PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) SÜNNETLERİ

Listeden Seçiniz.

    14.0 SESLİ DİNLE
    14.1 KÂİNATIN EFENDİSİ,PEYGAMBERİMİZ HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFA-sallallahu aleyhi ve sellem-
    14.2 Küfrün Tarihten Gelen Kini
    14.3 Kâfir Küfrünün İcabatını Yapar
    14.4 Resulullah Aleyhisselâm'ı Gönderen Hazret-i Allah'tır
    14.5 Hazret-i Allah Bize Kâfirleri ve Küfürlerini Tanıtıyor:
    14.6 Aşağıların En Aşağısı
    14.7 Resulullah Aleyhisselâm'a Sevgi İmanın Ölçüsüdür:
    14.8 Hazret-i Allah'a Şükür,Resulullah Aleyhisselâm'a Teşekkür:
    14.9 Resulullah Aranızdadır
    14.10 Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Büyük Düşmanlık:
    14.11 Kâfirler Mübarek Kabr-i Şerif'lerine Bile Kastetmek İstediler:
    14.12 Kâfirin Pis, Necis, Murdar Küfrüne Rıza Gösterip, Alenen Muhammed Aleyhisselam'ı İnkâr Edenler:
    14.13 İtaat ve Teslimiyet
    14.14 Âlemlere Rahmet
    14.15 Nur Saçan Kandil
    14.16 En Büyük Delil
    14.17 Ahsen-i Takvîm
    14.18 Sırat-ı Müstakim
    14.19 Rabbânî Terbiye
    14.20 Kâffeten Linnas
    14.21 Beşeriyetin Peygamberi
    14.22 Makâm-ı Mahmûd
    14.23 Şânı Yüce Peygamber
    14.24 Yüce Vasıflar
    14.25 En Büyük Nimet
    14.26 Ümmet-i Muhammed'in Mânevî Babası
    14.27 Azîz Peygamber
    14.28 Salât-ü Selâm
    14.29 Tevhid
    14.30 Ağır Bir Misâk
    14.31 En Şerefli Aracı
    14.32 Hâtem-ül Enbiyâ
    14.33 Mümin Peygamber
    14.34 Kul Peygamber
    14.35 Şefkat Peygamber'i
    14.36 Hak Peygamber
    14.37 Ücret İstemeyen Peygamber
    14.38 Mânevi Destek
    14.39 Şakk-ı Kamer Mucizesi
    14.40 Kudret Eli
    14.41 Şerefli Bir Peygamber
    14.42 Gönül Islâhı
    14.43 Leamrük
    14.44 Miraç
    14.45 Büyük Bir Müjde
    14.46 Kadem-i Sıdk
    14.47 Tevrat ve İncil'de
    14.48 İslâm
    14.49 Dinde Sebat
    14.50 Kolaylık Dini
    14.51 Yahudiler ve Hıristiyanlar
15. PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) HAYATI
    15.1 Peygamberlikten Önceki Hayatı
    15.2 Kısaca Hayatı
    15.3 Miraç Mucizesi
    15.4 Veda Hutbesi
16. PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) SÜNNETLERİ
    16.1 Sesli Dinle
    16.2 Sünnet Nedir?
    16.3 Sünnet-i Seniyye
    16.4 Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye
    16.5 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yirmi dört saati,yani bir günü
    16.6 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Temizliğe Verdiği Önem
    16.7 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Beden Dili ve Üslubu
    16.8 Hapşıran Kişiye-yerhamükellah
    16.9 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Oturuş Şekilleri
    16.10 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yürüyüşü
    16.11 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Su İçmesi
    16.12 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yemek Konusunda Sünnetleri
    16.13 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Tırnak Kesmesi
    16.14 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Sakal,Bıyık Sünneti
    16.15 Misvak Kullanmak
    16.16 Misvak Çok Ağır ve Acı Kokuyorsa
    16.17 İstişareye Verdiği Ehemmiyet
    16.18 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Konuşma Sünneti
    16.19 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Misafir Sünneti
    16.20 İslam'da çevre ve komşuluk konusunda bilgi verir misiniz?
    16.21 Komşu hakkı
    16.22 Yahudi komşuları var mıydı?
    16.23 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Gözlerine Sürme Çekmesi
    16.24 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Kullandığı kokular
    16.25 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cömertlik
    16.26 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Merhamet ve Affediciliği
    16.27 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Alçak Gönüllülüğü
    16.28 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Doğruluğu
    16.29 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Güvenilirliği
    16.30 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Kişisel Bakımı
Previous topicNext topic
Help >
PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) SÜNNETLERİ

[TOP]

16.1 Sesli Dinle

Previous topicNext topic
Sesli Dinle

[TOP]

16.2 Sünnet Nedir?

[TOP]

14. KÂİNATIN EFENDİSİ,PEYGAMBERİMİZ HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFA-sallallahu aleyhi ve sellem-

Previous topicNext topic
Kâinatın Efendisi, Peygamberimiz Hazret-İ Muhammed Mustafa -Sallallahu Aleyhi Ve Sellem-
 

http://www.hakikat.com/dergi/229/bsyz229.html

"Ey Peygamber! Biz Seni Bir Şâhit, Bir Müjdeci, Bir Uyarıcı,
Allah'ın İzniyle Allah'a Çağıran ve
Nur Saçan Bir Kandil Olarak Gönderdik."

(Ahzâb: 45-46)

"Hiçbirinizin Arzusu Benim Tebliğ Ettiğim Şeylere Uymadıkça
Mümin Olmuş Olamazsınız." Buyuran,
Her Hâl ve Ahvâli İlâhî İrâde'ye Uygun Olan,
En Güzel Numunemiz;

KÂİNATIN EFENDİSİ,
PEYGAMBERİMİZ HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFA
-sallallahu aleyhi ve sellem-

 

Rabb'imiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin sevgilisi, kulu, Resul'ü, âlemlerin yaratılış sebebi, kâinatın efendisi, peygamberler silsilesinin sonu, tüm peygamberlerin en üstünü, her iki cihanda rehberimiz, önderimiz, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e, hıristiyan haçlılar ve yahudiler her fırsatta kin ve nefretlerinin birer nişanesi olarak haset ve kibirlerinden film, yazı ve karikatür yolu ile çok çirkin iftira ve yakıştırmalar yaptılar ve hâlen de buna her fırsatta devam etmektedirler. İslâm dünyasını ayağa kaldıran bu çirkin filmin tek gayesi küfürleri ve düşmanlıkları gereği İslâm'ı küçük düşürmeye çalışmaktır. Tüm Peygamber Efendilerimiz'i kabul edip bunu imanın şartlarından kılan İslâm dini her zaman üstün, her zaman galiptir. Bozulmuş dinlerine sığınmaya çalışan, kendi elleriyle oluşturdukları sapkın ideolojilerine bağlanan bu gürûhlar ne kadar isteseler de, ellerinden geleni yapsalar da İslâm dini hep galip gelecektir.

"Kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır." (Saff: 8)

 

Hıristiyan haçlıların, âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz'e film, yazı ve karikatür yoluyla çirkin iftira ve yakıştırmalar yapmaları nasıl bir küfür içinde olduklarının en büyük delilidir.

İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık sözkonusu olunca bu haçlılara gerek aşikâr gerek sinsice destek veren yahudiler de bu küfürde ortak ve onlarla bir ve beraberdir.

Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde: "Küfrün tek millet olduğunu" haber vermişlerdir.

Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdır." (Enfâl: 73)

Onlar küfür ve düşmanlık hususunda bir tek millettir.

Allah-u Teâlâ hak ile bâtılı, iman ile küfrü kesin olarak ayırdığı gibi küfür ve bâtılı; "Kerih" "Murdar" ve "Pis" olarak vasıflandırmıştır.

İman ile küfür birbirine düşmandır, hasımdır. Biri nurdur; aydınlığa, hakikate, cennete götürür, diğeri nardır; karanlığa, dalâlete, cehenneme götürür.

Gerek ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanlar, gerek müşrikler ve gerekse müslüman gibi görünerek müslümanlar arasında fitne çıkaran içteki münafıklar hep aynı tıynette ve vasıftadırlar. İslâm dininin ezelî ve ebedî düşmanıdırlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır." (Nisâ: 101)

Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)

Bu tarihte de böyleydi, bugün de böyledir.

Bu ilâhî buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç de geri kalmazlar.

"Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun!" (Bakara: 89)


[TOP]

14.2 Küfrün Tarihten Gelen Kini

Previous topicNext topic
Küfrün Tarihten Gelen Kini
 

 

Küfrün Tarihten Gelen Kini:

Hıristiyan batı dünyası İslâmiyetin doğmasından itibaren müslümanlara kin ve nefretle bakmışlar, bu yüzden de haçlı seferleri adı altında yüzyıllar boyu İslâm beldelerine saldırmışlardır. Yaptıkları; zulüm, vahşet, barbarlık, katliam, soykırım...

1099 yılında Kudüs'e giren haçlılar büyük bir müslüman soykırımı yaptılar. Kadın, çocuk, ihtiyar ayırmadan bütün müslümanları öldürdüler. Sokaklarda kandan nehirler aktı. İspanya'da 800 yıl hüküm süren ve büyük bir medeniyet inşa ederek Avrupa'nın uyanışına sebep olan Endülüs Devleti'ni yıkan İspanyollar aynı soykırımı orada da uyguladılar. Kaçamayan ve zorla hıristiyanlaştırılmayı kabul etmeyen bütün müslümanlar katledildi. O muhteşem medeniyete ait bütün eserler tahrip edildi.

Osmanlı'nın son yıllarında ve özellikle 1. Dünya Savaşı'nda Balkanlar'da, Girit'te, Kırım'da, Kafkasya'da çok büyük katliamlar, sürgünler yaşandı. Milyonlarca müslüman katledildi. Bugünkü Avrupa medeniyetinin ortağı kabul edilen yahudiler Filistin'de aynı katliam ve soykırımı uyguladı, halen uyguluyor. Daha dün, Kıbrıs'ta Müslüman Türk'ün katledilmesine, Avrupa'nın göbeğinde Bosna'da, sırpların sergilediği vahşet ve soykırıma bütün Avrupa sessiz kaldı, memnun oldu. Yakın tarihte Irak'ta, Afganistan'da milyonlarca müslüman haçlı kini ile katledildi. Bugün aynı kin ile müslümanlara, bu memlekete zarar vermek için terörü, fitne ve fesadı destekliyor.

Binaenaleyh bu gördüğünüz karikatürler, bu gördüğünüz filimler küfrün necisliğini, murdarlığını, düşmanlığını gösteren birer alâmet olduğu gibi, aynı zamanda küffarın İslâm dünyasını ve müslümanların imanını yıkmak için çevirdiği planların bir parçasıdır. Çünkü onlar İslâm'a ve müslümanlara düşmandırlar.


[TOP]

14.3 Kâfir Küfrünün İcabatını Yapar

Previous topicNext topic
Kâfir Küfrünün İcabatını Yapar
 

 

Kâfir Küfrünün İcabatını Yapar:

Küffar İslâm dininden ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in manevî varlığından Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayatta imiş gibi çekiniyor. Bu sebeple müslümanları yıkmak için ona olan sarsılmaz sevgi ve muhabbeti yıkmakla muvaffak olacağını hesap ediyor. Hem kininin icabı olarak hem de müslümanları yıkmak için ona hakaret etmekten, onun âli mertebesini ve emsalsiz hususiyetlerini karalamak için iftira atmaktan çekinmiyor. Gizli mahfillerde bu iş için büyük planlar çeviriyor, büyük paralar harcıyor.

Küffar hem icraatını yapıyor, hem de husumeti üzerinden uzaklaştırmak için "Bu hakaret ve alçaklıkları üç-beş kendini bilmez yaptı." diyerek sıyrılmaya çalışıyor. Utanmadan "İfade özgürlüğü" adı altında Resulullah Aleyhisselâm'a hakarete devam etmelerinin önünü açıyor. Halbuki müslümanların haklarını kısıtlayan kanunları çıkartırken akıllarına ne "Demokrasi" geliyor, ne "İfade özgürlüğü".

Binaenaleyh küffar kinini, kendi içindeki pespayeliğini, murdarlığını bu gibi pis ve necis icraatlarıyla ortaya koyuyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kâfirler hakkında şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir." (Tevbe: 28)

Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir.

"Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır." (Tevbe: 95)

Tıpkı kendisinden kaçınılması gereken pis koku gibidirler.

"Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler." (Enfâl: 55)

Kâfirler karikatürlerle, filmlerle, yazılarla içlerindeki necasetlerini ortaya koyuyorlar.

Onların iman etmeleri beklenilemez.

"Şüphesiz ki ehl-i kitaptan olsun, müşriklerden olsun inkâr edenler cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar yaratıkların en şerlileridirler." (Beyyine: 6)

Bunlar en aşağılık olanlardır.

Bu imansızlıktan bu pislikten ötürü hepsinin cehennemde olduğunu Allah-u Teâlâ buyuruyor. Bunlar bizim sözümüz değil.

"Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imrân: 32)

Sen de kâfirleri sevme, sen de onlara meyletme!

"O halde sakın kâfirlere arka çıkma!" (Kasas: 86)

Onlara muhalefet et, isteklerine uyma!

"Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Mümtehine: 9)

Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz edenler ve neticede kendilerine zulmetmiş olanlardır.

Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır." (Nisâ: 101)

"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)

"Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin." (Mümtehine: 1)

 


[TOP]

14.4 Resulullah Aleyhisselâm'ı Gönderen Hazret-i Allah'tır

Previous topicNext topic
Resulullah Aleyhisselâm'ı Gönderen Hazret-i Allah'tır
Peygamber Efendimizin (s.a.v) Sünnetleri

Resulullah Aleyhisselâm'ı Gönderen Hazret-i Allah'tır


Resulullah Aleyhisselâm'ı Gönderen
Hazret-i Allah'tır:

Resulullah Aleyhisselâm bütün insanlığa rahmet olarak gönderilmiş bir peygamber, bugünkü medeniyetin ve uygarlığın temelini atmış eşsiz bir önderdir. Onun getirdiği İslâm kıyamete kadar bakidir, başka bir din ve başka bir peygamber gelmeyecektir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Allah katındaki şeref ve faziletinin hududu yoktur. Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e bahşettiği ikram ve ihsanlar sonsuzdur.

O ki yaratıkların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ'nın habibi, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.

Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçisi ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.

O ki iman hakikatlerinin menbaıdır.

Ona olan iman ve sevgi imanın şartıdır. Müslümanlar asırlar boyu ona olan sevgilerinin bereketi ile şereflendiler, iman ve fazilet deryasından nasiplendiler.

Küffar bunu bildiği için; küfrünün, pisliğinin necasetinin, kininin icabı olarak o Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e düşmanlık yaptı. Ona iman etmeyi kibirlerine yediremediler, iman etmek yerine haset ettiler, küfür karanlığında kalmayı tercih ettiler.

Halbuki gerek yahudiler gerek hıristiyanlar onun gelmesini bekliyorlardı. Onun vasıflarını, alâmetlerini çok iyi biliyorlardı.

Allah-u Teâlâ onların bu bilgisini şöyle haber veriyor:

"Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler." (Bakara: 146)

Bu kadar iyi tanıdıkları halde, her gün "Geliyor, gelmek üzere" diye haber verdikleri halde, iman etmediler.

"Müjdelenen peygamber onlara delillerle mucizelerle gelince 'Bu apaçık bir sihirdir.' dediler." (Saff: 6)

Gerek yahudiler gerek hıristiyanlar Hazret-i Allah'a iman ederek değil de kendi arzularına uyarak bu peygamberin kendi nesillerinden gönderilmesini bekliyorlardı.

Vaktaki İsmail Aleyhisselâm'ın neslinden gönderildi. Onun apaçık bir peygamber olduğunu hakkıyla bildikleri halde yüz çevirdiler ve inkâra kalktılar.

Hatta düşmanlık ettiler.

Allah-u Teâlâ inkâr eden müşriklerin düşmanlığını şöyle haber veriyor:

"Hani o inkâr edenler, bir zamanlar seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da sürmek için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzaklarını bozuyordu. Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır." (Enfâl: 30)

Böylece Allah-u Teâlâ'nın hükmünün yerine nefislerini, iman nurunun yerine küfrün karanlığını, cennet yerine cehennem ateşini tercih etmiş oldular.

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor.

"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim: 153)

Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmeyenler, kim olursa olsun cehennemliktirler.

Bu hakikatler böylece ortada iken küfürde kalmayı tercih ettiler. Hatta küfürlerini kuvvetlendirmek için Allah'ın peygamberine hasım kesildiler, iftira attılar.

"Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz." (Âl-i imran: 118)

Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için bir ihtardır. Uzak durun, tehlikelerinden sakının, daima uyanık bulunun demektir.

Bu iman-küfür ayrımı o günden bugüne kadar devam ettiği gibi, kâfirlerin küfürleri ve sıfatları da o günden bugüne devam ediyor. Küfrünün icabını hakaretini, çirkefliğini Resulullah Aleyhisselâm'ın hayat-ı saadetlerinde yapan kâfirler bugünkülerin dedesidir. Nasıl ki Allah'ın nuru manevi silsile ile bugüne ulaşmışsa, küfür de o günden bugüne aynen devam etmektedir.

 


[TOP]

14.5 Hazret-i Allah Bize Kâfirleri ve Küfürlerini Tanıtıyor:

Previous topicNext topic
Hazret-i Allah Bize Kâfirleri ve Küfürlerini Tanıtıyor:

 

Hazret-i Allah Bize
Kâfirleri ve Küfürlerini Tanıtıyor:

Allah-u Teâlâ küfür ehlini bize necis-murdar olarak tanıtıyor. Bu iftirayı, bu alçaklığı, bu pisliği yapmaları bu yüzdendir.

"De ki: 'Murdarla temiz bir olmaz, murdarın çokluğu hoşuna gitse de bu böyledir.' Öyleyse ey akl-ı selîm sahipleri! Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz!" (Mâide: 100)

"Nihayet murdarı temizden ayıracaktır." (Âl-i imrân: 179)

Biz size Allah-u Teâlâ'nın ayırımını duyurmaya çalışıyoruz.

Ahiretteki ayırım ise çok korkunçtur.

"Bu, Allah'ın murdarı temizden (kâfiri müminden) ayırıp, bütün murdarları üstüste koyarak, topunu bir araya yığması ve cehenneme atması içindir. İşte onlar mahvolanlardır." (Enfâl: 36-37)

Arz ettiğimiz gibi, iman etmeyen kâfir ve münâfıklar murdar ve necistir. Neden? Çünkü Cenâb-ı Hakk böyle buyuruyor, iman edenlere duyuruyor:

"Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir." (Tevbe: 28)

Pistir; abdest almaz, gusul etmez.

"Onlar murdardırlar." (Tevbe: 95)

Pis kokar. Niçin? Allah'a ve Resul'üne iman etmediği için.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Birbirine hasım iki zümre." (Hacc: 19)

Buyuruyorken iman ile küfrü, hakikat ile dalâleti karıştıranlar, kâfirleri ve küfürlerini hoş görenler bu vebalin altından kalkamazlar.

Hoş gördükleri küfrün içyüzü işte meydanda. Gördüğünüz gibi tarihten bugüne İslâm'a ve Peygamberimiz'e dil uzatmışlar hep düşmanlık beslemişlerdir.

Hazret-i Allah Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." (Mâide: 51)

Hüküm budur. Allah'a ve Resul'üne iman edenlere bu Âyet-i kerime kâfidir. Müslüman için ölçüdür. İnanan için, inanmayan için değil. Çünkü Cenâb-ı Hakk "Kim onları dost edinirse, o onlardandır." buyurduğuna göre Allah-u Teâlâ burada hükmünü koydu ve kesip attı.

"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mümin iseniz Allah'tan korkun!" (Mâide: 57)

Bu nokta iman ile küfrün ayrılış noktasıdır.


[TOP]

14.6 Aşağıların En Aşağısı

Previous topicNext topic
Aşağıların En Aşağısı
 

Aşağıların En Aşağısı:

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde Zât-ı akdes'i ile Resulullah Aleyhisselâm'ı bir tutmuş, ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan muhalefet gibi saymıştır.

Buyurur ki:

"Allah'a ve Peygamber'e muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar." (Mücâdele: 20)

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve rüsvay edeceğini haber veriyor.

Her kim ne şekilde olursa olsun, Resulullah Aleyhisselâm'ı incitirse, Allah-u Teâlâ'yı incitmiş olur.

Allah-u Teâlâ onu rahatsız edenleri, dâvetine kulak vermeyenleri, emirlerine aykırı hareket edip yasaklarından kaçınmayanları ve bu hususta ısrar edenleri Âyet-i kerime'lerinde çok çetin bir azapla tehdit ediyor:

"Allah'ın Peygamber'ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır." (Tevbe: 61)

Onlar dünyada da ahirette de belâlarını bulacaklar, ebedî bir azaba uğrayacaklardır.

"Allah'ı ve Peygamber'ini incitenlere, Allah dünyada da ahirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır." (Ahzâb: 57)

Peygamber'e yapılan eziyetin, Allah'a eziyet mânâsına gelmesi, azabın şiddetini daha da arttırmaktadır. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. İnsanların hidayete ermeleri onu sevindirir, dalâlete sapmaları onu üzer.

Âyet-i kerime'lerde ona iman etmeyenler hakkında şöyle buyuruluyor:

"Kim Allah'a ve Resul'üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır." (Fetih: 13)

"Bunlar Allah'ın lânetlediği kimselerdir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: 52)


[TOP]

14.7 Resulullah Aleyhisselâm'a Sevgi İmanın Ölçüsüdür:

Previous topicNext topic
Resulullah Aleyhisselâm'a Sevgi İmanın Ölçüsüdür:

 

Resulullah Aleyhisselâm'a Sevgi
İmanın Ölçüsüdür:

Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in elinden tutmuştu.

"Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin." deyince buyurdular ki:

"Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez."

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:

"Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin." diyerek bağlılığını ifade etti.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi." buyurdular. (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2069)


[TOP]

14.8 Hazret-i Allah'a Şükür,Resulullah Aleyhisselâm'a Teşekkür:

Previous topicNext topic
Hazret-i Allah'a Şükür,Resulullah Aleyhisselâm'a Teşekkür:

 

Hazret-i Allah'a Şükür,
Resulullah Aleyhisselâm'a Teşekkür:

Âyet-i kerime'de:

"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruluyor. (Enbiyâ: 107)

Onun varlığı bütün varlıklara bir rahmettir.

Bir Âyet-i kerime'de de:

"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor. (Tevbe: 61)

Kim bu rahmeti kabul eder ve bu nimete şükrederse; dünya saâdetine, ahiret selametine erer.

Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden, sıkıntılardan kurtulurlar.

Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.

Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir.

Nitekim Âyet-i kerime'de:

"Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez." buyuruluyor. (Enfâl: 33)

Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.

Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.

Allah-u Teâlâ o nur ile âlemlere hayat verdi ve donattı. Âlemlerin hayatı, Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği nur ile kâimdir.

O Allah-u Teâlâ'ya ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o lütuflar olmasaydı, beşeriyet hiç şüphesiz ki dalâlette ve karanlıkta kalırdı. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.

Muhammed Aleyhisselâm'ın nübüvveti yalnız Araplar'a ve sadece Ashâb-ı kirâm devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Allah o Peygamber'i ümmî Araplar'dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir." (Cum'a: 3)

Onun peygamberliği yalnız Araplar'a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.

Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor.

"Bu Kur'an bana, sizi ve (sizden sonra) erişip ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu." (En'am: 19)

Kıyamete kadar gelecek bütün insanlar onun irşad sahası içindedir. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır.


[TOP]

14.9 Resulullah Aranızdadır

Previous topicNext topic
Resulullah Aranızdadır

 

 

"Resulullah Aranızdadır":

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayattadır. Allah-u Teâlâ şehitler için:

"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154) buyururken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefatta olduğunu zannedenler imanlarını kontrol etmelidir.

Nitekim her asra hitap eden Kur'an-ı Azimüşşan'da şöyle buyuruluyor:

"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)

"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imran: 101)

Cesedi yok ama, nuraniyeti, ruhaniyeti aramızda, Ümmet-i muhteremesine tasarruftadır.

Onlar fâni hayatı terk ederek ebedî bir hayata ermişlerdir. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Hayat-ı hayâlîden hayat-ı hakikiye geçmişlerdir, hayat-ı hakiki de ölümden sonra başlar.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)

Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler.

Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm-:

"Yâ Resulellah! Getirdiğimiz salâvât size nasıl arz olunur, halbuki siz çürümüş bulunacaksınız." dediklerinde, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle cevap verdiler:

"Allah-u Teâlâ peygamberlerinin cesetlerini yeryüzüne haram kılmıştır." (Ebu Dâvud)

Evs bin Evs -radiyallahu anh-den rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. O günde benim üzerime çok salâvât getirin. Zira sizin salât ve selâmlarınız bana arz olunur." buyurdu.

Diğer Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:

"Yeryüzünde Allah'ın gezici melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana tebliğ ederler." (Nesâî)

"Üzerime salâvât getirin. Zirâ nerede olsanız, getirdiğiniz salât-ü selâmlar bana ulaşır." (Ebu Dâvud)

Demek ki ölmemiş.

 


[TOP]

14.10 Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Büyük Düşmanlık:

Previous topicNext topic
Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Büyük Düşmanlık:
 

 

Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e
Büyük Düşmanlık:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler. Eğer sabreder, Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Âl-i imran: 120)

Ona olan düşmanlık Allah-u Teâlâ'ya olan düşmanlıktır.

Küffarın İslâm'a düşmanlığının en büyük tezahürü Resulullah Aleyhisselâm'a olan düşmanlığıdır.

Zira küffar çok iyi biliyor ki, Resulullah Aleyhisselâm'a olan sevgi, bağlılık ve imanı yıktığı zaman İslâm'ı yıkmış olacaklar.

Danimarka'da Resulullah Aleyhisselâm'a hakaret içerikli çirkef karikatürlerinin yayınlanması bir tesadüf değildi. Bugünkü film de öyle...

Dikkat ederseniz küffarın desteklediği sapkın fırkaların ortak özelliği Resulullah Aleyhisselâm'a bağlılığı söndürmek veyahut azaltmaya çalışmaktır. Vehhabilik olsun, Kadiyanilik olsun, Küfrün Hoş Görülmesi olsun, hepsinde bu böyledir.

Küffarın bu niyetinin ve Resulullah Aleyhisselâm'a olan düşmanlığının bir delili 2004 yılında şu şekilde haber olmuştu:

"Vatikan'ın gizli raporu

ALMANYA'da yayımlanan Welt Am Sonntag gazetesi, "Milyonlar Muhammed'e Karşı" manşetiyle yayınladığı bir raporda, Vatikan'ın, İslam'ın yayılmasını engellemek ve Hz. Muhammed'i karalamak için Katolik Kilisesi'ne bağlı gizli bir misyonerlik örgütüne milyar dolarlık fon tahsis ettiğini yazdı.

... 30 Mayıs 2004 tarihli nüshasında, Vatikan'ın büyük bir meblağdan oluşan bir fonu, gizli "Congregation for the Evangelization of Peoples (İnsanları Evangelist Yapma Cemaati)"in kullanımına verdiğini yazdı.

Vatikan'ın İslam'ın yayılmasını engelleme raporunu Welt Am Sonntag gazetesinde yayınlayan Andreas Englisch, cemaatin öncelikli hedefinin Hz. Muhammed'in insanlığın gözündeki imajını zedelemek yoluyla İslam'ın yayılmasını frenlemek ve insanların İslam dinine gösterdiği ilgiyi azaltmak olduğunu ifade etti." (Yeni Şafak Gazetesi, 2 Haziran 2004)

Resulullah Aleyhisselâm'a iftira atmak Vatikan'ın gizli siyasetidir. Papa değişir, bu siyasetleri değişmez. Kimisi gizli yapar, kimisi aleni yapar.

Şimdiki Papa da Peygamberimiz Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- hakkında -hâşâ- "Şerden başka bir şey getirmemiştir." diye hakarette bulunmuştu.

Bunların içlerinde gizledikleri düşmanlık ve gerçek yüzleri budur. Ancak şirin gözükmek için ve müslümanları avlayabilmek için maske takarlar, diyalogdan bahsederler.

Dinimize ve Peygamberimize saldırmak için tarihten bugüne birçok papa ve papazlar kitaplar yazmış, İslâm âlimleri bu çarpıtma yayınları ilmen, aklen bir bir çürütmüşlerdir.

 


[TOP]

14.11 Kâfirler Mübarek Kabr-i Şerif'lerine Bile Kastetmek İstediler:

Previous topicNext topic
Kâfirler Mübarek Kabr-i Şerif'lerine Bile Kastetmek İstediler:
 

Kâfirler Mübarek Kabr-i Şerif'lerine Bile
Kastetmek İstediler:

Küffarın Resulullah Aleyhisselâm'a düşmanlığı o kadar büyük ki, geçmişte onun cenazesini çalmaya çalıştılar.

Bu hadiselerden bir tanesi Selçuklu Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi (1146–1174) devrinde yaşanmıştır. Ömrü haçlılarla mücadele ile geçen Sultan Zengi'nin Suriye merkezli devleti Mısır ve Arabistan'a kadar uzanmıştı.

1162 yılında iki gayr-i müslim, Endülüs'ten Medine'ye gelerek Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in vücud-u şeriflerini kaçırmak niyetiyle müslüman kılık ve kıyafetine girerek hacca gelmiş gibi Medine'ye yerleşmişti. Kılık kıyafetleri ve fakirlere yaptıkları yardımlarla halkın güvenini kazanmayı başaran bu kişiler, geceleri bulundukları evden Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine doğru gizlice tünel kazmışlar, kazdıkları tünel, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine iyice yaklaşmıştı.

Bu esnada Nureddin Mahmud Zengi bir rüya gördü. Rüyasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki yabancıyı göstererek, "Ey Nureddin! Beni bunlardan kurtar!" diyordu. Dehşete kapılan hükümdar o gece aynı rüyayı üç defa gördü. Hemen kalktı, yanına vezirini de alarak 20 süvari ile hemen yola çıktı. Medine'ye geldiler. Halk kendilerini ilgi ve teveccühle karşıladı. Resulullah Aleyhisselâm'ı ziyaret ettikten sonra Medine halkına hediye dağıttılar. Hükümdar rüyada gördüğü kişileri teşhis edebilmek için hediyelerin dağıtılmasına bizzat iştirak etti. Herkes hediyelerini aldı. Fakat hükümdar bu gelenler arasında kendisine rüyada gösterilen iki kişiyi göremedi. Bunun üzerine; "Hediye almayan kimse kaldı mı?" diye sordu. Orada bulunanlar dediler ki: "Kimse kalmadı. Ancak Endülüs'ten gelen iki kişi var. Onlar kimseden bir şey almazlar. İhtiyaç sahiplerine sadaka vermektedirler."

Hükümdar onların da yanına getirilmesini istedi. Onlar huzura getirildiler. Şahısları tanıyan hükümdar onlarla kaldıkları eve gitti, bir odaya serilen hasırı kaldırmasıyla kazdıkları tünel ortaya çıktı. Halk şaşırdı. Bu iki kişi müslüman olmadıklarını ve peygamberin vücudunu buradan alıp ülkelerine kaçırmak için görevlendirildiklerini itiraf ettiler. "Peygamberin kabrine iyice yaklaştığımız gece, gök gürültüsü ve şimşekler öyle bir sarsıntı meydana getirdi ki, sanki dağlar yerinden oynayacaktı. Bundan fena halde korktuk ve sabahleyin de sizin geldiğinizi haber aldık." dediler.

Nurettin Zengi Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrinin çevresinde derin hendek kazdırdı ve bu hendeği kurşun eriterek doldurdu. Böylece Kabr-i Saadet, çepeçevre kurşunla muhafaza altına alınmış oldu. (H. 557, Miladi 1162)

Yine "Saltuknâme" adlı eserde belirtildiğine göre; hıristiyan hükümdarlar bir gün papanın huzurunda toplanmışlar, Türkler'e karşı ne gibi tedbirler alacaklarını konuşuyorlardı. Bir papaz "Peygamberlerinin naaşını çalalım. Türkler'in enselerine sille vurup Peygamber'lerini ziyaret ettirelim!" diye akıl verdi. Küffar beyleri papazın bu fikrini çok beğendiler. Ancak Papa, bu suikastin ne büyük tehlikeler doğuracağını tahmin edebilecek kadar zeki bir kimse idi: "Aman ha! Türkler'i üstümüze salarsınız, 'Bizim Peygamber'imiz nerede ise biz de oraya varalım!' derler!" diyerek, onları bu sakat ve tehlikeli fikirden vazgeçirmeye çalıştı. (Ebu'l-Hayr-ı Rûmî, "Saltuknâme", s. 315-316)

 


[TOP]

14.12 Kâfirin Pis, Necis, Murdar Küfrüne Rıza Gösterip, Alenen Muhammed Aleyhisselam'ı İnkâr Edenler:

Previous topicNext topic
Kâfirin Pis, Necis, Murdar Küfrüne Rıza Gösterip, Alenen Muhammed Aleyhisselam'ı İnkâr Edenler:

 

 

Kâfirin Pis, Necis, Murdar Küfrüne Rıza Gösterip,
Alenen Muhammed Aleyhisselam'ı İnkâr Edenler:

Bu çirkeflerin yaptıkları çirkefliklerinin icabındandır. Yoksa kişi güneşe tükürmekle, güneşe bir zarar vermiş olmaz, tükrüğü ancak kendisine döner.

Bunlara hiç şaşmayın! Bunlar pistir, murdardır, necistir. İçlerindeki necaseti dışarıya atıyorlar, murdarlıklarını ortaya dökmüşler.

Hıristiyan haçlılar Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e yazı, film ve karikatür yolu ile çok çirkin iftira ve yakıştırmalar yaptılar. Bu yüzden İslâm dünyası ayağa kalktı. Çünkü onlar İslâm'ı küçük düşürmek için böyle yaptılar.

Bizim müslüman olarak Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i her zaman ve her şartta yüceltmemiz emrolunmuşken televizyona çıkıp "Bizim bu karikatürleri yapanlara, filmi çekenlerin ayağına gidip 'Herkes senden özür bekliyor ama ben senden özür dilenmeye geldim... Sana peygamberimi anlatamamışım.' demek lâzım." diyenler çıkıyor.

Yüce Peygamberimize, dinimize küfredilecek, biz özür dileyeceğiz, bu nasıl bir iman? Küffar zaten Resulullah Aleyhisselâm'ı biliyor, bildiği için bunları yapıyor, hak olduğunu bile bile karşı çıkıyor.

Âlem-i İslâm, Ümmet-i Muhammed ayakta; bu kâfirlerin küfrüne kalbi, imanı, vicdanı dayanamıyor, içi elvermiyor, bunlar ise hâlâ "Küfrü ve kâfiri hoşgörelim." diyor.

Hazret-i Allah Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:

"Eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. Öyle iken iman etmeleri için insanları sen mi zorlayacaksın?" (Yunus: 99)

"Sen ne kadar yürekten istesen de insanların çoğu inanmazlar." (Yûsuf: 103)

"Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, sussanız da sizin için birdir." (A'râf: 193)

"Resul'ün görevi sadece tebliğ etmektir." (Mâide: 99)

Be hey cahil! Allah-u Teâlâ kâfirlerin çoğunun anlatılanları anlamayacağını, kabul etmeyeceğini hatta indirilen hükümlerin onların küfürlerini artıracağını haber veriyor:

İşte Âyet-i kerime'ler:

"De ki: 'Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabb'inizden size indirileni (Kur'an'ı) dosdoğru tatbik etmedikçe, siz hiçbir şey (yol) üzerinde değilsiniz.' Andolsun ki Rabb'inden sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o kâfirler gürûhu için üzülme!" (Mâide: 68)

"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)

Kâfir küfrünü söyleyecek, küfredecek, sen "Kusura bakmayın!" diyeceksin. Halbuki kâfir küfrünün icabını yapıyor, küfrünü kusuyor.

"Andolsun ki sen kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü âyeti getirsen, yine de sana uyup kıblene dönmezler." (Bakara: 145)

Böyle olduğu içindir ki onlara Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kâfirûn: 6)

Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'ın hayat-ı saadetlerinde kendisine hakaret edenlere, her türlü ezayı ve küfrü reva görenlere, Ebu Cehillere, Ebu Leheblere ne diyeceksiniz? Resulullah Aleyhisselâm onlara hâşâ din-i İslâm'ı anlatamadığı için mi ona küfür ve hakaret ettiler. Müslümanların önde gideni görünüp bu kadar cehalet sergilemek ancak imandan nasibini alamayan kimsede olur.

Resulullah Aleyhisselâm devr-i saadetlerindeki küfür ehline İslâm'ı anlatmak için büyük bir gayret göstermiş ve hiçbir sözü anlamayan bu güruh sebebiyle adeta kendisini tüketircesine üzülmüştü.

"Demek bu söze inanmazlarsa arkalarından üzülerek neredeyse kendini tüketeceksin Resul'üm!" (Kehf: 6)

Bunlar, bu küfür ehli Allah-u Teâlâ'nın Kelâm-ı kadim'inden nasibi olmayanlardır. Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Hiçbir nasihatı dinlemezler, düşünmezler:

"Kâfirlerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmaktan başkasını işitmeyerek haykıranın durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, onlar düşünmezler." (Bakara: 171)

Binaenaleyh bu küffar onlara hidayet anlatılmadığı için değil, küfrünün karanlığında boğulduğu için, nefsinin kininde, şeytanın vesvesesinde boğulduğu için iman etmiyor. Resulullah Aleyhisselâm'ı tanımadığı için değil, tanımak istemediği, onu düşman bellediği için hakaret ediyor.

Bunun en büyük delili yukarıda alıntı yaptığımız gazete haberinde de görüldüğü üzere Vatikan'ın Resulullah Aleyhisselâm'ı karalamak için milyar dolarlık bütçelerle kampanya tertip etmek için plan çevirmesidir. Zira papazlar İslâm'ı ve İslâm Peygamber'inin hayatını gayet iyi biliyorlar. Ama imandan nasipleri yok. Düşmanlık yapıyorlar.

O halde, müslüman, küffarın bu durumunu bilecek ona göre imanını kontrol edecek, Allah ve Resul'ünün hükmüne iman ile ilâhî muhafazaya nâil olacak.

İman; Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a tam teslimiyettir.

Allah-u Teâlâ küfrün birbirleriyle dost olduğunu, inananların onlarla dostluk kuramayacağını beyan buyuruyor:

"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur." (Enfâl: 73)

Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman bağından kaynaklanmaktadır. Bunların birisi nurdur, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah'ın düşmanıdır, mümin ise dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar koparılmazsa, yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.

Küfrü ve kâfirleri Hazret-i Allah bize tanıtıyor ve dost olmamamızı emrediyorken onlarla dostluk ancak Hazret-i Allah ile olan düşmanlığından gelir...

"Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?" (Münâfikun: 4)


[TOP]

14.13 İtaat ve Teslimiyet

Previous topicNext topic
İtaat ve Teslimiyet

 

İtaat ve Teslimiyet:

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah'a ve Peygamber'ine itaat ediniz." (Enfâl: 1)

"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." (Nisâ: 64)

"O Peygamber'e uyun ki, doğru yolu bulasınız." (A'râf: 158)

"Peygamber'e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz." (Nûr : 56)

"Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ: 80)

Asr-ı saâdet'te iki kimse huzur-u Nebevî'de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen "Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer'e gidelim." dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen "Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm'a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti." deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Böyle mi oldu?" diye sordu, öteki "Evet" dedi. Bunun üzerine "Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın." diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına kaçtı ve "Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti." dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ömer'in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım." buyurdu.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:

"Hayır, öyle değil!.. Rabb'in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisâ: 65)

Âyet-i kerime'sini indirdi. (İbn-i Kesir)

Onlar daha hüküm inmeden gönüllerinde hükmü yaşıyorlardı. Çünkü iman etmişlerdi.

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin." (Nisâ: 59)

"Allah ve Resul'ü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için, artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Resul'üne başkaldırıp isyan eden kimse hiç süphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)

İşte iman budur. Her namazda salât-ü selâm gönderdiğimiz, övdüğümüz Efendimiz'e -sallallahu aleyhi ve sellem- kâfirler sövecek, alçakça tasvir edecek bunlar onları hoş görecek, özür dileyecek. Ne acı. İman sahibi bir kimseden bu sözler çıkmaz.

Bunlar içten içe Resulullah Aleyhisselâm'ı da beğenmeyenlerdir. Nasıl ki yahudiler İsâ Aleyhisselâm'ı bekledikleri halde yumuşak buldular beğenmediler. Bunlar da Resulullah Aleyhisselâm kâfirlere karşı hükm-ü ilâhî'yi uyguladı, onlara sert davrandı diye beğenmezler. Bunların aslı budur.

"Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular.

Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?

Onlara: "Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!" denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.

Onlara (Allah'tan) mağfiret dilesen de dilemesen de onlar için birdir. Allah onları aslâ bağışlamayacaktır. Çünkü Allah fâsıklar topluluğunu doğru yola iletmez." (Münâfikûn: 3-6)

Bu tür dine aykırı beyanlar, kâfirlerin yaptıklarına zemin hazırlıyor, Peygamber Efendimiz'e hakaret edilmesine neden oluyor ve İslâmiyet'e zarar veriyor.

"Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!" (Nisâ: 115)

Bu iman küfür berzahıdır, hakikat dalâlet berzahıdır. Tevhid ve şirk mücadelesidir.

"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücâdele: 5)

 


[TOP]

14.14 Âlemlere Rahmet

Previous topicNext topic
Âlemlere Rahmet

 

Âlemlere Rahmet

 

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)

Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm bu ilâhî fermanının mazharı olmuştur.

Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, Yaratan böyle yapmış onu.

Varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir. Rahmet-i ilâhî'nin tecessüm etmiş bir tecellîsidir. Hazret-i Allah'ın bütün âlemleri bir kimsede toplaması elbette mümkündür.

Allah-u Teâlâ Hadis-i Kudsî'sinde:

"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." buyuruyor. (K. Hafâ. c. 2, s. 164)

O: "Asluhu nur, cismuhu Âdem"dir. Âlemlere rahmet oluşu nurundan ötürüdür.

Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu yarattı ve o nurdan mükevvenatı donattı, onu yaratmasa idi, mükevvenatı da donatmayacaktı. Onun için Sebeb-i mevcûdât oluşu buradandır. Her canlının Allah-u Teâlâ'ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm'a müteşekkir olması lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.

Bir Âyet-i kerime'de de:

"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor. (Tevbe: 61)

Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden sıkıntılardan kurtulurlar.

Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur. Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir.

Nitekim Âyet-i kerime'de:

"Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez." buyuruluyor. (Enfâl: 33)

Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.

Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.

 


[TOP]

14.15 Nur Saçan Kandil

Previous topicNext topic
Nur Saçan Kandil

 

"Nur Saçan Kandil"

Onun aslı nurdur. Allah-u Teâlâ o nurda tecellî ettiği için: "Sirâc-ı münîr = Nur saçan kandil" olmuştur.

Allah-u Teâlâ kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın bizzat mübarek şahsını; mücessem bir hidayet, bir rehber ve bir önder kılmıştır.

Mübarek vücudu serâpâ nurdur. Bu nur ile körler bile görür, duymayan kulaklar duyar, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar yol bulur.

Bu hususta Allah-u Teâlâ, Zât-ı risaletpenâhî'yi muhatap kılarak şöyle buyuruyor:

"Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzâb: 45-46)

Bunun içindir ki vücud-ı şerif'leri, ruhları, lisanları, kalpleri, ahlâk ve amelleri, ilim ve fehimleri nur kaynağıdır.

Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ'nın nurudur. Bu öyle bir kandil ki, bütün âlemleri nurlandıran bir kandildir.

Her ne kadar görünüşü beşer ise de, fıtrî yapısı ayrıdır.

Cismin beşer oluşu hakkında Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Resul'üm! De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana vahyolunuyor." (Kehf: 110)

İşte onun hakkındaki bütün yanılmalar bu noktadan doğuyor.

"Ben de sizin gibi bir beşerim." beyanı, onun beşer yönüdür, zâhirî görünüşüdür, dışıdır.

İşte bu perdenin ötesine geçemeyenler:

"Allah'tan size bir NUR ve apaçık bir kitap gelmiştir." (Mâide: 15)

Âyet-i kerime'sinde geldiği haber verilen bu "Nur"u göremediler, cisimde takılıp kaldılar, "Nur"a inemediler, hidayete eremediler ve iman etmiş de olmadılar. Onlar öteye geçemedikleri için, ilâhî nurdan, rahmetten, merhametten mahrum kaldılar.

Âyet-i kerime'de geçen; "Nur" Muhammed Aleyhisselâm'dır, zira ancak onun vasıtası ile hidayete erilir.

"Kitap" ise Kur'an-ı kerim'dir, o da hidayet rehberidir.

"Ben de sizin gibi bir beşerim." Âyet-i kerime'sini görerek: "O da bizim gibi bir insandır." diyenler, onun:

"Asluhu nur, cismuhu âdem" olduğunu, "Sirâc-ı münîr" olduğunu, "Nur saçan kandil" olduğunu bildiren ve buna benzer Âyet-i kerime'leri görememektedirler. Nefisleri onlara onu göstermiş, diğerini göstermemiş. Hakikati göremediklerinden ötürü de Âyet-i kerime'lere iman etmediler ve imandan kaydılar. Bu ise Allah-u Teâlâ'nın onların kalplerini döndürmesinden ileri gelmektedir.

Resulullah Aleyhisselâm'ı hükümsüz ve hiçe sayanlar;

"Aslıhu kâfir, cismuhu necis"tir.

Bu necasetliklerinden ötürü o "Nur"a leke sürmeye çalışıyorlar. Bu necaset halleri ile o "Nur"u görmeleri mümkün değildir. Amma kendilerinin necis olduğunu da bilmiyorlar.


[TOP]

14.16 En Büyük Delil

Previous topicNext topic
En Büyük Delil
 

En Büyük Delil

Allah-u Teâlâ bütün insanlık âlemine hitap ederek, onlara kendi katından hak bir peygamber, ilâhî bir burhan, büyük bir delil gönderdiğini Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:

"Ey insanlar! Rabb'inizden size HAK BİR PEYGAMBER gelmiştir. O hâlde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin." (Nisâ: 170)

Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru olan Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın gerek yüksek şahsiyeti, gerekse tebliğ ettiği esaslar ve prensipler, onun hak bir peygamber olduğunu göstermektedir.

Âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'ya teslim olmak isteyenler için takip edilecek tek yol, onun getirdiği İslâm dinidir.

"Ey insanlar! Size Rabb'inizden KESİN BİR DELİL geldi." (Nisâ: 174)

Öyle bir "Delil" ki, karşı tarafa herhangi bir mazeret bırakmayacak, her türlü şek ve şüpheyi ortadan kaldıracak kadar kesin bir "Delil"dir.

 


[TOP]

14.17 Ahsen-i Takvîm

Previous topicNext topic
Ahsen-i Takvîm
 

Ahsen-i Takvîm

Resulullah Aleyhisselâm aynı zamanda ebul-ervah'tır, bütün ruhların babasıdır. Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı.

"Ey insan!" (Yâsin: 1)

Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm'dır. İnsan-ı kâmil, hülâsa-i insan odur.

Allah-u Teâlâ kendi lütfu ve keremi olarak ona:

"Yâsin! = Ey insan!" diye hitap etmiştir.

Bu ism-i şerif'i ona bizzat Allah-u Teâlâ bahşetmiştir. Zira O kendi nurundan nurunu yarattığı, o nurdan mükevvenâtı donattığı için, onu bu ism-i şerif'e mazhar etmiştir.

"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tîn: 4)

Aslında bu hitab-ı ilâhî'ye mazhar olan ve Âyet-i kerime mucibince en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen insan da yine odur.

Nurundan nurunu yarattığı, o nurdan mükevvenâtı donattığı için; nurun hülâsasını, hakikatin hülâsasını, bütün güzelliklerin hülâsasını Allah-u Teâlâ ona koymuştur. Güzeller güzelliğini ondan alır. O Rehber-i sâdık'tır.

Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş gibi görünüyor iseler de imanları surette kalmıştır, imandan mahrumdurlar.

 


[TOP]

14.18 Sırat-ı Müstakim

Previous topicNext topic
Sırat-ı Müstakim
 

Sırat-ı Müstakim

Onu en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı kerim üzerine yemin ederek Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir yolu gösterdiğini; bu nurlu yolda gönül huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan buyuruyor:

"Yâsin. Kur'an hakkı için ey Resul'üm! Muhakkak ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin ve doğru bir yol üzerindesin." (Yâsin: 1-4)

Bütün inkârcıların, inatçıların, kâfirlerin inat ve küfürlerine rağmen, sen şüphesiz peygamberlik vazifesi ile gönderilen ve dinlenilmediği takdirde hesabının sorulması kesinleşmiş elçileri olan hak peygamberlerdensin.

Bu ilâhî beyanlar üç mânâ taşıyor:

Birincisi, bu ism-i şerif'i ona Allah-u Teâlâ vermiştir.

İkincisi, Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim üzerine yemin ederek, onu en güzel hasletlere sahip olarak hususiyetle gönderdiğini beyan ediyor.

Üçüncüsü de, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğru bir yol üzerinde bulunduğunu bildiriyor.

Onun yolundan sapan; kim olursa olsun, dinden sapmıştır, İslâm dâiresinden çıkmıştır. Ölçü budur. İmanı olana bu Âyet-i kerime'ler kâfidir.

Beşinci Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Üstün ve çok merhametli Allah'ın indirdiği Kur'an yolu üzerindesin." (Yâsin: 5)

Onu yaratan ve onu peygamber gönderen Allah-u Teâlâ, onun Allah yolunda olduğunu buyuruyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini uyarıyor ve şöyle buyuruyor:

"Resul'üm! Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin." (Zuhruf: 43)

Senin takip edeceğin yol Sırat-ı müstakim'dir. O yolu takip edenler cennetlere, ilâhî nimetlere kavuşacaklardır. O yoldan ayrılmanın neticesi cehennemdir.

Onu yaratan onu meth-ü senâ ediyor, onun doğruluğunu mühürlüyor, Kur'an yolu üzerinde bulunduğunu buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Bu hakikatler karşısında bir münkirin söyleyeceği sözün ne hükmü olabilir?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin insanları en doğru ve en güzel yola çağırdığını bizzat haber veriyor:

"Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun." (Müminûn: 73)

Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden teslim olan, bu Âyet-i kerime'nin şümulü içine girer. Amma buna tenezzül etmeyen kendisini İslâm haricine koymuştur, o zaman küfre sapmıştır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitap ederek şöyle buyurmaktadır:

"Sen Rabb'ine dâvet et, şüphesiz ki sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin." (Hacc: 67)

Resulullah Aleyhisselâm dâvet emrini en güzel şekilde yaptı. Hayat-ı saâdetlerinde de, ahirete intikallerinden sonra da o yolu iman edene bıraktı. Nasipdar olanlar hidayete erer, nasipdar olmayanlar küfürde kalır. İtaat eden kendisine, nankörlük eden yine kendisine.

 


[TOP]

14.19 Rabbânî Terbiye

Previous topicNext topic
Rabbânî Terbiye
 

Rabbânî Terbiye

Âyet-i kerime'sinde onu ve yüksek ahlâkını överek şöyle buyurmuştur:

"Nûn." (Kalem: 1)

O Sebeb-i mevcûdât'tır. Kâinatın özü ve hülâsasıdır. Kâinatın nokta-i menbâı, medih ve iftiharıdır. Bu Âyet-i kerime hiç kimse tarafından açılmış değildir. Nûn; bir ismin rumuzu olduğu ifade edilmekle birlikte, bazı Sûre-i şerif'lerin başlarındaki diğer harfler gibi o da müteşâbihtir. Gerçekten müteşabih Âyet-i kerime'lere mahlûkun ilmi ve aklı yetmez. Fakat "Nun" çok mühimdir. Her şeyin bir özü ve hülâsası olduğu gibi, o da mükevvenâtın özü ve hülâsasıdır.

Diğer Âyet-i kerime'lere bakıp mânâsını takip ederseniz, bu Âyet-i kerime'lerin "Nûn"un üzerinde cereyan ettiğini göreceksiniz.

"Kaleme ve onunla yazılanlara andolsun!" (Kalem: 1)

Allah-u Teâlâ insanın kavrayamayacağı, anlatmakla bitirilemeyecek kadar çok olan faydasından dolayı kalem üzerine ve yazılanlara yemin etmektedir. Burada ilmin Allah katındaki değerine işaret olduğu gibi, ilmin yazıya dökülmesinin önemine de işaret vardır. İlimlerin ve bilgilerin ayakta durması kalem sayesinde olur.

Allah-u Teâlâ kalemle yani bir vasıta ile öğrettiği gibi, her ne kadar okuma-yazma bilmeyen bir ümmî de olsa, vasıtasız olarak da ona öğretir. İnsanlara bilmedikleri ilim ve bilgileri O öğretmiştir.

Yeminin cevabı olarak Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ediyor ve şöyle buyuruyor:

"Resul'üm!

Andolsun ki sen Rabb'inin nimetine uğramış bir kimsesin ve mecnun (deli) değilsin." (Kalem: 2)

Nurundan o nuru yarattı ve mükevvenâtı o nur ile donattı. Bu en büyük bir nimet değil midir? Bu nimetin yüzüsuyu hürmetine bütün kâinat hayat buluyor. Hayat bulduğu için medar-ı iftiharı oluyor. Çünkü kâinat onunla hayat buldu. Allah-u Teâlâ'ya şükrettiğimiz gibi ona da Sebeb-i mevcûdât olduğu için her an müteşekkiriz. Dikkat ederseniz Âyet-i kerime'ler birbirini kilitledi.

Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i hakkında kâfirler, zâlimler, nankörler birçok iftiralar attılarsa da bizzat onu yaratan Allah-u Teâlâ bu iddiâları reddetti ve Resul'ünü tesellî etti.

"Senin için tükenmeyen bir mükâfât var." (Kalem: 3)

Allah-u Teâlâ onu öyle sonsuz bir ihsan ve ikrama mazhar etmiş ki, bu "Tükenmeyen mükâfât"a mahlûkun aklı ermez.

Öyle bir mükâfat ki aslâ sonu gelmeyen kesintisiz bir mükâfât, hiç kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah-u Teâlâ'nın lütfu ve yardımı olan bir mükâfât...

"Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin." (Kalem: 4)

Allah-u Teâlâ nankörlerin inkârını reddettikten sonra onu bizzat kendisi meth-ü senâ ediyor ve büyük bir ahlâk sahibi olduğunu beyan buyuruyor. Onu delilikle itham edenlere bizzat kendisi cevap veriyor.

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği yüceliği başka hiç kimseye vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini ferman buyurmuştur. Onu başka bir tarifle anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam mânâsıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmıştır.

Kur'an-ı kerim'in mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in "Huluk-u azîm" tabiriyle bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur.


[TOP]

14.20 Kâffeten Linnas

Previous topicNext topic
Kâffeten Linnas
 

Kâffeten Linnas

Muhammed Aleyhisselâm'ın nübüvveti yalnız Araplar'a ve sadece Ashâb-ı kiram devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Allah o Peygamber'i ümmî Araplar'dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir." (Cum'â: 3)

Onun peygamberliği yalnız Araplar'a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.

Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır. Çünkü onu duymayan hiçbir fert yok.

 


[TOP]

14.21 Beşeriyetin Peygamberi

Previous topicNext topic
Beşeriyetin Peygamberi
 

Beşeriyetin Peygamberi

Peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, peygamberlikleri yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat Muhammed Aleyhisselâm bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Resul'üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir.

Ne var ki insanların çoğu bilmezler." (Sebe: 28)

Her peygamber kendi kavmine gönderilmiş ise de, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün insanlara gönderilmiştir ve bu bütünlük kıyamete kadar gelecek bütün insanlara şâmildir.

O ki; insanlara Allah-u Teâlâ'nın lütfunu belirten, sonsuz saâdeti müjdeleyen, halkı dalâletten kurtarıp uyaran, cehalet karanlığından çıkaran, en güzel bir rehber, en şefkatli bir peygamberdir.

"Resul'üm! De ki: 'Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah'ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.'" (A'râf: 158)

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin bütün insanlara gönderildiğini ferman buyuruyor. Bunun içindir ki hiç kimse: "Ben böyle bir şey duymadım, bilmediğim için de iman etmedim." diye hiçbir bahane bulamaz.

Böylece bahane kapısı da kapanmış oldu.

"Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhit olarak Allah yeter." (Nisâ: 79)

Resulullah Aleyhisselâm'ın vazifesi bütün insanlara İslâm'ı duyurmaktır. Bu emr-i ilâhî'yi nazar-ı itibara alıp iman edenler, saâdet-i ebediyeye erdiler. İman etmeyenler küfürde kaldılar.

 


[TOP]

14.22 Makâm-ı Mahmûd

Previous topicNext topic
Makâm-ı Mahmûd
 

Makâm-ı Mahmûd

Muhammed Aleyhisselâm en büyük şefaat makamı olan Makâm-ı Mahmud'a erdirilerek de diğer peygamberlere üstün kılınmıştır.

Âyet-i kerime'sinde:

"Ümid edebilirsin ki, Rabb'in seni bir Makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir." buyuruluyor. (İsrâ: 79)

O öyle bir makamdır ki, Hâlik-ı Azimüşân yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir. Hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecek ve şefaatı kabul olunacak peygamber yalnız Muhammed Aleyhisselâm'dır.

Bu makam Resulullah Aleyhisselâm'ın insanlara şefaât etmek üzere çıkarılacağı, herkesin hamd ile yüceltileceği "Livâ-i hamd" altında muazzam şefaât makamı demektir. O makamda günahkârlara ve biçarelere şefaat edince mahşer halkı tarafından Resulullah Aleyhisselâm pek çok senâ olunacağı için o makama "Mahmûd" denilmiştir.


[TOP]

14.23 Şânı Yüce Peygamber

Previous topicNext topic
Şânı Yüce Peygamber

 

Şânı Yüce Peygamber

Allah-u Teâlâ onun hakkında Âyet-i kerime'sinde:

"Resul'üm! Biz senin şânını yükselttik." buyurdu. (İnşirâh: 4)

Tasavvur buyurun ki bütün mükevvenâtı yaratan, âlemleri donatan Allah-u Teâlâ onun yüce şânını yükselttiğini ve bütün âlemlerin en şereflisi olduğunu beyan buyuruyor. Bu şeref yalnız ona mahsustur.

Muhammed Aleyhisselâm bütün peygamberlerin en faziletlisi, en üstünüdür. Kâinatın mebdeî, mahlûkâtın ekmeli ve efendisidir. Ebul-ervah'tır. Hakk'tan haber verir, Hakk'a dâvet eder. Halk ile Hakk arasında Vahdaniyet ve Samedâniyet'e vasıta odur. O zât-ı âlî, o Habib-i Hüdâ'dır.

Bütün peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat o bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Resul'üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Ne var ki insanların çoğu bilmezler." (Sebe: 28)

Mümin ve muvahhid olmayı arzu eden kimse, onun peygamberliğini tasdik etmedikçe, hiçbir iyiliği makbul ve kabul olmaz, cennete de giremez, zirâ bütün peygamberler âhir zaman peygamberini tasdik etmişlerdi. Onlara indirilen kitaplar içinde Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliği açıkça beyan olunmuştur.

 


[TOP]

14.24 Yüce Vasıflar

Previous topicNext topic
Yüce Vasıflar
 

Yüce Vasıflar

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Allah'ın senin üzerindeki lütuf ve nimeti çok büyüktür." (Nisâ: 113)

Üstünlüklerin en üstünü Hazret-i Allah'ın dostu olmasıdır.

Bir yaratılmış ki Yaratan ona âşık olmuş.

O ki yaratılmışların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem'i, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.

Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçısı ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.

O ki iman hakikatlerinin menbâı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının vasıtası, Livâ-i izzet'in sahibi, ezel sırlarının müşâhidi, Kelâm-ı kadîm'in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.

Resulullah Aleyhisselâm'ın, başkasında bulunmayan, eşi benzeri olmayan yüce değerleri vardır:

İlk defa onun için kabir yarılacak ve o binitli olarak mahşere gelecektir. Mahşer divanının en büyüğü odur.

Âdem Aleyhisselâm'ın ve ondan sonra gelenlerin altında toplandıkları sancak onun sancağıdır.

Durak yerinde ziyaretçileri en çok olan havuz onun havuzudur.

En yüce ve en büyük şefaat Allah katında onun şefaatıdır.

Ümmeti arasında hüküm veren ilk peygamber odur.

Bütün müminler cennete onun şefaatı sayesinde gireceklerdir.

Cennete ilk giren odur.

Onun ümmeti cennete diğer ümmetlerden önce gireceklerdir.

Cennetteki makamların en yücesi olan "Vesile"nin sahibi odur.


[TOP]

14.25 En Büyük Nimet

Previous topicNext topic
En Büyük Nimet
 

En Büyük Nimet

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz inanan bütün insanlara Allah-u Teâlâ'nın en büyük nimetidir. Tabii ki bilen için...

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir PEYGAMBER göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." (Âl-i imrân: 164)

Bu lütuf gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. Onu göndermeseydi, emir ve yasaklarını bize duyurmasaydı, sapıklık çukurlarında kalırdık, hidayetten mahrum, ebedî bir azaba düçar olurduk. Allah-u Teâlâ'nın onu göndermesi insanlık âlemine en büyük lütuflarından birisidir. İman edenler kurtulacak, iman etmeyenler kurtulamayacaktır.

Sûrî ve mânevî, zâhiri ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve uhrevî bütün üstünlüklerin ve yüceliklerin hepsi onda toplanmıştır.

İnsan haysiyetini, şeref ve itibarını zedeleyecek maddî ve mânevî her türlü çirkinliklerden, ahlâkî kötülüklerden; kararan ruhları, taşlaşmış kalpleri küfrün ve şirkin bütün kirlerinden arındırıp temizlemiştir.

Ve kıyamete kadar da böyle devam edecektir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi tezkiye edecek temizleyecek, size kitap ve hikmeti öğretecek, bilmediklerinizi size öğretecek bir PEYGAMBER gönderdik." (Bakara: 151)

"Muhammed Aleyhisselâm insanlığa ne getirdi?" diye sorulacak olursa, bu Âyet-i kerime'yi okumak kâfidir.

Bu şanlı Peygamber onları her türlü pisliklerden, mânevî kirlerden, çirkin işlerden ve şirkten temizlemiş, nefislerini arındırıp yüceltmiş, karanlıklardan aydınlığa çıkartmıştır.

Bu güzide peygamber, Allah-u Teâlâ'nın beşeriyete en büyük nimetidir:

"Çünkü onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir.

Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i imrân: 164)

İşte Allah-u Teâlâ bu nur sayesinde onları karanlıktan aydınlığa çıkardı. Hidayet nuruna kavuşturdu ve sapıklıktan kurtardı. Bundan büyük nimet ve lütuf olur mu? Allah-u Teâlâ insanların ebedî azaptan kurtulmasına, ebedî saâdete ermesine onu vasıta kıldı.

Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risâlet nurları kıyamete kadar devam edecek; insanlar o nurla nurlanıp, o nurla hidayete ereceklerdir.

İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Peygamber Aleyhisselâm'ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir.

Yaptıklarını yapanlar, gösterdiği yoldan gidenler, dünyada saâdete ahirette ise selâmete kavuşacaklardır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Bu Peygamber'e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir." (A'râf: 157)

Allah-u Teâlâ Peygamber'ine tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini emretmektedir.

"(Ey insanlar!) Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz." (Fetih: 9)

İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin huzurunda edeplere riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.

Resulullah Aleyhisselâm'a hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvâlde hürmet vecibesini korumak gerekir.


[TOP]

14.26 Ümmet-i Muhammed'in Mânevî Babası

Previous topicNext topic
Ümmet-i Muhammed'in Mânevî Babası
 

Ümmet-i Muhammed'in Mânevî Babası

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah Aleyhisselâm'ın, ümmetleri hakkında nefislerinden de ileri olduğunu; muhtereme hanımlarının ise müminlerin mânen anneleri bulunduğunu bildiriyor:

"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir. Zevceleri ise müminlerin anneleridir." (Ahzâb: 6)

Çünkü müminlerin mânen hayat bulması ve yaşaması, ancak ve ancak o Zât-ı âlî sayesinde mümkündür.

Madem ki o insanın öz nefsinden evlâdır, şu halde bütün insanlardan üstündür.

Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş görünüyor iseler de imandan mahrumdurlar.

Peygamber hakkı müminlerin kendi öz nefislerinin, ana, baba, evlât ve bütün insanların hakkından daha büyüktür. Çünkü müminler onun sayesinde ebedî cehennemden kurtulmuş, hidayete onun sayesinde ermişlerdir.

Onun emirleri bütün emirlere tercih edilmelidir. Onun sevgisi bütün sevgilerin üzerinde olmalıdır. Onun bütün müslümanların üzerinde umumî bir velâyet hakkı vardır.

Allah-u Teâlâ onu nasıl şereflendirmiş, hakların en büyüğünün onun hakkı olduğunu beyan etmişse; onun tertemiz zevceleri de, onun zevceleri olduklarından dolayı, müminlere anne kılarak onlara saygı ve hürmeti farz kılmıştır.

Görüldüğü üzere Allah-u Teâlâ onların müminlerin anneleri olduğunu bildirmiştir. Buna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müminlerin mânevî babasıdır.

 


[TOP]

14.27 Azîz Peygamber

Previous topicNext topic
Azîz Peygamber

 

Azîz Peygamber

Allah-u Teâlâ onu her şeyden azîz, kadrini yüce kılmış, herkese ve herşeye tercih etmiştir. Canlardan da cananlardan da azîzdir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir.

"Andolsun, içinizden size öyle azîz bir Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir." (Tevbe: 128)

Onu yaratan ona Azîz buyurduğu gibi, yine kendisine mahsus olan Raûf ve Rahîm isimlerini ona da atfetti. Onu yüceltmek için kendi isminden pay ayırdı.

Bu ism-i şerif'leri ona vermek demek; Allah-u Teâlâ'nın varlığı onda tecellî etti demektir.

Meselâ bir insan yakasına bir rozet takar. Bunun mânâsı: "Ben buraya âitim." demektir. Allah-u Teâlâ ona rozetini takmış, kendi ism-i şerif'lerini lâyık görmüş. Bu ise kuvve-i beşerin takati haricinde bir lütuftur.

Bu fazilete peygamberlerinden hiçbirisi mazhar olmamıştır.

O her zaman ve mekânda Azîz'dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin yüksekliğine hudut yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir.

Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcûdâtın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkâtın en faziletlisidir.

Mübarek vücutları ahirete intikal etmekle, nurlarına aslâ bir noksanlık ârız olmaz. Rûhâniyeti ve nurâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nur sebebi ile hidayete ereceklerdir.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)

Bu husus ehlince mâlumdur.

Dünyada gözü ile görme şerefine nâil olanlar olsun, gözü ile görmediği halde sonraki asırlarda ona iman edenler olsun, onun bir nur olduğunu bilirler ise de, o nurun mahiyetini ve hakikatini anlamalarına imkân yoktur. Beşer idraki buna müsait değildir. Anlamaya çalışmak, bir fincanla denizi ölçmeye benzer.

Onun hakikati, büyüklük ve azameti ancak kıyamet günü belli olacak, herkesçe bilinip anlaşılabilecektir. Dünyada zâhir olmuş olsaydı, ona iman etmek zaruri olurdu. Halbuki makbul olan iman, gayba olan imandır.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)

 


[TOP]

14.28 Salât-ü Selâm

Previous topicNext topic
Salât-ü Selâm
 

Salât-ü Selâm

Allah-u Teâlâ, kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkiini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir:

"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.

Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)

Peygamber'ine Allah-u Teâlâ'nın salâtı; onu en yüce makamda yâdetmesi, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.

Meleklerin salâtı ise; onun için Allah'a duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.

Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber'ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.

Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.

Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.

Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan Peygamber'lerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.

Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükâfâtlara nâil olmuş oluyorlar.

Sâdık müminler asırlar boyu o Nur'un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.

Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten bir an bile tereddüt etmeyen Ashâb-ı güzin -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın yanında, daha sonraki devirlerde de müminler derin bir aşkla ona bağlanmışlar, o engin muhabbeti gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Benden sonra birtakım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar." (Câmiüs-sağir)

Muazzez ism-i şerif'leri o günden bugüne milyarlarca insanın dillerini tezyin edip durmakta, getirmiş ve neşretmiş olduğu din nezih ruhlara hakim bulunmaktadır.

Hiçbir devirde, hiçbir zaman, hiçbir an ezân-ı Muhammedî semâlardan eksik olmamış ve olmamaktadır.

Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören âşık görmeyen âşık.


[TOP]

14.29 Tevhid

Previous topicNext topic
Tevhid
 

Tevhid

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem'i olan Muhammed Aleyhisselâm'ı dost edinmiştir. Ona imanı, Tevhid'in iki rüknünden biri yapmıştır. Adını adı ile beraber anmış, onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tutmuştur. "Lâ ilâhe illâllah"tan sonra "Muhammedün Resulullah" ünvanını getirmiş; ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını, iman etmemiş olacağını belirtmiş, onun sayesinde sapıklıkta olanları hidayete erdirmiştir.

Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm'ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez. Nitekim diğer din sahipleri de Allah'a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm'a iman etmedikleri için küfürde kalmış oluyorlar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim: 153)

Kişi: "Lâ ilâhe illâllah" demekle iman etmiş olmaz, "Muhammedün Resulullah" deyince iman etmiş olur.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"O halde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin!" diye emir buyurmaktadır. (Nisâ: 170)

İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.

İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.

İslâm dini'ne girmenin ilk şartı olan bu iki esas "Kelime-i şehâdet"de toplanmıştır. Kelime-i şehâdet'i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye "İnanmış" mânâsına gelen "Mümin" adı verilir.


[TOP]

14.30 Ağır Bir Misâk

Previous topicNext topic
Ağır Bir Misâk
 

Ağır Bir Misâk

Kur'an-ı kerim'de beyan buyurulduğuna göre, her peygamber kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle mükellef olduğu gibi; en son gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm'ı da haber vermek ve tasdik etmekle mükellef tutulmuşlardı.

Allah-u Teâlâ gönderdiği bütün peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm'dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun saâdetli zamanına erişirlerse, mutlaka ona iman edip dinine yardım edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm'ın geldiğini idrak ederlerse hemen iman edip dinine yardım etmelerine dair ümmetlerinden söz aldılar.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı. 'Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek. Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti. Onlar da: 'Kabul ettik.' demişlerdi. Allah da: 'O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.' buyurmuştu." (Âl-i imrân: 81)

O Azîz Peygamber'e iman ve yardım ile mükellef olduklarını itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî'yi kabul ettiklerini söylediler. Onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.

Âl-i imrân sûre-i şerif'inin 82. Âyet-i kerime'sinde ise böyle bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin yoldan çıkmış kimseler olacağı bildirilmektedir:

"Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ kendileridir." (Âl-i imrân: 82)

Allah-u Teâlâ sevdiği seçtiği peygamberlerine bu emri vermiş, onlardan söz almış, onların da her biri ümmetlerine duyurmuşlardır.


[TOP]

14.31 En Şerefli Aracı

Previous topicNext topic
En Şerefli Aracı
 

En Şerefli Aracı

Allah-u Teâlâ sıkıntılı halleri, dünyaya ve ahirete dâir gam ve hüzünleri, onun şefaati ve ilticası ile kullarından kaldırır.

Ayrıca derde mübtelâ kulları, onun yüce makâmında el açtıkları zaman; düştükleri zorluktan dolayı onu vasıta yaptıkları zaman; duâ ve niyazları onun hürmetine kabul buyurur, sıkıntı ve üzüntülerden kurtarır. Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, (sen) Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." (Nisâ: 64)

Bir insan birçok hatalara, günahlara düşebilir. Fakat bunları idrak ettikten sonra Hazret-i Allah'ın en sevgilisine sığınırsa, onun sevgisinden ötürü o kimsenin duâsını Allah-u Teâlâ reddetmez. Böylece ebedî kurtuluşa erer. Ceza görmeden ebedî lütuf ve saâdetine vesile olur.

İşte bu, hep Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiğinin ve ona sığınılması gerektiğinin ifadesi ve gerekçesidir.

Bu ilâhî emir onun ahirete intikali ile kesilmez ve son bulmaz. Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ'nın tevbeleri kabul etmesi ve onlara mağfiret edici olması, Resulullah Aleyhisselâm'a gelmelerine, huzurunda mağfiret dileğinde bulunmalarına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın da onlar için istiğfar edivermesine bağlıdır.

Hayatında iken bereket umulan bir zâtın, vefatından sonra kabrini ziyaret etmekle de bereket umulacağı şüphesizdir. Onların bereketleri, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir.

Resulullah Aleyhisselâm'ın müminlerin tamamına istiğfarda bulunması, Allah-u Teâlâ'nın şu Âyet-i kerime'si ile hâsıl olmuş bulunmaktadır:

"Hem kendinin, hem de erkek müminlerle kadın müminlerin günahlarının bağışlanmasını dile." (Muhammed: 19)

Bu Âyet-i kerime'ler ne büyük bir şefkat, merhamet ve sığınma kapısıdır! Çünkü Resulullah Aleyhisselâm Raûf ve Rahîm sıfatlarının mazharıdır. Bu yalnız ona mahsustur.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm elbette:

"Onlara duâ et. Şüphesiz ki senin duân onlar için sekinettir (huzur kaynağıdır). Allah işitendir, bilendir." (Tevbe: 103)

Emr-i şerif'i gereğince, kulları tarafından duâ ve yalvarışa vesile ve vasıta olur. Onun yapacağı duâ, müminlerin kalplerinin huzur ve sükun bulmasına sebep olur.

Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a çok büyük bir şan ve yetki vermiştir.

Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde münâfıkların ne kadar kibirli olduklarını, kendilerini Resulullah Aleyhisselâm'ın haklarında yapacağı mağfiret isteğinden ihtiyaçsız görmekte olduğunu bildirmektedir:

"Onlara: 'Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!' denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün." (Münâfikûn: 5)

Kibir ve gururları onların Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda bulunmalarına engel olmaktadır.

 


[TOP]

14.32 Hâtem-ül Enbiyâ

Previous topicNext topic
Hâtem-ül Enbiyâ
 

Hâtem-ül Enbiyâ

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şeref ve izzetini kıyamete kadar gelecek olan iman edenlere şöyle buyurmaktadır:

"Muhammed Allah'ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzâb: 40)

Bu Allah-u Teâlâ'nın kesin bir hükmüdür. Ondan sonra hiçbir peygamberin gönderilmeyeceğine dâir kesin bir delildir. Peygamberlik iddiasında bulunacak kimselerin yalancı oldukları bu Âyet-i kerime ile kesin olarak anlaşılır.

O hem peygamberler zincirini sona erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhî bir mühürdür.

Dünyanın sonuna kadar bütün insanların saâdet ve selâmetini sağlamak için gönderilmiştir. Kıyamete kadar kendisinden ışık alınan bir Nur'dur. Nur'u cihanı kucaklar, ebede kadar ışık saçar.

Bir güzel ki, güzellikler güzelliğini ondan almış.

Onun teşrifi ile nübüvvet ve risalet kemale erip son bulmuş, bu suretle İslâm dini de son ve ebedî bir din olmuştur. İslâm dini'nin inkıraza uğraması veya ortadan kaldırılması düşünülemez. Hiç bozulmadan aslî hüviyetinde devam edecek, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar bâki kalacaktır. Öyle bir din öyle bir kitap getirmiştir ki, beşeriyetin ondan başkasına artık ihtiyacı kalmamıştır.

Kendisinden önce gelen peygamberlerin getirdikleri dinlerin daha kemâllisini getirip tamamlamış, getirdiği din bütün dinlerin hükümlerini neshederek yürürlükten kaldırmıştır. Ümmeti ise bütün ümmetlerden üstün olmuştur. Hâtem'ül-enbiyâ sıfatı ile âlemlere rahmet olarak gelmesinde, gerek yüce şahsiyetine gerekse ümmet-i muhteremesine tâzim vardır.


[TOP]

14.33 Mümin Peygamber

Previous topicNext topic
Mümin Peygamber
 

Mümin Peygamber

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde İslâm dini'nin ulviyetini, Resulullah Aleyhisselâm'ın cahiliye devri müşriklerine yaptığı hitabını beyan buyurmaktadır:

"De ki: Ey insanlar! Eğer benim dinimden şüphede iseniz, ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza ibadet etmem. Ancak sizi öldürecek olan Allah'a ibadet ederim. Bana müminlerden olmam emrolundu." (Yunus: 104)

Bu ilâhî beyan kıyamete kadar gelecek insanlara da şâmildir. Kim ki gerçekten iman ederse, Resulullah Aleyhisselâm'ın getirdiğini kabul ederse, Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a uyarsa, hiç şüphe yok ki kendi lehinedir, aksi de aleyhinedir.

"Ve: 'Yüzünü hanif (muvahhid) olarak dine çevir. Sakın müşriklerden olma!' diye (emredildi)." (Yunus: 105)

Allah-u Teâlâ'ya yönelenlerin kurtulduğu, yönelmeyenlerin müşrik olduğu beyan buyuruluyor.

"De ki: Ey insanlar! Size Rabb'inizden hak gelmiştir. Artık kim hidayeti kabul ederse, o ancak kendi iyiliği için hidayete ermiş olur. Kim de saparsa, o da ancak kendi zararına sapmış olur. Ben sizin üzerinize vekil değilim." (Yunus: 108)

Ben sadece müjdeleyici ve korkutucuyum. Siz imana gelmedikçe, sizden dolayı sorumlu tutulacak da değilim.

"'Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz.' diye. Şüphesiz ki ben size O'nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim." (Hûd: 2)

İnkâr ederseniz azaba uğrayacağınızı size haber veriyorum, iman ederseniz saâdet ve selâmete ereceğinizi müjdeliyorum.

Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e teselli olarak bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:

"Andolsun ki senden önce gelen peygamberlerle de alay edilmişti. Ben de o kâfirlere önce mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Azabım nasıl oldu?" (Ra'd: 32)

Diğer peygamberlere de bu olmuştu. Kimini yalanladılar, kimini taşladılar. Sana muârız olanlar da bunu yapacaklar. Amma onların dönüşleri banadır.

 


[TOP]

14.34 Kul Peygamber

Previous topicNext topic
Kul Peygamber

 

Kul Peygamber

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Kur'an-ı kerim'i indirmesiyle onun dosdoğru bir yol üzerinde bulunduğunu, Kur'an-ı kerim'in hükümleri ile amel ettiğini buyuruyor ve bize duyuruyor:

"Hamdolsun o Allah'a ki, kuluna dosdoğru kitabı indirdi ve onda hiçbir eğrilik koymadı." (Kehf: 1)

Allah-u Teâlâ nurunu, Kitab-ı kerim'i olan Kelâmullah'ı Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine indirdi. Ona en doğru, Hakk'a en kestirme varan yolu bildirdi.

Buna iman etmeyenler yoldan çıkmıştır, hakikatten sapmıştır, küfre dalmıştır.

Allah-u Teâlâ onu kendisinin ubudiyetine izafe etmiş, kendi yoluna dâvet makamında da onu kulu olmakla vasıflandırmıştır.

"Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna hakkı bâtıldan ayırdeden Kur'an'ı indiren Allah'ın şânı ne yücedir." (Furkân: 1)

Hakikat ile dalâleti, doğru ile eğriyi ayırmak için Allah-u Teâlâ kullarını uyarıyor. Nasibi olan bu Âyet-i kerime'yi anlar, uyar. Nasibi olmayan sapıklıkta kalır. Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse onu o sapıklıktan kurtaramaz.

Allah-u Teâlâ, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini şereflendirmek, değerini daha çok arttırmak için ism-i şerif'ini anmamış, "Allah'ın kulu" diyerek kulluk sıfatı ile vasıflandırmış, kulluğunu yerine getirmek hususunda kendine has özelliği ile beraber alçakgönüllülüğünü de beyan buyurmuştur.

"Allah'ın kulu O'na yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca, (cinler) neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi." (Cin: 19)

Zira hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir duâ dinliyorlardı.

Yani değil insanlar, cinler dahi Resulullah Aleyhisselâm'a hayrandı ve can-u gönülden bağlı idiler. O Allah-u Teâlâ'ya yöneldiği zaman rahatsız olmasın diye cinler saygılarından, sevgilerinden ötürü birbirlerinin içine girerlerdi.

Bize hidayet bahşeden Allah-u Teâlâ'ya sonsuz şükürler olsun ki; Kur'an-ı kerim'i indirdi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i bunu bize açıkladı. Biz O'nun dosdoğru yolu üzerindeyiz.

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a "Abd" yani kul ismini verdiğini diğer bir Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:

"Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin.

Eğer doğru iseniz, Allah'tan başka şâhitlerinizi de çağırın." (Bakara: 23)

Allah-u Teâlâ buyuruyor ve dalâlet ehline duyuruyor. Muhammed Aleyhisselâm'a indirdiği hak olan Kur'an'dan şüphe ediyorsanız, hepiniz bir araya gelin, onun benzerini meydana getirin. Fakat şüphesiz ki bunu yapamazsınız. Çünkü siz âciz bir mahluksunuz. Bu ise Allah kelâmıdır.

 


[TOP]

14.35 Şefkat Peygamber'i

Previous topicNext topic
Şefkat Peygamber'i
 

Şefkat Peygamber'i

İnsanların iman edip hem dünyada hem ukbâda mesut ve bahtiyar olmalarına çok düşkündü. İnsanlara kendisini tüketircesine şefkat ve merhamet etmekteydi.

Onun bu hâlini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde haber veriyor:

"Gerçekten biliyoruz ki, söyledikleri şeylerden dolayı göğsün daralıyor, için sıkılıyor." (Hicr: 97)

Hiç şüphesiz ki o zaman da münâfıklar vardı, şimdi de var. O zamanki münkirler de çeşitli sözler söylerlerdi, şimdi de söyleniyor.

O zaman üzülüyordun, şimdikileri de biliyorsun.

Merhametlilerin en merhametlisi olan ve ona bu şefkati bahşeden Allah-u Teâlâ onun bütün iç durumunu biliyor ve onu teselli ediyor.

O ise insanların dalâletten hidayete ermelerini, hakikati bulmalarını, cehennemden kurtulup cennete girmelerini istiyor.

"İman etmiyorlar diye neredeyse kendini tüketeceksin Habib'im!" (Şuarâ: 3)

Kendisine inanmayanları, hakaret eden ve alaya alanları, yılmadan gece-gündüz İslâm'a çağırmış, hidayete ermeleri için gayret sarfetmiştir.

Ayrıca iman şerefi ile müşerref olan ümmetini; dünya ve ahiretin sıkıntılarından kurtarmak için, yasakları işlemekten sakındırmaya çalışmıştır.


[TOP]

14.36 Hak Peygamber

Previous topicNext topic
Hak Peygamber
 

Hak Peygamber

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hak bir peygamberdir, ona Rabb'inden hak gelmiştir, hakkı tebliğ eder, insanları Hakk'a çağırır.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Andolsun ki hak sana Rabb'inden gelmiştir." (Yunus: 94)

Öyle bir haktır ki aklını kullanan hiçbir kimsenin en küçük bir şüphesi olamaz, kesin mucizelerle desteklenmiştir. Kim ki ona gelen hak ve hakikati inkâr ederse, kendisine zulmetmiş olur.

Bir diğer Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Bunda da sana hak ve müminlere de bir öğüt ve uyarı gelmiştir." (Hûd: 120)

Çünkü müminler ibret dolu öğütlerden istifade ederler.

Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitâben Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı olmaz." (Bakara: 120)


[TOP]

14.37 Ücret İstemeyen Peygamber

Previous topicNext topic
Ücret İstemeyen Peygamber
 

Ücret İstemeyen Peygamber

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getirirken, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.

Bu hususta Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Resul'üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia edenlerden de değilim." (Sâd: 86)

Ancak sizin doğru yola gelmenizi, hidayete ermenizi, cehennemden kurtulup cennete girmenizi istememden başka bir arzu ve isteğim de yoktur. İsterseniz iman edersiniz kurtulursunuz, isterseniz iman etmeyip küfürde kalırsınız Hiçbir zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz halktan en küçük bir menfaat beklemiş değildir. İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin gidişatı da böyledir.

"Resul'üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Sadece Rabb'ine doğru bir yol tutmak dileyen kimseler olmanızı istiyorum." (Furkân: 57)

Resulullah Aleyhisselâm'ın bir ücret talep etmek veya İslâm'a girenlerin kendisine sağlayacakları dünyâ hayatının geçici menfaatlerinden herhangi birisini elde etmek gibi hiçbir arzusu, hiçbir şahsi menfaati olmamıştır. Onun şân-ı nübüvveti bu gibi zanlardan müberrâdır.

"Resul'üm! Onlara de ki: Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah'a âittir. O her şeye şâhittir." (Sebe: 47)

Âyet-i kerime iki cihetle Resulullah Aleyhisselâm'ın risaletini ispat etmektedir.

Birincisi; İslâm'ı tebliğ mukabilinde ücret istememesidir. Çünkü bu büyük vazife karşısında herhangi bir dünya menfaatı beklemeyip yalnız uhrevî menfaatını istemek elbette nübüvvetine delâlet eder.

Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.

İkincisi; Allah-u Teâlâ'nın her şeye şâhit olduğunu beyan etmesi, dâvâsında sâdık olduğunu gösterir. Bir kimsenin dâvâsının hak olduğuna Allah-u Teâlâ'yı şâhit göstermesinden daha büyük delil olamaz.

Aslında ücret değmez değildir. Resulullah Aleyhisselâm'ın tebliğ etmiş olduğu din; gerek dünya saâdeti gerekse âhiret selâmeti bakımından en büyük menfaattir. Dünya ve içindekiler ücret olarak verilse bile azdır. Lâkin böyle olduğu halde, şahsı için hiç kimseden az veya çok hiçbir ücret istememiştir. Aksine varını yoğunu bu uğurda harcamaktan zevk duymuştur.

 


[TOP]

14.38 Mânevi Destek

Previous topicNext topic
Mânevi Destek
 

Mânevi Destek

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın himayesinde büyümüştü. Âyet-i kerime'lerinde onu nasıl desteklediğini, nasıl barındırdığını, onu kudret eli içinde yaşattığını bize duyuruyor ve şöyle buyuruyor:

"O seni yetim bulup da barındırmadı mı? Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?" (Duhâ: 6-7-8)

Onu hıfz-u himayeye alan bizzat Allah-u Teâlâ'dır. Onun koruyucusu O'dur.

Onu hidayet nûru ile müşerref eden Allah-u Teâlâ, hakikatleri ona duyurduğunu beyan ediyor. Yani onun mualliminin bizzat Zât-ı akdes'i olduğunu arzediyor.

Onu kendi lütfuyla desteklemiş, mucizeler ihsan buyurmuş, hidayete nasibdar olanları, o mucizelerle hakikate erdirmiştir.

Allah-u Teâlâ onu göz alıcı mucizelerle, kesin delillerle desteklemiş, halkettiği yüce sebepler ve azim hikmetlerle onu korumuştur.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Resul'üm! Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde, gözetimimiz altındasın." (Tûr: 48)

Zül-celâl vel-kemâl Hazretleri her zaman onun üzerine titrediğini, onu daima koruyup gözettiğini ve takip ettiğini ifade buyuruyor. O'nun bütün sevgilileri böyledir. O ise sevgililer sevgilisidir.

Bir kimsenin bir malı ne kadar kıymetli olursa, onu o derece muhafaza etmeye çalıştığı gibi; Allah-u Teâlâ'nın yarattığı mahlûkâtın içinde en kıymetlisi o olduğu için, onu bizzat hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhîyesinde bulunduruyor.

"Allah seni insanlardan korur." (Mâide: 67)

Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde Resul'ünün insanlara Hakk'ı tebliğ etmesine mukabil, onu anlayamadıklarını ve kendisine düşman kesildiklerini, fakat onu bizzat koruduğunu ferman buyuruyor.

"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yüzüsuyu hürmetine, ona tâbi olanları, hem dünyanın tuzaklarından, hem cinlerden, hem de ahirette gelecek tehlikelerden, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini koruduğu gibi koruyacağını haber veriyor.

Yani ona tâbi olanları da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden ayırmıyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Resul'üm! Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." (Fetih: 1)

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a açık fetih ihsan etmiştir. O'nun verdiği haberler kesin olarak gerçekleşme hususunda, "Meydana gelmiş hadise" gibi sayılacağından, fetihlerin mutlaka gerçekleşeceğini önceden vâdetmiştir. Bu vaad Resulullah Aleyhisselâm'a ve müminlere büyük bir müjdedir.

Ve bu fetihler kıyamete kadar devam edecektir. Bu Âyet-i kerime'de fethin yüceliğini gösteren bir işaret vardır. Ayrıca ileride meydana gelecek birçok fetihler zincirinin başlangıcıdır.

Bu fetihler Resulullah Aleyhisselâm'a Allah-u Teâlâ'nın lütfudur, ihsanıdır, ümmet-i Muhammed'e de ikramıdır.

"Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola eriştirir." (Fetih: 2)

Bu ilâhî hitabı yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir, başka hiç kimseye böyle bir hitap olmamıştır. Bu ise onun ne kadar sevildiğini, seçildiğini, fazilet ve meziyetini göstermektedir.

"Sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola eriştirir." (Fetih: 2)

Resulullah Aleyhisselâm her hususta hiç kimsenin ulaşmadığı itaat, iyilik ve doğruluk üzeredir. Dünya ve ahirette mutlak olarak insanların en mükemmeli ve efendisidir.

Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı gibi, nimetini de tamamlıyor. O nimeti ancak Allah-u Teâlâ bilir. Bu şerefe de kimseyi nâil etmemiştir, yalnız Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine mahsus olan bir lütuftur.

"Ve sana kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde şanlı bir zaferle yardım eder." (Fetih: 3)

Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ'nın ona yardımı anlatılmaktadır.

Allah-u Teâlâ Peygamber'ini yüceltmek, ona yapılan yardımın büyüklüğünü göstermek için Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:

"Hiç şüphesiz ki Allah bizzat Peygamber'in dostu ve yardımcısıdır. Cebrâil de, müminlerin sâlih olanları da. Bunların arkasından bütün melekler de ona yardımcıdır." (Tahrim: 4)

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrâil Aleyhisselâm ve mukarreb meleklerle koruyacağını, sâlih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.

"Bütün melekler" ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında emir beklediği ifadesi çıkıyor.

Siz bu Âyet-i kerime'yi inkâr mı ediyorsunuz, iman mı ediyorsunuz? Eğer iman ediyorsanız Allah-u Teâlâ'nın dostuna uymanız gerekir, düşman olmak değil. İman etmiyorsanız küfürde olduğunuzu bilin.

"Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi." (Tevbe: 40)

Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil ve diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul'ünü onlarla desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.

 


[TOP]

14.39 Şakk-ı Kamer Mucizesi

Previous topicNext topic
Şakk-ı Kamer Mucizesi
 

Şakk-ı Kamer Mucizesi

Hicretten beş yıl kadar önce idi. Kureyş'in Ebu Cehil gibi, Velid bin Muğire, Âs bin Vâil gibi, Nadr bin Hâris gibi ileri gelenlerinden bazıları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e: "Eğer sen gerçekten peygamber isen ayı ikiye ayır." dediler. "Eğer bunu yaparsam iman eder misiniz?" buyurdu. "Evet iman ederiz." dediler.

Bunun üzerine ayın bedir halinde iyice göründüğü, yeni yeni yükseldiği bir gece Allah-u Teâlâ'ya sığınarak aya şehâdet parmağı ile işaret etti. Ay derhal ikiye ayrıldı, yarısı Safâ tepesi üzerinde, diğer yarısı da Safâ'nın mukabilinde olan Kaykaân tepesi üzerinde göründü, sonra tekrar eski vaziyetini aldı.

Allah-u Teâlâ onun sadâkatını halka bildirmek ve göstermek için bu hârikulâde mucizeyi de ona bahşetmiştir.

Resulullah Aleyhisselâm orada bulunanlara bu manzarayı işaret ederek:

"Şâhit olunuz!.. Şâhit olunuz!.." diye seslendi. (Müslim)

Fakat müşrikler bu apaçık mucizeyi gözleriyle gördükleri ve hayretler içinde kaldıkları halde inat ve inkârlarından vazgeçmediler. "Muhammed bizi büyüledi, sihir yaptı." dediler.

Resulullah Aleyhisselâm'ın bu en parlak mucizesini inkâr etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerini inzâl ederek şöyle buyurdu:

"Kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı." (Kamer: 1)

Müminlere sevabın, kâfirlere cezânın vaad edildiği kıyamet vakti günden güne yaklaşmaktadır. Son peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ın en parlak mucizelerinden olan ayın yarılması mucizesi meydana geldi.

Bu mucize yalanlamaya imkân bırakmayacak şekilde fiilen gerçekleşmiştir. Eğer müşrikler yalanlamaya bir yol bulabilselerdi mutlaka yalanlayacaklardı. Halbuki onlar ancak "Büyülendik" diyebildiler.

Bu mucize mütevâtirdir. Kur'an-ı kerim'de delili mevcuttur. Buhârî, Müslim ve diğer sahih Hadis kitaplarında muhtelif rivayetler bulunmaktadır.

"Onlar bir mucize görseler, hemen yüz çevirirler ve: 'Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür.' derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her iş kararlaşmıştır. Andolsun ki, onları bu hallerinden vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir. O haberlerde hikmetin en üstünü vardır. Fakat uyarılar aslâ fayda vermiyor." (Kamer: 2-5)

Hiçbir delili, hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da büyü deyip geçiyorlar. Halbuki büyü her ne suretle olursa olsun bâtıl olacağından, onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza düşmüş olduklarını göstermektedir.

Bir şey bildiklerinden veya bir delile dayandıklarından değil de, keyiflerine ve nefislerinin isteklerine uydukları için yalanladılar. Şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bâtıl yollara saptılar. Meydana gelen hadisedeki gerçeğin lüzumunu hesaba katmadılar.

Bu böyle olduğuna göre Resulullah Aleyhisselâm'ın hakikat ve yüceliği, şan ve şerefi zuhur edecek; karşı çıkanların gaye ve maksatları da günü gelince ortaya çıkacaktır.

Geçmiş nesillerin haberlerinin yer aldığı Kur'an-ı kerim'de kâfirleri küfürlerinden vazgeçirecek buyruklar gelmiş bulunmaktadır.

Aklını kullanan ve düşünen kimseler için Kur'an-ı kerim'de bulunan hikmetin ulaştığı dereceye hangi hikmet ulaşabilir? Fakat Kelâmullah'ı dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası dokunmuyor. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hidayete erdiremez.

"O halde sen de onlardan yüz çevir." (Kamer: 6)

Çünkü onlar hakikata kulaklarını tıkamışlar, verilen öğütleri dinlemek istemiyorlar.

 


[TOP]

14.40 Kudret Eli

Previous topicNext topic
Kudret Eli
 

Kudret Eli

Resulullah Aleyhisselâm'dan meydana gelen işleri Allah-u Teâlâ kendi zâtına izafe etmiştir.

Nitekim Bedir'de Cebrâil Aleyhisselâm'ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine atmıştı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.

Âyet-i kerime'de ise:

"Resul'üm! Sen atmadın, Allah attı." buyuruluyor. (Enfâl: 17)

 


[TOP]

14.41 Şerefli Bir Peygamber

Previous topicNext topic
Şerefli Bir Peygamber
 

Şerefli Bir Peygamber

Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur'an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.

Şayet o, Kur'an-ı kerim'e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.

Kur'an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb'inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm'a izafe edilmiştir.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur'an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür. O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!" (Hâkka: 38-42)

Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.

Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.

Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin "Dikkat edin!" mânâsına geliyor. Ona o şeref ve izzet Hakk'tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?

Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, kâfirlerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder.

 


[TOP]

14.42 Gönül Islâhı

Previous topicNext topic
Gönül Islâhı
 

Gönül Islâhı

Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm'a indirilen gerçeklere iman edenlerin hâl ve ahvâllerini bizzat kendisinin düzelteceğini, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını, gönüllerini ıslâh edeceğini; ruh ile beden, madde ile mânâ, dünya ile ahiret arasında kopmaz bağlar kuracağını beyan buyurmaktadır:

"İman edip sâlih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size Allah'ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir." (Talâk: 11)

Bütün kâinat cehâlet, dalâlet ve vahşet içinde yüzerken Allah-u Teâlâ, o an ve zamana göre hakikati indirmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından çıkmasına vesile olmuştur.

"İman edip sâlih amel işleyenlerin, Rabb'leri tarafından MUHAMMED'e indirilen gerçeğe inananların günahlarını Allah örtüp bağışlar ve hallerini düzeltip iyileştirir." (Muhammed: 2)

Muhammed Aleyhisselâm'a indirilen gerçeğe inananların hallerini iyileştirecek, dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşturacak.

Tarih boyunca imanlarında sâdık olan müslümanların durumları da hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır.

 


[TOP]

14.43 Leamrük

Previous topicNext topic
Leamrük
 

Leamrük

Allah- Teâlâ onun hayatı üzerine yeminde bulundu:

"Resul'üm! Senin ömrüne andolsun ki!.." (Hicr: 72)

Allah-u Teâlâ onu o kadar seviyor ki, yaptığı iş ve icraatlarından ibadet ve taatlarından, istikametinden, adâletinden, şefkat ve merhametinden o kadar hoşnut ki onun ömrüne yemin ediyor. Bu yemin hoşnutluğundan ileri geliyor. Burada onun için yüce bir makam, büyük bir şeref vardır.

Ayrıca Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğup büyüdüğü, yaşadığı belde üzerine de yemin etmiştir:

"Ve bu güvenilir şehre andolsun ki!.." (Tîn: 3)

Bazı beldeler vardır bitki bitirir, bazı beldeler vardır bitirmez. Bazı beldeler vardır ilâhî rahmete mazhar olmuştur, bazı beldeler vardır ki olmamıştır. Dilediğine lütfetmiş, nazar etmiş, dilediğine vermemiş.

Mekke-i Mükerreme şehirlerin anasıdır, nurların özüdür. Allah-u Teâlâ Kâbe-i muazzama'yı orada kurdurdu, Nur'unu Arş'a kadar yükseltti. "Hacer-i esved" taşı cennet-i âlâ'dan getirilip bütün âleme şehâdet etmesi için Kâbe-i Muazzama'ya yerleştirildi.

Âlemlerin Nur'u orada doğdu. Nur-i Muhammedî orada tulû etti, bütün âlemlere oradan yayıldı.

Kur'an-ı Azîmüşân orada indirildi.

Allah katında şehirlerin en şereflisi ve en muteberi olduğunu, Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ'nın bu mübarek şehre yemin etmesi ile öğrenmiş oluyoruz.

 


[TOP]

14.44 Miraç

Previous topicNext topic
Miraç

 

Miraç

Muhammed Aleyhisselâm Hicret'ten bir buçuk sene evvel Receb-i şerif ayının 27. gecesinde Miraç ile şereflenmiştir.

Mirâc-ı şerif hadisesi Kur'an-ı kerim'de şöyle anlatılmaktadır:

"Kulunu (Muhammed'i) gecenin bir anında Mescid-i Haram'dan alıp civarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Ona âyetlerimizden nicelerini gösterelim diye böyle yaptık. Şüphesiz ki Allah işiten ve görendir." (İsrâ: 1)

Mescid-i Aksâ ile Mescid-i Haram'ın arasındaki mesafe uzak olduğu için Kudüs'teki mescide "Mescid-i Aksâ" denilmiştir.

Bu bir esrâr-ı ilâhî'dir. Allah-u Teâlâ yalnız ve yalnız onu seçti, onu çekti ve ona gösterdi. Ona gösterdiğini kimseye göstermediği gibi, mukarreb meleklerden olan Cebrail Aleyhisselâm'a dahi vâkıf ettirmedi. Bu şeref ile ondan başka hiç kimseyi müşerref etmedi.

Resulullah Aleyhisselâm bu gece göklerin ve yerin melekûtundan haberdar oldu ve Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametini gösteren âyet ve alâmetleri, harikulâde halleri gördü.

O kendisi Allah-u Teâlâ'nın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Bu şekilde miraç, Muhammed Aleyhisselâm'a âyet göstermekten daha çok, onun kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur.


[TOP]

14.45 Büyük Bir Müjde

Previous topicNext topic
Büyük Bir Müjde
 

Büyük Bir Müjde

Ulül-azm bir peygamber olan İsa Aleyhisselâm, göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:

"Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat'ı tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim." (Saf: 6)

Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere; İsâ Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini haber verdiği gibi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de İsâ Aleyhisselâm'ın geleceğini duyurmuştur.

Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini bütün peygamberlere ismiyle cismiyle nasıl tanıtmış ve bildirmiştir. Hiçbir yahudinin ve hiçbir hıristiyanın bu vebal altından kurtulması mümkün değildir. Çünkü açık bir fermân-ı ilâhîye var. Zira Allah-u Teâlâ ve Peygamber'i bildirip açıklıyor. Yani "Ben bilmiyordum, duymadım." gibi bir itiraz kabul edilmeyecektir.

Bu o kadar büyük bir vebal ki, altından kurtulmak mümkün değildir.


[TOP]

14.46 Kadem-i Sıdk

Previous topicNext topic
Kadem-i Sıdk

 

Kadem-i Sıdk

"İman edenlere Rabb'leri katında kendileri için bir Kadem-i Sıdk olduğunu müjdele." (Yunus: 2)

Âyet-i kerime'sinde geçen "Kadem-i Sıdk" Muhammed Aleyhisselâm'dır.

Öyle bir "Kadem-i Sıdk" ki sâdıkların, sıddıkların rehberi; ümmetine doğruluğu sağlayan, duâsı ve şefaati red olunmayan yegâne Peygamber'dir.

Allah-u Teâlâ onu öyle bir önder, öyle bir yol gösterici, öyle bir Nur kılmış ki; o Zât-ı âli'yi, o Nur'u, o izi takip edenlerin, o izden ayrılmayanların saâdet-i ebedîye'ye ereceğini ve ahirette onun ile beraber olacağını müjdeliyor.

 


[TOP]

14.47 Tevrat ve İncil'de

Previous topicNext topic
Tevrat ve İncil'de
 

Tevrat ve İncil'de
Muhammed Aleyhisselâm:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ism-i şerifleri ve vasıfları Tevrat'ta da İncil'de de yazılı bulunuyordu.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyarlar." (A'râf: 157)

Gerçekten Allah-u Teâlâ Tevrat'ta da, İncil'de de, Resulullah Aleyhisselâm'ın vasfını bildirdiğinden, fazilet ve meziyetini duyurduğundan ötürü; gerek peygamberler, gerek onlara yakın olanlar bunu o anda kabul etmiş ve iman etmişlerdir. Hiçbir itirazları da olmamıştır.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde yahudi ve hıristiyanlardan, Kur'an-ı kerim'i indirildiği gibi okuyan müslüman bir grup olduğunu haber veriyor:

"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır." (Bakara: 121)

Onlar bütün hakları gözetirler, Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden bağlıdırlar. Emirlerine itaat ederler, yasaklarından kaçınırlar. Böylece dünyada huzur ve saâdet içinde yaşadıkları gibi, inşaallah ahirette de selâmette olurlar.

O hevâ ve heves sahipleri artık gerçek mânâsıyla kitap ehli değildirler.

Yahudiler Tevrat'ta hıristiyanlar İncil'de âhir zaman peygamberinin vasıflarını gördüler ve onun gelmesini beklediler. Her nesil bunu kendinden sonra geleceklere anlattı ve geldiği zaman inanmalarını tembihledi. Bu sebeple her iki zümre de bu peygamberin gelmesini dört gözle bekliyorlardı. Ancak beklenen peygamberin Araplar arasından ve bir yetim kimse olarak gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler. Halbuki onun gerçekten peygamber olduğunu, kendi oğullarını bilip tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara: 146)

Allah-u Teâlâ: "Bilmedik, bulmadık!.." dememeleri için Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini eksiksiz ve en güzel bir şekilde tanıtmıştır. Hatta onlar onu öz oğullarından daha iyi tanırlar. Çünkü tanıtan, onu yaratan Allah-u Teâlâ'dır.

"Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler." (Bakara: 146)

Fakat Allah-u Teâlâ'nın onu bu kadar açık tanıtmasına rağmen sırf kibirlerine yediremeyerek ona uymayanlar; Allah-u Teâlâ'nın emirlerine muhalefet ettikleri için, ebedî felâket ve azap içinde kaldılar.


[TOP]

14.48 İslâm

Previous topicNext topic
İslâm

 

İslâm

Allah-u Teâlâ kendi peygamberine ve dinine yardımını değişik biçimlerde, değişik tezahürlerle sürdürecektir. İslâmiyet kıyamete kadar pâyidar olacaktır.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)

"Onlar Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nûrunu tamamlayacaktır." (Saf: 8)

O zaman tamamladığı gibi bugün de bu nûru tamamlayacak ve onu kıyamete kadar muhafaza edecektir. Bu nur kıyamete kadar bâkidir, aslâ söndürülemez. Allah-u Teâlâ nihayetinde muzafferiyeti er veya geç İslâm'a bahşedecektir.

"Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar." (Tevbe: 33)

Her zaman ve mekânda İslâm'ın geleceği gece değil gündüzdür, sönük değil parlaktır.

Ara sıra basan gece zulmetleri, İslâm'ı dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.

Allah-u Teâlâ müminlere, küfre karşı İslâm'ı muzaffer kılacağını, onları yeryüzünün mirasçıları yapacağını, beğenip seçtiği dinleri olan İslâm'ı güçlendirecek şekilde iktidar yapacağını ve üzerlerinde bulundukları korkuyu gidereceğini vâdetmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah içinizden iman edip de sâlih amel işleyenlere vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri nasıl yeryüzüne hükümran kıldıysa, onları da yeryüzüne hükümran kılacak.

Ve onlar için seçip beğendiği dinlerini kuvvetlendirecek, korkularını üzerlerinden kaldırdıktan sonra muhakkak emniyete kavuşturacak.

Öyle ki, bana ibâdet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak koşmasınlar.

Kim de bundan sonra inkâr eder, nankörlük ederse, işte onlar yoldan çıkmış olanlardır." (Nûr: 55)

Çünkü bu büyük nimeti inkâr ettiler, bu nimetin hakkını ödemediler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde müminlerin vasıflarını şöyle beyan buyuruyor:

"Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve hoşnutluk isterler. Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır.

İşte bu, onların Tevrat'ta anılan vasıflarıdır." (Fetih: 29)

"İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekicilerin hoşuna gider." (Fetih: 29)

Bu, Allah-u Teâlâ'nın İslâm'ın başlangıcına, kuvvetlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misaldir.

 


[TOP]

14.49 Dinde Sebat

Previous topicNext topic
Dinde Sebat
 

Dinde Sebat

Muhammed Aleyhisselâm'ın vefatı ile dininin terk olunmayacağı, dinden dönen kimsenin hiçbir şekilde Allah-u Teâlâ'ya zarar veremeyeceği, Allah'ın dinine sımsıkı sarılan, imanında sebat eden müminlerin güzel bir mükâfâta erecekleri Kur'an-ı kerim'de beyan buyurulmaktadır:

"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönecek olursa, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olamayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (Âl-i imrân: 144)

Burada "Şükredenler"den maksat İslâm'da sebat ederek vazife yapanlardır. Onlar her durumda dinleri uğrunda mücadele ederler.


[TOP]

14.50 Kolaylık Dini

Previous topicNext topic
Kolaylık Dini

 

Kolaylık Dini

Rahmet ve merhametinin engin tecellisinden dolayı, Allah-u Teâlâ bu ümmete, kendilerinden başka hiç kimseye vermediği iki haslet vermiştir. Onları bütün insanlar üzerine şâhitler yapmış ve din işlerinde kendilerine hiçbir güçlük yüklememiştir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"O peygamber onların ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar." (A'râf: 157)

Yükümlü oldukları güç şeyleri Allah-u Teâlâ'nın müsaadesi ile bertaraf eder.

Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin kolaylık ifade eden beyanları incelendiğinde, onun her emrinin her yasağının müslümanlar için sırf kolaylıklardan ibaret olduğu kendiliğinden meydana çıkacaktır.

Ümmet olanların; küçük büyük, bilerek ve unutarak işledikleri bütün günahları tevbe ettikleri takdirde affedeceğini Allah-u Teâlâ vâdetmiştir.

Allah-u Teâlâ bütün bu ikramları son peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ın hürmetine, ümmet-i muhteremesi için yapmıştır.


[TOP]

14.51 Yahudiler ve Hıristiyanlar

Previous topicNext topic
Yahudiler ve Hıristiyanlar
 

Yahudiler ve Hıristiyanlar

Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlar'dan teşekkül eden ehl-i kitaba seslenerek, kendilerine Muhammed Aleyhisselâm'ı peygamber olarak gönderdiğini haber veriyor, dâvette bir nezaket olmak üzere iltifat yoluyla şöyle buyuruyor:

"Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size PEYGAMBER'imiz gelmiştir. Gerçekleri size açıklıyor ki, 'Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.' demeyesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi.

Allah'ın her şeye gücü yeter." (Mâide: 19)

Bu Âyet-i kerime mucibince Resulullah Aleyhisselâm geldiği halde inanmayan hiçbir ehl-i kitabın kurtulması mümkün değildir.

Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin arkasının kesildiği bir dönemde; dinlerin değiştirildiği, hak ve hakikatten uzaklaşıldığı, yolların çıkmaza girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde gönderdi.

Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür.

Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyan olan ehl-i kitap ile onların durumunda olanlara hitap ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"De ki: 'Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz.'" (Âl-i imran: 64)

Allah-u Teâlâ "Kelime"yi açıklayarak ve bu dâvetin ana prensiplerini de belirleyerek şöyle buyurur:

"Allah'tan başkasına tapmayalım.

O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım.

Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın." (Âl-i imran: 64)

Burada çeşitli vicdanların, muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri açık bir şekilde gösterilmektedir.

Sizin onları Tevhid'e dâvet edip şirki bırakmaya çağırmanıza rağmen;

"Eğer onlar yine yüz çevirirlerse: 'Şâhit olun ki, biz müslümanlarız.' deyin." (Âl-i imran: 64)

Yani kendinizin bu din üzere olduğunuzu ortaya koyun ve İslâm üzere olduğunuza onları şâhit tutun.

Fakat ehl-i kitap Hakk'ı birlemekten değil, kelimeyi dağıtmaktan hoşlandılar.

Allah-u Teâlâ her ümmete bir elçi göndererek kendilerine lâzımgelen tebligâtın yapılmış olduğunu bir Âyet-i kerime'sinde şöyle haber vermektedir:

"Andolsun ki biz her ümmete: 'Allah'a ibadet edin, Tâğut'tan sakının!' diye bir peygamber gönderdik." (Nahl: 36)

Allah'a kulluk edin ve O'nu birleyin. Allah'tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.

"İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu." (Nahl: 36)

Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.

"Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!" (Nahl: 36)

Belki onların uğradıkları azabı düşünürsünüz de ibret alırsınız.

http://www.hakikat.com/dergi/229/bsyz229.html


[TOP]

15. PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) HAYATI

Previous topicNext topic
Help >
PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) HAYATI

[TOP]

15.1 Peygamberlikten Önceki Hayatı

Previous topicNext topic
Peygamberlikten Önceki Hayatı
Peygamber Efendimizin (s.a.v) Sünnetleri

 

Peygamberlikten Önceki Hayatı

HZ.MUHAMMED (S.A.V)'İN PEYGAMBERLİKTEN ÖNCEKİ HAYÂTI
" Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik". (el-Enbiyâ Sûresi, 107)
l- HZ. MUHAMMED (S.A.S)'İN ÇOCUKLUK DÖNEMİ


1- DOĞUMU:
Hz. Muhammed (s.a.v.) Milâddan sonra 571 senesi, Fil Yılı'nda, 12 Rebiülevvel (20 Nisan) pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke'nin doğusunda bulunan "Hâşimoğulları Mahallesi"nde, babasından kendisine mirâs kalan evde doğdu. Arapların takvim başı olarak kullandıkları "Fil Vak'ası", Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğumundan 52 gün kadar önce olmuştu.(18) Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine verdiği ziyâfette çocuğun adını soranlara: "Muhammed adını verdim. Dilerim ki, gökte Hakk, yeryüzünde halk, O'nu hayırla yâdetsinler..." cevâbını verdi. Annesi de "Ahmed" dedi. (Muhammed, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok çok övülüp senâ edilen; Ahmed de Cenab-ı Hakk'ı yüce sıfatları ile öven, hamdeden kimse demektir.(19) İslâm târihçileri, Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğduğu gece bir takım olağanüstü olayların meydana geldiğini naklederler. O gece İran Kisrâsı (Hükümdarı)'nın Medâyin şehrindeki sarayının 14 sütûnu yıkılmış, mecûsîlerin İran'da Istahrâbat şehrinde bin yıldan beri yanmakta olan "ateşgede"leri sönmüş, Sâve (Taberiyye) gölü yere batmış, bin yıldan beri kurumuş olan Semâve deresi'nin suları taşmış, mecûsîlerin büyük bilgini Mûdibân korkunç bir rüya görmüş, Kâbe'deki putların yüz üstü devrildikleri görülmüştü. Gerçekten O'nun doğması ile bütün dünyada hüküm sürmekte olan cehâlet ve küfür ateşi sönmüş, putperestlik yıkılmış, zulmün baskısı son bulmuştur.
2- SOYU (NESEBİ)
Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.s.)'in babası, Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah; annesi ise Vehb'in kızı Âmine'dir. Babası Abdullah, Kureyş Kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan, annesi Âmine ise Zühreoğulları kolundandır. Her ikisinin soyu, bir kaç batın yukarıda, "Kilâb"da birleşmektedir. Her ikisi de Mekke'lidir. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Hz.İbrâhim'in büyük oğlu Hz. İsmâil'in neslindendir. Soyu Adnân'a kadar kesintisiz bellidir.(20) Adnân ile Hz.İsmâil arasındaki batınların sayısında neseb bilginleri ihtilâf etmişlerdir.(21) Peygamber (s.a.s.) Efendimizin soyu, çok temiz ve çok şerefli bir neseb zinciridir. Bir hadisi şerifte Rasûl-i Ekrem Efendimiz: "Ben devirden devire, (nesilden nesile, âileden âileye) seçilerek intikal eden Âdemoğulları soylarının en temizinden naklolundum, sonunda içinde bulunduğum 'Hâşimoğulları' âilesinden neş'et ettim", buyurmuştur.(22) Diğer bir hadisi şerifte bu seçilme işi şöyle anlatılmıştır. "Allah, Hz İbrâhim'in oğullarından Hz. İsmâil'i, İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından Kureyşi, Kureyşden Hâşimoğul-larını, Hâşimoğullarından da beni seçmiştir." (23) Bir başka hadis-i şerifinde de Rasûl–i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Allah beni, dâima helâl babaların sulbünden, temiz anaların rahmine naklederek, sonunda babamla annemden ızhâr etti. Âdem'den, anne-babama gelinceye kadarki nesebim içinde nikâhsız birleşen olmamıştır". (24) Hz. Muhammed (s.a.s.)'in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, Suriye seyâhatinden dönerken Yesrib (Medine)'de hastalanarak 25 yaşında vefât etmiş ve orada defnedilmişti. Peygamberimiz (s.a.s.)'e, babasından mirâs olarak beş deve, bir sürü koyun, doğduğu ev ve künyesi Ümmü Eymen olan Habeşli Bereke adlı bir câriye kalmıştır.(25)​

3- HZ. MUHAMMED (S.A.S.) SÜT ANNE YANINDA
Başlangıçta çocuğu (3 veya 7 gün) annesi Âmine emzirdi.(26) Sütü yetmediği için, daha sonra amcası Ebû Leheb'in azatlı câriyesi Süveybe tarafından emzirildi.(27) Fakat Hz. Muhammed (s.a.s.)'in devamlı süt annesi Hevâzin Kabîlesinin Sa'doğlulları kolundan Halîme oldu. Mekke'nin havası ağır olduğu için, Mekkeliler yeni doğan çocuklarını çölden gelen süt annelere verirlerdi. Çöl ikliminde çocuklar hem daha gürbüz yetişiyor, hem de bozulmamış (fasih) Arapça öğreniyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.)'de bu âdete göre süt annesi Halîme'ye verildi. Halîme, yetim bir çocuğu emzirmenin kârlı bir iş olmayacağı düşüncesiyle, başlangıçta tereddüt göstermişse de, daha sonra bu çocuğun evlerine uğur ve bereket getirdiğini görmüş ve O'nu öz çocuklarından daha çok sevmiştir. Süt kardeşi Şeyma da bakımında annesine yardımcı olmuştur.(28) Hz.Muhammed (s.a.s.) süt annesi ve süt kardeşleri ile sonraki yıllarda dâima ilgilenmiştir. Halîme kendisini ziyârete geldiği zaman onu "anacığım" diyerek karşılamış, altına elbisesini yayarak, saygı göstermiştir.(29) Hz. Muhammed (s.a.s.) dört yaşına kadar, süt annesinin yanında çölde kaldı. Dört yaşında Halîme çocuğu Mekke'ye götürerek annesine teslim etti. İslâm târihçileri, bu esnada "şakk-ı sadr" (göğüs açma) olayının meydana geldiğini, çocukta görülen bu gibi olağanüstü hallerin Halîme'yi endişelendirdiğini, bu yüzden çocuğu annesine teslime mecbûr kaldığını naklederler.(30)​

4- MEDİNE ZİYÂRETİ


Hz. Muhammed (s.a.s.) dört yaşından altı yaşına kadar, öz annesi Âmine ile kaldı, O'nun şefkat ve ihtimâmı ile yetişip büyüdü. Altı yaşında iken, babasının Medine'de bulunan kabrini ziyâret etmek üzere, annesi ve sadık hizmetçileri Ümmü Eymen'le beraber Medine'ye gittiler. Medine'deki akrabaları Neccâroğullarında bir ay kadar misâfir kaldılar. Dönüşte, Medine'nin 23 mil güneyinde Ebvâ Köyü'nde Âmine hastalandı.(31) Henüz doğmadan babasından yetim kalmış olan Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşında iken annesinden de öksüz kalıyordu. Bu acıyı bütün varlığı ile hisseden anne, oğlunu şefkat dolu gözlerle süzdü. Bağrına basıp uzun uzun öptü. Masûm yüzüne bakarak "Her yeni eskiyecek, her fâni yok olup gidecek, Ben de öleceğim, fakat buna gam yemem, Namımı ebedi kılacak hayırlı bir halef bırakıyorum..." anlamına bir şiir söyledi. Bu sözlerden sonra vefât etti.(32) Annesinin ölümünden sonra çocuğu Ümmü Eymen Mekke'ye götürüp dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Altı yaşından sekiz yaşına kadar, çocuğa dedesi Abdülmuttalib baktı. Abdülmuttalib seksen yaşını geçmiş bir ihtiyârdı. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz sekiz yaşında iken dedesi de öldü. Ölürken, on oğlu içinden Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimizin yetiştirilmesini, öz amcası Ebû Tâlib'e bıraktı.(33/1) Yıllar sonra, Hicret'in 6'ıncı yılı Hudeybiye Barışı dönüşünde Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz, annesinin kabrini ziyâret edip, teessürle gözyaşı döktü. Annemin bana olan şefkatini hatırlayarak ağladım, buyurdu. (33/2) BİR GECE Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi, Kumdan, ayın ondördü bir Öksüz çıkıverdi! Lâkin, o ne hüsrândı ki: Hissetmedi gözler; Kaç bin senedir, halbuki bekleşmedelerdi! Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî Bir kerre, zuhûr ettiği çöl, en sapa yerdi. Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar., Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! Fevzâ bütün âfâkına sarmıştı zemînin. Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi. Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz, Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi! Bir nefhada insanlığı kurtardı O Mâsum, Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi! Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi; Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi! Âlemlere rahmetti, evet, şer–i mübîni, Şehbâlini, adl isteyenin yurduna gerdi. Dünya neye sâhipse, O'nun vergisidir hep; Medyûn O'na cem'iyyeti, medyûn O'na ferdi. Medyûndur O mâsûm'a bütün bir beşeriyyet... Yârab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret. Mehmed Âkif ERSOY Rasûlüllah (s.a.s.) 1 Rebiülevvel 11 H./27 Mayıs 632 M. târihine rastlayan Pazartesi günü öğleden sonra vefât etmiştir. (Bkz. Tecrid Tercemesi,9/298 ve 11/5-6) Sahih hadislerde, Peygamber (s.a.s.) Efendimiz'in 63 yaşında vefât ettiği belirtilmiştir (Bkz. Tecrid Tercemesi, 9/298, Hadis No. 1442 ve 11/33, Hadis No.1671) Rasûlüllah (s.a.s.)'in, Hz. Mâriye'den olan oğlu İbrâhim'in vefât ettiği gün, güneş tutulmuştu. (Bkz. Buhârî, 2/29-30; Tecrid Tercemesi, 3/428, Hadis No. 547) Mısır'lı Muhammed Felekî Paşa, yaptığı hesaplama ve araştırma sonucu, bu tutulma olayının, Milâdi 632 yılının 7 Ocak günü saat 8.30'a rastladığını tesbit etmiştir. Rasûlüllah (s.a.s.)'in vefâtı, 1 Rebiülevvel 11 H/27 Mayıs 632 M. Pazartesi günü olduğuna göre, Muhammed Felekî Paşa bu tarihten 63 kameri yıl geri giderek, Rasûlüllah (s.a.s.)'in doğumunun 9 Rebiülevvel/20 Nisan 571 veya 2 Rebiülevvel/13 Nisan 571 pazartesi olması gerektiği sonucuna varmıştır. (Bkz. Asr-ı Saadet 1/191). Fetih Sûresinde bu ism–i şerif, ayrıca "Rasûlüllah" olarak vasıflanmıştır. Saf Sûresinin 6. âyetinde ise: "Meryem oğlu İsâ: Ey İsrâiloğulları! Doğrusu ben, benden önce indirilen Tevrât'ı tasdik edici, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygemberi de müjdeleyici olarak, Allah'ın size gönderilmiş bir peygemberiyim demişti..." buyrulmuştur. Bu ayet-i celilede Hz. İsâ'nın, kendinden sonra "Ahmed" adında bir peygamberin geleceğini müjdelediği bildirilmektedir. Bugün elimizde, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'in orjinal nüshası bulunmayıp, ondan çok sonraki târihlerde kaleme alınmış muharref nüshalar bulunduğundan Hz. İsâ tarafından verilen bu müjdenin aslını bugünkü İncillerde aynen bulmak mümkün olmamaktadır. Ancak Yunanca'dan Türkçe'ye çevrilen Yuhanna İncili'nin 14. babı'nın 26 âyeti şöyledir: "Baba'dan size göndereceğim "Tesellici", "Babadan çıkan hakikat Ruhu geldiği zaman benim için o şehâdet edecektir." Burada geçen "Tesellici" kelimesi, İncilin Yunancasında "Faraklit" dir. İncil'in eski Arapça tercemelerinde bu kelime "Hammâd" veya "Hâmid" olarak terceme edilmiştir. Nitekim bir kısım Hıristiyan bilginleri de bu kelimeyi "Hammâd, yani çok hamd eden kimse olarak açıklamışlardır ki aşağı yukarı "Ahmed" anlamındadır. İncil'deki "Faraklit" kelimesini "Tesellici" diye terceme etmiş de olsalar, Hz. İsâ ile Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında bilinen bir peygamber bulunmadığına ve günümüze kadar da zuhûr etmediğine göre, Hz. İsâ'nın gönderileceğini bildirdiği "Tesellici" veya "Faraklit" Rasûlüllah (s.a.s.) den başka kim olabilir? (Bkz. Tecrid Tercemesi, 9/291-293, Hadis No: 1439 ve izâhı.) Buhârî'nin Cübeyr b. Mut'ım'den rivâyetine göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in eski kutsal kitaplarda, eski ümmetlerce bilinen üç adı daha vardır: Mâhi, Hâşir, Âkıb. Bu konuda şöyle buyurmuştur: "Bana âit beş yüce isim vardır. Ben Muhammed ve Ahmed'im. Ben Mâhi'yim, ki Allah benim (nübüvvetim)le küfrü izâle edecektir. Ben Hâşir'im ki (kıyamet gününde) insanlar benim ardımdan haşrolunacaklardır. Ben Âkib'im, Çünkü peygamberlerin sonuyum. (Buhârî 4/11;Tecrid Tercemesi, 9/291, Hadis No: 1439; Müslim, 4/1827, Hadis No: 2354. Rasûlüllah (s.a.s.)'in diğer isimleri için bkz. Tecrid Tercemesi, 9/291-294 ve 10/43) Annesinin nesebi de şöyledir: Vehb, Abdümenâf, Zühre, Kilâb, Mürre... Görüldüğü üzere her iki tarafın nesebi Kilâb'da birleşmektedir. (İbn Hişam, 1/115)​

II- HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN GENÇLİK DÖNEMİ


1- EBÛ TÂLİB'İN HİMÂYESİ

Peygamberimizin hayâtının sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar olan dönemine "gençlik devresi" denilir. Bu devrede Rasûlullah (s.a.s.) amcası Ebû Tâlib'in yanında, onun himâyesi altında bulunmuştur. Ebû Tâlib, zeki ve âlicenâb bir zâtdı. Zengin olmamakla beraber, asâleti ve âlicenâplığı sebebiyle herkesten saygı görüyordu. Yeğeni Hz. Muhammed'i çok seviyor, hiç yanından ayırmıyordu.​

2- SEYÂHATLERi
a) Şam Seyâhati
Mekke iklimi zirâate elverişli olmadığından, Mekkeliler ticâretle uğraşırlar, çocuklarını da ticârete alıştırırlardı. Ticâret için kervanlarla, yazın Şam'a, kışın Yemen'e seyâhet ederlerdi. Ebû Tâlip de diğer Mekkeliler gibi kervan ticâreti yapıyordu. Bir defasında Şam'a giderken, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e amcasından ayrılmak zor geldi; kendisini de yanında götürmesini istedi. Ebû Tâlib çok sevdiği yeğenini kırmadı. O'nu da kafileyle beraberinde götürdü. Bu esnâda henüz oniki yaşındaydı. Şam'ın 90 km. kadar güneyinde Busrâ (Eski Şam) denilen kasabada "Bahîra" adında bir Hıristiyan râhibi vardı. Kasabaya uğrayan kervanlarla hiç ilgilenmediği halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in içinde bulunduğu kervanı karşılayarak bütün kafileye bir ziyâfet verdi. Bahîra okuduğu kutsal kitaplardan edindiği bilgilerle, Hz Muhammed (s.a.s.)'in simâsından, O'nun istikbâlini sezmişti. O'nunla konuştu. Sorular sordu. Aldığı cevâplar, kanâatini kuvvetlendirdi. Şam yolculuğunun bu çocuk için tehlikeli olacağını düşündü. Ebû Tâlib'e: -"Bu çocuk son Peygamber olacaktır. Şam Yahûdîleri içinde O'nun alâmet ve vasıflarını bilen kâhinler vardır. Tanırlarsa, ihânet ve kötülüklerinden korkulur. Bu çocuğu Şam'a götürmeyiniz..."dedi. Bu sözler üzerine Ebû Tâlib Şam'a gitmekten vazgeçti. Alışverişini burada bitirip, geri döndü.(34) Son Peygamberin geleceği ve O'nun bir çok vasıfları Tevrât ve İncil'de bildirilmişti. Bu sebeple, Yahûdî ve Hristiyan bilginleri, O'nun alâmetlerini ve vasıflarını biliyorlardı. Hicretten sonra Müslüman olan Medineli Yahûdi âlimi Abdullah İbn Selâm'ın "Tevrat'ta Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Hz. İsa (a.s.)'ın sıfatları vardır" dediğini, "Kütüb-i Sitte" denilen altı güvenilir hadis kitabından Tirmizi'nin es-Sünen'inde rivâyet edilmiştir."(35)​
" "
Gülünç Bir İddiâ
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in 12 yaşında yaptığı bu seyâhatta râhip Bahîra ile görüşmesini, bazı Hıristiyan yazarlar, Hıristiyanlığın bir zaferi gibi göstermek istemişler, Peygamberimiz (s.a.s.)'in bütün dinî esasları bu râhipten öğrendiğini iddia etmişlerdir. Bu iddia son derece gülünç ve tutarsızdır. Oniki yaşındaki bir çocuğun, İslâm gibi mükemmel bir dinin esaslarını bir kaç saatlik görüşme esnâsında öğrenmesi mümkün değildir. Bu râhip bu esasları bilseydi, kendisi tebliğ ederdi. Eğer burada böyle bir konu konuşulsaydı, kafilenin gözü önünde yapılan bu konuşma ağızdan ağıza yayılırdı. Peygamberliğini ilân ettiği zaman inanmayanlar, "bunlar Bahîra'nın sözleri" demezler miydi? Üstelik İslâmiyet, Hıristiyanların "teslis" (üçlü tanrı sistemi) inancını tamâmen reddetmiş "Tevhid inancını" getirmiştir. Görüldüğü üzere, bu iddia son derece çürük ve çirkin bir iftirâdan başka bir şey değildir.​

b) Yemen Seyâhati
Hz. Muhammed (s.a.s.) 17 yaşında iken de, diğer bir ticâret kafilesi ile amcalarından Zübeyr ve Abbâs'la birlikte Yemen'e gidip gelmiştir.(36)​

