MAFİRETNAME-İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ
[TOP]
[TOP]
[TOP]
İsmail Fakirullah Hazretleri
İsmail Fakirullah Hz. Hicri 1067'de Recep Ayı Regaip Kandili'ne rastlayan Cuma Gecesi dünyaya gelmiştir. Babası Hoca Kasım Efendi'dir. İsmail Fakirullah Hz. çocuk yaşlarında ilim tahsiline başlamış ve hoca oluncaya kadar ilim tahsiline aralıksız devam etmiştir. 24 yaşındayken babasını kaybetmiştir. Bu yaşta evlenerek oturduğu camide müderrislik ve imamlık yapmaya başlamıştır. 30 yaşında annesini kaybettikten sonra zühd ve takvasının gereği olarak kendisine bir tarla satın almış, bizzat kendi elleriyle asma ağaçları dikmiş ve geçimini sağlamak için çalışmıştır. Tarla ekmiş, ekin biçmiştir. 40 yaşına kadar günlerinin çoğunu oruçla geçimiş, orucunu birkaç üzüm tanesi ile açmıştır. 40 gün konuşmadan, yeme içmeden kesilip mana alemine dalmıştır. Kırkıncı gün gözünü açmış, bir tas su içmiş, ekşi nar aşı isteyip, bir parça ekmekle yemiş ve kendine gelmiştir. Bundan sonra yemeğini normal yemeye başlamıştır. Daha sonra 48 yaşında Hacc'a gitmiştir. İsmail Fakirullah Hz.'nin biri kız olmak üzere 5 çocuğu vardı. İbrahim Hakkı Hz.'nin üstadı olan İsmail Fakirullah Hz.'nin büyük kerametleri olmuştur. Bunlardan bir tanesi de kuyu hadisesidir.İsmail Fakirullah Hz. 48 yaşındayken komşularından biri vefat eder. Onların evlerine taziyeye gider. Taziyede bulunduktan sonra namaz vakti izin alıp, eve dönmek isterken, avluda bulunan ve içinde su bulunmayan 22 m. derinliğinde bir kuyuya düşer. İsmail Fakirullah Hz.'nin camiye gelmediğini gören cemaat İsmail Fakirullah Hz.'ni aramaya başlar. Nihayet taziye evinden çıkanlar İsmail Fakirullah Hz.'nin kuyudan seslerini işitirler. Bunun üzerine kuyuya biri inerek İsmail Fakirullah Hz.'ni kuyudan çıkarır. Büyük Mürşid kuyudan çıkarılırken sarığı başında, terliği ayağında ve kaşındaki ufak sıyrık haricinde vücudunda herhangi bir yara veya kırık olmadığı halde olup bitenlerden habersiz hala o manevi mecliste içtiği muhabbet ve ilahi aşk şarabının etkisiyle istiğrak halindeydi. Kendisini kuyudan çıkartmak isteyenlere, "Beni kendi halime bırakın. Artık benim sizinle işim kalmadı, benden uzaklaşınız." diyerek kendisini mevlasıyla ve o manevi mecliste hazır bulunan evliya ruhlarıyla başbaşa bırakmalarını ısrarla istemiştir. İsmail Fakirullah Hz. ayıldığında kuyuya düştüğünden haberi olmadığını, ancak kuyuda bulunduğu zaman zarfında yüce Allah'ın Tecelli Sıfatlarıyla müstağrik olduğunu, bir çok evliyanın ruhlarıyla tanıştığını ifade eder. İsmail Fakirullah Hz.'nin istiğrak hali 8 yıl boyunca devam etmiştir. 9. yıl istiğrak halinden ayrılıp Cenab-ı Hak'tan aldığı feyzle, insanları hak yoluna irşada başlamıştır. Bir tarafta "Uveysiyye" tarikatının esasları doğrultusunda her kesimden insanları irşad ederken, diğer tarafta şer-i ilimler ve müspet ilimlerde dünyaca ünlü meşhur ilim adamları yetiştirmiştir. Hayatını hak yolda insanları irşad etmekle geçiren bu büyük veli Hicri 1146, Miladi 1734 senesinde ruhunu mevlasına teslim etmiştir. Kabri Tillo Kabristanlığı'nda kendi ismiyle anılan türbededir. İsmail Fakirullah Hz.'ni vefatından sonra halka tanıtan İbrahim Hakkı Hz.'dir. Her sene binlerce kişi türbesini ziyaret etmektedir.
[TOP]
İbrahim Hakkı Hazretleri
İbrahim Hakkı Hz. Hicri 1115, Miladi
1703 yılında Erzurum'a bağlı Hasankale İlçesi'nde doğmuştur. Babası Molla Osman,
bir mürşit aramak maksadıyla Tillo'ya gelmiş, burada İsmail Fakirullah Hz.'ni
bularak hizmetine girmiştir.
Babasının arkasından İbrahim Hakkı da amcası Ali ile birlikte Tillo'ya gelmiştir. Okuma çağındayken İsmail Fakirullah Hz.'ne talebe olup, o günün şartlarına göre çok ileri seviyede dini ve fenni ilimler tahsil etmiştir. Bunun üzerine hem dini ilimlerde, hem de fenni ilimlerde üstünlüğü ifade eden "Zülcenaheyn" yani "İki kanatlı" ünvanını elde etmiştir. Bu sırada hocası ve şeyhi olan İsmail Fakirullah Hz.'nin tarikatı olan "Uveysiyye" tarikatına intisap etmiştir.
Büyük mütefekkir İbrahim Hakkı Hz. hadis ve fıkıhta, tasavvuf ve edebiyatta, psikoloji ve sosyolojide, tıp ve astronomide ve pek çok ilim dalında büyük bir kudret ve yetenek göstermiştir. Doğunun yetiştirdiği bu büyük alim, kısa zamanda dünya çapında ün salmıştır. İslam alemine ve insanlığa bıraktığı değerli eserler, onun şahsiyetinin ve ilminin faziletini gösterir.
Mürşidi ve hocası İsmail Fakirullah Hz.'nin vefatından sonra irşad ve öğretim görevlerini hocasının oğlu Abdulkadir-i Sani Hz. ile birlikte devralarak hayatı boyunca sürdürmüştür.
İbrahim Hakkı Hz. üç sefer Hacc'a gitmiştir. İlk hac farizasını 1738'de, ikincisini 1763'te, son haccını da 1767'de yapmıştır.
İbrahim Hakkı Hz. 1758'de İstanbul'a gitmiş, bu gidişinde saraya özel olarak davet edilmiştir. O zamanın sultanı I. Mahmud tarafından davet edilmesinin sebebi daha önce sultan ile İsmail Fakirullah Hz. arasındaki haberleşme olmuştur. İbrahim Hakkı Hz. sarayda bulunduğu müddetçe, zamanının çoğunu saray kütüphanesinde geçirmiştir, bir süre sonra yeniden Tillo'ya dönmüştür.
Hicri 1194, Miladi 1780'de 77 yaşında iken Cenab-ı Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Kendi arzusu üzerine Mürşidi İsmail Fakirullah Hz. için daha önce yaptırdığı ve kozmografik bir özelliğe sahip olan türbede, mürşidinin ayaklarının ucuna defnedilmiştir.
İsmail Fakirullah Hz. ve İbrahim Hakkı Hz.'nin Türbesi :
Bir büyük ve iki küçük kubbenin örttüğü iki oda ve bir hol ile bir kuleden ibarettir. Türbenin asıl özelliği; Tillo'nun 3-4 Km. doğusundaki bir tepe üzerine yapılmış olan duvardaki 40x50 Cm boyundaki pencereden her yıl; gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart günü, yeni doğan güneşin ilk ışınları, türbenin tümü kale duvarının etkisiyle gölgede kalırken, pencere boşluğundan geçip, türbe kulesinin penceresine vurarak kırılmak suretiyle İsmail Fakirullah'a ait sandukanın baş tarafını aydınlatmasıdır. Bununla ilgili "yeni yılda doğan ilk güneş, hocamın baş ucunu aydınlatmazsa, ben o güneşi neyleyim." Sözü İbrahim Hakkı'nın hocasına olan saygısını göstermektedir.
Ne yazık ki bu ışık düzeni, türbenin restorasyonu sırasında bozulmuş bulunmaktadır. Avrupa'nın bir çok uzman bilim adamı, bütün uğraşlarına rağmen bu ışık düzenini eski orijinal haline getirememişlerdir.
İsmail Fakirullah Hz. ve İbrahim Hakkı Hz. Müzesi :
Tillo tarihi eserler yönünden çok zengindir. İbrahim Hakkı'nın kullandığı kozmoğrafya aletleri, haritalar, güneş sistemi ile ilgili tahta küreler, el yazması çok değerli kitaplarla düşünüre ait çeşitli eşyalar halen Tillo'daki torunlarında bulunmaktadır.
İbrahim Hakkı Hz.'nin Eserleri :
İlk ana eseri Divanı'dır. 1755'te yazılmış. 1847'de Mehmed Said tarafından İstanbul'da basılmıştır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanı ismini taşır. 230 sayfadır. İlâhiname, Aşknâme, Hz. Muhammed'i öven bir şiir ve kendi halini, niteliğini bildiren bir manzumesi vardır. Divanı büyük oğlu İsmail Fehim'e ithaf edilmiştir. İsmail Fehim astronomi ve müzikle uğraşan güzel kanun, santur çalan bir zattır. Kendisinin çalmış olduğu 74 telli bir santuru vardı. İbrahim Hakkı Divanı'nda musiki ile ilgili "Musikiye Dair Nazım" adlı bir şiir bulunmaktadır.
İkinci ana eseri Marifetname'dir. Ansiklopedi türündedir. 1757'de yazılmıştır. 1836 ve 1864'te Mısır'da 1868, 1889 ve 1914'te İstanbul'da basılmıştır. Ortalama 600 büyük sayfadır. El yazmaları 2 cilt olup, halen Tillo'da torunlarından Sadettin TOPRAK tarafından muhafaza edilmektedir.
Eser bir önsöz, üç büyük bölüm ve bir sonsöz ihtiva eder. Her bölüm daha alt bölümlere ayrılmıştır. Önsöz tamamen dinidir.
Birinci bölüm Fenn-i Evvel'dir. Allah'ın varlığını, birliğini anlattıktan sonra yalın ve bileşik cisimleri, madenleri, bitkileri ve nihayet insanı anlatır. Sonra geometri, astronomi ve takvim konuları yer alır. Coğrafyaya ait bölümünde 100'den fazla ilin hangi enlem ve boylamda olduğunu göstermiştir. Ayrıca, "Hiçbir çağda yerin döndüğüne inananlar eksik olmamıştır." demiştir.
İkinci bölümde fenn-i Sani, anatomi, fizyoloji gibi bilimler yer alır. İnsan vücudunu estetik bakımdan da incelemiş, araya beyitler sıkıştırmıştır. Vücut yapısı ile huy arasındaki ilişkiye inanmış ve bunu şiirle anlatmıştır. Bu bölümün sonunda ruha, sağlığa ve ölüme ait geniş bilgi vardır.
Üçüncü bölüm olan fenn-i Salis, dini, ilahi ve felsefi içeriklidir.
Kırk sayfa tutan son bölüm törebilimdir diyebiliriz. Öğretimin yol ve yöntemini, öğrencinin üstadına takınacağı tutumu, ana ve babaya karşı saygı ve sevgi, evlenme ve evlenmede aranacak nitelikler, karı-kocanın birbiriyle ilişkileri töresi, çocuklara karşı görevleri, akraba, hizmetçi, komşu, dost, halk ve bilginlerle görüşüp konuşma yolu ve töreleri yer alır. Sayın Rauf İNAN, İbrahim Hakkı'nın bu cephesini incelerken, O'nu ilk eğitim filozofumuz olarak tanıtır.
Marifetname, Arapça ve Farsça'ya da çevrilmiştir.
İbrahim Hakkı'nın üçüncü büyük eseri İrfaniye'dir. 1761'de yazılmıştır. 495 sayfadır. Arapça, Farsça ve Türkçe bölümleri vardır. Konusu "Kendisini bilmeyen, Rabbini bilemez." anlamındaki hadistir. İnsan vücudu evrene benzetilmiştir. Vücutta akıl, evrende Rab gibidir. Şöyle öğütleri vardır: "Tekkelerde eğlenmeyip, ilim meclisine gelesin. Herkese şefkat nazarı ile bakıp hakir görmeyesin ve hizmet buyurmayasın. Tezyi-i zahiri koyup gökçek ahlak ile tezyi-i bâtına gidersin." demektedir.
Dördüncü ana eseri İnsaniye'dir. 1763'te yazılmıştır. 722 sayfadır. Kendisi bu eseri için "140 kitaptan üç lisan üzre cem ettim." diyor. Oğlu İsmail Fehim ve amcazadesi Yusuf Nedim'in el yazısı olan iki nüshası torunlarında vardır.
Beşinci büyük eseri Mecmuat-ül Mani, 1765'te yazılmıştır. Kayınbiraderi Mustafa Fani'nin el yazısı olan bir nüshası Mehmet Ali Benderli'de vardır. Bu kitapta münacaatlar, şükürnameler ve Şifa-üs Sudur başlığı altında topladığı manzumeleri vardır. Fakirullah'ın ölümü, oğul ve torunlarının doğumuna, hacca gidişine ait düşürdüğü tarihler de bu kitaptadır. Arapça, Farsça ve Türkçe bir de sözlüğü vardır. Arapça ve Farsça'dan dilimize alınan kelimelerin imlalarını, Türkçe söylenişlerine göre sesli harf koyarak yazmıştır. Mesih İbrahim Hakkıoğlu diyor ki: "Bu sözlüğü incelemeden evvel, İbrahim Hakkı'nın mektuplarında müjde, aslan, sokak gibi kelimelerin yazılışını görüp şaşırdım. İbrahim Hakkı gibi Arapça ve Farsça'yı ana dili gibi bilen, bu dillerde yazılmış yüzlerce eseri inceleyen bir bilginin mektuplarında imla hatası yapmasına akıl erer miydi? Ancak bu sözlüğü inceledikten sonra bir çığır açmak istediğini anladım."
İbrahim Hakkı'nın günümüze kadar kalmış bir de Ruzname'si vardır. 1753 yılında yapılmış, yüzyıllarca takvim işini görebildiği için Devr-i Daim de denen araç, 52,5 Cm çapında bir ağaç çembere gerilmiş derinin bir çok daire ve yarıçaplara bölünmesi ile meydana gelmiştir. Siirt ve Tillo gibi 40. Enlemde bulunan yerlere göre düzenlenmiştir. Bir göç yılının herhangi bir ayının bir günü aranırken bunun haftanın hangi günü olduğu, o gün güneşin kaçta doğup battığı kolayca bulunabilir. Duvar ve cep takvimlerinin bulunmadığı bir dönemde bu aracın önemi açıktır.
Bu açıklamalardan sonra İbrahim Hakkı Hz.'nin tespit edilebilen 58 eserini şöyle sıralayabiliriz.
1- Seyr-u Süluk :1722 yılında yazılmıştır. Eser Arapça olup, bir tasavvuf kitabıdır.
2- Süluk-u Tarikil-Fena :1726 yılında yazılmıştır. Eser Arapça bir tasavvuf kitabıdır.
3- Lubbul-Kutub :1740 yılında yazılmıştır. Eser 4 cilt olup, seçme şiirlerden derlenmiştir.
4- Tecvit :1749 yılında yazılmıştır. Eser tecvitle ilgilidir.
5- Saatname :1750 yılında yazılmıştır. Eser zaman belirleme usullerini içerir.
6- Tertib'ul-Ülum :1751 yılında yazılmıştır. Eser manzum olup, dini ve içtimai konuları içerir.
7- Menazil'ul-Kamer :1752 yılında yazılmıştır. Eserde mevsimlerle, aylarla ilgili bilgiler vardır.
8- İhtiyarat'ül-Kamer :1752 yılında yazılmıştır. Eser gezegenler ve takvimlerle ilgili bilgileri içerir.
9- Gurre-Name :1752 yılında yazılmıştır. Eser takvimi hesapları kapsıyor.
10- Rûz-Name :1752 yılında yazılmıştır. Eser ağaçtan yaptığı takvimin kullanılışını izah ediyor.
11- Divan-ı İlahi-Name :1755 yılında yazılmıştır. Eser Türkçe manzum ve tasavvufidir.
12- Mahzen-Ül-Esrar :1755 yılında yazılmıştır. Eser manzum olup, tasavvufidir.
13- Marifetname :1757 yılında yazılmıştır. Eser Türkçe olup, tasavvuf, astronomi, anatomi, geometri, psikoloji ve edebiyat konularını içeriyor. Orjinali 2 cilttir.
14- Tezkirat'ül-Ehbab :1757 yılında yazılmıştır. Eser Arapça olup, Şeyh İsmail Fakirullah'ın hayatını konu ediniyor.
15- Mecmuat'ul-İrfanniye :1761 yılında yazılmıştır. Eser tasavvufidir.
16- Mecmuat'ul-İnsanniye :1763 yılında yazılmıştır. Eser nazımdır.
17- Hısn'ul-Arifin :1765 yılında yazılmıştır. Eser sırrın izahı ile ilgilidir.
18- Vuslat-Name :1765 yılında yazılmıştır. Eser nazımdır.
19- Mir'at'ul-Kevneyn :1765 yılında yazılmıştır. Eser Arapça nazımdır.
20- Kuvt-i Can :1765 yılında yazılmıştır. Eser şeyhinin menkıbelerini içeriyor.
21- Noş-i Can :1765 yılında yazılmıştır. Türkçe ve Farsça beyitleri içine alıyor.
22- Mecmuat'ül-Meani :1765 yılında yazılmıştır. Eser mana ilimleri ile ilgilidir.
23- Rub'ul Muceyyeb :1765 yılında yazılmıştır. Eser yeryüzünün enlem ve boylamlarının, saat vakitlerinin nasıl bulunabileceğinden, kıble ve yön tayininden, dağların yükseklikleri ile engebeli mesafelerin ölçülmesine dair usulleri içerir.
24- Tuhfet'ul-Kiram :1766 yılında yazılmıştır. Eser Arapça ve Farsça'dır.
25- Celal'ul-Kulub :1766 yılında yazılmıştır. Eser çok değerli manevi telkin ve tavsiyeleri içerir.
26- El-İnsan'ul Kamil :1766 yılında yazılmıştır. Eser Türkçe olup, olgun bir insan modelini takdim ediyor.
27- Nuhbet'ul-Kelam :1768 yılında yazılmıştır. Eser Arapça, Farsça ve Türkçe'dir.
28- Meşarik'ul-Yuh :1771 yılında yazılmıştır. Eser Arapça, Farsça ve Türkçe olup, değişik kaynaklardan derlenmiştir.
29- Avamil ve Kavaid'ul-Farisiyye :Eserler Fars Dili'nin bazı gramer kurallarını içeriyor.
30- Aynı Eser,
31- Sefinetu-Nuh :1773 yılında yazılmıştır. Eser üç dilde yazılmış manzumdur.
32- Kenz'ul-Fütuh :1774 yılında yazılmıştır. Eser tasavvufa dair nazımdır.
33- Definetur-Ruh :1775 yılında yazılmıştır. Eser Arapça, Farsça ve Türkçe yazılmıştır.
34- Kitab'ul-Alem :1775 yılında yazılmıştır. Eser Arapça'dır.
35- Ruhuş-Şüruh :1776 yılında yazılmıştır. Eser İlahi-Name adlı eserinden derlenmiştir.
36- Akidet'ul-İman :1777 yılında yazılmıştır. Eser Arapça olup, çocuklar için imani bilgiler içeriyor.
37- Urvetil-İslam :1777 yılında yazılmıştır. Eser Marifetname'den alınmıştır.
38- Ulfet'ul-Enam :1777 yılında yazılmıştır. Eser Arapça'dır.
39- Hey'et'ul-İslam :1777 yılında yazılmıştır. Eser tefsir ve hadis ilimleri ile ilgilidir.
40- Vasiyet-Name :1778 yılında yazılmıştır. Eser Oğlu İsmail Fehim'e yazdığı mektupları ihtiva ediyor.
41- Mürşid'ul-Muteehhiliyn :Eser ailevi konular içeriyor.
42- Muntehebat-i Manzume :Eser tasavvufi beyitlerden oluşturulmuştur.
43- Şükür-Name :Eser Manzumdur.
44- İkbal-Name :Eser ahlaki konuları içerir. Nazımdır.
45- İstihrac-i Amal-i Felekiyye :Eser astronomi ile ilgili nazımdır.
46- Süluk-i Tarik-i Nakşibendi :Eser Nakşi Tarikatı'nın usullerini izah ediyor.
47- Ed'iye-i Mensure,
48- Şifa-ul Sudur, 49- Uzletname, 50- Ulfet'ul-Kulub, 51- Menkubus-Sır, 52- Nefy'ul-Vücud, 53- Vahdet-Name, 54- Teferrüc-Name, 55- Manzume-i Avamil, 56- Sırr'ul-Sır, 57- Kelimatu-Fakirullah, 58- Lubbul-Lub,
İbrahim Hakkı Hz.'nin Şiirlerinden Seçmeler
TEFVİZNÂME
Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Arif anı seyr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Sen Hakk'a tevekkül kıl
Tefviz et ve rahat bul
Sabreyle ve razı ol
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Kalbin ona berk (yaprak) eyle
Tedbirini terk eyle
Takdirini derk eyle (anla)
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hallak-ı Rahim oldur
Rezzak-ı Kerim oldur
Fa'al-ı Hakim oldur
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
...........
[TOP]
1-BÖLÜM:
İTABIN MUKADDİMESİ
Kur'an âyetleri
ve Peygamber hadislerinin bildirdiği şekilde itimat ve itikat olunacak dinî
hususlara ve kesinlikle ihtiyaç ola İslâm bilginlerinin görüşlerine göre; Arş'ın
yaratılışının tertibini, Kürs'ü, Cennetleri, gökleri, yerleri, denizleri,
ışıkları, kıyamet alâmetlerini, kıyametin hal ve durumlarını, cihanın harap
oluşunu ve yokoluşunu, Rahman'a kavuşma âleminin (Ahiretin) ebediliğini dört
bölümle tafsil eder.
BİRİNCİ BÖLÜM
Özet olarak âlemin yaratılış
tertibini, Arş-ı Azam'ın büyüklüğünün keyfiyetini, Arş'ın taşıyıcılarını, o
muhterem kürenin, çevresinde olan nehirleri, melekleri ve sair toplulukları ve
altında olanr Kürs'ü, Sidre'yi, Levh-i Mahfuz'u ve Kalem'i altı madde ile beyan
eder.
Birinci Madde:
Cihanın yaratıcısının, âlemde
olan güzel sanatlarını derin derin düşünmeye sevkeden açık alâmetleri
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, Hak Teala bu âlemi, varlık ve
birliğine alâmet edip, bütün eşyada, görecek gözü olanlara sanatını ortaya
çıkarmakla hikmetinin hakikatlerini duyurmuştur. Kullarını, kendini tanıma
hususunda rağbete getirmek için Kelam-ı Kadim'inde azametle şöyle buyurmuştur:
(Burada yazılan âyetler, Kur'an'daki tertib
üzerinedir.)
