik.” (Tirmizi: 2673)
Miras:
Kur’an-ı kerim’de geçen “Erkek mirasta kadının iki katını alır.” ifadesini emir değil, tavsiye olarak nitelemiştir. Yine aynı kitabında “Kur’an’ın miras paylaşımında kadın erkek arasında eşitliği bozmasının hikmeti nedir?” diye sorarak Âyet-i kerime’leri inkâr etmiştir. Hakikat ise şu şekildedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri miras hususunda her vârisin ne kadar pay alacağını verâset ahkâmına ait Âyet-i kerime’lerinde açık ve kesin olarak bizzat beyan buyurmuş, insanların reyine ve arzusuna bırakmamıştır. Çünkü vârisler arasındaki farkların hikmetini insan aklı idrâk edemez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Babalarınızdan ve oğullarınızdan menfaatça hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz. Bu sehimler Allah tarafından tesbit edilip size farz kılınmıştır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilici, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 11)
Binaenaleyh bir müslüman her işinde olduğu gibi bu hususta da Allah’ın emrini iltizam edecek, kendi düşüncesine göre hareket etmeyecek...
Meselâ bir babanın, çocuklarından bazılarını mirastan mahrum bırakması veya vasiyet yoluyla daha fazlasını vermesi suretiyle adalet yapmaması caiz olmadığı gibi; kızlarını, sevmediği bir hanımından olan çocuklarını veya miras düşen diğer yakınlarını mirastan men etmesi haramdır ve büyük bir vebâldir. Zira Cenâb-ı Hakk her hakkı sahibine vermiş, çizdiği bu sınırı aşmamalarını kullarına emretmiştir; ölüm hak, miras helâldir. İslâmiyet vârise vasiyeti menettiği gibi, ana veya babanın sağlığında hibe yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermelerini de men etmiştir.
Hadis-i şerif’te:
“Çocuklarınıza eşit davranın.” buyuruluyor. (Buhâri)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Çocuklarınızın mirâstaki durumu hakkında Allah size şöyle emrediyor: Erkeğe iki kadın payı kadar pay vardır. Eğer çocukların hepsi kadın olup ikiden çok iseler, mirasın üçte ikisi onlarındır, şayet tek ise yarısı onundur.
Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birine tereikeden altıda bir, eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris oluyorsa, anasına üçte bir düşer. (Kalan da babasının hakkıdır.)
Eğer ölenin kardeşleri varsa, o vakit altıda biri anasınındır.
Bu hükümler, ölenin borcu ödenip, yaptığı vasiyetler yerine getirildikten sonradır.
Babalarınızdan ve oğullarınızdan menfaatça hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz. Bu sehimler Allah tarafından tesbit edilip size farz kılınmıştır. Şüphesiz ki, Allah hakkıyla bilici, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 11)
Hazret-i Allah’ın Kelâm-ı kadim’inde kesin olarak belirttiği bir emri, tavsiye olarak kabul etmek, o hükmü kaldırmak demektir. Hazret-i Allah’ın bir hükmünü kaldıran kişi otomatikman küfre kayar.
Cünüp ve Hayızlı İken Namaz:
Bu sapıtmış adamın kupkuru zandan ibaret olan bir iftirası da şudur:
“Hayızlı kadınlara ait fıkıh hükümlerini gözden geçirip Kur’an’a göre düzenlemelidir. Kadın hayızlı halde iken abdest alır ve namazlarını kılabilir...” (Kur’an’daki İslâm: 429-430.)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulüm! Sana kadınların âdet hali hakkında soruyorlar. De ki: O bir eziyettir. Âdet halinde iken kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.” (Bakara: 222)
Görülüyor ki, burada; hayzın, bir ezâ, bir pislik olduğu bildirilmiştir. Namaz kılmak, Kur’an okumak ve mescide girmek için temiz olmak şarttır. Hayız hali ise buna müsait değildir. Bundan dolayıdır ki, hayızlı ve nifaslı kadın hakkında bir takım hükümler terettüp etmektedir. Hidaye’de bunlar, şöyle sıralanmıştır:
“Hayızlı kadından namaz sâkıt olur ve ona, oruç tutmak da haram olur. Orucu kaza ederse de namazı kaza etmez. Asr-ı saâdetteki tatbikat böyle idi. Zira namazın kazasında -her ay birikeceği için- güçlük varsa da, orucun kazasında güçlük yoktur. Zira olsa olsa bir senede 15 günlük oruç kaza eder. Hayızlı, mescide giremez, cünüb de böyle. Zira peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- “Ben mescidi, hayızlıya, cünüb olana helâl kılmam.” buyurmuştur.”