3- FİCÂR SAVAŞINA KATILMASI
Müslümanlıktan önce (Câhiliyet Döneminde) Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı. Yalnızca "Eşhür-i hurum" denilen dört ayda savaşmak haram sayılırdı. Bu dört ayda (Zilka'de, Zilhicce, Muharrem, Receb) savaş yapılacak olursa fâcirane sayıldığı için buna "Ficâr Savaşı" denirdi. Kureyş kabîlesi ile Hevâzin kabîlesi arasında kan davası yüzünden bir savaş başlamış, dört yıl sürmüştü. Savaş, kan dökülmesi haram olan aylarda da devâm ettiği için "Ficâr Savaşı" denildi. Peygamberimiz (s.a.s.) yirmi yaşlarında iken bu savaşa amcaları ile birlikte katıldı. Fakat kimseye ok atmamış, kimsenin kanını dökmemiştir. Sâdece karşı taraftan atılan okları toplayıp, amcalarına vermiştir.(37)​

4- HILFU'L-FUDÛL CEMİYETİNDE ÜYELİĞİ

Uzun süren Ficâr savaşı esnâsında Mekke'de âsâyiş bozulmuş, can ve mal güvenliği kalmamıştı. Özellikle dışarıdan mal getiren yabancıların malları yağmalanıyordu. Vâil oğlu Âs, Mekke'ye gelen Yemen'li bir tâcirin bütün malını gasbetmiş, haksız olarak elinden almıştı. Yemen'li, Ebû Kubeys dağına çıkarak uğradığı haksızlığa karşı, bütün kabîleleri yardıma çağırdı. Yemenlinin bu feryâdı üzerine Peygamberimiz (s.a.s.)'in amcası Zübeyr, Kureyşin bütün ileri gelenlerini çağırdı. Hâşimoğulları, Zühreoğulları, Esedoğulları, Temimoğulları, Abdülluzzaoğulları, Zübeyrin dâvetine icâbet ederek, Beni Temîm'den Cüd'ân oğlu Abdullah'ın evinde toplandılar."Mekke'de zulmü önlemeğe yerli-yabancı hiç kimseye karşı haksızlık ettirmemeğe" karar verdiler. Haksızlığa uğrayan kimselere yardım edeceklerine yemin ettiler. Yemenlinin hakkını Âs'tan alıp geri verdiler. Mekke'de âsâyişi yoluna koydular. Vaktiyle, Cürhümîler zamanında Fadl b. Hâris,, Fudayl b. Vedâa ve Mufaddal b. Fedâle isimlerinde üç kabîle başkanı, kabîleleri ile toplanarak,"Mekke'de zulme meydan vermeyeceğiz, zayıfların hakkını adâlet üzere alacağız..."(38) diye yemin etmişlerdi. Onların bu yeminlerine "Hılfu'l-fudûl" (Fadılllar yemini) denilmişti. Cüd'ân oğlu Abdullah'ın evinde aynı konuda yapılan yemine de bu sebeple "Hılfu'l-fudûl" denildi. Peygamberimiz (s.a.s.) 20 yaşında iken bu toplantıda amcaları ile beraber üye olarak bulundu. Bu cemiyetin çalışmalarından son derece memnun kaldığını Peygamberliğinden sonra: "İslâm'da da böyle bir cemiyete cağrılsam, yine icâbet ederim", sözleriyle ifâde etmiştir.(39)​

III- HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN EVLİLİK DÖNEMİ

TİCARET HAYATI
Bütün Mekke'liler gibi Hz. Muhammed (s.a.s.) de amcasıyle birlikte ticâret yapıyordu. Gerek çocukluğunda, gerekse ticâret hayâtında, dürüstlüğü ile tanınmıştı. Sözünde durmadığı, yalan söylediği, başkalarına zarar verecek bir davranışta bulunduğu, bir kimseyi incittiği asla görülmemiş; dürüstlüğü dillere destan olmuştu. Bu yüzden Mekke'liler O'na "el-Emîn" (her konuda güvenilir kişi) diyorlardı. O'nun bu yüksek ahlâkını öğrenen Kureyşin zengin kadınlarından Hatice, kendisine sermâye vererek ticâret ortaklığı teklif etti. Böylece Peygamber (s.a.s.) ile Hatice arasında ticâret ortaklığı başladı.​

2- HZ. HATİCE İLE EVLENMESİ

Kureyşin Esed oğulları kolundan Huveylid kızı Hatice zeki, dirâyetli, şeref ve asâlet sâhibi, 39-40 yaşlarında zengin ve güzel bir hanımdı. Daha önce iki defa evlenmiş ve dul kalmıştı. Kureyşin ileri gelenlerinden pek çok isteyenler olmuş, fakat hiç biri ile evlenmemişti. Güvendiği kimselere sermâye vererek ticâret ortaklığı yapıyor, böylece servetini artırıyordu. Yüksek ahlâk ve âli-cenâblığı sebebiyle, kendisine Müslümanlıktan önce "Tâhire" denildiği gibi, sonra da "Haticetü'l-Kübra" denilmiştir. Hz. Hatice bir ticâret kafilesiyle Peygamberimiz (s.a.s.)'i Şam'a gönderdi. Kölesi Meysere'yi de hizmetine verdi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.) Şam'a kadar gitmedi; malları Busra'da satarak geri döndü. Çünkü Bahîra'nın ölümünden sonra yerine geçen Râhip Nestûra da, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Şam'a gitmesini uygun bulmamıştı.(40) Üç ay kadar sonra, Hz. Muhammed (s.a.s.) beklenilenin çok üzerinde kazanç elde ederek döndü. Hz. Hatice, bu büyük insanın emniyet, dürüstlük ve gayretine hayran oldu. Daha sonra araya vasıtalar girdi; evlenmeleri kararlaştırıldı. Bu esnâda Hz.Muhammed (s.a.s.) 25, Hz Hatice ise 40 yaşlarındaydı.(41) Nikâh, Hatice'nin amcazâdesi, Varaka oğlu Nevfel tarafından Hz. Hatice'nin evinde kıyıldı. Ebû Tâlib ile Varaka birer hitâbede bulunarak, her iki âilenin üstünlük ve meziyetlerini dile getirdiler.(42) Esâsen, Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Hatice'nin nesebleri Kusayy'da birleşir. Hz. Hatice'ye 20 dişi deve mehir verildi.(43) Nikâhtan sonra develer kesilerek dâvetlilere ziyâfet çekildi. Evlenmelerinden sonra, Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. Hatice'nin evine geçti. Örnek ve mutlu bir âile yuvası kurdular. Hz. Hatice, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e derin bir saygı ve sevgi ile bağlıydı. Peygamberliğinden önce olduğu gibi, Peygamberlik devrinde de en büyük yardımcısı oldu. Yüksek ve eşsiz ruhlu bir hanım olduğunu gösterdi. Peygamberimiz (s.a.s.)'de ondan son derece memnundu. O devirde çok evlilik âdet olduğu ve bir çok teklifler aldığı ve aralarında yaş farkı da bulunduğu halde, onun üzerine evlenmedi; ölümünden sonra da onu hep hayırla andı.​
" "
3- HZ. PEYGAMBER (S.A.S)'İN ÇOCUKLARI
Peygamberimiz (s.a.s.)'in Hz. Hatice'den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere sırasıyla, Kaasım, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah adlarında altı çocuğu oldu. Arablarda ilk çocuğun adı ile künyelendirme âdet olduğundan Hz.Peygamber (s.a.s.)'e de "Ebü'l-Kaasım" denildi. Kaasım ile Abdullah küçük yaşta öldüler. Kızları büyüdüler. Fakat Fâtıma'dan başka hepsi de babalarından önce vefât ettiler. Yalnız Fâtıma, Peygamber (s.a.s.)'in vefâtından sonra altı ay daha yaşadı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s), kızlarının en büyüğü Zeyneb'i Ebu'l-Âs ile evlendirdi. Ebü'l Âs, Müslüman olmadığı için, Zeyneb'in hicretine izin vermemişti. Bedir Savaşında esir düştü. Zeyneb'i Medine'ye göndermek şartı ile serbest bırakıldı. Daha sonra Müslüman olarak Medine'ye geldi. Zeyneb'i tekrar aldı.(44) Rukiyye ile Ümmü Gülsüm'ü, amcası Ebû Leheb'in oğullarından Utbe ve Uteybe ile evlendirmişti. İslâmiyetten sonra Ebû Leheb, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan düşmanlığı sebebiyle oğullarına eşlerini boşamaları için baskı yaptı. Onlar boşadıktan sonra, Rasûlullah (s.a.s.) Rukiyye'yi Hz. Osman'la evlendirdi. Rukiyye'nin ölümünden sonra da Ümmü Gülsüm'ü nikâhladı. Bu yüzden Hz. Osman'a "iki nûr sâhibi" anlamına "Zi'n-nûreyn" denildi. En küçük kızı Fâtıma'yı ise Hz. Ali ile evlendirdi. Hasan ve Hüseyin, Hz. Fâtıma'nın çocuklarıdır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in nesli, Hz. Fâtıma ile devâm etmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)'in Mısırlı eşi Mâriye'den de İbrâhim adlı bir oğlu olmuş, fakat Hicretin 10'uncu yılında henüz iki yaşına girmeden ölmüştür.​
" "
4- KÂBE'NİN TÂMİRİNDE HAKEMLİĞİ (605 M.)
Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil tarafından yapılmış olan Kâbe, geçen uzun asırlar içinde yağmur ve sel suları ile harabolmuş, tâmir edilmesi gerekmişti. Kureyşliler, Kâbe binasını yıkarak, yeniden yapmaya karar verdiler. Yardımlar toplandı, gerekli malzeme temin edildi. Hz. İbrâhim'in yaptığı temele kadar yıkarak, duvarları yeniden örmeğe başladılar. Ancak; "Hacer-i Esved"i yerine koyma sırası gelince anlaşamadılar. Kureyş'in bütün kolları, bu şerefin kendilerine âit olmasını istiyordu. Anlaşmazlık dört gün sürdü, kan dökülmek üzereydi ki,(45) Kureyş'in en ihtiyarı Ebû Ümeyye veya Huzeyfe b. Muğîre"Harem kapısından ilk girecek zâtın hakem yapılarak, onun vereceği karara uyulmasını" teklif etti.(46) Bu teklif kabul edildi. Az sonra kapıdan Hz. Muhammed (s.a.s) girmişti. Buna o kadar sevindiler ki, "el-Emîn, el-Emîn, O'nun hakemliğine râzıyız..." diye bağrıştılar.Yanlarına gelince, durumu anlattılar. Hz. Muhammed (s.a.s.), üzerine Hacer-i Esved-i koyduğu yaygının uçlarını Kureyşin ulularına tutturdu; hep berâber, konulacağı yere kadar taşıdılar. Hz. Peygamber (s.a.s.)'de taşı alıp yerine yerleştirdi. Anlaşmazlığın bu şekilde çözümlenmesi herkesi memnûn etti. Böylece büyük bir felâket önlenmiş oldu.(47) Bu olay, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in zekâ ve dirâyeti yanında, O'nun Mekkeliler arasındaki sonsuz itibâr ve güvenini de göstermektedir. Bu esnâda Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) 35 yaşında idi. Kâbe'nin tâmirinde Hz. Peygamber (s.a.s.) de bizzât çalışmış, taş taşımış, hatta bu yüzden omuzları yara olmuştu. Bir defa, amcası Abbâs'ın sözüne uyarak, taş acıtmasın diye elbisesini omuzuna topladığında vücûdu açılıverince baygın halde yere düşmüştü. Rasûlullah (s.a.s.) o andan sonra hiç üryân görülmemiştir.(48) (18) Siyer ve İslâm Târihi müellifleri, Rasûlüllah (s.a.s.)'in doğumunun Rebiülevvel ayında bir pazartesi günü sabaha karşı olduğunda genellikle ittifak etmişlerse de, ayın kaçıncı günü olduğu konusunda birleşememişlerdir. (19) Peygamberimizin en meşhûr ve Kur'an-ı Kerim'de geçen isimleri; "Muhammed" ve "Ahmed"dir. Muhammed (s.a.s.) ismi Kur'ân-ı Kerîm'de 4 yerde (Âl-i İmrân Sûresi 144, Ahzâb Sûresi 40, Muhammed Sûresi 2 ve Fetih Sûresi 19); Ahmed ismi ise 1 yerde (Saf Sûresi, 6) geçmektedir. (20) Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Adnân'a kadar kesintisiz bilinen nesebi sırasıyla şöyledir: Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdümenâf, Kusayy, Kilâb, Mürre, Kâab, Lüey, Galib, Fihr (Kureyş), Mâlik, en-Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Meadd, Adnân, (el-Buhârî, 4/238; İbn Hişâm, 1/1-2) (21) Aynî, Umdetü'l-Karî, 8/54; Tecrid Tercemesi, 10/43; Asr-ı Saâdet, 1/178-179 (22) El-Buhârî, 4/166; Tecrid Tercemesi, 9/316 (Hadis No: 1454) ve 10/44 (23) Müslim, 4/1782 ( Hadis No: 2276); Tirmizi, 5/583 (Hadis No: 3605); Tecrid Tercemesi 10/44 (24) Bkz. İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2/255-256, Tecrid Tercemesi, 10/44; Târih-i Din-i İslâm, 2/5 (25) Asr-ı Saâdet, 1/187 (26) Târih-i Din-i İslâm, 2/16 (27) İbnü'l-Esir, el-Kâmil, 1/459; İbn Sa'd, Tabakat 1/108 (28) İbnü'l-Esir, a.g.e., 1/460 (29) Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, 5/6, Kahire, 1382/ 1962 (Ebû Dâvud'dan) (30) Bkz. İbn Hişâm, 1/174; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 461-462; Hamîdullah, İslâm Peygamberi 1/40 Rasûlüllah (s.a.s.)'in hayatında şakk-ı sadr olayı bir kaç defa olmuştur. İlki, süt annesi Halîme'nin yanında iken meydana gelmiştir. Melekler, göğsünü açıp, "işte şeytanın sendeki nasibi" diyerek bir pıhtı çıkarıp atmışlardır. (Müslim, 1/147 K. İmân B. 74, Hadis No: 261). İlk vahyin gelişinden önce de, vahyin ağırlığına dayanabilmisi için, şakk-ı sadr olayının tekrarlandığı rivâyet edilmiştir. Mirâc mucize'sinden önce de Cebrâil (a.s.) Rasûlüllah (s.a.s.)'in göğsünü açıp "zemzem suyu" ile yıkadıktan sonra imân ve hikmet doldurmuştur. (Tecrid Tercemesi, 2/227, Hadis No: 227 ve izâhı) (31) İbn Hişâm, 1/177; Tecrid Tercemesi, 4/699 (32) Târih-i Din-i İslâm, 2/23; Tecrid Tercemesi, 2/699 (33/1) Abdülmuttalib'in çeşitli zevcelerinden 10 oğlu ve 6 kızı vardı. Bunlar içinde Hz. Ali'nin babası Ebû Tâlib ile Peygamberimiz (s.a.s)'in babası Abdullah ana baba bir kardeşti. (Asr-ı Saâdet 1/ 197; Târihi-i Din-i İslâm, 2/27) Oğulları: Abbâs, Hamza, Abdullah, Ebû Tâlib (asıl adı Abdimenâf) Zübeyr, Hâris, Hacl, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb (asıl adı Abduluzza) dır. Kızları ise: Safiyye, Ümmü Hakim el- Beyda, Âtike, Ümeyme, Eravâ, Berre. (İbn Hişâm, 1/113) (33/2) İbn Sa'd, et-Tabakat, 1/116-117; Tecrid Tercemesi, 4/683 Kelime Açıklamaları: Hasrân: Sapıklık, aldanma-Mamûre-i dünya: Dünyada insanların yaşadığı yerler, kalkınmış ülkeler-Beter: daha kötü-Beşer: İnsan cinsi, bütün insanlar-Dişsiz: (burada) güçsüz, zayıf, kimsesiz-Fevza: Kargaşa, anarşi-Âfak: Ufuklar-Ufuk: Uzaklara bakıldığında yeryüzünün gökyüzüyle birleşmiş gibi görünen yeri-Zemin: Yeryüzü. Şark: Doğu ülkeleri-Tefrika: Fikir ayrılığı-Nefha: Üfürme-Mâsûm: Günahsız-Hamle: Atılma, saldırma-Kayser: Bizans imparatorlarına verilen ünvan-Kisrâ: İran hükümdarlarına verilen ünvan-Acz: Güçsüzlük- Zevâl: Yok olma-Şer'i mübin: İslâm dini-Şehbal: kanat, kanattaki uzun tüyler-Adl: adalet-Medyûn: Borçlu-Beşeriyyet: İnsanlık-Mahşer: Kıyâmette insanların toplanacağı yer-Haşretmek: Kıyâmet günü insanları dirildikten sonra mahşerde toplamak. (34) Bkz. et-Tirmizi, es-Sünen, 5/590-591 (Hadis No: 3620); İbn Hişâm, 1/91-194; İbnü'l-Esîr,a.g.e., 2/37 (35) et-Tirmizi, 5/588, (Hadis No:3617) (36) Târih-i Din-i İslâm, 2/33 (37) İbn Hişâm, 1/198 (38) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/41 (39) İbn Hişâm 141-142; Tarih-i Din-i İslâm, 2/ 36; Tecrid Tercemesi, 7/101 (40) İbnü'l-Esîr, el-Kâmil 2/39 (41) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/39 (42) Her iki hutbenin metin ve tercemeleri için bkz. Târih-i Din-i İslâm, 2/ 47-48 (43) İbn Hişâm, 1/201. Beşyüz altın veya beşyüz dirhem.. gibi rivâyetler de vardır. (44) Ebûl-Âs ile ilgili daha geniş bilgi için, bkz. Tecrid Tercemesi, 2/373-376, (Hadis No: 313'ün izâhı) (45) Abdü'd-dâroğulları, ellerini bir çanaktaki kana batırarak, "kanımız dökülmedikçe, bu konuda kimse bizim önümüze geçemez" diye yemin etmişlerdi. (Tarih-i Din-i İslâm, 2/55) (46) Târihi-i Din–i İslâm, 2/55 (47) Bkz. İbn. Hişâm, 1/209; İbnü'l-Esir, a.g.e., 2/45; Tecrid Tercemesi, 6/40-44 (48) el-Buhârî, 1/96; Tecrid Tercemesi, 2/240, Hadis No. 237 ve 6/48​
"


[TOP]

15.2 Kısaca Hayatı

Previous topicNext topic
Kısaca Hayatı
Peygamber Efendimizin (s.a.v) Sünnetleri

Kısaca Hayatı


 

Kısaca Hayatı

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v) kısaca hayatı

Doğumu; 20 Nisan 571 Pazartesi günü sabaha karşı Mekke’de doğdu. Ay takvimine göre Rebîul’evvel ayının 12. gecesidir. Efendimiz’i sevgiyle ve şefaatini dileyerek andığımız doğum günündeki geceye Mevlid Kandili denir.
Doğduğu gece meydana gelen olaylar:
1) Kâbe içindeki putlar yıkıldı.
2) Mecûsîlerin bin yıldır söndürmeden taptıkları ateşleri söndü.
3) İran’daki kisranın sarayından 14 burç yıkıldı.
Adı: Muhammed: Çok çok övülen, çok övülmüş, güzel huyları olan kişi demektir. Bu ismi O’na Dedesi Abdülmuttalip vermiştir. Umarım O’nu yerde halk, gökte Hak över demiştir. Diğer isimleri Ahmed, Mustafa’dır.
Babası: Abdullah, Kureyş Kebilesin’den, Haşimoğulları Soyun’dan. (Abdülmuttalib’in oğlu)
Annesi: Âmine, Kureyş Kabilesin’den, Zühreoğulları Soyu’ndan. (Vehb’in kızı)
Dedesi (Büyükbabası): Abdülmuttalip, Mekke’nin ileri gelenlerinden. Zemzem Suyu’nun kaynağını yeniden yaptırmıştır.
Süt Annesi: Halime, Sa’doğullları Kabilesin’nden fakir bir kadındır. Kocasının adı Hâris, Peygamberimiz’in süt kardeşi (ablası) olan kızının adı Şeyma’dır.
Peygamberimiz(s.a.s.) sekiz aylıkken konuşur, iki yaşına bastığında da gösterişli bir çocuk olur.
Dört yaşına kadar süt annesi Halime’nin yanında kaldı.
Beş yaşına bastığında annesi Âmine’ye teslim edildi.
Altı yaşında iken annesiyle beraber babasının kabrini ziyaret etmek ve dayılarıyla tanışmak için Medine’ye gitti. Dönüşte annesi Âmine, Ebvâ denilen kasabada hastalandı ve henüz kervan yola koyulmadan da vefat etti. Hizmetçileri Ümmü Eymen O’nu alarak Mekke’ye getirdi ve dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti.
Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’le kaldı.
Abdülmuttalip ölüm döşeğindeyken sevimli torununu, merhamet ve şefkatine çok güvendiği fakir oğlu Ebu Talib’e emanet etti.
GENÇLİĞİ

On iki on üç yaşlarında iken amcası Ebu Talip’le bir ticaret kervanına katılıp Suriye’ye yola çıktı. Busra denen yerde Bahira adında bir papaz O’nun son peygamber olacağını verdiği cevaplar ve sırtında bulunan et beni şeklindeki iki kürek kemiği arasında bulunan nübüvvet mühründen (peygamberlik mührü) anladı. Suriye (Şam)’deki Yahudilerden endişe eden Ebu Talip, alış-verişi Busra’da yaparak Mekke’ye döndü.
Muhammedü’l-Emin: Hiç yalan söylemediği için ve doğruluktan ayrılmadığı için güvenilir Muhammed anlamındaki bu lâkapla çağırılmaya başlandı.
On yedi yaşında iken Güney’e Yemen tarafına bir ticaret kervanıyla gitti ve ticareti öğrendi.
EVLİLİĞİ VE PEYGAMBER OLANA KADAR GEÇEN HAYATI
Yirmi beş yaşında iken amcası Ebu Talip ve Hz. Hatice’nin kölesi Meysere’nin aracılığıyla iki kez evlilik yapmış ve her defasında kocası ölmüş olan güzel ve gösterişli bir kadın olmasından öte çok güzel ahlâkı olan kırk yaşındaki Hz.Hatice ile evlendi.
Hz. Hatice’den 2’si erkek, 4’ü kız toplam 6 çocuğu oldu. Bu çocukların isimleri kızları Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Zeynep, Fâtıma; oğulları Kâsım, Abdullah’tır.
Yedinci çocuğu olan oğlu İbrahim, Habeşistan Kralı Necâşî’nin kendisine hediye ettiği cariye (bayan köle) Mısırlı Maria’dan olmuştur.
Kızı Hz. Fâtıma, Efendimiz (a.s.)’dan 6 ay sonra vefat eder. Evli veya bekâr olarak değişik yaşlarda ölen diğer 6 çocuğu kendisinden önce ölür.
Hz. Fâtıma, Ebu Talip’in oğlu Hz.Ali ile evlenir ve Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin dünyaya gelir. Bugün Efendimiz’in soyu kızı Hz. Fâtıma’dan devam etmektedir.
Kâbe’de bulunan ve Haceru’l-Esved (Kara Taş) denen taşı yerine koymada ihtilâfa düşen insanlara hakemlik yaptı. Buna Kâbe Hakemliği denir. Bugün Kâbe’nin içinde yer aldığı camiye de Mescid-i Haram denilmektedir.
Hılfü’l-Fudûl (Erdemliler Birliği)’e katılarak bir mazlumun hakkını bir zalimin elinden alan insanlarla çalıştı.
PEYGAMBERLİĞİ

Mekke yakınındaki Nur Dağı’nda Hira Mağara’sında 610 yılının Ramazan ayında ilk vahiy geldi ve son peygamber olduğu kendisine müjdelendi. Kur’an, Kadir Gecesi indirilmeye başlandı.
Korkmuş, ürpermiş ve heyecanlanmış olduğu halde evine döndü. Hz. Hatice ilk inanan kişi oldu.
İlk Müslümanlar: 1) Eşi Hz.Hatice 2) Çocuk yaştaki Hz.Ali 3) Yakın arkadaşı Hz.Ebu Bekir 4)Hürriyetine kavuşturduğu (âzatlı) kölesi Hz. Zeyd 5) O zaman köle olan Hz.Bilâl-i Habeşî.
İslâm’a davet önce gizli gerçekleşti, sonra yakın akrabalarını İslâm’a davet etti.
Açık davet başlayınca işkenceler de başladı. Ammâr’ın annesi Sümeyye ve babası Yâsir işkencelere maruz kaldılar ve İslâm’ın ilk şehitleri oldular.
Peygamber Efendimiz’in kendisine inananlara ders verdiği, beraber ibadet ettiği, bu şekliyle İslâm’ın ilk medresesi (üniversitesi) sayılan ev Mekke’de Erkam bin Ebi’l-Erkam’a aitti.
İslâm’a inanan 40. müslüman Hz. Ömer oldu.
Habeşistan kralı Necâşî müslümanları iyi karşıladı ve gizlice de müsüman oldu. (Müslüman olarak da öldüğü için, Efendimiz tarafından Medine döneminde gıyabî cenaze namazı kılındı.
Müşrikler peygamberliğin 7. yılında Peygamberimiz, müslümanlarla ve akrabalarıyla olan bütün ilişkilerini kesme yani boykot kararı aldılar. Onlarla konuşmadılar, ticaret yapmadılar, onları şehrin kenar bir mahallesine sürdüler. Önemli kararları Kâbe duvarına astıkları için bu kararı da Kâbe’nin duvarına astılar. Üç yıl sonra boykot metninin böcekler tarafından yenildiğini görünce korktular ve boykotu kaldırdılar. Ancak sıkıntılarla geçen bu üç yıl Efendimiz’in sevgili eşi Hz.Hatice başta olmak üzere müslümanları çok zorda bıraktı. Hz.Hatice rahatsızlanarak vefat etti. Daha sonra da İslâm’ı kabul etmemekle beraber sevgili yeğenini bir an olsun yalnız bırakmayan Ebu Talip öldü. Oğlu Kâsım da aynı tarihte öldü. Tarihte bu yıla Hüzün Yılı denir.
İnsanları Allah’ın dinine davet etmek için yardımcısı Zeyd ile gittiği Tâif şehrinde taşlandı.
Bir gece Mescid-i Haram’dan alınıp Mescid-i Aksa’ya götürüldü ve Rabbi’nin huzuruna göğe çıkarılarak Mirac denilen hadiseyle biraz olsun rahatlatıldı.
Medine’den Mekke’ye gelenlere İslâm’ı anlattı ve ilk yıl 6 kişi müslüman oldu. Ertesi yıl peygamberliğin 12. yılında gelen 12 kişilik bir grup, Mekke yakınlarında bir vadide gizlice buluşup müslüman oldu ve O’na ömür boyu sahip çıkacaklarına söz verdiler. Söz verme demek olan bu biata, Birinci Akabe Biatı (söz verme, sözleşmesi) denir.
Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye hoca olarak gönderdi. Peygamberliğin on üçüncü yılında Medine’den Mus’ab’ın gayretleriyle müslüman olan 75 kişi geldi ve Peygamberimiz’e bağlılıklarını ilân ettikleri İkinci Akabe Biatı gerçekleşti. Efendimiz’i ve bütün müslümanları Medine’de koruyacaklarına söz verdiler.
HİCRETİ

Mekke’de işkenceler artınca Mekkeli Müslümanlar Medine’ye hicret etti. Peygamberimiz de yatağına Hz. Ali’yi yatırarak yanında bir rehber ve Hz.Ebu Bekir ile birlikte 622 yılında Medine’ye hicret etti.
622 milâdî yılı, Hicrî takvimin başlangıcı kabul edildi.
Medine’ye hicret ederken Sevr Mağarası’na sığındı. Mağaranın ağzına bir örümceğin ve güvercinin yuva yapması onları müşriklerden korudu.
Kuba beldesine geldiğinde küçük bir mescit yaptırdı ve cuma namazı kıldırdı. Kuba Mescidi yapılan ilk camidir.
Medine’de, bugün kabri İstanbul’da Eyüp ilçesinde bulunan Ebu Eyyüb el-Ensarî’nin evinde 7 ay kaldı.
Mekkeli hicret eden müslümanlara muhacir, Medineli yardım eden müslümanlara da ensar denilmiştir. Mekkelilerle Medineliler arasında muâhat denilen ve tarihte bir benzeri daha olmayan kardeşlik gerçekleşmiştir.
Medine’de ilk iş olarak kendisinin de inşaatında bizzat çalıştığı bir cami yaptırdı. Daha sonra yenilenen ve bugün kabrinin de içinde yer aldığı caminin adı Mescid-i Nebî veya diğer adıyla Mescid-i Nebevî’dir.
Mescid-i Nebî’nin bitişiğinde Peygamberimiz’in evinin yanında kendilerine Ashab-ı Suffa denilen Mekke’den gelen gençlerin bulunduğu suffa yani odalar da bulunuyordu. Bu genç sahabîler Kur’an ve sünneti yazıyorlardı. İhtiyaçları zengin Müslümanlar tarafından giderilen bu gençlerin tek işi ilim öğrenmekti.
Peygamberimiz Medine’de kurduğu İslâm Devleti’nin başkanıydı.
Allah’a ve Peygamberi’ne kalbiyle iman etmediği halde diliyle iman ettiğini söyleyen ve iki yüzlü anlamında kendilerine münafık denilen insanlar da Medineliler arasında bulunuyordu. Münafıklar Hz. Ayşe’ye iftira da attılar ve bu olaya ifk hadisesi denir.
Namaz kılınırken önceleri bugün Filistin devletinin sınırları içinde yer alan Mescid-i Aksa’ya dönülürdü. Gelen bir âyetle müslümanların yeni kıblesi Kâbe oldu.
Peygamberlerin peygamberliklerini ispatlamak için gösterdiği olağanüstü olaylara mucize denir ve Efendimiz mucizelerinden biri olan ve şakk-ı kamer denilen Ay’ın ikiye bölünmesi mucizesini gerçekleştirmiştir.
Aşere-i mübeşşere (müjdelenen on kişi) denilen ve dünyada iken cennetle müjdelenenlerin isimlerini açıkladı.
624 yılında müşriklerle müslümanlar arasında olan, Peygamberimiz’in de katıldığı ilk savaş Bedir Savaşı’dır. İslâm Dini’nin en büyük düşmanı olma konusunda sembolü olan Ebu Cehil bu savaşta öldürülmüştür.
625 yılında müslümanların müşrikler karşısında zor anlar yaşadığı, onlarca şehit verdikleri ilk kanlı savaş Uhud Savaşı’dır. Hz.Hamza, daha sonra müslüman olacak olan Vahşî tarafından bu savaşta şehit edilmiştir.
Hudeybiye Anlaşması 628 yılında gerçekleşti.
On bin kişilik bir orduyla 630 yılında Mekke’nin fethi gerçekleşti.
Rum (Bizans) Kralı Heraklius, Habeş Kralı Necaşî, İran Kisrası Hürmüz ve Mısır, Gassan, Yemame gibi bazı devlet başkanlarına İslâm’a davet mektubu gönderdi.
Yüz bin kişinin katıldığı, ölümüne yakın tarihte gerçekleşen ve ömrünün ilk ve son haccı olan Veda Haccı’nı yaptı. Veda Hutbesi diye bilinen meşhur hutbesini de burada okudu ve müslümanlara Allah’ın kitabı olan Kur’an’ı ve hadis de denilen sünnetini bıraktığını söyledi.
Peygamberimiz’i sağlığında gören ve O’nun sohbetine katılmış, acı ve sevinçleri paylaşmış olan müslümanlara sahabe, sahabî veya ashab denmektedir. Hz. İsa’ya sağlığında inanan on kişiye de havarî denilmektedir.
Genç komutan Üsame bin Zeyd’in komuta ettiği bir orduyu Bizans üzerine gönderdi.
8 Haziran 632 pazartesi günü öğleye doğru 63 yaşındayken (miladî yıla göre 61 yaşında) Medine’de Mescid-i Nebî’nin bitişiğinde bulunan Hz.Âişe’nin odasında vefat etti. Hz.Ömer, kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla parçalarım diye üzüntüsünü dile getirdi. Orada yıkanıp cenaze namazı kılındıktan sonra yine aynı odada defnedildi. Türbesi aynı yerdedir. Bu sırada Bilâl-i Habeşî ezan okumuştur.

 


[TOP]

15.4 Veda Hutbesi

Previous topicNext topic
Veda Hutbesi
Peygamber Efendimizin (s.a.v) Sünnetleri

Veda Hutbesi

 

Veda Hutbesi

 

Hz. Peygamber'in, hicri 10. yılda yaptığı Veda Haccı'nda sayıları yüz on dört bini bulan hacıya hitaben irad ettiği hutbe. Peygamber (s.a.s) bu son hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyeceğini bildirip vefatının yaklaştığını ima ettiği, sonraki gelen günler de onun bu sözlerini doğruladığı için bu hacca Veda Haccı, bu hac esnasında irad ettiği hutbeye de Veda Hutbesi adı verildi. Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat ta, Mina da ve bir gün sonra yine Mina'da olmak üzere arafe günü ile bayramın birinci ve ikinci günlerinde parça parça irad edilmiştir (Tecrid-i Sarih, Terc. X, 396). Değişik yer ve zamanda irada buyurulduğu için de hutbe, birçok kişi tarafından birbirinden farh şekillerde rivâyet edilmiş; kişinin ya da grubun duyduğunu diğerleri işitmediğinden, hutbenin tamamının biraya toplanmasında bu farklı rivâyetlerden yararlanılmış ve daha sonraki yıllarda bu üç ayn yer ve zamanda buyurulan hutbe tek bir hutbe olarak biraraya getirilmiştir.
Rasûlüllah'ın bu son haccından bir yıl önce nâzil olan Tevbe sûresinde, müşriklerin pis olduğu ve bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmamaları (et-Tevbe, 9/28) emredildiği için, Veda Haccı'nda Mekke'de sadece Müslümanlar vardı, hutbeyi de yalnızca Müslümanlar dinlemişti. Zaten Mekke'in fethinden sonra müşriklerin sayısı parmakla sayılacak kadar azalmıştı. Rasûlüllah, Medine'den kendisiyle birlikte yola çıkan yüzbin civarındaki ashâbıyla Mekke'ye haccetmek için geldiklerinde bir yıl önceki uyarı sebebiyle Mekke'de müşrik kalmamıştı; çoğunluk Müslüman olurken Mekke'yi terkedenler de vardı. Rasûlüllah, haccın bütün erkâmın bizzat kendisi yaparak Müslümanlara öğretmiş, İslâm'ın hac konusundaki emirleri de böylece tamamlanmıştı. İslâm'ın tamamlandığını bildiren bazı âyetler de bu Veda Haccı'nda nâzil oldu.
Cahiliye döneminde dışarıdan gelen hacılar Arafat'ta vakfeye dururken, Kureyş eşrafı diğer insanlardan üstün olduklarını belli edercesine Arafat yerine Müzdelife'de vakfeye dururlardı. Rasûlüllah cahiliye döneminin bu sınıf üstünlüğüne dayalı âdetini ortadan kaldırdı ve bütün hacılar gibi Arafat'ta vakfeye durdu. Rasûlüllah'a orada bu dinin tamamlandığı şu âyet-i kerimeyle müjdelendi: "Ey Mü'minler, şu küfreden müşrikler bugün dininizi söndürmekten ümidlerini kesmişlerdir. Artık bundan böyle onlardan korkmayınız; ancak benden korkunuz. Bugün dininizi kemale erdirdim; ve size ihsan ettiğim nimetimi tamamladım. Din olarak da size İslâm'ı seçtim"(el-Mâide, 5/3). Dinin kemale erdirilmesine bütün Müslümanlar sevinirken yalnızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, bunun, Hz. Peygamber'in vefatının yaklaştığına delalet ettiğini anlamışlar ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Gerçekten de bundan sonra Rasûlüllah seksen iki gün yaşamış ve vefat etmiştir.
Arafat'ta yüz binin üzerindeki hacıya hitaben bir hutbe irad eden Rasûlüllah sesinin bütün hacılar tarafından işitilmesi için belli mesafelerde gür sesli sahabilerden bazılarını görevlendirdi. Rasulüllah'ın sözlerini tekrar eden bu kişiler hutbenin bütün hacılar tarafından duyulmasını sağlıyorlardı. Devesi Kusva'nın sırtında olduğu halde Rasûlüllah şu hutbeyi irad etti:
"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım. Ey İnsanlar bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir. Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
Ey ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Fa izin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımız altındadır. Lakin borcunuzun aslın vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.
Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen ortadan kaldırılmıştır,' ilk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib'in torunu (yeğenim) Rebîa'nın kan davasıdır.
Ey İnsanlar! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler haricinde küçük gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakınınız.
Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah' tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, aile şerefini koru malları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnenmemeleridir. Eğer onlar, razı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa onları hafif bir şekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz. Kadıların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir. Ey mü'minler, size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah'ın kitabı Kur'ândır.
Ey mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Ancak gönül hoşluğuyla verilen başka. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır:
Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Varis için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır. Babasından başkasına nesep iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğrasın. Cenab-ı Hak bu insanların ne tevbelerini ne de şehadetlerini kabul eder."
Rasûlüllah sözlerinin burasında dinleyenlere sordu: "Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne dersiniz?" Ashab-ı Kiram cevap verdi:
"Allah'ın risâletini tebliğ ettin; risalet görevini yerine getirdin, bize vasiyyet ve nasihatte bulundun diye şehadet ederiz." Rasûlullah şehadet parmağını göğe kaldırarak üç kez "Şahit o! ya Rab! Şahit o! ya Rab! Şahit ol ya Rab!" buyurarak Arafat'taki hutbesini bitirdi.
Hz. Peygamber güneş batıncaya kadar vakfede durdu. Tam buradan inmeye karar vereceği bir anda yukarıda zikredilen Mâide sûresinin üçüncü âyeti nazil oldu. Daha sonra devesine binen Rasûlüllah yavaş adımlarla Arafat'tan inerek Müzdelife'ye geldi. Burada bir ezan iki kamet ile akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek kıldı. Ve istirahata çekildi. Sabah olunca cemaatle birlikte sabah namazını kaldı ve ortalık iyice ağardıktan sonra Müzdelife'den Cemretü'l Akabe mevkiine geldi. Şeytan taşlamadan sonra Mina'ya geçen Rasûlüllah burada da Veda Hutbesi'nin diğer bölümünü irad etti. Allah'a hamdü senadan sonra devamla:
"Ey insanlar! Sizi Allah'ın kitabına bağlayan peygamberinizin sözlerini iyi dinleyiniz, ona itaat ediniz. Hac ibadetinizin bütün hareketlerini benden gördüğünüz gibi ifa ediniz. Öyle sanıyorum ki, ben bu seneden sonra bir daha haccedemem. " Rasûlüllah bundan sonra halkla sorulu cevaplı sürdürdüğü hutbesini: "Ey insanlar! Ayların yerini değiştirerek geri bırakmak inkârda aşırı gitmektir. Kafirler böyle yapmakla doğru yoldan saptılar. Allah'ın haram kıldığı ayların sayısını uygun yapmak için, bir yıl haram ayını helal, diğer yıl onu haram sayarlar. Böylece Allah'ın haram kıldığını helal kabul ederler. Zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün gibi aynı duruma döndü. Allah'ın katında ayların sayısı on ikidir. Bunların dördü mukaddes (haram) aylardır ki üçü arka arkaya gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem, dördüncüsü de Cemaziyelahir ile Şaban'ın arasındaki Receb'tir. Ey mü'minler! Bu ay hangi aydır?"
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.
"-Zilhicce ayı değil midir?"
-Evet Zilhiccedir.
"-Bu içinde bulunduğumuz belde hangi beldedir?"
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.
-Mekke Şehri değil midir?"
-Evet Mekke'dir.
"-Bugün hangi gündür?
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.
"Yevmü'nnahr (kurban kesme günü) değil midir?"
-Evet yevmünahr'dır. Bu diyalogdan sonra Rasûlüllah sahabelere dönerek "Şu halde iyi bilin ki; bu şehrinizde, bu beldenizde, bu gününüzün mukaddes (haram) olduğu gibi birbirinize kanlarınızı dökmek, mallarınızı haksız yere olmak, namuslarınızı kirletmek de haramdır, her türlü saldırıdan masumdur. Muhakkak ki, siz Rabbinize kavuşacaksınız, o zaman bütün bu işlerden sorulacaksınız.
Ey İnsanlar! Aklınızı başınıza alında benden sonra birbirinizin boynunu vuracak şekilde dalâlete, vahşete düşerek cahiliye devrine dönmeyin. Ey insanlar! Bu nasihatlerime kulak verip bunları burada hazır bulunanlarınız burada bulunmayanlara tebliğ etsin. Olabilir ki, kendisine tebliği edilen kimse burada bulunup işiten bir kısım kimseden daha iyi anlayıp bellemiş olur" ardından Rasûlüllah iki kez:
"- Tebliğ ettim mi?" buyurdu.
Sahabîler:
-Evet ettin, deyince O;
"Şahit ol ya Rab!" dedi ve tekrar hatırlattı: "Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin. "
Rasulüllah Mina'daki bu hutbesinden sonra kurban kesim yerine gelerek önceden hazırlanan yüz devenin altmış üçünü bizzat kendi kurban etti diğerlerini de Hz. Ali kestikten sonra her deveden birer parça et alınarak pişirilip yenildi. Daha sonra traş olan Hz. Peygamber ihramdan çıktı ve Kabe'yi tavaf etti. Öğle namazını da orada kıldıktan sonra Zemzem suyunun yanına gitti ve kendisine sunulan bir bardak suyu içtikten sonra tekrar Mina'ya döndü. Rasûlüllah Mina'da geçirdiği teşrik günlerinde şeytan taşlama görevini yerine getirmiş, bu arada çevresinde bulunan insanlara hutbeler irad buyurmuştu.
"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga Allah'ın dirine girdiklerini gördüğün zaman Rabbini överek tesbih et. O'ndan mağfiret dile. Çünkü o tevbeleri çok kabul edendir" (en-Nasr, 110/1-3) mealindeki Nasr sûresinin nâzil olduğunu duyan Müslümanlara, hem yeni nâzil olan bu sûreyi okumuş hem de kendilerine nasihat ettiği hutbelerinden birini irad buyurmuştur. Bu hutbesinde de yine Müslümanların mal, can, namus emniyetinden bahseden Rasûlüllah insan haklarının temelini oluşturan bu üç hakkı tekrar tekrar ümmetine hatırlatmıştı. Değişik yer ve zamanda irade edilen bu hutbeler, tek bir hutbe şeklinde bütünleştirilmiştir.
Hutbenin toplum hayatına getirdiği prensipler:
İncelendiği zaman Veda Hutbe'sinde Peygamber (s.a.s)'in başlıca şu noktalara değindiği görülür:
1- Her işte daima Allah'a hamd-ü sena etmek gerekir.
2- Nefis, insanı her zaman şerre yöneltmek ister. Bu sebeple nefislerin şer-inden de Allah'a sığınmak lâzımdır.
3- Can, mal ve ırz kutsaldır. Yaşama hakkı tabii bir haktır. Irz, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet saldırıdan korunmuş haklardır.
4- Cahiliye gelenekleri kaldırılmıştır. İnsanlar alışa geldikleri kötü şeyleri körü körüne yapmaktan vazgeçmelidirler.
5- Faiz haramdır.
6-Kan davası gütmek haramdır.
7- Emânetler yerlerine verilmelidir. Emânete hıyanet
edilmemelidir.
8- Küçük büyük önemli-önemsiz her işte şeytana uymaktan sakınılmalıdır.
9- Kadınların ve erkeklerin karşılıklı hak, vazife ve sorumlulukları vardır. Kadınlara nezâketle davranılacaktır.
10- Hem kadın hem de erkekler zinadan şiddetle kaçınacaklardır.
11- Köle ve hizmetçilere iyi davranılacaktır.
12- Bütün Müslümanlar kardeştir. Her türlü sınıf farkları ve ayrıcalıklar kaldırılmıştır. Üstünlük fazilet iledir.
13- Zulümden sakınmak gerekir, halkın malı haksız yere yenemez, birine ait bir şey sahibinin izni olmadıkça başkası için helâl olmaz.
14- Müslümanlar birbirleriyle savaşmaktan sakınacaklardır.
15- Allah'ın Kitâb'ına ve Peygamber'in sünnetine uyanlar asla sapıklığa düşmezler.
16- İslâm sadeliğinden ayrılmamak, aşırılıklara sapmamak gerekir.
17-Hak Teâlâ'ya ibadet olunacak; beş vakit namaz kılınacak, oruç ayında oruç tutulacak, Hz. Peygamber'in tavsiyelerine uyulacaktır. Bunları hakkıyla yerine getirenlerin mükâfatı cennettir.
Fedakar KIZMAZ


[TOP]

16. PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) SÜNNETLERİ

Previous topicNext topic
Help >
PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) SÜNNETLERİ

[TOP]

16.1 Sesli Dinle

Previous topicNext topic
Sesli Dinle

[TOP]

16.2 Sünnet Nedir?

Previous topicNext topic
Sünnet Nedir?
Sünnet Nedir? 

Sünnetin sözlük anlamı, “yol, gidiş, tabiat, prensip, kanun” demektir. Terim anlamı ise, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) söz ve fiillerinin ve takrirlerinin tümü mânâsına gelir. Takrir, bir konuda sükût etmekle, o işi reddetmemek demektir. Hadis-i Şerifler, âyetleri açıklarlar. Âyetlerde kısa ve öz olarak beyan edilen İlâhî maksatları izah ederler. Kuranda yer almayan bir konuda ise hüküm ortaya koyarlar.

“Namaz kılın!” emri öz hâlindedir; ayrıntısı ise hadislere bırakılmıştır. Namazların rekat sayıları, kılınma biçimleri âyette ayrıntıları ile verilmiş değildir. O halde, sünnet olmasaydı, “Namaz kılın!” emri nasıl yerine getirilecekti?“Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın.”(Hadis-i Şerif).

Aynı şekilde, “Zekât verin!” emrinin de tafsilatı ve teferruatı hadis-i şeriflerle sabit olmuştur.

Nur Müellifi Bediüzzaman, hadis-i şerifler için “Kur'an'ın birinci tefsiri” ifadesini kullanır. Allah Resulünün (a.s.m.), Kur'an âyetleri hakkında yaptığı açıklamalar “ilk tefsir” olduğu gibi, sorulan fıkhî sorulara verdiği cevaplar da ilk fetvalardır. Keza, yaptığı içtihatlar da ilk içtihatlardır. Allah Resulü (a.s.m.) ümmetine her hususta rehber olduğu gibi bu noktada da öncülük etmiştir.

“İşittikleri haberi, Peygambere veya yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından hüküm çıkarmaya gücü yetenler, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisa Sûresi, 4/83)

Her maksada farklı yoldan gidilir. Zengin olmanın yoluyla, alim olmanın yolu birbirinden ayrıdır. Birincisinde, ekonominin kendine has kurallarına harfiyen uyulacak ve bu sahada muvaffak olmuş kimseler taklit edilecektir. İkincisinde ise, ilim sahasında söz sahibi zatlara talebe olunacaktır.

İlâhî hakikatlere ermek de, ancak, bu sahanın yetkili ve vazifelisi olan zatların izinden gitmekle mümkün olabilir.

“Hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.”(Lem'alar, On yedinci Lem'a)

Sünnete tâbi olmayı Allah sevgisinin şartı olarak takdim eden bir âyet-i kerime:

“De ki, Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Al-i İmran Sûresi, 3/31)

Resulûllah Efendimiz (a.s.m.), Allah'ın sevdiği ve razı olduğu örnek insandır. Ona uymayan kimsenin Allah sevgisi, sözde kalmaya mahkûmdur. Hakikat bu iken, sadece âyetle amel etme vehmine kapılarak sünnetten yüz çevirmek, Allah'ın sevdiği zata benzemeyi terk etmek demektir.

Bir insan, Kur'an-ı Kerim'i hadislerin ışığında değil de kendi fikriyle yorumlamaya kalkışırsa, ortaya çıkacak yol Allah Resulünün (a.s.m.) değil, o adamın şahsî yolu olacaktır. Bu yolun ise nereye çıkacağı bellidir.

Kur'an'ı anlamaktan maksat onu yaşamak ve yaşatmaktır. Bu noktada, en büyük rehber Allah'ın Resulüdür (a.s.m.). Bu gerçeği bizzat Kur'an âyetlerinden okuyalım:

“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, Ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun, çünkü Allah'ın azabı çetindir.” (Haşir Sûresi , 59/7)
“O, kendiliğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir.” (Necm Sûresi, 53/3-4)
“Kim Resule itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur.” (Nisa Sûresi, 4/80 )

İttiba-ı sünnet denilince, Allah Resulünün (a.s.m.) izinden gitmeyi ve böylece her konuda istikamet üzere olmayı anlıyoruz.

Şimdi, kendi nefsimize şu soruyu soralım: Bir mümin, asr-ı saadete kavuşsaydı ne yapacaktı? Elbette ki, Allah Resulünü (asm.) her hususta adım adım takip edecekti. Öyle değil mi?

İşte bugün, Onun (asm.) sünnetlerine harfiyen uymak da aynı mânâyı taşır.

Nur Külliyatı'nda, sünnetler üç ana guruba ayrılır:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, efali, ahvalidir.”(Lem'alar, On Birinci Lem'a)

Demek oluyor ki, Resulullah Efendimizin (a.s.m.) o mukaddes sünnetleri, “mübarek lisanından dökülen nurlu cümleler” “icra ettiği işler” ve “hâliyle insanlık âlemine sergilediği örnek ahlâk”tan oluşuyor.

Bir Müslüman, O Nebiler Nebisini (a.s.m.) taklit etmeğe, farzlardan başlar. Allah'ın emirleri farz olmakla birlikte, Allah Resulünün (a.s.m.) onları işlemesi cihetiyle, aynı zamanda sünnettirler. Yani, Allah'ın emirlerine harfiyen uyan ve yasaklarından hassasiyetle kaçınan bir mümin, sünnetin farz kısmını yerine getirmiş olur.

Farzları yerine getiren bir mümin, manevî terakkisini nafile ibadetlerle sürdürür. Nafile denilince, farz ve vacip dışında kalan ibadetler anlaşılır.

Namazların sünnetleri nafile ibadet gurubuna girdiği gibi, kuşluk namazı, tahiyye-i mescit namazı, gece namazı gibi nice nafile ibadetler de vardır.

“Âdât-ı hasene” ise, Allah Resulünün (a.s.m.) yeme, içme, oturma gibi beşerî fiilleridir. Bunların her biri, insanlar için güzel birer örnektir. Bir mümin, adet olarak her gün icra ettiği bu gibi işleri, Allah Resülünün (a.s.m.) yaptığı şekilde yapmaya çalışırsa, ayrı bir feyiz kaynağı daha bulmuş ve dünya işlerinde bile huzuru yakalama imkânına kavuşmuş olur.

“Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine adet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevapdar yapabilir.”(Lem'alar, On Birinci Lem'a)

Ahval grubuna giren sünnetlere gelince, bunlar “takvadan, muhabbetten, güzel ahlâkın bütün şubelerinden, insanî seciyelerin en üstünlerinden ve beşerî karakterlerin en sağlamlarından” örülmüş ve dokunmuş muhteşem bir tablo teşkil ederler.

Kalbin Allah sevgisi ve Allah korkusuyla dolu olması da hâl grubuna giren sünnetlerdendir.

“İçinizde Allahı en çok seven benim. Ve Ondan en fazla da ben korkarım.” (Hadis- Şerif)

sorularla islamiyet


[TOP]

16.3 Sünnet-i Seniyye

Previous topicNext topic
Sünnet-i Seniyye

Sünnet-i Seniyye
 
Peygamberimizin yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz. Fıkıh kitapların da geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok” manasına geliyor.

Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi. Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimizin yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmakta bir sünnettir. Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.

Farz olanları: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimizdir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize uymuş oluruz. Namaz kılmak , Oruç tutmak, Zina etmemek, haram yememek gibi.

Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını 3 rekat olarak kılmak vaciptir.

Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur’andan bazı süreleri okumak farz, ama subhaneke duasını okumak nafiledir.

Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken (vb.) günlük işlerimizi yaparken Peygamberimiz’e uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz.

Demek ki Sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayıra biliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir. Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vesaire.

İşte iman etmemiz gereken esaslarda ruhumuzun beyni kalbi gibidir. Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir. Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz. Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok.

Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var. Haramların durumunu sorarsan o da vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


[TOP]

16.4 Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye

Previous topicNext topic
Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye
 

İSLÂM İLMİHALİ

Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye

 

Kur'an-ı Kerim:

İslâm hukukunun kaynağı Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'dir. Bu iki kaynağa "Nass" adı verilir.

Temel kaynak Kur'an-ı kerim'dir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Bilin ki Kur'an ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir." (Hûd: 14)

Kur'an-ı kerim, gerek sözleri gerek mânâsında ihtiva ettiği gayba âit haberleri, emirleri ve yasakları, müjdeleri ve uyarıları ile bütün akıl ve anlayışların üstünde olan, Allah-u Teâlâ'nın vahyi ile indirilmiş kıyamete kadar devam eden bir mucize, ilâhî bir belgedir.

Cenâb-ı Vâcib'ül-vücud Hazretleri eşi ortağı olmayan tek ve benzersiz olduğu gibi, Kelâm-ı kadîm'i de diğer söz ve kitaplara nispetle eşsiz ve benzersizdir.

Allah-u Teâlâ, kullarını cehâlet karanlığından kurtarmak için Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a peygamberlik müddeti esnasında zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, ilâhî bir nur, ilâhî bir düstur ve bir ahlâk fermanı olan Kur'an-ı kerim'i ihsan buyurmuştur.

Bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Bu Kur'an öyle bir kitaptır ki; Rabb'lerinin izniyle insanları karanlıktan aydınlığa, yegâne galip ve övülmeye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik." (İbrahim: 1)

Kur'an-ı kerim Hazret-i Allah'ın varlığına, birliğine, sıfatlarına, gayb âlemine, hayrın ve şerrin mânâsına, ölümden sonraki âhiret hayatının hakikatine dair meseleleri en güzel bir şekilde açıklığa kavuşturmuştur.

Allah-u Teâlâ'nın birliğine inanan ve O'nun küllî iradesine teslim olanların maddî ve mânevî ilerlemeyi sağlayacak ilim ve irfanı tahsil etmelerini, iffete sarılmalarını, din kardeşliğinin esaslarını sağlamlaştırmalarını ve insanlığın irşadı için gerekli olan diğer şartları ve sebepleri izah eder.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Bu Kur'an, doğruluğu şüphe götürmeyen, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren bir kitaptır." (Bakara: 2)

Öyle bir kitap ki; Allah-u Teâlâ'nın emirlerine sarılmak, nehiylerinden sakınmak suretiyle O'nun gazabından korunan ve itaat etmek suretiyle de azabından kurtulan müminler için yol göstericidir.

Bu ilâhî düstura riâyet edip ahlâkî fermanlara uygun hareket edenler; ahlâkın yüksek pâyesine vâsıl olarak hürmete lâyık bir millet olmuşlar, allâmeler ve en yüksek medeniyetin yetiştirebileceği en büyük insanlar vücuda getirmişlerdir.

Bu ise Kur'an-ı kerim'in alelâde bir kitap olmadığını, insanları gaflet ve cehâlet uykusundan kurtaracak, ahlâksızlık ve fenalığı kökünden kazıyıp, sevgi, doğruluk, merhamet ve cesaret, çalışma ve gayret gibi en kıymetli bilgileri öğreten Rabbânî bir kitap, Rahmânî bir hitap olduğunu göstermeye kâfî bir delildir.

İSLÂM İLMİHALİ

Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye

 

Sünnet-i Seniyye:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Vedâ Haccı hutbesinde ümmetine bıraktığını açıkladığı ve sımsıkı sarıldıkları taktirde, hiçbir zaman yollarını şaşırmayacaklarını haber verdiği iki şeyden ikincisi Sünnet-i seniyye'dir.

Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:

"Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah'ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)

Kur'an-ı kerim'de pek çok Âyet-i kerime, Sünnet-i seniyye'ye uymanın, Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmenin farz olduğuna delâlet etmektedir.

"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın!" (Âl-i imran: 103)

Âyet-i kerime'sindeki Allah'ın ipinden murad; Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'dir.

Sünnet-i seniyye Resulullah Aleyhisselâm'ın Rabb'inden aldığı risâleti tebliğden ibarettir.

Allah-u Teâlâ risâleti tebliğ hususunda Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Ey Peygamber! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun." (Mâide: 67)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz biat alırken, ilk bîat şartı olarak Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'de bulunan emirleri dinlemeyi ve itaat etmeyi şart koşmuştur.

Buhârî'nin rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Kur'an-ı kerim'i indirdiği ve öğrettiği gibi sünnet'i de indirmiş ve öğretmiştir.

Kur'an-ı kerim vahiy olduğu gibi, Hadis-i şerif'ler de vahiydir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir." (Necm: 3-4)

Abdullah bin Amr -radiyallahu anh- buyururlar ki:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den her ne işitirsem yazardım. Kureyşliler beni bundan menetmek istediler. Dediler ki; 'Sen her şeyi yazıyorsun. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ise beşerdir. Rızâ halinde de gazap halinde de söz söyler.' Bu tenbih üzerine yazmaktan bir müddet vazgeçtim. Nihayet bu durumu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e arzettim. Mübarek parmağını ağzına götürerek:

"Yaz! Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, buradan hak sözden başkası çıkmaz!" buyurdu." (Ebu Dâvud: 3646)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her sözü ilâhî bir vahye isnad eder.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Peygamber size ne verdiyse onu alınız, neyi yasak ettiyse ondan sakınınız." (Haşr: 7)

Şu kadar var ki, Kur'an-ı kerim vahyin en yüksek mertebesidir. Lâfzı ve mânâsı ile birlikte vahyolunmuştur.

Hadis-i şerif ise Vahy-i metlüv, yani okunan vahiy değildir. Lâfzı olmayıp sadece mânâdan ibarettir. Allah-u Teâlâ'nın muradını bildirmektedir.

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz dinin esaslarını doğrudan doğruya Kur'an-ı kerim'den alırlardı. Açık bir hüküm bulamazlarsa, hemen Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e sorarlardı. O da bir taraftan kendisine vahyolunan Âyet-i kerime'leri Allah-u Teâlâ'dan aldığı gibi arttırma ve eksiltme yapmadan bütünüyle tebliğ ederken, diğer taraftan da onlardan ne gibi mânâlar kastedilmiş olduğunu sözleriyle, işleriyle tefsir ve izah eder, sarih hükümleri ortaya koyardı.

Âyet-i kerime'de:

"Resul'üm! Biz sana da Kur'an'ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." buyuruluyor. (Nahl: 44)

Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde namazın farz olduğunu bildirdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Allah-u Teâlâ'dan aldığı vahiy ve ilham ile namazın vakitlerini, rekâtlarını, âdâb ve erkânını ve nasıl kılınacağını hem anlattı, hem de müslümanların gözü önünde kıldı. Sonra da:

"Beni namaz kılarken nasıl görmüşseniz, siz de öylece kılınız!" buyurdu. (Buhârî)

Oruç Âyet-i kerime'si nâzil olunca, müslümanlar Ramazan orucunun farz olduğunu anladılar ve oruçlarını tuttular.

Fakat oruçlu olduğunu unutarak yenilen veya içilen bir şeyin orucu bozup bozmayacağı hakkında Âyet-i kerime'lerde açık bir hüküm yoktu.

Kur'an-ı kerim'de zekâtın farz olduğu bildirilmekteydi. Ancak ne kadar malı olana zekâtın farz olduğu, hangi mallardan zekât verileceği, nisap miktarları belli değildi. Hacc da böyledir.

Âyet-i kerime'lerde temiz olan şeylerin helâl, pis olan şeylerin de haram olduğu haber verilmiş, fakat bunların neler olduğu bildirilmemiştir.

Bütün bunları birer birer izah eden Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'leri ve Sünnet-i seniyye'sidir.

İnsanları dünya saâdetine ve âhiret selâmetine ulaştıracak ne varsa hepsini açıklamış, geriye bir şey bırakmamıştır.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Sakın sizden birinizi emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanıp 'Bilmiyorum! Biz Allah'ın kitabında ne buluyorsak ona uyarız.' derken bulmayayım." (Tirmizî)

Bütün bu izahlardan anlaşılıyor ki, Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'yi birbirinden ayırmak mümkün değildir.

Resulullah Aleyhisselâm'a itaat, onun sünnetine uymaktan ibarettir. Bunun içindir ki Sünnet-i seniyye'ye uymak, İslâm'ın ve imanın bir gereğidir.

Ona itaat etmek, verdiği hükme razı olmak, söylediği söze boyun eğmek, getirdiği her şeyi tereddütsüz kabul etmek mümin olmanın şiarıdır. Aksi takdirde inanmanın mânâsı kalmaz. Ona muhalefet ederek Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek düşünülemez.