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, âlemlerin Rabbine Mahsustur."
(1/2)¥
"Göklerin ve yerin hükümranlığının Allah'a ait olduğunu bilmez misin?
Allah'dan başka dost ve yardımcınız yoktur." (2/107)
"Allah, kendisinden
başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an
yaratıklarını gözetip durandır. Göklerde olan ve yerde ola ancak onundur. Onun
izni olmadan katında şefaat edecek kimdir? Onların işlediklerini ve
işleyeceklerini bilir, dilediğinden başka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.
Hükümdarlığı, gökleri ve yeri kaplamıştır, onların gözetmesi ona ağır gelmez. O,
yücedir, büyüktür." (2/255)
"Şüphesiz gökte ve yerde hiçbir şey Allah'dan
gizli kalmaz. Ana rahminde sizi, dilediği gibi şekillendirir. ondan başka tanrı
yoktur. Güçlüdür, hakimdir." (3/5-6)
"Göklerde olanlar da, yerde olanlar da
Allah'ındır. İşler Allah'a varacaktır. (3/109)
"Göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiplerine
şüphesiz deliller vardır. onlar, ayakta iken, otururlarken, yan yatarlarken
Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: "Rabbimiz! Sen bunu
boşuna yaratmadın, sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru," derler.
(3/190-191).
"Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Allah, her
şeyi kuşatır." (4/126)
"Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin hükümdarlığı
Allah'ındır. Dönüş onadır." (5/18)
"Göklerin, yerin ve onlarda olanların
hükümdarlığı Allah'ındır. Allah, her şeye kadirdir." (5/120)
"Göklerin ve
yerin Allah'ı, içinizi, dışınızı bilir, kazandıklarınızı da bilir."
(6/3)
"Gaybın anahtarları onun katındadır, onları ancak o bilir. Karada ve
denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı
kuruyu -ki apaçık bir Kitap'dadır- ancak o bilir." (6/59)
"Göklerde ve yerde
olanlar onundur; hepsi ona boyun eğmiştir." (30/26)
"Yakinen bilenlerden
olması için İbrahim'e göklerin ve yerin hükümranlığını şöylece gösterdik."
(6/75)
"Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek
çevirdim, ben puta tapanlardan değilim." (6/79)
"Rabbiniz, gökleri ve yeri
altı günde yaratan sonra arşa hükmeden, gündüzü -durmadan kovalayan- gece ile
bürüyen, güneşi, ayı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden
Allah'dır. Bilin ki, yaratma da, emir de onun hakkıdır. Alemlerin Rabbi olan
Allah yücedir."(7/56)
"Göklerin ve yerin hükümdarlığı elbette Allah'ındır.
Dirilten ve öldüren odur. Allah'dan başka dost ve yardımcınız yoktur."
(9/116)
"Yerde ve gökte hiç bir zerre Allah'dan gizli değildir; bundan daha
küçüğü veya daha büyüğü şüphesiz apaçık bir Kitaptadır." (10/61)
"Göklerde ve
yerde olana bakın, de" (10/101)
"Göklerde ve yerde olan herşey Rahman'ın
kulundan başka bir şey değildir. And olsun ki ilmi onları kuşatmış ve teker
teker saymıştır." (19/93-94)
"Eğer yerle gökte Allah'dan başka tanrılar
olsaydı, ikisi de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların
vasıflandırdıklarından münezzehtir." (21/22)
"Rabbinin gölgeyi nasıl
uzattığını görmez misin? İsteseydi onu durdururdu. Sonra biz, güneşi, ona delil
kılıp yavaş yavaş kendimize çekmişizdir." (25/45-46)
"Dağları yerinde donmuş
sanırsın, oysa onlar bulutlar gibi geçerler. Bu herşeyi sağlam tutan Allah'ın
işidir. Doğrusu o, yaptıklarınızdan haberdardır." (27/88)
"Rüzgarı gönderip
bulutları yürüten, oları gökte dilediği gibi yayan ve kısım kısım yığan
Allah'dır. Artık sen de aralarından yağmurun çıktığını görürsün. Allah'ın
kullarından dilediğine verdiği yağmurla daha önceden kendilerine yağmur
indirilmesinden ümitlerini kesmiş oldukları için onlar seviniverirler. Allah'ın
rahmetinin belirtilerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?
Şüphesiz ölüleri o diriltir, her şeye kadirdir." (30/48-50)
"Allah'ın geceyi
gündüze, gündüzü geceye kattığını, her biri belirli bir süreye doğru hareket
edecek olan güneşi ve ayı buyruk altında tuttuğunu; Allah'ın yaptıklarınızdan
haberdar olduğunu bilmez misin?" (31/29)
"Gökleri, yeri ve ikisinin arasında
bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden Allah'dır. Ondan başka bir
dost ve şefaatçiniz yoktur. Düşünmüyor musunuz?" (32/4)
"Hamd, göklerde
olanlar ve yerde bulunanlar kendisinin olan Allah'a mahsustur. Hamd, ahirette de
ona mahsustur. O, hakimdir, her şeyden haberdardır. Yere gireni ve ondan çıkanı,
gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. o, merhametlidir, mağfiret sahibidir.
Gaybı bilendir. Göklerde ve yerde zerre kadar olanlar bile onun ilminin dışında
değildir. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık Kitaptadır."
(34/1-3)
"Doğrusu zeval bulmasın diye gökleri ve yeri tutan Allah'dır. Eğer
onlar zevale uğrarsa ondan başka, and olsun ki, onları kimse tutamaz. O,
şüphesiz halimdir, bağışlayıcıdır." (35/41)
"Orada hurmalıklar ve üzüm
bağları var ederiz, aralarında pınarlar fışkırtırız. Onu ve elleriyle
yaptıklarının ürünlerini yesinler; şükretmezler mi? Yerin yetiştirdiklerinden,
kendilerinden ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah münezzehtir.
Onlara bir delil de gecedir: Gündüzü ondan sıyırırız da karanlıkta kalıverirler.
Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu güçlü ve bilgin olan Allah'ın
kanunudur. Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin
etmişizdir. Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir
yörüngede yürürler. Onlara da bir delil: Soylarını dolu gemiyle taşımamız ve
kendileri için bunun gibi daha nice binekler yaratmış olmamızdır."
(36/34-42)
"Gökleri ve yeri yaratan, kendilerinin benzerini yaratmaya kadir
olmaz mı? Elbette olur; çünkü o, yaratan ve bilendir. Bir şeyi dilediği zaman,
onun buyruğu sadece, o şeye: 'Ol' demektir, hemen olur. Her şeyin hükümranlığı
elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah yücedir."
(36/81-83)
"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi, güçlüdür,
çok bağışlayandır." (38/66)
"Onlar, Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler.
Bütün yeryüzü, kıyamet günü onun avucundadır; gökler onun kudretiyle dürülmüş
olacaktır. O, putperestlerin ortak koştuklarından yüce ve münezzehtir.
(39/67)
"Sur'a üflenince, Allah'ın dilediği bir yana, göklerde olanlar, yerde
olanlar baygın düşer. Sonra sura ir daha üflenince, hemen ayağa kalkıp bakışır
dururlar. Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır, kitap açılır, peygamberler ve
şehitler getirilir ve onlara haksızlık yapılmadan, aralarında adaletle hüküm
verilir. Her kişiye işlediği ödenir. Esasen Allah, onların yaptıklarını en iyi
bilendir. inkar edenler, bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında
kapıları açılır. Bekçileri onlara: "Size, içinizden, Rabbinizin ayetlerini
okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?" derler.
"Evet geldi," derler. Lakin azap sözü inkarcıların aleyhine gerçekleşir. Onlara:
"Temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin; böbürlenenlerin durağı ne
kötüdür!" denir. rabblerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete
götürülürler. Oraya varıp da kapıları açıldığında, bekçileri onlara: "Selam
size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin," derler. Onlar: "Bize verdiği
sözde duran ve bizi bu yere vâris kılan Allah'a hamdolsun. Cenette istediğimiz
yerde oturabiliriz. Yararlı iş işleyenlerin ecri ne güzelmiş!" derler.
(39/68-74)
"Sizin içi yeri durak, göğü bina eden, size şekil verip de
şeklinizi güzel yapan, sizi temiz şeylerle rızıklandıran Allah'dır. İşte
Rabbiniz olan Alah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir." (40/64)
"Dikkat
edin; onlar Rabblerine kavuşmaktan şüphededirler; dikkat edin, Allah şüphesiz
her şeyi bilgisiyle kuşatandır." (41/54)
"Göklerin ve yerin yaratanı, size
içinizden eşler, çift çift hayvanlar var etmiştir. Bu suretle çoğalmanızı
ağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir."
(42/11)
"Gökte de tanrı, yerde de tanrı odur. Hakim olan, her şeyi bilen
odur. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı kendisinin
olan Allah ne yücedir! Kıyamet saatini bilmek ona aittir. Ona döneceksiniz."
(43/84-85)
"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun
diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak gerektiği gibi yarattık. Ama
insanların çoğu bilmezler." (44/38-39)
"Övülmek, göklerin Rabbi, yerin Rabbi
ve âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. Göklerde ve yerde azamet onundur. O,
güçlüdür, hakimdir." (45/36-37)
"Göklerde olanları, yerde olanları, hepsini
sizin buyruğunuz altına vermiştir. Doğrusu bunlarda düşünenler için dersler
vardır." (45/13)
"Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ın. Allah, bilendir,
hakimdir." (48/4)
"Göklerin ve yerin hükümralığı Allah'ındır. O, dilediğini
bağışlar, dilediğine azap eder. Allah bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir."
(48/14)
"Göklerde ve yerde olan kimseler, her şeyi ondan isterler; o, her an
kainatı tasarruf etmektedir. Öyleyse Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?" (55/29-30)
"Yeryüzünde bulunan her şey fanidir, ancak yüce ve
cömert olan Allah'ın varlığı bakidir." (55/29-30)
"Göklerde ve yerde olanlar
Allah'ı tesbih ederler. O, güçlüdür, hakimdir. Göklerin ve yerin hükümranlığı
onundur; diriltir, öldürür. O, her şeye kadidir. O, her şeyden öncedir,
kendisinden sonra hiç bir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı âşikardır; gerçek
mahiyeti insan için gizlidir. O, her şeyi bilir. Gökleri ve yeri altı günde
yaratan, sonra arşa hükmeden, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya
yükseleni bilen odur. Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir. Allah
yaptıklarınızı görür. Göklerin ve yerin hükümranlığı onundur. Bütün işler
Allah'a döndürülür. Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; o, kalblerde
olanı bilendir." (57/1-6)
"Göklerde olanları da, yerde olanları da Allah'ın
bildiğini bilmez misin? Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlaka odur;
bunlardan az veya çok, ne olursa olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar,
mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü, işlediklerini onlara haber
verir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir." (58/7)
"Göklerde olanlar da, yerde
olanlar da Allah'ı tesbih ederler. Hükümdarlık onundur, övülmek ona mahsustur.
O, her şeye kadirdir." (64/1)
"Gökleri ve eri gerektiği gibi yaratmıştır.
Size şekil vermiş ve şeklinizi güzel yapmıştır. Dönüş onadır. Göklerde ve yerde
olanları bilir; gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir; Allah,
kalblerde olanı bilendir." (64/3-4)
"Yedi göğü ve yerden bir o kadarını
yaratan Allah'dır. Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve ilminin her şeyi
kuşattığını bilmeniz için Allah'ın buyruğu bunar arasında iner durur."
(65/12)
"Hükümdarlık elinde olan Allah yücedir ve her şeye kadirdir.
Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için ölümü ve dirimi yaratan odur.
O, güçlüdür, bağışlayıcıdır. Gökleri yedi kat üzere yaratan odur. Rahman'ın bu
yaratmasında düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir aksaklık
görebilir misin." (67/1-3)
"And olsun ki yakın göğü şıklarla donattık,
onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabı
hazırladık." (67/5)
"Sizi yerde yaratıp yayan odur ve onun huzurunda
toplanacaksınız." (67/24)
"Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını
görmez misiniz? Aralarında aya aydınlık vermiş, güneşin ışık saçmasını
sağlamıştır. Allah sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir. Sonra sizi oraya
döndürür ve yine oradan çıkarır. Yeryüzünde dolaşabilmeniz, orada yollardan ve
geniş geçitlerden geçebilmeniz için onu size yayan odur."
(71/15-20)
İkinci Madde
Alemin yaratılış
düzenini özet olarak bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, müfessirler
ve muhaddisler ittifak etmişlerdir ki; Allah Teala Hazretleri, birlik
mertebesinde gizli bir hazineyken, tanınmayı ve bilinmeyi istemesi ve
sevmesiyle, ruhlar ve cesetler âlemini yaratıp, kendi rahmetinin güzelliğini,
celal ve azametini, bağış ve nimetini, sanatının çeşitliliğini ve hikmetinin
sırlarını göstermeyi diledikte; bütün yaratıklarından önce yokluğun sırrından
pırıl pırıl yeşil cevheri vücuda getirmiştir. Bazı rivayetlere göre, kendi
nurundan oldukça hoş ve büyük bir cevher var edip, ondan kâinatın tümünü derece
derece ve düzenli biçimde ortaya çıkarmıştır. Buna, ilk cevher, nur-u Muhammedî,
Cevh-i mahfuz, akl-ı kül, izafî ruh diye adlandırırlar ki, bütün ruhların ve
cesetlerin başlangıcı ve kaynağı bu cevherdir. Çünkü Hak Teala muhabbetle o
cevhere bir bakmıştır; o anda cevher, utancından eriyip su gibi akmıştır, halis
özü üstüne çıkmıştır. O özden ilk olarak küllî nefsi yaratmıştır. Sonra
meleklerin ruhlarını, bitkilerin ruhlarını, tabiatların ruhlarını sırasıyla
yaratmıştır. Bu ruhlar için mertebelerine göre belirli makamlar tayin edip, her
sınıf kendi belli makamlarına gitmiştir. Her ruh, kendi cinsini bulup,
topluluklar oluşturmuş ve her topluluk makamında kalmıştır. Ruhlar ve melekler
âlemi, bu ondört çeşit ruhla tamam olmuştur. Bu âlemin en yüksek, en saf ve en
güzel olanını gayb âlemi, lâhut âlemi, ceberut âlemi diye adlandırırlar.
Ortasına, ruhlar âlemi, mânâlar âlemi, emirler âlemi, derler. Alt kısmına, en
kesif ve cisimlere yakın olan kısmına mücerret âlemi, berzah âlemi, misal âlemi
derler.
Melekler ve ruhlar âleminin yaratılmasından ikibin yıl sonra Hak
Teala'nın ezeli iradesi diledi ki, nam ve şanını ortaya çıkarmak için cisimler
âlemini yarattı. Bunun üzerine ilk cevhere muhabbetle bir daha bakmıştır. Onun
yüzü suyu, utancından harekete gelip dalgaları yükselmişti r ve cevherin yüce
özünden arş-ı âzam vücuda gelmiştir. Öteki özlerinden kürsü, cennet, cehennem,
yedi gök, dört unsur vücuda gelip şekillenmiştir. Arş-ı âlâdan esfel-i sâfiline
dek bu sûret âlemi, bu tertip üzere düzen bulup, onbeş çeşit cisimle mülk
âleminin ortaya konuşu tamam olmuştur. Bu âlemin üst tabakasına ulvî âlem, beka
âlemi, ahiret âlemi derler; orta tabakasına orta âlem, gök cisimleri âlemi,
felekler âlemi, gökle âlemi derler; alt tabakasına süflî âlem, cisimler âlemi,
unsurlar âlemi, oluş ve bozuluşlar âlemi, dünya âlemi derler. Ruhlar ve melekler
âlemindekilerle mülk âlemindekilerin toplamı yani ruhların çeşitleri ile basit
cisimlerin sınıflarının hepsi, harfler misali yirmi dokuzda tamam olmuştur. Her
iki âlemin varlıklarının birleşmesinden üç kısım bileşik cisim vücuda gelmiştir:
Madenler, bitkiler ve hayvanlar. Tıpkı hece harflerinden isim, fiil ve harflerin
vücuda gelip, insanların lisanı olduğu gibi, her iki âlemdekilerden de üç
bileşim ortaya çıkıp, onlardan cihan kitabı sonsuz mânâlar kazanmıştır. Şu halde
ibret gözüyle âleme bakan ârifler, her nesnede nice hikmetler görmüşlerdir ve
Allah dostları, Allah'ın yüce sanatının sırlarını anlayarak, birer harf olan
eşyadan mânâya ulaşıp, Hak'kın huzuruna ermişlerdir.
Rubai
Alem ki tamam
nüsha-i hikmettir
Mânâsını fehm eyleyene cennettir
Mahrum-u şuhûd
olanların çeşminde
Zinda-ı belâ çah ve gam-ı
mihnettir.
Üçüncü Madde
Arş-ı âzamı ve muhterem
taşıyıcılarının keyfiyetini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki,
müfessirler ve muhaddisler, söz birliği ile demişlerdir ki; Hak Taâlâ, âlemin
tamamını bir anda yaratmaya kâdirken altı günde yaratması, yani pazar gününden
başlayıp âlemde bulunanları cuma gününde tamam eylemesi, kullarına her işte
sabır ve ihtiyatı öğretmek ve anlatmak içindir. Nitekim buyurmuşlardır ki: "And
olsun ki gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve
biz bir yorgunluk da duymadık." (51/38). Hak Teala kudretiyle, yeşil cevherin
yüksek özünden arş-ı âzâmı yaratmıştır ki, onun nurunun büyüklüğü anlatılamaz.
Bunun etrafı kırmızı yakut olup, bütün yaratıkların sıfat ve sûretleri burada
nakşolunmuş, resmedilmiştir. Göklerin üstünde Rahman'ın arşı, meleklerin kıblesi
kılınmıştır. Nitekim yeryüzünde Kâbe, yerdekilerin kıblesi kılınmıştır. Arş-ı
âzamın yetmiş bin lisanı vardır ki, her bir lisanı başka bir lügatla Hak
Taala'ya tesbih eder, zikredicidir. Arş-ı âzamın dört sütunu vardır ki, her biri
yerin derinliklerine ulaşır. Arş-ı âzam su üzerinde, su rüzgâr üzerindeyken Hak
Taala dört büyük melek yaratmıştır; halen arşı taşıyanlar onlardır. Kıyamet
gününde başka dört büyük melek yaratsa gerektir ve arşın taşıyıcıları o gü sekiz
olsa gerektir. Arşın taşıyıcılarının her birinin dört yüzü vardır ki; bir yüz
insan sûretinde tasvir olunmuştur. Her bir yüz, yeryüzünde kendi benzeri olan
yaratıklar için Allah'dan rızık istemektedir. Arşın taşıyıcıları daima ayakta
durup, arş-ı âzamı boyunları üzerinde yüklenmişlerdir. ayakları ise yedi kat
yerden aşağıdadır. Allah'a yakın meleklerin hepsinden, Allah katında daha
muhterem olan arşın taşıyıcılarıdır. Bu meleklerin birinin adı israfil'dir ki,
arşın bir ayağı onun boynu üzerinde sapasağlamdır. Hak Taala'ın katında
hepsinden daha aziz ve kerim olan odur. Sûrun sahibi odur ki, kıyamete dek
Levh-i Mahfuza bakar. Sûra üflemek için hazır durur. Levh-i Mahfuzdan, Cebrail,
Mikail ve Azrail aleyhisselamların işlerini, durumlarını ve amellerini
açıklamakta, haber vermekte ve kendilerine ulaştırmakta mahirdir. Arşın
taşıyıcılarından her birinin dört kanadı vardır ki, dört yöne yayılmışlardır.
Arşın taşıyıcılarının yarısı kar, yarısı ateştir ki, biribirlerini söndürmeyip,
yıldız böceği gibi biribiriyle kaynaşmışlardır. Arşın taşıyıcılarının cüsseleri
öyle büyüktür ki, kulak memeleriyle boyunları arası kuş uçuşuyla yediyüz yıllık
mesafedir. Arşın taşıyıcılarına "büyük melekler" adı da verilmiştir. Arşın
taşıyıcılarının kelimeleri, sürekli tesbih olup, şu sözler lisanlarının virdi
kılınmıştır: "Sübhane zi'l' mülki ve'l-melekut. Sübhane zi'l-arşi ve'l-izzeti
ve'l-azameti ve'l-heybeti ve'l-kudreti ve'l-kibriyai ve'l-ceberuti
Sübhane'l-meliki'l-mabudi Sübhane'l-meliki'l-mevcudi
Sübhane'l-meliki'l-hayyi'llezi Lâ yenâmü ve lâ yemutü sübbuhun kuddûsün Rabbünâ
ve Rabbü'l-melaiketi ve'r-ruh."
Dördüncü
Madde
Arş-ı âzamın çevresinde olan nehirleri ve melekleri
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, müfessirler ve muhaddisler tam
bir ittifakla demişlerdir ki: Hak Taala, arş-ı âzamın çevresinde sekiz nehir
yaratmıştır ki, dördü kardan beyaz ve soğuk, dördü baldan tatlı ve temizdir. Bu
sekiz nehir, sürekli akarak, arş-ı âzamı tavaf ederler. Hak Taala, orada Harkail
namında bir melek yaratmıştır ki, bütün eşyanın sırlarına yetmiştir. O melek,
arşa gitmek isteyip, Hak Taaladan destur isteyerek arşı tavafa gitmiştir. Üç bin
sene boyunca, sekizbin kanadıyla uçmuş ve bitkin düşmüştür. Hak Taala ona kuvvet
verip, tekrar uçmasını murat etmiştir. Üç bin yıl daha arşın çevresinde
gitmiştir ve acze düşmüştür. Hak Taala ona tekrar kuvvet ve kudret vermiş ve
uçmayı emretmiştir. Üç bin yıl kadar yine gitmiştir ve tekrar acze düşüp
görmüştür ki, dokuzbin senede ancak arşın bir ayağından ötekine yetmiştir. O,
hayretteyken, Hak'dan şöyle nida gelmiştir: "Ey Harkail! Eğer kıyamete dek
uçsan, arşımı tamamıyle tavaf edemezsin."
Sekiz nehrin gerisinde arş-ı âzamın
çevresinde bin perde nurdan, bin perde karanlıktan yaratılmıştır; ta ki, arşın
nurunun şiddetinden çevresinde bulunan melekler yanmasınlar, iye onları
perdelemiştir. Bu perdelerin arasında yetmişbin melek yaratılmıştır; arşı
kuşatan Rahman'a sürekli tesbih ederler. Arşı tavaf için çevresinde giderler ve
günde iki defa arşı yüklenenlere selam verirler. Bunlara "saf tutan melekler"
derler. Bunların arasında da yetmişbin saf melek yaratılmıştır. Bunlar ebedî
ayakta durup: "Sübhanallahü ve'l-hamdü lillahi ve lâ ilâhe illallahü ve'llahü
ekber. Ve lâ havle ve lâ kuvvee illâ billahi'l-aliyyi'l-azim."2
Bu safların
gerisinde bir büyük yılan vardır ki, arş-ı âzamı kuşatır. Yılan, başını kuyruğu
üzerine koymuştur. Başı beyaz inciden, vücudu sarı altından, gözleri kırmızı
yakuttan yaratılmıştır. Onun yüz bin kanadı vardır ki, kanatlarının her
saçağının yanında bir melek tesbih eder bulunmuştur. O sarı yılanın tesbihinin
sadasından melekleri titreme alır. Zira, bu, bütün meleklerin tesbihinin
sadasına galip gelmiştir. ağzını açtıkça, gökleri ve yeri bir lokma etmesi
mümkündür. Eğer o büyük yılan tesbihinde taltif ile ilham olunsaydı, onun
sadasının mehabetinden bütün yaratıklar helak olurlardı.