Kâbe-i muazzama’yı tavaf edemez. Çünkü tavaf, mescidde yapılır. Ona kocası da yaklaşamaz. Hayızlı kadın, cünüb ve lohusa için Kur’an okumak câiz değildir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Kur’an’ın haramlarını helâl bilen bir kimse ona iman etmemiştir.” (Tirmizî)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
“Ne cünüb, ne de hayızlı Kur’an’dan hiçbir şey okuyamaz.” (Tirmizi)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de:
“Resulullah bize, cünüb olmadıkça her hal üzere Kur’an okuturdu.” buyurmuşlardır. (Tirmizi)
Kıble Meselesi:
Yaşar Nuri’nin aynı kitabının 580-581. sayfalarda yer alan yalan yüklü saçmalarına bir bakın:
“Bakara 115 ve 142. âyetlerde ‘Doğu’nun ve batı’nın da Allah’ın olduğunu belirterek;’ Dolayısıyla kul, namazını nereye dönerek kılarsa kılsın, yakarışı hedefine varır. Bazı bilginlere göre, andığımız bu âyetler, kıbleye yönelme âyetini neshetmiştir. Buna göre, namazın kıbleye yönelme diye bir şartı yoktur.”
Yeryüzünde ilk kıble Kâbe idi. Kâbe ilk önce Âdem Aleyhisselâm tarafından yapılmış, daha sonra kaybolan yeri İbrahim Aleyhisselâm’a Allah-u Teâlâ tarafından gösterilmiş, o da oğlu İsmail Aleyhisselâm ile birlikte onun temellerini yükseltmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm’a “Yâ Resulellah! Yeryüzünde ilk kurulan mescid hangisidir?” diye sorulmuştu. “Mescid-i haram’dır.” buyurdu. “Ondan sonra hangisidir?” diye sorulduğunda “Mescid-i aksâ’dır.” cevabını verdi.
Resulullah Aleyhisselâm Hicret’ten üç yıl önce Kudüs’teki peygamberler makamı olan Mescid-i aksa’ya doğru namaz kılmaya başlamıştı. Namaz kılarken Mescid-i aksâ’ya doğru yönelir, Kâbe de önünde bulunurdu. Medine’de bulunan müslümanlar da namazlarını Mescid-i aksâ’ya doğru kılıyorlardı. Hatta Medine devrinin ilk yıllarında yapılan Kuba mescid’i ile Mescid-i nebevi’nin kıbleleri de Mescid-i aksâ’ya doğru yapılmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm hicret edince Mescid-i aksâ’ya doğru namaz kılarken Kâbe’nin arkada kalışından üzüntü duyuyor, öteden beri de ceddi İbrahim Aleyhisselâm’ın kıblesi olan Kâbe’ye yönelerek namaz kılmayı arzu edip duruyordu.
Hele yahudilerin “Muhammed ve arkadaşları, biz gösterinceye kadar kıblelerinin neresi olduğunu bile bilmiyorlardı.” gibi sinsi sinsi lâflar etmeleri kendisini büsbütün rahatsız ediyordu.
Bir gün Cebrâil Aleyhisselâm geldiğinde “Yâ Cebrâil! Rabbimin yüzümü yahudilerin kıblesinden döndürüp Kâbe’ye çevirmesini arzu ediyorum.” buyurdu. Cebrâil Aleyhisselâm “Ben ancak bir kulum, sen Rabbine niyazda bulun, O’ndan iste!” cevabını verdi. Artık namaza duracağı zaman başını semâya doğru kaldırmaya başlamıştı.
•
Hicretin ikinci yılında Medine’de ikâmetinin onyedinci ayının ortalarında bir pazartesi günü, Seleme oğulları yurduna gitmiş; oranın mescidinde müslümanlara İkindi namazı kıldırıyordu. Birinci rekât kılınmış, ikinci rekâtın sonuna gelinmişti. Tam bu esnada kıblenin değişmesi ile ilgili vâhiy nazil oldu, Allah-u Teâlâ Mescid-i aksâ’dan Mescid-i haram’a dönülmesini emretti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Biz senin, yüzünü çok kere göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Artık seni hoşnud olacağın bir kıbleye elbette çevireceğiz.” (Bakara: 144)
Seni sevdiğin bir kıbleye, atan İbrahim’in kıblesi olan Kâbe’ye yönelteceğiz.
“Bundan böyle yüzünü Mescid-i haram tarafına çevir!” (Bakara: 144)
Resulullah Aleyhisselâm yönünü hemen Kâbe’ye doğru çevirdi, Cemaat de safları ile birlikte döndüler. Kudüs’e yönelerek başlanılan namazın son iki rekâtı, yeni kıble olan Kâbe’ye doğru kılınarak tamamlandı. Bu sebepten dolayı Seleme oğulları mescidine “İki kıbleli mescid” mânâsına gelen “Mescid-i kıbleteyn” adı verilmiştir.