 

HAKİKAT Aylık İslâm Dergisi


[TOP]

16.5 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yirmi dört saati,yani bir günü

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yirmi dört saati,yani bir günü
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yirmi dört saati,yani bir günü


Hz. Peygamber (s.a.s.)'in torunları, babaları Hazreti Ali (r.a)'den naklederek anlatıyorlar:
"...Hz. Peygamber (s.a.s.) günlük zamanını üçe taksim ediyordu. Bir kısmını namaz kılmak ve Kur'an okumak gibi Allah Teala'ya ibadete ayırıyordu. Ikinci kısmını aile fertleriyle alakadar olmaya ayırıyordu; günlük ev işlerini yapıyor, ev ihtiyaçlarından kendisine düşenleri yerine getiriyordu. Üçüncü kısımda ise, istirahat buyuruyordu. Ancak istirahat zamanını da ikiye böler ve bunun bir kısmında ashabın ileri gelenlerini huzuruna kabul ederek onlara gerekli bilgileri öğretir, onlar da huzurundan çıkınca öğrendiklerini ashabın bütününe öğretirlerdi."
"Rasülullah (s.a.s.) kendisine yakın olmakta ashabında mal, mülk, para, soy sop gibi şeyler aramaz, daha ziyade takvaya önem verirdi, ibadet ve taata düşkün, güvenilir kimselere fazlaca iltifat ederdi."
İhtiyaç sahiplerinden kimileri bir, kimileri ise iki ve daha fazla olan ihtiyaçlarını arz ederlerdi de Peygamberimiz (s.a.s.) sonuna kadar onları bıkmadan dinler, onlarla ilgilenir ve ihtiyaçlarının giderilmesiyle meşgul olurdu.
Kendisine dünya veya ahiretle ilgili bir soru sorulunca, soruyu soranın seviyesine uygun davranarak onun hayrına olacak cevaplar verirdi. Soru sorana verdiği cevapla onu hayra yöneltirdi. Huzurunda bilgi öğrenenlere,
"Benden öğrendiklerinizi burada olmayanlara öğretiniz. Erkek, kadın, köle, cariye kim olursa olsun çeşitli sebeplerden dolayı bana gelip ihtiyaçlarını arz edemeyen kimselerin de ihtiyaçlarını isteklerini bana iletiniz. Muhakkak ki, ihtiyacını devlet başkanına arz etmeye gücü yetmeyenlere yardımcı olan kimsenin, ayaklarını Cenab-ı Hak kıyamet gününde sırat üzerinde kaydırmaz " diye tenbih ederdi.
Huzurunda abes, yani faydasız söz söylenmesine müsaade etmezdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) dışarıda da tevazuyu elden bırakmazdı. Çarşıda, pazarda, sokakta veya herhangi yerde olursa olsun herkese güler yüzle davranır, hal hatır sorar, tatlı dille hitap ederek, gönüllerini alırdı... Meclisinde, camide, cemaatte, cum'ada göremediği ashabının ahvalini derhal soruşturur, başına bir şey gelip gelmediğini öğrenmeye çalışır, görüşebildiklerine ise dini metanetlerini daima takviye ederek, iyilik ve güzelliklere koşturup, çirkinliklerden uzaklaştıracak şeyler söylerdi.
Peygamberimiz (s.a.s.); oturmakta olan bir topluluğun arasına geldi mi baş köşeye geçmek için hiç kimseye sıkıntı vermez, hemen topluluğun en son kısmına ve boş bulduğu bir yere oturuverirdi. Başkalarının da böyle yapmalarını isterdi. Toplantıda bulunanları, durumlarına göre iyilikle anar ve iltifatta bulunurdu, öyle ki herkes onun yanında en çok sevilenin kendisi olduğunu sanırdı. Huzurunda çok oturan bir kişinin de haddi aşan bu tutumu karşısında telaş göstermeyip sabreder ve sükunet içinde onun ihtiyacını karşılamaya çalışırdı. Kendisinden istenilen bir şeyi, varsa verir, yoksa tatlı sözlerle o kişinin gönlünü alıp vaat ederdi.
Rasulullah (s.a.s.)'in şefkati, merhameti, cömertliği, tevazuu herkesin malumu olmuştu. Ahaliden herkes, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kendisi ile alakadar olacağından emindi. Bir hakkın tevziinde hiçbir ferdi ötekine tercih etmezdi.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in meclisi; ilim, haya, sabır ve emanet meclisi idi. Orada edeple oturulurdu. Herkes birbirine saygı beslerdi. Yüksek sesle ve edebe aykırı olarak konuşulmazdı. Orada konuşulup orada kalması gereken bazı şeyler de dışarıya taşırılmaz ve dedikoduculuk yapılmazdı. Orada hiç kimsenin aleyhine konuşulmaz, hiç kimse töhmet altında tutulmazdı.
Huzurunda -insanlık hali- ashabdan bazı kusurlar meydana gelse, o kusurlar orada kalırdı, yayılmazdı. O'nun meclisindeki kimseler tek dil ve tek ağız kişilerdi. Yani gönüllerindeki davada birleşmiş, konuştukları şeylerde kaynaşmış ve birliğin ahengine erişmiş kişilerdi. O'nun topluluğunda tevazu hakimdi. Bunun sonucu olarak yaşlılara hürmet beslenir, küçüklere şefkat gösterilirdi. Hep beraber ihtiyaç sahibinin ihtiyacı ilk önce giderilmeye çalışılırdı. Yani ihtiyaç sahipleri kendileriyle ilgilenilmek konusunda ihtiyaç sahibi olmayanlara tercih olunurdu
Sevmek Benzemeyi Gerektirir
Hz. Rasulullah (sav)’i sevmek, herkese farzdır. Zaten, Cenab-ı Hakk'ı sevmek de buna bağlıdır. Allah Teâla’nın sevgili Peygamberini sevmedikçe, ona uymadıkça, Allah Teâla’yı sevmek saadeti ele geçmez.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olunuz ki Allah da sizi sevsin.” (Al-i İmran; 3/31)
Allah Teâla, Habib’ine böyle demesini emir buyurmaktadır.
Saadete kavuşmak isteyen kimse, bütün adetlerini, ibadetlerini ve alışverişlerini, kısaca tüm yaşamını O’na benzetmeye çalışmalıdır.
Bir kimsenin sevdiğine benzemeye çalışanlar, benzemeye çalıştığı kimseyi sevene, sevimli ve güzel görünürler. Bunun gibi, Hz. Peygamberi (sav) sevenleri de Allah-u Zülcelal sever. Bundan dolayı, görünen ve görünmeyen bütün iyilikler, bütün üstünlükler, ancak Hz. Peygamber (sav)’i sevmekle ele geçer.
Allah Teâla, sevgili Peygamberini, insanların en güzeli, en iyisi, en sevimlisi olarak yarattı. Her iyiliği, her güzelliği, her üstünlüğü O’nda topladı.
Ashab-ı Kiramın hepsi, O’na aşık idiler. Hepsinin kalbi, O’nun sevgisi ile yanıyordu. O’nun ay yüzünü, nur saçan cemalini görmeleri, lezzetlerin en tatlısı idi. O’nun sevgisi uğruna canlarını, mallarını feda ettiler. Evet, Allah’ı seviyorum diyenlerin, Ashab-ı Kiram gibi olmaları lazım…

Hz. Peygamber (sav)’e tam ve kusursuz tabi olabilmek için, O’nu tam ve kusursuz sevmek lazımdır. Tam ve olgun sevginin alameti de O’na tam olarak mutabaat etmektir. Yani, her söz ve davranışını O’na benzetmek, kısaca O’na uymaktır.
Kur’an-ı Kerim ve hadis kitaplarında, Hz. Peygamber (sav)’e mutabaat etmenin, dinin vazgeçilmez bir esası olduğunu kesin olarak ifade eden ayet ve hadisler pek çoktur.
Oysa Efendimizin şerefli yaşamı hakkında bilgisi olmayan birisinin O’na mutabaat etmesi düşünülemez. Çünkü bilmeden uyulamaz.
Peygamber Efendimiz (sav)’in Gündelik Hayatı

Hz. Hüseyin (ra), babası Hz. Ali’ye (kv), Hz. Peygamber (sav)’in bazı hallerini sormuş, Hz. Ali de şu şekilde anlatmıştır:
“Evine izin isteyerek girerdi. Evindeki zamanını üç kısma bölerdi. Bir kısmını Allah ‘a (ibadet), bir kısmını ailesine ve kendisine. Sonra da insanlara ayırırdı.”

Hz. Peygamber (sav)’in günlük olarak her zaman yaptığı gibi, sabah namazının farzından önce mutlaka iki rekat sünnet kılardı. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Sabah namazının iki rekat sünneti dünya ve içindekilerden hayırlıdır.” (Müslim, Tirmizi)
Hz. Peygamber (sav) bütün namazlarını huşu ve huzur içerisinde korku ve ümit arasında kılardı. Nitekim, Mutarrıf (ra), babasından şöyle nakletmiştir:
“Hz. Peygamber (sav)’i namaz kılarken gördüm, göğsünden değirmen sesi gibi inilti çıkıyordu.” Başka bir rivayette ise; “Göğsünden kaynayan tencerenin sesi gibi ses çıkıyordu.” (Ebu Davud, Nesai)
Hz. Peygamber (sav) ümmetine de, bu şekilde namaz kılmalarını emretmiştir. Nitekim Ammar bin Yasir’den (ra) rivayetle diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Bir kişi namazını kılınca, kendisine namazdaki dikkatine göre; namazın onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri ve yarısı kadar sevap yazılır.” (Ebu Davud, Nesai, İbn Hıbban)
Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmuştur:
“Farz namazlar teraziye benzer. Eksiksiz yapan çok kazanır.” (Taberani, İbn Hıbban)
Bu sebeple Hz. Peygamber (sav) namazlara çok büyük bir önem verirdi. Hz. Peygamber (sav) sabah namazının farzını, cemaate kıldırdıktan sonra, namazını kıldığı seccadenin üzerine, güneş iyice doğuncaya kadar otururdu. (Müslim)
Güneş Doğuncaya Kadar Zikir
Nitekim Enes bin Malik’den (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kim sabah namazını cemaatle kılar, sonra güneş doğuncaya kadar oturarak Allah’ı zikreder, sonra iki rekat namaz (işrak namazı) kılarsa, ona makbul tam bir hac ve bir umre sevabı verilir.”

Enes (ra) der ki: “Tam bir hac ve umre sevabı.” buyurdu. Bu sözü üç defa tekrar etti. (Tîrmizi)
Hz. Peygamber (sav) daha sonra uzaktan yakından kendisini görmeye gelenleri kabul etmeye başlardı. Gelenler halka şeklinde etrafında toplanırlardı. O, çevresindekilere vaaz eder, öğütler verir, sorularını cevaplandırır, hattâ gördükleri rüyaları tabir ederdi. Bazen sahabelere kendi rüyalarını anlatırdı.
Tavır ve Konuşması

Hz. Peygamber (sav)’in konuşması son derece tatlı ve gönül okşayıcı idi. Tane tane konuşur, her cümlesi, dinleyenler tarafından iyice anlaşılması için ayrı ayrı olurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm halinde bulunurdu. O, insanların en halîmi, en yumuşak huylusuydu.
Hz. Peygamber (sav) şahsına yapılan, nefsine karşı işlenen hataları, yumuşaklıkla karşılardı; Allah’a ve imana yapılan, bir hücum olunca asla susmaz, gereken cevabı verirdi.
Hz. Peygamber (sav) insanların kusurlarını görmez, bazen görmezden gelir, çok zaman gözünü çevirir, kusurunu görse de yüzüne vurmaz, o kişiyle arasındaki saygı ve sevgi perdesini yırtmazdı.
Hz. Peygamber (sav)’in tevazusu, bilhassa insanlarla olan münasebetlerinde daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Meclisinde kim olursa olsun, konuşan kimseyi, sabırla dinler, haktan uzaklaşmadığı müddetçe sözünü kesmezdi.
Bir gün adamın biri, Hz. Peygamber (sav)’i görmeye geldi. Fakat Peygamberliğin haşmetinden o kadar etkilendi ki, titremeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav):
“Korkma! Ben hükümdar değilim. Kuru et pişirerek karnını doyuran, Kureyşli bir kadının oğluyum.” buyurdu. (Hakim)
Hz. Peygamber (sav) kendi yakınlarına ve sahabelerine devamlı hoşgörülü olduğu gibi, düşmanlarını da, özellikle onlar güçsüz bulundukları ve teslim oldukları zaman bağışlamış, suçlarını affetmiş, sonunda da pek çoğunun iman etmesine vesile olmuştur.
Peygamberimizden bir şey istenildi mi, asla “Yok!” demezdi. O, insanların en cömerdi idi…

Nitekim İbn-i Abbas şöyle demiştir:
“Hz. Peygamber (sav) insanların, en cömerdi idi. Özellikle Ramazan aylarında daha fazla cömert olurdu.” (Buhari)
Duha Namazı

İnsanlarla sohbet etmesi, onların dertlerini dinlemesi genellikle, kuşluk vaktinin girmesine kadar sürerdi.
Kuşluk vakti gelince Hz. Peygamber (sav) bazen dört, bazen da sekiz rekat olmak üzere Duha namazı kılardı. Bu namazın fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:
“Cennette, ‘duha kapısı’ denilen bir kapı vardır. Kıyamet günü bir münadi şöyle seslenir: ‘Ey Duha namazı kılanlar nerdesiniz? İşte gireceğiniz kapı burasıdır, Allah Teâla’nın rahmetiyle buradan içeri giriniz.'” (Taberani)
Hz. Peygamber (sav) duha namazını kıldıktan sonra evine gelir, ev işleriyle meşgul olur, elbise ve ayakkabıları tamir eder, hayvanlarını sağardı. (Ahmed bin Hanbel)
Öğlen Namazı

Hz. Peygamber (sav) daha sonra öğle namazı için hazırlık yapardı. Öğle vakti girince camiye gider, öğle namazının farzından önce ve sonra kılınan müekked sünnetleri kılmayı ihmal etmezdi.
Efendimiz öğleden sonra istirahat ederlerdi…

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vessellem) öğle namazını kıldıktan sonra, bir miktar uyur, ‘kaylule’ yapardı. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Öğleyin kaylule yapınız. Muhakkak şeytanlar öğle vaktinde kaylule yapmazlar.” (Müslim)
Kaylûle, öğle namazından sonra yapılan kısa istirahat ve uykuya verilen isimdir. Kaylûle yapan insan, bir sünneti ihya ettiği gibi aynı zamanda dinç olur, gece namazlarını, teheccüdü kılacak gücü kendine bulur. Fırsatı olan bu sünneti yerine getirirse iyi olur.
İkindi Namazı

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve selem) kaylûle yaptıktan sonra ikindi namazına hazırlanırdı. İkindi vakti girince, farzından önceki sünnet namazı bazı zaman kılar, bazen de terk ederdi. Hz. Peygamber (sav) bu sünnet hakkında hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Kim ikindinin farzından önce dört rek’at sünnet kılarsa, Allah Teala onun vücudunu cehenneme haram eder.” (Taberani)
Hz. Peygamber (sav) ikindi namazını eda ettikten sonra, bir müddet oturduğu yerde kalır zikirle meşgul olurdu. Nitekim Enes bin Malik’den (ra) rivayetle Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“İkindi namazından güneş batıncaya kadar, Allah’ı zikreden bir cemaatle oturmayı, İsmailoğullarından her birinin bedeli on iki bin dirhem olan, dört köle azat etmeye tercih ederim.” (Ebu Davud, Ebu Ya’la, İbn-i Ebi’d-Dünya)
Eşlerine Güzel Davranırdı

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) akşam namazına yakın saadet hanesine döner, eşlerinin her birinin yanına gider, azar azar oralarda kalır, hatırlarını sorardı. Hz. Peygamber (sav) hanımlarına güzel ahlakla davranmış, ümmetine de güzel ahlakla davranmalarını emretmiştir.
Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“İmanı en mükemmel olan mü’min, huyu en güzel olandır. Sizin de en hayırlınız, ailesine daha iyi davrananızdır. ” (Ebu Davud, Tirmizi)
Akşam Namazı

Bundan sonra akşam namazının hazırlığını yapardı. Akşam ezanı okununca akşam namazını kıldırır, daha sonra olan iki rekat nafile namaz (sünnet) kılardı.
Hz. Peygamber (sav) akşam namazından sonra zikir ve nafile ibadetle (evvabin namazı) meşgul olur, böylece yatsı namazının vaktinin girmesini beklerdi.
Yatsı Namazı

Yatsı namazının vakti girince, yatsı namazının farzından önce, bazen nafile namaz (sünnet) kılar, bazen de kılmazdı. Yatsı namazının farzından sonra ise iki rekat (müekket sünnet olan) nafile namazı kılmayı ihmal etmezdi. Bundan sonra yatar, gece kalkıp vitir namazını kılardı.
Nitekim Cabir’den rivayetle bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Gece geç vakitlerde kalkmamaktan endişe eden kimse, vitir namazını yatmadan önce kılsın. Kim, gece geç vakitlerde kılmak isterse kılabilir. Zira gece kılınan namazda rahmet melekleri hazır bulunurlar, şahit olurlar ve daha faziletlidir.” (Müslîm.Tirmizi)
Hz. Peygamber (sav) yatsı namazını kıldıktan sonra saadet hanesine döner, eşlerinden kimin sırası gelmişse geceyi orada geçirirdi. Yatsı namazından sonra konuşmayı sevmezdi. (Buhari)
Uyuması

Hz. Peygamber (sav) devamlı abdestli olduğu gibi, uykuya çekilirken de abdestsiz yatmazdı. Nitekim İbn-i Ömer’den rivayetle şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse abdestli olarak yatarsa, geceyi bir rahmet meleği ile geçirir. O kişi uyanır uyanmaz melek; ‘Allah ‘ım! Falan kulunu bağışla, çünkü o geceyi abdestli geçirdi.' diye dua eder.” (İbn Hibban)
Bera bin Azib ‘den (ra) rivayetle Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Yatağına girdiğin zaman, namaz için olduğu gibi abdest al, sonra sağ tarafına uzan ve şöyle de: ‘Allah’ım, kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana döndürdüm. İşimi sana teslim ettim. Sırtımı sana dayadım, seni saydığım için. Senden başka sığınacak yer yoktur. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin peygamberlerine iman ettim.’ Bunu der de o gece ölürsen, Müslüman olarak ölürsün. Son sözün bunlar olsun.” (Buharı, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)
Hz. Âişe (r.anha) validemiz şöyle anlatmıştır:
“Hz. Peygamber (sav) yatağına girdiği zaman, ‘muavvizeteyn’i (Felak ve Nas Sureleri) ve Kul hüvallahu ahad’ı (İhlas Suresi) okur ellerine üfleyip, ellerini yüzüne ve vücuduna sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman aynı şeyi kendisine yapmamı emrederdi. ” (Buharı, Müslim, İmam Malik, Tirmizi)
Yatma Şekli
Hz. Peygamber (sav)’in uyku alışkanlığı şöyleydi:
Yatsı namazının ilk vakti girer girmez namazı kılar, sonra bu duaları okur ve istirahata çekilerek, daima sağ tarafına yatar ve sağ elini yanağının altına koyarak uyurdu.
Gece yarısı veya üçte biri geçtikten sonra uyanır, misvağı daima başucunda durur, kalkınca önce dişini misvaklar, sonra abdest alır ve ibadetle meşgul olurdu. (Tirmizi)
Gece İbadeti
Hz. Aişe (r.anha) validemiz şöyle anlatmıştır:
“Resulullah (sav) geceleri ayakları yarılıncaya kadar ayakta durur, ibadet ederdi. Ona: “Senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlandığı halde bunu niçin yapıyorsun?” dedim.” Bana:
“Ben de şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Buharı, Müslim)
Teheccüd namazı, Hz. Peygamber (sav)’e vacip olduğu için hiç terk etmemiştir. Bu ibadet ve zikirleri yaparken ümmetine de yapmalarını tavsiye etmiştir.
Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri uyurken, şeytan kafasına üç düğüm atar. Her düğümün üzerine; ‘Uzun bir geceye sahipsin uyu!’ diyerek elini vurur. O kişi uyanıp da Allah-u Zülcelal’i zikrederse bir düğüm, abdest alırsa bir düğüm, namaz da kılarsa bütün düğümler çözülür. Artık o kimse neşeli ve hareketli olur. Aksi halde neşesiz ve tembel olur.” (İmam Malik, Buharı, Müslim, Ebu Davud, Nesai)
Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmuştur;
“Gece bir saat vardır ki, bu saatte Allah’dan dünya ve ahiret işiyle ilgili bir hayır isteyen Müslüman kul ona rastlarsa, mutlaka istediği kendisine verilir. Bu, her gece olur.” (Müslim)
Hz. Peygamber (sav) teheccüd namazını kıldıktan sonra sabah namazı için hazırlık yapardı, sabah namazının sünnetini odasında kılar ve cemâatle farzı edâ etmek üzere mescide giderdi.
Evet, Hz. Peygamber (sav) yirmi dört saatini genelde işte bu şekilde değerlendirirlerdi.
Tövbeye önem verirdi
Gün içerisinde, günde yüz sefer tövbe eder ve ümmetine de tövbe etmesini emrederdi. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Allah’a karşı tövbe ediniz. Ben günde yüz sefer tövbe ederim.” (Müslim)
Hz. Peygamber (sav) beş vakit farz namazın ardından yapılan tesbihatlara da çok önem verirdi. Ayrıca günlük okumuş olduğu dualar vardır. Yemekten sonra, eve girerken ve çıkarken, tuvalete girerken ve çıkarken gibi…

Hz. Peygamber (sav) günlük okumuş olduğu duaları okumak da ona uymaktır, sünnetini yaşamaktır, O’nun yolunu izlemektir.
Kim Hz. Peygamber (sav)’e uyarsa, Allah-u Zülcelal o kulunu sever ve dostluğunu ona nasip eder.
Not: Geniş bilgi için, Yaşar Bozyiğit’in, "Peygamber Efendimiz"in Sünnet-i Seniyyesine Göre Müslümanın 24 Saati" isimli esere bakılabilir.


[TOP]

16.6 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Temizliğe Verdiği Önem

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Temizliğe Verdiği Önem
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Temizliğe Verdiği Önem

Peygamberimiz döneminde sabun gibi temizlik maddeleri olmayabilir. Ancak temizlik için çeşitli maddeler kullanılmıştır.

İslâm Dini, taharete yani temizliğe özel bir önem vermiştir. Tahâret lügatta; pislikleri terk etme ve onlardan uzak durma mânâsına gelir. Istılahî anlamı ise; namaza engel olan hades (mânevî kir) ve necâsetten (maddî kir) temizlenme demektir.

Taharet, namazla olan ilgisinden dolayı İslâm Dini’nde özel bir ehemmiyet kazanır. Tahâret kelimesi, değişik şekilleriyle Kur’ânı Kerim’de 31 yerde geçmektedir. Pisliklerden temizlenme, yaklaşık olarak bunların yarısını teşkil etmektedir. Meselâ; “...ve elbiseni temizle.” (Müddessir/74: 4); “Allah, tevbe edenleri ve temizlenenleri sever.”(Bakara/2: 222); “Eğer cünüp iseniz, tam temizlenin (gusül abdesti alın.)” (Mâide/5: 6); “Âdet hâlinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” (Bakara/2: 222)

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözleri arasında da temizlikle ilgili pek çok beyanlarını görebiliriz. Meselâ bunlardan bir tanesi; “Temizlik, imanın yarısıdır.” şeklindedir (Müslim, taharet 1).
Kur’ânı Kerim’de temizlikten bahsedilen yerlerde, sadece maddî pisliklerden temizlenme mânâsı kastedilmemiştir. Aynı zamanda;

a. kalp temizliği mânâsındaki temizlikten şöyle bahsedilmiştir: “... bu hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri için daha temizdir.” (Ahzâb/33: 53);

b. fuhuş ve zinadan temizlik: “... Lût âilesini şehrinizden çıkarın. Çünkü onlar, temiz kalmak isteyen (zina ve fuhuş yapmayan) kimselerdir.” (Neml/27: 56);

c. malın haramla kirlenmemesi için temizlik: “Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin ve yücelteceğin bir sadaka al.” (Tevbe/9: 103),

d. putlara tapma ve yalan pisliğinden temizlik: “Ey peygamber! Ağızlarıyla “inandık” dedikleri hâlde, kalpleri inanmamış olanlardan küfürde yarış edenler seni üzmesin. Yahûdiler arasında da yalana kulak veren, sana gelmemiş olan bir kavme kulak verenler vardır. Kelimeleri konuldukları yerlerden çıkarıp tahrif ederler. ‘Eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının!’ derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah’a karşı hiç bir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için âhirette de büyük bir azap vardır.” (Mâide/5: 41) gibi âyetlerde temizlikten de bahsedilmiştir.

Ayrıca tahâret kelimesi; bütün bedenin, elbisenin, mekânın ve suyun temizliğini de ihtiva etmektedir.


Beden Temizliği

İslâm dini, temizliği imanın (kemal) şartlarından biri kılmıştır. İbadetlerin kabul edilmesinin ilk şartı, maddî ve mânevî temizlik olduğu gibi, imanda kemalin şartı da temizliktir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadîslerinde “Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, taharet 1) buyururlar. Burada ehemmiyeti belirtilen temizlik mutlaktır. Yani hem maddî, hem mânevî temizlikler buna dahildir (Canan, 66).

Beden temizliği de ikiye ayrılır: Necâsetten tahâret (maddî temizlik), hadesten tahâret (mânevî temizlik).

Hadesten temizlik de büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır.

a. Büyük hades, guslü gerektiren cünüplük: “Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz. Yolculuk dışında, cünüp iken de yıkanıncaya kadar (namaza yaklaşmayın.” (Nisâ/4: 43); hayz (kadınların aybaşı hâli) ve nifâs: “Sana âdet görmeden soruyorlar. De ki: ‘O eziyettir.’ Âdet hâlinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” (Bakara/2: 222)

b. Küçük hades ise; namaz için alınan abdesti gerektiren bevletme, büyük tuvaletini yapma ve abdesti bozan diğer şeylerdir. Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadîsi şerifte, Hz. Peygamber (s.a.s.): “Allah, sizden birinizin, tekrar abdest alana kadar bozulmuş abdest ile kıldığı namazı kabul etmez.” (Buhari, hiyel 2) buyurmuşlardır.

Necâset ise, insanın bedenine, elbisesine ve namaz kılacağı yere bulaşan maddî pislik demektir. Â limlerin çoğuna göre, namazın sıhhatli olabilmesi için bu pisliğin giderilmesi şarttır.

Tıbbî yönden baktığımızda istincânın (idrar ve büyük abdestten sonraki temizlik) beden temizliğinde çok büyük bir rolü vardır. İdrar ve büyük abdestten sonraki temizlik sıhhî açıdan çok önemlidir. Meselâ idrar, zehirli bir çok kimyevî madde ihtiva etmektedir. Ayrıca içinde mikroplar da bulunmaktadır.

Büyük abdest pisliği ise; bunun bir gramında milyonlarca mikrop vardır. Bu pisliğin içinde tifo ve dizanteri mikropları da bulunmaktadır. Manchester Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okutulan derslerde ispat edildiğine göre bu mikroplar, tuvalet kağıdı ile temizlik yapılırken sekiz kat kağıttan geçip insanın elini pisletmektedir. Dolayısıyla, tuvaletteki temizlik için en ideal olan sudur.

İslâm’ın temizlik hususundaki emir ve hükümlerini araştıran bir kimse, bunların arkasında sıhhî yönden büyük faydaların olduğunu görecektir. Meselâ istincâ: İslâm, istincâda sağ elin kullanılmasını yasaklamıştır. Çünkü sağ el ile yemek yenir. Böylece sağ elin pisliklere teması önlenir ve mikroplara karşı hijyenik durum sağlanır.

Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.), sağ elini; yemek yerken ve içerken, bir şey alıp verirken kullandığı, sol elini ise; bunun dışında kalan yerlerde kullandığı rivâyet edilmiştir.

Bir günde her namaz için abdestin emredilmesi ve abdest uzuvlarının tekrar tekrar yıkanmasının istenmesi, insan vücudunun açıkta kalan ve mikroplarla en çok kirlenen yerlerinin temizlenmesine vesile olur. Mikrobiyoloji uzmanları, insanın açıkta olan cildinin 1 cm2’sinde 5 milyon kadar mikrobun bulunduğunu isbat etmişlerdir. Mikropların süratli bir şekilde çoğaldığı da bilinen bir gerçektir. Bundan kurtulmak için de, cildin tekrar tekrar yıkanmasından başka çare yoktur.

Doktorlar cildin, insan vücudunda en büyük uzuv olduğunu kabul etmektedirler. Normal bir insanın cildi, yaklaşık olarak 2 m2’dir. Bir insan cildi üzerinde bulunan muhtelif (yararlı ve zararlı) mikropların sayısı, Vindoff’un “Skin and Veneral Diseases” adlı kitabında söylediğine göre yer yüzündeki canlıların hepsinin sayısından daha fazladır. Yine bu bilgine göre, bir defa banyo yapmakla bu mikroplardan (özellikle zararlı olanlarından) 200 milyonu izâle edilmektedir. Bu zararlı mikroplar durmadan çoğalmaktadır. Öyleyse bunları, sürekli ve intizamlı bir surette yok ederek sayısını azaltmalıdır. Bu hususta Peygamber Efendimiz
(s.a.s.) ne güzel buyurmuşlardır: “Her Müslümanın haftada bir defa başını ve vücudunu yıkaması onun üzerinde bir haktır” (Buhari, cum’a 12; Müslim, cum’a 9).

İslâm Müslüman’a, dişlerini ve arasında kalan yemek artıklarını da temizlemesini emretmektedir. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.): “İnsanın amellerini yazan, sağ ve solunda bulunup ve ondan hiç ayrılmayan iki meleğin en çok kızdıkları şey; amellerini yazmakla mükellef oldukları kimsenin dişlerinin arasında kalan artıkları temizlemeden namaz kılmasıdır.” Buyurmuşlardır (Süyuti, 85).

Malûmdur ki, mazmaza (abdestte ağzı güzelce yıkamak), ağzı, gırtlağı ve diş etlerini iltihaplardan, dişleri de çürümekten korur. Dr. Mustafa Said esSuyûtî, Mu’cizâtün fi’tTıbbi li’nNebiyyi’lArabî Muhammed (s.a.s.) adlı kitabında, Dr.Garzûzî’nin Vikâyetü’lEsnân ve Sıhhatü’lEbdân adlı kitabından naklen şöyle diyor: İnsanların % 90’ı dişlerini kaybediyorlar. Eğer ağız temizliğine gerekli önemi verseydiler, zamanından önce dişlerini kaybetmezdiler. Ağız temizliği gerektiği gibi yapılmayınca, zarar sadece diş etlerine münhasır kalmıyor. Ağızda oluşan ve biriken zararlı maddeler, tükürük ve yiyeceklerle mideye geliyor. Kana karışarak bütün uzuvlara kadar gidiyor ve birçok hastalığa sebep oluyor.”

Doktorların verdiği bilgilere göre ağızda korkunç sayıda çeşitli mikrop, bakteri, virüs ve asalak vardır. Bunların çeşitleri 100’e yaklaşmaktadır. Bir lokmanın 1.mm2’sindeki mikropların sayısı ise milyonlarla ifade edilmektedir. Bu mikroplar, dişlerin üzerinde ve aralarında birikmiş yemek artıklarıyla beslenmektedir. Bunların gelişme ve çoğalmaları neticesinde ağızda zararlı ifrazatlar ve kötü kokular meydana gelmektedir. Bundan dolayı İslâm, misvak kullanmayı emretmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “Misvak kullanın, çünkü misvak, hem ağzı temizler, hem de Rabb’in rızâsını kazandırır.” (İbn Mâce, tahâret 7); “Mübârek zeytin ağacından yapılan misvak ne güzeldir. Misvakla hem ağız temiz olur, hem de dişler sararmaktan korunur. Zeytin ağacından yapılan misvak, benim ve benden önceki peygamberlerin misvağıdır.” (Heysemî, Mecmeu’zZevaid, 2: 100); “Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir; hayâ(utanma duygusu), güzel koku kullanma, nikâh(evlenme) ve misvak kullanma” (Tirmizi, nikâh 1).

İslâm, istinşâk’a da teşvik etmiş ve ona, ağız temizliği gibi önem vermiştir. İstinşâk, burun temizliği demektir. Suyun buruna çekilmesi ve daha sonra çıkarılması; burunda birikmiş zararlı maddelerin ve mikropların dışarıya atılması ve burun kıllarının temizlenmesine vesîle olur.

Fıtrî Temizlik ve Vücut Temizliği

Vücut temizliğinin tam olabilmesi için Hz.Muhammed (s.a.s.) bir takım sıhhî talimât getirmiş, bunlara “fıtrî temizlik” adını vermiş ve bunlara uymamız gerektiğini bildirmiştir.

O’nun (s.a.s.), fıtrî temizlik hakkında şöyle dediği rivâyet edilir: “Fıtrat beştir, veya şu beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıklardaki kılları tıraş etmek, tırnakları kesmek, koltuk altı kılları yolmak ve bıyıkları kısaltmak” (Buhari, libas 63). Günümüzün tıp ilmi ise, bu sünnetlerin önemini bize daha yeni yeni söylemektedir.

1. Tırnakların kısaltılmaması, altlarında bir çok mikrobun ve kirin birikmesine sebep olmaktadır. Temiz olmayan tırnakların taşıyarak sebep olduğu bir çok hastalık vardır ki, meselâ ishâl, bağırsak iltihabı, göz iltihabı, bağırsak parazitlerinin bulaşması bunlardan sadece birkaçıdır.

2. Sünnet olmanın da birçok sıhhî faydası vardır. Sünnet olma, kişiyi zararlı olan yağlı ifrazâttan koruduğu gibi, mikropların gelişip çoğalması için uygun bir ortam olan sünnet derisinin kesilmesi, onların çoğalmasını da önleyecektir. Şu da kesin bilinen bir gerçektir ki, kocaları sünnetli olan Müslüman kadınlarda, diğerlerine göre rahim kanseri daha az görülmektedir.

3. Kasık kıllarının temizlenmesi/tıraş edilmesinde de büyük sıhhî faydalar vardır. Çünkü mikrop, bakteri ve benzeri bazı haşareler genellikle kasıklardaki kıllarda yaşarlar. Kasık kıllarını tıraş etme pek yaygın olmayan batıda her sene erkek ve kadınlardan büyük bir yekun değişik hastalıklara yakalanmaktadırlar.

4. Koltuk altları, insanın en çok terleyen yeri olduğundan, mikropların gelişmesi için en uygun olan yerlerdir. Mikropların çoğalması neticesinde kötü koku meydana gelir ve bu kötü koku etrafı rahatsız eder. Onun için koltuk altı kıllarını yolma (veya tıraş etme), bu mikropların büyük sayıda çoğalmasına engel olur.

5. Bıyıkları kısaltma da, fıtrî sünnetlerdendir. Çünkü uzun bıyık, insanın yediği ve içtiği şeylerle devamlı pislenir Onların pislenmesi de ağzın pislenmesine sebep olur.

Elbise Temizliği

İslâm’da çevre temizliği, kişinin giydiği elbisenin de temiz olmasını gerektirir. Müslüman toplumdaki bir fert, görünüşü güzel, tertipli ve temiz elbiseli olmalıdır. Bu hususta Allah Teâlâ: “Ey Âdem oğulları, her mescid için (namaz kılacağınız vakit, yatak ve namaza mani kiri bulunan iş elbisesi gibi, elbiseleri değil), güzel elbisenizi giyin.” (A’râf/7: 31) buyurmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.s.), insanların görünüş ve elbise itibariyle en güzel olanıydı. Arkadaşlarını, elbise temizliğine dikkat etmeleri için teşvik ederdi. Bir gün, üzerinde kirli elbise bulunan bir adam gördü ve: “Bu adam elbisesini yıkayacak bir şey bulamıyor mu!” (Ebû Dâvûd, libas14) dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.), bu sözüyle Müslümanları, bu adamın giydiği şekilde kirli elbise giymemeye davet ediyordu.

İslâm, elbise temizliğini her gün yapılan ve devam eden ibadetlerin sıhhati için şart kılmıştır. Bu durum da, insanı bilerek veya bilmeyerek elbiseye temas eden bütün pisliklerden devamlı olarak uzak durma hususunda dikkat ve teyakkuza teşvik etmektedir. Allah Teâlâ: “...ve elbiseni temizle.” (Müddessir/74: 4) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “Kimin bir elbisesi varsa, onu temiz tutsun.” buyurmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.), özellikle insanların birlikte oldukları cuma ve bayram namazları gibi yerlerde elbiselerin temiz olması gerektiğini bilhassa vurgulamaktadır.

Mekân Temizliği

Hz. Peygamber (s.a.s.), evlerin temizliğine de büyük önem vermişler ve: “Allah güzeldir ve güzeli sever, cömerttir ve cömerdi sever, kerîmdir ve kerîmi sever, temizdir ve temizi sever. Evlerinizin çevresini temizleyin...” (Tirmizî, edeb 41) buyurmuşlardır.

Bu hadîsi şerifte Peygamber Efendimiz bizleri, evlerinin temizliğinde süprüntü ve fazlalıkları temizlemeyenlere benzemekten menetmişlerdir.
İslâm, evlerin ve çevrelerinin temizlenmesini emretmekle, daha pek çok faydanın yanısıra, âmmenin sıhhatini hedeflemiştir. Çünkü, ev ve evlerin çevrelerinde pislik birikirse, buralarda haşereler ve mikroplar rahat bir şekilde gelişir ve çoğalır. Ayrıca, etrafa bir çok hastalığa sebep olabilecek kötü kokular yayılır ve evler oturulamayacak bir hâle gelir.

Mekân temizliği denilince evlere ilâveten sokak, ibadethâne, toplantı yerleri vs. insanların devamlı veya arasıra bulunmak zorunda oldukları yerler de akla gelir.

İslâm, umumî bir şekilde yeryüzünün, kirlenmeden korunmasını ve temiz tutulmasını istemektedir. Özellikle üzerinde namaz kılınan yerin temiz olmasını şart koşmaktadır. Üzerindeki pislik hangi çeşit pislik olursa olsun temizlenmemiş bir yerde kılınan namaz makbul değildir.

Mekân temizliği konusunun içine, insanın içinde yaşayacağı ister ev olsun isterse çadır olsun mesken yeri seçimi de girer. Selefi sâlihîn, ev yapılacak yerin seçiminde şu şartların göz önünde bulundurulması üzerinde durmuştur:

1. Hastalıkların çok olduğu bir yer ve çevresi olmamalı.
2. Güneş ve havadan mahrum, rutubetli yerler olmamalı.
3. Yerin altında bir yer, (ağır ve zehirli gazların istilâ ettiği mahaller olmamalı).
4. Çok yüksekte şiddetli rüzgâra maruz yerlerde de olmamalı.
5. İhtiyaca göre odaları geniş olmalı.
6. Evin kendisi, kapıları ve pencereleri sağlam olmalı ki, zararlı haşerelerin, soğuk havanın ve akciğer veremi mikrobu gibi sıhhate zararlı mikroplar ihtiva eden tozların girmesine de engel olunsun.

Suların Temizliği

“Hayatı olan her şeyi sudan yaptık.” (Enbiyâ/21: 30) âyetinde belirtildiği gibi su, hayatın aslı olduğundan, suyun pislenmeden korunması demek, esasen hayatın değişik şekilleriyle korunması demektir. İslâm Dini, bir çok emriyle suyun korunmasına önem verir ve pisliklerden sakınmaları konusunda insanları teşvik eder. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hususta: “Sizden birisi daha sonra yıkanacağı durgun suya bevletmesin” (Buharî, vüdû’ 28; Müslim, tahâret 95) buyurmuşlardır.

İçine bevledilmiş durgun suda değişik hastalıklara sebep olacak mikroplar bulunduğundan, buralarda yıkanmak doğru değildir. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s.): “Akan suya bevletmekten de nehyetmiştir.” (Heysemi, Mecmau'zZevâid, 1:224). Peygamberimiz’in akar suya bevletmeyi yasaklamasının önemli bir sebebi, suyun, idrarda bulunan bir takım mikroplardan korunmasıdır. Başka bir hadîsi şeriflerinde de: “Lânetlenmeye sebep olan şu üç şeyden sakının; suya, (insanların oturacağı) gölgeliğe ve insanların gelip–geçtiği yola büyük abdest bozmak” (Ebû Dâvûd, tahâret 14).

Suya büyük abdest bozma, suda parazit, mikrop, bakteri ve kötü kokuların oluşmasına sebep olur. Bu zararlı şeyler, bu akarsudaki ve onun birleştiği denizlerdeki balık ve diğer canlılara da menfî tesir eder.

Netice itibariyle diyebiliriz ki, temizlik hususunda İslâm’ın getirdiği ve öğrettiği şeylere tâbi olmak, insan hayatının emniyetle devamının teminatıdır. Bu asırda İslâm’ın getirdiği şeyleri tatbik etmeye ne kadar da muhtacız. Özellikle her türlü kirliliğin, dünyanın dört bir tarafını sardığı ve çözümünün çok zor olduğu şu günlerde.

Hadîs kitapları dışındaki kaynaklar:
Canan, İbrahim, İslâm’da Çevre Sağlığı, İstanbul, 1986.
Suyutî, el–Habâik fi’l–Melâik.

Selam ve dua ile...


[TOP]

16.7 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Beden Dili ve Üslubu

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Beden Dili ve Üslubu
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Beden Dili ve Üslubu

Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam Efendimiz, şüphesiz bir insan olmanın yanı sıra Allah'ın en son peygamberidir. O'nun, getirdiği dini insanlara tebliğ ve açıklamak gibi bir misyonu da vardır. Her alanda en güzel bir model olan Allah Rasûlü'nün tebliğ ve beyan vazifesini ifa ettiği esnada, insanlarla iletişim kurmadaki becerisi şüphesiz önemlidir.

On beş asır öncesinin şartlarında tek başına çıktığı bir davada çok kısa bir sürede on binleri etkileyen ve onlar üzerinde yaptırım gücü olan bir şahsiyetin iletişim becerileri ve bu arada beden dilini kullanımı, taktir edileceği gibi iletişim ve bu bilimin diğer dalları bakımından da araştırılması ve üzerinde çokça çalışılması gereken bir husus olmalıdır.

Bir tebliğci sıfatıyla Peygamberin, iletişimde çok etkin bir mesaj olan beden dilini nasıl kullandığı bugün bizim için daha bir önem kazanmıştır.

Yürüyüş Biçimi

Kaynakların verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber; yürürken ayaklarını sürümezler, adımlarını atarken yerden sertçe kaldırırlardı. Hareket halinde iken sağa sola sallanmazlar, inişli yokuşlu engebeli bir arazide yürürcesine hafifçe önlerine eğilirlerdi. Dimdik durup göğüslerini kabartarak yürümedikleri gibi, koşar adımlarla yürürcesine hızlı da yürümezlerdi. Fakat, Allah'ın kendilerine bir lutfu olarak, uzun mesafeleri kısa zamanda katederlerdi.

Oturuş Biçimi

Peygamber Efendimiz'in oturuş şekillerine dair bize intikal eden vesikalar ise, hadis metinleri arasına serpiştirilmiş durumda olup, şu şekillerden oluşmaktadır:

Kurfesâ biçiminde oturuş: Türkçe karşılığını tam olarak bulamadığımız bu oturuş biçimi şöyledir; insanın oturağı üzerine oturarak, dizlerini, karnına doğru iyice çekip kolları arasına aldıktan sonra ellerinin önden bağlanması şeklinde bir oturuştur. Buna, bir nevi destekli oturuş denebilir. Kaynaklarda, Hz. Peygamber'in zaman zaman bu şekilde oturduğunun görüldüğüne dair rivayetler bulunmaktadır.

Bağdaş Kurma: Ebû Davud'un kaydettiği bir rivayete göre, "Hz. Peygamber, sabah namazını kıldırdıktan sonra, güneş iyice doğuncaya kadar bağdaş kurarak otururdu".

Çömelme: "İhtifâz" veya "ik'â" kelimeleriyle ifade edilen bu oturuş şeklinin, daha çok yemek yerken kullanıldığı görülmektedir.

Ayağını sarkıtarak oturma: Hadis metinleri arasında, Hz. Peygamber'in bir kısım ashabı ile birlikte, bir kuyu bileziğine oturarak ayaklarını kuyu boşluğuna sarkıttıklarına dair rivayetlere de rastlanmaktadır.

Diz çökme: Hz. Peygamber'in oturuş tarzlarına yer veren kaynaklarda, diğerleri gibi ayrı bir başlık altında, diz çökerek oturduklarına dair rivayetlere rastlanmamaktadır. Ancak, hadis metinlerinin sebeb-i vürûd kısımları ile ashabın hayatını anlatan Tabakat kitaplarının satırları arasında bu durumu tesbit etmek mümkün olabilmiştir. Diz çökme, Zat-ı Risalet'in mutad oturuş tarzıdır. Bu sebeple ashabdan birisinin: "Ben, Peygamber Efendimiz'i diz çökmüş vaziyette gördüm" demesi, bilineni tekrar bildirmek olurdu ki, bunun da ilgi çekici bir yönü kalmazdı.

İşte ashabın görüp anlattığı diğer oturuş tarzları, onların zaman zaman ve nadiren Rasûlullah'ın şahsında müşahede ettikleri oturuş şekilleridir. Peygamber Efendimiz, hayatının çeşitli safhalarında yerine göre, yukarıda yedi madde halinde sıralanan şekillerin hepsi ile de oturmuş ve böylece O’na her açıdan benzemek isteyen ümmetini, belli bir şekille bağlamamış ve onları tek tip oturuşla sınırlamamıştır.

Dayandığı Eşyalar

Peygamber Efendimiz: "Üç şey vardır ki, geri çevrilmez: Yastık, güzel koku ve süt!" buyurmuşlardır.

Rasûlullah Efendimiz, sohbet meclislerinde ve uzun müddet oturma durumunda kaldıkları hallerde, kollarının altına bir "yastık" alarak yaslanırlardı.

Hz. Peygamber'in, yerden biraz yüksekçe ve hurma yaprağından örülmüş "serir" adı verilen bir eşya üzerine oturduklarına dair bilgilere de sahip bulunuyoruz.

Peygamber Efendimiz'in, demir veya tahta ayaklı bir kürsü üzerine oturduklarının görüldüğüne dair belgeler de bulunmaktadır.

Hz. Peygamber, o günün toplumunda revaçta bulunup da varlık gösterisine kaçmamak kaydıyla kendisine ikram edilen bütün eşyaların üstüne oturmayı reddetmemiştir. Nitekim misafirliğe gittikleri yerlerde, yerine göre, altına atılan halı veya keçeden mamul minder üstüne oturmuş, yerine göre ikram edilen mindere oturmayarak, kuru tahta veya çıplak toprak üzerine ilişivermiştir.

Konuşma biçimi

Hz. Peygamber'in en bariz özelliklerinden biri de, O'nun konuşmasındaki güzellik ve mükemmellikti. Peygamber Efendimiz: "Ben, az-öz söz söyleme (cevami'ul-kelim) özelliği ile donatılmış olarak gönderildim." (Buharî, VIII, 76, 168; en-Nihaye, I, 295) buyurmuştur. Yetiştiği çevre de, Peygamber Efendimiz'in fasih konuşmasında büyük rol oynamıştır.

Hz. Peygamber tane tane, açık-seçik ve herkesin anlayabileceği bir tarzda konuşurlardı. O kadar ki, dinleyenler eğer kelimelerini saysa, onları teker teker sayabilirlerdi. Yerine göre de, konuşması sırasında geçen önemli cümlelerini üçer defa tekrar ederlerdi.

Yerine göre bir vaiz, bir müftü, bir hakim; yerine göre bir muallim, bir terbiyeci, bir aile reisi; duruma göre bir diplomat, bir kumandan, bir fatih, bütün bunların yanında geniş dostluk çevresi olan bir cemiyet adamı gibi sıfatlarla karşımıza çıkan Hz. Peygamber; dost-düşman, müslim-gayr-i müslim, zengin-fakir, büyük-küçük, kadın-erkek her kesimle muhatap olmuştur.

Peygamber Efendimiz, sohbet ederlerken; ashabına karşı daima mütevazı bir kardeş, şefkatli bir öğretmen ve merhametli bir baba gibi davranmış; bazı muaşeret kaidelerini (görgü kuralları) öğretmeyi arzu ettikleri zaman da, onlara, tatlı bir üslupla hitap etmiştir. Söyleyeceklerini bazen şakacı bir tarzda; bazen gönül alıcı, sevindirici, ümit verici ve teşvik edici bir biçimde; yerine göre kinayeli, teşbihli, ufuk açıcı ve düşündürücü bir üslupla söylemişlerdir.

Hz. Peygamber'in topluluk karşısındaki konuşmalarının tonu da üslubu da çok farklıdır. Kaynaklar, bu tür konuşmalar için "hutbe" kökünden türetilmiş tabirler kullanırlar. "Veda Hutbesi" dışında diğer hitabe tarzındaki konuşmaların içerisinde bu kadar uzununa rastlanmamaktadır.

Halka hitaben yaptığı konuşmalarda, gözleri kızarır, sesinin tonu yükselir ve heyecanı iyice artar; konuşmalarını yaparken, elinde, hem dayanmakta, hem de öteye beriye işaret etmekte kullanılan "mıhsara" denen (asa, baston, değnek, çöp türünden) bir çubuk bulundururlardı.

Hz. Peygamber, bilhassa lüzumsuz aşırılıkları, İslam'a söz getirebilecek ölçüsüz davranışları ve temel prensipleri zedeleyici hareketleri hiç hoş karşılamazlar; bu türden olaylar kendisine intikal ettikçe üzülürler, öfkelenirler, açıktan tavır takınırlar ve sert bir dille ikaz ederek bunları önlemeye çalışırlardı.

Hz. Peygamber'in değişmez bir tavrı vardı: Normal insanda bile hoş karşılanmayan; kaba, kırıcı, küçük düşürücü, hakaret edici, ölçüyü kaçırıcı türden bir konuşma ve hitap tarzı, O'nun şahsiyetinde hiç yer bulmamıştır.

El - Kol Hareketleri (Jestleri)

Hz. Peygamber'in iletişim esnasında yaptığı işaretler incelendiğinde O'nun el ve parmaklarını daha çok kullandığı görülmektedir.

a. Eller: Allah Rasûlu, özellikle eğitim ve öğretim sayılabilecek hitaplarında jestleriyle de konuşmalarına bir canlılık getirmiş ve dinleyenlerin dikkatini konu etrafına toplamayı başarmıştır. Nitekim çoğu zaman yanında taşıdığı asası ile konuya canlılık getiren jestler yapmıştır. Bir gün minberde konuşurken elindeki asa ile minbere vurarak: "Bu Taybe'dir (Medine). Bu Taybe'dir. Dikkat edin! Buna Mekke ile Medine'ye Deccal'ın giremeyeceğini size anlatmıştım." buyurmuştur.

Hz. Peygamber anlattığı konuyu dinleyenlerin zihninde canlandırmak için soyut kavram ve ifadeleri somut hale getirmiş ve muhataplarının anlayacağı seviyeye indirgemiştir. Cennete ilk giren kimsenin kendisi olacağını anlatırken, cennetin kapısını nasıl çalacağını hareketleriyle izah etmeye çalışmıştır. Bu olaya şahit olan Enes b. Malik,

Hz. Peygamber'in "Cennetin kapısını ilk defa çalan ben olacağım." derken eliyle sanki bir kapıyı tıklıyormuş gibi kapı halkasını tutup çaldığı hâlâ gözümün önünde, demektedir. Hz. Peygamber kader konusunda ashabına bilgi verirken eliyle sakalını tutmuştur. Hadis şarihleri bu davranışın O'nun teslimiyetini anlattığını; zira eliyle sakalı tutmanın o dönemde Araplar arasında teslimiyeti ifade ettiğini bildirmektedirler.

Hz. Peygamber, eğitim - öğretim esnasında ellerini mükemmel bir şekilde kullanmıştır. Nitekim ilim bakımından sahabenin ileri gelenlerinden Abdullah b. Mesud, Hz. Peygamber'in kendisine teşehhüd duasını öğretirken elini tuttuğunu haber vermektedir. Bir başka rivayette ise elleri yerine saçını tuttuğu bildirilmektedir.

Hz. Peygamber, önemli gördüğü şeyleri yeri geldiğinde eliyle işaret ederek söylerdi. Örneğin, Ensar'dan bir zat Hz. Peygamber'e, "Ya Rasûlallah! Senden bir takım sözler işitiyorum ancak ezberleyemiyorum." dediğinde Allah Rasûlu ona, "Sağ elinden yardım al." demiş, bunu söylerken de eliyle yazı yazar gibi yapmıştır. Yine Peygamber'in eliyle işareti hususunda sahabeden Abdullah b. Amr'ın anlattığı şu olay da güzel bir örnek teşkil etmektedir. Abdullah şöyle anlatıyor: Rasûlullah'tan duyduğum her şeyi yazıyordum. Bir müddet sonra Kureyşliler'den bazıları beni bundan alıkoymak istedi; "Allah Rasûlu bir beşerdir. O kızgınlık halinde de neşeli haldeyken de konuşurken sen nasıl olur da her şeyi yazarsın." dediler. Ben bu durumu Rasûlullah'a arz ettim. Elini ağzına götürerek, "Yaz! Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki, buradan haktan başka bir şey çıkmaz." buyurdu.

Allah Rasûlu bir gün cemaate yatsı namazı kıldırıyordu. Ancak namazı dört rekat yerine iki rekat kıldırdı ve selam verdi. Sonra kalktı mescidin içerisinde yere konmuş ahşap bir sedir gibi bir şeye yaslandı. Sanki kızgın gibiydi. Sağ elini sol elinin üzerine koydu ve ellerinin parmaklarını birbirine kenetledi, sağ yanağına da sol elinin dışına dayadı. Namaz bitti diye acele edip mescidin dışına çıkanlar birbirlerine namaz mı kısaldı şeklinde sordular. Aralarında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de vardı. Ancak onlar da bir şey konuşmaktan çekiniyorlardı. Sahabe arasında elleri uzun olduğu için kendisine "Zülyedeyn" lakabı verilen kişi Peygamber'in yanına geldi ve "Ya Rasûlallah! Sen mi unuttun yoksa namaz mı kısaldı?" diye sordu. Allah Rasûlu de, "ne ben unuttum, ne de namaz kısaldı" buyurdu ve yanındakilere, "Zülyedeyn'in dediği doğru mu?" diye sordu. Oradakiler "evet" deyince kalktı namazını tamamladı ve sehiv secdelerini yaptı. Bu olayda Hz. Peygamber kendisinin üzüntülü ve düşünceli olduğunu sözle ifade etmese de
O'nun hareketlerinden yani beden dilinden bu durum gayet net olarak anlaşılmaktadır.

b. Parmaklar: Hz. Peygamber'in Arafat'ta yüz bin civarında insana karşı veda hutbesini irad ettikten sonra "tebliğ ettim mi?" şeklinde sorduğu ve sonra da şahadet parmağını insanlara çevirerek "Şahid ol Allah'ım!" dediği bilinmektedir. Yine O, Muaz b. Cebel'e tavsiyede bulunurken dilini eliyle tutarak "İşte bunu muhafaza et." demiştir. Rasûlullah, Muaz b. Cebel'e sadece sözle "dilini muhafaza et" diyebilirdi; ancak burada da görüldüğü gibi daha etkili olan görsel metodu kullanmıştır.

Abdullah b. Ebî Evfâ'dan rivayet edildiğine göre, bir yolculuk esnasında Hz. Peygamber, hizmetindeki birine güneş battığı bir sırada, "içecek bir şeyler ver iftar edeceğim." dedi. Adam, "Ya Rasûlallah! Hâlâ gündüz aydınlığı var. Simdi iftar olur mu?" diye şaşkınlığını arz etti. Hz. Peygamber tekrar içecek istedi; adam aynı şeyleri söyledi. Peygamber üçüncü kez isteyince adam içecek getirdi. Allah Rasûlu orucunu açtı ve eliyle doğu tarafını göstererek bir hat çizer gibi, "Bak! Akşam bu taraftan böyle karardığı vakit oruçlu iftar eder." buyurdu.

Hz. Peygamber Ramazan orucu için hilalin gözetilmesinden ve kamerî ayların 29 ve 30 gün çektiğinden bahsederken, "Biz ümmî bir topluluğuz; yazı yazmayı, hesap yapmayı bilmeyiz. Ay şu kadar, şu kadardır." demiş ve iki elinin parmaklarıyla üçer kez işaret ederek bir defasında 30, diğer seferin üçüncüsünde bir baş parmağını kapatarak 29'a işaret etmiştir.

Müminlerin birbirine sahip çıkmalarını ve aralarında olması gereken ilişki ve samimiyeti anlatırken "Müminler tıpkı bir bina gibidir. Birbirlerine destek olur ve ayakta tutarlar." demiş, bu sözleri söylerken de iki elini parmaklarını birbirine kenetlemiştir. O bu hareketiyle birlik ve beraberliğin önemini mükemmel bir üslupla anlatmıştır.

Mimikleri

Edeb bakımından insanların en güzeli olan Allah Rasûlu çok kibar ve nazik biriydi. O'nun engin şefkat ve merhamet hisleri, içindeki duygularını anında dışa yansıtır, pek çok düşüncesi yüz ifadesinden âdeta okunurdu.

a. Yüz ifadesi: Rasûlullah'ın konuşması mimiklerle ayrı bir değere ulaşır. Muhatapları kendine hitap eden Rasûlullah'ın söyleyeceği sözleri O'nun yüzünden de okuma imkanını bulmuştur. Daha söze başlamadan önce nasıl, ne tarzda bir konuşma yapacağının kestirildiği zamanlar olmuştur. Hz. Peygamber kızdığı zaman alnının ortasındaki damar şişer, gözleri kızarırdı. Sahabe, Peygamber'in kızdığını böylece anlarlardı. Bir gün Hz. Âişe'nin yanına girdiğinde onun yanında yabancı birini görünce hoşlanmamış ve bunu da yüz ifadeleriyle hissettirmişti. Hz. Âişe de o kişinin süt kardeşi olduğunu açıklamıştır.

Diğer taraftan Ka'b b. Malik, tövbesinin kabulünü anlatırken Rasûlullah'ın kendini sevinçten parlayan bir yüzle karşıladığını ve söyle dediğini söylemektedir: "Anandan doğduğundan beri senin için en hayırlı günü müjdelerim bu günü."

b. Kaş göz işaretleri: Hz. Peygamber bir kimseyi kötüleyecek şekilde kaş göz işareti yapmaz bunun yapılmasına müsaade de etmezdi. Mekke'nin fethinden sonra ölüm emri verilenlerden Abdullah b. Sa'd b. Ebi's-Serh, Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek eman diledi ve beyat etmek üzere Hz. Peygamber'in eline sarıldı. Rasûlullah onun beyatini almadı ancak üçüncü kez istemeyerek kabul etti; adam da öldürülmekten kurtuldu. Daha sonra Hz. Peygamber ashabına, "Benim davranışımı gördüğünüz halde neden adamı öldürmediniz?", diye sitem etti. Ashab, "Ya Rasûlallah! Bize bir göz işareti yapsaydın onun işini bitirirdik." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Biz peygamberlere gözlerine hıyaneti yakışmaz." buyurdu.

Duruşu Biçimi

Şüphesiz Hz. Peygamber'in beden dili denildiğinde ilk akla gelen O'nun duruşudur. Susmasının dahi dini açıdan bir anlamı olan Allah'ın elçisinin duruşuyla oluşturduğu imaj O'nun gerçek ve en etkili yüzüdür ki, bu bir yönüyle de ahlakı olarak tezahür etmiştir. O'nun ahlakı ise âdeta canlı bir Kur'ân'ı temsil etmektedir. Dolayısıyla O duruşuyla bir anlamda bize Kur'ân'ın öngördüğü insan tipini de göstermiş olmaktadır.

a. Giyim Kuşamı: Hz. Peygamber çeşitli renk ve desenlerde elbiseler giymiştir. Ancak O'nun daha çok beyaz renkli elbiseleri tercih ettiğini biliyoruz. O toplumda diğer insanların giydiği kıyafetleri giymiş, elbisenin temiz ve yırtıksız olmasına dikkat etmiştir. Yün, keten ve pamuklu giysiler giymiş ancak ipek kumaştan yapılmış elbiseleri kullanmamıştır. Rasûlullah daima güzel kokar, saç ve sakalının bakımına son derece dikkat ederdi.

b. Kişisel mesafe: Hz. Peygamber eşlerine, çocuklarına ve torunlarına daha bir yakın durmuş, yakınlık derecesine göre bu duruşunu ayarlamıştır. Kızı Hz. Fatma'yı alnından öpmesi, onun yatağına oturması ve torunu Hz. Hasan ve Hüseyin'i kucaklayarak öpmesi, O'nun fiziksel teması kullanmasını gösterdiği gibi, aynı zamanda yakınları ve mahremleri için kişisel alanlardan mahrem bölgeyi kullanmasına da güzel bir örnek teşkil etmektedir.

O, biriyle konuştuğu zaman onun yüzüne bakar, elini tutmuşsa o bırakmadıkça bırakmaz, karşısındaki yüzünü başka tarafa çevirmedikçe O çevirmezdi. Hatta bir adam bir şey söylemek gayesiyle Rasûlullah'ın kulağına fısıldayarak bir şey konuşsa, adam başını uzaklaştırmadan Rasûlullah başını uzaklaştırmazdı.

Müslümanların birbirine güler yüzle bakmasını öğütleyen Hz. Peygamber, yüzünden sürekli tebessümü eksik etmezdi. Rasûlullah kendisine kötülük yapan düşmanlarını bile sükunetle dinlemiş, konuşma sırası kendine geldiğinde söz alarak konuşmasına başlamıştır. Nitekim, bir defasında Utbe b. Rebia ile yaptığı bir görüşme esnasında, "Söyle Ebû'l-Velid! seni dinliyorum." demiş, Utbe sözlerini bitirip susunca, "Sözlerini bitirdin mi? ey Ebû'l-Velid!" diye sormuş, "evet" cevabını aldıktan sonra: "O halde sen de beni dinle." diyerek söze başlamıştır.

Hz. Peygamber yürürken aciz ve tembeller gibi yürümez sert adımlarla yürürdü. Ardından gelen kimse kendisine kolay kolay yetişemezdi. Hafif öne eğik gibi yürür, arkasından seslenildiğinde sadece boynunu çevirmez bütün vücuduyla dönerdi.

İhtiyaç olmadıkça konuşmayan Allah Rasûlu'nun bazen uzun süre suskun durduğu görülürdü. O'nun bu sessizliğinin hilm sıfatından, insanları yaptıklarından sakındırmak istemesinden, takririnden ya da tefekkürden kaynaklandığı bildirilmektedir.

c. Vücut teması: Hz. Peygamber vücut temasını da yeri geldikçe çok güzel bir biçimde kullanmıştır. O'nun uzaktan gelen sevdiği insanları veya çok yakın akrabalarını kucakladığı, bazen de öptüğü ve bağrına bastığı bilinmektedir. Nitekim Cafer b. Ebî Talib Habeşistan hicretinden Medine'ye dönüşünde, Hz. Peygamber de Hayber'in fethinden henüz yeni gelmişti. On üç yıl aradan sonra Cafer, Peygamber'in huzuruna girdiğinde, Rasûlullah Cafer'i kucaklayarak iki gözünün arasından öpmüş ve şöyle demişti: "Hayber'in fethine mi yoksa Cafer'in gelişine mi daha çok sevindiğimi bilemiyorum."

Kur'ân-ı Kerim'de de zikredildiği gibi Hz. Peygamber, Müslüman olanlardan "beyat" alırken ellerini onların elleri üzerine koymuş öylece söz almıştır.

Rasûlullah insanlarla vücut teması kurarak onlarla olan samimiyetini daha çok pekiştirmiş olmaktadır.

Diğer taraftan Hz. Peygamber'in, çocuklarla iletişim kurabilmek için onların anlayacağı ya da sevineceği şekilde davrandığı görülmektedir. Zaman zaman onları devesine bindirerek gezdirir, onlara nasihat eder, onların saçını okşar, onlara şaka yapardı. Hatta bir defasında abdest alırken abdest suyunu ağzına alıp yanındaki çocuğun yüzüne püskürttüğü bile olmuştur. O'nun bu yakın teması ve doğal davranışı çocukların ilgisini çekmekte ve kendisini sevmelerine zemin hazırlamış olmaktadır.

Gülüş Biçimi

Kaynakların ittifakla kaydettiklerine göre, Rasûlullah Efendimiz, yaradılıştan beşûş çehreli, yani güleç yüzlü idi. Tebessüm denen "gülümseme", O'nun mübarek yüzünden hiç eksik olmazdı. En sıkıntılı anlarında bile, üzüntülerini belli etmezler, yanındakilerin içlerini karartacak bir tavır sergilemezlerdi. Bilhassa sevdikleri kimselerle karşılaştıklarında, öylesine tebessüm ederlerdi ki, böyle anlarda, yüzleri ay gibi parıldardı.

Bu tabii halleri dışında, Rasûlullah Efendimiz'in, bir de gülüşleri vardı. Hadis kaynakları, O'nun nelere ve nasıl güldüklerine dair pek çok vesika kaydetmişlerdir. Özellikle Âişe (ra) validemiz, Peygamber Efendimiz'in gülüş tarzlarını şu şekilde anlatmışlardır: "Rasûlullah Efendimiz'in küçük dili gözükecek şekilde, kendinden geçercesine güldüklerini hiç görmedim. O'nun gülüşü, tebessüm şeklinde idi." (Buharî, el-Cami'us-Sahih, VII, 94-95; el-Edeb'ül-Müfred, s.97, nu:251).

Hz. Peygamber'in diğer sahabilerinin bir çoğu da, çeşitli münasebetlerle, O'nun bu gülüş tarzını anlatırlarken "...öyle ki, azı dişleri gözükecek derecede güldüler!" şeklinde bir ifade kullanmışlardır. Bu gülüş tarzında, dişler gözükür; fakat ses işitilmez. İşte bu, Peygamber Efendimiz'in gülüş tarzıdır.

Şakaları

Enes b. Malik (ra): "Rasûlullah Efendimiz, çocuklara karşı, insanların en çok şaka yapanı idi." (Taberanî, el-Mucemu's-Sagir, II, 39; İbnu'l Esir, en-Nihaye. III, 466). "Peygamber Efendimiz, insanlar içinde, hanımlarına en çok şaka yapan kimse idi." (İbn'ul Esir, en-Nihaye. III, 466; Gazali, İhya, III, 129) der.