Hak Taala,
melekleri, değişik nurlardan ve çeşitli tavırlardan yaratmıştır. Arşa yakın olan
meleklerin nurları şiddetli ve belirgindir. Arş meleklerinin nurlarına, sidre
melekleri tahammül edemezler. Sidre meleklerinin nurlarına, göklerin ve yerin
melekleri tahammül edemeyip, yanarlar. Bütün melekler, Hak'kın emirlerine göre
amel ederler. Onar, insanlar gibi Hak Taala'ya âsi olmazlar. Gıdaları tesbihtir:
Yemezler, içmezler, uyumazlar ve cinsi münasebette bulunmazlar. Çoğu insan
suretinde olup, kanatları kuş kanatlarına benzer. Cisimleri latif olduğundan
çeşitli suretlerde teşekkül ederler. Hak'kın emri ile hizmette göz kamaştıran
şimşek gibi giderler. Her biri bir hizmettedir. Kimi, arşın çevresinde tesbih ve
tavaf eder, kimi kürsüde, kimi sidrede, kimi cennette, kimi cehennemde, kimi
gökte, kimi yerde, kimi ayakta, kimi kuutta, kimi rükuda, kimi secdede; sürekli
tesbih ederler. Kimi, insanların hizmetine vekildir; gece-gündüz onları koruyup,
amellerini yazarlar. Bunlara "Kiramenkatibin" ve "hafaza/koruyucu" derler.
Meleklerin de kendilerinden peygamberleri vardır. Biri İsrafil aleyhisselamdır
ki, sureti yukarıda anlatılmıştır. Biri Cebrail aleyhisselamdır ki, altıyüz
kanadı vardır, her kanadının yüz saçağı vardır. Her saçağının uzunluğu doğu ile
batı arası kadardır. Bütün kanatları değişik renkte nurlardandır. Büyük cüssesi
kardan beyazdır. Ayakları yerin altındadır ve öyle kuvvetlidir ki bir saçağıyla
dağları unufak eyler. O, Hak Taala'dan yeryüzündeki peygamberlere selam ve kelam
getirmeye vekildir. Şekil ve azamette İsrafil aleyhisselam gibidir. Biri Mikail
aleyhisselamdır. kanatlarının sayısını ancak Hak Taala bilir. O, denizdeki
meleklerin vekilidir. Çünkü gökler ve yer meleklerle doludur. Her biri, yağmur
yağdırmak gibi nica hizmetlere memurdur. Yağmur tanelerinin her birini bir melek
indirir, kıyamete dek de bir daha ona nöbet gelmez. Her yere inen yağmur, Mikail
aleyhisselamın reyi ve tedbiriyledir. Zira bu görev ona verilmiştir. O da,
cüssece Cebrail aleyhisselam gibidir. Peygamberlerden biri de Azrail
aleyhisselamdır. O, can almaya vekildir. Bütün ruhları kabzeden odur. Bütün
yeryüzü, onun huzurunda bir sofra misalidir. Rahmet ve gazap meleklerinden nice
yüzbin ordusu vardır. Şekil ve büyüklükte, kanatlarının çokluğunda Mikail
aleyhisselam gibidir. Hazreti İsrafil, Cebrail, Mikail ve Azrail (selam onlara
olsun) dördü de bütün meleklerin reisi ve peygamberidirler ki; göklerde ve yerde
olan meleklerin hepsi bunların emrine itaatkâr ve boyun eğmiş
durumdadır.
Beşinci Madde
Arş-ı azamın altında
olan kürsü, levh-i mahfuz, kalem, sidretülmünteha, tuba ağacı, İsrafil'in uru ve
ruhların berzahını bildirir.
Ey aziz, malim olsun ki, müfessirler
ve muhaddisler ittifak etmişlerdir ki: Hak Taala arş-ı azamın nurundan ve onun
altında, kırmızı yakut renginde arşın ayağına bitişik dört sütun üzerinde bir
büyük kürsü yaratmıştır. Onun sütunları yerin derinliklerine erişmiştir. Gökler,
yerler ve kaf dağı kürsünün boşluğunda, çölde bir sofra misalidir. Ama u tür
benzetmelerden muart, miktarları sınırlamak değildir, büyüklüklerini
anlatmaktır. Çünkü onların miktarlarını ancak onları var eden âlemin yaratıcısı
bilir. Arştan murat, taht mülküdür, kürsüden murat da Allah'ın ilmidir, diye
itikat edenler, hata etmişlerdir; âyet ve hadislere muhalif gitmişlerdir.
Hak
Taala, arş-ı azamın altında, onun nurundan yeşil bir zebercet renginde büyük ve
yeşil bir levha yaratmıştır. Etrafını kırmızı yakut renginde yer etmiştir.
Zümrüt renginde bir yeşil kalem yaratmıştır ki, uzunluğu yüz yıllık mesafe
gitmiştir. Onun içinde mürekkebi beyaz nur çıkardı. Çünkü Hak Taala, ona: "Ey
kalem yaz!" diye nida kılmıştır. O an, bu heybetten kalem, ıstıraba gelmiştir ve
gök gürültüsü sadası gibi bir sada ile tesbih edip, Hak'kın yürütmesiyle levh-i
mahfuz üzerinde yürümüştür ve kıyamete dek hep olup olacakları yazmıştır. Levh-i
mahfu yazıyla dolmuştur. Ondan sonra 5akan aktı kalem kurudu) tabirince, kalem
kuruyup kalmıştır. iyi olan iyi, kötü olan kötü olmuştur. Lakin Hak taala, her
gece ve gündüzde levh-i mahfuza üçyüzaltmış kere nazır edip, her nazarda bir
nesne mahvedip yerine bi nesne koyar. Murat ettiğini işler. Nitekim: "Allah
dilediği hükmü kaldırır, dilediğii de yerinde bırakır. Bütün kitapların esası
onun katındadır." (13/39) buyurmuştur Hak Taala bütün kulların işlerini levh-i
mahfuza yazmıştır ki, göklerdekiler ve yerdekiler şunu bilsinler: Bütün
yaratıkların hükümleri oradaki ilim üzere yürür ve ona uyar. O halde, levh-i
mahfuzu ve kalemi inkar eden münafıktır.
Hak Taala arş-ı azamın altında ve
onun nurundan, kürsü karşısında, cenetlerin üstünde beyaz inci benzeri bir
boşluk yaratmıştır ki, bu, sidretülmünteha ve tuba ağacının asıl beslendiği
yerdir. cebrail'in ve ona yakın meleklerin makamı buradadır. Hak Taala
sidretülmüntehada büyük bir ağaç yaratmıştır ki, ona tuba ağacı derler. Onun
aslı sarı altındandır. Dallaı kırmızı mercandandır. Yaprakları yeşil
zümrüttendir. Çeşitli meyveleri şekerdendir. Sonsuz dalları, cennet köşklerine
sartmıştır. Sayısız meyvelerinden, cennettekiler zevkle toplarlar.
Sidretülmünteha ve arş-ı azam arasında yetmişbin perde tabakası yaratılmıştır;
ta ki, sidrede olan melekler, arşın nurunun şiddetinden yanmayalar. Hak Taala
arş-ı azamın altında ve onun nurundan arşın ayağına bitişik, kırmızı mercan
renginde, boynuz ve kovan şeklinde, oldukça büyük ve uzun, içi boş bir nesne
yaratmıştır. Onun boşluğunda birinci ve ikinci berzahı kılıp, yani insanların
bedenlerine gelecek olan ruhların ve gelip gitmiş ruhların mekanı olup, göklerin
ve yerlerin tabakaları yuvarlak ekmekler gibi onda düzülüp, o, onlara
dokunmaksızın hepsini kuşatmıştır. Bu kuşatıcı boşluk, İsrafil'in surudur. Onun
iç düzeyi, bal kovanındaki mumun yüzündeki gözenekler gibi göz göz olup, ilk
berzah aleminde, bedenlere gidecek ruhlar için, ikinci berzahta bedenlerden
çıkıp haşrı bekleyen ruhlar için o yüzeyin gözenekleri mesken ve sığınak
olmuştur. Ruhlar, o çukurcuklarda, mertebelerine göre kıyamete kadar yuva ve
makam tutup, her biri kendi makamında ikamet
kılmıştır.
Altıncı Madde
Sidretülmüntehada olan
meleklerin vasıflarını ve durumlarını, arşın horozu olan tavusun renklerini ve
zikirlerini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, müfessirler ve
muhaddisler ittifak üzere demişlerdir ki: Hak Taala, sidretülmüntehada vekil
kıldığı meleği, büyük bir cüssede ve acaip şekilde yaratmıştır. Onun yetmiş yüzü
vardır. Her yüzünde yetmiş ağzı vardır. Her ağzında yetmiş dili vardır. Her
dili, başka bir lügatla Hak Taalayı devamlı tesbih eder. Hak Taala, sidrede
dörtbin saf melek yaratmıştır. Her saffın meleklerinin sayısı onbine yetmiştir.
Birinci safta olan melekler, sürekli secdeye varıp: "Sübhanallah" derler, ikinci
safta bulunan melekler, daima oturup: "Elhamdülillah" derler. Üçüncü safta duran
melekler, hep rükua varıp: "La ilahe illallah" derler. Dördüncü safta kalan
melekler, kıyamda durup: "Allahü ekber" derler.
Hak Taala, sidrede, yeşil
zümrütten, minare şeklinde bir büyük direk yaratmıştır ki, sidreden yüksekliği
yetmişbin fersah mesafededir. O direğin başında beyaz inciden büyük bir kubbe
yaratmıştır. O kubbenin üzerinde tavus kuşu şeklinde, çeşitli cevherler renginde
bir acaip melek yaratmıştır. Oun bin beşyüz kanadı vardır. Her kanadında yüzbin
saçağı vardır. Her bir saçağı üzerinde üç satır yeşil yazıyla yazılmış yazılar
vardır. Birinci satırda: "Bismillahirrahmanirrahim", ikinci satırda: "La ilahe
illallah Muhammedün resulüllah", üçüncü satırda: "Onun zatından başka her şey
yokluğa mahkumdur" (28/88), yazılmıştır. İşte buna arş horozu derler ki, o
kanatlarını yaydıkça, onun saçaklarından cennettekiler üzerine nisan yağmuru
gibi Hak'kın izniyle rahmet iner. Namaz vakitlerinde, o arş horozu, kanatlarını
birbirine vurup, feryat ile öter. Kanatlarının her bir saçağından başka bir sada
peyga olup, cennetlerin ağaçlarının dallarını sabah rüzgarı gibi sallar. Onun
ötüşünden, cennette olan huri ve gılman mesrur olup, odalardan başlarını
çıkarıp, birbirlerini müjdelerler ki; "Muhammed sallallahüaleyhivesselamın
ümmetinin namaz vakti gelmiştir. Şimdi hepsi ibadetle meşguldür." Hak Taâlâ, arş
horozuna nida eder ki: "Ey kuş, niçin böyle feryat edersin?" O melek der ki: "Ey
Allahım, mümin kulların dünyada sana ibadete yöneldikçe, ben onlar için senden
rahmet isterim." O zaman ona, Hak'kın hitabı gelir ki: "Ey kuş, dünyada beş
vakit namazını eda eden kullarıma rahmet edip, cehennem ateşinden azat ederim.
Naim cennetleriyle onları hisselendirir ve sevindiririm." Bu hitap ile arş
horozu hoşnut olmuştur. (Kudretiyle kainatı yaratan Allah münezzehtir. O,
kainatları hikmetiyle benzersiz yaratmıştır. İlmiyle her şeyi kuşatmış ve her
şeyi tek tek saymıştır.)
[TOP]
2-BÖLÜM
İKİNCİ BÖLÜM
Cennetlerin isimlerini,
vasıflarını ve sayılarını onlarda olan nehirleri, ağaçları, binalarının
çeşitlerini, nimetlerini, hurilerini ve gılmanlarını dört madde ile
açıklar.
Birinci Madde
Cennetlerin isimlerini ve
sıfatlarını ve onlarda olan nehirleri, ağaçları ve meyvelerini, yüksek şatoları
ve gözalıcı elbiseleri bildirir.
Ey aziz, malum olun ki,
müfessirler ve muhaddisler ittifak etmişlerdir ki: Hak Taala, arş ve kürsün
altında, yedi göğün üstünde, arşın nuru ile sudan ekiz cennet yaratmıştır.
Bunlar, biribirinden yüksektir. En yükseği adn cennetidir ki, Mevla'nın görülme
yeridir. Birinci cennetin ismi, darülcelaldir ki, beyaz incidendir. İkinci
cennetin ismi, darüsselamdır ki, kırmızı yakuttandır. Üçüncü cennetin ismi,
cennetülme'vadır ki, yeşil zebercettendir. Dördüncü cennetin ismi
cennetülhulddur ki, sarı mercandandır. Beşinci cennetin ismi, cennetünnaimdir
ki, beyaz gümüştendir. Altıncı cennetin ismi, cennetülfirdevsdir ki, kırmızı
altındandır. Yedinci cennetin ismi, cennetülkarardır ki, misktendir. Sekizinci
cennetin ismi, cennetüladndir ki, terleyen incidendir. Bu adn cenneti, surlarla
çevrili bir şehrin ortasındaki yüksek dağın üzerinde bulunan iç kale gibidir.
Bütün cennetlerin içinde ve ortasında olduğundan, hepsine komşu,
şereflendirilmiş bir mekandır; cennetlerin nehirlerinin çoğunun kaynağıdır.
Burası sıddıkların, hâfızların makamıdır. Rahman'ın tecelli mahallidir.
Her
cennetin bir kapısı vardır ki, uzunluğu ve genişliği yüz yıllık yoldur. Her kapı
iki kanatlıdır ve tek parça sarı altındandır. Çeşitli renklerde cevherle
işlenmiş ve nice bin nakış ile süslenmiştir. Birinci cennetin kapısı üzerinde:
"La ilahe illallah Muhammedün resulüllah" yazılmıştır. Öteki kapıları üzerinde:
"La ilahe illallah diyene azap etmem" yazılmıştır. Bütün cennetlerin toprağı
misk, taşları cevher, bitkileri, zaferan çiçeklerinin renginde, kıpkırmızıdır.
Binalarının bir cephesi altın, bir cephesi gümüş ve sıvası anberdendir.
Sarayları terleyen incidir, köşkleri sarı yakuttur. Sarayların ve binaların
kapıları hep mücevherdir. Her sarayın önünde dört nehir akar. Nehirlerden biri
abıhayat, biri halis süt, biri tertemiz şarap, biri saf baldır. Nehirlerin
etrafı meyveli ağaçlarla baştan aşağı bezenmiştir. Cennet ağaçlarının dalları
kurumuz, yaprakları dökülüp çürümez, Meyveleri sürekli tazedir. Yedi cennetin en
âlâsı olan sekizinci cennette nice akan ırmaklar daha vardır. Bunlardan biri
rahmet nehridir ki, bütün cennetleri dolaşır. Suyu, hepsinden saf ve baldan
tatlıdır. Rengi kardan beyazdır. Kum inciden üstündür. Cennet nehirlerinin biri
dahi kevser nehridir. Hak Taala, onu, sevgili Habibi Muhammed sallallahu aleyli
vesellem hazretlerine vermiştir. Nitekim ona hitap edip: "Biz sana kevseri
verdik," (108/1) buyurmuştur. O nehrin genişliği üçyüz fersah mesafedir. Onun
kaynağı arşın altı olup, oradan sidreye gelir, oradan cennet-i firdevse dökülür.
Öyle süratli akar ki, yaydan fırlayan ok gibi firdevs-i âlayı ve altında olan
cennetleri geçerek dolaşır. Rengi sütte beyaz, tadı şekerden şirin, kokusu
anberden hoştur. ondan bi kere içen bir daha susamaz. asla bir illet ve hastalık
görmez. Lezzeti ebedi damağından gitmez. İlk cennetin kapısı yanında, kevser
nehrinin kenarında, renkli cevherlerden kâseler vardır, sayıları yıldızlardan
çoktur. Ümmetlerin haşrinden sonra, cehennem köprüsünden geçenler, Habib-i Ekrem
sallallahü taala aleyhi vesellem cennete girmeden önce ümmetiyle ondan içseler
gerektir. Kevser nehrinin kenarlarında, terleyen inciden ve kırmızı yakuttan
daha saf yüksek ağaçlar vardır ki, dalları çeşitli sadalarla nağme ederler.
Dallar üzerinde cins cins kuşlar değişik seslerle tesbih ederler. Cennet
nehirlerinin biri, kâfur nehridir. Biri tesnim nehri, biri selsebil nehri, biri
mühürlü rahik nehridir. Bu nehirlerden başka yüksek cennetler içinde nice bin
akan nehir vardır ki, etraflarında nice yüzbin meyveli ağaçlar vardı.
cennetlikler için nice ipek döşekler gibi, nice bin gözalıcı elbise vardır. Nice
çeşit lezzetli yiyecekler ve tertemiz içecekler vardır ki, hesabını ancak Hak
Taala bilir.
Cennetlerin genişliği, yani sekiz sûrundan her iki sûrun arası,
yer ve gök arası kadar farz olunup, cennetlerin uzunluğu hudutsuz ve sınırsız
sayılmıştır. Fakat cennetlerin derecelerinin tümü, altıbin altı yüz altmışyedi
derece bilinmiştir; Kur'an âyetleri sayısınca hesaplanmıştır. Her iki derecenin
arası, beşyüz yıllık mesafe bulunmuştur. Çünkü cennetlikler, ezberledikleri
Kur'an ayetleri adedince derecelere nail olmuşlardır. O halde Kur'an hâfızları,
cennetlerin en üstününü bulmuşlardır ve adın cennetinin ortasına
ulaşmışlardır.
İkinci Madde
Cennet nimetlerinin
çeşitlerini ve cennetlerde bulunan huri ve gılmanları, Rahman'a kavuşmayı ve
görmeyi bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, müfessirler ve
muhaddisler ittifak üzere beyan etmişlerdir ki: Cennetlikler için olan nimetler,
her durumda hazır olup, arzu ettiklerinde önlerine gelir. Yüksek ağaçların
sarkan meyveleri, işaretleriyle ellerine gelir ve her anca çeşitli meyvelerle
lezzetlenirler. Her ne yiyecek ve içecek isterlerse hazır bulurlar. Kazanmaya ve
pişirmeye hacet yoktur. Zira cennette zahmet ve ateş olmaz.
Cennet
ağaçlarının en büyüğü tuba ağacıdır ki, kökü sidrede, dalları ve meyveleri
cennet saraylarının içindedir. Tıpkı dünyada güneşin yukarıda bulunup, ışığı
bütün evlere girdiği gibi. Tubanın aslı, cennetin yukarısında olan sidrede
bulunup, sayısız dalları cennet saraylarına inmiştir. Cennetlikler, onun çeşitli
meyvelerinden meyvelenip, her demde nice lezzet bulmuşlardır.
Müminler için
renkli döşeklerle süslü saraylarda ve şatolarda, yastıklar üzerinde aner saçlı,
hilal kaşlı, kara gölü, güneş yüzlü, şirin sözlü, işveli ve nazlı, inci dişli,
mercan dudaklı, gül yanaklı, selvi boylu, güzel huylu, gülden taze ve taravetli
huri kızları vardır. Bunlar cennetliklerin temiz eşleridir. Her birisi yetmiş
kat elbise giymiştir. Renkleri çeşitli, ölçüleri hafiftir. Her hurinin taravetli
teni cam gibi şeffaftır. Başlarına nur renkleriyle ışıldayan taçlar
koymuşlardır. Çeşitli cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerinde oturup, müminlere
bakarlar. Karşılarında hizmet için nice bin çocuk ve gılman saf saf
dizilmişlerdir.
Cennetlere giren müminler ebedî orada kalırlar,r asla
çıkmazlar. Selamla şirin sohbetler edip, boş sözle asla hatır yıkmazlar.
Cennetlikler için asla ihtiyarlama yoktur. Elbiseleri eskimez. Gönülleri zengin,
gözleri toktur. Yerler, içerler fakat ayak yoluna gitmezler. Yiyip içtikleri
latif bir buhar gibi olup, gül suyu gibi bedenlerinden sızar, asla küçük su
dökmezler. Oradaki huriler ve kadınlar, hayızdan, nifasdan ve buna benzer
şeylerden uzak ve pak olmuşlardır. Cennetlikler her an ve her zaman emniyet
içindedirler. Üzüntüden, gamdan, bir şeyler tedarik etmekten kurtulmuşlardır.
Hastalıklardan ve sakatlıklardan selamet bulmuşlardır. Sıhhat ve âfiyette ebedî
sevinçlidirler. Saadetleri sonsuzdur. Müminler için Rahman'ın melekleri, her
hafta bir kere mücevherle donatılmış buraklar getirip, Hak Taalanın selam ve
davetini tebliğ ederler, müjdelerler. Onlar da, buraklara binip, adn cennetine
yükselip giderler. Hak Taalanın misafirhanesine varıp, ikram ve izzetlerini
görüp, çeşitli nimetlerini yiyip, selam ve kelamını işitip, Hak'kın cemalini
gözleriyle müşahede ederler. Görüntüsünün lezzetinden mest olup, cennet
nimetlerini unutup giderler. Oradan Hak'kın izniyle yine kendi makamlarına
dönerler.
Bütün cennetleri bekçisi ve hâkimi, sevimli ve büyük bir melektir.
Şekli insan, ismi Rıdvan'dır. Cennetler içinde gece ve gündüz olmaz. Bütün
cennetler bir an ışıksız kalmazlar. Çünkü cennetlerin gökyüzü Rahman'ın arşıdır.
Her an arşın nurları onları ışıklandırır.