Bu suretle eski kıble kaldırılmış ve “İstikbâl-i Kıble” farz olmuş oldu.
Dünyanın her yerinde, her müslümanın her zaman yönünü Kâbe-i muazzama’ya döndürmesi zor olduğundan, bizzat “Kâbe” denilmeyip, “Mescid-i haram tarafına” denilmiştir. Mescid’i haram ise Kâbe-i muazzama’nın kendisi değil, çevresindeki “Harem-i şerif”tir. Kâbe’nin kendisi Mescid-i haram’da namaz kılanlar içindir.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem’ini bizzat böyle bir emirle taltif buyurduktan sonra diğer yerlerde yaşayan diğer müslümanlara da ayrıca şöyle buyuruyor:
“Siz de (ey müminler!) nerede olursanız olun (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin.” (Bakara: 144)
Şimdi siz artık bununla memursunuz. Yeryüzünün neresinde olursanız olunuz, namaz kılmak istediğiniz zaman yüzünüzü Kâbetullah tarafına çeviriniz.
“Kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden gelen bir gerçek olduğunu çok iyi bilirler.” (Bakara: 144)
Yahudiler ve hıristiyanlar birlikte olmak üzere ehl-i kitap, geleceği müjdelenen Peygamber’in kıblesinin İbrahim Aleyhisselâm’ın kıblesi olan Kâbe olduğunu biliyorlardı. Fakat onlar insanların kalplerine şüphe atarak onları fitneye düşürmek isterler.
“Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.” (Bakara: 144)
•
Allah-u Teâlâ kıblenin değiştirilmesindeki asıl sebebi Âyet-i kerime’sinde şu şekilde açıklamıştır:
“Biz senin arzulayıp da üstünde durduğun Kâbe’yi; Peygamber’e uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye kıble yaptık.” (Bakara: 143)
Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ olacak olan her şeyi olmadan önce biliyordu. Meydana gelmesinden önce de her hadise O’na malumdur. Fakat mükâfat ve mücâzat vermek için imtihan sahası olan dünyaya gönderir. Kullarını bildiği şeylerden değil, bilfiil işledikleri şeylerden dolayı hesaba çeker.
Kıblenin değiştirilmesi hususundaki emrin Allah-u Teâlâ’dan geldiğini ve Resulullah Aleyhisselâm tarafından tebliğ edildiğini göz önüne getiren ve kalpleri imanla dolu olan kimseler hemen tasdik ettiler. “Allah bizi nereye yöneltirse oraya yöneliriz” dediler ve bu zorlu imtihanı başarı ile geçtiler. Bu iş kendilerine ağır gelerek İslâm’dan çıkanlar da oldu.
“Doğrusu bu, Allah’ın hidayet edip yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir.” (Bakara: 143)
Allah-u Teâlâ Kâbe-i muazzama’yı yeniden kıble yapmakla, hem Resul-i Ekrem’inin duâsına icabet etmiş, hem de ona gerçekten tâbi olanlarla tâbi olduklarını söyleyip de kıblenin değişmesi üzerine ökçeleri üstünde dönüş yapıp yüz çevirenleri ayırmış ve hallerini müslümanlara teşhir etmiştir.
•
Allah-u Teâlâ ehl-i kitabın, İslâm’ı kabul etmelerinden ümit kestirecek dereceye varan inat ve kibirlerinden bahsederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Andolsun ki sen kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü âyeti getirsen, yine de sana uyup kıblene dönmezler.” (Bakara: 145)
Sen kıble hususunda tartışanları, bu değişmenin hikmeti hakkında ikna edemezsin. Çünkü onlar hiç bir sebebi dinlemeye niyetli değildirler. Onlar delille ispatla kani olmazlar. Menfaatlerine ters düştüğü için bile bile İslâm’ı istememektedirler.
“Sen de onların kıblesine dönecek değilsin.” (Bakara: 145)
Çünkü sen, hak olan ve onların dahi itibar ettikleri İbrahim’in kıblesine tâbisin. Onların kıblesine tâbi olmak aslâ senin şanından değildir.
Bu buyrukla onların umutları tamamen kesilmiş oluyor.
Nitekim:
“Onlar birbirinin kıblesine de dönmezler.” (Bakara: 145)
Yahudiler hıristiyanların kıblesine dönmedikleri gibi, hıristiyanlar da yahudilerin kıblesine dönmezler. Her iki grup da İsrailoğullar’ından olmasına rağmen, aralarında şiddetli ihtilaf ve düşmanlık vardır. Birbirleriyle uyum sağlamaları ihtimali de mevcut değildir.