Peygamber Efendimiz; daha çok, çocuklara; hanımlarına; fakir fukara zümresine ve çevresinden sevgi bekleyenlere şaka yapmıştır. "Arkadaşınla ağız kavgası yapma; ona şaka da yapma; bir söz verip tutmamazlık da etme!" buyurunca, çevresindekiler tarafından: "Ama ya Rasûlallah, siz de şaka yapıyorsunuz!" diye sorulduğunda: "Evet, ben de şaka yaparım; fakat ben (şaka yaparken bile) sadece hakikati söylerim." (Buharî, el-Edeb'ül-Müfred, s.102, nu:265; Tirmizî, Sünen IV, 357, nu:1990). cevabını vermişlerdir.

Enes b. Malik (ra) anlatıyor: "Peygamber Efendimiz bana, "İki kulaklı!" diye hitabetti." (en-Nihaye, I, 34).

Tirmizî'nin hocası Mahmud b. Gaylan, kendi hocası Ebû Üsame'nin bu haberi açıklayıcı mahiyette: "Yani Hz. Peygamber, Enes'e şaka yapmıştır." dediğini söylemiştir.

Sonuç

Hz. Peygamberin duygu ve hisleri kimi zaman gözyaşı olmuş, kimi zamanda alnında kabaran bir damar olarak ortaya çıkmıştır. Bir şeye işaret ettiğinde elinin tamamıyla işaret ederdi. O, dili kötülüklerden korumak gerektiğini anlatırken dilini eliyle tutarak göstermiş; takvanın yerinin kalp olduğunu söylerken de eliyle sol göğsüne işaret etmiştir. Bir şeye şaşırdığında elini ters çevirir havaya doğru açardı. Konuşurken avuçlarını bir araya getirir ve sağ elinin ayasını sol başparmağının iç tarafına vururdu.

Yapmacık hareket etmeyen, göz boyamaya ve gösteriş yapmaya çalışmayan bir insanın tabi olan yüz ifadeleri neyse Peygamberin içinden geçirdikleri de aynı şekilde yüzüne yansımaktaydı. Kızdığında yüzünü başka tarafa çevirirdi. Sevindiğinde gözlerini indirirdi. Onun gülmesi çoğunlukla tebessüm idi. Gülerken de dişleri dolu taneleri gibi görünürdü.

O her yönüyle mükemmeldi..

Kaynak:
Peygamberimiz'in Şemaili, Prof. Dr. Ali Yardım, Damla Yayınları, İstanbul 2005.
Hz. Peygamberin Şemâili, Prof. Dr. İbrahim Bayraktar, İstanbul 1990.
Hz. Peygamberin Beden Dili, Doç. Dr. Mustafa Karataş, Nun Yayıncılık, 2008.

Selam ve dua ile...


[TOP]

16.8 Hapşıran Kişiye-yerhamükellah

Previous topicNext topic
Hapşıran Kişiye-yerhamükellah
 

Hapşıran Kişiye-yerhamükellah

Hapşıran bir Müslümanın "elhamdülillah" demesi, orada bulunanların da hapşıran kişiye, "yerhamükellah / Allah sana rahmet etsin." diyerek mukabelede bulunması, hapşıran kişinin de tekrar, "yehdînâ ve yehdîkümullah / Allah (c.c.) bize ve size hidayet etsin." demesi, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizin sünnet-i seniyyesidir.
Eğer, olduğu yerde kalmış olsa, bir takım kalıcı dertlere sebep olacak olan, dimağda toplanmış bulunan buharın hapşırarak çıkmasıyla, hapşıran kişiye bir nimet ve fayda temin edilmiş olur. Vücutta, yeryüzünde meydana gelen zelzele gibi bir sarsıntıdan sonra organların eski hâli gibi sağlıklı kalmış olması üzerine hapşıran kişinin, Allah'a hamd etmesi yani, "elhamdülillah" demesi, meşru kılınmıştır.(1) Aksırmanın insan sağlığına bu faydalarından dolayıdır ki, Hatibin, İbn-i Ömer (r.a.) rivayetinde Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz:
"Aksıran yahut geğiren kişi 'elhamdülillahi alâ külli halin minelhâl' derse, ondan en hafifi cüzzam olan yetmiş hastalık def edilir." buyurmuşlardır.
Başka bir rivayette ise Hz. Ali (r.a.)'in, el-Edebü'l-Müfred'de kaydedilen bir rivayeti ise şöyledir:
"Kim hapşırdığı zaman 'elhamdülillahi Rabbi'l-âlemine alâ külli hâlin ma kâne' derse ebediyen ne kulak ne dil (ne de karın) ağrısı çeker."(2)
Ayrıca insan hapşırınca birkaç saniyelik zaman dilimi içerisinde kalbin atışı durur ve kalp bu esnada dinlenir. Bundan sonra kalp tekrar çalışmaya başlar. İşte bu insanın ölüp de tekrar hayata dönmesi gibidir. Zira hapşırma esnasında duran kalp tekrar çalışmayabilir. Cenâb-ı Hakk'ın insana tekrar kalbin çalışması nimetini vermesi karşısında, "elhamdülillah" denir, Cenâb-ı Hakk'a şükredilir.
Tıp mütehassıslarına göre, aksırmakla saniyenin onda biri kadar bir zamanda gözlerimiz ve hava geçitlerimiz kapanarak, saatte 300-350 km hızla 85.000.000 bakteriyi bomba gibi havaya fırlatırız.
Araştırmalar aksırmanın nasıl meydana geldiğini anlayabilmek için çok hızlı fotoğraf çeken makinelerde özel bir teknik kullanmış ve ancak saniyenin 1/100.000'inde kareyi dondurarak istedikleri resimleri elde edebilmişlerdir. Resimde görülen zerreciklerin çevresindeki sıvı tabaka buhar olup uçar ve zerreler havada uçuşurlar. Bilim adamları, biri aksırdıktan yarım saat sonra havada hâlâ 4.000 zerreciğin uçuştuğunu ortaya çıkarmışlardır. Bu zerrecikler zararsız su tanecikleri veya cansız maddeler değildir. Aksıran bir kimsenin karşısına bakterilerin çoğalmasına yardımcı olacak besin ortamı bulunan bir tabaka yerleştirilerek tabakanın üzerindeki bakteriler sayıldığında, tek bir damlanın 19.000 bakteri kolonisi meydana getirdiği müşahede edilmiştir. Tek bir aksırık 85.000.000 bakteriyi çevreye saçabilmektir.
Hapşıran kişinin mikropları etrafa saçmaması ve grip gibi hastalıkları yaymaması için, eliyle ya da bir mendil ya da elbisesiyle ağzını kapaması sünnettir. Zira Ebu Hureyre (r.a.)'in bu husustaki bir rivayeti şöyledir:
"Rasûlullah (s.a.v.) hapşırdığında elini veya elbisesini ağzına koyar, sesini gizler veya hapşırmayı içinden yapardı." demişlerdir.
Fizyologlara göre mutlaka yapılması gereken bir hareket olan aksırma, insanın şuurlu bir yardımı olmaksızın, şaşırtıcı bir mekanizma ile gerçekleştirilmektedir. Çünkü aksırma ihtiyacı hissettiğimiz zaman aksırırsınız, önüne geçemezsiniz. Vücudunuza bu mekanizma konulmamış olsaydı, bize rahatsızlık veren pek çok zararlı maddelerden ve tozlardan kurtulmamız mümkün olmayacaktı. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki milyonlarca mikrop ve zararlı maddelerden kurtulduğumuz için, aksırdıktan sonra Rabbimiz'e şükrediyor, "elhamdülillah" diyoruz.
Hapşıran kişiye "çok yaşa" denilmesi caiz olsa da, sünnete uygun olan ifadelerin kullanılması en doğru söyleyiştir.
Kaynaklar:
1. Zâdü'l-Mead, II/983.
2. Kütüb-ü Sitte, IX/426.

Sorularla İslamiyet.


[TOP]

16.9 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Oturuş Şekilleri

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Oturuş Şekilleri
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Oturuş Şekilleri

Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm)'in mûtad olan oturuş tarzı, diz üstü oturma şeklinde idi. (Müslim, Îmân, 1, 5; Buhârî, Îmân 37) Fakat bunun haricinde de oturuş şekilleri vardı. Bunlardan biri bağdaş kurarak oturmasıdır. Câbir bin Semure radıyallâhu anhümâ, Resûlullah Efendimiz (asm)'in, sabah namazını kıldıktan sonra güneş iyice yükselinceye kadar, bağdaş kurarak oturduğunu haber vermektedir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 26)
Bağdaş kurarak oturmak, Peygamber Efendimiz (asm)'in hoşlandığı ve çokça yaptığı oturuş biçimlerinden biriydi. Çünkü bu oturuş, insanı rahat ettiren, avret mahallinin açılmasını engelleyen ve edep kâidelerine uygun düşen bir oturuş tarzıdır. Allâh Resûlü, sâdece mescidde değil, başka meclislerde de çoğu zaman böyle otururdu. Sahâbenin de Peygamberimiz (asm)'in bu oturuş tarzına uyduklarını ve onun gibi oturmayı tercih ettiklerini görmekteyiz.

Bir diğeri “kurfusâ” veya “ihtibâ” denilen oturuş şeklidir. İbn-i Ömer - radıyallâhu anhümâ-;

“Resûlullah - sallallâhu aleyhi ve sellemi Kâbe'nin avlusunda elleriyle dizlerini tutarak şöyle otururken gördüm.” demiş ve uyluklarını karnına dayayıp kolları ile dizlerini tutarak, kaba etleri üzerine oturmuştur. (Buhârî, İsti'zân, 34)

Kayle bint-i Mahreme de;

“(Müslüman olmak için geldiğimde) Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemi dizlerini karnına dayamış, dizlerini elleriyle tutup kaba etleri üzerine oturmuş vaziyette gördüm. Onu böyle huşû ve huzûr içinde mütevâzi bir vaziyette oturur görünce, korkudan irkildim.” demektedir. (Ebû Dâvud, Edeb, 22)

Bu tarz, Peygamber Efendimizin (asm) çokça yaptığı, hatta Kâdî İyâz'a göre bağdaş kurarak oturmaktan daha çok tercih ettiği bir oturuştur. Tesettürün tam sağlanması ve avret yerinin açılma ihtimali gibi bir durumun olmaması, bu oturuş şeklinin tercih sebebidir. Sahâbe-i kirâm da çoğu kere böyle otururlardı. Toplumumuzda bu oturuş biçiminin yaygın oluşu, her halde bu sünnetin uygulanışından kaynaklanmaktadır.

Yalnız Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), cuma günü imam hutbe okurken bu şekilde oturup hutbe dinlemeyi yasaklamıştır. (Ebu Dâvûd, Salât, 228) Çünkü bu oturuş biçimi uyuklamaya sebep olur ve kişiyi hutbeyi dinleme vecibesinden alıkoyar. En kötüsü de abdestin bozulmasına sebep olabilir.

Allâh Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem çömelerek de oturmuştur. “İhtifâz” veya “ik‘a” kelimeleri ile ifade edilen bu tarzı, daha çok bir şey yerken kullanmıştır. Enes bin Mâlik radıyallâhü anh:

“Ben, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz'i çömelerek oturmuş olduğu hâlde hurma yerken gördüm.” demiştir. (Müslim, Eşribe, 148-149)

Fahr-i Kâinât Efendimizin (asm) müşâhede edilen bir diğer oturuş şekli de, havuz veya kuyunun kenarına oturup ayaklarını aşağıya doğru sarkıtmasıdır. Ebû Mûsâ el-Eş'arî -radıyallâhu anh-'ın anlattığı bir hâdisede Allâh Resûlü, bir kısım ashabıyla birlikte Erîs kuyusunun kenarına oturarak ayaklarını kuyu boşluğuna sarkıtmıştır. (Buhari, Ashâbu'n-Nebi, 5)

Peygamber Efendimizin (asm) Tasvip Etmediği Oturuş Şekilleri

Fahr-i Cihân Efendimizin (asm) beğenmediği ve hoş karşılamadığı oturuş biçimleri de vardır. Meselâ tek elini arkaya uzatıp elinin ayasına yaslanarak ve vücudunu da ona göre biçimlendirerek oturmak Efendimiz (asm) tarafından makbul karşılanmamıştır. İki elini arkaya koyup ayalarına yaslanmak sûretiyle oturmak da aynı şekilde uygun görülmeyen oturuş tarzlarından biridir. Çünkü bu oturuş, insanlara karşı büyüklük taslayan ve kendilerini herkesten üstün görenlerin oturuş biçimi olarak nitelendirilmiştir. Şerîd bin Süveyd - radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Bir gün sol elimi arkaya atmış ve elimin ayasına dayanmış otururken, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- yanıma geldi ve:
"Allâh'ın gazabına uğramış olanlar gibi mi oturuyorsun?" buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 24)

Burada önemli olan nokta, İslâm gibi en büyük nimete sâhip olan Müslümanların, nimetten mahrum bırakılmış ve Allâh'ın kızgınlığını haketmiş olan gayri müslimlere, oturuşlarında bile benzememeleri gerektiğidir. Şayet bir oturuş, yürüyüş, yatış ve benzeri davranışlar gayri müslimlerin şiârı ise, yani bu davranışlar görüldüğünde onlar hatıra geliyor ve onların hâli zihinde canlanıyorsa, bunlardan sakınmak Müslümanların görevidir.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), hangi tarzda olursa olsun, uygun olmayan yerlere oturmayı yasaklamıştır. Bunlardan biri, sokaklara ve yol kenarlarına oturmaktır. Efendimiz ashâbına:

– Yollarda oturmaktan kaçının, buyurmuştur. Onlar:
– Biz buna mecbûruz. Meselelerimizi orada konuşuyoruz, dediklerinde ise Allâh Resûlü:
– Oturmaktan vazgeçemeyecekseniz, o hâlde yolun hakkını verin, buyurdu.
– Yolun hakkı nedir ey Allâh'ın Resûlü, dediklerinde ise:
– Harama bakmamak, gelip geçenleri incitmemek, selâm almak, mârufu emredip münkerden nehyetmektir, buyurdu. (Buhârî, Mezâlim, 22; Müslim, Libâs, 114)

Diğer bazı rivayetlerde de Peygamberimiz (asm),“yol sorana yol göstermek, imdat isteyene yardım etmek” gibi birkaç hakka daha işaret etmiştir.

İnsanların gelip geçtiği yerlere lüzumsuzca oturarak sohbet etmek, insanları seyretmek ve rahatça geçmelerine mâni olmak çirkin bir harekettir. Ancak zarûreten oturulduğunda Efendimizin işaret ettiği hususlara dikkat edilmelidir. Sokaklarda oturmanın bu mahzurunu bilen Müslümanlar, öteden beri câmi avlularında oturmayı âdet edinmişlerdir.

Kaynak:Sorularla islamiyet
Created with
Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm)'in mûtad olan oturuş tarzı, diz üstü oturma şeklinde idi. (Müslim, Îmân, 1, 5; Buhârî, Îmân 37) Fakat bunun haricinde de oturuş şekilleri vardı. Bunlardan biri bağdaş kurarak oturmasıdır. Câbir bin Semure radıyallâhu anhümâ, Resûlullah Efendimiz (asm)'in, sabah namazını kıldıktan sonra güneş iyice yükselinceye kadar, bağdaş kurarak oturduğunu haber vermektedir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 26)
Bağdaş kurarak oturmak, Peygamber Efendimiz (asm)'in hoşlandığı ve çokça yaptığı oturuş biçimlerinden biriydi. Çünkü bu oturuş, insanı rahat ettiren, avret mahallinin açılmasını engelleyen ve edep kâidelerine uygun düşen bir oturuş tarzıdır. Allâh Resûlü, sâdece mescidde değil, başka meclislerde de çoğu zaman böyle otururdu. Sahâbenin de Peygamberimiz (asm)'in bu oturuş tarzına uyduklarını ve onun gibi oturmayı tercih ettiklerini görmekteyiz.

Bir diğeri “kurfusâ” veya “ihtibâ” denilen oturuş şeklidir. İbn-i Ömer - radıyallâhu anhümâ-;

“Resûlullah - sallallâhu aleyhi ve sellemi Kâbe'nin avlusunda elleriyle dizlerini tutarak şöyle otururken gördüm.” demiş ve uyluklarını karnına dayayıp kolları ile dizlerini tutarak, kaba etleri üzerine oturmuştur. (Buhârî, İsti'zân, 34)

Kayle bint-i Mahreme de;

“(Müslüman olmak için geldiğimde) Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemi dizlerini karnına dayamış, dizlerini elleriyle tutup kaba etleri üzerine oturmuş vaziyette gördüm. Onu böyle huşû ve huzûr içinde mütevâzi bir vaziyette oturur görünce, korkudan irkildim.” demektedir. (Ebû Dâvud, Edeb, 22)

Bu tarz, Peygamber Efendimizin (asm) çokça yaptığı, hatta Kâdî İyâz'a göre bağdaş kurarak oturmaktan daha çok tercih ettiği bir oturuştur. Tesettürün tam sağlanması ve avret yerinin açılma ihtimali gibi bir durumun olmaması, bu oturuş şeklinin tercih sebebidir. Sahâbe-i kirâm da çoğu kere böyle otururlardı. Toplumumuzda bu oturuş biçiminin yaygın oluşu, her halde bu sünnetin uygulanışından kaynaklanmaktadır.

Yalnız Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), cuma günü imam hutbe okurken bu şekilde oturup hutbe dinlemeyi yasaklamıştır. (Ebu Dâvûd, Salât, 228) Çünkü bu oturuş biçimi uyuklamaya sebep olur ve kişiyi hutbeyi dinleme vecibesinden alıkoyar. En kötüsü de abdestin bozulmasına sebep olabilir.

Allâh Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem çömelerek de oturmuştur. “İhtifâz” veya “ik‘a” kelimeleri ile ifade edilen bu tarzı, daha çok bir şey yerken kullanmıştır. Enes bin Mâlik radıyallâhü anh:

“Ben, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz'i çömelerek oturmuş olduğu hâlde hurma yerken gördüm.” demiştir. (Müslim, Eşribe, 148-149)

Fahr-i Kâinât Efendimizin (asm) müşâhede edilen bir diğer oturuş şekli de, havuz veya kuyunun kenarına oturup ayaklarını aşağıya doğru sarkıtmasıdır. Ebû Mûsâ el-Eş'arî -radıyallâhu anh-'ın anlattığı bir hâdisede Allâh Resûlü, bir kısım ashabıyla birlikte Erîs kuyusunun kenarına oturarak ayaklarını kuyu boşluğuna sarkıtmıştır. (Buhari, Ashâbu'n-Nebi, 5)

Peygamber Efendimizin (asm) Tasvip Etmediği Oturuş Şekilleri

Fahr-i Cihân Efendimizin (asm) beğenmediği ve hoş karşılamadığı oturuş biçimleri de vardır. Meselâ tek elini arkaya uzatıp elinin ayasına yaslanarak ve vücudunu da ona göre biçimlendirerek oturmak Efendimiz (asm) tarafından makbul karşılanmamıştır. İki elini arkaya koyup ayalarına yaslanmak sûretiyle oturmak da aynı şekilde uygun görülmeyen oturuş tarzlarından biridir. Çünkü bu oturuş, insanlara karşı büyüklük taslayan ve kendilerini herkesten üstün görenlerin oturuş biçimi olarak nitelendirilmiştir. Şerîd bin Süveyd - radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Bir gün sol elimi arkaya atmış ve elimin ayasına dayanmış otururken, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- yanıma geldi ve:
"Allâh'ın gazabına uğramış olanlar gibi mi oturuyorsun?" buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 24)

Burada önemli olan nokta, İslâm gibi en büyük nimete sâhip olan Müslümanların, nimetten mahrum bırakılmış ve Allâh'ın kızgınlığını haketmiş olan gayri müslimlere, oturuşlarında bile benzememeleri gerektiğidir. Şayet bir oturuş, yürüyüş, yatış ve benzeri davranışlar gayri müslimlerin şiârı ise, yani bu davranışlar görüldüğünde onlar hatıra geliyor ve onların hâli zihinde canlanıyorsa, bunlardan sakınmak Müslümanların görevidir.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), hangi tarzda olursa olsun, uygun olmayan yerlere oturmayı yasaklamıştır. Bunlardan biri, sokaklara ve yol kenarlarına oturmaktır. Efendimiz ashâbına:

– Yollarda oturmaktan kaçının, buyurmuştur. Onlar:
– Biz buna mecbûruz. Meselelerimizi orada konuşuyoruz, dediklerinde ise Allâh Resûlü:
– Oturmaktan vazgeçemeyecekseniz, o hâlde yolun hakkını verin, buyurdu.
– Yolun hakkı nedir ey Allâh'ın Resûlü, dediklerinde ise:
– Harama bakmamak, gelip geçenleri incitmemek, selâm almak, mârufu emredip münkerden nehyetmektir, buyurdu. (Buhârî, Mezâlim, 22; Müslim, Libâs, 114)

Diğer bazı rivayetlerde de Peygamberimiz (asm),“yol sorana yol göstermek, imdat isteyene yardım etmek” gibi birkaç hakka daha işaret etmiştir.

İnsanların gelip geçtiği yerlere lüzumsuzca oturarak sohbet etmek, insanları seyretmek ve rahatça geçmelerine mâni olmak çirkin bir harekettir. Ancak zarûreten oturulduğunda Efendimizin işaret ettiği hususlara dikkat edilmelidir. Sokaklarda oturmanın bu mahzurunu bilen Müslümanlar, öteden beri câmi avlularında oturmayı âdet edinmişlerdir.

Kaynak:Sorularla islamiyet


[TOP]

16.10 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yürüyüşü

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yürüyüşü
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yürüyüşü

  
Peygamber Efendimiz (sav)'in yürüyüş şekli:
Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:

"Ben Resulullah Efendimizden daha güzel birisini görmedim; sanki güneş, onun mübarek yüzünde devrediyor gibiydi. Peygamber Efendimiz (sav)'den daha hızlı yürüyen birisini de görmedim; yürürken adeta yeryüzü ayakları altında dürülürdü. Bizler, arkalarından giderken, geri kalmamak için büyük çaba harcardık." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.157) .

Hz. Ali (ra)'in torunlarından İbrahim b. Muhammed (ra), "Dedem Hz. Ali, Resulullah Efendimizi tanıtırken şöyle derdi: "Resulullah Efendimiz, yürürken, adeta yokuş aşağı inercesine, ayaklarını sertçe kaldırırlardı." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.158) diyerek, Peygamberimiz (sav)'in rahat bir yürüyüşü olduğunu belirtmiştir.

Hz. Yezid İbni Mirsad (ra) ise şöyle demiştir:

"Yürüdüğü zaman vakarlı, fakat hızlı giderdi. Yanındakiler ona yetişemezdi." (G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 541/1) .

Hz. Ebu Atabe (ra)'den:

"Yürürken kuvvetli adımlarla yürürdü." (G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 541/2) ."

"... Yürürken, ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını uzun ve seri atmakla birlikte sukunet ve vekar üzere yürürlerdi. Yürürken, sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor görünümünü arzederdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında, bütün vücudları ile birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz ucu ile bakarlardı. Ashabı ile birlikte yürürken, onları öne geçirir kendileri arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere, onlardan önce hemen selam verirdi." (Tirmizı'nin Şemail isimli kitabının tercümesinden; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz (sav)'in Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 66-67) ."

"Hep harekatı mutedil idi. Bir yere azimetinde (yola çıkmak, gitmek) acele ve sağ ve sola meyletmeyip, kemal-i vekar (ağırbaşlılığın olgunluğu) ile doğru yoluna gider ve fakat sür'at (hızlı) ve sühulet (kolaylıkla) ile yürür idi. Şöyle ki; adeta yürür gibi görünür, lakin yanında gidenler, sür'at ile yürüdükleri halde geri kalırlar idi." (Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, IV. Cüz, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331, s. 364-365; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz (sav)'in Şemaili, Damla Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1998, s. 51) ."

(bk. Hz. Peygamber’in Şemaili, Prof. Dr. İbrahim Bayraktar)

Kaynak:Sorularla İslamiyet


[TOP]

16.11 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Su İçmesi

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Su İçmesi
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Su İçmesi



SORU
Su içme adabı ve ayakta su içmek hakkında bilgi verir misiniz?

CEVAP

Suyu içerken imkânlar ölçüsünde kıbleye yönelip, oturarak besmele çekip su bardağı sağ ele alınarak içmelidir. Her hususta olduğu gibi su içerken de itidal üzere hareket etmeli aşırı derecede su içmemeli, çok soğuk ve çok sıcak olanlardan da sakınmalıdır.

Peygamber efendimiz zaman zaman ayakta su içmiş ve bu şekilde su içmenin günah olmadığını göstermek istemiştir. Peygamber efendimiz ayakta su içerek ruhsat yönünü göstermiştir.

Konuyla ilgili rivayetleri beraber değerlendirdiğimizde ayakta su içilebileceği, ancak oturarak içmenin ise daha uygun olduğu söylenebilir.

İbni Abbas radıyallahu anhümâ şöyle dedi: "Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme zemzem verdim. Onu ayakta içti." (Buhârî, Hac 76, Eşribe 76; Müslim, Eşribe 117-119)

Ali radıyallahu anh ayakta su içti. Sonra da: "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin benim içtiğimi gördüğünüz gibi su içtiğini gördüm" dedi. (Buhârî, Eşribe 16)

İbni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle dedi: "Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin zamanında, yürürken bir şey yer, ayakta iken de su içerdik." (Tirmizî, Eşribe 12. Ayrıca bk. İbni Mâce, Et`ime 25)

Abdullah İbni Amr şöyle dedi: "Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ayaktayken de otururken de su içtiğini gördüm." (Tirmizî, Eşribe 12. Ayrıca bk. Nesâî, Sehv 100)

Enes radıyallahu anh’ın rivayetine göre Resûli Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir kimsenin ayakta su içmesini yasaklamıştır. Râvi Katâde şöyle dedi: Biz Enese, ya ayakta yemek nasıldır? diye sorduk. Enes: Ayakta yemek daha beter (veya kötüdür), dedi. (Müslim, Eşribe 113. Ayrıca bk. Tirmizî Eşribe 11)

Resûli Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem “Ayakta su içmeyi yasaklamıştır” ifadesi, Müslimin bir başka rivayetinde “Ayakta su içmekten men etmiştir” (zecere) şeklinde geçmektedir. (Müslim, Eşribe 112, 114)

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Hiçbiriniz ayakta su içmesin. Unutarak içen de kussun!” (Müslim, Eşribe 116)

Ayakta su içmenin lehinde ve aleyhindeki hadisler dikkate alındığı zaman, Peygamber Efendimiz’in ayakta su içtiğine dair rivayetlerin, ayakta su içmeyi yasakladığını belirten hadislerden daha fazla olduğu anlaşılmaktadır

İmâm Buhârî’nin de, Kâmil Miras’ın dediği gibi (Tecrid Tercemesi, XII, 53), ayakta su içmekte bir sakınca olmadığı sonucuna vardığı anlaşılmaktadır

Demek oluyor ki, Peygamber Efendimiz, kendisi de zaman zaman ayakta su içmek suretiyle bunun yasak olmadığını göstermiş, belki de sağlık açısından uygun görmediği için bunun alışkanlık haline getirilmesini istememiştir Suyu oturarak içmenin daha uygun olduğunu belirtmek, insanları buna yönlendirmek ve tercihinin bu yönde olduğunu daha açık bir şekilde anlatmak için de ayakta su içmenin aleyhinde bulunmuştur

Peygamberimizin “Ayakta su içen kussun!” tehdidi kesin bir emir (yani vücup için) değildir Bazı âlimler, “Ayakta su içen kussun!” sözünü Resûl-i Ekrem’in değil, Ebû Hüreyre’nin söylediği kanaatindedir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Çarşıda pazarda ayakta bir şey içmek gerektiğinde ve oturacak bir yer bulunmadığında mutlaka oturacak yer aramamalı; bununla beraber oturarak içmenin sağlığa daha elverişli olduğu unutulmamalıdır.

1. Peygamber Efendimiz ile ondan gören bazı sahâbîler ayakta su içmişlerdir Bu sebeple ayakta su içmek günah değildir

2. Peygamber Efendimiz’in ayakta su içmeyi yasaklaması, oturarak içmeyi daha uygun gördüğünü belirtmektedir

3. Resûl-i Ekrem’in, ayakta su içenin içtiğini kusmasını söylemesi, mutlaka böyle yapılmasını istediği anlamına gelmez Zira Efendimiz Müslümanları eğitmek için bazen bu üslûbu kullanmıştır.

Sorularla İslamiyet

SORU
Suyu üç yudumda içmek hakkında bilgi verir misiniz?

CEVAP
Değerli kardeşimiz;
Burada esas olan suyun yavaş yavaş içilmesidir. Suyun miktarına göre yudum sayısı arttıırlabilir ve azaltılabilir. Suyu üç yudumda içmek sonunda Elhamdülillah demek; su içmenin adaplarındandır. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: "Suyu çocuğun memeyi emmesi gibi için. Depodan doldurur gibi içmeyin. Ondan ciğer hastalıkları zuhur eder."

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- suyu ve diğer meşrûbâtı üç nefeste içer (Buhârî, Eşribe, 26) ve bu husûsta da şöyle buyururdu: “Deve gibi bir nefeste içmeyin. İki veya üç nefeste için. Bir şey içeceğiniz zaman besmele çekin; içtikten sonra da «elhamdülillah» deyin! ” (Tirmizî, Eşribe, 13)

Peygamber -aleyhisselâm- suyu üç nefeste içmenin faydalarını şöyle açıklamıştır:

1. Üç nefeste içen kimse suya iyice kanar, böylece susuzluğu teskin edilmiş olur.

2. Suyu üç nefeste içmek sağlığa daha uygundur. (Müslim, Tahâret, 65; Eşribe, 121)

Suyun mideye azar azar inmesi hâlinde insanın vücut yapısı, onu hemen ihtiyaç duyulan yere sevk eder. Çok miktarda suyun birden hücûmu hâlinde ise vücut, dengesini kaybederek vazîfesini tam olarak yapamaz: Üşüyen bir kimse midesine âniden inen suyun soğukluğu ile daha da üşür; harâretli vücut da bir anda gelen çok suya karşı tepki gösterir ve suyun serinliğinden tam olarak istifade edemez. Yavaş yavaş ve azar azar içilmesi durumunda ise bu gibi zararlı durumlar söz konusu olmaz.

Bir şey içerken, meşrûbâtın içinde bulunduğu kaba herhangi bir sebeple üflenmesi de uygun görülmemiştir. Ebû Saîd el-Hudrî'den rivâyet e dildiğine gör e, Peygamber Efendimiz içilecek şeylere üflemeyi yasaklamıştı. Bir adam:

– Kaba çerçöp düştüğünü görürsem ne yapayım? deyince:

“– Düşen şeyi dök!” buyurdu. Bu defa adam:

– Bir nefeste içince suya kanmıyorum, dedi. Resûl-i Ekrem de:

“– O takdirde su kabını ağzından çek! (Üç yudumda iç!) ” buyurdu. (Tirmizî, Eşribe, 15) Selam ve dua ile...

Sorularla İslamiyet


[TOP]

16.12 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yemek Konusunda Sünnetleri

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yemek Konusunda Sünnetleri
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yemek Konusunda Sünnetleri

Peygamberimizin (asm) mutad bir şekilde şu gün şunu bu gün bunu yerdi gibi bir sıralama yoktur. Peygamberimiz (asm) rahat bir hayat yaşamadığı için haftalık ne yediği belli değildir. Bazı günler evinde hiç tencere kaynamadığı, açlıktan karnına taş bağladığı zamanlar olmuştur.

Beslenme Konusunda Ölçüler:

Peygamberimiz (asm) ümmetinin zayıf noktalarını çok iyi bildiğinden, zaman zaman çeşitli ikaz ve tembihlerde bulunmuşlardır. Bu hususta dikkat çeken ikazlardan biri de şöyledir:

"Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin en korkuncu (tehlikelisi) şunlardır: Karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, (maddi ve manevî) tembellik ve yakîn (iman) zayıflığıdır." (Suyuti, Fethu'l-Kebir, 1/58)

Konumuz açısında hadiste dikkat çekilen şişmanlık değil, "göbek bağlamak" anlamındaki oburluktur. Dolayısıyla karın büyüklüğü ile kendini gaflete salıp çok yiyen, yeme ve içmeyi hayatın gayesi edinen, belki böylece şişman olan insanlar kastedilmektedir. Zira Peygamberimiz (asm) böyle yaşayan kimseler için dünya ve ahiret hayatları adına endişe duymuşlardır.

Şu halde bir insanın hayatında yeme ve içme gaye olmuşsa, onda ahiret hayatı adına bir hazırlık beklemek de zordur. Nitekim Peygamberimiz (asm)

"Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysa ki Ademoğlu için belini doğrultacak birkaç lokma yeterlidir. Şayet mutlaka yemesi gerekiyorsa, o zaman (midesinin) üçte birini yemek, üçte birini su, üçte birini de nefes için ayırsın." (Tirmizi, Zühd, 47) buyurmuşlardır.

Hz. Ömer (ra),

"Çok yeme içmeden sakının! Zira o, bünyenizi hastalandırır, korkaklığı artırır ve ibadetlerinizde tembelleştirir." (Aclunî, Keşfü'l-Hafa, 1/279)

şeklinde ikaz etmiştir.

Hz. Ali (r.a) da,

"Eğer karnın doymuyor ve obur isen, kendini müzmin hastalardan say." (Mâverdî, Edebü'd-dünya ve'd-din, s. 533) demiştir.

Hz. Peygamber (asm) bir olay nedeniyle şöyle buyurmuştur:

"Mü'min bir mideyle (bir kişilik) yer (içer), kâfir ise yedi kişilik yer (içer)." (Buhari, Et'ıme, 12)

Başka bir hadisinde ise Peygamberimiz (asm)

"İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter." (Buhari, Etıme, 11)

buyurarak, Müslümanların obur olmaması gerektiğine işaret etmişlerdir.

Görüldüğü gibi çok yemek ve içmek, kamil bir müminin sıfatı değildir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de bu husus

"İnkar edenler (kafirler) dünyada zevklenirler (dünya hayatının zevkini düşünürler) ve hayvanların yediği gibi yerler." (Muhammed, 47/12)

buyrularak, inanmayanların yaşayışlarına dikkat çekilmektedir.

O halde insan midesinin altında kalıp ezilmemeli, yemesini-içmesini disipline edebilen bir irade insanı olmalıdır. Zira Peygamberimiz

"Kişinin her iştahını çekeni yemesi israf olarak yeter." (İbn Mace, Et'ime, 51) buyurmuşlardır.

(bk. Dr. M. Selim Arık, Miminde Zaaf, Yani Ümit, Ocak-Şubat-Mart 2012)

Peygamberimizin Yeme İçme Adabı:

Allah, insanı adeta bütün varlıkların merkezine yerleştirmiş. Canlı ve cansız her şeyi onun etrafında pervane etmiş. İnsanlık aleminin merkezine de rızkı koymuş. Tüm insanları rızkın etrafında döndürüyor. İnsana verilen bunca yetki ve gösterilen bunca özenin de, rızka muhtaç yaratılıp bir ömür boyu onun peşinden koşturulmasının da temel amacı şükürdür.

Şükür, muhtaç olduğumuz maddî ve manevî her türlü rızkın kimin tarafından gönderildiğini bilmek, O'na yürekten minnettarlık duymak, bunu yeri geldiğinde ifade etmek, sağladığı her türlü imkan ve enerjiyi O'nu hoşnut edecek şekilde kullanmaktır.

Bu temel ölçüyle, yeme içme adabının ana hatları ortaya çıkar. O da, istifade edeceğimiz bir nimeti, elimize aldığımız bir rızkı Allah'ın adıyla yemeye başlamak; nimete saygılı olmak, taşıdığı sanat incelikleri üzerinde tefekkür, yedikten sonra da Allah'a hamd etmektir.

İkinci önemli adabı, yeyip içtiklerimizin helalden olmasıdır. Bu da hem dinen kullanımı yasak olmaması, hem de hakkımız olmasına bağlıdır. İslamî usullerle kesilmemiş hayvan eti, domuz ve diğer yenmeyen canlılardan beslenmek ve şarap içmek yasak olanlara örnektir. Allah'ın yer yüzünde bizim için serdiği nimet sofrası gerçekten çok geniştir. Helal olanlar, yasaklardan mukayeseye gelmeyecek kadar fazladır.

Yasak edilenler de, bildiğimiz ve bilemediğimiz zararlarından dolayıdır. Helal dairesi her türlü ihtiyaç ve arzumuza yetecek kadar geniştir. Harama girmeye hiç gerek yoktur. Aslında helal olmakla birlikte, başkalarının hakkı olan şeylerin, rızaları alınmadan yenilip içilmesi de haramdır.

Konunun diğer temel bir adabı da, yeyip içerken, aşırıya kaçmamaktır. Fazla kullanım gibi, gereğinden az kullanım da helal olmaz. Bu hem tıbben, hem de ahlakî açıdan uygun görülmemiştir. İbadet düşüncesiyle de olsa gereğinden az beslenmek doğru değildir.

Peygamberimiz (asm), ömür boyu her gün oruç tutmayı uygun görmemiştir. Ayrıca, midenin üçte birinin yemeğe, üçte birinin suya ayrılmasını, diğer üçte birinin ise boş bırakılmasını tavsiye etmiş, tıka basa yemeyi onaylamamıştır. İyice acıkmadan sofraya oturulmamasını, oturunca da tam olarak doymadan kalkmasını tavsiye etmiştir.

Peygamberimiz (asm), bu konuda da bizim için güzel bir örnektir. Hadis kitaplarından öğrendiğimize göre, onun sofrası çok çeşitli yemeklerden meydana gelen zengin bir sofra değildi. Sade bir hayat yaşadığı için sofrası da sadeydi. O (asm), yemek için yaşamaz, yaşamak için yerdi. Eve geldiğinde yemek yoksa bunu problem etmez, bazen bir iki hurma ile yetindiği olurdu.

Hz. Peygamber (asm), günde iki kere yemek yerdi. Az yemeyi tavsiye ederdi. Haram olan yiyecek ve içecekler hâriç, diğer yiyecekleri yerdi. Sadece et veya sadece sebze yemek gibi tek yönlü beslenmezdi. Bazı yemekleri daha çok sevse de, hiçbir yemek için "sevmiyorum" ifadesini kullanmazdı.

Yemek davetlerine katılırdı. Yemeğe başlamadan önce ve yemekten sonra ellerini yıkardı. Besmele ile başlar, uygun ve kısa bir dua ile bitirirdi. Sağ eliyle yerdi. Sol eliyle yiyenleri ikaz ederdi. Ortaya konulmuş yemeğin, kendi önüne gelen kısmından yerdi. Yemek yerken sağa, sola dayanmaz, yaslanarak yenilmemesini tavsiye ederdi. Yüzü koyun uzanarak yemek yemeyi yasaklardı.

Yemeğin israf edilmesini menederdi. Soğan, sarımsak gibi kokusu başkalarını rahatsız eden yiyecekleri yedikten sonra toplum içine girmeyi hoş karşılamazdı. Yemeğe ve suya üflemeyi yasaklardı. Yemeğin çok sıcak yenmemesi gerektiğini söylerdi. Yemek ve su kaplarının ağzını kapatmayı tavsiye ederdi.

Aile fertlerinin yemeği bir arada yemelerini tavsiye eder ve beraber yenen yemeğin bereketli olduğunu belirtirdi. Aşırıya kaçmadan konuşup sohbet ederdi.

Bu ve benzeri sünnetlerinden hareketle yeme içme adabı şöylece sayılmıştır:

1. Yemekten evvel ve sonra elini yıkamak,

2. Yemeği kendi önünden almak,

3. Sağ eliyle yemek,

4. Lokmayı ağza göre almak ve iyice çiğnedikten sonra yutmak,

5. Lokmayı yutmadıkça ikinci lokmaya el uzatmamak ağzında lokma ile konuşmamak,

6. Suyu içmeden evvel bardağa bakmak,

7. Suyu bir solukta içmemek,

8. Bardağın içine nefes vermemek,

9. Başkalarını tiksindirecek söz ve hareketten kaçınmak,

10. Başkasının lokmasına ve yediğine bakmamak,

11. Lokmayı ağzına korken kafasını tabağa doğru uzatmamak,

12. Yemekte israf etmemek, lokmasını ve aldığı yemeği bitirmek,

13. Ağzından bir şey çıkarmak gerektiğinde yüzünü sofradan çevirmek ve sol eli ile almak,

14. Dişleriyle koparmış olduğu lokmayı yemeğe batırmamak.

15. Helâlinden, temiz yemek ve Allah'a şükretmek.

16. Sofra sahibiyse, utanmamaları için herkes yeyip bitirmedikçe sofradan el çekmemek ve kalkmamak
(az yiyen biriyse ağır yemeli ve yer gibi davranmalı),

17. Yemeğe önce yaşça veya mevkîce büyük olanın başlamasını beklemek,

18. Mecbur kalmadıkça sokaklarda yemek yememek.

Yemekle ve Beslenmeyle İlgili Tavsiyeler:

1. Acıkmadan yeme, doymadan kalk.

2. Yediğin vakit az ye, yedikten sonra dört–beş saat kadar daha yeme.

3. Şifâ hazımdadır.

4. Mideye, bedene en büyük eziyet, yemek üstüne yemek yemektir.

5. En güzel diyet: Sünnete uygun bir beslenmedir.

6. Sünnete uygun beslenen kimse, şişmanlık hastalığına düçâr olmaz.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


[TOP]

16.13 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Tırnak Kesmesi

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Tırnak Kesmesi
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Tırnak Kesmesi

El ve ayak tırnakları beraberce kesilebilir mi? Bunun için belirli bir gün var mıdır?

Kesilebilir. Tırnak kesmenin belirli bir günü yoktur. Gerektiği her an (yani uzayınca) kesilebilir. Önce ellerinkini, sonra ayaklarınkini kesmek, ellere sağ elin işaret parmağından başlayıp, eller avuç içleri birbirine gelecek şekilde birbirine yapıştırıldığında parmakların oluşturduğu daireyi sağa doğru giderek tamamlamak, sonra sağ ayağın küçük parmağından başlayıp sol ayağın küçük parmağında bitirmek müstehap görülmüştür. (6 Hattâb es-Sübkî, el-Menhel I/189) Gazalî`nin söyledigi budur. Bu konuda görüşler vardır. Efdal olan, tırnakların haftada bir kesilmesidir. Onbeş güne kadar bırakmasında da bir mahzur yoktur. Kırk günü aşması ise, harama yakın (tahrîmen) mekruhtur. Ama tırnakları çok uzayıp,sınırı aşmayacaksa, bekleyip cuma günü kesmek (özellikle camiye gidecek erkekler için) müstehaptır. Bu konuda Fetâvây-i Kâdihân`da şöyle denir: "Bir adam tırnak kesmek ya da saç traşı olmak için, cuma gününü belirlese; başka günlerde de bunun câiz olduğunu kabul etmekle beraber, cumaya kadar beklemesi tırnak kesmeyi çok geciktirmiş olsa, bu mekruh olur. Çünkü tırnakları uzun olanın rızkı kıt olur. Eğer çok geciktirmiş olmayacaksa ve cumayı hadîsin tavsiyesine uymak için bekliyorsa bu müstehaptır. Çünkü Aişe Validemizden nakledildiğine göre, Rasûllullah Efendimiz: "Kim cuma günü tırnaklarını keserse, Allah onun öbür cumaya kadar ve üç gün daha fazla belâlardan korur" (7 Kidihân (Hindiyye kenarında) NI/411; Hindiyye V/358 Benzer hadisler için bk. el-Hindî, Kenzu`I-ummâl VI/656 659; Tırnak kesmenin uygun zamanı olarak perşembeyi gösteren bir hadis vardır. Ancak bu, Deylemî`den başka hadis kaynaklarında zikredilmemektedir. Bk. Hindî, Kenz. VI/17256,17384


[TOP]

16.14 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Sakal,Bıyık Sünneti

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Sakal,Bıyık Sünneti
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Sakal,Bıyık Sünneti

Yetişkin erkeklerin yanak, çene ve yüzlerinin alt kısımlarında çıkan kıllar.

İnsanları en güzel şekilde yaratan Cenab-ı Allah peygamberleri vasıtasıyla kulluk görevlerini onlara bildirdiği ve öğrettiği gibi, kılık-kıyafetlerini de belirlemiştir.

Allah Teâlâ, insanların bedenlerinde saç, sakal ve diğer kılları yaratmış, peygamberleri de bunlardan bir kısmının giderilmesini veya kısaltılmasını, bir kısmının da kesilmeyerek uzatılmasını tebliğ etmiş ve bu konuda insanları uyarmışlardır.

Allah Teâlâ (c.c), "Peygamber size neyi getirip verdi ise onu kabul edin, alın ve sizi yasakladığı şeyden de sakının" (el-Haşr, 59/7) ve "Allah'ın Rasulünde sizin için güzel örnekler vardır" (el-Ahzâb, 33/21) meallerindeki âyetlerinde buyurduğu gibi, mü'minlere sîrette, sûrette, ahlâkta, âdette ve hayatın bütün dallarında, Rasulu (s.a.s)'un sünnetine uymalarını emretmiştir. Rasulullah (s.a.s)'ın sünnetine uymak, İslâmiyet'i daha doğru anlamanın, daha doğru yaşamanın yegâne yoludur.

Allah (c.c)'ın: "Peygambere itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisa, 4/80) âyet mealinde buyurduklarından hareket ederek, Rasulullah (s.a.s)'a itaatin her şeyden önce farz hükmünü taşıdığını göz önüne alırsak, onun sünnetine sarılmanın önem ve ciddiyeti kendiliğinden ortaya çıkar.

Rasûlullah (s.a.s) ümmetini, kılık kıyafet ve dış görünüşleri bakımından müşriklere benzemekten alıkoymuş; "Kim bir kavme benzerse, onlardandır" (Ebu Davud, Libas, 4) hadisiyle de müslümanları uyarmıştır. Özellikle sakal bırakmaları hususunda mü'minlere tavsiyelerde bulunmuş, çeşitli hadisleriyle de sakalın müslüman için taşıdığı önemi belirtmiştir.

Hz. Aişe (r.anha)'den rivayet edilen bir hadislerinde "On şey fıtrattandır: Bıyıkları kesmek; sakalı salıvermek; misvak ile ağzı, dişleri temizlemek; su ile burnu temizlemek; tırnakları kesmek; kirlerin barınabileceği yerleri yıkamak; koltuk altındaki kılları gidermek, kasıkları tıraş etmek; necaset yolunu su ile pak eylemektir" (Müslim, Tahare, 56; Ebu Davud Tahare, 29; Nesâî, Zine, I) buyurmuşlardır. Diğer hadislerinde ise, "Bıyıkları Çok kısaltın, sakalları ise bırakın"; "Müşriklere muhalefet edin; bıyıkları kısaltın, sakalları çoğaltın"; "Bıyıkları kesin, sakalları bırakın. Böylece Mecusîlere benzemeyin " (Buharî, Libas, 64; Müslim, Tahare, 54) buyurmuşlar ve mü'minleri sakal bırakmaya teşvik etmişlerdir.

Sakal, hadiste de buyurulduğu gibi, yaratılış icabı erkeklerde bulunması gereken ve daha önceki peygamberlerin sünneti olan bir kılıktır. Müteaddid hadislerde sakalların tabii halleri üzere terk edilmesi ve uzatılması emredilmektedir. Kısaltılması konusunda herhangi bir cevaz görülmemektedir. Asırlardır her devirdeki İslâm âlimleri ile bütün mü'minler bu tabii hali benimsemişler ve kendilerinde uygulamışlardır.

Bu hadislerden anlaşıldığına göre, bütün peygamberlerle birlikte Rasul-i Ekrem de sakalını bırakmış ve sakal bırakmayı tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber ve ashabının sakallarını traş ettiklerine dair hiç bir kayıt yoktur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s) sakalının ucundan ve yanlarından alırdı (Tirmizi, Edeb, 17). İmam Malik, "Müslüman, çoğunluk sakalını ne şekilde bırakıyorsa o kadar bırakmalı, fazlasını kesmeli, böyle yapmak menduptur. Çünkü bu fazlalığın kesilmemesi, çirkin görünmeye sebeb olur. Sakalı kısaltmanın bir sınırı yoktur. En uygunu, şekli güzelleştirecek biçimde kısaltmaktır" der. İmam Bâcî Abdullah İbn Ömer ve Ebu Hureyre'den nakledilen tatbikata dayanılarak bir tutamdan fazlasının kesilebileceğini söylemiştir.

Dürrül-Muhtar'da sakalın bir tutam boyunda olmasının sünnet olduğu ifade edilmektedir. Aynı şekilde, ekseriyetin görüşüne göre bir tutamdan fazlasını kesmek de sünnettir.

Sakal bırakmak ve buna bağlı olarak sakalı traş etmek konusunda âlimler değişik kanaatlere varmışlardır. Bu alimlerin bir kısmına göre sakal bırakmak farz, kesmek haram; bazılarına göre sakal bırakmak sünnet, kesmek mekruhtur, kimisine göre de müstehaptır. Bunların görüş ve delillerine gelince: Sakal bırakmak farz, traş etmek ise haramdır şeklinde olan birinci görüş, alimlerin cumhuruna aittir. Delilleri ana hatlarıyla şöyledir:

a) Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde sakal bırakmayı emretmiştir. Emirler mendup veya mübah olduğunu ifade ettiğine dair bir delil bulunmadıkça vucub için olurlar. "Sakalları bırakın " emri de sakal bırakmanın farz olmasını gerektirir.

b) Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.s) müşrik veya mecusilere benzememeyi emretmiştir. Sakalı traş etmek onlara benzemektir. Bu da haramdır.

c) Sakal traşı, Nisa süresinin 119. ayetinde sözü edilen Allah'ın yarattığı şeyi değiştirmek demektir. Şeytana uyularak yapılân bu hareket de yasaktır.

d) Sakal, erkekleri kadınlardan ayıran bir özelliktir. Sakalını traş eden erkekler kadınlara benzemektedirler. Erkeklerin kadınlara benzemesi de dinen yasaklanmıştır.

Ancak sakalı kesmenin haram olduğunu söyleyen bazı alimlerimiz, sakalın bırakıldıktan sonra kesilmesinin haram olduğunu kasdetmişlerdir. Yoksa sakalı bırakmadan tıraş olmak haram olmaz.

Sakal bırakmak sünnet, traş etmekse mekruhtur görüşünde olanlar Şafiî mezhebinden İmam Nevevi, Râzi, Gazzalî, Şeyh Zekeriyya el-Ensari, İbn-i Hacer, Remli, Hatib, Şirbini gibi zatlardır. Bu görüşü savunanlar şöyle demişlerdir.

a) Hadis-i şerifteki emir, sakal bırakmanın farz olmasını gerektirmez. Zira aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s), Yahudi ve Hıristiyanlara benzememek için saçların boyanmasını emretmiş, fakat Sahabeden bazı kimseler saçlarını boyamamışlardır. Bu olay bu gibi emirlerin vücub için olmadığını gösterir.

b) Müşriklere din ve imanla ilgili konularda benzemek haramdır. Örf ve âdetlerle ilgili hususlarda ise haram değildir. Zira Rasûlüllah (s.a.s)'de rahiplerinkine benzer bir takunya giymiştir. Şayet bu gibi hususlarda benzemek kesin olarak yasak olsaydı, Hz. Peygamber bunu yapmazdı.

c) Örf ve âdetlerde bile olsa konu sadece müşriklere benzeme noktasından ele alındığı zaman aksine sakal bırakmanın haram olması gerektiği hükmüne varılır. Zira bugün birçok rahip ve gayr-i müslimler de sakal bırakmaktadırlar.

d) Peygamberlerin sünnetlerinden sayılan on şey alimlerin çoğunluğu tarafından sünnet veya müstehap olarak değerlendirilmektedir. Sakal da bunlardan biri olduğuna göre bu da öyle değerlendirilmelidir. Çünkü bunların hepsi temizlik ve iyi görünüşlü olmak gibi güzel âdetlerdir. Rasûlüllah (s.a.s) ümmetine en güzel âdetleri tavsiye etmiştir.

Sakal bırakmak müstehap, (sünnet-i zevaid) traş etmek ise mübahtır görüşünü savunanlar şöyle derler: Sakal bırakmak, yemek, içmek, oturmak, giyinmek gibi Hz. Peygamber'in insan olduğu için tabii olarak yapmış olduğu âdetleridir. Bu itibarla sakal bırakmak ibadetle ilgili sünnet değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in gelenek kasdiyle yapmış olduğu sünnetidir. Buna sünnet-i zevaid de denir. Mahmud Şeltut ve Muhammed Ebu Zehra gibi zamanımızın bazı âlimlerinin görüşü bu şekildedir. Buna göre sakal bırakmak faziletli olmakla birlikte, sakal traşı mübahtır. Sakal bırakılmadığı veya traş edildiği takdirde aleyhte bir hüküm terettüp etmez. İçinde bulunulan çevreye göre hareket etmek yerinde olur.

Sakalın adeta bir parçası olan bıyığa gelince; Hz. Peygamber (s.a.s)'den üst dudağının kenarları görünecek şekilde bıyığı kısaltmak veya tamamen kesmek şeklinde rivayetler vardır. Asıl alınan görüşe göre bıyığı kısaltmak da tamamen traş etmek de sünnettir: Mükellef dilediği şekilde hareket etmekte serbesttir.

Ancak bıyıkların yan taraflarından alıp ortada az birşey bırakmak caiz görülmemiştir. Şir'a şerhinde Hz. Ömer'in bıyıklarının iki ucunu uzattığından söz edilerek bunun bir sakıncası olmadığı açıklanmıştır.

(Sakal ve bıyığın hükümleri ve bu konudaki görüş ve ictihadlar için bk. İbn-i Abidin, II, 113, V, 261; el-Mehhel, I,183-189; Şevkânî, Neylül-Evtar, I, 137-138; el-Mezahibül-Erbea, II, 44-46; Şerhu'n-Nevevî (İrşadüşşarinin kenarında), II, 261-265; İânetü't-Tâlıbin, II, 340; Fethü'r-Rabbânî, XVII, 313-314;ş Mahmut Şeltut, el-Fetâvâ, 227-229; İslâmda Helal ve Haram, Yusuf el-Kardâvî, (Terc. Mustafa Varlı), 107-109; Muhammed Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metedolojisi (Terc. Abdülkadir Şener), 51-52; Zekeriyya Kandehlevi, Vucübu ı'fail-Iihye).

Ahmet ARPA

SAKAL KESMEK HARAM MIDIR?

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) getirdiği esas, kaide ve prensipler hayatın bütün safhalarını içine alır. İbadetten muamelâta, ahlâktan insanın şahsî yaşayışına ve cemiyetin bütün unsurlarına kadar...
Peygamberimizin yaşayışı en güzel bir örnek ve mü'minler için en açık bir misaldir. Bu hususu Rabbimiz Kur'ân-ı Kerimde şöyle belirtir : «Gerçekten Allah'ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çok zikredenler için, size Allah'ın Resulünde (takip edeceğiniz)

pek güzel bir örnek vardır.» 1
Peygamberimizin birtakım sünnetleri vardır ki, bunlar, onun fıtrî muameleleri şeklindedir. Giyinip kuşanması, yeyip içmesi, vücudunun bakımı ve temizliği bu kabildendir. Bunların birçoğu muaşeret kaideleri sınıfına girmektedir. Mü'minler ise, bu sünnetlere uymakla hareketlerini nurlandırmış olurlar.

İşte bu fıtrî sünnetlerden bir kısmını Hz. Âişe validemiz Resul-i Ekrem Efendimizden şöyle rivayet etmektedir :
«On şey fıtrattandır (yaratılıştan olması gereken âdetlerdendir) : bıyığı kısaltmak, sakalı bırakmak, misvak kullanmak, buruna su çekmek, tırnakları kesmek, parmak aralarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, etek tıraşı olmak, istinca ve istibra.» 2

Her insanın belli zamanlarda yapması gereken bu fıtrî sünnetler hem bir temizlik vasıtasıdır, hem de Peygamber âdetidir. İnsan bu vazifeleri yerine getirmekle hem bedenî vazifelerini yapmış, hem de sünnete uymakla manevî mükâfata kavuşmuş olur.

Bahsi geçen sünnetler içinde sakal bırakmak ve bıyıkları kısaltmak dış görünüş itibarıyla ayrı bir hususiyet taşımaktadır. Sevgili Peygamberimiz «Sakalı bırakın ve bıyıklarınızı kısaltın» derken «Müşriklere muhalefet edin» 3 buyurmakla da hikmet cihetini belirtmektedirler. Çünkü müşrikler sakallarını kesip bıyıklarını alabildiğine uzatırlardı.
İslâm âlimleri sakalı bırakma ölçüsü olarak bir tutamdan fazlasının kesilmesini ifade ederler. Hz. Ömer, sakalını uzatmış birini görerek bir tutamdan fazlasını kesmesini söylemiştir. Ebû Hüreyre gibi büyük bir Sahabî de (r.a.) sakalını tutar, bir tutamdan fazlasını keserdi. Abdullah bin Ömer'in de aynı şekilde hareket ettiği rivayet edilmektedir.

Fıkıh kitaplarımızda ifade edildiği gibi, sakalın kâmil mânâdaki şekli «arız» denilen yüzün iki tarafı ile çenede bırakılmasıdır. Şayet sadece çenede sakal bırakılsa sünnet yerine gelmiş olmaz.

Sakal bırakmakta ve diğer sünnetleri işlemekte mü'minin esas niyeti Peygamberimize uymak ve onu taklit etmektir. Bir Müslümanm gayesi, mümkün olduğu ölçüde sünnet-i seniyyeye her yönüyle uymaktır. Fakat buna muvaffak olmak ancak «ehass-ı havas» denilen bazı mümtaz şahsiyetlere mahsustur. Yalnızca müçtehid ve velî mertebesine varan zatlar bu sınıfa girer. Fakat herkes sünnetin tamamını yapamasa da, taraftar
olmak, kabul etmek ve hâlis bir niyetle de yapmaya gayret göstermek mecburiyetindedir. Ancak bu niyet ve kararlılık içinde olmakla beraber, daha başka maslahatlar icabı olarak bazı sünnetleri yapmayanları ve yapamayanları çok büyük bir günaha girmiş gibi suçlamaya ve tahkir etmeye, küçük görmeye de hakkımız yoktur.

Sakal meselesine de bu ölçü içinde bakmak lâzımdır. Sakal bırakmak Peygamberimizin hem fiilî ve hem de kavlî bir sünnetidir. Mü'min bu sünneti işlemekle, âdetini ibadete çevirir ve büyük sevaba kavuşur. Sakal bırakmayanların mes'uliyet altına girdiklerini söyleyen müçtehidler varsa da, bazı âlimler sakalı kesmenin tenzihen mekruh olduğunu ve hattâ son devir İslâm âlimlerinin bazıları da mubah olduğunu belirtmişlerdir.

Asrımızın büyük âlimi Bediüzzaman, «Bazı âlimler 'Sakalı tıraş etmek caiz değildir' demişler. Muradları, 'Sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmek haramdır' demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terk etmiş olur» 4 demektedir.
Bu durumda, sakalı bıraktıktan sonra kesenler, Hanefî, Hanbelî ve Maliki âlimlerince mes'ul duruma düşerlerse de, Şafiî âlimlerince —Gazali, İbni Hacer, Remli, Rafiî ve Nevevî—ye göre tenzihi bir mekruh işlemiş olmaktadırlar. Bu meselede Şafiî mezhebine uyan kimseler,bir mes'uliyet altına girmezler. 5

Bu sünneti işlemeye taraftar olmak, işleyenleri tebrik etmek, onlara hürmet etmek İslâmî bir davranış olduğu gibi, bırakamayanları veya bir mazeretinden dolayı terk edenleri de hor görüp küçük düşürücü konuşmak, büyük bir İslâmî eksiklikmiş gibi değerlendirmek de normal bir hareket değildir. Hele bu meseleden dolayı Müslümanlar arasındaki birlik ve kardeşlik bağlarına zarar vermek, şuurlu Müslümanın yapacağı işlerden değildir.
Sakal bırakan kimselerin, sünnete göre bakımını yapmaları, sünnete hürmetin ifadesi olur. Bıyık meselesinde ise dinî ölçü, kılların üst dudağı kaplamaması, bıyığın herkesin kendi kaşının kılları uzunduğunda olması ve dudak hizasını geçmemesidir. "Bıyıkları kısaltın" hadisine uyan âlimler bıyıklarını ciltleri görünecek kadar kısaltmışlardır.

Kaynaklar:
1. Ahzab suresi, 21. ayet
2. Müslim, Tahare : 56; Neseî, Zinet: 1.
3. Buhari, Libas: 64.
4. Emirdağ Lahikası, s. 48:49.
5. Mezahibü'l-Erbaa,2 :44-45; İânetü'l-Tâlibîn, 2 : 340.

Mehmed Paksu
Kaynak:Sorularla İslamiyet


[TOP]

16.15 Misvak Kullanmak

Previous topicNext topic
Misvak Kullanmak
 

Misvak Kullanmak

Misvak kullanmaktan kastedilen şeyi ağzı temizlemektir. Bu konu peygamberimiz tarafından üzerinde çok durulan ve israrla istenen bir konudur. Hattâ o "Ümmetimi zor bir işe sürüklemiş olmaktan korkmasam, her abdestte (bir rivâyette de, her namazda) misvak kullanmalarını emrederdim. (yani farz kılardım)" buyurmuştur. (Buhârî, cum`a 8, savm 27 Müsned I/80,120, 211, N/250, 258. ) "Ağızlarınızı çok temiz tutun, çünkü onlar Kur`ân yoludur." demiştir(Suyüti`, el-câmiu`s-sağîr(Feyzu`I-Kadîr ile) VI/284; Benzer bir hadis için bk. Müsned N/351.). Ağzı temiz olmayıp kokan insandan meleklerin kaçacağı bildirmiş(Bu anlamdaki hadîsler için bk. Mûslim, mesâcid 72, 74; Nesaî, mesâcid 16, Ibn Mâce, at`ime 59; Müsned NI/374, 387.) ve sürekli ve ağır bir şekilde ağız kokusunun boşanma sebebi dahi olabileceği söylenmiştir. (bk. Ibn Âbidin, Tenkîhu`l-Fetâva`l-Hamidiyye.)

Çünkü ağzı kokan kocadan karısı, karıdan da kocası tiksinecek, aşkla ve sevgiyle sarılamayacak, bu onlan birbirlerinden cinsel tatmin görmemeye, arkasından da bunun sebep olabileceği kötü sonuçlara götürebilecektir. Öyleyse, istiyorlarsa ayrılmaları daha hayırlıdır. Bu, ağzı temiz tutmamanın kötü sonuçlarından sadece biridir.

Misvak sünnetinde esas olan, ağzı temiz tutmaktır. Bu, fırça ile ya da daha başka bir şeyle olabilir. Bunu; Peygamberimizin, "Misvak bulamayan, sağ elinin baş ve şehadet parmağıyla yıkasın" (el-Bennâ, el-Fethu`r-Rabbâni I/296; Kenzü`I-Ummâl IX/315, 26188, 311-26168; el-Menhel I/168; Râmûzu`l-ahâdîs I/190-1; "Parmaklarda misvakın yerine geçer." Feyz. VI/458 (sahih).) dediğinden anlıyoruz. Ancak Peygamberimizin bizzat kullandığı "sivâk" agacından fırça edinmek ayrıca sünnettir. Bunun birçok tıbbî faydaları da vardır. Fakat unutmamak gerekir ki, müslüman, Peygamberının emrini, tıbbî faydası olduğu için değil, Allah`ın "o ne derse onu yapın" (bk. K. Hasr (59) 7.) dediği için yerine getirir.

Misvak sadece erkekler için değil, kadınlar için de sünnettir. Hz. Âişe annemiz, Peygamberimizin kullandığı misvağı, kendisinin de kullandığını söyler. Bazı âlimlerin, kadınlar misvak yerine sakız çiğner ve ağızlarını onunla temizlerler, onların misvağı sakızdır, demeleri, kadınlar misvak kullananamaz anlamına gelmez. Onlar bunu söylerken çoğu kadınların diş etlerinin zayıf olduğunu ve bu yüzden misvak kullanmayacağını düşünerek söylemişlerdir. Bu sebeple misvak kullanamayacak kadınlara, şimdi yumuşak fırça kullanmaları tavsiye olunur.