Üçüncü
Madde
Cennet nimetlerinin hülasası ve o devlete nail olanı
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, Hak Taala kutsî hadiste azametle
şöyle buyurmuştur: "Ey insanoğlu! Sen dünyaya nice rağbet ve iltifat edersin ki,
o fanidir. Nimetleri geçicidir, hayatı sınırlıdır. Gerçekten benim katımda, bana
itaat eden insan için sekiz cennet hazırlamışımdır. Kapıları dahi sekizdir. Her
bir cennette zaferandan yetmiş bin bahçe vardır. Her bir bahçede inci ve
mercandan yetmiş bin belde vardır. Her bir belde içinde kırmızı yakutta
yetmişbin saray vardır. Her bir sarayda zebercetten yetmişbin daire vardır. Her
bir dairede sarı altından yetmişbin oda vardır. Her bir oda içinde sarı yakuttan
yetmiş bin yatak vardır. Her bir yatak üzerinde süslü ipekten yetmiş bin döşek
döşenmiştir. Her bir döşek üzerinde bir huri kızı ve her bir hurinin önünde sarı
altından bir sini vardır. Her bir sinide renkli cevherlerde yitmişbin tabak
vardır. Her bir tabakta başka çeşit yemek vardır. Her bir saray altında akan
dört nehir vardır. Bunlardan biri su, biri süt, biri şarap, biri saf baldır. Her
bir nehrin kenarında yetmiş bin ağaç vardır. Her bir ağacın yetmişbin çeşit
meyvesi ve yetmişbin renk yaprağı vardır. Her bir ağaç üzerinde renkli kuşlardan
yetmişbin çeşit kuş vardır. Her bir kuş yetmişbin çeşit sada ile bana tesbih
eder. Benim itaatkar kullarıma bunlardan başka her bir saatte yetmişbin çeşit
hediye bahşederim ki, ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ve ne gönüllerden
geçmiştir. Cennetliklerin elbiseleri yetmiş kat cennet elbisesidir. Bunlar,
incelik ve zerafetlerinden dolayı biribirini gizlemeyip, alttaki elbiselerin
renkler pırıl pırıl olup, üsttekilerin renkleriyle karışarak ortaya çıkar.
Cennetlikler, cennetlerden ne çıkarlar, ne de ölüm görürler; ne ihtiyarlar, ne
gam yerler. Ne korku, ne hüzün çekerler. Ne namaz kılarlar, ne oruç tutarlar. Ne
hastalanırlar, ne ağlarlar. Ne küçük su dökerler, ne büyük su; ancak gül suyu
gibi ter dökerler. O halde, kim ki benim rızamı ve cennetimi isterse, dünyadan
az ile kanaat edip, dünyanın gâni olan izzet ve lezzetlerini terk etsin.
Habibime uyarak, onun yolunda gitsin."
Beyt
Ebedî cennet nimetleri
helaldir o kimseye
Elini dudağını sürmez cihan
nimetlerine
Dördüncü Madde
Liva-yı hamd ve
Beyt-i mamuru bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, müfessirler ve
muhaddisler ittifak etmişlerdir ki: Hak Taala, Habib-i Ekrem sallallahü taala
aleyhi vesellem hazretlerine bahşeylediği Liva-yı hamd ismiyle adlandırılan
sancak-ı şerifdir ki; mahşer gününde Muhammed ümmeti onun altında toplanıp o
ümmetinnin şefaatçisi olan Peygamber, kendisine vaad edilen makam-ı mahmuda
erip, liva-yı hamd altında bulunan ümmetine şafaat eylese gerektir. Halen o
Liva-yı hamd, cennetin en yüksek yerinde, sonsuz bir sahrada hamd dağı üzerinde
dikilmiş büyük bir alemdir. Uzunluğu bin yıllık mesafedir. Gönderi beyaz
gümüştendir, yeşil zebercettendir; alemi kırmızı yakuttandır. Onun üç köşesi
vardır ki, her iki köşesinin arası beşyüz yıllık mesafedir. Üzerinde nurdan üç
satır yazılmıştır. Her bir satırın uzunluğu beşyüz yıllık mesafedir. Birinci
satır: "Bismillahirrahmanirrahim," ikinci satır: "La ilahe illallah Muhammedün
resulüllah", üçüncü satır: "Elhamdü lillahi Rabbilalemin." büyük livanın altına
yetmiş bin liva daha vardır. Her birinin altıda yetmişbin melek safı vardır. Her
bir safta yetmişbin melek durup, Hak Tealaya tesbih ederler.
Beyt-i mamur,
firdevs cennetinde kırmızı yakuttan bir yüksek kubbe idi. Hak Taala, Adem
aleyhisselaı cennetten yeryüzüne indirdiğinde, tevbesini kabul eylemişti. Ona
ikram içi Beyt-i mamuru yüksek cennetten bu dünyaya indirip, Kâbe'nin yerine
koymuştu. Ta ki bu, Adem aleyhisselam içi cennet yadigârı olup, onu tavaf ve
ziyaret kıla. Beyt-i mamurun iki kapısı vardı. Biri doğuya, biri batıya
açılmıştı. Beyt-i mamurun içinde nurdan üç kandil vardı. Onların ışığı, ne kadar
yeri aydınlatmışsa, o arazi halen Kabe4nin haremi olmuştur. Hak'kın emriyle,
yedi gökte sakin melekler, nöbetle inip, hazreti Adem aleyhisselamla Beyt-i
mamuru tavaf ederlerdi. Beyt-i mamur, hazreti Adem aleyhisselamdan sonra hazreti
Nuh aleyhisselamın zamanına değin yeryüzündeydi. Buradan, tufandan önce dünya
göğüne kaldırılmıştır. Kıyamete kadar orada kalıp, sonra yine cenette yolan
mekanına kaldırılsa gerektir.
Beyt-i mamurun yeryüzünde olan mekanında,
hazreti İbrahim aleyhisselam, Hak'kın emriyle Kâbe'yi bina etmiştir. Eğer Beyt-i
mamur, gökten düşse, Kabe'nin üzerine iner. Yerdeki Kabe ile gökteki Beyt-i
mamurun arası haram-ı şeriftir. Halen Kabe'nin duvarında bulunan ve öpülen
hacer-i es'ad, beyt-i mamurdan yadigâr kalmıştır. Bu taş, kırmızı yakut iken,
tufanda Hak'kın emri ile hacer-i esved (siyah taş) olmuştur. Beyt-i mamurun
dünya semasında bulunuşu odur ki; her gün ona yetmiş bin melek girip, onda namaz
kılarlar. Onlar bir sınıf melektir ki, onlara "cin" dahi derler, zira ki "iblis)
onlardandır. Onların sayıları o kadar çoktur ki, onlardan beyt-i mamura bir kere
girene kıyamete değin bir dahi sıra gelmez.
[TOP]
3-BÖLÜM:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Cennet altında olan
perde melekleri, denizleri, hazineleri, yedi göğü ve her gökte olan melekleri,
güneş, ay ve yıldızların hareketlerini, kâinatın durumu ve atmosferi dört madde
ile açıklar.
Birinci Madde
Yüksek cennetlerin altında
olan perde meleklerin çeşitlerini, denizleri, Hak'kın hazinelerini, yedi göğün
keyfiyetini ve he birinde sakin olan melekleri ve onların şekillerini ve
tesbihlerini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, müfessirler ve
muhaddisler ittifak üzere demişlerdir ki: Hak Teâlâ yüksek cennetlerin altında
güneş ışığından yetmişbin perde icat etmiştir. Onların altında ay ışığından
yetmişbin perde ortaya çıkarmıştır. Onların altında karanlıktan yetmişbin perde
yaratmıştır. Bütün bu perdeler çeşitli meleklerden ibarettir. Onların altında
taksim edilmiş rızıklar denizi vardır. Onun altında nimetler denizi vardır. Onun
altında su denizi vardır. Onun altında hayat denizi vardır. Bütün bu denizler,
Hak'kın nimetlerinden kinayedir.
Bu denizlerin altında yedi gök vardır. Bu,
çiçekli nurdandır. Bir rivayette, kırmızı yakuttandır. Bunun izmi ariba'dır.
Meleklerle doludur. Buradaki melekler adam suretindedir. Tesbihleri daima:
"Sübhanallah ve bi hamdihi adade halkihi ve zineti arşihi ve midadi kelimatihi"3
dir. Onlar Hak Teâlâ'dan gayri kimseyi bilmezler. Birbirlerine dahi bakmazlar.
Allah korkusundan ayakta durup, kıyamete kadar ağlarlar. Bunlara mukarrabin
melekler, ruhaniyyin melekler, derler. Onların reislerinin ismi: Rakyail'dir.
Bu, yedi göğün bekçisidir. Bunların altında altıncı gök vardır. Taze incidendir.
Buranın ismi: Raka'dır. Buradaki melekler oğlan suretinde, yüzleri gülden
tazedir. Hepsi Allah korkusundan rükûa gitmişlerdir. "Sübhane Rabbi külli
şeyin"4 tesbihini dillerine vird etmişlerdir. Reislerinin adı: Kemhail'dir. Bu,
altıncı göğün bekçisidir. Bunun altında beşinci gök vardır. Kırmızı altındandır.
Bunun ismi: Dineka'dır. Buranın melekleri huri suretindedir. Bunların hepsi
Allah korkusundan oturup kalmışlardır. Tesbihleri: "Sübhane hâlikunnur ve bi
hamdihi"5 olmuştur. Reislerinin ismi: Semhail'dir. Bu, beşinci göğün bekçisidir.
Bunun altında dördüncü gök vardır ki, beyaz gümüştendir. İsmi: Erkalun'dur.
Buranın melekleri at suretindedir. Tesbihleri: "Sübhane melikil kuddüsi Rabbena
ve Rabbil melaiketi ver ruh"6 olmuştur. Reislerinin ismi: Kakail'dir. Bu
dördüncü göğün bekçisidir. Bunun altında üçüncü gök vardır ki, sarı yakuttandır.
İsmi: Mâun'dur. Bunun melekleri kartal suretindedir. Tesbihleri:
Sübhane'l-melik'el-hayyi'llezi ve lâ yemût"7 kelimesidir. Reislerinin ismi:
Safdail'dir Bu, üçüncü göğün bekçisidir. Bunun altında ikinci gök vardıry ki,
kırmızı yakuttandır. ismi: Kaydum'dur. Buranın melekleri deve suretindedir.
Tesbihleri: "Sübhane zil izzeti vel ceberut"8 olmuştur. Reislerinin ismi:
Mihail'dir. Bu, ikinci göğün bekçisidir. Bunun altında birici gök vardır ki,
yeşil zebercettendir. İsmi: Berkia'dır. Buranın melekleri öküz suretindedir.
Tesbihleri: "Sübhane zil mülki vel melekut"9 olmuştur. Buradakilerin reisinin
ismi: İsmail'dir. Dünya göğünün bekçisidir. Bu, büyük ve güzel bir melektir ki,
Mikail'in vekilidir. Yağmuru her yere taksim eden odur. Yağmur damlaları onun
hesabıyle iner ve bulutlar onun sevkeylediği yere gider.
Yedi göğün kırmızı
altından hesapsız kapıları vardır. Hepsi kilitlidir ve anahtarlarının ismi:
Allahü ekber'dir. Her göğün reisinin desturuyle kapılarını kapıcıları açarlar.
Yedi gökten her birinin kalınlığı ve yüksekliği beşyüz yıllık mesafedir. Her iki
göğün arası beşyüz yıllık yoldur. Unutmamalıdır ki, yukarıda işaret olunduğu
üzere yedi göğün tasnifini tekrarlamaktan murat, sayı ve mesafelerinin tayini
değildir. Belki Allah'ın kudretinin büyüklüğünü beyandan kinayedir. Zira
Allah'ın kudreti nihayetsizdir. Yedi göğün toplulukları ve şekilleri sahih
rivayetler üzere çadırlar misali olup, yerin çevresinde bulunan ekiz kaf dağının
yedisi üzerinde karar etmişlerdir. Sekizinci kaf dağı, dünya göğünün içinde yeri
kuşatmıştır. Göklerin alt kısımları bu dağlar üzere nihayet
bulmuştur.
İkinci Madde
Yedi göğün altında,
dünya göğüne bitişik olan denizin içinde güneş, ay ve yıldızların doğuş ve
batışını ve bazı durumlarını bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
bazı müfessirler ve muhaddisler demişlerdir ki: Hak Taâlâ, dünya göğü altında ve
ona bitişik bir su denizi yaratmıştır ki, bu deniz, dünya göğünün içini kaplar.
Bunun dalgaları, hava üzerinde Hak'kın emriyle karar ve sükûnet bulmuştur; bir
damlası havaya düşmez. Allah, güneşi, ayı ve yıldızları kendi arşının nurundan
yaratıp, bu su denizinin içinde balıklar gibi yüzücü eylemiştir. Bütün
yıldızlardan, güneşi daha büyük ve nurlu edip, bundan sonra da ayı büyük ve
nurlu etmiştir. Sonra Cibril aleyhisselâm kanadıyla ayın yüzünü mesh edip,
ışığını yoketmiştir ki, nuru sönük olup, gece gündüzden fark ola. Onunla
senelerin sayısı ve ayların hesabı malûm ola. Nitekim Hak Taâlâ Kelam-ı
Kadim'inde buyurmuştur: "Bir delil olan geceyi, kaldırıp, yine bir delil olan
gündüzü aydınlık kıldık." (17/12) Bunun içindir ki, ayın yüzünde çizgiler gibi
görünen siyah belirtiler nurunun mahvolmasındandır. Hak Taâlâ bu deniz içinde,
güneş için üçyüz altmış kulplu elmas cevherinden bir araba yaratıp, güneşi
üzerine koymuştur. Her kulpu tutan bir elek yaratmıştır. Ta ki onlar, güneşi
arabasıyle o denizde doğudan batıya çekip götüreler.
Hak Taâlâ ay için de
üçyüz kulplu, sarı yakuttan bir araba yaratmıştır. Ayı onun üzerine koymuştur.
Her bir kulpu kavramak için bir melek tayin etmiştir. Ta ki onlar, ayı
arabasıyla doğudan batıya götüreler. Yine ay için lacivert cevherden altmış
kulplu bir mahfaza yaratmıştır ki, ona altmış melek tayin etmiştir. Ay,
arabasını yöneten melekler tarafından güneşten gün gün uzaklaştırıldıkça,
mahfazasını tutan melekler de, aydan mahfazasını azar azar yaklaştırdıkça,
mahfazasını dahi öte taraftan gün gün yaklaştırıp, ay güneşe yakın oldukta,
mahfazasını tamamıyla ona giydirirler. Bu minval üzere kıyamete kadar gider.
Bunun içindir ki, ay bazan kaybolur, bazan hilâl, bazan yarım, bazan da dolunay
olur.
Yıldızların büyüklerine onar melek, küçüklerine birer melek tayin
olunmuştur. Ta ki, hakim ve güçlü olan Allah'ın takdiri üzere onları, o denizde
hareket ettirip, belirli vakitlerinde doğdurup batırırlar. Kaf dağının
gerisindeki o deniz içinde, yıldızların her birini yine kendi doğuş yerlerine
götürürler. Gökte kayan ateş parçalarıyla, oralarda kulak misafiri olan
şeytanları taşlarlar ve yakarlar.
Hak Taâlâ kudretiyle güneş, ay ve
yıldızlardan ancak beşi için yerin iki tarafında müteaddit doğuş ve batış
yerleri yaratmıştır. Bunun içindir ki, bunlara yedi gezegen derler. Bunlar, her
gün başka bir yerden doğup, başka bir yere batarlar. Güneş için doğu tarafında
kaynayan siyah balçıktan yüz seksen ateş çıkartıp, batı tarafında da siyah
balçıktan çıkan yüz eksen kaynak var etmiştir ki şiddetli ateş üzerinde kaynayan
kazanlar misali kaynarlar.
Güneş, aziz ve alim olan Allah'ın takdiriyle, altı
ay boyunca her gün yeni bir doğuş yerinden doğup, yeni bir batış yeri içinde
batar, Altı ay sonunda yine önceki doğuş ve batış yerlerine döner. Senenin
bitiminde tekrarına gelir. Seni boyunca güneyden kuzeye, kuzeyden güneye kayarak
hareket eder. Bunun için, kışın güneşin doğuş ve batış yerleri güneyde olup, yaz
günlerinde kuzey yönünde doğar ve batar. Ta kıyamete dek bu minval üzere gider.
Eğer bu yakıcı güneş ışınları, o deniz içinden süzülmeyip doğrudan havaya
gelseydi; o bize yakın olup, yeryüzünde bulunan yaratıklar tümden yanarlardı.
Eğer güzel ayın nurlu yüzü, o denizle örtülü olmayıp, açıktan müşahede
olunsaydı; cihan halkı, ayın güzelliğine meftun ve hayran olup, onu Tanrı
edinirlerdi diye haber ve vârit olmuştur.
Üçüncü
Madde
Geceyi, gündüzü, güneşin secdelerini, ay ve güneş
tutulmalarını bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, müfessirlerin ve
muhaddislerin büyük çoğunluğu demişlerdir ki: Her gün, güneşin batma vakti
olduğunda gece için tayin olunan melek, gecenin siyah cevherini, gökten doğu
tarafına asıp; tedricen ufuklardan gündüzün beyaz cevherini kaldırır. Ta ki,
gecenin cevheri ufukları kuşatıp, gece karanlığı olur. Güneşin nuru battıkta;
ona vekil olan melekler, onun gökten göğe süratle kaldırıp, iki saat miktarı
zaman içinde arş-ı azam altına götürürler. Burada güneş, cihanın Rahman'ına
secde edip, melekler dahi onunla secdeye giderler. Cibril-i emin aleyhisselam,
arşın nurundan, güneşe, bir günlük nurdan elbisesini giydirir. Bundan sonra
gecenin saatleri tamam oldukta; güneşin doğuşundan iki saat önce, gündüz için
tayin olunan melek, gündüzün beyaz cevherini göklerden doğu tarafına asıp, yavaş
yavaş ufuklara gönderip, yaydıkça, gecenin meleği de, gecenin siyah cevherini
yavaş yavaş göğe kaldırır. Ta ki, gündüzün cevheri, ufukları kuşatıp, cihan
aydınlık olur. Güneş melekleri dahi, güneşi, gökten göğe süratle indirip, iki
saatte önceki doğma yerine getirirler. güneş doğdukta; tayin edilmiş olan üçyüz
altmış güneş meleği, tesbih ve tehlil ederek doğup, kanatlarını yayarlar.
Güneşi, o günün saat ve dakikaları miktarınca hareket ettirip, batıya götürüp
giderler. Bu minval üzere güneş, batış yerinde batıp, doğuş yerinden doğarak,
kıyamet oluncaya değin böyle gelip gider. Kıyamet gününde üç gün miktarı durup,
dördüncü gün battığı yerden doğsa gerektir. Bu durum, kıyamet şartlarının en
meşhuru ve kıyamet alâmetlerinin en büyüğüdür ki, bundan sonra tevbeler kabul
olmaz, küfür ve isyandan pişmanlık yarar sağlamaz.
Hak Taâlâ, güneş ve ay
tutulmaları için belirli vakitler tayin etmiştir ki, yeryüzünde bulunan kulları,
ayın ve güneşin değişmesini görüp, uyanarak, kendisine tevbe edeler ve
yöneleler. Güneş tutulması vakti geldikte; güneş, arabasından düşüp, göğe doğru
denizin derinliklerine gider. Eğer tamamıyle düşerse, güneş tam tutulup,
yıldızları örten ışığı kalmayıp, büyük yıldızlar meydana çıkar. Eğer yarısı
denize düşerse, düştüğü kadarı tutulur. Güneş tutulması durumunda güneş
melekleri iki fırka olur. Bir fırykası, tesbih ederek, onu arabasından yana
çekerler. Bir fırkası dahi tesbih ederek, arabayı güneşten yana yaklaştırırlar.
Bu esnada yine güneşi batı tarafına alıp giderler. Ta ki, iki üç saat miktarı
zamanda, önceki gibi arabası üzerine koyarlar. Böylece güneşi, âleme ışık
vererek battığı yere yederler. Aynen bunun gibi, ay tutulması vakti geldikte;
ay, arabasından denize ya tamamı, ya yarısı düşüp, bu olay süresince ay
tutulması hasıl olur. Onun melekleri de iki fırka olup, tıpkı güneş tutulması
vaktindeki minval üzere hareket ederek, ayı arabasına koyarlar; ay tekrar
parlayıp, karanlık geceyi ışıklandırır. Melekler onu alıp, battığı yere
götürürler.
Ay ve güneş tutulmasının faideleri vardır. Biri budur ki, güneş
ve ayı tanrı edinenlerin sözlerinin çürüklüğü ortaya çıkar. Zira, değişikliğe
uğrayan nesne, tanrı olamaz. Biri dahi budur ki, ay, ayın son üç gününde güneşin
ışığından kurtuldukta; görünmez olduğu ve tam dolunay halindeyken tutulduğu;
bunun da kemale ermenin noksana yakınlaşmak olduğunu gösterdiği, çünkü her
kemalin bir zevali olduğunun kaçınılmazlığıdır.
Şu hale emniyette bulunan
kemal sahiplerine, belâdan emniyet olmayıp, hazreti Hak'ka yönelmek lâzımdır.
Nitekim Habib-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem: "Emniyeti bekleyerek belâda
olmayı, emniyetteyken belâdan sakınmaktan daha çok severim. Çünkü Allah bir
kuluna ancak belâ için emniyet verir," buyurmuştur.
Güneş ve ay tutulmasının
bir faideleri dahi budur ki; kıyamet gününde yüzlerin beyaz ve siyah omalarıı
hatırlayıp, kulun tedarikli olması her dem Hak'kın rızasını
gözetmesidir.
Güneş ve ay tutulmalarını görenlerin, tevbe ve istiğfarla
Allah'a yönelmeleri lâzım olur.
Dördüncü
Madde
Kâinatı bazı durumlarını ve atmosferi
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, müfessirler ve muhaddisler
demişlerdir ki: Hak Taâlâ, yukarıda anlatılan denizin altında olan hava
denizinin ortasında, yerle gök arasında bir su denizi daha yaratmıştır. Ona
yasak deniz, derler. Onda, balıklar gibi çeşitli yaratıklar yüzüp, gezerler. Bu
denizin suyuyla Nuh Tufanı olmuştur. Nuh kavmi onunla helâk bulmuştur. Hak
Taâlâ, yağmur indirmek murat eyledikte; gökler üzerinde ola rızıklar denizinden
belli vakitlerde, taksim edilmiş rızıkları göğe indirir ve yasaklanmış denize
ulaştırır. Ondan rüzgâra yükleyip, bulutlara bildirir. Ta ki rızıklarla
donatılan suyu, kalbur misali eleyip, yağmur damlaları eyleye. Ondan hem
damlayı, Hak'kı emriyle bir melek indirip, kendi mevziine koyar. Çünkü melekler,
nurdan yaratılmıştır, onun için yağmur indirmek gibi işlerde birbiri üzerine
yığılmayıp, ışık şuaları gibi birbirinden geçerler. Gökten yere inen her yağmur
damlası, ölçülü, tartılıdır; karaya ve denize yararı çoktur. Eğer, yağmur
damlası rızık ile donanmış ise, ondan kara nebatlar hasıl olur, denizde incilere
ulaşır. O halde rızıklar, denizden yağmur denizine, orada bulutlara, onlardan da
karaya ve denize iner. Hak Taâlâ, atmosferde, yani hava denizinin içinde kardan
ve doludan nice yüzbin dağlar yaratmıştır. Yerin bir tarafına kar, bir tarafına
dolu gönderecek oldukta; bunlara vekil olan Mikail aleyhisselama emreder. O dahi
vekili olan İsmail adlı meleğe emredip, murat eylediği yere, istediği kadar her
tanesini bir melek koyar. Nitekim Hak Taâlâ: "Görmedin mi ki Allah, bulutları
sürüklüyor; sonra bulutların arasını topluyor, sonra onu bir yığın haline
getiriyor. İşte görüyorsun ki, yağmur bunların arasından çıkıyor. Allah, gökte
dağlar halindeki birikintilerden dolu indiriyor da, dilediği kimseye bununla
musibet veriyor, dilediğinden de onu bertaraf ediyor. Şimşeğin parıltısı
neredeyse gözleri alıverecek." (24/43), buyurmuştur.