Bu durum böyle olunca Resulullah Aleyhisselâm elbette onların arzularına uyacak değildi:
“Sana gelen ilimden sonra eğer sen onların heveslerine uyacak olursan, işte o zaman sen de zulmedenlerden olursun.” (Bakara: 145)
Bu hitab-ı ilâhi zâhirde Resulullah Aleyhisselâm’a olmakla birlikte onun ümmetinedir. Bir müslüman ilm-i İlâhi’yi bırakıp da her an değişen hevâ ve heveslere tâbi olamaz.
Abdest Meselesi:
Yine bir safsatasında:
“Abdest âyetine göre ayakların yıkanmasını veya meshedilmesini söylemek mümkün değildir.” diyor. (Sayfa: 659)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- ve Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre:
“Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- bir seferde ashabına arkadan yetişmiş idi. Onların abdest alırken ayaklarını iyice yıkamadıklarını gördü, ökçelerinde suyun isabet etmediği, ıslanmamış yerler göze çarpıyordu. Bu hâli gören peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz en yüksek sesi ile, iki veya üç kere: “Cehennem’de yanacak ökçelere yazık! Abdestinizi tam ve eksiksiz alın.” buyurdu. (Buhari. Tecrid-i Sârih: 55, Müslim: 240-241)
Ömer ibnü’l-Hattâb -radiyallahu anh- den rivayete göre:
“Bir kişi abdest almış ve ayağının üzerinde tırnak kadar kuru yer bırakmış bunu gören Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- “Dön de abdestini güzelce al.” buyurmuş, o kimse de dönüp abdestini tamamlamış ve sonra namazını kılmıştır.” (Müslim: 243)
Hadis-i şerif’lerden anlaşıldığı üzere Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashab-ı kiram efendilerimiz ayaklarını yıkamışlar ve yıkanmasını emir buyurmuşlardır.
Âlim geçinen bu kimse, kendi maskesini kendi elleriyle çıkarmış asliyetini âlem-i İslâm’a göstermiştir.
Talâk (Boşama):
Yaşar Nuri kitabının 434. sayfasında:
Bakara sûre’sinin 229. âyetini de heva ve hevesine göre yorumlamış ve nikâh akdini, tarafların eşit olduğu ticari akitlere teşbih ederek bir sürü mütâlaadan sonra şu neticeye varmıştır;
“Kısacası şöyle veya böyle, kadının da boşama hakkı olduğunu açık bir biçimde görmekteyiz.”
Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı kerim’de şöyle buyuruyor:
“Boşanma iki defadır. Bundan sonra kadını ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek lâzımdır.” (Bakara: 229)
“Eğer erkek, karısını üçüncü bir defa daha boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça kendisine helâl olmaz. Bu ikinci koca onu boşarsa, Allah’ın hudutları içinde duracaklarına inandıkları takdirde tekrar birbirlerine dönmelerinde bir günah yoktur. Bunlar anlayan bir topluluk için Allah’ın açıkladığı hudutlardır.” (Bakara: 230)
“Ey müminler! Mümin kadınları nikâhlayıp da, henüz onlara dokunmadan boşarsanız, sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur. Bu takdirde hemen nikâh haklarını verin ve güzellikle serbest bırakın.” (Ahzab: 49)
Görüldüğü üzere Kur’an-ı kerim’in bu ifadesi, erkeğin kadına hakim olduğunu, ancak bu hakimiyyetin, rastgele değil, hizmetle ve hıfz-u himaye ile oranlı olduğunu bildirir.
İşte bu Âyet-i kerime’ler boşama yetkisinin müstakıllen erkeklere ait olduğunu ve onların ihtiyarına bağlı bulunan bir iş olduğunu ifade etmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Talâk hakkı, erkeğindir.” buyurmuşlardır.
Binaenaleyh; Yaşar Nuri daha birçok konuda yalan yanlış fetvâlar vermekte, halkı şaşırtıp saptırmakta, reformcu, zihniyetini sergilemektedir.
Ancak Allah-u Teâlâ:
“Onların çoğu zanna uyarlar, gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” buyuruyor. (Yunus: 36)
Daha buna benzer birçok konuda İslâm’ın emir ve hükümlerini hafife almakta, küfre düşmekte inananların gönüllerini bulandırmakta, İslâm’da büyük tefrika çıkarmaktadır.
“Doğrusu bir çokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.” (En’am: 119)
Âyet-i kerime’lere ve Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine ters konuştuğu için nefis arzusunu ilâh edinmiş şirke düşmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? Onu şirkten sen mi koruyacaksın.” buyuruyor. (Furkan: 43)
Hülasâ-i kelâm, bu gibi âlim görünen cahilleri tanıyın. Nasıl küfre kaydığını siz de görün âlemde görsün.
Bu gibilerin sözlerine kulak vermeyin. Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükümlerine Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnet-i seniyyesine tâbi olun.
“Selâm olsun hidayete tâbi olanlara.”
(Tâhâ: 47)