Sorularla islamiyet


[TOP]

16.16 Misvak Çok Ağır ve Acı Kokuyorsa

Previous topicNext topic
Misvak Çok Ağır ve Acı Kokuyorsa
 

Misvak Çok Ağır ve Acı Kokuyorsa



Not:Bu konu kurt26'nın kişisel bilgileridir.Bazı hadisler kaynaklarıyla eklenmiştir.
Sorun çözüldü arkadaşlar.
Sanırım yaş olarak vakumlandığı için böyle olmuş.
Çözüm
Misvakı poşetinden çıkarın iyice yıkayın.Açık alında 1 gün bekletin.
Şuan mis gibi çok güzel kokuyor.
Tadındada herhangi bir sorun yok.Boşa israf etmeyin tavsiyesinde bulunuyorum.
Ben (kurt26)bilgi açısından yapay diş fırcasıyla misvağı kıyasladım.Benim gözlemim olduğu için hatalar olabilir.
1.Yapay diş fırçaları sert.
1.Misvak yumuşaktır aslında susuz kullanıldığı için en başta sert geliyor.Sonra zaten yumuşuyor.
2.Yapay diş fırçaları kimyasal macunsuz ve susuz kullanamaz.Bol su israf ettirir.
2.Misvak susuz kullanılır.Temizlemek için hafif biraz su yeterlidir.
3.Yapay fırça diş eti kanamalarına yol açar.Tahriş eder.Macunu kimayasaldır yutulması sakıncalıdır.
3.Misvak diş eti kanamalarını yok eder.Ne kadar süre kullanırsanız kullanın tahriş etmez.Macunu sıvısı içindedir .Yutulduğunda mideye kadar fayda sağlar.
4.Bilimsel olarak yapay diş fırçaları ve macunun zararları ortadadır.
4.Bilimsel olarak misvağın yaraları ortadadır vücuda zararı yoktur.
Bir soğan yediğinizde ağız kokusunu en hızlı yok eden yine misvaktır.Ben bunu denedim sizde deneyin.
Ağız kokusu yapar diyorlar yalandır ağız kokusunu gideriyor.
Bilinenlerin haricinde misvağın daha bilinmeyen birçok yararı olduğuna eminim.
Misvak kullanma ile ilgili hadisler kaynak kütübi sitte.
3588 "Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Eğer ümmetim üzerine zahmet vermeyecek olsaydım, her namazda misvak kullanmalarını emrederdim." Muvatta'nın rivayetinde: ". . her abdestte. . .'' denmiştir."
3589 "Ebu Davud ve Tirmizi'nin Zeyd İbnu Halil el-Cüheni radıyallahu anh'tan kaydettikleri rivayet şöyledir: "Resûlullah aleyhissalatu vesselam'ın şöyle söylediğini işittim: "Ümmetime zahmet vermeyecek olsam, her namazda misvak kullanmalarını emrederdim ve yatsı namazını da gecenin üçte birine kadar te'hir ederdim."
3594 "Yine Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "misvak ağız için temizlik vasıtasıdır. Rab Teala için de rıza vesilesidir.''"
6044 "Hz. Ali radıyallahu anh buyurmuştur ki: "Muhakkak ki ağızlarınız Kur'an'ın yollarıdır, onları misvakla temizleyin.""
Son olarakda bu güzel hadisi ekliyorum.
4026.Hadis
Misvakta on haslet vardır.Ağzı pak eder,diş diplerini ,etlerini güçlendirir,gözü kuvvetlendirir,balgamı giderir,diş hastalıklarını iyi eder.Sünnete muvafık olur,melekleri sevindirir,Rabbi razı eder,sevapları artırır,mideyi sağlıklı kılar.
Kaynak:Ramuzül ehadis


[TOP]

16.17 İstişareye Verdiği Ehemmiyet

Previous topicNext topic
İstişareye Verdiği Ehemmiyet
 

İstişareye Verdiği Ehemmiyet

Resûl-i Ekrem (s.a.v) istişareye büyük ehemmiyet verirdi. “İş hususunda onlarla müşavere et.”1 ayeti de bunu emretmektedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) istişarenin ehemmiyetini şöyle ifade buyurur:

“Biliniz ki, Allah da Resulü de müşavereden müstağnidir. Ancak Allahü Teala bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse hayırdan mahrum olmaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz.”

Başka bir hadislerinde, “ İstişare eden bir topluluk işlerinin en doğrusuna muvaffak olur.” ; bir diğer hadislerinde de “İstişare eden pişman olmaz.” buyurmuşlardır.

Hz. Peygamber (s.a.v) ümmetini istişâreye teşvik etmiş; kendisi de her konuda onlarla müşavere etmiştir. Meselâ; Bedir Savaşında Mekke müşriklerinin geldiğini haber alan Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu konuda ne gibi tedbir alınacağı hususunda Ensar'la müşâvere etmiştir. Ayrıca muharebeden sonra da Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye'de, Taif Seferinde, ezan konusunda ve daha birçok meselede ashabıyla istişâre etmiştir. Ebû Hureyre şöyle buyurmuştur: “Ben Rasûlullah'tan daha çok, istişâre eden kimse görmedim.”

Akıl ve zeka yönüyle insanların en mükemmeli olan Hz. Peygamber (s.a.v) istişareye bu kadar ehemmiyet verdiği halde, bizim gibi aciz insanların istişaresiz hareket etmesi ne kadar büyük bir hatadır!

Evet, Hz. Peygamberin (s.a.v) sahabeleri ile yaptığı müşaverede kendi fikrinin hak olduğunu bildiği halde, çoğunluğun görüşüne tabi olması O’nun (s.a.v) istişareye vermiş olduğu ehemmiyeti ve istişarenin nasıl olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Nitekim, Uhud savaşından önce Hz. Peygamber (s.a.v.) savaş hakkında ashabiyle müşavere etmiş, kendi reyi Medine’de kalıp müşrikleri karşılamak olduğu halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştır.

Nübüvvet gözlüğü ile görüyordu ki, “Hz. Hamza Uhud’da param parça olacak, onunla beraber yetmiş kadar güzide sahabe bu savaşta şehid olacaklar.” Buna rağmen “hepsi meşverete, meşveretin hukukuna ve meşveret anlayışına feda olsun” dercesine ashabının kararına uydu. İşte meşveretin ehemmiyeti!

Diğer bir misal; Hz. Peygamber (s.a.v), Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargah yapmak istedi. Bu sırada Ashab'tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize "Yâ Resulullah! Burayı, bir vahiy ile mi seçtin? Yoksa bu bir görüş, bir harp taktiği midir?" diye sordu.

Resulullah (s.a.v): “Bu bir görüş ve harp taktiğidir.” dedi.

O zaman sahâbi: “O halde Yâ Resulullah! Burası harp için uygun bir yer değil, orduyu buradan kaldırıp düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları da tahrip edelim, düşman istifade edemesin." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v): “Sen güzel bir fikre işaret ettin.” buyurdu ve sahabinin dediği şekilde hareket etti. Aynı şekilde Hendek Savaşında da Selman-i Farisi’nin görüşünü benimseyerek, hendek kazılmasını kabul etmiştir.

Dipnotlar:


1 Ali İmran Suresi 3/159

Yazar: Mehmed Kırkıncı


[TOP]

16.18 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Konuşma Sünneti

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Konuşma Sünneti
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Konuşma Sünneti

“Özür dilemek zorunda kalacağın bir sözü söyleme!” (İbn Mâce, Zühd, 15)

Konuyla ilgili hadis şöyledir:

Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"İnsanoğlunun her sözü aleyhinedir; ancak iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak yahut Allah Tealâ'yı zikretmek müstesnadır." [Tirmizî, Zühd 63, (2414).]

Aliyyu'l-Kâri der ki: "Hadisin açık manası, istisna edilen; iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak yahut Allah Tealâ'yı zikretmek dışında bütün konuşmaların kişinin aleyhinde olduğunu, başka bir konuşma tarzının olmadığını gösteriyor. Ancak, gibi hadisleri aşırılığa ve istikametli olmayan konuşmadan sakındırmak anlamında yorumlamak gerekir. Şurası muhakkak ki, mübah söz, ahirette ona bir fayda sağlayacak değildir.

Konuyla ilgili ayetler ve hadisler dikkate alındığında bu hadisin anlamı şöyle olur:

"Ademoğlunun, hadiste geçenler ve benzerleri dışında kalan her sözü, onun için bir üzüntü ve pişmanlıktır. Onda menfaatine bir yön yoktur. Bu konuda gelen diğer birçok hadis de bunu kuvvetlendirir. Bu hadisin şu ayetten alınmış olması muhtemeldir:

"İnsanların birbirleri arasında gizlice konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, bir iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi teşvik eden kimselerin bu maksatla yaptıkları gizli konuşmalar bundan müstesnadır. Kim bunu Allah rızası için yaparsa, elbette biz ona pek büyük bir mükâfaat vereceğiz." (Nisa, 4/114).

Şu halde gerek ayetlerde ve gerek hadislerde gelen hayra, yardımlaşmaya, dostluğa vb. yönelik konuşma çeşitleri dışındaki konuşmalar kişinin lehine değildir. Hadiste sadece üç tane istisnanın belirtilmesi, hem o üç kısma giren konuşmaların önemini gösterir, hem de bunlar dışında kalan mübah konuşmalarda son derece dikkatli olmaya uyarı demektir. Alimler, mübah yani dinen sakıncası olmayan konuşmaların aleyhte olmayacak sınırda kalsa bile ahirette faydasının olmayacağına dikkat çekerler. Normal bir sohbet mübahtır, ama gıybete, dedikoduya, malayaniye bulaşma tehlikesi her an mevcuttur. Bütün mübahlar böyledir. Dolayısıyla, Aleyhissalâtu vesselâm, Allah'ın rızasına, ahiret ekimine âzamî ölçüde uygun bir hayat tarzının yollarını gösterirken, konuşma adabında da, mü'minleri son derece dikkatli olmaya çağıran bir ifade kullanmıştır. (bk. Canan İbrahim, Kütüb-ü Sitte, 16781-2)

Konuşma Adabı

Düşünmek ve konuşmak, insanı diğer canlılardan ayıran en mühim vasıftır. Aralarındaki alâka sebebiyle konuşma, sahibinin aklî seviyesini ve fikir yapısını gösteren pürüzsüz bir ayna gibidir. Dolayısıyla insanı insan yapan dilidir. İslâm, mü’minlerin söz disiplinine sahip olmalarını istemiş ve bu sahada pek çok esaslar koymuştur.

Bir mü’min de her şeyden önce besmele çekerek ve Allah’a hamdederek konuşmaya başlamalıdır. Böyle başlanmayan her mühim iş bereketsizdir. (Ebû Dâvûd, Edeb 18; İbn Mâce, Nikâh 19) Allah’ı zikretmeksizin çok konuşmak da kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanlar ise Allah’tan en uzak kimseler. (Tirmizî, Zühd 62)

Konuşmak, insanlar arasındaki iletişimi, muhabbeti ve anlaşıp kaynaşmayı sağlayan büyük bir ilâhî lütuftur. Yani insanlar duygu ve düşüncelerini, arzu ve taleplerini çoğu kez konuşarak ifâde ederler. Bir kimsenin kullandığı dil ve üslûb, onu hayatta başarılı kılabildiği gibi hüsrâna da uğratabilir. Hatta kişinin dilini muhafaza etmesi, cenneti elde etme vesileleri arasında zikredilmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyuruyor ki:

“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve nâmusunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.” (Buhârî, Rikâk, 23)

Bir başka hadis-i şerîf'te “En faziletli kimdir?” sorusuna Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem:

“Dilinden ve elinden Müslümanların emniyette olduğu kimsedir.”

mukâbelesinde bulunmuştur. (Buhârî, İmân, 4-5)

Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm) konuşma âdâbıyla alâkalı bir kısım kâideler koymuştur ki bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Açık ve anlaşılır bir şekilde muhâtabın seviyesine göre konuşulmalı, gerektiğinde önemli görülen ifâdeler tekrar edilmelidir. Nitekim ashâbın, fasih ve beliğ bir üslûp ile konuşan Peygamber Efendimiz (asm) hakkındaki şu tespitleri oldukça önemlidir:

“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in konuşması her dinleyenin rahatlıkla anlayabileceği şekilde açıktı.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 18)

“Konuştuğu zaman onun kelimelerini saymak isteyen sayabilirdi.” (Buhârî, Menâkıb, 23)

“İyice anlaşılmasını istediği kelime ve cümleleri, üç kere tekrar ederdi.” (Tirmizî, Menâkıb, 9)

Sözün, muhâtap tarafından iyice anlaşılabilmesi için bazen tekrar edilmesi gerekebilir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm'de câlib-i dikkat vâkıâlar önemine binâen bir kaç kez tekrarlanmıştır. Meselâ şeytanın emr-i ilâhîye isyân edip secde etmemesi yedi yerde, Musâ (as)'a îmân eden sihirbazların durumu ise dört yerde tekrarlanmıştır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm), namaz kıldırırken dikkat çekici âyetleri bazen iki, bazen üç defâ tekrarlardı. Sahâbeye nasihat ve îkazda bulunurken, bir kısım ifâdeleri tekrarladığı olurdu. Allâh dostlarının sohbetlerinde de bu şekilde tekrarlara çokça rastlamak mümkündür. Ancak bunun telkin maksatlı olması, sıkıcı olmaması ve cemaatin seviyesine münâsip olması gerekir.

Sözü anlayacak kimsenin bulunmadığı meclislerde konuşmak da nefesleri isrâf etmek mânâsına gelir. Zîrâ Meşhûrî'nin dediği gibi; “Âkilân tâ söz mahallin bulmadıkça söylemez!”

2. Bilgiçlik taslama ve kendini başkalarına üstün gösterme niyetiyle yapmacık konuşmalarda bulunmak veya insanların anlayamadıkları kelimelerle onlara hitap etmek şiddetle yasaklanmıştır. Sevgili Peygamberimiz:

“Şüphesiz ki Allâh Teâlâ, sığırın otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi, sözü ağzında evirip çevirerek lügat paralayan kimselere buğz eder.” buyurmuştur. ( Ebû Dâvûd, Edeb, 94)

Vazifesi hakkı ve hakîkati beyan olan Resülullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, konuşmalarında hiçbir zaman san'at kaygısı taşımamıştır. Sevgili Peygamberimiz (asm), tertemiz duygular içinde, şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olarak ve ruhûnun en tabiî ifâdeleriyle konuşmuştur. Böylece onun mübarek sözleri apayrı bir güzellikte ve şânına yakışır bir hüsn-ü edeb üzere olmuştur.

3. Bağırıp çağırmak sûretiyle yüksek sesle konuşulmamalıdır. Kişinin karşısında sağır varmışçasına bağırarak ya da kavga ediyormuş gibi öfkeli bir ses tonuyla konuşması, doğru değildir. Kibar ve nazik bir üslûbun benimsenmesi, her zaman için en isâbetli yoldur. Kur'an-ı Kerim'in beyânıyla Lokman -aleyhisselâm- oğluna söz konusu metodu şöyle tavsiye etmektedir.

“ (Yavrum!) Yürüyüşünde tabiî ol ve sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 31/19)

Bir başka âyette de:

“Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler! ” (İsrâ, 17/53)

buyurmaktadır. Hatta Allâh Teâlâ, Hz. Musâ ile kardeşi Hârûn'u, Fıravun'a gönderirken onu yumuşak bir sözle uyarmalarını istemiş (Tâhâ 20/43-44), muhâtab kafir de olsa âdâb gereği güzel bir üslûbun kullanılmasını emretmiştir. Bir hadis-i şerifte de, söylenecek güzel bir sözle bile cehennem azabından kurtulunabileceği ifâde edilir:

“Yarım hurma vermek sûretiyle de olsa cehennemden korunun. Bunu da bulamayan (hiç olmazsa) güzel bir sözle cehennemden korunsun! ” (Müslim, Zekât, 68)

4. İki kişinin, yanlarında bulunan üçüncü kişiyi dışlayarak aralarında fısıldaşmaları yasaklanmıştır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) böyle bir tavrın, yalnız kalan kimsenin üzülmesine sebep olabileceğini belirtmektedir. (Buhârî, İsti'zân, 47) Olgun bir Müslüman ise mü'min kardeşini üzecek ve kalbini incitecek davranışlarda bulunmak istemez.

5. Bir mecliste herhangi bir konu görüşülüyor ise veya cevaplandırılmak üzere bir soru sorulmuşsa, ilk söz hakkı meclisin büyüğüne aittir. Bununla birlikte diğer kişiler de yeri geldiğinde edebe uygun bir şekilde fikirlerini beyân edebilirler. Nitekim bir hâdiseyi anlatmak için, yaşça en küçük olan Abdurrahman bin Sehl ilk önce söze başlayınca, Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Sözü büyüklerine bırak, sözü büyüklerine bırak!” buyurmuş, bunun üzerine olayı büyükler anlatmıştır. (Buhârî, Cizye, 12)

Abdullah bin Ömer şöyle anlatır: “Birgün Allâh Resûlü ashâbına:

« Bana mü'mine benzeyen bir ağacı söyleyin!» buyurdu. Oradakiler çölde bulunan ağaçları tek tek saymaya başladılar. Gönlüme onun hurma ağacı olduğu düştü ve hemen söylemek istedim. Ancak orada benden büyük insanlar bulunduğundan konuşmaktan çekindim. Onlar cevâbı bilemeyip sükût ettiklerinde, Efendimiz onun hurma ağacı olduğunu söyledi.” (Müslim, Münâfikîn, 64)

6. Az ve öz konuşmalı, lüzumsuz tafsilattan kaçınmalıdır. Diğer bir ifadeyle çok konuşmamayı, yerinde ve ölçülü konuşmayı âdet edinmek gerekir. Allâh Teâlâ mü'minlerin mümtaz hasletlerini sayarken:

“O kimseler ki boş söz ve işlerden yüz çevirirler.” (Mü'minûn, 23/3)

buyurmakta, lüzumsuz sözlerle meşgul olmayı fâsıklık ve dalâlet olarak nitelendirmektedir. (Lokmân, 31/6)

Peygamberimiz (asm) ise bu konuya şu hadisleriyle dikkat çekmektedir:
“Allâh'ı zikretmeksizin çok konuşmayın! Allâh'ın zikri dışında çok söz söylemek kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanların ise Allâh'tan en uzak kimseler olduğunda şüphe yoktur.” (Tirmizî, Zühd, 62)

“Kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.” (Tirmizî, Zühd, 11)

Taşlıcalı Yahyâ, çok konuşanların çok hata yapacağını ifâde ile şöyle der:

"Ehl-i dillerde bu mesel anılur; / Kim ki çok söyler ise çok yanılur."

7. Maddî veya manevî hiçbir faydası olmayan, bilâkis zararı bulunan konuşmalardan şiddetle kaçınılmalıdır. Zîra:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf, 50/18)

âyet-i kerîmesi, insanın kendisine bahşedilen hayatın kelime kelime hesabını vereceğine dikkat çekmektedir. Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

“Allâh'a ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun! ” (Buhârî, Edeb, 31, 85)

8. Kişinin helâl mi haram mı, güzel mi çirkin mi, hayır mı şer mi henüz tam olarak kestiremediği bir sözü söylemesi de konuşma âdâbına aykırıdır. Hadis-i şerifte:

“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” buyrulmaktadır. (Buhârî, Rikâk, 23)

Nitekim atalarımız da, “Bin düşün bir söyle” ve benzeri güzel sözleri söylerken bu hadislerden ilham almışlardır.

9. İkili ilişkilerde insanı müşkil duruma sokacak anlamsız sözlerden kaçınmak, dostlukların devamı açısından fevkalâde ehemmiyeti hâizdir. Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm):

“Ö zür dilemek zorunda kalacağın bir sözü söyleme!” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

10. Mü'min her hâlükârda doğruyu konuşmalı, yalan söz ve yalan haberden şiddetle sakınmalıdır. Allâh Resûlü (asm) şöyle buyurmuştur:

“İnsan sabahlayınca, bütün âzâları dile mürâcaat eder ve (âdeta ona) şöyle derler; «Bizim haklarımızı korumakta Allâh'tan kork! Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.» ” (Tirmizî, Zühd, 61)

Kur'an-ı Kerîm ise aynı çerçevede bizlere şu uyarıda bulunmaktadır:

“ Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allâh amellerinizi salih hâle getirsin ve günahlarınızı bağışlasın. ” (Ahzâb, 33/70-71)

11. Gelecekle ilgili konuşurken “inşaallâh” demek, konuşma ile alâkalı bir diğer edeb kâidesidir. Kulun cüz'î irâdesi herhangi bir şeyin olması için kâfi bir sebep değildir. Önemli olan Allâh'ın dilemesidir. Zîra istikbale ait bir şey dilerken “inşâallâh” demek, Allâh'ın irâdesinin farkında olmak ve onun irâdesinin üstünde bir irâde tanımamak demektir. Nitekim bir âyet-i kerîmede;

“« İnşaallâh» ifâdesini kullanmadıkça hiçbir şey için, «Bunu yarın yapacağım» deme! ” (Kehf 18/23-24)

buyrulmaktadır. Bir hadis-i şerifte ise Süleyman -aleyhisselâm-'ın istikbâle mâtuf bir işinde, inşâallâh demediği için dileğinin gerçekleşmediği haber verilmektedir. (Buhârî, Eymân, 3)

Kulağın Adabı

Allah Teâlâ insana iki kulak bir ağız vermiştir. İnsan iyi bir dinleyici olmalı ki güzel konuşabilsin. Kulak, hayırları dinleyip öğrenmek, Allah ve Rasûlü’nün, anne-babanın ve hocanın emirlerini dinleyip itaat etmek için lütfedilmiştir. Allah’ın âyetleri de işiten ve dinleyen kimseler içindir. Yalan sözü, dedikoduyu, gıybeti, insanı günaha götüren konuşmaları, başkalarının gizliliklerini dinlemesi onun aleyhinedir. Müstehcen şeyleri dinlemesi ise kulak zinasıdır. (Buhârî, İsti’zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20-21) Çünkü çirkin sözler insan üzerinde fenâ tesirler bırakır, aklını fikrini bozar.

Her şeyi dinlemek, her işittiğini söylemek çoğu zaman insanı hataya sürükler. Nebî (s.a.v):

“Her duyduğunu nakletmesi kişiye yalan olarak yeter.” buyurur. (Müslim, Mukaddime 5)

Güzel ses ve sadâlar kulağa hoş gelir, lâkin düşkün olunduğunda vakti heder eder.

İnsan, kulağının şükrü olarak bol bol Kur’an-ı Kerim ve nasihat dinlemelidir. Kur’an okunduğunu işittiğinde hemen susup can kulağıyla dinlemeli ki rahmete erebilsin.

Duymadığı hâlde duyduk diyenler gibi olmamalı, boş söz duyunca hemen yüz çevirmelidir.

Allah Teâlâ cümlemizi, sözü dinleyip en güzeline tabi olan hâlis kullarından eylesin! Amin!

Kaynak:Sorularla İslamiyet


[TOP]

16.19 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Misafir Sünneti

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Misafir Sünneti
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Misafir Sünneti

Peygamberimiz (sav)'in misafiri hiç eksik olmazdı. Uzaktan yakından pekçok misafiri gelirdi. Bazı devlet ve kabilelerden özel ve resmi heyetler gelir, günlerce kalırlardı. Peygamberimiz (sav) bu misafirlerle bizzat ilgilenir, ağırlar, hizmetlerini görürdü.

Habeşistan'dan gelen heyete bizzat Peygamberimiz hizmet etti. Sahabîler,

"Siz bırakın, yâ Resulallah, hizmeti biz görürüz" dediler. Peygamberimiz,

"Onlar daha önce bizim arkadaşlarımıza ikram etmişlerdir. Şimdi ben de bu hizmetlerinin karşılığını vermekten zevk duyuyorum." buyurdu.

Taif'ten gelen Sakif heyetini, mescitte misafir etti, ağırladı. Yine hizmetlerini kendisi gördü. Daha sonra onlar hep beraber Müslüman olarak yurtlarına döndüler.

Peygamberimiz (sav)'in kendi evi misafiri kabule müsait olmadığı zamanlar, Ensardan Remle ile Ümmü Şerik'in evi misafirhane vazifesini görüyordu. Bu kadınlar iyiliksever, cömert kimselerdi. Bazen gelen misafirler o kadar çok olurdu ki, hizmetlerini rahatça görmek için böyle misafir evlerine taksim edilirdi.

Peygamberimiz (sav) misafir konusunda din ayırımı yapmazdı. Herkese aynı yakınlık ve iyiliği yapar, aynı nezaket ve anlayışı gösterirdi.

Ebû Basra Peygamberimiz (sav)'in bu tarafını şöyle anlatır:

"Ben Müslüman değildim. Resulullaha misafir oldum. Geceleyin kalktım, bütün keçileri sağdım, sütlerini içtim. Böylece Resulullahı ve ailesini aç bıraktım. Fakat Resul-i Ekrem bana hiçbir şey demedi."

Yine Ebû Hüreyre'nin anlattığına göre, bir gün Peygamberimiz (sav)'e bir müşrik misafir oldu. Peygamberimiz (sav) süt ikram etti, içti. Bir daha ikram etti, onu da içti. Resulullah (sav)'ın bu ikramı karşısında duygulanan bu müşrik sabahleyin Müslüman oldu.

Fakat Peygamberimiz (sav)'in devamlı misafirleri, mescidin yan tarafında ikamet eden, evi barkı, çoluk çocuğu olmayan fakir sahabîlerin oluşturduğu Suffe Ashabı idi. Peygamberimiz (sav) onları kendi aile fertleri gibi görürdü. Onların eğitim ve öğretimlerini üzerine aldığı gibi, geçimlerini de kendisi karşılardı.

Peygamberimiz (sav)'in ancak dört kişinin taşıyabileceği büyüklükte bir kazanı vardı. Öğle vakti olunca bu kazan getirilir, yemek yapılır, Suffe Ashabı onun etrafına dizilir, Peygamberimiz (sav) ile birlikte ondan yerlerdi. Bazen o kadar kalabalık olurdu ki, Peygamberimiz (sav) oturmaya yer bulamaz, çömelirdi.

Peygamberimiz (sav) bazen Suffe Ashabını kendi evinde de ağırlardı. Bir gün Suffede bulunan sahabîleri Hz. Âişe (r.anha)'nin evine götürdü. Hz. Âişe validemize evde ne varsa getirmesini söyledi. Yemek yenildikten sonra, varsa bir miktar daha getirmesini söyledi. Hurma ve süt geldi. Onları da yediler. Böylece Peygamberimiz (sav) onları bizzat evinde kendisi ağırladı.

Bazen Peygamberimiz (sav)'e çok sayıda misafir gelirdi. Peygamberimiz (sav) evde ne var, ne yoksa misafirlere ikram eder, kendileri ve ev halkı geceyi aç olarak geçirirlerdi. Peygamberimiz (sav) geceleri uyanır, misafirlerin bir ihtiyacının bulunup bulunmadığını sorardı. Onları yolcu edinceye kadar her türlü ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı.

Bir gün Peygamberimiz (sav)'e bir misafir geldi. Yorgun ve çok fakir olduğunu söyledi. Peygamberimiz (sav) hanımlarının birisinin evine haber gönderdi. Hanımı;

"Yâ Resulallah, seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yoktur." dedi.

Sonra başka bir hanımına gönderdi, ondan da aynı cevabı aldı. Neticede anlaşıldı ki, Peygamberimiz (sav)'in hanımlarının hiçbirisinin evinde yiyecek yoktur.

Sonra Peygamberimiz (sav) sahabîlere;

"Kim bu adamı bu akşam misafir ederse Allah ona rahmet etsin." buyurdu.

Bunun üzerine Ensardan bir zat kalktı. Kendisinin misafir edebileceğini söyledi ve aldı, evine götürdü. Hanımına:

"Evde yiyecek bir şey var mı?" diye sordu.

"Çocukların yiyeceğinden başka bir şey yoktur." cevabını aldı. Hanımına,

"Çocukları bir şeyle oyala. Yemek isteyecek olurlarsa uyut, misafirimiz yemek yiyeceği zaman kalk, lâmbayı söndür. Tâ ki kendisiyle birlikte yemek yediğimizi göstermiş olalım."

Sofraya oturdular. Misafir yemeğini yedi. Kendileri de yer gibi yaptılar, fakat aç olarak gecelediler.

Ev sahibi sabah olunca Peygamberimiz (sav)'in huzuruna geldi. Peygamberimiz (sav) kendisine şu müjdeyi verdi:

"Sizin yaptığınız bu güzel işten dolayı Allah her ikinizden de razı oldu."

Dilimizde misafirperverlik kelimesi vardır. Misafiri sevmek, ağırlamak, yedirip içirmek, ihtiyaç ve istirahatını temin etmek hem sünnet, hem de millî bir gelenek halinde içimizde yaşamaktadır. Bunun kaynağı ise Peygamberimiz (sav)'in tavsiye ve teşvikleridir.

Misafiri sevmek, onu ağırlamak imanın bir görüntüsü ve alâmetidir. Bir insanda iman ne kadar güçlü ise misafire olan yakınlığı da o nisbette artar.

Ebû Hüreyre'nin rivayetine göre Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdular:

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden misafirine ikram etsin."

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden akrabasını görüp gözetsin."

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin yahut sussun."

Hazret-i Peygamber (sav), hem ebedî risâletin sahibi, hem İslâm devletinin başkanı ve hem de İslâm orduları başkomutanı idi. Bu sebeple İslâm başkenti Medine'ye gelen her seviyeden ve her inançtan fertler ve topluluklar gibi elçiler yani diplomatik misafirler de öncelikle Hz. Peygamber (sav)'in misafirleri idiler.

Kaynakların belirttiklerine göre, Araplar, harp-sulh gibi önemli konularda Kureyş kabilesini takip ediyorlardı. Çünkü Kureyş'i üstün kabul ediyor ve onların tavırlarına göre kendilerini ayarlıyorlardı. Kureyş'in düşman olduklarına düşman, dost olduklarına dost oluyorlardı. Kureyş'in kabullerini onlar da benimsiyorlardı. İslâm karşısında da aynı şekilde davranıp Kureyş'i izliyorlardı.

Kureyş'in İslâm'a karşı verdiği amansız mücâdeleye rağmen, Mekke'nin, Müslümanlar tarafından fethi gerçekleştirildikten yani Kureyş'in tam anlamıyla İslâm ordusuna boyun eğdiği kesinleştikten sonra, çevredeki Arap kabileleri, artık zaman kaybetmenin anlamının kalmadığı düşüncesiyle Medine'ye elçiler ve heyetler göndermeye başladılar.

İslâm Tarihinde "Âmu'l-Vüfûd (elçiler yılı) diye bilinen günler, Mekke fethi sonrasına rastlayan özellikle hicrî dokuzuncu yıldır. Tebük Seferi'nden dönüldükten ve Sakif kabilesi Müslüman olduktan sonra Medine çok yoğun bir diplomatik trafik yaşadı. Uzak-yakın yer ve yörelerden insanlar Hz. Peygamber (sav) ile görüşmek, Müslüman olmak ya da bazı şartlarla antlaşmalar yapmak üzere Medine'ye akın ettiler. O günlerde Medine'de, Yüce Kitabımızın 110. Nasr sûresinde:

"Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit..."

diye bildirmiş olduğu günler ve olaylar yaşanıyordu.

A. DİPLOMATİK MİSAFİRLERİN AĞIRLANMASI

Biz burada sadece yabancı devlet elçilerini değil, geliş amaçlarına bakmadan, Arap kabilelerinin temsilcilerini ve değişik yörelerden muhtelif milletleri ve dinleri temsilen gelen kişi ve heyetleri "diplomatik misafir" olarak değerlendireceğiz. Çünkü yakın plândan tetkik edildiği zaman, bütün bu insanların o günün şartlarında bir çeşit diplomatik misyon üstlendikleri anlaşılmaktadır.

1. Ağırlama

Diplomatik misafirlerin ağırlanması ile diğer misafirlerin ağırlanması arasında, temelde hiçbir fark görülmemektedir. Elde mevcut ne varsa onunla ağırlanıyorlardı. Benî Hanife heyetinin ağırlanması anlatılırken kendilerine Remle binti Hâris'in evinde, sabah akşam bir defasında ekmek ve et, bir defasında ekmek ve süt, bir defasında ekmek ve yağ verildiği kaydedilmektedir.1

Heyetlerin misafirlik süresi aynı değildi. Üç gün kalıp gidenler olduğu gibi 15-20 gün kalan heyetler de oluyordu. Kaç gün kalırlarsa kalsınlar elçiler tam bir din ve vicdan hürriyeti ve hareket serbestisi içinde bulunuyorlardı.

Meselâ, Necrân elçileri, geldikleri gibi Hristiyan olarak dönüp gitmişlerdir. Hiç bir diplomatik misafire baskı yapılmamış ve zarar verilmemiştir, peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Müseyleme'nin, mürted olduklarını itiraf eden iki elçisine bile dokunulmamıştır. Hz. Peygamber (sav) onlara:

"Allah'a yemin ederim ki, elçilerin dokunulmazlığı olmasaydı sizin boyunlarınızı vurdururdum."2

demekle yetinmiştir. Bilindiği gibi bu durum, "Elçiye zevâl olmaz" cümlesiyle kültürümüzdeki yerini almıştır.

2. Ağırlama Yerleri

İlk İslâm başkenti Medine'ye gelen elçiler ve heyetler, ya bu iş için tahsis edilmiş evlerde, ya Mescid'in avlusuna kurulan özellikli çadırlarda yada bazı sahâbilerin yanında misafir edilir ve ağırlanırlardı.

Yedi kişiden oluşan Selâmân kabilesi heyeti, Medine'ye geldiklerinde Hz. Peygamberi (sav) Mescidin önünde bir cenazeye gitmek üzereyken buldular. Kendilerini tanıtıp Müslüman olduklarını bildirmek için geldiklerini söylediler. Hz. Peygamber (sav), hizmetçisi Sevbân'a: "Bunları, elçilerin ağırlandığı yerde ağırla!" buyurdu ve gitti. Sevbân onları, Arap heyetlerinin bulunduğu, hurmalık içinde geniş bir eve götürdü. Bu ev, Remle binti Hârisin eviydi3 Remle'nin evi, diplomatik misafirlerin çoğunun ağırlandığı "devlet konuk evi" konumundaydı. Remle'nin evinin, Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilafetinde de aynı iş için kullanıldığı bilinmektedir.

Bunun yanında, muhacirlerden birinin Medine'de yaptığı ilk ev olması sebebiyle "büyük ev" diye anılan Abdurrahman İbni Avf'ın evi de "Resûlullahın misafirlerinin ağırlandığı" yerlerden biriydi. Hatta buraya "Misafirler evi"de denirdi.4 Ezd kabilesi elçileri de Ferve b. Amrin evinde ağırlanmıştı.5

On dört kişiden oluşan meşhur Necran Hristiyanları temsilcilerini Hz. Peygamber (sav), Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evinde misafir etmiştir.6

Öte yandan bazı kabile heyetleri, akrabalarından Medine'de olanların yanına misafir oluyorlardı.7

Tebük Seferi dönüşünde Ramazan ayında, Medine'ye gelen Sakif Kabilesi elçileri, Kur'ân dinlemeleri ve Müslümanları izlemeleri için Mescidin avlusuna kurulan çadırlarda ağırlandılar. Kendilerinin hizmetiyle Halid b. Said b. As ve Bilal el-Habeşî ilgileniyordu. Sakif elçilerinin, bu iki zat tarafından getirilen yiyecekleri, emniyet mülahazasıyla, önce getirenler tatmadıkça yemediklerine bilhassa işaret edilir.

Yine, Ahlaf boyu elçilerinin Benî Mâlik'ten olanları, mesciddeki bir çadırda ağırlanmışlardır.8

Hz. Peygamber (sav) Vail b. Hucr'u misafir etmesi için Muaviye b. Ebî Süfyân'a teslim etmiştir. O da onu Harre'de bir evde ağırlamıştır.9

Bazı elçilerin ya da misafirlerin ağırlanması işini kendiliklerinden üstlenmek isteyen sahâbiler de olurdu. Hz. Peygamber (sav), uygun gördüklerinin isteklerini olumlu karşılardı.10 Bazılarına da müsaade etmezdi.11

3. Ağırlama İşiyle Görevliler

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bilhassa Mescidin yakınında ağırlanan misafirlerin hizmetleriyle Halid b. Said, Bilal el-Habeşî ve Hz. Peygamber (sav)'in hizmetçisi Sevbân meşgul olurdu. Remle binti Hârisin evinde kimler bu hizmeti yürütüyordu; bu konuda herhangi bir isim kaydına muvaffak olamadık.

B. HZ. PEYGAMBERİN DİPLOMATİK MİSAFİRLERLE İLGİLENMESİ

Hz. Peygamber (sav), Medine'ye gelen elçilerle yani diplomatik misafirlerle, sayıları ne olursa olsun ve nereden gelmiş olurlarsa olsunlar, Müslüman olsun veya olmasınlar, kimi temsil ederlerse etsinler, onlarla sade ve samimi bir şekilde ilgilenirdi.

Burada hemen işaret edelim ki, gelen heyetler genellikle kabile başkanlarının riyasetindeki kişilerden oluşurdu. Bazan da elçiler sivil kimseler olurdu. Heyetler içinde din bilginleri, şair ve hatipler gibi kültürel seviyesi yüksek insanlar bulunurdu. Bu heyetler genellikle sözlü mesajlarla gelirlerdi. Ancak Hz. Peygamber (sav)'in dine davet mektubu gönderdiği devletlerin elçileri yazılı mesaj getirirlerdi.

Şimdi Efendimiz (sav)'in bu misafirleriyle nasıl ilgilendiğine dair kısa tesbitlerde bulunalım.

1. Güzel Giyinmesi

Hz. Peygamber (sav), diplomatik misafirlerin gelişinden herhangi bir şekilde haberdâr olmuşsa, onları güzel elbiseler giymiş olarak karşılardı. Hatta yakın dostlarının da aynı şekilde güzel giyinmelerini isterdi. Cündeb b. Mekîsin bildirdiğine göre: "Kinde heyeti geldiğinde, Hz. Peygamberin üzerinde Yemenî bir elbise (hulle) vardı. Ebû Bekir ve Ömer de onun gibi giyinmişlerdi."12 Hatta kendisi de bir elçilik heyetiyle gelip Müslüman olmuş olan nur yüzlü sahâbî Cerir b. Abdullah diyor ki: "Kendisine Arap heyetleri geldikçe Resûlullah aleyhisselâm bana haber gönderirdi. Ben de elbisemi giydikten sonra yanına varırdım..."13

Geldiklerini haber vermeyen heyetler, çoğunlukla Hz. Peygamberi (sav) Mescid'de bulurlardı. Onlarla tanıştıktan ve ne maksatla geldiklerini öğrendikten sonra, kendilerinin misafir edilmesini sağlardı. Daha sonra onlarla görüşmelerine devam ederdi.

İşaret edelim ki o günlerin âdeti olduğu halde14 Hz. Peygamber (sav), elçileri görkemli karşılama törenleri ile etkileme gibi sun'î hiçbir yola tevessül etmezdi.

2. Başlarını Okşaması

Hz. Peygamber (sav), aşırı derecede heyecanlı, tereddütlü gördüğü bazı misafirlerinin başını mübârek eliyle şöyle bir sıvazlardı. Böyle bir iltifata mazhar olan kimsenin rahatladığı ve soyu için bu işlemin bir iftihar vesilesi olduğuna dair kayıtlar bulunmaktadır.

3. Evine Davet Etmesi

Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Adiy b. Hâtem'in elini tutmuş, evine davet etmiş; evde içi hurma lifiyle doldurulmuş tek minderi Adiy'in altına sermiş, kendisi kuru yere oturmuştur. Adiy ile konuşmuş, tereddütlerini tek tek saymış, sorularını cevaplamış, İslâm'ın gelecek parlak günlerini haber vermiş, onu İslâm'a davet etmiştir. Bir ara Adiy'in bizzat kendi inancına göre haram olan uygulamasını ona hatırlatmış, böylece onun içinde bulunduğu asıl durumu bildiğini, ondan kurtulması gerektiğini belirtmiştir. Adiy, durumundan utandığını, fakat Hz. Peygamber (sav)'in, kendisini utandıran bu durumunu bir daha söz konusu etmediğini de memnuniyetle nakletmiştir.

4. Geleceklerini Önceden Bildirmesi, Övmesi

Bütün bunların dışında ve sadece Hz. Peygamber (sav)'in yapabileceği bir ilgi ve iltifat şeklini daha tesbit ediyoruz. O da Sevgili Peygamberimiz (sav)'in bazı zevat hakkında güzel sözler söyleyerek Medine'ye geleceklerini önceden ashabına haber vermesidir. Meselâ biraz yukarıda isminden söz ettiğimiz Cerir b. Abdullah ve Vâil b. Hucr bunlardandır.

Cerir diyor ki: Medine'ye varınca, devemi ıhtırdım, heybemi açıp altlı-üstlü elbisemi giydim ve Mescid'e girdim. O sırada Resûlullah (sav) hutbe irad ediyordu. Kendisine selâm verdim. Cemaat beni göz ucuyla süzüyordu.. Yanımdaki zâta, "Resûlullah beni andı mı, diye sordum." O da: "Evet, biraz önce, seni güzel bir şekilde andı.'' 'Şu kapıdan, Yemenli, hayırlı bir kimse girecektir. Onun yüzünde melek, melik nişanı vardır.' buyurdu, dedi. "Ben de Allah'a hamdettim."15

Vâil b. Hucr diyor ki: Medine'ye gelince Resûlullah (sav) ile buluşmadan önce onun ashâbı ile görüştüm. "Sen gelmeden üç gün önce Resûlullah aleyhisselâm seni, bize müjdeledi. 'Vâil size geliyor' buyurdu" dediler.16

5. Ridâsını Çıkarıp Üzerine Oturtması, Minberden Ashâbına Takdim Etmesi

Hz. Peygamber (sav), Vâil b. Hucr ile karşılaşıp merhabalaştıktan sonra üzerinden ridâsını çıkarıp serdi birlikte üzerine oturdular. Müslümanların toplanmasını emretti. Sonra minbere çıktı, Vâil'i de minbere çıkarıp yanında durdurdu. Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra şöyle buyurdu:

"Ey Müslümanlar! Bu, Vâil b. Hucr'dur. Size uzaktan Hadramevt'ten, mecbur edilmeden, İslâm'ı özleyerek ve kabul ederek kendiliğinden gelmiştir. Kendisi Kral oğullarının bakiyyesidir."

Daha sonra; "Allah'ım, Vâil'e, Vâilin oğluna ve oğlunun oğluna mübarek kıl' diye dua etti. Vâil'in başını eliyle sıvadı.17

Cerir b. Abdullah, bir gün Hz. Peygamber (sav) ashâbıyla birlikte oturmakta iken yanlarına geldi. Kimse Cerir'e yer açmadı. Hz. Peygamber (sav) üzerindeki ridâsını çıkarıp Cerir'e attı ve "Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!" buyurdu. Cerir alıp oturdu ve "Ey Allah'ın Resûlü! Senin bana ikram ettiğin gibi Allah da sana ikram buyursun." diyerek teşekkür etti.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), çevresindekilere şöyle buyurdu:

"Size bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve saygı gösterin."18

6. Kaldıkları Yere Uğrayıp Hal-Hatır Sorması

Hz. Peygamber (sav), misafirhaneye veya mescidin avlusundaki çadırlara yerleştirdiği diplomatik misafirleriyle yakından ilgilenirdi. Sakif elçileri içinde yer alan Evs b. Huzeyfe'nin anlattığına göre, Hz. Peygamber (sav) özellikle yatsı namazını kıldıktan sonra yanlarına gider, onlarla konuşur, Kureyş'ten ve Mekkeliler'den çektiklerini ve Medine'deki gelişmeleri onlara anlatırdı.

7. Misafirlerin Gündeme Getirdiği Her Konuyla İlgilenmesi

Hz. Peygamber (sav)'in diplomatik misafirleri arasında çok değişik isteklerde bulunanlar oluyordu. Meselâ, kendisini imtihan etmek için gelenler19, şair ve hatiblerini getirip şiir ve hitabet yarışması yapmak ve yarışma sonucuna göre Müslüman olmaya veya olmamaya karar vermek isteyenler20, Sakif elçileri gibi, namazdan muaf tutulmaları, Lat putuna dokunulmaması gibi kabulü mümkün olmayan imtiyazlar peşinde koşanlar, Necran Hristiyanları heyeti gibi, işi karşılıklı lanetleşme noktasına kadar vardıran tartışmacılar, kuraklık ve kıtlıktan şikayet edip yağmur duası isteyenler oluyordu. Hz. Peygamber (sav) bütün bu isteklerle ilgileniyor, sorularını cevaplıyor, yarışıyor, tartışıyor, dua ediyor, onlara İslâm'ı anlatıyor, kendi kültürlerinde ya da kitaplarında bulunan esasları açıklıyor, böylece onların doğruyu görmelerini sağlamaya çalışıyordu.

Neticede duruma göre Müslüman olurlarsa, Kur'ân'ı okuma ve İslâm esasları öğretiliyor, kendilerine, arazî bağışları (ıktalar) veya imtiyaz fermanları yazdırılıyor, bazılarına başkan ve imam tayinleri yapılıyordu. Hatta bu yazılardan birinde Benî Bârık'lara verilen yazıda, konumuzla ilgili şu satırlara da rastlamaktayız: "Onlar, harp veya kıtlık sıralarında Müslümanlardan kendilerine uğrayacak kimseleri üç gün misafir etmekle yükümlüdürler."21 Müslüman olmayanlarla da hukukî anlaşmalar yapılıyor, yazılar yazılıyor, emannâmeler veriliyordu.

8. İsimlerini Değiştirmesi

Bu arada şu hususa da işaret edilmesi uygun olacaktır. Hz. Peygamber (sav), tanışma sırasında öğrendiği isimlerden gerek gördüklerini güzelleriyle değiştirir, kişilere özel iltifatlarda bulunurdu. Meselâ Benî Nebhan'ın reisi olan Zeyd hakkında

"Araplardan bana fazileti anılan hiçbir kimse yoktur ki, yanıma gelince onu, hakkında söylenilenlerin altında bulmuş olmayayım. Ancak Zeyd böyle değildir. Ondaki faziletler bana tam olarak ulaştırılmış değildir."

diye iltifatta bulunmuş ve Zeydü'l-hayl olan adını Zeydu'l-Hayr'a çevirmiştir.22 Şirk kültürünün tezâhürü olan Abdü'l-uzzâ, Adü'l-lât gibi isimleri Abdullah ve Abdurrahman gibi tevhid inancına uygun mânâlı isimlerle değiştirirdi. Bu işlem, Müslüman olanlar için ayrıca bir ikram kabul edilirdi. Ancak çok nâdiren de olsa, atalarının koyduğu ismin değiştirilmesine sıcak bakmayan diplomatlar da çıkardı.

9. Yol Azığı ve Bahşişler Verilmesi

Elçilere dönüşlerinde yol azığı hazırlanır ve bahşişler verilirdi.. Elde mevcut imkânlara göre bu bahşişlerin miktarı az çok değişirdi.

Resûlullah (sav), kendi elçileri vasıtasıyla İslâm'a girmeye davet ettiği kabile başkanı ve hükümdarlara hediye göndermezdi. Onlardan gelen hediyeleri çoğunlukla kabul, nadiren red ederdi. Fakat kendisine gelen elçilere mutlaka hediyeler verirdi. Hatta Tebük'te kendisine gelen Bizans elçisine Hz. Peygamber (sav), "Asıl yerimizde (Medine'de) olsaydık sana hediye verirdim." diye üzüntüsünü iletti. Bunu işiten Hz. Osman (ra), heybesinden kıymetli bir kumaşı çıkarıp elçiye hediye etmesi için Hz. Peygamber (sav)'e verdi. Hz. Peygamber (sav) Hz. Osman (ra)'ın bu ikramından son derece memnun kaldı.23
Burada hemen işaret edelim ki, elçilere hediye verme işini Hz. Peygamber (sav) ısrarla tatbik etmiş ve vefatından önce, Müslümanlara şu tavsiyede bulunmuştur:

"Benim kendilerine hediye verdiğim gibi, siz de elçilik heyetlerine hediye verin!"24

SONUÇ

Hz. Peygamber (sav)'in özellikle diplomatik misafirlerine karşı gösterdiği ilgi ve misafirperverlik, misafirlikte din, dil ve ırk ayrılığının asla neticeye tesir etmediğini göstermektedir. Onun bazı elçi gruplarını Mescide yakın bir yerde, bazılarını da Mescid'de ağırlaması, sırf imkânsızlık sebebine bağlanamaz. Kur'ân dinlemeleri ve Müslümanların ibâdetlerini, beşerî ilişkilerdeki kazandıkları seviyeyi bizzat görmelerini sağlamak, böylece dolaylı yoldan onlara tebliğde bulunmak gibi ulvî bir maksada dayalı olduğu muhakkaktır. Bu sebeple günümüzde de mabed ve mescidlerimizi ziyaret etmek isteyen gayri müslim devlet adamları, diplomatlar ve turistlere usûlü dairesinde kolaylık ve anlayış göstermek, hem vazgeçilemeyecek bir tebliğ imkânı ve görevi hem de -insanî bakımdan- misafirperverlik gereğidir. Kaydedildiğine göre, Sakif kabilesi elçileri, müşrik oldukları halde Mescid'e girmişlerdi. Müslümanlardan bu durumu yadırgayanlar oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), "Yer yüzü hiçbir şeyden kirlenmez." buyurdu.25 "Onları, Kur'ân dinleyebilecekleri bir yerde misafir edeceğim." diyerek26 maksadını duyurdu. Müslüman ülke yöneticilerinin böylesi bir amacı gözardı etmemeleri, diplomatik misafirlerini Kur'ân dinleyebilecekleri, Müslümanların ibadetlerini izleyebilecekleri saatlerde mabedleri ziyaret ettirmeleri, Sünnet-i Seniyye'ye uygun bir davranış olacaktır. Bu tür davranışın bir Müslüman için misafire ikram anlamı taşıdığı unutulmamalıdır.

Kendi ülkelerinde daha iyisini, daha kalitelisini bulduktan bir takım müzik, tiyatro ve dış kaynaklı gösterilerle iyi bir misafir ağırlama yapıldığı yanlışı artık terk edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, günümüzde siyasal bakımdan Osmanlı'yı kötüleyen dış mihraklar bile, o toplumdaki insanî davranışların ve gördükleri güzel İslâmî muamelenin hâlâ senâkârıdırlar. O halde sırf ticarî amaçlarla değil, Müslümanca düşüncelerle yabancılara gösterilecek Müslüman-Türk nezâket ve misafirperverliği birçok gönlün kazanılmasına, hiç değilse, düşmanlık duygularının ve peşin hükümlerinin değişmesine vesile olacaktır. Bu da Müslümanlar ve Müslümanlık adına bir kazançtır.

Misafirperverliğin uluslararası boyutta böylesi bir "adam kazanma, ya da gönül yapma" fonksiyonu bulunmaktadır. Turistlere "yolunacak kazlar" diye değil, "kazanılacak kalpler" diye bakmak, ona göre muamele etmek gerektiği artık birilerince hem anlaşılmalı hem de halkımıza anlatılmalıdır. Kim bilir belki böylece, sırf ticârî amaçlı, ahlâkî içerikten yoksun turizm politikaları yüzünden uğradığımız büyük değer kayıplarını bir ölçüde telafi imkânını buluruz.

Yazımı bu hususun bir başka noktasına dikkat çeken bir olayı anlatarak bitirmek istiyorum:

Hicretin onuncu yılında Medine'ye gelip Müslüman olan Benî Muhârib temsilcileri içinde bir kişi vardı. Hz. Peygamber (sav) ona dikkatle baktı.
Adam:
"Herhalde beni tanıdınız, ya Resûlallah?" dedi.
Efendimiz:
"Galiba ben seni görmüştüm." buyurdu.
Adam:
"Evet, sen beni görmüş ve benimle konuşmuştun. Ben ise sana çirkin sözler söyleyerek karşı koymuştum. Olay Ukaz panayırında olmuştu. Sen o zaman Arap kabilelerini dolaşıp İslâm'a davet ediyordun. O zaman arkadaşlarım içinde sana benden daha katı ve kötü davranan olmamıştı. Hamdolsun Allah'a ki, sana inanacak kadar bana ömür verdi. Halbuki o gün benim yanımdaki arkadaşlarım, kendi dinleri üzerinde şirkleri içinde ölüp gittiler."
Efendimiz:
"Kalbler, Allah'ın dileğine tâbidir, O'nun elindedir." buyurdu.
Adam:
"Ey Allah'ın Resûlü! Bağışlanmam için dua et!" dedi.
Efendimiz:
"Müslüman olmak, önceki günahları ortadan kaldırır!" buyurdu.27.

Biz de yazımızın sonunda, şimdiye kadar Ebedî Risâlet Sahibi'nin davetine uymamış, karşı çıkmış olanların tümüne birden bir kez daha seslenerek, "İslâmiyet, geçmiş günahlara kefârettir." diyor, daha fazla geç kalmanın kimseye bir yararı olmayacağını hatırlatıyoruz. Çağrımız, Ebedî Risâlet'in çağlar üstü diplomatik çağrısıdır: "İslâm ol, kurtul!"28.

DİPNOTLAR:

1. İbn Sad, Tabakât, I, 316.
2. Ebû Dâvûd. Cıhâd 154.
3. İbn Sad. Tabakât I. 332.
4. Bkz. Kettânî, et-Terâtibu'l-İdâriyye (trc. A. Özel), II, 202.
5. İbn Sad, Tabakât, I, 338; Koksal, İslâm Tarihi, x. 115.
6. İbn Sad, Tabakât, I,357-8
7. Bkz. İbn Sâ'd, Tabakât, I, 328; Köksal, a.g.e., x, 134
8. İbn Sa'd. Tabakât. I,313.
9. İbn Sad, Tabakât, I,351
10. Bkz. İbn Hacer. el-İsâbe, II,421; III, 254
11. Koksal, a.g.e., ıx. 305.
12. İbn Sa'd. Tabakât, IV, 346; Kettâni, et-Terâtibu'i-İdâriyye. II, 209
13. Zehebî, Siyer, II. 382.
14. Bkz. S. Müneccıd, en-Nüzumu'd-Diplomasiyye fi'l-İslâm, s. 38, (Beyrut, 1403/1983)
15. Ahmed b. Hanbel, Müsned. IV. 359-360, 364; Zehebi, Siyer, II, 380-381; Koksal, a.g.e., x, 101.
16. Heysemî. Mecmeu'z-zevâid, ıx, 374 17.Kaynakları için bkz. Koksal, a.g.e., x, 146-147.
18. Zehebi, Siyer, II,381.
19. Kaynaklar için bk., Koksal, a.g.e., x, 137
20. Geniş bilgi ve kaynakları için bk., Köksal, a.g.e., ıx, 32-33.
21. İbn Sa'd, Tabakât, I, 352; Köksal, a.g.e., x, 159
22. İbn Sa'd, Tabakât, I, 321; Koksal a.g.e., x. 8.
23. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 74-75.
24. Bkz. Buharî, Cihad 176-177; Kettanî, a.g.e., II, 207.
25. Köksal, a.g.e., IX, 303. (Vâkıdî, Meğâzî, III, 964'den naklen)
26. İbn Kayyım, Zâdü'l-Meâd, III. 31; Köksal, a.g.e., ıx. 303-304.
27. Kaynaklar için bkz, Köksal, İslâm Tarihi, (Medine devri) x, 324-325,
28. Buharî, Bedu'l-Vahy 6; Cihad 102; Müslim, Cihâd 74; İbn Mâce, Mukaddime 10.

(Doç. Dr. İsmail L. Çakan)
Sorularla islamiyet


[TOP]

16.20 İslam'da çevre ve komşuluk konusunda bilgi verir misiniz?

Previous topicNext topic
İslam'da çevre ve komşuluk konusunda bilgi verir misiniz?
 

İslam'da çevre ve komşuluk konusunda bilgi verir misiniz?

SORU
İslam'da çevre ve komşuluk konusunda bilgi verir misiniz?

CEVAP

Komşu: Aynı mahalle veya çevrede yaşayan insanların birbirlerine göre aldıkları ad.

Türkçe'de yaygın şekliyle fiziki olarak birbirine yakın veya bitişik yerlerde yaşayanlara komşu denir. Yakınlık veya bitişik olma ev bakımından, iş yeri, arazi veya şehir itibariyle de olabilir. Dilimizdeki iş yeri komşusu, arazi komşusu, komşu köy, komşu kaza, vilâyet tâbirleri bunu ifade eder.

Araplar komşuya "car" derler. "câr" evi diğerinin evine bitişik (mücâvir) olan, birbirini himaye eden, koruyan, birinin yardımına ve imdadına koşan anlamlarına gelir.[1>

Köyde, kentte, tarlada, bahçede birbirine komşu olan insanların ve özellikle Müslümanların huzur içinde yaşamaları için gerekli şartlardan biri de beşeri şartlardan biri de beşerî münasebetlerini iyi düzeyde tutmalarıdır. Bu sebeple yüce dinimiz komşuluk hakkına büyük önem vermiştir.[2>

Komşuluk, toplum hayatımızda yeri ve önemi inkâr edilemeyen içtimâî bir müessesedir ve insanların toplum halinde yaşamalarının zarûrî bir neticesidir. İnsan sosyal bir varlık olduğuna, bu sebeple tek başına yaşayamayacağına göre etrafında komşuların olması kaçınılmazdır.[3>

Allahü Teâlâ, yakınımız olsun olmasın bütün komşularımıza iyi davranmamızı, iyilik etmemizi emreder:

"Allah'a ibadet edin. O'na hiçbir şeyi eş (ve ortak) tutmayın. Anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinin mâlik olduğu kimselere (kölelerinize) iyilik edin. Allah (C.C.) kendini beğenen ve dâima böbürlenen kimseyi sevmez."[4>

Aileden sonra hukukuna en çok riayet etmemiz gerekenler, yan yana bir arada yaşadığımız komşularımızdır. Komşu hakkı, dinimizde çok önemli bir yer tutar. Aile yuvasında olduğu gibi komşularıyla da iyi geçinmek ve yardımlaşmak şarttır.

Akşam-sabah yüz yüze geldiğimiz, her zaman görüştüğümüz insanlar, komşularımız sayılır.

Büyük müfessir İmam Kurtûbî bu ayetin tefsirinde:

"Görmüyor musun? Allah ana babaya ve akrabaya iyilikten sonra komşuları zikretmiş ve haklarına riâyet edilmesini emretmiştir" diyerek konunun önemine dikkat çekmiştir.[5>

Nisâ suresinin 36. ayetinde, yakın komşu ve uzak komşu olarak iki kelime geçmektedir.

Değişik ölçülere göre komşu sınıflamaları yapılır. Bunlardan evleri yahut evlerine giriş kapıları birbirine bitişik olanlara "kapı komşusu" adı verilir.

Yakın komşu: Akraba veya evleri birbirine yakın olanlara "yakın komşu" denir.

Uzak komşu: Evleri birbirine pek yakın veya akraba olmayan, yahut gayr-i müslim (yahudi, hıristiyan) olanlara da "uzak komşu" denir.

Burada zikredilen yakınlık-uzaklık meselesinde tam bir açıklık yoktur. Kapı komşusu dışında olanlar veya akraba haricindekiler yakın komşu mu, uzak komşu mu kabul edilecektir? Ne kadar yakınlık, ne kadar uzaklık bu hususta ölçü olarak alınacaktır? Rivayete göre Hz. Aişe (R.Anhâ) bunun her taraftan kırk evlik bir mesafe olduğunu ve bunlar arasında komşuluk hukukunun olacağını söylemiş, Hz. Ali (R.A.) de, bir kimsenin sesinin duyulabileceği yere kadar olan mesafe içinde kalanların komşu sayıldığını ifade etmiştir.[6>

KOMŞULAR ÜÇ GRUBA AYRILIR:

Hz. Peygamber (S.A.V.)'in yaptığı bir sınıflamaya göre hakları yönünden komşular üç gruba ayrılır:

1. Üç hakka sahip komşular: Bunlar hem akraba, hem müslüman olanlardır. Bunların komşu, akraba ve müslüman olmaktan doğan üç çeşit hakları vardır.

2. İki hakka sahip komşular: Akraba dışındaki müslüman komşular. Bunların komşu ve müslüman olmaktan ileri gelen iki çeşit komşuluk hakları vardır.

3. Bir hakka sahip komşular: Akraba ve müslüman olmayanlardır. Bunlar, akraba olmayan ehl-i kitap (yahudi, hıristiyan) veya müşrik komşulardır. Bunların sadece komşu olmalarından kaynaklanan bir tür hakları bulunur.[7>

Kısaca belirtmek gerekirse, komşu tabirine, müslüman, yahudi, hıristiyan, kâfir, âbid-fâsık, dost-düşman, mukim-misafir, zararlı-zararsız, yakın-uzak istisnasız bütün komşular dahildir.

Kelimenin Arapça karşılığından da açıkça anlaşılacağı gibi, "birbirine yakın, bitişik (mücâvir) olma"nın getirdiği bir takım sosyal vecibeler ve ilişkiler düzeni vardır. Bunlara genel ifadesiyle "komşuluk" denir.

Komşuluk ilişki ve vecibeleri, küçük yerleşim bölgelerinde (köy, kasaba vb.) sosyal dayanışma ve bütünleşme açısından çok önemlidir ve titizlikle korunmaya çalışılır. Eskilerin "ev alma, komşu al" sözü de bu hassasiyetin bir ifadesi sayılır.

Gerçekten kapalı cemaat arz eden ve şehirleşmenin az olduğu yörelerde komşular birbirlerini ziyarete giderler, yardımlaşırlar, korurlar.

Halk arasında komşu olmadıkları halde bir eve sık sık ziyaret yapan kimseye "komşu kapısına çevirdi" denmesi sözü edilen ilişkiler ağının yoğunluğunu gösterdiği gibi, "komşuda pişer, bize de düşer", "komşu ekmeği komşuya borçtur" tarzındaki atasözleri de aynı ilişkiler yapısının mahiyetini tüm açıklığıyla ortaya koyar.[8>

HADİS-İ ŞERİFLERDE KOMŞULUK

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Ebu Hureyre (R.A.)'den rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

"-Vallâhi mü'min değildir, vallâhi mü'min değildir, vallâhi mü'min değildir."

- Kim Ya Rasulallah? diye sorduklarında, Peygamberimiz şöyle buyurdu:

- Komşusu, belâlarından emin olmayan kimse (mü'min değildir)."[9>

Hadiste, "mü'min değildir" sözü olgun, kâmil mü'min değildir" anlamındadır. Zira bu hareket ebedî cehennemde bırakacak imansızlık hareketi değildir. Diğer bir ifade ile bu hareket olgun mü'min olmak için gerekli, fakat iman etmiş olmak için şart değildir.

Müslim'in naklettiği diğer bir rivayette hadis şöyledir:

"Komşusu, zararından emin olmayan kimse cennete giremez."[10>

Hadiste geçen "Cennete giremez" ifadesinden de "Kıyamette ilk önce kurtulmuşlar içinde cennete giremez" şeklinde anlaşılmalıdır. Yani bu hareketinin cezasını çeker, sonra cennete girer. Şayet komşuya eza etmenin günah olmadığı görüşünde ise, durumu cehenneme girmeyi zaruri kılmış olur.