Hak Taâlâ, yeşil
cevherden suyu yarattıkta; onun buharından rüzgârı yaratmıştır. Yer ve gök
arasında olan rüzgâr üç kısımdır. Birisi kısır rüzgârdır ki, Ad kavmine
gönderilmiştir. Birisi kara rüzgârdır ki, yıldızlar denizini, yağmurlar
denizini, kar ve dolu dağlarını yüklenip, atmosferde tutmuştur. Üçüncü rüzgâr,
yerdekilerin rüzgârıdır ki, doğu-batı, güney-kuzey yönlerinden hareket eden
havadır. O, bulutları ve buharları birleştirip ayırır, yağmur ve kar inecek
yerlere akıp gider. Şu halde rüzgâr esmesi de Mikail aleyhisselamın tedbirine
uygundur ve onun hareket ettirmesine bağlıdır: Onun izniyle esip, izniyle
kesilir.
Hak Taâlâ, bu havayı yaratıklarının ruhlarına nefes etmiştir. Bu
rüzgârı, fera ve sürûr; eşyanın ve işlerin düzenleyicisi etmiştir. Çünkü rüzgâr
olmasa, her şey kokar ve bozulurdu, bütün canlılar yerde helâk bulurdu. Rüzgârın
yağmuru ve bitkileri beslemesi gibi faydaları çoktur. Yüzleri güzelleştirme,
hayatı koruma ve hayata nefes verme gibi özelliklerinin nihayeti yoktur.
Hak
Taâlâ, bulutları, içleri boş ve latif biçimde yaratmıştır. onları, Mikail
aleyhisselamın yardımcıları havada toplayıp, yere yakın getirdikte; gökyüzünü
örtüp, kesif bir bulut olurlar. Hak Taâlâ, bulutların sevki için Ra'd adlı bir
küçük melek yaratıp, onu, Mikail aleyhisselama tâbi kılmıştır. Onun demirden bir
kırbacı vardır ki, kamçıyla bulutları develer gibi sevk eder. Vuruşunun
şiddetiyle kırbacından ateş çıkar ki, ona şimşek derler. Eğer o ateşin kıvılcımı
yere düşerse, ona yıldırım derler. O korkutucu gök gürültüsü, küçücük bir melek
olan Ra'd'ın sadasıdır ki, Hak'kı hamd ile tesbih eder. O, bulutları yerlerine
sevkedip gider. Nitekim Hak Taâlâ Kelam-ı Kadim'inde: "*ök gürültüsü, Allah'ı
hamd ile tesbih eder; melekler de Allah'dan korkarak tesbih ederler," (13/13),
buyurmuştur.
Hadis-i şerifte vârif olmuştur ki, havada ortaya çıka yeşil ve
kırmızı kavis Kuzah kavsi değildir, zira Kuzah şeytanın namıdır. Belki o
Allah'ın kavsidir ki, rahmet alâmeti, kudret belirtisi ve bereket
habercisidir.
Hak Taâlâ, yeryüzüne komşu olan havayı, lâtif yaratmıştır. Ta
ki yeryüzünde bulunan yaratıklar onu, koklayarak teneffüs edip, hayat bularak
yaşayalar. Bu havanın üstünde duman, onun üstünde beyaz bulutlar, onun üstünde
yağmur bulutları, onun üstünde uça kuşlar yaratmıştır ki, kuşların ne
yasaklanmış denizde yuvaları vardır, ne yeryüzünde yuvaları vardır. Onlar ancak
hava yerler, hava içerler; havada uyurlar, havada çiftleşirler. Yumurtaları
havadan düşerken, ruh bulup yavru olur ve kanatları tamamlanana kadar, kuş olup
uçana dek düşerler. Bundan sonra da yukarı doğru uçup, hemcinslerine giderler.
Bunların bulunduğu havanın üstünde, kar ve dolu dağları, bunun üstünde
yasaklanmış deniz, bunun üstünde lâtif hava ve bunun üstünde yıldızlar denizini
yaratmıştır. Güneş, ay ve yıldızların nurları büyük ve şiddetli olup, onlarla
bizim aramızda bulunan lâtif hava, saf deniz, kar ve bulutlar az olduğundan
büyük bir engel teşkil etmez. Eğer, güneş ile yer arasıda bütün bunlar, bu
kadarcık engel teşkil etmeseydi, güneşin sıcağına asla tahammül
olunmazdı.
[TOP]
4-BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Yedi denizin, sekiz kaf
dağının, yedi yerin ve her tabakanın sakinlerini, cehennemi ve şedi tabakasını
ve her bir tabakasında bulunanların, kıyamet şartlarının ve kıyamet hallerinin,
âlemin yokoluşunun ve mahşerin durumlarının yaratılış keyfiyetini; beş madde ile
beyan eder.
Birinci Madde
Yedi denizi, dağları,
yerleri ve cehennemi özet olarak bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
müfessirler ve muhaddisler ittifak etmişlerdir ki: Hak Taâlâ yerleri ve gökleri
yaratmak murat eyledikte; daha önce anlattığımız yeşil cevherlerin suyundan,
cennetler ve hazineler altında kalan artığının saf ve lâtifinden yedi göğü
yaratıp, ondan kalan bulanık suyu ve tortuyu birbirine vurmuştur. O zaman, bunun
özü yüzüne çıkıp, dalgaları yükseldikte; o öz ve dalgalarını dondurmuştur:
Yerler ve dağlar olmuştur. Dağlar dahi yerin direkleri olmuştur. Sonra Hak
Taâlâ, bütün dağların damarını, yeri kuşatmış olan kaf dağına bağlamıştır. Bir
büyük meleği, zelzeleye müvekkel edip, dağların damarlarını onun eline
vermiştir. Şu halde Hak Taâlâ, bir yein halkını isyanlardan men ve yasak etmek
murat eyledikte; o melek, Hak'kın emriyle o yerin damarını hareket ettirir. Ta
ki oranın halkı, o zelzeleden korkuyla kendilerine gelip, Hak Taâlâya yöneleler
ve itaatkâr olalar.
Bundan sonra yedi denizi yaratmıştır ki, en küçüğü yerin
çevresini, kaf dağının ötesinden kuşatır. Onun nâmı bahr-i muhit olmuştur. Onun
gerisindeki ikinci denizdir ki, namı: Kaynes'tir. Onun ötesindeki üçüncü
denizdir ki, nâmı: Esam'dır. Onun ötesindeki dördüncü denizdir ki, nâmı:
Muzlem'dir. onun ötesindeki beşinci denizdir ki, nâmı: Mırmas'dır. Dnun
ötesindeki altıncı denizdir ki, nâmı: Sâkin'dir. Onun ötesindeki yedinci
denizdir ki, nâmı: Bâki'dir. Yedi denizin sonuncusu odur. Bütün bu denizler,
birbirini kuşatmıştır. her birinin eni beşyüz yıllık yoldur. Hak Taâlâ, yeşil
cevherin artığından her iki deniz arasında, ilk denizle yerin çevresi arasında
ve yedinci denizin ötesinde birer yeşil kaf dağı yaratmıştır ki, sayıları sekize
yetmiştir. Bu dağların her birinin eni beşyüz yıllık yoldur. Bundan sonra Hak
Taâlâ, kudretiyle, çadırla misali yedi dağı üzerine yedi göğün kenarlarını
kubbeler gibi kuymuştur. Sekizinci kaf dağı ise, dünya göğünün içinde, bahr-i
muhit ile yer arasında hepsinden mücerre ve sade kalmıştır. Hak Taâlâ o yeşil
dağı, göğün içinden güneş ışığı, ay e yıldızların nuruyla aydınlatıp, şuaları
kaf dağından havaya aksettiğinden, renksiz hava yeşil renk gösterip, halk bunu
göğün rengi zannederler.
Hak Taâlâ, yedi göğün her birisini, balıklar gibi
binlerce çeşit yaratıkla dopdolu etmiştir. Yedi göğün duvarı olan kaf dağının
ötesinde bir büyük yılan yaratmıştır. Yılan, büyük dağı halkı gibi kuşatıp,
başını kuyruğu üzerine koymuştur. Kıyamete dek Hak Taâlâ'ya yüksek savtıyle
tesbih eder. Bu denizler ortasında yedi yer, bir gemi gibi hareketli ve huzursuz
iken, Hak Taâlâ bir büyük melek tayin etmiştir ki, yerlerin etrafını kavrayıp,
bir omuzu üzerinde sâki kılmıştı. Sonra Hak Taâlâ, o meleğin ayağı sağlam dursun
için yeşil yakuttan bir büyük kare biçiminde kaya yaratmıştır ki; onun en üst
düzeyinde bin vâdi yaratıp, her birini bir deniz ile ve her denizi binlerce
çeşit yaratıkla doldurmuştur. Daha sonra Hak Taâlâ, o kayayı sabit tutmak içi
bir büyük kırmızı öküz yaratmıştır ki, onun kırkbin başı, kırkbin boynuzu,
kırkbin ayağı vardır. Her iki ayağı arası bir yıllık yoldur. Kayayı, boynuzları
ve sırtı üzerine yüklenmiştir. Bu öküzün adı: Liyunan'dır. Sonra Hak Taâlâ, onun
ayaklarını sabitleştirmek için bir büyük balık yaratmıştır ki, yedi deniz onun
ağzında bir damla gibidir. Sonra Hak Taâlâ, o balığın altında bir büyük deniz
yaratmıştır ki, büyük alık, bu büyük denizde sükûn ve karar etmiştir. Sonra Hak
Taâlâ, o denizi altıda, yedi tabaka cehennem yaratmıştır. O büyük deniz,
cehennem üzerinde sâkin olmuştur. Sonra Hak Taâlâ, yedi cehennemin altında sert
rüzgâr yaratmıştır ki, sair ve sakar (cehennemin iki tabakası) onun üzerinde
karar kılmıştır. Daha sonra Hak Taâlâ, o rüzgârın altında karanlık ve onun
altında pere yaratmıştır. Yaratıkların ilmi o perdeye dek yetmiştir. Mülkünü ve
mülkünde olanları Allah daha iyi bilir.
İkinci
Madde
Yedi yerin durumlarını ve her tabakanın sâkinlerini,
cehennemin yedi tabakasını ve her birinin isimlerini ve oralarda bulunanları
ayrıntılarıyla bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, müfessirler ve
muhaddisler ittifak etmişlerdir ki: Hak Taâlâ, kudretiyle yerleri birbirinin
altında yedi tabaka yaratmıştır. Her yerin genişliği ve her iki yerin ara
mesafesini beşyüz yıllık yol edip, hava ile dolu eylemiştir. İlk tabakanın nâmı:
Dimka'dır. Kısır rüzgâr gibi havası nâhoştur. Onda bi çeşit yaratık vardır ki,
Berşem nâmıyle meşhurdur. onlara hem hesap, hem azap vardır. İkinci tabakanın
adı: Celde'dir. Onda cehennemlikler için azabın he türlüsü hazırdır. Buranın
kavminin ismi: Tamas'ıdr. Birbirlerini yerler. Üçüncü tabakanın adı: Celde'dir.
Onda cehennemlikler için azabın her türlüsü hazırdır. Buranın kavminin ismi:
Tamas'dır. Birbirlerini yerler. Üçüncü tabakanın ismi: Arka'dır. Onda katır gibi
akrepler vardır ki, kuyrukları mızraklar benzeridir. Her birinin kuyruğunda
üçyüz boğum vardır ki, öldürücü zehir ile dolmuştur. Onun sakinleri bir hasis
taifedir ki onlara: Kabes derler. Onların yiyeceği toprak, içeceği rutubettir.
Dördüncü tabakanın adı: Harba'dır. Onda dağlar gibi ejderhalar vardır ki,
kuyrukları uzun hurma ağacı gibidir. eğer birinin zehiri bahr-i muhite karışsa,
denizdeki yaratıkların cümlesi helak olurlardı. Onun sâkinlerine: Cülhan deler.
Onların ne gözleri, ne ayakları vardır, ancak iki kanatları vardır ki, uçarlar.
Beşinci tabakanın adı: melsa'dır. kavminin adı: Muhtat'dır. Sayıları hesaba
gelmez. Biribirlerini yerler. Orada kükürtten dağlar gibi taşlar vardır ki,
kâfirlerin boyunlarına bağlayıp, cehenneme bırakırlar. Altıncı tabakanın adı:
Siccin'dir. Cehennemliklerin amel defterleri oradadır. Sakinlerine: Kutata
derler. Cümlesi kuş şeklindedir. Lâkin elleri adam eli gibi, kulakları öküz
kulağı gibi, ayakları koyun ayağı gibidir. Onlar, melekle gibidir; yemezler,
içmezler, uyumazlar ve cinsî ilişkide bulunmazlar. Daima Hak Taâlâ'ya ibadet
ederler. Bir rivayette, ateşliklerin ruhları, kıyamete kadar orada
hapsolmuşlardır. Yedinci tabakanın adı: Ucba'dır. Kavminin adı: Cüsum'dur.
Cümlesi kısa boylu, siyah habeşli gibidir. Elleri ve ayakları, yırtıcı hayvan
pençesi gibidir. Ye'cüc ve Me'cüc'ü onlar helak etseler gerektir. Halen,
lânetlenmiş İblis, taraftarlarıyla onda sâkindir. Kendisi bir taht üzerinde
oturur. Yandaşları etrafında saf saf durup, her biri yeryüzünde insanoğlunu
sapıtmakla ettikleri fesat ve fitneleri, İblis'e arz ederler. Onlardan her kimin
şer ve fesadı çok ve büyük ise; İblis onu yanına alıp, sahte övgüler düzüp,
iltifat ederek yakınlarından sayar. Hak Taâlâ, Ümmet-i Muhammed'i onların
şerlerinden korusun. Amin. Anlatılan bu yerin ortasında karanlıktan bir perde
vardır.
Bu yedi tabaka yer, büyük bir meleğin omuzunda karar kılmıştır. Hak
Taâlâ, yedi yer altında bulunan yeşil kaya, kırmızı öküz, büyük balık ve büyük
denizden aşağıda kendi haşmetinden yedi tabaka cehennem yaratmıştır ki,
birbirinden aşağıdadır. Her tabakanın arası beşyüz yıllık mesafedir. Cehennemin
yedi kapısı vardır ki, her birinin içinde ateşten yetmişbin dağ vardır. Her
dağda ateşten yetmişbin vâdi vardır. Her bir vâdide ateşten yetmişbin kale
vardır. Her kalede ateşten yetmişbin ev vardır. Her ev içinde ipler, sandıklar,
tokmaklar, topuzlar, zincirler, bukağılar, köpekler, yılanlar, zehirli akrepler,
kaynar ve irinli sular, zehir ve zakkum emsali bin türlü azap vardır. Onda kara
yüzlü, gök gözlü zebani melekleri vardır ki, cümlesi sağırdır ve onlarda
merhamet duygusu yaratılmamıştır. Öyle çoktur ki hesabı yoktur. Hak Taâlâ,
zebanilere bir büyük ve heybetli melek vekil etmiştir ki, ona Mâlik derler. Yedi
cehennemin hâkimi ve kapıcısı odur.
İlk cehennemin adına: Cehennem derler ve
azabı, ötekilerinden hafif, daha zariftir. Bu, Muhammed Ümmetinin âsileri için
yapılmıştır. İkinci tabakanın adı: Sair'dir. Hıristiyanlar onda eserdir. Üçüncü
tabakanın adı: sakar'dır. Yahudiler için kararlaştırılmış ebedî duraktır.
Dördüncü tabakanın adı: Cahim'dir. Mürtedler ve şeytanlar için azabı elimdir.
Beşinci tabakanın adı: Hutame'dir. Gayya kuyusu ondadır. Ye'cüc, Me'cüc ve
kâfirlerin yeridir. altıncı tabakanın adı: Leza'dir. Puta tapanlar, ateşe
tapanlar ve sihirbazlar için hazırdır. Yedinci tabaka ki, ta diptedir ve adı:
Haviye'dir. O, mülhitleri, zındıkları, yalancıları ve münafıkları
kucaklayıcıdır. onun ateşi, harareti, azap ve şiddeti hepsinden üstündür.
Cehennemin tabakalarının tümü, yedibin tabakadan ziyadedir. (Allahım, bizi
cehennem azabından koru; affınla ey bağışlayıcı!)
Üçüncü
Madde
Alem ağacının meyvesi olan Adem aleyhisselâmın ruhu, cümleden
önceyken, cümleden sonra ortaya çıkmasını ve cennete çıkmasını ve oradan
inmesini; zürriyetiyle yeryüzünün imaratını ve onun neslinden Habib-i Ekrem
Muhammed sallallahü taâlâ aleyhi ve sellem hazretlerinin doğuşunu, onun şeriat
ve efendiliğinin bâkî olduğunu bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
müfessirler ve muhaddisler ittifak ile demişlerdir ki: Hak Taâlâ, ruhlar âlemini
yaratıp, ikibin yıl kadar müddetten sonra cesetler âlemini dahi icat eyleyip,
altı günde arş-ı âlâdan karanlık ve perdeye varıncaya dek cümlenin tamamiyle
nizamını vermiştir. Sonra kendisine yakın melekleri arş-ı azamın ayağında iskân
edip, korkan ve saf tutan melekler için arşın çevresini mekan eylemiştir. Diğer
kerim meleklerin mertebelerince her zümresine belirli bir makam ihsan edip; bir
sınıfını kürsüde, bir sınıfını sidrede, bir sınıfını liva-yı hamd altında ve
daha birçok sınıflarını cennette huri ve gılmanlar ile iskân eylemiştir.
Meleklerin nice bin sınıflarıyle gökler, yerler, denizler ve cehennemler
dolmuştur. Onları, yerlerde ve denizlerde olan yaratıklarına hizmetçi kılmıştır.
Cehenneme dolan melekler zebaniler olmuştur. Mücerret ruhlar, bölük bölük
askerler olup, gökleri ve yerleri kuşatmış olan İsrafil'in surunun içinde, her
zümre mertebesince makamını bulmuştur. Çünkü Hak Taâlâ, gökleri ve yeri
yarattığı gün, cisimler âleminin her semtini arş-ı âlâdan en aşağı perdeye
varıncaya dek melekler, ruhlar, cisimler, yaratıklar ile dopdolu
kılmıştır.
Bu dünyayı dahi yani yeryüzünü hem çeşitli yaratıklardan hâli
koymayıp, o vakitte çıplak zeminin bütün vâdilerinde ve dağlarında darı bitirip,
bütün yeryüzünü iyice doldurdukta; kudretiyle bir tavus kuşu yaratıp, dünya
dolusu darıyı ona rızık etmiştir. Bundan sonra tavus kuşu, kendisine verilen
rızkı yıllarca yiyip, on adet vâdide darı kaldıkta; korkusundan günde on
tanesini yerinden kaldırırdı. Bir zaman sonra bir vâdi darı kalmıştır. Bu
durumda kuş, günde bir tane ile kanaat etmiştir. Ta ki, kendisine ayrılan rızık
bittikte; kuşun eceli gelmiştir. Bir kere fikrolunsa ki, bu köhne dünya ne
zamandan beri bu nizamı bulmuştur. Ve nelerden geri kalmıştır; akıl sahiplerine
son derece ibret tevhası olmuştur. Bundan sonra Hak Taâlâ, hikmetiyle bu
yeryüzünde renksiz ve dumansız ateşten cinleri yaratıp, Mearic ismiyle dahi
isimlendirmiştir. Mearic, cinlerin babasıdır. Ondan eşini yaratıp, Mearice
nâmıyle ad vermiştir. Onların evlenmesinden cin taifesi doğup, nice yüzbin
kabile vücuda gelmiştir. Lanetlenmiş İblis, onlardan peyda olmuştur. Cin taifesi
o derece çoğalmıştır ki, yeryüzünü doldurmuştur. Onların aslî suretleri insan
suretindedir. Melekler gibi lâtif cisimli olduklarından, murat ettikleri
suretlerde teşekkül ederler. Onların zürriyeti çok olduğundan yeryüzüne
sığmayıp, lânetlenmiş İblis, çocuklarıyla dünya göğüne çıkıp, onda sakin
olmuştur. Bütün cinler, gece ve gündüz Allah Taâlâ'ya ibadet edip, asla âsi
olmazlardı. Böylece yedibin sene geçtikten sonra yeryüzünde kalanları, türlü
bozgunculuklara ve kan dökmeye başladılar. İtaatı terk edip, isyan işlediler.
Bundan sonra Hak Taâlâ, her yüz yılda bir kere kendilerinden peygamber
gönderdikçe; onu helâk edip onikibin senede yüzyirmi peygamber katletmiş8lerdir.
Bundan sonra Hak Taâlâ, onlara hışmedip, dünya göğünde sakin olan iblis'i
çocuklarıyla yeryüzüne gönderip, yerde olan cinleri bir yere topladıkta; gökten
bir ateş inip; cümlesini yakmıştır. "Gökten gönderdiği iblis soyunu denizlerdeki
adalarda iskân edip, İblis, Allah'a gayet itaatkar ve boyun eğici olduğundan,
onu yedinci göğe kaldırmıştır. İblis, ilahî dergahta makbul olmuş, allah onu
cennete sokmuştur. Yeryüzü boş kalmasın için, dünya göğünden melekler indirip,
iskân etmiştir. Onlar da, hak Taâlâ'ya ibadetle meşgul olup, bin yıl dahi bu
minval üzere gitmiştir ki, cinlerin babası Mearic yaratılalıdan beri yılların
sayısı yirmibin yıla yetmiştir.
Bundan sonra Hak Taâlâ, âlemin efendisi,
insanların babası olan Hazreti Adem aleyhisselamı yaratmak murat eyledikte;
Azrail aleyhisselamı gönderip, yeryüzündeki yedi iklimden toprak aldırmıştır.
Cebrail aleyhisselamı gönderip, o, kuru toprağı kırk gün yoğurmuştur. Bundan
sonra Hak Taâlâ, o çamuru en güzel biçim üzere Numan vâdisinin içinde
şekillendirmiştir. Kendi ruhundan onun başına üfleyip, yeryüzünde onu meleklerin
secde yönü ve insanlara peygamber etmiştir. Bütün melekler ona secde eyledikte;
İblis, buna "hayır" deyip, secde etmediği için lânetlenmişlerden ve
kovulmuşlardan olmuştur. Kıyamete kadar da mühlet almıştır. Sayısız zürriyetiyle
Adem'in zürriyetine tasalluta fırsat bulmuştur. İnsanoğlunun bedeninin her
yerinden girip, damarlar içinde kan gibi akıp, yoldan çıkarmaya çalışır. Lâkin
hiç kimseyi cebren âsi ve kâfir edemez. Ancak ibadetleri acı ve zor, günahları
lezzetli ve kolay göstermekle vesvese eder. Hak Taâlâ, cümlemizi onun şerrinden
korusun. Amin!