Hadisimiz, komşuya eziyetten sakınmayı, onlara kötü hareketlerden kaçınanın imanının kemâle erdiğini, komşuya verilen zararın Allah'a isyana, onun da cehennem azabına götüreceğini ifade etmektedir.[11>
İyi Komşularla Beraber Olmak

Allah'ın iyi kullarına ölüm anında şöyle hitap edilir:

"Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Sâlih) kullarımın arasına katıl ve (onlarla birlikte) cennetime gir."[12>

Hz. Ali (R.A.)'den şöyle rivayet edilmiştir:

"Resülullah (S.A.V.) bize ölülerimizi sâlih kimselerin içerisine defnetmememizi emretti ve kötü komşudan diriler incindiği gibi ölüler de incinir" buyurdu.[13>

İnsan için hem bu dünyada hem de ahirette iyi kimselerle beraber olmak mutluluk ve huzur vesilesi olur. Dünyada iyi kimselerle beraber olmak, iyi komşularla beraber olmak demektir. İyi komşularla beraber olmak, hiç şüphesiz ki Cenab-ı Hakk'ın insana büyük bir lütfudur. Bu sebeple iyi komşulara sahip olan kimseler bundan dolayı ayrıca Allah'a hamd etmelidirler. Çünkü huzur ve saadetimizi sağlayan bir çok şey vardır. Bunlardan biri de iyi komşulardır. İyi komşularla beraber olan kimse mutlu ve huzurlu olur. Onun içindir ki, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) hadis-i şeriflerinde:

"Ev almadan önce komşunuzu, yola çıkmadan önce arkadaşınızı araştırınız." buyurmuştur.[14>

Bir atasözümüzde bu hadis-i şerif, "Ev alma, komşu al" şeklinde ifade edilmiştir. Çünkü komşu evden daha önemlidir. Komşular kötü ise en güzel evde bile insan rahat edemez, huzuru kaçar. Bu nedenle Peygamber Efendimiz, kötü komşudan Allah'a sığınmamızı emrederek şöyle buyurmuştur:

"Devamlı ikamet ettiğiniz yerdeki kötü komşudan Allah'a sığınınız. Çünkü göçebelik anındaki kötü komşu geçicidir" buyurmuştur.[15>

Peygamberimiz, başka bir hadis-i şeriflerinde, insanı mutlu ve huzurlu kılan üç şeye temas ederek şöyle buyurmuştur:

"İyi komşu, uysal bir binek ve geniş ev, kişinin saadetini sağlayan unsurlardandır.[16>

Peki, hadis-i şeriflerde methedilerek huzur ve saadetimizin kaynağı olduğu belirtilen iyi komşu kimdir? İster istemez insanın aklına böyle bir soru gelmektedir. Buna şöyle cevap verebiliriz:

"Komşuların birbiri üzerinde komşuluk hak ve hukuku vardır. İyi komşu, bu hak ve hukuka riayet eden ve komşularına karşı görevlerini en iyi şekilde yerine getirendir. Peygamber Efendimiz bu hususa temas eden hadis-i şeriflerinde de:

"Allah katında arkadaşların en hayırlısı, arkadaşı için en hayırlı olandır. Allah katında komşuların en hayırlısı da komşusu için en hayırlı olanıdır." buyurmuştur.[17>
Komşu Hakkı

Yüce dinimiz İslamiyet'e göre komşunun komşu üzerinde hakları vardır. Buna komşuluk hakkı diyoruz. Dinimiz komşuluk hakkı üzerinde çok durmuştur. Hz. Aişe R. Anha'dan rivayet edilen hadis-i şerifte Rasülullah (S.A.V.):

"Cibril bana komşu hakkını o kadar çok tavsiye etti ki, neredeyse komşuyu komşuya vâris kılacak zannettim."[18>

Demek ki, komşu hakkı o kadar büyük ki, Cebrâil (a.s.) defalarca Peygamber Efendimiz'e gelip komşu hakkının öneminden bahsetmiştir.

Hadisteki, "Komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim" ifadesi komşunu komşusu üzerindeki hakkını açıklamak için getirilmiştir. Çünkü İslam'ın ilk yıllarında kardeşlik ahdi de mirasçı olmayı gerektiriyordu. Sonraları bu kaldırılarak mirasın sebepleri olarak, soy yakınlığı, nikâhtan dolayı yakınlık ve velâ akdi yürürlükte bırakılmıştır.

Hadis, komşu hakkının yüceliğine, onunla yardımlaşma ve güzelce ikramda bulunmanın gerekliliğine, komşuya zarar vermemeye, hastalanınca ziyaret etmeye, sevinçli ve kederli günlerinde yanlarında bulunmaya işaret etmektedir.[19>

Komşular Arasında Yardımlaşma

Yüce dinimiz İslamiyet kadar yardımlaşmaya önem veren hiçbir din ve nizam yoktur. Dinimiz genel olarak hayatın her safhasında yardımlaşmayı emretmiş, öyle ki zenginlerin mallarında fakirlerin hakkının olduğunu belirtmiştir.[20> Komşular arasında yardımlaşma daha da önemlidir. İnsanın başı darda kaldığı zaman ilk olarak müracaat edecek olduğu kimse hiç şüphesiz ki komşusudur. Hiç kimse benim her şeyim var, komşuma muhtaç değilim, diyemez. Mutlaka komşusunun maddî-manevî yardımına ihtiyacı olur.

"Komşu komşunun külüne muhtaçtır" derdi atalarımız. Alacakları evden önce komşuyu düşünür, arar soruştururlardı. Çünkü komşuluk bağları samimi ifadesini onlarda bulmuştu. Yeyip içtikleri ayrı gitmezdi aralarında. Onlarla paylaşılırdı en güzel ve samimi sohbet ortamları, dertler, sevinçler hep beraber yaşanırdı. Sıkıntı ve keder, bu samimi atmosferde bir bir kayboluverirdi. Ne var ki zaman, mazimize ait birçok güzel hasletimizi aldı götürdü aramızdan. Müstakil evlerin yerlerini dev apartmanlara bırakması, birçok insanın "birbirine katlanmak zorunda olduğu" bir yaşam tarzına dönüşmesi ve sosyal hayatın şahısları içine çekerek; okul, iş, çarşı derken, bir sürü meşguliyet içinde komşular da, komşuluklar da unutulup gitti. Aynı apartmanı paylaşmamıza rağmen ne alt, ne üst, ne de yan kapı komşumuzun kim olduğunu bile bilemez olduk. Rastlantılar sonucu sadece bir "merhaba" dan ibaret aramızdaki bağlar. Herkes kendi içinde, kendi derdiyle muzdarip, kendi sevinciyle mesrur. Oysa bu ne inancımıza ne de örfümüze uymakta.[21>

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:

"Yanı başınızdaki komşusu açken tok olarak geceleyen kişi (olgun) mü'min değildir."[22>

Sosyal duyarlık konusunu çarpıcı biçimde gözler önüne seren hadisimizin mesajı, pek tabii olarak, sadece hâne komşularına yönelik değildir.

Öte yandan hadisimizdeki "aç olan komşu"nun mutlak olarak zikredilmiş olması, "müslüman komşu" gibi bir tahsise ve tavsife gidilmemiş bulunması, olgun müslümanın duyarlık alanını iman sınırının ötesine taşımaktadır. Hangi dinden ve inançtan olursa olsun, "aç olan komşu"nun sırf komşuluk hukuku gereği olarak ilgi duyması, ihtiyacının giderilmesi hedef olarak gösterilmiş olmaktadır.[23>

BİR OLAY

Vali iken kendisine bir köşk yaptırıp, çarşının gürültüsünden kurtulmak isteyen Sa'd b. Ebî Vakkas'ı teftiş için Hz. Ömer (R.A.), Muhammed b. Mesleme'yi azıksız olarak Kûfe'ye gönderdi. On dokuz günlük bir yolculuktan sonra Medine'ye dönen Muhammed b. Mesleme, kendisini niçin azık vermeden yola çıkardığını Hz. Ömer (R.A.)'den sordu:

Medine'deki müslümanlar açlıktan kırılmak üzereyken sana bir şeyler verip de nimeti sen, vebâlini de ben yükleneyim istemedim. Zira ben, Peygamber (S.A.V.)'i şöyle buyururken dinlemiş bulunmaktayım:

"Komşusu açken mü'minin tok dolaşması yakışık almaz."[24>

Bu olaydan da anlaşıldığı gibi küçülen dünyamızda açlara yardıma koşmak, bunu da en yakın komşusundan başlatmak her olgun ve imkânı olan mü'minin temel görevidir. İman olgunluğunun alâmetidir.

Ne zaman sosyal duyarlık ve yardımlaşma üzerinde durulacak olsa, hadisimiz mutlaka hatırlanır. Hadisin bir rivayeti;

"Aç olarak geceleyenin aç olduğunu bilmesi halinde"[25> yardımcı olmayan müslümanın iyi bir müslüman olmadığını bildirmektedir. Bile bile ilgisiz kalmayı ve duyarsız davranmayı olgun mü'min olmanın delili saymaktadır.

Yardımda bulunmak bir başlangıç değil, bir neticedir. Yardım yapma duygusu ve duyarlılığı ise, o yardımın gerçek âmili ve öncüsüdür. O halde yardımın bizzat kendisinden önce" yardım duygusunun" gönüllerde yer etmiş olması esastır. İmkânı olduğu halde çevresine yararlı olamayanlar, bu duyguyu gönüllerine yerleştirmemiş olanlardır. Çevresine sıcak bakmanın zevkini tadamayanlardır.[26>

Yardım, her şeyden önce bir duygu ise; onun iman ile ilgisi de pek açık ve köklüdür. Zira insan hareketlerini yönlendiren en müessir güç, imandır, iç yöneliştir. O halde çevreye karşı duyarsızlık ve yardımsızlık pek tabii olarak imanın olgunluk derecesiyle alakalı olacaktır. Bu sebeple hadisimizdeki "mü'min değildir" hükmü, "yapması gerekenleri icrâya sevk edecek derecede ve olgun bir imana sahip değildir" anlamındadır. Gerçeğin tâ kendisidir. Özellikle "kendi aralarında yumuşak, merhametli, şefkatli"[27> olmaları gereken müslümanların, hemen yanı başlarındaki komşularına karşı ilgisizliği elbette imanıyla irtibatlandırılacak bir göstergedir. İşte hadisimiz de bunu yapmakta, bu gerçeğe dikkatlerimizi çekmektedir.[28>

Unutulmamalıdır ki, bir hadis-i şeriflerinde Hz. Peygamber Efendimiz, "hangi mahallede bir kişi aç kalırsa, o mahalle Allah'ın korumasından düşer."[29> Buyurmuştur. İbn Hazm da aynı delilleri değerlendirerek "bir beldede bir kişi açlıktan ölecek olursa, o belde halkının tümü ölenin katili sayılır ve ölenin diyeti onlardan tahsil edilir.[30>

Ve bazı neticeler:

Hadisimizin şu neticenin çıkarılması mümkün gözükmektedir.

1. Zengin komşuya komşularını aç bırakması haramdır.

2. Onların aylıklarını giderecek kadar yedirmek ve çıplak iseler giydirmek vaciptir.

3. Servette zekâttan başka mükellefiyetler de bulunmaktadır.

4. Senelik zekâtını başka mükellefiyetten kurtulamazlar. Duruma göre başka birçok görevleri daha vardır. Aksi halde kenz yasağıyla ilgili ayetteki tehdide muhatap olurlar.

5. Gerçek ve olgun mü'minler çevrelerine karşı ilgisizliğe ve duyarsızlığa düşmezler. Muhtaç kimselerin ihtiyacını karşılamak imanın kemâline işaretttir.[31>

İyi Komşuluğun Prensipleri

1. Kendimiz için istediğimiz güzel şeyleri komşularımız için de istemek:

Rasülullah (S.A.V.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

"Kudret ve iradesiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki bir kul kendisi için istediğini komşusu için de ve yahut din kardeşi için de istemedikçe hakkıyla iman etmiş olamaz.[32>

Bir arada ve yan yana yaşamak durumunda olan ev veya iş komşuları hemen hemen her gün karşılaşırlar, hatta günde birkaç defa yüz yüze gelebilirler. Özellikle apartman dairelerinde, iş hanlarında ve benzeri yerlerde bir arada oturanlar arasındaki münasebetler, ayrı ayrı binalarda ikamet eden komşularınkinden çok farklıdır. Şu veya bu şekilde komşu olanların karşılıklı sevgi, saygı, güven, iyi duygu ve temiz düşünce içinde olmaları için birbirlerinin haklarına riâyet etmeleri, eziyet verici veya rahatsız edici hal ve hareketlerden sakınmaları gerekir. Ancak bu takdirde huzurlu olunur. Aksi takdirde huzurun devamı beklenemez.[33>

Ebu Zerr'den (R.A.) Resulullah'ın (S.A.V.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Ey Ebu Zerr! Çorba yaptığın zaman suyunu çok koy, fazlası ile de komşularını gözet."[34>

Yine Müslim'in Ebu Zerr'den (R.A.) naklettiği bir başka rivayette ise:

"Dostum Resulullah (S.A.V.) bana:

- Çorba yaptığın zaman suyunu bol koy. Sonra da komşularının haline bak. Muhtaç olanlara çorbadan bir miktar götürerek iyiliğin dokunsun." diye tavsiyede bulundu.[35>

Hadisteki " Feksür mâehâ" emri mendup ifade eder.

2. Komşularımızı İncitmemeye Özen Göstermek

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bir hadis-i şeriflerinde:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse komşusunu incitmesin. Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse misafirine ikram etsin. Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse ya hayır söylesin ya da sussun.[36>

Ebu Hureyre (R.A.)'den rivayet edildiğine göre sahabilerden biri:

- "Ya Rasülullah! Falan kadının nâfile olarak çok namaz kıldığından, çok nâfile oruç tuttuğundan ve çok sadaka verdiğinden bahsediliyor, şu var ki diliyle komşularını incitiyor" dedi. Peygamber Efendimiz:

- O kadın cehennemliktir, buyurdu. Sahabi:

- Ya Rasülullah! Falan kadının da nâfile olarak az namaz kıldığından, az nâfile oruç tuttuğundan ve az sadaka verdiğinden bahsediliyor, şu kadar var ki, diliyle komşularını incitmiyor" dedi. Peygamber Efendimiz:

- O, cennettedir" buyurdu.[37>

Allah Rasülüne bazen sahabilerden biri gelir ve:

- Ey Allah'ın Rasülü! Bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım zaman cennete gireyim? derdi.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) de gelen kimsenin durumunu göz önüne alarak ona bir şey emrederdi. Ebu Hureyre (R.A.)'den rivayet edildiğine göre yine bir defa sahabilerden biri Peygamber Efendimize gelmiş ve aynı talepte bulunmuştu. Peygamber Efendimiz de kendisine kısaca:

- "İyi ol" buyurmuştu. Sahabi:

- Ya Rasülallah! İyi olduğumu nasıl bileceğim? deyince, Efendimiz şu cevabı vermişti:

- Komşularına sor; eğer onlar senin iyi olduğunu söylerlerse, sen iyi bir kimsesin, yok, eğer kötü olduğunu söylerlerse o zaman sen kötü bir kimsesin, demektir.[38>

Demek ki, iyiliğimizin ve kötülüğümüzün ölçüsü yakın çevremiz ve komşularımızdır. Komşularımız iyi olduğumuzu söylüyorlarsa biz Allah'ın katında iyiyiz, komşularımız kötü olduğumuzu söylüyorlarsa, Allah katında da kötüyüz, demektir.

İYİ KOMŞULUK

"İyi komşu nasıl olur? Komşuluk münasebetleri kayboluyor" diye şikâyet olunuyor." Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri "Marifetnâme" adlı eserinde, İslâm ahlâk ve yaşayışından çıkardığı "İyi komş

uluk için uyulması gereken şartlar"ı, kırk tane olarak tesbit etmiş. Bunları bugünkü dile çevirdik ve gördük ki, hiç eskimemişler... Bakınız Hazreti Şeyh ne diyor:

Ey Aziz, mâlum olsun ki, edep ehli kimseler:

"Komşunun komşularıyla geçiminin edep ve erkânı kırktır" demişlerdir.

1. Kişinin kendi evine bitişik olanlarla, karşısında bulunup da kapıları görünenlerden kırk eve kadar oturanlar, -zımmî (hıristiyan vatandaş) da olsalar- komşularıdır. Bunlara, iyilik etmek ve gerçekten akrabalarmış gibi güzel davranmaktır.

2. Komşunun ev halkına, kötülük etmeyip, onların namusunu korumaktır.

3. Komşuya gelip gidene uzun uzun bakıp, rahatsız etmemektir.

4. Komşusu açken, kendi tok yatmamaktır.

5. Komşuyu el veya diliyle incitmekten sakınmaktır.

6. Komşunun evine, penceresinden, duvarından izinsiz bakmamaktır.

7. Komşularına azdan çoktan ?zımmî de olsa- hediye vermekti...

8. "Komşu çanağı" göndermektir. Yani kokusu duyulacak bir yemek pişirildiğinde, bitişik komşuya hediye etmektir.

9. Satın aldığı meyveden, rastladığı komşusuna hediye etmektir.

10. Komşuları borç isterse, vermektir.

11. Komşuları muhtaç kaldıysa, ihtiyaçlarını gidermektir.

12. Komşusunu bayramlarda ziyaret etmektir.

13. Komşunun hayvanlarına taş atmamaktır.

14. Komşunun çocuklarını, kendininkilere dövdürüp sövdürmemektir.

15. Komşuların izni olmadan, kendi binasını, onlarınkinden yüksek ve önlerini kapayacak şekilde yaptırmamaktır.

16. Komşularını, kendi taraflarından, duvara ağaç kakmaktan menetmektir.

17. Komşularına, kendi oluklarının akıntısıyla veya yolunun toprak kazıntısı ve kar kürün tüsüyle rahatsız vermemektir.

18. Komşuların sırlarını ve ayıplarını soruşturmamaktır.

19. Komşuların hallerini ve işlerini başkalarına söylememektir.

20. Komşularına yolda rastladıkça ilk önce selâm vermektir.

21. Komşularla konuşurken lâfı uzatmayıp, lüzumu kadar konuşmaktır.

22. Komşularından su, tuz ve ateş gibi zarurî maddeleri esirgemeyip vermektir.

23. Komşuların hediyesini, az da olsa kabul edip, çok bilmektir.

24. Komşuların ayıplarını örtmektir.

25. Komşularına dert ortağı olmaktır.

26. Komşularından izin almadan evini yabancıya satmamaktır.

27. Komşusu bir yerden dönünce ziyaret etmektir.

28. Komşularını kederli günlerinde teselli etmektir.

29. Komşuları tarafından davet olununca, kabul edip gitmektir.

30. Komşuları tarafından davet olununca, kabul edip gitmektir.

31. Komşusu bir şey isteyince memnuniyetle vermektir.

32. Komşusu bir kusur işleyince, af ederek, sevgi uyandırmaktır.

33. Komşuları hasta olunca ziyaret etmektir.

34. Komşulardan biri vefat edince, cenazesinde hazır bulunmaktır.

35. Komşuların yetimlerini himâye etmektir.

36. Komşularıyla buluşunca, güleç yüzlü olup, tatlı söz söylemektir.

37. Komşuların kendisine nasıl davranmasını istiyorsa, onlara öyle muamele etmektir.

38. Başkalarından gelse tahammül edemeyeceği eziyete, komşusundan gelince tahammül etmektir.

39. Komşulardan kabalık edenlere aldırmamaktır.

40. Komşulardan sert söyleyenlere, mülâyim davranmaktır.[39>

KAYNAKLAR:

[1> İzzet ER, İslam'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1997, c.3, s.63-64.
[2> Haydar HATİPOĞLU, Diyanet Aylık Dergi, Ekim, 1993, s.2.
[3> Dr. Durak PUSMAZ, "İslam'da Komşuluk İlişkileri", Diyanet Aylık Dergi, Nisan 1995, Sayı:52, s.23.
[4> Nisa:4/356
[5> Dr. Durak PUSMAZ, a.g.m., s.23.
[6> İzzet ER, a.g.e., c.3, s.64.
[7> İzzet ER, a.g.e., c.3, s.64.
[v8> İzzet ER, a.g.e., c.3, s.64.
[9> Buhari, Edep, 29 (VIII.12).
[10> Müslim, İman, 73.
[11> İhsan ÖZKES, R.Salihin Terceme ve Şerhi, Esra Yayınları, Konya, 1996, c.2, s.173-174.
[12> Fecr:89/27-30.
[13> Aclûni, Keşfül-Hafâ, 1/72.
[14> Aclûni, Keşfül-Hafâ, 1/178.
[15> Nesâî, İstiâze, 44; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/344.
16> Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/407-408.
[17> Ahmed, Tirmizi, Hakim (İbn Ömer'den) 250, H.No:151.
[18> Buhari, Edeb,28; Müslim, Birr ve Sıla ve'l-edeb, 140 (2624,2625)
[19> İhsan ÖZKES, a.g.e., c.3, s.172.
[20> Bkz. Zariyat, 56.
[21> Havva ERGENE, İslami Hayat, "Komşuluk İlişkileri", 24.10.1997 tarihli Zaman Gazetesi.
[22> İbn Ebî Şeybe, Kitâbü'l-İman (neşr: el-bânî) s.33 (Dımaşk. ts, ) Hadisin değişik rivayetleri için bk. El-Bânî, Silsiletü'l-ehâdisis'sahîha, I, 69-71; Hakim ve Beyhaki, 250, H.no:190.
[23> İ. Lütfi ÇAKAN, Hadislerle Gerçekler, Erkam Yayınları, İstanbul, 1990, c.1, s.114-115.
[24> Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/55.
[25> Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, 1/232; Heysemî, Mecmeuzzevâid, 8/167; el-Bânî, Silsile, a.g.e., 1/70.
[26> İ. Lütfi ÇAKAN, a.g.e., c.1, s.112.
[27> Fetih 48/29.
[28> İ. Lütfi ÇAKAN, a.g.e., c.1, s.112.
[29> Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/33.
[30> Bk. Seyyid Kutup, İslamiyyeti'l-İslam, s.221.
[31> İ. Lüfti ÇAKAN, a.g.e., c3, s.114-115.
[32> Müslim, İman, 72.
[33> Haydar HATİPOĞLU, "Komşuluk Hakkı" (Hutbe), Diyanet Aylık Dergi, Ekim 1993, s.2
[34> Müslim, Birr ve sıla ve'l-edeb, 142 (2625).
[35> Müslim, Birr ve sıla ve'l-edeb, 143 (2625).
[36> Buhari, Edeb, 31; Müslim, İman, 75.
[37> Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/440. (Kaynağına baktım fakat hadisi bulamadım.)
[38> Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1/72.
[39> M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Müslüman Aile, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul, 1995, s.83-85.
Vehbi AKŞİT, İSLÂM'DA KOMŞULUK İLİŞKİLERİ

Sorularla İslamiyet


[TOP]

16.21 Komşu hakkı

Previous topicNext topic
Komşu hakkı
 

Komşu hakkı

Komşu hakkı nedir? Komşuya küsmek ne zaman câiz olur.

Islâm dini, hem dünya hem de âhiret mutluluğunu sağlamak için gönderilmiştir. Insanların birbirlerini sevmeleri ve dayanışma içerisinde olmaları, dünya mutluluğunun başta gelen şartlarındandır. Kişinin Allah`ı ânıp (zikir) kendi içinde yalnızlığını gidermesi, kendisiyle olan dayanışması, sonra İslamın belirlediği görev ve haklarla aile içerisinde dayanışma, sonra yakın ve uzak komşularla dayanışma, sonra mahalle, köy ve bölge halkıyla dayanışma ve bütün bir Islâm ümmeti olarak dayanışma... Işte bunlar sosyal huzuru, sosyal adâleti, hattâ sosyal güvenliği sağlayan en önemli etkenlerdir. Komşularla dayanışma, yani komşu hakkını gözetme de bu dayanışma birimlerinin başta gelenlerindendir. Allah (c.c.) kendisine şirk koşulmamasını istediği âyette yakın ve uzak komşuya da iyilikle bulunulmasını istemiş (Nisâ 4/36) ve komşuyu mü`min, kâfir diye ayırmamıştır. Bu yüzden tefsirciler bu âyetle, kâfir komşuya da iyilikte bulunma emredilmiştir, görüşündedirler. (Kurtubî V/184; Davudoğlu X/591). Rasûlullah Efendimiz: "Cebrail komşuyu bana o denli tavsiye etti ki, komşuyu komşuya mirasçı ilân edeceğini sandım" (Buhârî, edep 28; Müslim, birr 140,141; Ebû Dâvûd, edep 123; Tirmizî, birr 28; ibn Mâce, edep 4; Müsned N/85,160...) "Vallahi mü`min olamaz! (üç defa) Kim, ey Allah`ın Rasûlü? Şerrinden komşusu emin olmayan kişi" (Tirmizi, ahkam;18; Müsned I/235, 303, 313) buyurmuşlardır. Bunlarda da komşu mü`min -kâfir diye ayrılmaz. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise kâfir komşunun da hakkı olduğu açıkça söylenir: "Üç türlü komşu vardır: Üç hakkı olan komşu, iki hakkıolan komşu ve bir hakkı olan komşu. Akraba olan Müslüman komşunun, komşuluk hakkı, akrabalık hakkı ve Müslümanlık hakkı olmak üzere, üç, akraba olmayan Müslüman komşunun, Müslümanlık hakkı ve komşuluk hakkı olmak üzere iki; gayr-i müslim olan komşusunda komşuluk hakkı olmak üzere bir hakkı vardır." (Kurtubî V/184) "Kapısı en yakın olan komşu iyilikte bulunmaya, diğerlerinden daha lâyıktır"(Buhârî, edep 32, suf`a 3)

Komşu kimdir? Bu konuda meseleyi dar ve geniş tutanlar, iç içe değişik tariflerde bûlunmuşlardır: En yakın kırk ev, her yönden kırk ev, bağırılınca sesin ulasacâğı kadar ev, sabah namazına aynı mescide gelenler, mesciddeki ikamet sesini duyan evler... (Kurtubî V/185 vd.) diye belirleyenler olmuştur. Bunların bir kısmı hadîslere dayanmakta oIsa da anlaşılacağı üzere komşuluk sınırı zamana ve zemine göre esnek bırakılmıştır. Elbette şehirle köy, komşuluk sınırında aynı değildir. O halde bunda en güzel belirleyici örftür. Köy ve şehri ayrı ayrı düşünerek, âdeten komşu denen evleri komşu diye bilmek, komşu tariflerinin ortalamasıdır.

Komşunun hakkı nedir? Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) bunu detayıyla anlatan hadisleri vardır: "Ebû Zer! Çorba pişirdiğinde suyunu bol koy ve komşunu da gözet (Müslim, birr 142,143; Dârimî, at`ime 37 .) Âlimler, bu hadisde fakire olduğu gibi, komşuyu düşünmekte cimriye de bir kolaylık sağlanmıştır, demişlerdir. Çünkü, yağını, etini bol kat değil de, suyunu bol kat denmiştir. (Kurtubî V/186) Yani yağından, etinden veremeyen cimriler de hiç olmazsa bolca koydukları suyundan versinler demektir. Aslında Rasûlullah Efendimiz komşuya çok basit şeylerin değil, âdeten vermeye değer şeylerin verilmesini tenbihlemiştir. (Müslim, birr 143) Ama alan açısından da "bir koyun bacağı bile olsa küçümsemeyin" (Buhârî, hibe 1, edep 30; Müslim, zekât 91; Tirmizî, velâ 6) buyurmuştur.

Komşu hakkı bunlardan ibaret değildir. Rasûlullah Efendimiz bir hadislerinde de: "Komşu komşusunun duvarına bir ihtiyaç için sopa çakmasına engel olmasın." (Buhâri, mezâlim 20, esribe 24; Müslim, müsâkât/36; Timizî, ahkâm 18) Ebu Hurayra sonraları: "Ne oluyor? Bakıyorum bunu terketmişsiniz. Vallahi bunu tekrar omuzlarınıza yükleyeceğim." (Kurtubî, V/186) diyecektir. Rasûlullah Efendimizin başka bir hadisleri komşuluk hukukunu oldukça geniş anlatır.

"Borç istediğinde verirsin, yardım istediğinde yardım edersin, muhtaç ise verirsin, hasta ise ziyaret edersin, ölürse cenazesine gidersin, bir nimete kavuşursa sevinirsin ve onu kutlarsın, bir musîbete uğrarsa üzülürsün ve ona ta`ziyet edersin,`tencerinin kokusuyla onu rahatsız etmezsin, ona pişirdiğinden verirsin, binanın üzerine çıkmazsın, onun izni olmadan ferahlatıcı rüzgârını kesmezsin, meyva aldığında ona da hediye edersin, hiç olmazsa evine getirirsin; çocuğun onun çocuğunun gıpta edeceği birşeyle çıkmâz. Ne dediğimi anlıyor musunuz? Komşunun hakkını ancak Allah`ın çok az şanslı kulu gözetebilir." Bir defasında Efendimiz Aişe annemize hitaben: "kurban etini dağıtmaya önce komşumuz yahudiden başla" buyurmuşlardır. (Kurtubî V/188)

Komşunun çok önemli haklarından biri de, "kevser" sûresinden önceki sûreye ad olan "Mâ`ün" hakkıdır. "Mâ`ûnu tefsirciler çok olmasa da farklı kapsamda açıklamalarına rağmen, hemen hemen birleşilen anlam: Evlerin günlük ihtiyaçlarında kullanılan iğneden baltaya kadar her türlü araç ve gereçlerdir. Bazılarına göre binek bile "Mâ`ûn" kapsamına girer. Allah (c.c.) "Mâ`ûn"u vermeyenleri lânetlediğine göre, komşunun geçici olarak istediği bu tür gereçleri vermemek de yasaklanmıştır.

Komşu ile konuşmamaya gelince: Rasûlüllah Efendimiz: "Müslümanın kardeşiyle üç günden fazla konuşmaması helâl değildir" (Buhârî edep 57, 62, isti`zân 9; Müslim, birr, 23, 25, 26; Eb0 Dâvûd, edep 47; Tirmizî, birr 21, 24), buyurduğundan, Müslüman komşu, üç günden çok dargın terkedilmez. Ancak dîne ve ırza karşı kötü bir tavrı var ve sözle de bunu terketmiyorsa, kendisiyle konuşmamak da onu sıkıyor, yalnızlığa itiyor ve hatâsından caydırıcı bir özellik taşıyorsa, konuşmamakla ta`zir edilebilir. Bunu özellikle birçok kişinin yapması da etkili olur. Saadet asrından da Tebük seferinden geri kalan Kâ`b b. Malik`e bu tür bir boykot uygulanmış ve iyi sonuç âlınmıştır. (Aynî XXI/44; Ayrıca Kur`ân-ı Kerîm, Tevbe 9/120 âyetinin tefsirleri ) Aksi halde konuşmamak câiz görülemez.

Alevî Komşu

Alevî bir komşumuz var: Yalnız çok lâf taşıyan, küçük çocukların Iâfını dinleyen birisi. Onunla komşuluk yapabilir miyiz?

Mahremlik ölçülerine riayet ediyorsanız, ona Islâmî hayatı gösterdiğinizi ve onun yaptığı tahribatı hesaba katarak, kârınız zararınızdan çok ise, ya da zararınız hiç yok ise meşru ilişkilerde bulunabilirsiniz, bulunmalısınız. Müslüman olmayan komşunun da üzerinizde hakkı vardır.


[TOP]

16.22 Yahudi komşuları var mıydı?

Previous topicNext topic
Yahudi komşuları var mıydı?

 

Yahudi komşuları var mıydı?

SORU
Peygamberimizin (asm) Yahudi komşuları var mıydı?

CEVAP
Değerli kardeşimiz;
Medine, Arabistan Yarımadasının mühim şehirlerinden biri sayılıyordu. Vadi olan arazisi oldukça geniştir. Vadi tamamen dağlarla çevrilidir. İklimi tatlı, arazisi münbittir. Havası güzel, suyu serin ve oldukça boldur. Yağışı Mekke'den fazladır.

Hz. Resülullah (s.a.v.)'ın hicretine kadar şehir Yesrib ismini taşıyordu. Bu adı, buraya ilk gelip yerleşen "Yesrib" isimli Amalikalıdan aldığı söylenir.(1) Ancak, bu kelimede "fesad" mânâsı bulunduğundan, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu ismi beğenmedi ve onu "Medine" diye değiştirdi. Artık Müslümanlar arasında şehir "Yesrib" diye değil, "Medine" adıyla anılmaya başladı. Bir ara "Medinetû'n-Nebî" diye de anıldıysa da, sonraları sâdece "Medine" olarak kaldı. Tarihçiler, Medine'nin 94 kadar ismi bulunduğunu kaydederler ve bunları teker teker zikrederler.(2)

Medine'de Müslümanlardan başka Yahudîler ve Hristiyanlar da oturuyordu. Bu bakımdan nüfusu kalabalık bir şehirdi. O zamanki nüfusunun 10.000 civarında olduğu tahmin edilmiştir.

Buradaki Müslümanlar, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup idiler. Evs ve Hazreç adındaki iki kardeşten üreyip çoğalan bu iki kabîle arasında Arapların seciyeleri icabı ihtilâflar, kavgalar ve çarpışmalar birbirini kovalamıştı. Bu dahilî muharebelerin sonuncusu Buas Harbi idi ki, 120 sene devam etmiş ve Efendimizin (asm) Medine'ye hicretlerinden beş sene kadar önce son bulmuştu. Bu kanlı muharebede her iki tarafın da en namlı bahadırları ya ölmüş veya malûl düşmüşlerdi. İşte, Ensâr böyle perişan bir vaziyette iken Resûli Kibriya Efendimizin (s.a.v.) hicreti vuku bulmuştu.

Hicreti Nebevî'yle bu iki kardeş kabîle arasındaki düşmanlık, eski uhuvvet ve muhabbete kalboldu. Dargınlık ve kırgınlıklar tamamen ortadan kalktı. İki taraf şâirlerinin okudukları kahramanlık ve fecaat destanları, Arap edebiyatını dolduran ve senelerce kadınlar, çocuklar tarafından terennüm edilen bu asırlık düşmanlığın yeni bir uhuvvete dönmesi, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk'ın, Sevgili Efendimize (s.a.v.) ihsan ettiği bir armağanıdır.(3)

Hz. Âişe (r.a.) der ki:

"Buas günü, Allah'ın, Kendi Resulü (s.a.v.) için hazırladığı bir gündür ki, bu muharebenin neticesi üzerine, Resûlullah (s.a.v.), Medine'ye hicret etmiştir. Öyle ki, hicret sırasında birbirleriyle çarpışmış Evs ve Hazreçlilerin cemiyetleri dağılmış, eşrafı öldürülmüş ve yaralanmıştı. Bu perişanlık üzerine Allah, birbirleriyle çarpışıp durmuş olan Ensâr' in İslâm camiasına girmeleri için bu günü Peygamberine (s.a.v.) hazırlamıştır."(4)

Buradaki Yahudîler ise, üç kabileye mensup idiler: Benî Kaynuka, Benî Kurayza ve Benî Nadir...

Şehirde sayıları en az olan, Hristiyanlardır. Bunlar, İslâm'ın Medine'de hızla yayılışı karşısında tahammül edemediler ve kısa bir zaman sonra Medine'den ayrıldılar. Uhud Savaşında müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan bu Hristiyanlar, sonraları Bizans'a sığınmışlardır!

Siyasî hayat itibarıyla Medine, o sırada ibtidaî denecek bir seviyede idi. Henüz kabîle hayatı yaşanıyordu. Tıpkı müşrik Araplarda olduğu gibi, Yahudîlerde de her kabîle kendi başına müstakil bir topluluk teşkil ediyordu. Kendi reislerinden başka hiçbir otorite kabul etmiyorlardı.

Burada, eşitlik mefhumundan ve tatbikatından da uzak bir hayat tarzı hâkimdi. Meselâ, güçsüz kabilelere ödenen diyet, güçlü ve nüfuzlu kabilelere ödenen diyetin yarısı idi. Cemiyet hayatı, kanunlardan mahrum bulunuyordu. Gerektiğinde hakemler seçiliyor ve bu hakemlerin şahsî kanaat ve görüşlerine göre hüküm ve kararlar veriliyordu. Okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı.

İşte, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), coğrafî, siyasî, içtimaî yönleriyle ana hatlarını anlattığımız böyle bir şehre hicret edip gelmişti. Önünde mühim vazifeler vardı ve halli gereken birçok ağır mesele kendisini bekliyordu.

ABDULLAH B. SELÂM'IN MÜSLÜMAN OLMASI

Hz. Yusuf (a.s.)'ın sülâlesinden olan Abdullah b. Selâm, Medine Yahudilerinin ileri gelen âlimlerinden biri idi.

Büyük bir âlim olan babası Selâm'dan birçok şeyle birlikte, Tevrat'ı ve tefsirini de öğrenmişti. Ayrıca, babası, âhir zamanda gelecek peygamberin sıfat ve alâmetleri ile yapacağı işleri de kendisine anlatmış ve, "Eğer o, Harun neslinden gelirse, ona tâbi olurum, yoksa tâbi olmam." demişti. Selâm, Efendimiz (s.a.v.) henüz Medine'ye gelmeden önce de vefat etmişti.

Resûl-i Kibriya Efendimizin (s.a.v.) Medine'ye gelişini Müslümanlara müjdeleyen Yahudînin sesini Abdullah b. Selâm da işitmiş ve kendisini tutamayarak, "Allahü Ekber!" deyip tekbir getirmişti.

Bunu duyan halası, "Allah, seni umduğuna erdirmesin! Vallahi, Musa Peygamber'in geleceğini duymuş olsaydın bundan fazlasını yapmazdın!" diyerek ona çıkışmıştı.

Abdullah ise, "Ey hala!.. Vallahi, gelen de onun kardeşidir! O da onun gibi bir peygamberdir!" demişti.

Bunun üzerine halası, "Yoksa, Kıyamet'e yakın gönderileceği bize haber verilen peygamber, bu mudur?" diye sormuştu.

Abdullah, "Evet..." cevabını verince de, "Öyle ise, davranışında haklısın!" demişti.(5)

Resûl-i Kibriya Efendimiz (s.a.v.), Medine'ye teşrif buyurdukları zaman, Abdullah b. Selâm da onu görmek için gitmiş ve Efendimizin (s.a.v.) nurlar saçan mübarek simasını görünce, "Şu sîmada yalan yok! Şu yüzde hile olamaz!" diye kendi kendine söylenmişti.(6)

Peygamberimize Soru Sorması ve İslâm'ı Kabulü

Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), henüz Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin evinde misafir kaldığı bir sıradaydı. Abdullah b. Selâm da, Efendimizi (s.a.v.) ziyarete geldi ve ona birtakım sualler sordu. Tevrat'tan sorduğu suallerine yine Tevrat'a uygun cevaplar alınca, şehâdet getirerek Müslüman oldu.(7) Sonra da,

"Yâ Resûlallah!.. Yahudî milleti, iftiracı, yalancı bir millettir. Yarın benim Müslüman olduğumu duyunca türlü yalanlar uydurup iftirada bulunurlar. Müslümanlığım duyulmazdan önce beni onlardan sorup mevkiimi tasdik ettiriniz!" dedi.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onu bir tarafa gizleyip Yahudî ileri gelenlerinden bazılarını davet etti ve onlara,

"Ey Yahudî cemaati!.. Siz, benim, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu pek iyi bilirsiniz! Ben hak dinle geldim; Müslüman olunuz!" dedi. Yahudiler,

"Biz, senin peygamber olduğunu bilmiyoruz!" diye karşılık verdiler ve bu sözlerini üç sefer tekrarladılar. Bundan sonra Resûli Ekrem,

"Sizin içinizde Abdullah b. Selâm adında birisi var. O nasıl bir kişidir?" diye sordu. Yahudiler,

"O, bizim içimizde hayırlı bir babanın hayırlı bir oğludur. Kendisi de babası da en faziletlimiz, en âlimimizdir." diye şehâdet ettiler. Resûlullah,

"Abdullah b. Selâm, Müslüman olursa, siz ne dersiniz?" diye sordu.Yahudîler,

"Hâşâ!.. Abdullah İbni Selâm, hiçbir vakit Müslüman olamaz!" dediler.

Efendimiz (s.a.v.), sualini üç sefer tekrarladı. Her seferinde onlar da aynı inkârı cevabı verdiler. Bunun üzerine Resûl-i Kibriya, Abdullah İbni Selâm'a hitaben,

"Yâ İbni Selâm!.. Gel!.." diye çağırdı. Abdullah, saklı bulunduğu yerden çıktı ve Müslüman olduğunu ilân etti; Yahudilere de,

"Ey Yahudî cemaati!.. Allah'tan korkunuz! Size geleni kabul ediniz. Vallahi, siz de bilirsiniz; o, yanınızdaki Tevrat'ta ismini ve sıfatını yazılı bulduğunuz Resûlullah'tır." diyerek onları İslâm'a davet etti.(8) Fakat Yahudîler,

"Sen yalan söylüyorsun! Sen şerir oğlu şeririmizsin!" dediler ve onu, kıymetini düşürmek için türlü türlü kusur ve kabahatler isnad ederek kötülediler. Abdullah b. Selâm,

"Yâ Resûlallah!.. Korktuğum işte bu idi! Ben, sana onların gaddar, yalancı, fâcir ve müfteri bir millet olduğunu haber vermemiş miydim? İşte, dediğim çıktı!" dedi.(9)

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Yahudileri huzurundan çıkardı. Abdullah b. Selâm ise evine gitti. Onun davetiyle bütün ev halkı ve halası da Müslüman oldu.(10) Yahudilerin bazı ileri gelenleri, Abdullah b. Selâm'ı türlü türlü desise ve sözlerle Müslümanlıktan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak olmadılar.

Abdullah b. Selâm'la birlikte birçok Yahudi âlimi de samimî olarak İslâm'ı kabul edip Müslümanlıkta sebat gösterdiler, îman etmeyen diğer Yahudi âlimleri ise, "Muhammed'e bizim şerlilerimiz tâbi oldu! Eğer hayırlı olsalardı atalarının dinini terketmezlerdi." diye ileri geri konuşmaya başladılar. Bunun üzerine, Cenâb-ı Hak, indirdiği âyeti kerîmede meâlen şöyle buyurdu:

"Onların hepsi bir değildir. Ehl-i Kitap içinde bir cemaat vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar."(11)

Dipnotlar:

1- Süheylî, Ravdû'l Ünf, II/16; Müslim, Sahih, IV / 120.
2- bk. Âsim Koksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, Medine Devri, I / 30.
3- Tecrid Tercemesi, X /123.
4- Buharî, Sahih, II/309.
5- İbni Hişam, Sîre, II/163; Belâzurî, Ensab, I/266.
6- İbn-i Sa'd, Tabakat, I/235; ibn-i Abdi'l-Berr, istiab, III/922; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 92.
7- Buharî, a.g.e., II/335; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, III/108
8- İbn-i Hişam, Sîre, II/164; Buharî, Sahih, II/335.
9- İbn-i Hişam, a.g.e., XII/164.
10- a.g.e.
11- Âli İmrân, II/113.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


[TOP]

16.23 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Gözlerine Sürme Çekmesi

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Gözlerine Sürme Çekmesi
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Gözlerine Sürme Çekmesi

Gözlerine Sürme Çekmesi

Peygamber Efendimiz (asm), hıfzısıhha dediğimiz koruyucu hekimliğe son derece önem verirlerdi: Saçlarını yağlaması, dişlerini misvakla temizlemesi, gözüne sürme çekmesi, suyu dinlene dinlene içmesi, fazla kireçli ve kalitesiz suları içmeyip Medine dışındaki pınar ve kuyulardan içme suyu getirtmesi, yediği gıdaların vücut ihtiyaçlarına göre ayarlanması ve daha pek çok tatbikatı, hep sıhhati korumak için almış olduğu tedbirlerdendi.

Hz. Peygamber (asm), sürmeyi, gece yatacağı zaman kullanırlardı. Yatmadan önce, üç defa sağ gözlerine, üç defa sol gözlerine çekerler; ondan sonra yataklarına girerlerdi. Gerek sürmeyi kullanma zamanı, gerek sürmenin faydalarına dair bilgilerden, sürmenin, süslenmek için değil, gözün sıhhatini korumak için kullanıldığı anlaşılıyor.

İbn Abbas rivayet ediyor:

Peygamber Efendimiz (asm): "Gözlerinizi ismid ile sürmeleyiniz. Zira ismid ile sürmelemek göze cila verir ve kirpik bitirir." buyurmuşlardır. İbn Abbas der ki: "Hatta Rasûlullah Efendimiz'in bir sürmedanı olup, her gece yatmadan önce bu sürmedandan üç kere sağ gözlerine, üç kere de sol gözlerine sürme çekerlerdi."

Prof. Dr. Ali YardımSelam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Kütübi sitteden bulduğum sürme hakkında hadisler.

3115 "Abdurrahman İbnu Nu'man İbni Ma'bed İbni Hevze an ebihi an ceddihi anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) uyku sırasında gözlere miskle karıştırılmış ismid (sürmesi) çekilmesini emir buyurdu ve: "Oruçlu bundan sakınsın!" dedi."

3965 "İbun Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "İsmid'i kullanmaya devam edin. Zira o, sürmelerinizin en hayırlısıdır. Görmeyi parlatır, saçı bitirir."Resûlullah aleyhissalatu vesselam sürme çekince önce üç kere sağ gözüne çekerdi, onunla başlar, onunla bitirirdi. Sol gözüne de iki kere çekerdi."

7002 "Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Uyuyacağınız zaman ismidle sürme çekmenizi tavsiye ederim. Çünkü o, gözü(n görme gücünü) parlatır ve kılları (yani kirpikleri besleyip) bitirir."


[TOP]

16.24 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Kullandığı kokular

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Kullandığı kokular
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Kullandığı kokular

Bilindiği üzere, hadis-i şerifte Efendimiz (asv) şöyle buyurmuştur:

“Dünyanızdan bana (iki şey) hoş/sevimli göründü: kadınlar ve güzel koku. Bir de gözümün aydınlığı namaza kondu.” (Kenzu’l-Ummal, 7/288-h.no: 18913).

Müslim, Ebu Davud ve Nesaî’nin rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (a.s.m) “Kokuların en güzeli misktir” buyurmuştur.(bk. Esna’l-Metalib, h. No. 212).

Genel olarak Araplar, koku sürünmeyi çok seviyorlardı. Evlere güzel kokuların sinmesi için “buhur” ve “günlük” yakılırdı.

Hz. Peygamber (a.s.m)’in evinde de “misk, kâfur, amber, ud/öd gibi ağaç yongaları yakılır ve bu suretle çıkan güzel kokulu dumanlarla ev tütsülenirdi.(İbn Sa’d, ½ s.113; M Hamidullah, İslam Peygamberi-trc. Salih Tuğ-2/1063).

Peygamberimiz (asv) koku hususuna insanların dikkatlerini çekmiş, kokuların olumlu ve olumsuz yanlarından bahsetmiştir.

“Sarımsak veya soğan yiyen kimse bizden ve mescitlerimizden uzak dursun, evinde otursun.” (Buharî, Edeb, 76.)

“Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Hayâ -bir rivâyete göre sünnet olma- güzel koku sürünme, misvak kullanma, bir de nikâh.” (Tirmizî, Nikâh, 1.)

Bu hadis-i şerife göre güzel koku, bütün peygamberlerin devam ettirdiği bir sünnettir.

Enes bin Malik’in naklettiğine göre Peygamber Efendimiz (asv)'in kendisine hediye edilen hoş kokuyu geri çevirmemesi, konunun ehemmiyetini göstermektedir. Koku hususunda alkol meselesine dikkat edilmelidir. İbadetlerimizin sahihliği açısından seçici olmakta fayda vardır.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) kadınlarda ayrı, erkeklerde ayrı olarak ele almış ve öyle değerlendirmiştir.

“Şu üç şey, her Müslüman üzerinde yerine getirilmesi gereken bir haktır: Cuma günü yıkanmak, misvak kullanmak ve güzel koku sürünmek.” (Câmi’ü’s-Sağir)

Kadınlarda Koku İse…

Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (asv) şöyle buyuruyor:

“Koku süründükten sonra mescide gelen kadın, cünüplükten yıkanır gibi iyice yıkansın.” (Neseî, Zînet, 36.)

Burada kadının koku sürmesi değil, kokunun dışarıda, yani namahrem yabancı erkeklerin yanında kullanılmaması, onların hissetmesinden uzak tutulması anlatılmak istenmiştir. Kolonya, parfüm, deodorant, kokulu krem ve benzeri makyaj malzemeleri sürünüp kullandıktan sonra, yabancı erkeklerin içine çıkan bir kadının ilk dikkati çeken yönü, süründüğü şeylerin kokusunun başkaları üzerinde yaptığı tesirdir.

Kadın iki sorumluluk taşır. Hoş olmayan davranışı yaptığı için günahı işler, hem de başkalarının haram işlemelerine sebep olur.

Bu sorumluluğun ağırlığı ve günahın “bir” olarak kalmayıp birden fazla kimseyi kapladığından dolayıdır ki, bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmuştur:

“Bir kadın güzel koku sürünüp, bunu hissetsinler diye bir topluluğa uğrarsa zina etmiş olur.” (Cami’ü’Sağir 251, Neseî, Zînet, 35.)

Zinanın el zinası, göz zinası, dil zinası gibi çeşitleri vardır. Burada bahsedilen zina da göz zinasıdır. Süslenerek sokağa çıkan kadına bakan erkekler göz zinâsı işlemiş olacakları gibi, kadın da buna vesile olduğu için bu mânâda zinakâr olmuş sayılır.

İçerisinde alkol bulunan, nemlendirici kremler abdeste engel midir?

Patates, mısır, kamış ve sentetik maddelerden üretilen kolonyanın necis olup olmadığı tartışılmıştır. Necis olan şarabın bir miktarı elbise üzerine döküldüğünde namazın sıhhatine engel teşkil eder.

Ama şarap dışında sarhoşluk verici nesnelerin, meselâ kolonyanın, içilmesi haram olmakla beraber, necis olduğuna dair bir delil bulunmadığından, elbiseye döküldüğünde İmam-ı Azam ve Ebu Yusuf’a göre namazın sıhhatine engel teşkil etmez.

İmam-ı Şafi’ye göre ise sarhoşluk verici her şey necistir. İçilmesi haram olduğu gibi, kullanılması da haramdır.

Bu durumda alkol ihtiva eden ürünleri mümkünse kullanmamak, bunun yerine alkolsüz alternatif üretim yapılmışsa onu tercih etmek daha evlâdır. Ancak bu mümkün olmaz ve alkollü bir ürünü, söz gelişi nemlendirici bir kremi kullanmış isek, yıkandığı takdirde abdest de namaz da sahihtir.

(Aile ve İbadet Hayatımı, Süleyman Kösmene)

Sorularla İslamiyet

 


[TOP]

16.25 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cömertlik

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cömertlik
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cömertlik

Cömertlik
Cömertliğin fazileti nedir?
CEVAPCömerdin az ibadeti, cimrinin çok ibadetinden üstün olduğu gibi, cömert cahil de, cimri âlimden üstündür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ cömerdi, gece gündüz ibadet eden cimriden daha çok sever.) [Tirmizi]
(Allah katında cömert bir cahil, cimri âlimden daha üstündür. Çünkü cimrilik en ağır hastalıktır.) [Dare Kutni]
Cömerdin imanı kuvvetli, cimrinin imanı ise zayıftır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Cömertlik iman sağlamlığından ileri gelir. İmanı sağlam olan Cehenneme girmez. Cimrilik, şekten, şüpheden meydana gelir. [İmanda] şüphesi olan da Cennete giremez.) [Deylemi]
(Bir kulun kalbinde cimrilikle iman bir arada bulunamaz.) [Nesai]
(Cömert, Allah’a, insanlara, Cennete yakın, Cehennemden uzaktır. Cimri ise bunun aksinedir.) [Tirmizi]
(Cömert olun ki, Allahü teâlâ da size cömertlik etsin! İyi bilin ki cimrilik küfürdendir, küfrün yeri de Cehennemdir.) [Deylemi]
Cömert, gayri müslim bile olsa, Cehennemdeki azabı, diğer kâfirlerinki kadar şiddetli olmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Cömert kâfir, Cehenneme girerken, Allahü teâlâ, [Cehennemde vazifeli meleklerin en büyüğü olan] Malike, "Bunu, dünyadaki cömertliği nispetinde Cehennemin azabı hafif olan tarafına koy" buyurur.) [Deylemi]
Cömerdin kazancı, malı bereketli olur. Cömertliği nispetinde malı artar. Misafirin rızkı ile geldiği, kırk gün bereket bıraktığı, sadaka vermekle malın eksilmeyeceği hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.
Cömert olmaya çalışmalı, cimrilikten sakınmalıdır! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Aman cimrilikten son derece sakının! Sizden öncekileri cimrilik helak etmiştir.) [Müslim]
Cimrilikten kurtulup cömert olmak
Sual: Cimrilik nedir? Cömert olmak için ne yapmak gerekir?
CEVAPCimrilikten kurtulup cömert olmak için, cimriliğin dünya ve ahiretteki zararlarını cömertliğin de faydalarını iyi bilmek ve inanmak gerekir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlânın evliyasının hepsi cömert ve güzel ahlaklıdır.) [Dare Kutni]
(Ebdal denilen evliya, çok namaz kıldığı, çok oruç tuttuğu için değil, cömertlik ve halka nasihat etmeleri sebebiyle Cennete girer.) [Ebu Nuaym]
(Cennet, cömertler yurdudur.) [Ebuşşeyh]
(Cennette cömertler köşkü vardır.) [Taberani]
(Rabbim, "İbrahim cömert olduğu için, dost edindim" buyurdu.) [Taberani]
(Cömert olan ve halktan az şikayet eden, bu ümmetin efendisidir.) [Taberani]
(Cömert, Allah’a hüsnü zannı olduğu için cömerttir. Cimri de, Allah’a suizannı olduğu için cimridir.) [Ebuşşeyh]
(Cömertlik, dalları dünyaya sarkmış bir Cennet ağacıdır. Kim bu ağacın bir dalına tutunursa, bu dal onu Cennete götürür. Cimrilik de, dalları dünyaya sarkan Cehennem ağacıdır. Bu dalın birine yapışan, Cehenneme gider.) [Beyheki]
(Allahü teâlâ, cömertlikle güzel huyu sever, cimrilikle kötü huyu sevmez.) [Berika]
(Ben kefilim ki, cömert Cennete cimri Cehenneme girecektir.) [İsfehani]
(Cömerdin yemeği ilaç, cimrininki hastalıktır.) [Dare Kutni]
(Kendi ihtiyacı varken, başkasını tercih edenin günahları affolur.) [İ. Hibban]
{Kur'an-ı kerimde Eshab-ı kiram, böyle övülüyor: (Kendileri zarurette iken, başkalarını kendilerine tercih ederler.) [Haşr 9]}
(Cömert olursanız, Allahü teâlâ da size, cömertçe ihsanda bulunur.) [Deylemi]
(Yukarıdaki el, aşağıdakinden, veren el, alan elden üstündür.) [İ.Huzeyme]
[Not: (Cimri, Cennete girmez), (Cimrilik küfürdür) gibi hadis-i şerifleri açıklaması ile birlikte okumalıdır. Açıklamasız okunursa yanlış anlamaya sebep olur. Cimrilik her ne kadar kötü ahlaktan ise de, imansızlık değildir. (Cimri, günahının cezasını çekmedikçe Cennete giremez) demektir. Hatta sevabı günahından çok gelirse, Cehenneme girmeden de Cennete gider. Affa ve şefaate uğrayarak da Cennete gidebilir.
(Cömert Cennete yakındır) hadis-i şerifi de böyledir. Yani cömerdin imanı yoksa ebedi olarak Cehennemde kalır. İmanı varsa, sevapları fazla ise Cennete gider. Ehl-i sünnete göre, iyilik eden muhakkak Cennete, kötülük eden muhakkak Cehenneme gider diye bir şey yoktur. Bir müminin günahı sevabından çok ise, affa ve şefaate de uğramamışsa, günahının cezasını çektikten sonra Cennete gider. İmanı olmayan kimsenin ise, ne yaparsa yapsın, hiçbir iyiliği onu Cehennemden kurtaramaz. (İslam Ahlakı)]
Cömertlik için ne dediler?
Sual: Cömertlik nedir, cömert kime derler?
CEVAP Cömertlik, hiçbir karşılık beklemeden ihsanda, bağışta bulunmak demektir. Teşekkür edilmeyi, övülmeyi istemek de cömertliğe yakışmaz. Kerem sahibi bir cömerde sorarlar:
- Muhtaçlara çok ihsanda bulunuyorsun. Acaba onlar sana minnettarlık hissi içinde bulunuyorlar mı?
- Hiçbiri bana minnettar kalmaz. Yani onlara o hissi verecek şekilde hareket etmem. Bir şey verirken kendimi aşçının elindeki kepçe gibi kabul ederim. Kepçenin övünmeye, minnete sebep olmaya hakkı yoktur.
Bir zat da buyurdu ki:
"Servetiyle ülkeler satın aldığı halde yapacağı ikram ile gönülleri satın almayan adama şaşarım."
Bir bedeviye (Efendiniz kim?) derler. O da, (Kötü sözlerimize dayanan, isteyene veren, cahilliklerimize göz yuman) der.
Hazret-i Hüseyin’in oğlu Ali: "Ben isteyene vermem" diyen cömert sayılmaz. Hakiki cömert, Allah’a itaat eden kullarına Allah hakkını ödeyen, bunun karşılığında teşekkür beklemeyen ve bunu yalnız Allah için yapan kimsedir, demiştir.
Mala bağlanmakHasan-ı Basri hazretlerine sorarlar:
- Cömertlik nedir?
- Allah rızası uğrunda servetini sarfetmektir.
- Mala nasıl bağlanmalı? [Yani malı korumak için ne yapmalı?]
- Onu Allah yolunda dağıtarak...
- İsraf nedir?
- Mal ve makam sevgisi yolunda infaktır.
Cimrilik ve cömertliğin ölçüsü insandan insana değişir. Mesela bazı şeyler, fakir için normal karşılanırken zengin için ayıplanır. Yabancılar normal karşılarken aile efradı onu ayıplar. Gençlere normal olan bir husus, ihtiyar için hoş görülmez. Erkekler yaparsa kötü, fakat kadınlar yaparsa önem verilmez.
Kasaptan, bakkaldan aldığı şey, az noksan diye geri götürüp veren cimridir. Bir şey yer iken, pencereden evine gelen birini görüp, hemen yediğini saklayan, cimridir.
Dünyalık ele geçirmek veya nefsin kötü arzularına kavuşmak için vermek de cömertlik sayılmaz. Hiçbir karşılık beklemeden dünyalık vermek malda cömertliktir. Dinde cömertlik ise, yine hiçbir karşılık beklemeden Allah yolunda, yalnız Allah sevgisi için canını vermektir.
Mal, insanoğluna bir fayda için verilmiştir. O malı saklayıp faydalı bir işte kullanmamak cimrilik olur. Faydalı işler, dinin ve mürüvvetin verilmesini iyi gördüğü şeylerdir. Mürüvvet, faydalı olmak, iyilik yapmak, arzusudur. İnsanlık yiğitlik demektir.
Karşılık beklemekCömertlik, hiçbir karşılık beklemeden vermektir. Muhtaçları gözetmeden vermektir. Muhtaçları gözetmek, istemeden vermek ve verdiğini azımsamak cömertliktir.
Zaman icabı, ileride bir sıkıntıya düşmemek için malı, parayı saklamak, avam için cimrilik sayılmazsa da, ilim ehli salih kimseler için cimriliktir. Dinin ve mürüvvetin icaplarını yerine getiren cimrilikten kurtulursa da cömert sayılmaz.
Övülmek veya teşekkür beklemek için veren de cömert sayılmaz. (Biz şunu verelim, o da bana bir şey verebilir, vermezsem ayıp olur, yoksa cimri derler) gibi düşüncelerle veren de cömert değildir.
Büyükler buyuruyor ki: (Cömert verene değil, verdiğine sevinene denir.)
Cömertliğin üstün mertebesi olduğu gibi, cimriliğin de aşırı derecesi vardır. Bu da kendine gerekmeyen şeyi vermemektir. Canının istediği şeyleri almaya gücü yeterken param gidecek diye almaz. Hatta hastalansa, bedava ilaç alma yollarını arar. Bunu da bulamazsa tedavi olmaktan vazgeçer.
Cömertlikte zirve
Cömertlik, kendine ihtiyacı olmayan şeyleri başkalarına vermektir. İsar ise, kendine gereken şeyleri vermektir. Yani başkalarını kendine tercih etmektir.
Cömertliğin üstün derecesi olan isar büyük bir haslettir. Ancak bunu büyük insanlar yapar. Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramı överken buyuruyor ki:
(Onlar, fakr-u zaruret içinde olsalar bile, diğerlerini kendilerine tercih edip öz canlarından daha üstün tutarlar.) [Haşr 9]
Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Kendisine gerektiği şeyi, kendi arzu ve ihtiyacını tehir edip başkasına verirse, Allahü teâlâ onun günahlarını affeder.) [İbni Hibban]
Medine’nin yerlisi olanlar [Ensar-ı kiram], Medine’ye hicret eden müslümanlara [Muhacirlere] büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardır. Bütün mallarına onları ortak etmişlerdir.
Resul-i ekrem efendimiz, ganimetlerin taksiminde iki teklifte bulundu. Ya Ensarın evlerinden çıkıp başka bir yerde kalmaları şartı ile ganimetlerin hepsi Muhacirlere verilecek veya Muhacirler, Ensarın evinde bir müddet daha kalmak şartı ile, ganimetler Ensar ile Muhacirler arasında taksim edilecekti. Bu teklifler için Ensar-ı kiram, (Biz ganimet istemeyiz. Hepsi Muhacirlere verilsin! Onların evlerimizden çıkmalarına da asla razı olamayız) dediler. Buna Peygamber efendimiz çok memnun oldu.
Başkasını kendine tercihPeygamber efendimize misafir geldi. Evde yenecek hiçbir şey yoktu. Ensardan biri bu misafiri alıp evine götürdü. Onun da evinde yalnız bir kişilik yiyeceği vardı. Kandili söndürüp yemeği misafirin önüne koydu. Kendi de sofraya oturup yer gibi yapıyor, ellerini yemek kabına götürüp getiriyordu. Sabahleyin Resulullah efendimiz, ev sahibine buyurdu ki:
(Allahü teâlâ, sizin misafire gösterdiğiniz cömertliğe çok memnun oldu. "Kendileri, ihtiyaç içinde olsalar da, başkalarını kendilerine tercih ederler" âyet-i kerimesini gönderdi.)
Hazret-i Musa’ya, Peygamber efendimizin sahip olduğu makamlardan birinin nuru gösterilince, bayılacak hâle geldi, bu dereceye nasıl yükseldiğini sordu. Allahü teâlâ, (Yüksek ahlakı sayesinde bu dereceye kavuştu. Bu ahlak isardır. Ya Musa, ömründe bir kere isar edene, isar ahlakı ile bana kavuşana hesap sormaktan haya ederim) buyurdu. Cenab-ı Hak, Peygamber efendimizi överken (Elbette sen hulk-i azim [büyük ahlak] üzeresin) buyuruyor. (Kalem 4)
Önce can sonra canan
Sual: Önce can sonra canan demek uygun mu? Lüzumlu bir şeyi başkasına vermek günah mı?
CEVAPÖnce can sonra canan demek uygundur. Yani önce kendimizi kurtaracağız sonra başkalarını. Kendi itikadımız, kendi ahlakımız düzgün değilse, başkalarını nasıl kurtarabiliriz?
Önce can gelir sonra canan demişler
Gemisini kurtaran kaptan demişler
Mal yönüyle de böyledir. Kendimiz yokluk içinde iken, elimizdekini başkalarına vermek doğru olmaz. Dinimiz, (Sadaka verirken israf etmeyin) buyuruyor. Sâbit bin Kays hazretleri, bir günde 500 ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hurma bırakmadı. Muaz bin Cebel hazretlerinin de bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine bir şey kalmadı. Ondan sonra (İsraf etmeyin) âyeti geldi. Bir âyet meali de şöyledir:
(Elini boynuna bağlayıp asma [cimrilik etme], büsbütün de açıp saçma. [itidalli ol, iktisada riayet et.Malını, kendine kalmayacak şekilde dağıtma!) Sonra kınanmış olur ve eli boş açıkta kalırsın.) [İsra 29]
İbni Mesud hazretleri anlatır: (Bir çocuk, Resulullah efendimize gelip, bazı lüzumlu şeyleri sayıp “Annem beni sana gönderip bunları istedi” dedi. “Bugün bende bunların hiç biri yok” buyurdu. “Gömleğini bana ver” dedi. Hemen, mübarek gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve kendisi gömleksiz kaldı. Camiye gidemedi. O zaman, bu âyet geldi.) Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Paranız ile, önce kendi ihtiyaçlarınızı alın. Artarsa, çoluk çocuğunuzun ihtiyaçlarına sarf edin. Bundan da artarsa, akrabanıza yardım edin!) [Müslim]
(Kendisi veya çoluk çocuğu muhtaç iken veya borcu var iken verilen sadaka kabul olmaz. Borç ödemek, sadaka vermekten, köle azat etmekten ve hediye vermekten daha önemlidir. Başkasının malını, sadaka vererek, yok olmasına sebep olmayın!) [Buhari]
Hazret-i Ebu Hüreyre anlatır: Resulullah efendimize biri gelip, bir altınım var, ne yapayım dedi. (Bununla kendi ihtiyaçlarını al) buyurdu. Bir altınım daha var dedi. (Onunla da çocuğuna lazım olanları al) buyurdu. Bir daha var dedi. (Onu da, âilenin ihtiyaçlarına sarf et) buyurdu. Bir altın daha var dedi. (Hizmetçinin ihtiyaçlarına kullan) buyurdu. Bir daha var deyince, [bu bildirdiklerimi ölçü alarak] (Onu kullanacağın yeri sen daha iyi bilirsin) buyurdu. (Begavi)
Cömertlik menkıbeleri
Cömert esirResul-i Ekrem, götürülen düşman esirlerinin, birini işaret edip bırakılmasını emredince, Hazret-i Ali, sual etti ki:
- Bunların hepsi düşman, hepsinin suçu da bir, bunu niçin istisna ediyoruz?
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Cebrail aleyhisselam geldi, bunu bırakmamı; çünkü bunun cömert olduğunu, cömertliği Allahü teâlânın hoşuna gittiğini söyledi.) [İ. Gazali]
Mektubu açmadanBirisi Hazret-i Hasan’a bir mektup getirdi. Mektubu açmadan, İsteğin yerine getirilecektir diyerek geleni gönderdi. Oradakiler (Mektubu okumadan niçin cevap verdin?) dediler. Buyurdu ki:
(Mektubu okuyana kadar bekletirsem çekeceği sıkıntıdan Allahü teâlâ beni mesul tutar.)
Herkesin değeriYanına oturan fakir bedeviye Hazret-i Ali (Bir isteğin mi var?) buyurur. Bedevi utancından diliyle bir şey söylemeyip işaretle bildirir. Hazret-i Ali, yanında bulunan iki giyeceğin ikisini de Bedeviye verir. Bedevi sevinerek güzel bir beyit okur. Beyit Hazret-i Alinin çok hoşuna gider. Çocukları, için ayırdığı üç altının hepsini Bedeviye verir. Bedevi, (Ey Emir el müminin, beni kendi ailemin en büyük zengini ettin) der. Hazret-i Ali de, şu hadis-i şerifi nakleder:
(Herkesin değeri, söylediği güzel sözlere, yaptığı iyi işlere göre ölçülür.) [M. Cami]
Sahibini bulan kelleEshab-ı kiramdan birine bir koyun kellesi hediye edildi. (Benden daha fazla ihtiyacı olan vardır) diyerek bir başkasına verdi. Kelle, aynı şekilde yedi kişiye dolaştıktan sonra tekrar ilk veren zata geldi. Onun diğerlerinden daha muhtaç olduğu meydana çıktı.
İbadette isar
Sual: İbadette isar uygun olur mu?
CEVAPİbâdetlerde isar yapılmaz. Meselâ, camide birinci saftaki yerini başkasına vermek, namaz vakti gelince abdestsiz kimsenin, abdest suyunu başkasına vermesi caiz değildir.
Kendine ihtiyacı olmayan şeyleri başkalarına vermek cömertliktir. Kendine lazım olan şeyleri vermek ise, isardır.


[TOP]

16.26 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Merhamet ve Affediciliği

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Merhamet ve Affediciliği
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Merhamet ve Affediciliği

Peygamber Efendimiz (sav), eşsiz bir şefkat ve merhamete mazhar olduğu için dost ve düşman ayrımı yapmadan herkesi, hatta can düşmanlarını da affetmiştir. Ruhu şefkat ve merhametle dolu olan bu Zat(sav), kendisine defalarca suikast hazırlayanları ve Müslümanlara her türlü kötülüğü, eza ve cefayı yapmaktan geri kalmayan Kureyşlileri dahi bağışlamıştır.
Evet, Kureyşlilerin Müslümanlara yaptıkları işkenceler sadece Mekke’ye mahsus kalmayıp, onların gittikleri her yerde bu tecavüz ve zulüm devam etmiştir. Hatta Medine’ye hicret eden sahabeleri imha için birkaç kez saldırı düzenlemişlerdir. Tarih şahittir ki; zulüm ve haksızlık yoluyla, arzu edilen bir maksada kavuşmak mümkün olmamış ve olamaz da. İşte cürmü bu kadar vahşiyane olan Kureyşliler, Mekke’nin fethi esnasında suçlu ve mahcup bir vaziyette Kabe’nin etrafında toplandılar ve Muhammed bizi kesinlikle öldürecek, keşke bize eziyet ve işkence etmeden öldürse diye kendi aralarında konuşarak ölümlerini beklerken, Peygamber Efendimiz (sav) Kabe-i şerife gelerek, orada toplananlara: Ey ebnay-ı Kureyş bugün benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz? diye sordular. Kureyşliler, ise: “Sen asil bir kardeşsin ve asil bir kardeşin oğlusun, senden af bekliyoruz” dediler. Peygamber Efendimiz, (sav) Yusuf’un (as) kardeşlerine hitaben söylediği “Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! ” 1 ayet-i kerimesini okudu. Bunun üzerine peygamber efendimizin büyüklüğünü ve eşsiz merhametini gören Kureyşliler, ümitlendiler ve yüzlerindeki hüzün ve keder kayboldu.
Fıtrat-ı beşerin en kuvvetli hislerinden biri intikam alma duygusu olmasına rağmen, Peygamber Efendimiz (sav) değil onlardan intikam almak, onları tahkir ve muahaze dahi etmeyip; evlerinden dışarı çıkmayanlar, Kabe-i Şerife sığınanlar ve Ebu Süfyan’ın evine girenler emandadır diyerek, umumi aff ilan etmiştir.
Hazreti Peygamberin (sav) onları affetmesi, Mekke’deki bütün insanların kalbini İslamiyete meylettirmiştir. Ayrıca Sahabeler de kendi mallarını gasbeden Kureyşlilerden onları geri alma talebinde bulunmamışlar ve eşsiz bir hamiyetperverlik örneği göstermişlerdir. Evet, bu ne ulvî bir cenaplık ve ne büyük bir merhamettir!
Peygamber Efendimiz(sav) sevgili amcası Hazret-i Hamza’yı şehit eden Vahşi’yi onun ciğerlerini çıkarıp kanını içen Hind’i ve Müslümanlara her türlü kötülüğü yapmaktan geri kalmayan Ebu Süfyan’ı ve “Babasından çekmediğimi ondan çektim” dediği Ebu Cehlin oğlu İkrime’yi bile bu umumi aftan faydalandırmıştır. Yine Peygamber Efendimiz (sav), kızını öldüren Hubbar İbn-i Evsed’i de affetmiştir. Peygamber Efendimizin (sav). kendi canına kasdeden ve sahabelerine çeşitli eziyet ve işkence eden insanları affetmesi, O’nun nihayetsiz bir şefkat, merhamet ve hilim sahibi olduğunu göstermektedir. Tarih-i beşer, insanlara bu kadar af ve merhametle muamele eden, O’ndan başka birini tarih-i beşer göstermekten acizdir. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi;
“…Bütün ukul toplansa, bir akıl olsalar, o makamın hakikatını tamamiyle ihata edemezlerler.” 2
Çünkü O, (sav) Seyyidül beşer, fahri âlem ve rahmetenlilâlemindir.
Peygamberimizin hayatı boyunca götermiş olduğu bu muameleler insanların kalplerinden bütün düşmanlıkları silip atmış ve onların kalplerini iman ve Kur’an’a meylettirmiştir.
Dipnotlar:
1 Yusuf Suresi 12/92
2 Mktubat, s. 301
Mehmed Kırkıncı


Peygamber Efendimiz (s.a.v) hayvanlara merhameti
Yüce dinimiz İslam, kainatta her şeyin bir denge ile yaratıldığını bildirir. Kainattaki tüm varlıklarda görülen denge, Allah’ın varlığının birer işareti ve belgesidir. Kainattaki ekolojik dengeyi sağlayan en önemli unsurlarından birisi de hayvanlardır. Kur'an-Kerim ekolojik sistemin önemli üyeleri olan hayvanları, “ümmet” olarak isimlendirmektedir. En’am suresinin 38. Ayetinde;
“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa, hepsi ancak sizin gibi ümmettir. Biz o kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.”

buyrulmaktadır. Bu Ayet-i Kerime'de, yeryüzündeki bütün canlıların insanlar gibi birer tür oldukları, tek hücrelilerden, omurgalılara, sürüngenlerden, ayaklarıyla yürüyenlere ve kanatlarıyla uçanlara kadar bütün canlıların müstakil birer varlık oldukları bildirilmektedir.
Allah’ın yarattığı her şey güzeldir ve O’nun engin sevgisiyle yaratılmıştır. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifadesini bulmuştur:
“O ki yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır.”(1)
“Hayvanları da O yaratmıştır.”(2)
Canlı cansız yaratılmışların tamamı, kendi lisanı halleriyle Allah’ı tesbih etmektedir. Cuma Suresinin birinci ayetinde şöyle denilmektedir:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey (herkes) O’nu tesbih eder. Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, eksiklikten münezzeh, aziz ve hakim olan Allah’ı tesbih eder.”

Yaratılmışların en şereflisi ve en üstünü olan insandan beklenen de, Allah’ı tesbih eden her varlığa şefkat ve merhametle muamele etmektir.
Resulullah (asv) sadece insanlara değil, bütün canlılara karşı merhametli olunmasını istemiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“Merhametli olanlara Rahman olan Allah merhamet eder. Yerde olanlara da merhametli olun ki, gökte olanlar (melekler) de size rahmet merhamet etsin.”(3)
Hadiste geçen “yerde olanlara” ifadesinin içine her çeşit canlı girmektedir.
Hz. Peygamber (asv)'in bu nasihatinin tarih boyunca Müslümanlar üzerinde çok etkili olduğu görülmektedir. Hz. Muhammed (asv)’den aldıkları bu öğütle hareket eden Müslümanlar, bütün canlılara merhamet ve hoşgörü ile bakmışlardır. Bu merhamet, sevgi ve hoşgörü medeniyetinden hayvanlar da nasibini almışlardır.
Büyük gönül insanı ve halk şairi Yunus Emre’nin “Yaratılanı sev, yaratandan ötürü.” şeklindeki sözü, atalarımızın kendi çevrelerine ve bu çevrede yaşayan her türlü canlıya karşı takındıkları tutumu çok özlü olarak dile getirmektedir.
Atalarımız hayvanlara karşı olan sevgi ve merhametlerini, hayvan hastaneleri, kuş evleri, kuş hastaneleri ve hayvanları korumaya yönelik çeşitli vakıflar kurarak göstermişlerdir.
Hayvanlara iyi davranmanın, cennete girmeye sebep olacağını bildiren Peygamberimiz (asv) sahabîlere şu olayı nakleder:
“Yolda gitmekte olan birisinin susuzluğu artar. Hemen bir kuyuya inip suyundan içer. Kuyudan çıkınca susuzluktan dilini çıkarıp soluyan ve rutubetli toprak yalayan bir köpekle karşılaşır. Adam kendi kendine: “Bu hayvan da benim gibi susamış.” deyip kuyuya tekrar iner. Ayakkabısına su doldurur ve ağzıyla tutarak yukarıya çıkar, köpeği sular. İşte Allah bu kulunu övmüş ve günahlarını bağışlamıştır.”

Bunun üzerine sahabîler: “Hayvanları sulamakla bize de sevap var mıdır?” diye sordular. Resulullah (asv): “Yaşamakta olan her canlıyı sulamakta sevap vardır.” buyurmuştur.(4)
Hayvanlara kötü davranmanın insanı cehenneme götüreceğini bildiren Hz. Peygamber (asv):
“Bir kadın, bağlayıp yemek vermediği ve yer haşerelerinin yemesi için serbest bırakmadığı kedi yüzünden cehenneme girdi.” buyurmuştur.
İslam dini, insana işkence yapmayı yasakladığı gibi hayvanlara da eziyet etmeyi ve işkence yapmayı yasaklamıştır. Sevgili Peygamberimiz (asv), “Cenab-ı Hakk'ın haksız olarak bir serçeyi öldürenden kıyamet gününde hesap soracağını...”,(5) bildirmiş; “Kuşların yuvalarının bozulmamasını, yumurta ve yavrularının alınmamasını”(6) emretmiştir.
Ömer b. Abdulaziz, hilafeti döneminde valilerine gönderdiği mektuplardan birinde, atların boş yere koşturulup eziyet edilmemesini, bu şekildeki tatbikata kesinlikle mani olunmasını, atlara ağır gemlerin takılmamasını ve altında demir bulunan yularla eziyet verilmemesini istemiştir. Ömer b. Abdulaziz’in bu talimatı, hayvan haklarını koruma altına alınması bakımından son derece önemli tarihi bir örnektir.
Osmanlıların örfi hukukunda da hayvan haklarının korunduğu ve ihlal edenlere cezalar verildiğine dair bilgilere sahibiz.
Netice itibarıyla İslam, hayvanların sevilmesi, fıtrî yapılarına uygun işlerde çalıştırılması, kaldırabilecekleri kadar yük vurulması, yiyeceklerinin zamanında verilmesi, dövülmemeleri, hasta oldukları zaman tedavi ettirilmelerini emretmektedir.
Dipnotlar:
1. Secde, 32/7
2. Nahl, 16/5
3. Tirmizi, Birr, s. 16
4. Tecrit, c. vii, s. 223
5. Ebu Davud, 2/11
6. Buhari. Edebü’l-Müfred, 139
Sual: Merhamet etmek ne demektir? Dinimizde merhamet etmenin önemi nedir?
CEVAP
Merhamet etmek; acımak, şefkat göstermek demektir. Allahü teâlânın esma-i hüsnasındaki Rahman, Rahim, Rauf gibi isimlerinin anlamı, merhamet eden, acıyan, şefkat gösteren demektir. Rahman, dünyadaki her mahluka acıyan, Rahim, ahirette yalnız müminlere acıyan demektir. Peygamber efendimizin şefkati, acıması çoktu. Tasavvuf, herkese acımak demektir. Şefkatli kimse, başkalarına dert, felaket gelmesinden üzülür, herkesin sıkıntıdan kurtulmasına çalışır. Allahü teâlâ eshab-ı kiramı, (Birbirine merhametli, şefkatli) diye övüyor.
Günah işleyen biri, abdest alıp namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse, Allahü teâlâ o günahı elbette affeder. Çünkü Kur'an-ı kerimde mealen buyuruyor ki:
(Bir günah işler veya kendine zulmeder, sonra pişman olup, Allahü teâlâyı çok merhametli, af ve mağfiret edici bulur.) [Nisa 101]
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Allahü teâlânın mümine olan merhameti, şefkati, acıması bir annenin çocuğuna olan merhametinden daha üstündür.) [Buhari]
(Merhamet etmeyene Allahü teâlâ merhamet etmez, acımayana acımaz.) [Buhari]
(Alçak gönüllü olan, dilenmeden nefsini zelil gören, helalinden kazandığı malı, hayra sarf eden, yoksul ve çaresizlere merhamet duyanlara müjdeler olsun!) [Tergib)
(Yerdekilere acırsanız, göktekiler de size acır.) [Tirmizi]
(Ana babanın yüzüne merhametle bakana, hac ve umre sevabı verilir.) [İ.Rafii]
(Güçsüzlere, hastalara, yaşlılara ve küçüklere merhamet edin, acıyın.) [Şir’a]
(Allahü teâlâ, yarattığı yüz rahmetten birini mahlukat arasında taksim etti. Bu sebeple anne evladına şefkat eder, hayvanlar, yavrularını sever ve bütün mahlukat birbirine acır.) [Ebu Ya’la]
(Müminler merhamette bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut, rahatsız olduğu gibi, Müslümanlar da birbirine acımalıdır!) [Buhari]
(Şu üç kimseye acıyın, merhamet edin! 1- Cahiller arasında kalan âlime, 2- Varlıklı iken yoksul düşen zengine, 3- Çevresinde hatırı sayılırken itibarını kaybeden zata.) [Tirmizi]
(Yoksul ve çaresizlere acıyana müjdeler olsun!) [Buhari]
(Din kardeşinin yüzüne şefkatle bakan affa uğrar.) [İ.Rafii]
(Büyüğünü saymayan, küçüğüne acımayan bizden değildir.) [Tirmizi]
(Şaki olan merhametsiz, acımasız olur.) [Tirmizi] [Şaki, bahtsız, Cehennemlik demektir.]
Peygamber efendimiz, oğlu İbrahim ölünce sessizce ağlar, (Şefkatimden ağlıyorum. Allahü teâlâ ancak merhametli olana acır) buyurdu.
Bir kimse, Peygamber efendimizin, torunları Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin’i öptüğünü görünce (Benim on tane çocuğum var. Hiç birini öpmedim) der. Peygamber efendimiz, (Merhametli olmayan merhamet göremez) buyurur. (Buhari)
Bir bedevi, (Ya Resulallah, siz çocukları sevip öpüyorsunuz. Biz hiç öpmeyiz) dediği zaman, ona, (Şefkat, acıma duygusu olmayana ne diyeyim?) buyurdu. (Buhari)
Bir zat görev emrini almak üzere Hazret-i Ömer’in huzuruna gelir. Hazret-i Ömer’in çocuğunu öptüğünü görünce, (Ben çocuklarımı öpmem) der. Hazret-i Ömer, (Senin küçüklere, şefkatin yok, millete nasıl acırsın?) buyurarak görev emrini imzalamaz. Emri altında olanlara acımayan, Allahü teâlânın merhametinden uzak kalır.
Adamın birisi Peygamber efendimize (Ya Resulallah, hizmetçimi kaç defa affedeyim?) diye sorar. Peygamber efendimiz de (Günde yetmiş defa affet!) buyurur. (Tirmizi)
Kâfir mümin herkese, hatta bütün hayvanlara merhamet etmek gerekir! Peygamber efendimiz, (Merhametli, şefkatli olmayan, acımayan imanlı olmaz) buyurunca, Eshab-ı kiram (Ya Resulallah, hepimiz merhametliyiz, şefkatliyiz) dediler. Onlara, (Sadece insanlara değil, bütün mahlukata merhametli olmak gerekir) buyurdu. (Taberani)
Mesela bir hayvan kesecek kimse, bıçağı hayvanın gözü önünde bilememelidir. Bir gün bir kimse, bir koyunu kesmek için yere yatırır, bıçağını bilemeye başlar. Peygamber efendimiz bunu görüp buyurur ki:
(Sen bu hayvanı kesmeden ona ölümler mi tattıracaksın? Hayvanı yatırmadan önce niçin bıçağını bilemedin?) [Hakim]
Bir köpeğin susuzluktan dili çıkar. Bir kuyunun yanında durur. Fakat su derinde olduğu için içemez. Adam bu köpeğe acır. Ayakkabısı ile kuyudan su çıkarıp köpeğe verir. Bundan dolayı Allahü teâlâ onun günahlarını affeder. (Müslim)
Yine hadis-i şerifte bildirilmiştir ki, kadının biri, bir kediyi bağlar. Kedi yiyecek bir şey bulamaz. Kadın bunun yüzünden Cehennemlik olur. (Tergib)
Zararlı hayvanları öldürmek gerekir. Ancak suda boğarak veya ateşte yakarak öldürmemelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Keleri bir darbede öldürene yüz sevap vardır. İkinci vuruşta daha az, üçüncü de bundan daha az sevap vardır.) [Müslim] [Keler, kertenkelenin zehirli bir cinsidir.]
Bir kimsenin veli olduğu; tatlı dili, güler yüzü, cömertliği ve herkese acıması ile anlaşılır. Evliyanın iki alameti vardır: Allahü teâlânın emirlerine riayet ve mahluklarına şefkat. Herkese acımalıdır. Altıncı kat gökteki melekler, acımasız olanın namazını yukarı geçirmezler.
İnsaflı olmak
Herkese karşı insaflı davranmak, kendisine karşı yapılmasını istemediği muameleyi başkalarına karşı yapmamak gerekir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Şu üç haslete sahip olmadıkça kişinin imanı kemale eremez. Kendisi muhtaç olduğu halde infak etmek, insaflı olmak ve herkese selam vermek.) [Harâiti]
(Cehennemden uzaklaşıp Cennete girmek isteyen, son nefesinde kelime-i şehadeti söylesin ve kendisine yapılmasını sevdiği şeyleri başkalarına yapsın!) [Müslim]
(Etrafındakilerle güzel komşuluk et ki, hakiki mümin olasın! Kendin için sevdiğini başkaları için de sev ki, hakiki müslüman olasın!) [Harâiti]
Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem'e, şu hasletlere sahip olmayı emretmiştir:
1- Bana ibadet et, hiçbir şeyi ortak koşma! Yaptığın hayırlı amelin mükafatını, sana, en dar gününde veririm.
2- Bana dua et, duanı kabul ederim.
3- İnsanların ne şekilde sana davranmalarını istiyorsan, sen de onlara aynı şeyi yapmalısın! [İ. Gazali]
Peygamberlerden sonra en üstün insan
Sual: Hazret-i Ebu Bekir, vücudunun çok büyüyerek Cehenneme atılmasını, başka hiçbir kulun girmemesini, böylece Allahü teâlânın takdirinin yerine gelmesini istiyor. Buna kâfirler de dahil mi?
CEVAP
Evet kâfirlerin bile yanmasını istemiyor.
Hazret-i Ebu Bekir, Peygamberlerden sonra insanların en üstünüdür. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselamın en yakın arkadaşı, dostu, kayınpederi ve ilk halifesidir. Hazret-i Âişe validemizin babasıdır. Kur’an-ı kerimde çeşitli âyetlerle övülmüştür.


[TOP]

16.27 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Alçak Gönüllülüğü

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Alçak Gönüllülüğü

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Alçak Gönüllülüğü

İSTEMEZ MİSİN EY ÖMER?
Hz. Ömer (ra), sessizce, dinlenmekte olduğu odaya girer. Bir an çevresine göz gezdirir. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Bu manzara karşısında ağlamaya başlayan Hz. Ömer (ra)’in hıçkırıkları O’nu (asm) uyandırır. Kalkınca hasırın vücudunda iz yaptığını, kan oturduğunu gören Hz. Ömer (ra) ise omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Hz. Muhammed (asv) hayretle sorar:
“Ey Hattab oğlu! Niçin ağlıyorsun?”

“Ey Allah’ın Elçisi! İranlılar imparatorlarını saraylarda yaşatırken, Bizanslılar Kayserlerini lüks ve ihtişama boğmuşken sen ki Allah’ın Elçisisin… İzin versen de, biz de seni…”

Maksat anlaşılmıştır, Allah’ın Elçisi (asm), gelecekteki halifesinin sözünü hüzünlü bir tebessüm, tatlı bir el işareti ile keser ve
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı “(Ankebut, 29/64)
ayetini okuduktan sonra ekler:
“İstemez misin ey Ömer? Dünya onların olsun, ahiret te bizim!..”[2]
Kaynak:[1] Kadı İyaz, Şifa-ı Şerif, s.132.
[2] M.Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s Sahabe, II/412.
 
GÖĞSÜNÜ AÇIP
Bedir savaşından önceki saatlerdir… Son bir kez safları kontrol etmekte, askerine çeki düzen vermektedir. Saftan bir az önde duran arkadaşlarından Hudayr oğlu Üseyd’i hafifçe göğsünden iterek safa girmesini ister. Şakacı bir kişi olan Üseyd ise:
“Ey Allah’ın Elçisi” der “canımı acıttın, izin ver, karşılığını alayım.”Hz. Muhammed (asv) hemen önüne geçerek:
“Buyur, al hakkını” der. Üseyd ise son derece ciddi bir tavırla:
“Fakat” der “Ey Allah’ın Elçisi, benim göğsüm çıplaktı, sende ise elbise var ” Hz. Muhammed (asv) gömleğini çözerek:
“Haydi” der “şimdi al hakkını.”

Peygamberini kucaklayarak öpmeye başlayan Hudayr oğlu Üseyd, bir yandan da
“Ey Allah’ın Elçisi” demektedir. “Anam babam sana feda olsun, istedim ki, hayatım seni öpmekle son bulsun.”[3]
Kaynak:[3] M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, II/492.
 
HİZMET GÖRDÜRMEYİ SEVMEM
Arkadaşlarından Rabia oğlu Amir’le beraber mescide gitmektedir. Ayakkabısının bağı çözülür. Amir hemen atılıp, bağlamak ister. Hz. Muhammed (asv) engel olur, kendi bağlar. Bir yandan da Amir’e hitap eder:
“Bu, başkasına hizmet gördürmektir. Ben ise başkasına hizmet gördürmeyi sevmem.”[4]
Kaynak:[4] M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, III/154.
 
DAHA GÜÇLÜ DEĞİLSİNİZ
İslam’ın ilk büyük meydan sınavı Bedir’e doğru yol alınmaktadır. Deve azdır, ancak üç kişiye bir tane düşer ve sırayla binilir. Hz. Muhammed (asv) ile aynı deveyi paylaşan arkadaşları, kendi haklarından gönüllü olarak vazgeçerler. Sürekli O’nun (asm) binmesini isterler. O ise kabul etmez:
“Siz” der, “benden daha güçlü değilsiniz. Kaldı ki ben de sizin kadar sevap kazanmaya muhtacım.”[5]
Kaynak:[5]M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, III/219.
 
DOYUNCA HEP AĞLARIM
Hz. Muhammed (asv) ‘in vefatından sonraki yıllardır. Bir akrabası Hz. Ayşe (r.anha)’yi ziyaret eder. Hz. Ayşe (r.anha) onun için bir sofra kurdurtur. Ve sonra dayanamayıp ağlamaya başlar. Akraba sebebini sorar. Hz. Ayşe (r.anha):
“Ben doyuncaya kadar her yemek yiyişim de ağlarım,” der. Akraba daha da meraklanıp, sorar:
“Niçin?”

“Çünkü Allah’ın Elçisi bütün ömrü boyunca doyuncaya kadar hiç yemedi. Sıkıntı içerisindeydi. Bir günde iki öğün yemedi. Ekmek yediği zaman hurma yemedi, hurma yediği zaman ekmek yemedi. Sürekli başkalarını kendine tercih ettiği için hep böyle yaşadı. Şimdi ise insanlar yediklerini eritmek için ilaç kullanıyor. Hz. Muhammed (asv) bütün ömrü boyunca kızartılmış bir koyunu hiç görmemiştir.”[6]
Kaynak:[6]M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, I/381.
 
HERKESTE BİR O’NDA İKİ

Mekkeli düşmanları yanlarına aldıkları bazı çöl kabileleriyle birlikte on bin kişilik bir ordu düzüp, Medine üzerine yürürler. Müslüman mücahitlerin sayısı ancak üç bin kişidir. Şehirde kalıp, savunma savaşı yapmaya karar verirler. Medine’nin etrafına büyük bir hendek kazılmaya başlanır. Hz. Muhammed (asv) kazılan toprağın hendek dışına taşınması işinde çalışmaktadır. Görgü tanığı bir arkadaşının anlatımıyla toz-toprak O’nun (asm) göğüs ve karın derisini örtmüş durumdadır.
Üç gün süren hendek kazımının en zor tarafı, aynı günlerde bütün şiddetiyle devam eden açlık ve kıtlıktır. Arkadaşları, çalışırken, açlıktan düşüp bayılmamak için karınlarına taş bağlamışlardır. Bir ara karşısına dizilirler. Ahirette kendilerinin bu fedakârlıklarına şahitlik etmesini isterler… Ve elbiselerini sıyırıp, taşları gösterirler. O sadece tebessüm eder. Sonra da kendi elbisesini sıyırır… Hz. Muhammed (asv) ‘in karnında iki taş birden bağlıdır.[7]
[7]Ebu’ş Şeyh el İsbehani, Hz. Muhammed (asv) ’in Edeb ve Ahlakı, s.58/236.
 
 
BEN DE ODUN TOPLAYAYIM
Bir yolculuktadırlar… Yemek için mola verilir. Arkadaşlarının her biri bir görev üstlenir. Hz. Muhammed (asv) ‘ de:
“Ben de ateş için odun toplayayım.”der. Arkadaşları önüne geçmek isterler:
“Ey Allah’ın Elçisi! Siz dinlenin biz o işi de görürüz.” Hz. Muhammed (asv) bütün ciddiyetiyle cevaplar:
“Gerçekten bunu isteyerek yapacağınızı biliyorum. Ancak ben bir topluluk içinde ayrıcalıklı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Bunu Allah’ta sevmez.”Ve odunları toplamaya koyulur.[8]
Kaynak:[8]Afzolur Rahman, Siret Ansiklopedisi, I/63.
 
SESSİZCE YATAĞINA UZANIR
Medine’de Hicret’i takip eden ilk günlerdir. Medineli Müslümanlar, bütün maddi varlıklarını Mekke’de bırakıp gelen kardeşleriyle her şeylerini paylaşırlar. Her eve on tane misafir düşmüştür. Hz. Muhammed (asv) de bu evlerden birini başka muhacir arkadaşlarıyla paylaşır. Onlardan biri olan Esved oğlu Mikdad anlatmaktadır:
“Evde, sütleri ile evin geçiminin sağlandığı bir kaç keçi vardır. Keçiler sağıldığında herkes kendi payına düşen sütü içer… Hz. Muhammed (asv) ‘in payı kasede kalırdı. Bir gece Hz. Muhammed (asv) eve geç geldi. Herkes kendi payını içerek, yatmıştı. O kâseyi boş buldu, ama sesini çıkarmadı. Sadece şöyle dua etti.”

“Ey bugün beni doyuran Allah’ım, onları da doyur!”

Daha sonra uyanan Mikdad peygamberinin açlığını gidermek için keçilerden birini kesip, pişirmeye davranır. Hz. Muhammed (asv) izin vermez. Onun yerine ikinci kez sağılan keçiden çıkan bir kaç damla sütü içer ve sessizce yatağına uzanır.[9]
Kaynak:[9]Afzolur Rahman, Siret Ansiklopedisi, III/188.
 
BEN KRAL DEĞİLİM
Ebu Hüreyre ile birlikte, çarşıya alışverişe çıkmışlardır. Alış verişi bitirdikten sonra satıcıya tartması için para yerine kullanılan gümüş parçalarını uzatır ve:
“Dikkatli ol, ağırca tart.” der. Şaşırarak hiç bir müşterisinden böyle bir teklif duymadığını söyleyen satıcıya Ebu Hüreyre karşısındakinin peygamber olduğunu bildirir… Satıcı derhal Hz. Muhammed (asv) ‘in ellerine kapanarak öpmek ister… O izin vermez.
“Bunu İranlılar krallarına karşı yaparlar. Ben kral değilim, içinizden bir insanım…”

Eve dönüş sırasında Ebu Hüreyre yükünü taşımaya yardımcı olmak ister. Ona da izin vermez.
“Kişi, eşyasını, taşıyabiliyorsa, sadece kendi taşımalıdır.”[10]
Kaynak:[10]M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., III/156, 157; Kadı İyaz, a.g.e. s.132.
 
 
ANCAK ALLAH İÇİN
Arkadaşları, O yanlarına her girdiğinde hızla ayağa kalkmaktadırlar. En sonunda bir gün dayanamaz:
“İranlıların birbirlerini büyük görerek ayağa kalktıkları gibi siz de bana ayağa kalkmayın. Çünkü ben, bir kulun yemek yediği gibi yemek yiyen, bir kulun oturduğu gibi oturan bir kulum.”

Bunun benzeri başka bir olayda ise uyarısına şu eklemeyi de yapar:
“Hiç kimse için kalkılmaz. Ancak, Allah için ayakta durulur.”

Bundan sonra arkadaşları O (asm) içeri her girdiğinde kendilerini zorla tutarlar ayağa kalkmaz, oturmaya devam ederler.[11]
[11]M. Yusuf Kandehlevi. a.g.e., III/68; Kadı İyaz. a.g.e., s.129.
 
ÜÇ GÜNDÜR AÇIM
Üç gündür hiçbir şey yiyememiştir… Kızı Fatma (r.anha)’ya giderek evinde yiyecek bir şeyler olup olmadığını sorar:
“Kızım! Sende yiyecek bir şey yok mudur? Ben çok açım.”

Fatma (r.anha):
“Canım sana feda olsun babacığım! Yemin ederim ki bende de size yedirecek bir şey yoktur.”diye cevaplar.
Bu sırada peygamberliğinin yanı sıra bir devletin de başkanıdır… Başka bir gün kızı Fatma (r.anah) yeni pişirdiği arpa ekmeğinden bir parça da peygamber babasına götürür. Hz. Muhammed (asv) kızına:
“Vallahi kızım, üç gündür baban bir şey yememiştir.”der. Bu sırada da devlet başkanıdır.[12]
Kaynak:[12]M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., I/383 ve IV/482.
 
HİÇBİR GÖSTERİŞ

Veda haccını yapmaktadır… Etrafını yüz bin Müslüman çevirmiş maddi egemenliği ise bütün Arap yarımadasınca kabul edilmiştir. Savaşlardan kendi hissesine düşen paydan, bu hac sırasında yüz deve kestirir ve etlerini yoksul Müslümanlar arasında paylaştırır. Hayatının, zaferinin ve peygamberliğinin sonuna ve zirvesine ulaştığı, adeta bir zafer finali gibi de görülmesi mümkün olan bu haccı yaparken, bindiği devesine ise topu topu dört gümüşlük basit bir kadife parçasını şilte niyetine sermiş, onun üzerinde oturmaktadır. Ve Veda haccını bitirirken ellerini açarak dua eder:
“Allah’ım, bunu, içinde hiçbir gösteriş ve ‘desinler’ kastı bulunmayan bir hac olarak kabul buyur.”[13]
Kaynak:[13]M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., III/15; Kadı iyaz. a.g.e., s.130.
 
BİR KERE DAHA
Medine’de çıplak bir merkebin sırtında yol almaktadır. Arkadaşlarından Ebu Hureyre’ye rastlar.
“Seni de merkebe bindireyim mi?” diye sorar.
“Olur ey Allah’ın Elçisi.” deyince:
“Bin.”der.
Ebu Hüreyre sıçrar, fakat binmeye güç yetiremeyince Hz. Muhammed (asv) ‘e tutunmak ister ve ikisi beraber yere yuvarlanırlar. Tekrar merkebin üzerine binen Hz. Muhammed (asv), Ebu Hureyre’ye:
“Bir daha dene.”der.
Fakat ikinci denemede başarısız olur ve yine beraberce toprağa yuvarlanırlar. Hz. Muhammed (asv) bir kez daha merkebe biner ve en küçük bir kızgınlık eseri göstermeden, Ebu Hureyre’ye:
“Haydi, bir kere daha…”der..[15]
Kaynak:15]İmam-ı Kastalani.Mevâhib-ı Leduniye, s.331.
 
HABBAB DÖNENE KADAR
Eret oğlu Habbab Mekke’den hicret etmiş, ilk Müslümanlardan, azatlı bir köledir. Yani toplumun en alt kategorisinde kabul edilen insanlardan… Medine’de Hz. Muhammed (asv) tarafından uzun sürecek bir göreve gönderilir. Tekrar evine dönüp, günlük işlerinin başına dönünceye kadar ise o işleri her gün Eret oğlu Habbab’ın evinde bizzat Hz. Muhammed (asv) görür. Evin kadınları süt sağmasını bilmedikleri için sığır ve keçileri her gün Hz. Muhammed (asv) tarafından sağılır. Ailenin, erkeğin yokluğundan etkilenmesine izin vermez.[16]
Kaynak:[16]Afzolur Rahman, a.g.e., I/66.
 
ONLARIN ARASINDA BULUNACAĞIM
Yeni Müslüman olmuş ve görgü, nezaket kurallarından habersiz göçebe Arapların kendisini rahatsız etmeleri, amcası Hz. Abbas için ciddi bir üzüntü konusu olmaktadır. Bir gün yine böyle bir grup tarafından çevrelenmiş, tozun toprağın üzerinde ve kızgın güneşin altında yeğenini gören amca dayanamayıp, der:
“Ey Allah’ın Elçisi! Bari sana bir çardak yapsak da hiç olmazsa güneşten korunsan! Müslümanların dertlerini orada dinlesen.”

O cevap verir:
“Hayır. Allah beni kendi katına alıncaya kadar, ben onların arasında bulunacağım. Ökçeme basmalarına, elbisemi çekiştirmelerine ses çıkarmayacağım.”[17]
Kaynak:17]İbrahim Refik, a.g.e., s.109.
 
ALLAH YOLUNDA
Cebel oğlu Muaz’ı Yemen’e vali atamış, uğurlamaktadır. Kendinin at üstünde, Hz. Muhammed (asv) ‘in ise yaya olmasından utanan Muaz:
“Ey Allah’ın Elçisi! İzin verirsen ben de inip, seninle beraber yürüyeyim.”der.
Teklif kabul edilmez.
“Ey Muaz! Bu adımlarımın Allah yolunda atılan adımlar olmasını arzu ediyorum.”[19]
Kaynak:[19]İbrahim Refik, Güllerin Efendisi s.160.
 
DÜNYADAN KONUŞTUĞUMUZDA
Önde gelen vahiy yazıcılarından Sabit oğlu Zeyd anlatmaktadır:
“Ben Hz. Muhammed (asv) ‘in komşusu idim. Ona vahiy indiği zaman bana haber gönderirdi. Ben de, gider vahyi yazardım. Biz Onun yanında dünyadan konuştuğumuzda o da dünyadan, ahiretten konuştuğumuzda o da ahiretten, yemekten konuştuğumuzda o da yemekten konuşurdu. Demek istiyorum ki bize uymakta ve bizim seviyemize inmekteydi.”[20]
Kaynak:[20]M. Yusuf Kandehlevi. a.g.e., III/123.
 
BÜYÜK ALLAH’TIR
Yabancı bir heyet ziyaretine gelir. Söze iltifat ederek girmek isterler ve:
“Sen bizim büyüğümüzsün.” derler. O cevap verir:
“Büyük Allah’tır.” Heyettekiler:
“Öyleyse, sen bizim en üstünümüz ve en güçlümüzsün.” derler. Bunu da hoş görmez:
“Çok ileri gitmeyin. Şeytan inanmadığınız şeyleri size söyletmekle, doğruluktan sizi ayırmasın.”[21]
Kaynak:[21]M. Yusuf Kandehlevi. a.g.e., III/109.
 
GEL ŞİMDİ ÖDEŞELİM
Hz. Muhammed (asv) boy abdesti almaktadır. Arkadaşlarından biri de örtü tutarak O’nu perdeler. Abdest bitince Hz. Muhammed (asv) :
“Gel, şimdi ödeşelim.”der. Arkadaşının aksi ısrarına rağmen bu kez de O, ona örtü tutar. Arkadaşının:
“Ey Allah’ın Elçisi! Niçin zahmet ediyorsunuz.” sözüne;
“Zahmeti yok diyerek.” cevap verir.[22]
Kaynak:[22]M. Yusuf Kandehlevi. a.g.e., III/339.
 
ARKADAŞ SAKİN OL
Yeni Müslüman olmuş ve kendisini ilk kez gören bir göçebe Arap heyecanından, karşısında titremektedir. Hz. Muhammed (asv):
“Arkadaş, sakin ol. Ben kral değilim. Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” der.[24]
Kaynak:[24]M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., III/153.
 
YERYÜZÜ DOLUŞUNCA
Bir arkadaşına, yanlarından geçen birini göstererek sorar:
“Bu kişi hakkında ne dersin?”

Arkadaşı:
“Toplumun önde gelenlerindendir. Kimi istese evlendirirler. Bir işi için kimden yardım istese, yardım ederler.”

Hz. Muhammed (asv) susar. Az sonra geçen başka birini göstererek yine aynı soruyu sorar. Arkadaşı bu kez de:
“Bu, çok fakirdir. Ne kız verirler, ne işine yardım ederler.” der
Hz. Muhammed (asv) bu kez susmaz:
“Ama bu fakir yeryüzü doluşunca, ötekinden hayırlıdır.”[25]
[25]Abdurrahman Azzam, Peygamberimizin Örnek Ahlâkı, s.86.
 
KUYUYU GERİ ALMASI
Düşmanla yapılan savaş sırasında ele geçen bir kuyuyu, ganimet payı olarak isteyen Sahr, Hz. Muhammed (asv) ‘den istediğini alır. Fakat kuyunun sahibi olan düşman kabilesi daha sonra Müslüman olur. Şimdi bütün mallarını geri almaktadırlar. Hz. Muhammed (asv) utangaç bir tavırla Sahr’a gelerek başını önüne eğer ve kuyuyu geri vermesi gerektiğini söyler. Sahr hiç itiraz etmez.
“Pekiyi, ey Allah’ın Elçisi!”der.
Hz. Muhammed (asv) kendi eliyle verdiği bir şeyi geri istemek mecburiyetinde kaldığı için kıpkırmızı olmuştur.[26]
Kaynak:[26]M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., II/575.
 
DUANDA BENİ DE UNUTMA!
Hz. Ömer (ra) kendisinden umre yapmak üzere Mekke’ye gitmek için izin ister. O sevinerek izin verir ve öğütler:
“Kardeşim! Duanda beni de unutma.”

O gün Hz. Ömer (ra)’in anlatımıyla hayatının en sevinçli günüdür.[27]
Kaynak:[27]M. Yusuf Kandehlevi. a.g.e., IV/93.
 
HZ. FATMA’NIN ÇEYİZİ

Kendine en çok benzeyen ve kendinden geriye kalan tek çocuğu Hz. Fatma (r.anha)’yı evlendirirken, ona çeyiz olarak verebildikleri,yorgan yerine kullanılan kadife bir örtü, yaygı, elek, havlu, bir bardak, bir el değirmeni, bir tulum, iki su testisi, içi hurma lifi dolu bir deri minder, deriden yapılmış bir kap ve bir kırbadan, ibarettir. Yorgan yerine verilen kadife örtü kısa olduğu için başa çekilince ayak, ayağa çekilince de baş açıkta kalmaktadır.[28]
Kaynak:[28]İbn Sa’d, Et-Tabakat el-Kûbrâ, VIII/23.
 
BİZ ONU KATIK YAPAR YERDİK
Hz. Muhammed (asv) ‘den sonraki yıllardır. Hz. Ayşe (r.anha), çevresindekilere, bir akşam babası Hz. Ebubekir (ra) tarafından kendilerine gönderilmiş bir koyun paçasını, eşi Allah’ın Elçisi (asm) ile beraber nasıl parçaladıklarını anlatmaktadır. Dinleyenlerden biri şaşkınlıkla sorar:
“Bu işi karanlıkta mı yaptınız?”

Hz. Ayşe (r.anha) acı bir gülümsemeyle cevaplar:
“Lambaya koyacak yağımız olsaydı, biz onu katık yapar, yerdik.”[29]
Kaynak:[29]Ebu Abdullah Muhammed (asv) bin İsmail Buhari. Sahih.Nafakat. s.7.
 
BEN ÇOBANKEN
Bir kaç arkadaşı, ellerinde arak isimli bir ağacın dikenli meyveleri de bulunduğu halde yanına girerler. Meyvelerin ham oluşu dikkatini çeken Hz. Muhammed (asv) son derece doğal bir şekilde:
“Bu ağacın meyvesini esmerleşip de tamamen olgunlaştığında toplayın. Ben çobanlık yaparken bunlardan toplar ve yerdim.”der.
Bu sırada Arap yarımadasına ve yüzbinlerce inananın gönüllerine hâkim bir peygamberdir.[30]
Kaynak:[30]İbn Sad. a.g.e., I/107.


[TOP]

16.28 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Doğruluğu

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Doğruluğu
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Doğruluğu

Hz. Peygamber , doğruluğun en canlı şahidi idi. Allah'ın Rasûlü'nden daha doğru, daha dürüst ve daha güvenilir hiç bir kimse yoktu. Peygamber olmadan önce cahiliyye döneminde bile o, "emin" (güvenilir) "sadık" (doğru) sıfatları ile tanınıyor ve anılıyordu. Mekkeli müşrikler, ona şair, deli, sihirbaz, büyülenmiş1 , diye çeşitli iftiralar ve yakıştırmalarda bulundular fakat hiç bir zaman ona yalancı diyemediler.
Bu tabloyu bir gözümüzün önüne getirmeye çalışalım. Resulullah s.a.v. in daha ilk Halka tebliği...
Hz. Peygamber, kendisine " (Önce) en yakın akrabanı uyar 2" ayeti vayh edilince hemen Sefa tepesine çıktı: " Ey filan oğulları ! Ey filan oğulları ! Ey filan oğulları ! Ey Abdimenaf oğulları ! Ey Abdulmuttalib oğulları ! " diye seslendi. Sesi duyanlar onun etrafında toplandılar. Hz. Peygamber onlara " Ne dersiniz ? Siz şu dağın eteğinden bir takım atlıların (süvarilerin) çıkıp geldiğini (ve size saldıracaklarını) haber versem, beni tasdik eder misiniz ?" dedi. Orada bulunanların hepsi Ebu Lehep hariç "Biz senin hiç yalan konuştuğunu duymadık" şeklinde cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Ben ancak şiddetli bir azaptan önce sizin için bir uyarıcıyım" buyurdu.3 Hz. Peygamber hakkında yapılan bu şehadet, onun daha peygamber olmadan önce de saygın doğru ve güvenilir bir kimse olduğunu açıkça göstermektedir.
En azılı düşmanı olan Ebu Cehil " Muhammed ! Ben sana yalancısın, demiyorum" Dediğim şudur : Bütün sözlerini doğru telakki etmiyorum 4" Kureyş'in en tecrübeli adamlarından olan Nadr b. Haris "Ey Kureyş ! Başınıza gelen felaketi bertaraf etmediniz. Muhammed, sizin gözlerinizin önünde büyüdü. Hepinizin en doğrusu, en iyi huylusu, en güvenilir kişisi odur..." sözleriyle Hz. Peygamber'i övmekten geri durmamıştır.5
O en iyi huylu olan insandı. Kibir ve gurur sahibi değildi. Ciddi idi, fakat çatık kaşlı değildi. Halkında en sevileni idi.
Bizans imparatoru, Ebu Süfyan'ı huzuruna kabul ettiği zaman Hz. Peygamber hakkında ona şöyle sorar : "Peygamber olduğunu söyleyen bu şahsın, daha önce hiç yalan söylediğini duydunuz mu ?" Bunun üzerine Ebu Süfyan "asla!" diyerek cevap vermiştir6
Hz. Peygamber, ailesine, akrabalarına , arkadaşlarına ve çevresine karşı asla sadakatten ayrılmamıştır. Hiç bir kimseye yalan söylememiştir. Bütün hayatı boyunca doğruluk ilkesinden feragat etmemiş ve herkese bunu tavsiye etmiştir. Yalanı yasaklamış ve yalan söyleyenleri kınamıştır. "Doğruluk iyiliğe, iyilikte cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye ve doğruluğu araştıra araştıra en sonunda Allah katında doğru kimselerden yazılır6" buyurarak, doğru davranmanın insanı, Allah'ın rızasına kavuşturacağını cennete ileteceğini beyan etmiştir.
Her işimizde doğru olursak bu bizi inşaallah cennet yoluna koyar.Allahu teala herşeyi görendir.
Hz. Peygamber, doğru konuşmaya o kadar önem vermiştir ki, Mü'min bir kimsenin bazen cimri ve korkak olacağını belirtmiş fakat asla yalan konuşmayacağını açıklamıştır7 O, O şakadan bile olsa yalanı yasaklamış, onun bütün uygulamaları, sözleri ve davranışları doğruluk üzerine kurulmuştur. O, öfkelendiğinde, şaka yaptığında, açıklamalarında, verdiği hükümlerde, yolculukta, barışta, savaşta, savaş ve barış görüşmelerinde, yaptığı anlaşmalarda, hitabetlerinde, yazdırdığı mektuplarında, verdiği fetvalarında, anlattığı kıssalarda, kısaca bütün faaliyetlerinde ve hayatının her safhasında doğruluktan zerre kadar ayrılmamıştır. Doğruluk, onun şaşmaz prensibi olmuş ve Allah onu, yalan söylemekten korumuştur.
Hz. Peygamber'in sözleri ile hareketleri hep uyum içerisinde olmuş, özü sözüne uymuş ve asla hareketleri ile sözleri birbirini tasdik etmiştir. O, ağlamasında, gülmesinde, hiddetlenmesinde bile hep hakkı konuşmuş, hep doğruyu anlatmış, hep güzeli hissettirmiştir. Hiçbir şekilde duygularına kapılarak fevri hareket etmemiştir. Her halükarda doğruluk vazgeçilmez alameti olmuştur.
Doğru olursak, doğruyu araştırırsak bizde bu doğrulara tabi olmuş oluruz. Allahu teala cümlemizi Resulullah s.a.v. efendimize tabi eylesin.
Doğru insanlardan meydana gelen bir toplum oluşturmak, Hz. Peygamber'in en önemli hedefiydi. Bu sebeple, ona ümmet olan hereksin de söz ve davranışlarında asla doğruluktan ayrılmaması gerekir. Çünkü Kur'ân, Müminlerin özelliğini anlatırken, onların yalan ve lüzumsuz konuşmayacaklarını açıklar 8
İnanan herkes, bu hassasiyette olmalıdır. Çünkü doğruluk, imanın vazgeçilmez göstergesidir.
Dipnotlar:
1 . Hicr suresi, 15/6 ; Zariyet suresi 51/52 ; Tur suresi 52/29-30 ; Kalem , 68/2,51
2. Şuara suresi 24/214
3. Buhari, Tefsir, Sure, 111; Müslim, İman, 355
4. Mevlana Şibli, II, 103
5. Mevlana Şibli, II, 102; Afzalurrahman, I, 13
6. Bkz. Buhari, Bedü'l Vahy, 6
7. Muvatta, Kelâm 7, 19
8. Buhari, Edep, 69; Müslim, Birr, 103-105; Tirmizi, Birri, 46
( Kaynak no : Peygamber Gibi Yaşamak ; s20-21-22 )

 


[TOP]

16.29 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Güvenilirliği

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Güvenilirliği
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Güvenilirliği

Güzel ahlak adı altında toplanan tüm güzel vasıfları örnek insan olarak en mükemmel şekilde yaşayan insan hiç şüphesiz Peygamberimiz s.a.v.dir. O’nun ahlakı o kadar yücedir ki, Bizzat Cenab-ı Hak, O’na hitaben şöyle buyurur “Muhakkak Senin için tükenmeyen bir mükafat vardır. Çünkü Sen pek yüce bir ahlak üzerindesin” (Kalem süresi 4)
Ahlakı yüce bir insanın en büyük özelliklerinden birisi, onun güvenilir olmasıdır. Sürekli yalan söyleyen, verdiği sözleri yerine getirmeyen insanlar, diğerlerinin güvenlerini yitirirler; sevilmeyen, daima kuşku ile bakılan biri olurlar.
Asr-ı Saadet döneminde yaşayan insanlar Peygamberimizin güvenilirliği konusunda acaba ne düşünüyorlardı? Onu özü sözü doğru biri olarak mı görüyorlardı yoksa yalan söyleyen, verdiği sözde durmayan yalancı biri olarak mı?
Peygamberimizin çocukluğu, gençliği, orta yaş dönemi bütünüyle Mekke’de geçti. Abdulmuttalip’in bu yetim torununu Mekke’de bulunan herkes tanır, nasıl biri olduğunu çok iyi bilirlerdi. Orada yaşayan hemen herkesin bir lakabı vardı. Peygamberimize de bir lakap vermişlerdi: “el-Emîn” Bu kelime “İnsana güven veren, güvenilir kişi” demektir. Peygamberimiz bu lakabı fazlasıyla hak ediyordu. Çünkü ne peygamberlikle görevlendirilmeden önce ne de sonra bir kez olsun yalan söylememişti. Buna, Müslümanlığı kabul etmiş olsun olmasın herkes şahitlik ederdi. Onun peygamberliğine şiddetle karşı çıkan putperestler, insanların Hz. Muhammed’e (s.a.v.) yönelmesini önlemek amacıyla çeşitli iftiralar atmışlar, ama ona asla “O bir yalancıdır!” diyememişlerdir. Çünkü herkes Hz. Muhammed’i (s.a.v.) çok iyi tanıdığından böyle bir iftiranın tutmayacağını çok iyi biliyorlardı.
Putperestlerin baskı ve eziyetlerinden kurtulmak için bir grup Müslüman Habeşistan’a (Bugünkü Etiyopya) hicret ettiklerinde, o zaman henüz İslam’la şereflenmemiş olan Ebu Süfyan ve adamları Müslüman muhacirlerin peşinden oralara kadar gitmiş ve Habeş kralının huzuruna çıkıp, ülkesine sığınan Müslümanları kötüleyerek, onların iadesini istemişti. Sonradan Müslüman olma şerefine ulaşacak olan bu adil kral, işin gerçek yüzünü anlamak için Ebu Süfyan’a çeşitli sorular sordu. Bu sorulardan biri de şuydu:
“– Onun yalan söylediğine daha önce hiç şahit oldunuz mu?”

Ebu Süfyan doğruyu söylemek zorundaydı:
“–Hayır!” dedi. “Daha önce onun yalan söylediğini hiç görmedik.”

Peygamberimiz çok zor şartlarda dahi emaneti iade etme sorumluluğunu asla ihmal etmezdi. Evi, onu öldürmek isteyen putperestler tarafından kuşatıldığında o, Hz. Ali’ye (r.a.) şöyle diyordu:
“–Bu gece yatağımda sen yatacaksın; ben hicret ediyorum. Bende bulunan emanetleri yarın sahiplerine ver, sonra sen de yola çık!”

Hz. Peygamber’in kısa süre içinde yüzbinlerce insanın sevgisini ve bağlılığını kazanmasındaki sırlardan birisi, onun güvenilir bir insan olmasıydı. Biz de Allah’ın ve insanların sevdiği biri olmak istediğimize göre, güvenilirliğimize gölge düşürecek davranışlardan uzak durmalıyız.
Resulullah efendimiz, gençliğinden itibaren güvenilir, itimat edilir bir kimse olarak tanınmıştır. Yirmi beş yaşlarında iken Mekke'de sadece "el-Emin" diye anılıyordu. Mekkeliler kendisine kıymetli eşyalarını teslim ederlerdi. Peygamber efendimiz bu emanetleri sağlam bir şekilde iade ederdi. Emanetlere en zor anında sahip çıkardı.
Medine'ye hicret edeceği gece müşrikler, öldürmek maksadıyla onun evini kuşatmışlardı. Evini terketmeden önce, yanında bulunan emanetleri Hz. Ali'ye teslim etmiş ertesi gün sahiplerine vermesini istemiştir. En sıkıntılı zamanda bile emanetleri sahiplerine ulaştırdı.
İslâm dininin kısa zamanda kabul görmesi Resulullah efendimizin güvenilir oluşunun payı büyüktür. Şayet davranışlarıyla güven vermeyen birisi olsaydı insanlar onun etrafında toplanmazdı.
Resulullah efendimiz Eshabına daima güvenilir olmayı telkin ederdi. Emanetin zıddı olan hiyanetin çirkin bir davranış olduğunu söylerdi. Sahabiler de Resulullah efendimizi emin olarak tanımışlar ve sonsuz bir güvenle kendisine bağlanmışlardır.
Her Müslüman Resulullah gibi, güven vermesi, her kesiminde ve her alanda bunu sürdürmesi gerekir. Anne babanın çocuğa, çocuğun anne babasına; eşlerin birbirine; amirin memura, memurun amire; işçinin işverene; işverenin işçiye; satıcının müşteriye; müşterinin satıcıya güven duyduğu bir cemiyet sağlıklı bir yapıya kavuşmuş olur.
Resulullah efendimiz alışverişte güvenin bolluğa, berekete vesile olacağını bildirir. "Emanete riayet rızık, hainlik ise fakirlik getirir" buyurur. Burada emanet, sözde ve işte güven demektir. İnsanlar, sözüne ve işine güvenilmeyen kimselerle irtibat kurmaktan çekinirler.
Şayet bu kişi ticaretle uğraşıyorsa alışveriş yapmaktan, müşteri ise mal vermekten, sanatkar ise iş sipariş etmekten kaçınırlar. Dolayısıyla bu tür kişilerin mallarına ve çalışmalarına rağbet azalır, kazançları artmaz. İşte Resulullah efendimiz'in "hainlik fakrilik getirir" sözündeki incelik burada yatmaktadır. Ama tersi olursa, yani herkes birbirine güvenirse kazanç, üretim ve tüketim artar. Bu da bolluğa ve zenginliğe vesile olur.


[TOP]

16.30 Peygamber Efendimiz (s.a.v) Kişisel Bakımı

Previous topicNext topic
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Kişisel Bakımı
 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Kişisel Bakımı

Saçları

Yazılı vesikalara göre Hz. Peygamber (asm), ustura tıraşlı değil, uzun saçlıdır. Saç biçimi ise, uzunluk kısalık durumuna göre, üç şekil arzetmektedir. En kısa şekli kulak yumuşağına kadar olup, en uzun şekli de omuzlarına dokunacak derecede olandır ki, her durum için üç ayrı tabir kullanılmıştır. Kısadan uzuna doğru, kaynaklardaki ifadeler şöyledir:

Kulak yumuşaklarına kadar olan haline "vefre", kulak yumuşağını biraz geçene "limme", omuzlarına dokunacak kadar olan haline de "cümme" denmiştir. Rivayetler arasındaki değişiklik ise son derece normaldir. Her ravi, kendi gördüğü andaki halini anlatmış olacağına göre, rivayetler arasındaki farklılığı, bir çelişki olarak değerlendirmemek gerekecektir.

Hz. Peygamber (asm)'in saç tarama şekline gelince: İbn Abbas (ra)'ın rivayetinden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber döneminde Hicaz bölgesinde iki türlü saç tarama biçimi yaygındı. Ehl-i Kitab olanlar, kaküllerini önlerine düz tararlardı. O günün putperestleri ise perçemlerini ortadan ikiye ayırarak yanlara bırakırlardı.

Yeni bir model getirme yoluna gitmemişler; başlangıçta Ehl-i Kitab'ın uygulamasını benimseyerek, onlar gibi perçemlerini önüne düz taramışlar; Hicaz bölgesinde putperestliğin kökü kazınıp toplumda taraftarı kalmayınca, bu defa da, saçlarını önden ikiye ayırarak sağa-sola bırakır olmuşlardır.

Saç Bakımı

Peygamber Efendimiz (asm), saç bakımı hususunda, umumi bir tavsiyede bulunmuşlardır: "Kim saç bırakmışsa, onun bakımına dikkat etsin.", " Saçı olan, saçına ikram etsin."

İslami kaynaklar, Hz. Peygamber'in daima yanlarında bulundurdukları bazı zatî eşyalarını da kaydetmişlerdir. Bunlar; tarak, ayna, misvak, kürdan, makas, sürmedan gibi eşyalardır.

Peygamber Efendimiz (asm), üst-baş temizliğine son derece dikkat ettiği gibi, üstlerinin başlarının tertipli olmasına da o ölçüde itina gösterirlerdi.

Üst başın tertipli olmasını ve buna titizlik gösterilmesini isteyen Peygamber Efendimiz, sadece süslenmekle vakit geçirmeyi ise hoş karşılamamışlar; şık ve sade olmakla, süslenmeyi bir meşgale haline getirmeyi birbirinden ayırmışlardır.

Bize ulaşan bilgilerden anlaşılacağı üzere, Rasûlullah Efendimiz'in mübarek saçları ve sakal-ı şerifleri, göze batacak kadar ağarmamıştı. Esasen, Kainatın Efendisi'nin vücut yapılarında, son nefeslerine kadar bir değişiklik husule gelmemiştir: İhtiyarlık belirtileri, diş dökülmesi, az görme, yavaş işitme, saç dökülmesi, sakal ağarması vb. arızi durumlar, O'nda görülmemiştir.

Mevcut metinlere göre, ak düşen yerler; sakal başları, yani gözle kulak arasındaki favori yerleri, alt dudakla çene arasındaki bölge ile saçlarının dağınık yerlerinde olup, sakal-ı şeriflerindekilerin sayısı, saçlarındakinden fazla idi. Bunlar da, karşıdan fark edilecek cinsten değildi. Ağarmaya yol açan sebepler ise, yine kendilerince şöyle izah edilmektedir: "Benim saçımı sakalımı, Hûd ve benzeri sûrelerdeki âyet-i kerimeler ağarttı."

Peygamber Efendimiz (asm), saç boyası kullanmamışlar; ancak başlarını zaman zaman zeytinyağı ile yağlamışlardır. Yağı başlarına sürdükten sonra, sarıklarına bulaşmaması için, sarığın altına bir tülbend koyarlardı. Bu tülbend, yağın fazlasını emer ve sarıklarını yağlanmaktan korurdu.

İbn Sa'd'ın kaydettiği bir vesikadan anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber, başlarını, sidr ağacı yaprağının kaynatılmasıyla elde edilen bir karışımla yıkardı. Müminlerin annesi Ümmü Seleme (ra) başta olmak üzere, ashab-ı kiramdan pek çoğu, Hz. Peygamber'in mübarek saçlarını ve sakal-ı şeriflerinin kıllarını, teberrüken saklamışlardır. Bunların, bir kutsal miras ciddiyetiyle, nesilden nesile intikal ettiğini de biliyoruz.

Güzel Koku Sürünmeleri

Hz. Âişe (ra), Rasûlullah Efendimiz (asm)'in giyim kuşamı ve kılık kıyafeti ile birinci derecede ilgilenen güzide hanımlarındandı. Kendisi, hayatının her safhasında Rasûlullah Efendimiz'i, "bulabildiği en güzel kokular" sürerek giydirirdi.

Peygamber Efendimiz (asm), yanında "sükke" tabir edilen bir koku bulundurur ve gerektikçe ondan sürünürdü. Özellikle yolculuklarında birlikte götürülmesi mutad olan eşyaları arasında bir de "koku şişesi" yer almaktadır. Hz. Peygamber'in güzel koku ile ilgili davranışlarından biri de, O'nun ikram edilen kokuyu reddetmemesi idi.

"Zira koku, külfetsiz bir ikramdır!" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 320; Ebû Davud ve Nesaî).

"Dünyada bana, kadın ve güzel koku sevdirildi; namaz da, gözümün nuru kılındı." (Nesaî, VII,61,62; İbn Sa'd, 1, 398; el-Hakim, el-Müstedrek).

Peygamber Efendimiz (asm) sokağa çıktıkları zaman, kokularının o kendine has güzelliği ile çevredeki insanlar tarafından hemen farkedilirdi. Bu durumu, Enes b. Malik (ra) şöyle ifade etmektedir: "Rasûlullah Efendimiz Medine sokaklarının birinden geçtiğinde O'nun misk gibi kokusu hemen sezildiğinden, halk, o yoldan Hz. Peygamber'in geçtiğini söylerdi. Bizler, Peygamber Efendimiz'in gelişini, kokusunun güzelliğinden anlardık." (İbn Sad, Tabakat, 398-399; Mecme'uz-Zevaid, VIII, 282; el-Metalib'ül-Âliye, IV,25; Behcet'ül-Mehafil, II, 254).

Gözlerine Sürme Çekmesi

Peygamber Efendimiz (asm), hıfzısıhha dediğimiz koruyucu hekimliğe son derece önem verirlerdi: Saçlarını yağlaması, dişlerini misvakla temizlemesi, gözüne sürme çekmesi, suyu dinlene dinlene içmesi, fazla kireçli ve kalitesiz suları içmeyip Medine dışındaki pınar ve kuyulardan içme suyu getirtmesi, yediği gıdaların vücut ihtiyaçlarına göre ayarlanması ve daha pek çok tatbikatı, hep sıhhati korumak için almış olduğu tedbirlerdendi.

Hz. Peygamber (asm), sürmeyi, gece yatacağı zaman kullanırlardı. Yatmadan önce, üç defa sağ gözlerine, üç defa sol gözlerine çekerler; ondan sonra yataklarına girerlerdi. Gerek sürmeyi kullanma zamanı, gerek sürmenin faydalarına dair bilgilerden, sürmenin, süslenmek için değil, gözün sıhhatini korumak için kullanıldığı anlaşılıyor.

İbn Abbas rivayet ediyor:

Peygamber Efendimiz (asm): "Gözlerinizi ismid ile sürmeleyiniz. Zira ismid ile sürmelemek göze cila verir ve kirpik bitirir." buyurmuşlardır. İbn Abbas der ki: "Hatta Rasûlullah Efendimiz'in bir sürmedanı olup, her gece yatmadan önce bu sürmedandan üç kere sağ gözlerine, üç kere de sol gözlerine sürme çekerlerdi."

Prof. Dr. Ali Yardım


Sorularla İslamiyet