Hak Taâlâ, Adem peygamber aleyhisselamı yeryüzünde yarattıktan
kırk yıl sonra onu göklere kaldırıp, firdevs cennetine sokup, cennet elbiseleri
giydirip, çok nimetler ihsan etmiştir. Ona, bir nimeti verdikçe: "Bu nimetle
kanaat eder misin?" deyip, Adem aleyhisselama hitap etmiştir. O dahi: "Kâni
değilim ya Rabbi!" diye cevap vermiştir. Ta ki, Adem aleyhisselama bir gaflet
verip, sol kaburga kemiğinden Hazreti Havva anamızı yarattıkta; Adem, gözünü
açıp, görmüştür ki, yanında kendi benzeri bir sevimli insan oturmuştur. Böylece
onunla sohbet, ülfet ve vuslat hâsıl oldukta; Hak Taâlâ, yine hitap edip
buyurmuştur ki "Ey Adem! Bu nimetimle nicesin?" O dahi cevap vermiştir ki: "Ya
Rabbi! Hesapsız ynimetinin denizine batmışımdır. Bu nimetini, cümleden büyük
bulmuşumdur. Bununla kanaat kılmışımdır. Çünkü Havva ile sükûnet bulup,
ülfetiyle ünsiyet kılıp, ondan kâm almışımdır. Bundan gayri ikrama hacet
kalmayıp, bu ihsanının şükür ve sürûruyla dolmuşumdur." Bundan sonra Hak Taâlâ,
ona: "Ey Adem! Havva ile cennetimde sâkin olup, her nimetten lezzet alasınız.
Ancak buğday ağacına yakın gelmeyesiniz. Ondan yiyip, bana âsi olmayasınız,"
diye tenbih buyurmuştur. Bu minval üzere hazreti Adem, Havva ile bin yıl kadar
cennet safalarını sürmüşlerdir. Bundan sonra Adem babamız, Havva anamızın sözüne
uyup, buğday ağacından alıp, ikisi de yedikte; Hak Taâlâ aleyhisselam,
Hindistan'da yüksek bir dağ üzerine inmiştir. İkiyüz yıl o dağda ağlayıp,
tevbeye meşgul oldukta; tevbesi kabule yetmiştir. Havva anamız dahi, adem
babamızı isteyip ikiyüz yıllık hasretle Arafat dağı üzerinde kavuşmak müyesser
olmuştur.
NAZM
İki canibden ol iki müştak
İkisi bile mübtela-yı
firak
Birbirine heman eriştiler
Ağlaşıp, sarmaşıp, görüştüler.
Bundan
sonra Şam'a gelip, onda kalıp, Habil ve Kabil orada dünyaya gelip, yine
Hindistan'a gitmişlerdir. Ömürlerinin süresi ikibin sene oldukta; hazreti Adem
aleyhisselam Serendib adasında; ondan kırk yıl sonra hazreti Havva Cidde'de
vefat etmişlerdir.
Bundan sonra Adem ile Havva'nın zürriyetleri yeryüzünü
meskûn ve mamur etmişlerdir. Hazreti Adem aleyhisselamın neslinden ice bin
kimseler nübüvvete ermişlerdir. Hazreti Adem'den altıbin sene geçtikte; Mekke-i
Mükerreme'de hazreti İsmail evladından, Kureyş Kabilesinden, Haşim Oğullarından
Abdullahl'ın sulbünden Muhammed Mustafa sallallahü taâlâ aleyhi ve sellem
hazretleri dünyaya gelip, kırk sene velayet zevkiyle safalar sürmüştür. Kırkbir
yaşında bütün insanlara ve cinlere peygamber olup, onüç sene Mekke'de
kâfirlerden cefalar görmüştür. Mekke'de mağlûp iken, Medine'ye hicret etmiştir.
Hicretin onuncu senesi Mekke4ye galip gelip fethederek, yine Medine'ye
gitmiştir. O seni Medine'de yaşı altmışüç yıla yetmiştir. O sene de Medine'de
vefat etmiştir. Bizim Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem odur ki:
Peygamberlerin sonuncusudur, ondan sonra peygamber gelmez, şeriatı kıyamete dek
bâkidir; ortadan kaldırılmaz, değiştirilmez, hükümleri bozulmaz. Hicretten bu
zamana gelinceye dek ay senesine göre tarih, binyüz yetmişe, yetmiştir. (H. 1170
/ M. 1756). Şu halde zamanın sonu olup, dünyanın ömrü geçip gitmiştir. Kıyamet
yakın olup; edep, haya, sevgi, vefa, doğruluk ve safa yitmiş ve batmıştır. Zira
ki Peygamberimiz sallallahü taâlâ aleyhi ve sellem hazretlerinin haber verdiği
kıyamet şartlarının nicesi zuhur etmiştir. (Ey Allahım! Ahirzamanın fitnesinden
bizi koru. Bizi şehadet ve iman ile dünyadan çıkar; rahmetinle ey Rahman ve
Rahim olan Allah!)
Dördüncü Madde
Kıyametin
şartlarını, kıyametin alâmetlerini, surun üfürülüşünü, zelzele ve insanların
perişanlığını, yaratıkların helakini ve göklerin harap olmasını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, sadece muhaddisler ittifak
etmişlerdir ki: Kıyametin şartları ve kıyametin alâmetleri iki çeşittir. Biri
gizli alâmetler, biri de açık alâmetlerdir.
Gizli alâmetler: İnsandan izzet,
hürmet, muhabbet, şefkat, edep, haya, cömertlik, ahde vefa, doğruluk, safa,
dostluk, takva, şeriatın yürürlükten kalkması gibi. Şehirlerde mescitlerin
çoğalması ve cemaatin azalması, binaların yüksek olması, elbiselerin incelmesi,
kadınların ve çocukların hakimiyeti ele geçirmesi, kadınların erkekler,
erkeklerin kadınlara benzemesi, homoseksüelliğin ve kadınlar arasında
seviciliğin yaygınlaşması, eşyanın bereketinin azalması, akraba ziyaretinin ve
şeriata uygun alış-verişin kesilmesi, kötülerin hürmet görmesi, iyilerin hakir
görülmesi, cariyelerin efendilerini doğurması, kan dökülmesi, fisk ve fücurun
artması ve kabirlerin süslenmesi gibi işlerdir ki, bunlara kıyametin şartları
dahi derler.
Açık alâmetler: Kıyametin açık alâmetleri
ondur.
1- Deccalın çıkışı.
2- Üç gece üstüste ay
tutulması.
3- Üç sene boyunca yedi iklimde kıtlık olması.
4- Büyük bir
dumanın her tarafı kaplaması.
5- İsa aleyhisselamın Şam'daki beyaz minare
üzerine inip, Deccal'ı öldürerek, Şeriat-ı Muhammediyye ile amel etmesi.
6-
Resul-ü Ekrem'in soyundan Mehdi çıkıp, kırk yıl adâlet üzere gidip, Hazreti İsa
aleyhisselamı bulması.
7- Dâbbe-tül-Arz'ın vücuda gelmesi.
8- Ye'cüc ve
Me'cüc'ün İskender seddinden çıkarak, yedi iklimi istilâ etmesi.
9- Hazreti
İsa aleyhisselamın Mekke-i Mükerreme'ye gelip, buradan ahirete gitmesi; bundan
sonra da Kâbe'nin yıkılması.
10- Güneşin batıdan doğup, orada
dolanması.
Bu şartların ve alâmetlerin ortaya çıkmasından sonra misk ve anber
kokusu gibi serin ve temiz rüzgâr esip, müminlerin ruhları bu rüzgârın
tatlılığıyla çıkar. Bundan sonra Kur'an-ı Kerim'in hükümleri yeryüzünden kalkıp,
halkın cümlesi cehalette kalır. Yüz yıl dahi öyle gider.
Müfessirle dahi
ittifak etmişlerdir ki: Bütün bunlardan sonra Hak Taâlâ, İsrafil aleyhisselama
suru üfürmekle emreder. Hemen o an surun narasının heybetinden yedi gökte ola
meleklerin ve yedi yerde olan yaratıkların cümlesi, kıyamet koptu sanıp, yüzleri
üzere düşüp, kendilerinden geçerler. Gökler ve yerler titreyiş ve sarsıntıyla
düşüp, yıldızlar dökülür. Saçlar, sakallar ağarıp, hamileler doğurup, insanların
cümlesi kendinden gidip, sarhoşlar misali kalırlar. Bu, surun ilk üfürülüşüdür
ki, ondan bu heybetleri alırlar. Kırk yıl dahi bu minval üzere gider. Bundan
sonra Hak Taâlâ, İsrafil aleyhisselama yine sura üfürmekle emreder. Bunun
üzerine o dahi ikinci üfleyişte suru öyle güçlü üfler ki, şiddetinden bütün
dağlar o demde düzlenerek yerlerinden kopup, havaya çıkıp, atılmış pamuk gibi
bulut olurlar. Yedi gök, pare pare olup, yeryüzüne su gibi eriyip dökülürler.
Denizlerin suyu kupkuru olup, güneş ve ayın ışığı gidip, kapkara olurlar. Cihanı
karanlık kaplayıp, arş-ı âlâdan aşağıların aşağısına belki perde altına dek, her
ne kadar yaratık ve melek varsa cümleten helâk olup, fena bulurlar. Ancak
Allah'a yakın meleklerden sekiz melek kalırlar. Onlar; Cebrail, Mikail, Rıdvan
ve Azrail'dir. Öteki dördü; arşın taşıyıcılarıdır ki, birisi İsrafildir. Bundan
sonra Azrail aleyhisselam, o yedi meleğin dahi ruhlarını kabzeder. En son kendi
ruhunu kabzederken bir çığlık atar ki, narasının sadası gökleri geçip, yerlere
gider.
Şu halde her can, ölümü tadıp, yok olur. İki âlemde bir kimse
kalmayıp, ancak Celal ve ikram sahibi olan Allah Taâlâ kalır. Bu âlem, harap,
boş, tenha virane gibi, kırk yıl daha bu durum üzere kalır. Ve kimse
olmadığından yine kendisi: "Her şeye galip olan tek Allah'ın!" (40/16) deyip,
kendi kendisine cevap eder.
Beşinci Madde
Surun
üçüncü üfürülüşünü, ölülerin diriltilişini, cesetlerin haşrini, amel
defterlerini, hesabı, mizanı, sırat köprüsünü, arafı özet olarak
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, müfessirler ve muhaddisler
ittifak etmişlerdir ki: Hak Taâlâ, yeryüzünü şiddetli bir rüzgâr ile dümdüz
edip, Şam sahrasının hizasında mahşer yerini yüzbin yeryüzü kadar geniş eder.
Arş altındaki hayat denizinden kırk gün devamlı olarak insan menisi gibi bu
dünyaya yağmur iner. Bütün yeryüzü deniz gibi doldukta; çamur tabakasında toprak
olan insan ve hayvan bedenlerinin tümü, o yağmuru çekip, bütün parçaları bir
yere gelip, her ceset evvelki görünümünde olup, yeryüzünde bakla gibi biter. Her
beden, kendi olgunluğuna yeter. Sonra Hak Taâlâ, en son ölen sekiz meleği
diriltip, İsrafil aleyhisselama: "Suru üfle!" diye emreder. O dahi, üçüncü
üfleyişi öyle zarif ve lâtif üfler ki, surun içinde sakin olan ruhlar, o demde
ufuklara yayılıp, her can kendi kafesini bulur. Nasıl ki, koyun sürüsü içinde
her kuzu kendi anasını bilir; bunun gibi her can kendi cismini bilip ve bulup
onunla kalır. İlk ve son yaratıklar, melekler, huriler, insanlar, cinler,
şeytanlar, deniz hayvanları ve her hayvanları, bütün haşereler, kıyametin bir
anında tamamen ruh bulurlar ve mahşer yerine her taraftan toplanırlar.
Peygamberlere, velilere, âlimlere ve salihlere cennetten elbiseler ve buraklar
gelip; giyip ve binip, arşın gölgesine gidip, minber ve kürsüler üzerinde rahat
ve selametle otururlar. Geri kalan yaratıkların cümlesi, aç, susuz, başları
açık, çıplak, yalınayak yürüyerek, düşe kalka arasat meydanına gelip, mahşer
yerinde haşrolurlar. Sıklaşıp, ayak üzerinde dururlar. Tepelerine güneş, bir mil
miktarı yakın olup, hararetten çok ter dökerler. Kimi topuğuna, kimi dizine,
kimi göğsüne, kimi boğazına dek ter içinde kalırlar. Niceleri ter denizinde
gömülürler.
Cehennemi, yeraltından mahşer meydanına yetmişbin saf zebaniler
getirirler. Mahşer halknı, halka gibi kuşatırlar. Mahşer halkı, ellibin yıl
kadar hesabı beklemekle o halde sıkıntı içinde kalırlar. Dünyada, Kiramen
kâtibin; yazdığı amel defterlerini sahiplerine verirler. Müminlee ve itaatli
olanlara sağdan, kâfirlere ve bozgunculara soldan verirleri. Hak Taâlâ, bütün
yaratıklarına orada vasıtasız kelam söyler. Kıyametin bir anında hepsinin
hesabını görüp; kimine hitap, kimine itap eyler. Hak Taâlâ, mazlumun hakkını
zâlimden alıp, zâlimin hasenâtı varsa mazluma verir; yoksa, mazlumun günahlarını
zâlime yükler. Hesaptan sonra hayvanları toprak eder. Kâfirer, hayvanlara gıpta
edip, keşke biz de toprak olaydık, derler.
Mahşer yerinde, iki direk
üzerinde, bir büyük terazi kurulur ki, her bir direğinin uzunluğu beşyüz yıllık
yoldur. Her kefesi yeryüzü kadar boldur. Bu terazi ile mahşer gününde iyilikleri
ve kötülükleri ölçerler. İyilikleri ağır gelenler cennete, kötülükleri ağır
gelenler cehenneme giderler. Meğer ki, Hak Taâlâ keremiyle kulunu affeyleye veya
peygamberlerden, veya velilerden, veya âlimlerden, veya salihlerden şefaat
erişe: Eğer imanla vefat eylemiş ise... Zira ki dünyadan imansız gidenlere
cennet, mağfiret ve şefaat olmaz ve hiç bir şekilde cehennemden kurtuluş bulmaz.
Eğer iman ile gidip, günahları ağır gelip, mağfiret veya şefaat erişmedi ise; o,
günahı kadar cehennemde yanıp, ondan sonra cennete gider. Zerre kadar iman ile
giden elbette cehennemden çıkıp huzura erer.
Sırat köprüsü, kıldan ince
kılıçtan keskindir. Uzunluğu üçbin yıllık yoldur. Bin yıl yokuş, bin yıl düz,
bin yıl iniş yoldur. O, cehennem üzerine kurulup, mahşer halkının cümlesi onun
üzerinden geçip giderler. Kimi şimşek gibi, kimi ok gibi, kimi seğirtir at gibi,
geçerler. Kimi günahlarını yüklenmiş yürür, kimi cehenneme düşüp yanar. Cehennem
ise feryat eder ki: "Ey mümin! Tez geç ki hakikatte senin nurun, benim ateşimi
söndürmüştür." Şu halde müminler selametle sıratı geçerler. Kevser havuzundan
içerler. Onda yıkanıp, ayıp ve noksanlarını tekmil ederler. Cennete girip,
herkes mertebesince makamını bulur. Ebediyyen onda zevk ve safa ile kalır. Zira
ki cennetlikler, çeşitli nimetlerden zevk alırlar. Mevla'ya kavuşmakla mest ve
hayran olurlar. Gözler görmeyip, kulaklar işitmeyip, hatırlara gelmeyen
devletler bulurlar.
Cennetle cehennemin arasında kale duvarı misali burç ve
mazgalları yüksek bir büyük sur vardır ki, yüksekliği beşyüz yıllık mesafedir.
Genişliği nihayetsiz, yapısı renkli cevherlere süslüdür. Ona araf adı verirler.
Deliler, müşriklerin çocukları onun üzerinde kalırlar. Cennet semtine bakıp,
oradakileri nimetlenmiş gördükte; arzu ile mahzun olurlar. Cehennem semtine
bakıp, oradakileri azapta gördükçe, kendi selametleriyle mesrur ve şükredici
olurlar. Araftakiler, bir rivayette ebediyyen onda karar edip, kâh mahzun, kâh
sevinç ile kalırlar. (Ey Allahım! Ey günahları örtücü! Bizi cehennem ateşinden
koru. Bizi, iyilerle beraber cennete koy, âhirette cemalini görmeyi nasip eyle.
Seçilmiş Habib'inin hürmetine bizi orada karar kıldır. Amin. Ey
affedici!)
Tenbih
Unutulmamalı ki, buraya gelinceye değin yazılan
satırların cümlesi, dini işlerden olmakla; bunların hepsini kesin tasdik ve iman
ile inanmak, hepimize çok mühim ve çok gereklidir. Zira ki, bunlar din
işlerinden, din usulündendir. Bunları, aklî delillerle kıyas etmek caiz
değildir. Zira ki, insan aklı, bunları idrak etmekten yoksun ve
âcizdir.
Ancak bizim en yüksek arzumuz olan Mevla'ya kavuşmak için kudretinin
büyüklüğünü fikretmeye ve düşünmeye işaret ve müjde olan Kur'an âyetleri ve
Peygamber hadisleri ölçüsünce; âlemin tasviri, bu miktarca açıklama ile bunda
yetinilmiştir. Lâkin âlimlerin ileri gelenlerinden ve velilerin büyüklerinden
olan araştırıcıların lideri, tedkikçilerin senedi Mevlana Seyyid Şerif (Allah'ın
rahmeti onun üzerine olsun) hazretleri: "Astronomi ilmi, göklerin ve yerin
yaratılışını düşünenler için en büyük Sanatkâr olan allah'ı tanımakta ne güzel
yardımcıdır!" buyurduğu için ve bütün ilimleri kendisinde toplayan, bitmeyen
feyz kaynağı İmam-ı Gazali (Allah'ın rahmeti ona olsun) hazretleri: "Astronomi
ve anatomi ilimlerini bilmeyen, allah'ı tanımakta acze düşer," buyurup, anatomi
ve astronomi bilginlerini duyurduğu için bir miktar âlemin astronomik yapısından
ve bir miktar insan anatomisinden dahi yazılıp, açıklanmak münasip görülmüştür.
Ta ki, mütalaasıyla acze düşme durumundan uzaklaşıp, cehalet zindanından
çıkasın. İlim ve hikmet mahfeline girip, bilginler zümresine giresin. Hikmetin
özüne hulül edip, hakikatın zirvesine yükselesin. Eşyanın hakikatına vâkıf olup,
mânânın inceliklerini bilesin. Cihanın sırlarına muttali olup, âlemin
durumlarını olduğu gibi bilesin. Kendini tanıma olgunluğuna erip, ondan Allah'ı
tanıma devletini bulasın.
(Ey vacib'ül-vücud olan Allah'ım! Ey hayırlar
verici! Rahmetinin nurlarını üzerimize saç! Seni kemaliyle tanımakta bize
kolaylık ver. Sen münezzehsin ey Allah'ım! Senin öğrettiğinden başkasını biz
bilemeyiz, senin anlattığından başkasını anlayamayız. Senin ilham ettiğinden
başka marifetimiz yoktur. Sen, alimsin, hakimsin, vecedsin, kerimsin, raufsun,
rahimsin. Amin! Ey rahmetiyle yardımcı, ey bağışlayıcıların en
bağışlayıcısı!)
ALEM-İ LAHUT LA HALA VELA MELA
1- Yerin
altı
2- Arş-ı azam
3- Arşın taşıyıcılarının makamı
4- Arş-ı azamın
sütunlarının sonu
5- Kürsünün sütunlarının sonu
6- Ceberût âlemi
7-
Kürsü
8- Ruhlar âlemi
9- Melekler âlemi
10- İsrafil'in suru
11-
Sidre-i münteha
12- Kalem
13- Tuba ağacı
14- Levh-i mahfuz
15-
Liva-yı hamd
16- Cennetin kapıları
17- Melek perdeleri
18- Alevli
deniz
19- Yayılmış deniz
20- Taksim edilmiş rızıklar denizi
21-
Nimetler denizi
22- Kamkam denizi
23- Hayat denizi
24- Yedi gök
25-
Gündüz cevheri
26- Gece cevheri
27- Beyt-i mamur
28- Yasaklanmış
deniz
29- Dolu ve kar dağlar
30- Bulutlar
31- Kâbe
32- Kaf
dağı
33- Yedi yerin taşıyıcısı meleğin mekânı
34- Yeşil kaya
35-
Kırmızı öküz
36- Balık ve deniz
37- Sırat köprüsü
38- Surun içinde
ikinci berzah
39- Cehennemin kapıları
40- Katran kazanı
41- Zakkum
ağacı
42- Birinci berzahın dibi
43- İkinci berzahın dibi
44- Veyl
vâdisi
45- Karanlık ve perde
ALEM-İ LAHUT LA HALA VELA
MELA
1- Yerin altı
2- Arş-ı azam
3- Arşın taşıyıcılarının makamı
4-
Arş-ı azamın sütunlarının sonu
5- Kürsünün sütunlarının sonu
6- Ceberût
âlemi
7- Kürsü
8- Ruhlar âlemi
9- Melekler âlemi
10- İsrafil'in
sonu
11- Sidre-i münteha
12- Tuba ağacı
13- Kalem
14- Levh-i
mahfuz
15- Hamd dağı
16- Cennetlerin kapıları
17- Arafat suru
(delilerin ve müşriklerin çocuklarının yeri)
18- Peygamber aleyhisselamın
havzu
19- Cennet yolu
20- Sırat köprüsü
21- Yokuş
22- Düzlük
23-
İniş
24- Sırat köprüsünün sonu
25- Cehennem kapıları
26- Zakkum
ağacı
27- Katran kazanı
28- Cehennemin tabakaları
29- Gayya
kuyusu
30- Veyl vâdisi
31- Güneş
32- Liva-yı hamd
33- Mahşer
yeri
34- Makam-ı Mahmud
35- Peygamberlerin minberleri
36- Alimlerin
kürsüleri
37- Amellerin terazisi
38- Amel defterleri
39- Sırat
köprüsü
[TOP]
[TOP]
[TOP]
[TOP]
8-BÖLÜM:
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Cisimlerin miktarlarını,
boyutlarını beyan eden geometrinin, astronomi için önemli ve lüzumlu olan
şekillerini kolay bir yöntem üzere dört madde ile beyan
eder.
Birinci Madde
Nokta, çizgi, yüzey ve cismin
tariflerini; çizgi ve yüzeyin kısımlarını ve özelliklerini özet olarak
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, geometriciler demişlerdir ki:
Arazın kısımlarından her nesne ki, ancak duyularla işareti kabul olup, hiçbir
cihetle bölünme kabul etmese, ona: Nokta derler ki, hakikatte yer tutup, cüzü
olmayan nesnedir. Bu
nesne, çizginin son iki ucudur. Arazların kısımlarından
bir nesne ki, ancak duyularla işaretlenip ancak bir cihetle bölünme kabul etse,
ona: Çizgi derler ki, noktayla biten, uzunluğu, genişliği ve derinliği olmayan
bir nesnedir. arazların kısımlarından her nesne ki, duyularla işareti kabil
olup, iki cihetle bölünme kabul etse, yani uzunluk ve genişlik yönünden bölünme
kabul etse, ona: Yüzey derler ki, o nesne uzunluk ve genişlikle olup, çizgiyle
biter. Arazlardan bir nesne ki, üç cihete göre bölünme kabul etse, yani uzunluk,
genişlik ve derinlik bakımından bölünmesi kabul olsa, ona: Cisim derler ki,
matematikte bahsolunan cisim bilgisidir. Çizgi, doğru ile eğriye ayrılır. Doğru
çizgi odur ki uzunluğu, mesafesi üzere
farz olunan noktalar toplamı
birbirinin hizasında ola, yani bazı cüzleri yüksek, bazı cüzleri alçak olmayıp,
bir tarafı göze mukabil oldukta; öteki tarafıyle ortasının ve diğer tarafının
görünmesine bir engel olmaya. Eğri çizgi, bunun tersi olup, uzunluk mesafesinin
cüzleri eğrilik üzere olup, bir tarafı göze mukabil oldukta; öteki tarafıyle
ortasının görünüşüne eğri parçalar engel ola. Doğru çizgiler dahi ya paraleldir
ya paralel değildir. Paralel çizgiler, düz olan iki ya fazla çizgilerdir ki,
birbirlerinden uzaklıkları, bütün cüzleri eşit oyup, iki yanlarından doğruluk
üzere sonsuza dek uzatılsalar, birbirlerine kavuşmaları mümkün olmaz. Paralel
olmayan çizgiler, doğru çizgilerin tersidir. Yüzey ise, ya düzdür, ya değildir.
Düz yüzey odur ki, bir ucundan bir ucuna varıncaya dek o yüzey üzerinde
farzolunan cüzlerinin çizgileri birbirine karşılıklı ve paralel ola. Düz olmayan
yüzey, bunun tersidir ki, düz olmayan yüzeylerin bazısına değirmi deler. Kürenin
dış yüzeyinin yumruluğu gibi. Bunların yarımlarına: Yarım değirmi yumru ve yarım
değirmi bükey derler. Yüzeylerin paralelleri ve paralel olmayanları; çizgilerin
paralelleri ve paralel olmayanlarıyla kıyaslanırsa,
bilinir.
İkinci Madde
Üçgenlerin kısımlarını,
dörtgenlerin çeşitlerini, çokgenlerin açı kısımlarını, dairenin merkez ve
çevresini, çap, kiriş, yay, pay ve sintüsü özet olarak bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, geometriciler demişlerdir ki: Her yüzey ki, onu bir çizgi
veya ziyade çizgi kuşatır, ona: Yüzey şekli derler. Eğer yüzeyi, üç çizgi
kuşatırsa, ona: Üçgen derler. Bu dahi üç kısımdır. Birisine: Eşkenar üçgen denir
ki, her üç kenarı birbirine eşittir. Birine: İkizkenar üçgen derler ki, ancak
iki kenarı beraberdir. Birine: Çeşitkenar üçgen derler ki, kenarlarının üçü dahi
birbirinden farklıdır. Eğer yüzeyi, dört çizgi kuşatırsa, dörtgen derler. Eğer
beş çizgi kuşatırsa, beşgen derler. Bu minval üzere on kenara varıncaya kadar
ongen derler. Eğer kenarları eşit olursa: Kare, beşgen, altıgen, yedigen,
sekizgen, dokuzgen, ongen derler. Ama üçgen ve dörtgen dahi kısımlara
ayrılırlar. Üçgende, dik açı
bulundukta; dik üçgen, derler. Geniş açı
bulunduğu takdirde; geniş üçgen adı verirler. Geniş ve dar açıların bulunduğu
üçgen, dar açılı üçgendir. Aynen bunun gibi, dört kenarı olan şeklin, dört
kenarı eşit olursa ve dört dik açısı olursa, ona: kare derler. Açıları dik olup,
kenarları eşit olmayana: Dikdörtgen. Bunun aksine ki, kenarları eşit olup,
açıları dik olmayana: Eşkenar dörtgen derler. Kenarları eşit olmayıp, açıları
dahi dik olmasa, lakin kenar ve açılarından karşılıklı ikisi eşit olsa, ona
eşkenar dörtgen derler. Bunların dışındakilere yamuk derler. Kenarları dörtten
fazla olan şekile: Çokgen dahi derler.Açı, iki çizgiyle kuşatılmış bir yüzeydir
ki, kenarları bir noktada birleşir ki o iki çizgi bitişik olmaya. Açı iki kısım
olup; birine: Doğu açı derler ki, bir noktada bitişmeksizin uzayan iki çizginin
arasında yumrusudur. Birine geometrik cisim derler ki, bir veya daha faza
yüzeyin kuşatmasından bir cisimde meydana gelir. Mesela koninin üst açısı gibi.
Doğru açı dahi üç kısımdır. Birine: Dik açı derler ki, doğru bir çizginin
üzerinde, kendi benzeri dik bir çizgi olup, iki tarafında oluşan iki eşit
açıların biridir. Dik olan doğru çizgiye: Dikey derler. bir kısmına: Dar açı
tabir ederler ki dik açıdan küçüktür. Bir kısmına dahi geniş açı derler ki, dik
açıdan büyüktür. Bu iki kısmın kenarları doğru olmak lazım gelmez.Şekil bir
uzamdır ki, bir eğri çizgi, düz bir yüzeyi bir yönüyle kuşatır ki, yüzeyin
içinde bir nokta farz olunsa, o noktadan çevreye çekilen çizgilerin cümlesi eşit
olur. Şimdi o çevrelenen yüzeye daire derler. Onu çevreleyen eğri çizgiye, daire
çizgisi ve değirmi çizgi derler. o ortada var sayılan noktaya, dairenin merkezi
derler. Merkezden çevreye uzanan çizgilerin her birine, dairenin yarıçapı
derler. Merkezi geçip, her iki uca ulaşan doğru çizgiye -ki belirtilen
yarıçaplardan her ikisinin tamamıdır dairenin çapı derler. Bu çap ki, o daireyi
iki eşit parçaya bölüp, çapın tamamıyle çevrenin bir yarısını kuşatır ve o
daireyi iki parça edip, merkezi geçmeyen doğru çizgiye: Veter (kiriş) denir ki,
daireyi iki eşit parçaya bölmeyip, biri büyük ve biri küçük olmak üzere iki
kısma böler. Bu iki kısmın her birine: Parça adını verirler ve çevrenin her
parçasına kavs (yay) adı verirler. Kirişin yarısına: Düz sinüs derler. Kirişin
yarısından çıkıp, yayın yarısına ulaşan dikeye: Sinüs eğrisi derler. Dairenin
çapının yarısına: mutlak sinüs derler, gaflet
olunmaya.
Üçüncü Madde
Mücessem şekillerden,
küp, silindir, koni, küre şekillerini; merkez ve çevresini, kuşağını, kutbunu;
eksen ve hareketini, dairelerle dönencelerini, yavaş ve hızlı hareketlerini özet
olarak bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, geometriciler demişlerdir
ki: Her cisim ki, ou bir veya daha fazla yüzey kuşatır, ona: Mücessem şekil
derler. Eğer bir cismi, altı eşit kare kuşatırsa, ona: Küp derer. Eğer iki eşit
paralel daire çevreleri arasını birleştiren düz yüzey ile bir cismi
kuşatırlarsa, o cisme: Silindir derler ki, o iki daire onun tabanlarıdır.
Merkezlerini birleştiren çizgi, o silindirin payıdır ki, eğer bu pay o tabanlar
üzerine dikey olursa, o: Dik silindirdir. Değilse: Eğik silindir derler. Eğer
bir daire, merkezden çam kozalağı yüzeyi gibi dar bir noktaya yükselip, bir
cismi kuşatırsa, ona: Koni derler ki, o dairenin tabanıdır. Merkezden o noktaya
çıkan çizgi, o koninin payıdır. Eğer o pay taban üzere dikey olsa, o: Dik
konidir. Değilse eğik konidir. Bir şekil o şekilde olursa ki, onun ortasından
bir nokta farz olunup, o noktadan o cismin yüzeyine çekilen çizgilerin cümlesi
eşit olsa, o şekile: Küre ve o yüzeye: Kürenin çevresi ve değirmi yüzey derler.
O noktaya: Kürenin merkezi ve o çizgilere: Kürenin çaplarının yarıları derler.
Bu düz yüzey, bir küreyi iki parça eyledikte; bir daire ortaya çıkar. Eğer o
yüzey kürenin merkezini geçerse, o daireye, büyük; ötekilerine küçük daire adı
verilir. Kürenin çevresinde her nokta ki farz olunur, bir devrini tamam ettikte;
bir daire çizer. Ancak iki karşılıklı nokta ki, onlara küre kutbu, hareket kutbu
dahi derler. Bir çap ki, iki kutbun arasını birleştirir, ona: Eksen derler.
Anlatılan dairelerden o daire ki, onun kutbu, kürenin kutbunun aynısıdır.
Merkezi, kürenin merkezinin aynıdır. Ona: Küre kuşağı derler. O daire, iki
kutbun arasını yarıya bölmekle, ona
paralellik eden bütün dairelerin en
büyüğüdür. O daireler birbirinden küçüktür ki, onlara: var sayılan devir
noktaları denir. İki tarafta bulunup, kuşağa oranla boyutları eşit olan her iki
daire eşittir. Kürenin iki kutbu, bu dairelerin dahi kutuplarıdır. o halde şüphe
yoktur ki bir küre, kendi yerinde hareketiyle merkezi üzere dönerse, onun kuşağı
üzerinde bulunan hareketi, hızlı olup, kuşağa paralel olan küçük daireler
üzerinde bulunan hareketi; kuşakta bulunan hareketine kıyasla yavaştır.
Kutuplarına yakın olan hareketi, kuşağına en yakın olan haraketinden çok daha
yavaştır. Kürenin tamamı kendi yerinde durup, hareketi bu minval üzere iken
hareketinin sürat ve yavaşlıkta farklılık göstermesi tabii bir iştir.
Bu işin
bizzat kendisine bağlı olan farklılığı, feleklerin hareketinde sabit bir şekilde
sürer. Feleğin hareketi, ya basittir veya muhteliftir. Basit olan haraketi ki,
ona: Benzerli hareket derler. Odur ki, feleğin yüzeyinde ya içinde var sayılan
bir nokta ki, o haraketle hareket eylese; o feleğin çevresinde eşit zamanlarda
eşit açılar oluştura. Mesela dokuzuncu felek ki, en büyük felektir; âlemin
merkezinin çevresinde doğudan batıya hareketle, bir gün bir geceye yakın bir
sürede bir dönüşünü tamam eder. O halde, bu feleğin yüzeyinde farzolunan nokta o
hareketle eşit zamanlarda eşit mesafeler kateder. Alemin merkezi çevresinde,
eşit zamanlarda, eşit açılar oluşturur. Yani bu feleğin çevresinde kuşak misilli
farz olunan daire, üçyüzaltmış eşit dereceye bölünüp; bu kuşak üzerinde farz
olunan o feleğin noktası, anlatılan şekilde hareket eyledikçe her
bir yıldız
saatinde, onbeş derece mesafe kateder. Önceki saatte kat eylediği onbeş derece
kavse, ikinci saatte kat eylediği onbeş derece kavsi eşittir. Bu minval üzere
hareketle âlemin merkezi çevresinde, önceki saatte oluşturduğu açı, ikinci
saatte oluşturduğu açıya eşittir. Diğer saatleri dahi buna kıyas ile bilinir. Bu
harekete, merkez çevresinde benzerli hareket derle. Eğer böyle olmasa benzerli
demezler. Muhtelif hareket odur ki, benzerlinin tersi ola. Feleğin hareketi ya
tektir ya bileşiktir. Tek hareket odur ki, bir felekten çıka. Bileşik hareket
odur ki, birden fazla felekten çıka. Her basit hareket, tektir. Lâkin her tek
hareket, basit değildir. Her muhtelif hareket bileşiktir. Lâkin her bileşik
hareket, muhtelif değildir.
Dördüncü
Madde
Yüzeysel şekillerin ölçülerini, mücessem şekillerin
miktarlarını ve yüksekliği olan eşyanın yüksekliklerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, geometriciler demişlerdir ki:
Bir yüzeyin miktarı onun ölçümüdür. Yani bir şeklin ölçüm bilimi, onun yüzeyinin
miktarını bildirir.Dik açılı olan bir üçgenin ölçümü, dik açısını kuşatan iki
kenarının birini, öteki kenarın yarısına çarpmakla elde edilir. Geniş açılı olan
üçgenin ölçümü, bu açısından kirişine çıkan dikeyi, kirişin yarısına çarpmakla
veya aksiyle elde edilir. Açıları eşit olan üçgen ölçümü, herhangi bir açısından
kirişine çıkan dikeyi, kirişin yarısına çarpmakla veya aksiyle elde edilir.
Eşkenar olan üçgenin ölçümü, bir kenarının karesinin dörtte birinin iki katını
üçe çarpmakla elde edilir. Dikdörtgenin ölçümü, bir kenarını, kendi yarısına
çarpmakla elde edilir. Eşkenar dikdörtgenin ölçümü, kenarlarından birini, öteki
kenarına çarpmakla elde edilir. Çok kenarın ölçümü, iki çapından birinin
yarısını, o çapının tamamına çarpmakla elde edilir. Eşkenar olan çokgenlerin
ölçümleri, çaplarının yarısını kenarlarını toplamının yarısına çarpmakla elde
edilir.Dairenin ölçümü, çevresine bir ip tatbik edip, bunun yarısını, çapının
yarısına çarpmakla elde edilir. Eğer dairenin çapı, üçe ve yediye çarpılsa,
çevresinin ölçümü elde edilip, ipe hacet kalmaz. Eğer dairenin çevresi, üçe ve
yediye bölünse, çapına gerek kalmaz. Zira ki, her dairenin çevresi, çapının üç
ve yedi katıdır. Onun için bir dairenin çapı, yirmi ikiye çarpılıp, çarpım
yediye bölünse, bölüm o dairenin çevresi olur. Eğer dairenin çevresi, yediye
çarpılıp, çarpım yirmiikiye bölünse, bölüm o dairenin çapı olur. Küpün ölçümü,
karenin ölçümünden bilinir. (Karenin ölçümünün altıya çarpımı) Dik silindirin
yüzölçümü, bir tabanını çevresine çarpmakla elde edilir. Dik koninin yüzölçümü,
tepesiyle tabanı çevresini birleştiren dikeyi, çevresinin yarısına çarpmakla
elde edilir. tabanlarnın yüzölçümleri ise, tıpkı dairede olduğu gibidir. Kürenin
yüzölçümü, çapını, en büyük dairesinin çevresine çarpmakla elde edilir. Kürenin
bütün miktarları, çapının yarısını, üçgeninin yüzeyine çarpmakla elde edilir.
Yahut çapı, küpünden yedisini ve yedisinin yarısını atıp, kalandan dahi aynı
şekilde kalandan doksanı atmakla, bütün miktarı elde edilir. Bunlara kıyasla
bulutların miktarları, feleklerin cisimlerinin ve yıldızların ölçümleri ortaya
çıkar.Yüksekteki şeylerin yüksekliklerinin ne miktar olduğunu bilmenin kolay
yolu budur ki: düz bir yerde bulunan yüksek nesnenin taşının düşüş yerine
ulaşmak mümkün ise; o düz yerde boyundan daha uzun bir mızrak dikip, ondan o
kadar uzaklaşırsın ki, görüşün o mızrağın tepesinden geçip, o yüksek şeyin
tepesine vara. Bundan sonra durduğun yerden, o yüksek şeyin taşının düşüş yeri
olan aslına varıncaya değin, ayak ile, ya başka eşya ile ölçüp, bulduğun
toplamı, mızrağın senin boyundan fazla olan kısmına çarparsın. Sonra elde
ettiğin sayıyı, durduğun yerle o yüksek şeyin, mızrağın tamamının arasındaki
mesafeye bölüp, bölüme kendi boyunu eklersin; ne miktara ulaştıysa, işte o
yüksek şeyin yüksekliği odur.Öteki çözüm yolu da budur ki: O yüksek şeyin
yakınında olan düz yer üzerinde bir ayna koyup, ondan uzaklaşırsın. O kadar
gidersin ki, o aynada yüksek şeyin tepesini seyredesin. Sonra ayna ile yüksek
şeyin arasındaki mesafeyi boyuna çarparsın ve çarpımı, durduğun yerle aynanın
arasındaki mesafeye bölersin ve işte bölüm o yüksek şeyin yükseklik mesafesidir.
Zira ki, boyunun, durduğun yerle aynanın arasındaki oranı; o yüksek şeyin ayna
ile kendi aslı arasında olan oranı gibidir. Şu halde bilinmeyen, ortalardan
biridir. Çünkü dörtlü orantıdan boyun yüksekliği ilktir ve ayna ile durulan
yerin arası mesafesi ikincidir. Yüksek şeyin yüksekliği ise üçüncüdür. Ayna ile
yüksek şeyin aslı dördüncüdür. Burada bilinmeyen üçüncüdür. Vakta ki, iki
tarafın çarpımını bilinen ortaya bilersin; bilinmeyen bölüm olur.Bir yolu dahi
budur ki: Bir asa dikip, gölgesinin sana olan oranını bilirsin. Şu halde yüksek
olan şeyin gölge vaktinden, yükse şeyin yüksekliğini bilirsin. Güneş ufuktan
kırkbeş derece yükseldikte; her nesnenin gölgesi, kendisi kadar olur. Şimdi,
geometriden bu miktarca yazıldıkta; Allah Taâlâ'nın: "Göklerin ve yerin
melekûtuna bakmazlar mı?" (7/185) remzi, âlemin yapısından da bir miktarca
yazmağa gerektiren sebep olmuştur. Ta ki, en yüze istek olan Mevla'yı tanımaya
yardımcı ola.
[TOP]
9-BÖLÜM:
İKİNCİ BAHİS
Alemin şeklinin yuvarlak
olduğunun isbatını; yıldızların ve feleklerin
durumlarının keyfiyetini,
hakîmâne on bölümle tafsil eder.
BİRİNCİ
BÖLÜM
Cisimler âleminin biçiminin yuvarlak olduğunu ve âlem küresi
üzerinde
çizilen büyük daireleri ve feleklerin tabakalarının tertibini ve
cisimlerin
özlerini ve en büyük feleğin şekil ve yapısını altı madde ile
beyan eder.
Birinci Madde
Feleklerin yuvarlaklığının
kabulünü ve unsurları ve yuvarlaklığa erişkin
olan hayret verici meseleleri
bildirir.
Ey azizi, malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki:
Unsurların ve
feleklerin yuvarlaklığının inkârı için ileri sürülen
delillerden
uzaklaşmak, astronomi ilminde gereklidir ki, cisimler âleminin ve
yerin
yuvarlak olması kabul edile. Zira ki, bu ilmin kaideleri hepten bu
esas
üzere kurulmuştur. Bundan başkasına imkan yoktur. Bu felsefî görüş,
şeriata
aykırı sanılırsa; endişenin atılıp, kalbin yatışması için bitmeyen
feyz
kaynağı İmam Muhammed Gazali (Allah ona rahmet etsin)
hazretlerinin
"Tehafüt-ü Felasife" adlı kitabında yazdığı arapça ibareleri
aynıyle burada
tercüme kılınmıştır ve o büyük imam hazretleri buyurmuştur
ki:
"Malûm olsun ki, filozoflar ile halk arasında olan ihtilaf üç kısımdır
ki:
Bir kısımda münakaşa, mücerret söze dayanır. Meselâ: Filozoflar,
alemin
yaratıcısına cevher deyip; cevheri, mekândan münezzeh, zatıyle kâim
varlık
ile tefsir eyledikleri gibi. İkinci kısımdaki çekişmeler, dinden bir
esasa
ilişkin olmayan işlerdedir. O halde onlarla münakaşa etmek,
peygamberleri
tasdik zaruretinden değildir. Yani o işleri kabul, onları
yalanlamayı veya
aksini gerektirmez. Meselâ: Ay tutulması, yerkürenin güneş
ile ay arasına
girmesiyle ayın ışığının görünmemesinden ibarettir. Zira ki
ay, ışığını
güneşten alır. Yer ise küredir ve gök her taraftan yeri
kuşatmıştır. Ne
zaman ay, yerin gölgesinde kalsa, güneşin ışığı ondan
kesilir, dedikleri
gibi. Ve dahi güneşin tutulmasının mânâsı, yerden güneşe
bakan şahıs ile
güneşin arasında ayın bulunması ve gölge olmasıdır. Bu durum
güneşle ayın
baş ve kuyruk düğümlerinde bir anda birleştikleri vakitte olur
dedikleri
gibi. Bu görüşleri dahi münakaşa ile çürütmekle durumu değiştirmek
mümkün
değildir.
Bu durumda, o kimse ki, söylenmiş bu işleri çürütmekte
münazarayı, dinin
gereklerinden zanneder; o kimse dine zarar vermiş olur.
Zira ki, bu işlerin
olmasına geometrik ve matematiksel deliller delalet eder.
Bir kimse ki, ona
muttali olup, tahkikine gücü yeter, sebebinden ve
vaktinden, miktarından ve
süresinden haber verir; ona denilse ki: "Bu şeriata
aykırıdır." Buna rağmen
o kimse kesinlikle bildiği bu işte şüphe etmez, beşki
şeriatta şüphe eder
ki: "Kesin bilgiye aykırı şeriat nasıl olur?" diye
tereddüde başlar. İmdi,
şeriata, yoluyla tan edenlerin zararından, yolsuz
yardım edenlerin zararı
daha çoktur. Nitekim "akıllı düşman akılsız dosttan
iyidir," demişler.
Bundan sonra İmam Gazali hazretleri, güneş ve ay
tutulmaları hususundaki
Hadîs-i Şerifi nakledip, demişlerdir ki: "Hadîs-i
Şerifin sonunda
buyurulduğu üzere: "Ay tutulması İlahî tecelli sebebiyle
saygıdır," bu
fazlalığın nakli sahih değildir. Sahih olduğu takdirce dahi
kesin işlerde,
iddialaşmaktansa te'vili ehvender. Çok açık deliller,
kesinlikle bu noktaya
ulaşmayan kati işler karşısında te'vil olunmuştur;
nerede kaldı ki nakli
sahih olmayan...
Filozoflarla İslâm âlimleri
arasında tartışılan konu: Alemin sonradan
olduğu ve sonradan olmadığı
meselesidir. Alemin sonradan olduğu sâbit
olduktan sonra; yuvarlak olsun, düz
olsun; felekleri ve unsurları
buldukları gibi, onüç tabaka olsun, daha az
veya çok olsun, dine zarar
vermez. Alem her nice olursa olsun, kastolunan
şey, onun Allah'ın
kudretiyle vücuda geldiğidir.
Üçüncü kısım odur ki,
onda tartışma, din esaslarından birine ilişkin ola:
Alemin sonradan
yaratılması, Allah'ın sıfatları, cesetlerin haşri gibi. Bu
maddelerde onlarla
gerektiğince tartışmak ve sözlerini çürütmek lazımdır.
Meselâ: Onlar derler
ki: "Alem sonradan yaratılmamıştır, kadimdir. Zira ki
kadime
dayanır ve her kadime dayanan kadimdir. O halde âlem kadimdir." Biz
bu
sözleri çürütüp, deriz ki: "Alem sonradan yaratılmıştır, hâdistir,
çünkü
değişicidir. Her değişikliğe uğrayan hâdistir."
İmam Gazali
hazretlerinin bu sözleri, burada yazılmıştır. Ta ki dine bağlı
olanlar,
anlatılacak şaşırtıcı işleri, şeriate muhaliftir diye reddetmekle
reddolunmuş
olur kabilinden zannetmeyeler ve inkâr yoluna
gitmeyeler.
İkinci Madde
Alemin yuvarlaklığını
isbat eden akli delilleri bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
astronomlar demişlerdir ki: Alemin işlerinin tümü
birbirine bağlıdır. Alem,
birbirini çevreleyen ve birbirine teğet
kürelerdir ki, iğne atacak bir boş
mekân olmayıp, ulvî ve süflî cisimlerle
dolmuştur ve âlemin tabii yapısı
yuvarlak şekil üzere olmaktır. Tabiatının
gereği olan nice deliler ile bu
dava ispat edilmiştir. Alemin her ne
tarafına bakılsa, yumru görünür. Her
kuşağın bir kavis olduğu nazarî ve
fikrî kanun ve insan aklının tecrübesiyle
bilinir. Kürevî şekil, şekillerin
en genişi olduğundan başka gökte ve yerde
müşahede olunan durumlar,
kürevîden gayride olmak muhaldir. Yuvarlak zemini
düzeysel zannedip, dünya
düzdür fikrini edenler, hayalî vehmin
mağlûbudur.
Kara, deniz, dağlar, vâdiler, değişik şekilleriyle toptan bir
küre olup,
yerin gölgesiyle ay tutulduğu ve tutulma anında yerin gölgesinin
ayıp
yüzünde dönücü bulunduğu ve yeryüzünde seyyahların hareketiyle enlem
ve
boylam yerlerinin değişiklik üzere bulunduğu hep
yuvarlaklığın
delilleridir. Sabit yıldızlar, âlemin kutbunun çevresinde
paralel daireler
üzere dönüp, kutba yakın olan yerde küçük daireler çizerek
görünmesi ve
ufuk dairesine teğet görünen sabit yıldızdan ekvatora varıncaya
değin zaman
boyutu hesabiyle gizlilik zamanının artması, ta bir hadde
varıncaya değin
ki, görünme ve gizlenme zamanları eşit ola. Bundan sonra
gizlilik zamanı
yavaş yavaş artıp, görünme zamanı azala. Hatta öbür kutbun
yakınında hiç
görünmeye. Doğan yıldızların ufuktan günün yarısına gelinceye
dek yavaş
yavaş yükselip, doğması ve yine aynı minval üzere batması ve
yıldızın
büyüklüğü ufkun üstünde değişmeyip, batış ve doğuş sırasında
yerin
buğusuyla değişir ve büyük görünmesi ve daima yeryüzünden göğün yarısı
ya
yarısına yakını görünmesi ve yıldızın doğudakiler üzerine,
batıdakilerden
önce doğası ve batması; ay ve güneş tutulmalarının saatiyle
meydana
gelmesi; kuzey tarafına gidenlere, kuzey kutup yıldızı ve diğer
kuzey
yıldızlarının yüksekliklerinin artması ve güney yıldızlarının
düşüşünün
artması; güney tarafına gidenlere, kutup yıldızının ve güney
yıldızlarının
yüksekliğinin artması ve kuzey yıldızlarının düşüşünün artması;
deniz suyu
yumruluğunun, gemiden örttüğü sahillerin ve dağların, bakanlara,
önce en
yüksek tarafları görünüp, yaklaştıkça en aşağılarının dahi
görünmesi;
yıldızların görünme süresince yükseklik ve düşüşünün eşit olması;
güneşin
ekvator üzerinde iken görünmesi ve görünmemesi süreleri eşit oldukta;
doğup
ve batacak, gölgenin düz bir çizgi üzere doğu ve batı noktalarına
karşılık
ve iki gölgenin birbirine eşit olması... Bütün bunlar, yerin ve
göğün
yuvarlaklığına delalet eder.
Ay tutulması vaktinde, ayın yüzünde
daire şeklinde ortaya çıkan yer kürenin
gölgesi olduğu, yerin küreliğine açık
delildir. Zira ki, eğer yer, küre
şeklinde olmayıp, ya üçgen, ya kare, ya
altıgen şeklinde olsa, ay tutulması
ile ayın yüzünde ortaya çıkan yerin
gölgesi dahi daire şeklinde belirmeyip,
ya üçgen, ya kare, ya altıgen
şeklinde görünmek iktiza ederdi. Oysaki
görüntü hep daire şeklinde
olmuştur.
Atmosferik olaylar değişik yerlerde gözetlenip; doğu tarafında,
seher
vaktinde vaki olan ay tutulması ve doğuş anında beliren güneş
tutulması,
batıdakilere görünmez. Batıda, doğuş anındaki ay tutulması ve
akşam
vaktindeki güneş tutulması, doğudakilere görünmez. Göğün ortasında
ortaya
çıkan güneş ve ay tutulmaları, yerin alt yüzünde oturanlara görünmez.
Yerin
altı tarafında ve göğün ortasında vaki olan güneş ve ay tutulmaları,
yerin
üst tarafında oturanlara görünmez. Yerin üstünde ve göğün ortasında
meydana
gelen güneş ve ay tutulmaları, batıdakilere, doğudakilerden önce
görünür.
Mesela batıdakilere ya seher veya kuşluk vakti görünür, doğudakilere
ya
akşam veya ikindi vakti görünür. O halde doğuluların sabah ve
akşamı,
batılılarınkinden önce olduğu ay ve güneş tutulmalarıyle
bilinir.
Nitekim şehirler arası uzaklıklar, güneş ve ay tutulmalarıyle
bulunur.
Bütün bu durumların, kürenin gayrisinde olmak ihtimali
yoktur.
Bütün bunları bir yana bırakalım, Hind-i Şarkî adı verilen
Hindistan'a ve
Hind-i Garbî adı verilen Yeni Dünya'ya (Amerika) deniz yoluyla
sefer
edenlere şarken ve garben gidip-gelme imkanı ortaya çıkıp; batıdan
gidip,
yerin altından dolaşıp doğudan gelen gemiler, yerin yuvarlaklığı
davasını
ispat edip, bütün delillerin mühürü olup, tartışma kapısını
kapamıştır.
Üçüncü Madde
Dünyanın yuvarlaklığı
kaidesi üzerine bina edilen şaşırtıcı meseleleri
bildirir.
Ey
aziz, malum olsun kip astronomlar demişlerdir ki: Yuvarlaklık
kaidesine
dayanan astronomi ilminin şaşırtıcı meseleleri vardır ki, hem
sorulur, hem
şaşılır.
Birinci esele: bir günün üç şahsa nisbetle değişik
olmasıdır. Mesela:
Belirli bir yerden, üç şahsın biri doğuya, biri batıya
gidip, biri de orada
kalsa, ve gidenler, doğru bir çizgi üzere, ve aynı hızla
yürüyüp; doğuya
giden batıdan, batıya giden doğudan gelip, bir günde yerinde
duran şahsın
yanında toplansalar. Hareket günü, yerinde durana göre cuma
olsa; batıya
gidene göre perşembe, doğuya gidene göre cumartesidir. Şimdi,
bunun sırrı
budur ki, mesela batıya gidenin seyri yedi gün olsa, güneşin
hareketine
uygun gitmesiyle, duranın gün batımında, bunun gün batımı vakti,
güneşin
devrinin yedide biri kadar geç olur. Bu gecikmeden, yedi günde bir
gün bir
gece eksilmiş olur. Bunun için yerine geldiği gün, ona nisbetle
perşembe
düşer. Bunun gibi doğuya gidenin seyri güneşin hareketine ters
olduğundan,
batıya gidenin aksine o, durandan günbatımı güneşin devrinden
yedide bir
kadar önce olup, yedi günde bu eksikliklerin toplamından bir gün
bir gece
hasıl olup, geliş günü ona göre cumartesi düşer.
İkinci mesele
budur ki: Yeryüzünde derin bir kuyu üzerinde yüksek bir
minare olsa; o
kuyunun dibinde bir kâseyi su doldurup, o suyu minarenin
tepesinde o kâseye
koşalar, almayıp fazla gelir. Zira ki, merkez daireden
uzaklaştıkça yumulma
yayı az olur ve unsurların cüzleri ise her nerede
bulunursa, âlem küresinden
bir damladır. Şimdi kâsenin ağzında bulunan
dairenin kavsi, kuyunun dibinde
ye merkezine yakın olup, eğri olu ve
minarenin tepesinde, ona oranla düz
olmaya yakın olmakla, bir miktar fazla
su alır.
Üçüncü mesele budur ki:
Gayet yüksek bir minare şerefesinde, iki yerden
birer taş atılsa, iki taşın
düşüş yeri arası, şerefedeki atılış yerleri
arasındaki mesafeden az olur.
Mesela şerefenin bir kenarından bir kenarına
uzaklık beş metre olsa, taşların
düşüş yerleri arasındaki mesafe beş
metreden az olur. Aynen bunun gibi iki
duvarın tabanlarındaki mesafesiyle,
yukarıdaki mesafesi aynı değildir Zira
ki, iki şakülün başlangıç ve
sonuçları eşit olmaz, gittikçe yakınlıkları
artarak, yerin merkezinde
birleşseler gerektir.
Yine yuvarlaklık kaidesine
dayanan şer'î meseleler sorulur. Birinci mesele:
Zeyd, İngiliz gemileriyle
kutuplara vardıkta; altı ay gündüz altı ay gece
olmakla, bu müddette beş
vakit namazı ve ramazan orucunu ne şekilde eda
eder.
İkinci mesele: Zeyd,
Amr ile kıyamet alâmetlerinden olan güneşin batıdan
doğması meselesinde bahse
tutuşup; Zeyd bu meseleyi, astronomi kaidelerine
tatbik mümkündür, dese: Amr
inkâr etse; Zeyd, Takiyüddin Rasit'in sözüne
göre, burçlar dairesi genel
meyli (23,5 derece) geçip, uzun sürede ekvator
hattıyla çakışıp, diğer
gezegenlerin kuşakları da onun gibi çakışmakla;
batıdan doğmuş olur. Nitekim
halen altmış altını enlemde güneş, batıdan
doğar, deyip, durumu böyle
açıklasa. Amr ise inkârında ısrar edip, bu mümkün
değildir, dese ve eğer
mümkün olursa karım boş olsun dese, talak vaki olur
mu?
Üçüncü mesele:
Zeyd Mekke şehrinden başka bir yerde bir mekan vardır ki o
mekanda, dört yön
kıbledir ki ayakucu notasındadır dese; Amr inkâr edip,
ikisi de 'benim sözüm
doğru değilse kölelerimiz azat olsun' deseler,
hangisinin yemini
bozulur?
Bu üç sorunun cevabı arz olunmadı.
Dördüncü
Madde
Feleklerde ve yerde ortaya çıkan olayları açıklamak için,
âlem üzerinde
konuları ve çizilen on büyük daireyi bildirir.
Ey
aziz, malum olsun ki, astronamlar, feleklerdeki ve yerdeki işleri tespit
ve
biribirine bağlamak için, âlem üzerinde, nice muhtelif daireleri
kutuplarıyla
beraber ispat etmişlerdir. Meşhur daireleri iki kısım itibar
edip; bir
kısmını büyük daireler, bir kısmını küçük daireler saymışlardır.
Ama büyük
daireler, bir kısmını küçük daireler saymışlardır. Ama büyük
daireler odur
ki, yukarıda açıklandığı gibi, âlem küresine oranla büyük ise
de, ona küçük
derler. Değirmi kuşaklar gibi.
Büyük daireler, on tanedir ki: Muaddilünnehar
(güneşitleyici) dairesi,
mıntıkatül buruç dairesi, (Burçlar kuşağı dairesi)
dört kutuptan geçen
daire, ufuk dairesi gündüz yarısı dairesi, yükseklik
dairesi, semtler ilk
dairesi, eğilim dairesi, enlem dairesi, görünen gök
ortası dairesi.
Sayılan bu dairelerin bazısı âlem küresi üzerinde ayrı ve
hareket edici
olarak konulmuştur. Bazısı bitişik ve sabit resmolunmuştur.
Ayrı ve hareket
edici olan büyük daireler, altı tanedir. Biri gün yarısı
dairesi, biri ufuk
dairesi, biri yükselme dairesi, biri ilk semtler dairesi,
biri eğilim
dairesi ve biri enlem dairesidir. Bitişik ve sabit olan daireler,
sayılan
bu dairelerden gayrisi olan büyük dairelerdir ve küçük
dairelerdir.
On büyük daireden ilk daire: Gün eşitleyici dairesidir. Buna düz
felek dahi
derler. Buna onun için muaddil (eşitleyici) derler ki: Güneş buna
teğet
oldukta; Doksanıncı enlemden başka her yerde gece ve gündüz yaklaşık
olarak
eşit olur. Bu dairenin yüzeyinde, yerküre üzerinde çizilen daireye:
Ekvator
derler. Zira ki fele onda uzaklığını kuruyarak, dolap gibi döner.
Yani gün
eşitleyici daire, alemi böler farzolundukta: Ekvator, yer düzeyi
üzerinde
ondan meydana gelen dairenin çevresidir. Ekvatora paralel olan
dairelere:
Günlük dönüş yerleri derler. Bunlar hayal edilen küçük dairelerdir
ki,
büyük felekte farzolunan her noktadan bu feleğin dönmesiyle, onun
üzerinde
iki kutbu olan âlemin kutbu ile kuşağı olan eşitleyici dairenin
arasında
çizilirler. Bu daireler, günlük hareketle çizildiklerinden, bunlara:
Günlük
dönüş yerleri derler.
İkinci daire,e burçlar kuşağı dairesidir.
Buna, burçlar feleği dahi derler.
Oniki burç, bunun üzerinde itibar
olunduklarından buna: Burçlar dairesi
dahi derler. Buna paralel olan
dairelere: Enlem daireleri derler. Zira ki,
yıldızın merkezi onların birinin
yüzeyinde bulunsa: Burçlar dairesinden
kuzeye ya güneye eğilimli olmuş olur.
Şimdi o yıldızın enlemi, o daire ile
burçlar dairesi arasında olan mesafedir.
Bu daireler dahi günlük dönüş
daireleri gibi hayalî küçük dairelerdir Çünkü
burçlar feleğinin iki kutbu
ki, burçlar dairesinin iki kutbudur, âlemin iki
kutbu olan gün eşitleyici
dairenin kutuplarından başkadır. Şimdi lazımdır ki,
gün eşitleyicisi daire
ile burçlar dairesi âlemin çevresi üzerinde, iki
karşılıklı nokta yanında
kesişirler, ki, o noktaların arasında her birinden
yarım daire meydana
gele. Zira ki, burçlar dairesi gün eşitleyicisi gibi
büyüktür. O noktanın
biri ki, burçlar feleği, gün eşitleyicisinden kuzeye
meylini ondan başlar.
ona: Bahar eşitlik noktası (21 mart) derler. Zira ki,
güneş buraya geldikte0
Çok yerde bahar mevsimi belirir. Bunun karşısındaki
noktaya: Güz eşitlik
noktası (21 aralık) derler. Yine azımdır ki, burçlar
dairesinin, gün
eşitleyicisinden nihaî uzaklığı, yarı dairelerinin ortasında
iki nokta
yanında olur ki: Biri kuzey kutbu sebtindedir ve ona: Yaz dönümü
derler.
Öbürü güney kutbu semtindedir ve ona: Kış dönümü noktası
derler.
Şimdi bu iki kesişme ve iki nihaî uzaklık ile burçlar dairesinin
dört
noktası belirlenmiştir. Onlar da dörtte bire bölünür. Bundan sonra bu
dört
çeyrekten iki çeyrek bitişiğin her biri üzerinde iki nokta
farzolunmuştur
ki, onlarla o çeyrekler üzer eşit bölüme bulunmuştur. Bundan
sonra altı
büyük daire hayal olunmuştur ki, hepsi iki karşılıklı noktada yani
iki
burçlar kutbu üzerinde kesişmişlerdir.
Üçüncü daire, dört kutuptan
geçen dairedir ki: Adı geçen altı dairenin
biridir. Bunun âlem küresi
üzerinde iki kutbu, orta noktadır. Bu daire
âlemin iki kutbundan ve iki kutup
burcundan, iki değişim noktasından
geçmiştir. Onun için bulan: Dört kutbu
geçen daire derler. Bu altı hayalî
dairenin biri o dairedir ki, iki orta
noktadan geçmiştir. Kutupları, iki
değişim noktası olmuştur. Altı daireden
geriye kalan dört daire, o iki
çeyrek üzerinde farzolunan dört noktadan ve o
dördün karşısında bulunan
öteki dört noktadan geçmişlerdir. Bunların
kutupları burçlar dairesi
üzerinde farzolunan noktalardır. Şimdi sekizinci
felek, bu altı daire ile
oniki kısım olmuştur. Her bir kısmını, iki yarım
daire kuşatmıştır. Her
kısmında, burçlar kuşağında bulunanlar burçlar kavsi
adıyla şöhret
bulmuştur. Onun için sekizinci feleğin ismi: Burçlar feleği
olmuştur. Bu
altı daire, âlemi keser farzolunsa, büyük felek ve benzer
feleklerin
cümlesi, oniki burca bölünür.
Dördüncü daire, ufuk dairesidir.
Bu hareket eden bir büyük dairedir ki
feleğin görünen yarısından görünmeyen
yarısını ayırmıştır. Buna nispetle
yıldızların doğuş ve batışları belirlenmiş
ve bilinmiştir. Bunun iki kutbu;
başucu (zenit), ayakucu (nadir) bulunan iki
noktadır. Ufuk dairesi,
gündönümünü iki noktada kesmiştir ki, birine doğu
noktası ve doğu gün-
eşitleyici; birine batı noktası ve batı güneşitleyici
derler. Bu iki nokta
arasını birleştiren doğru çizgiye: Doğu ve batı çizgisi
ve güneşitleyici
çizgi derler. Bu ufuk dairesinin burçlar dairesi ile
kesiştiği iki noktaya,
doğan ve batan derler. Doğu noktası ile burçlar
dairesi, ya yıldız merkezi
arasında ufuk dairesinden vâki olan kısa kavse
doğu siası (Amplitude); doğu
noktası ile onların arasında bulunan kavse batı
siası derler. Bu ufuk
dairesine paralel olan küçük dairelere köprüler derler;
Ufuk dairesinin
üstündekilere yüksek köprüler derler. Altında bulunanlara
alçak köprüler
derler.
Beşinci daire, gün yarısı dairesidir. Bu dahi
hareket eden bir büyük
dairedir ki, âlemin iki kutbundan ve başucu, ayakucu
noktalarından
geçmiştir. Bunun iki kutbu, doğu noktası ve batı noktasıdır. Bu
gün yarısı
dairesi, ufuk dairesini iki noktada kesmiştir. Biri güney noktası,
biri
kuzey noktasıdır. Bu iki noktanın arasını birleştiren çizgiye; gün
yarısı
çizgisi, zeval çizgisi, güney ve kuzey çizgisi derler. Bunların hepsi
dokuz
enlemin gayrisindedir.
Altıncı daire, yükseklik dairesidir. Buna
başucu dairesi dahi derler. Bu
hareket eden bir büyük dairedir ki, başucu ve
ayakucundan geçip, o çizginin
tepesinden geçmiştir ki o çizgi, âlemin
merkezinden gelip, güneşin
merkezinden ya yıldızdan geçip, üst feleğin
yüzeyine çıkmıştır. Bu
yükseklik dairesi, ufuk dairesini dik açılar üzere iki
ortada kesmiştir. O
noktalar sabit olmayıp, ufuk dairesi üzerinde yıldız ve
güneşin intikali
sebebiyle yer değiştirirler. Her birine başucu noktası adı
verilir. Bu
noktalarla doğu ve batı noktaları arasında ufuk dairesinde
bulunan kavse,
başucu noktası derler. Bu iki başucu noktasıyla güney ve kuzey
noktaları
arasında bulunan kavse, başucunun bütünü derler. Bu yükseklik
dairesi,
gün yarısı dairesine bir gün bir gecede iki defa çakışır.
Yedinci
daire, semtlerin ilk dairesidir. Bu hareket eden bir büyük dairedir
ki;
başucu ve ayakucu noktasından, doğu ve batı noktasından geçer.
Bunun
kutupları güney ve kuzey noktalarıdır. Bu daire, gün yarısı noktası,
ile
başucu ve ayakucu noktasında dik açılar üzere kesişmiştir. Alem küresi
bu
daire ile ve gün yarısı dairesi ile sekiz eşit kısım olmuştur ki:
Dördü
yerin üzerinde, dördü ufkun altında bulunmuştur. Bu daireye onun
için
semtler ilk dairesi derler. Yükseklik dairesi bunun üzerine
çakıştıkta;
onun kavsi, başucu, başucu bütünü kalmaz. Semtler ilk dairesine
teğet olan
günlük dönüm noktalarına, bölge dönüm noktaları derler ki, o
bölgelerde
oturanların başucu dönüm noktalarıdır.
Sekizinci daire, eğilim
dairesidir ki; bu dahi hareket eden bir büyük
dairedir. Güneşitleyici
dairenin iki kutbundan geçmiştir. Güneşitleyiciden,
yıldız ve burçlar
kuşağının eğilimi bununla bilinmiştir. Buna ilk
eğilim
denmiştir.
Dokuzuncu daire, enlem dairesidir. Bu dahi hareket eden
bir büyük dairedir
ki, burçlar feleğinin iki kutbundan geçip, o çizginin
başucundan geçmiştir.
O çizgi âlemin merkezinden gelip, yıldızın merkezinden
geçip, burçlar
feleğinin yüzeyine çıkmıştır. Bu enlem dairesi ile, yıldızın
enlemi
bilinmiştir. Güneşitleyiciden, burçlar feleğinin ikinci eğilimi
bununla
bulunmuştur.
Onuncu daire, görünen göğün orta dairesidir. Bu
daire, burçlar kuşağının ve
ufuk dairesinin kutuplarından geçmiştir. Bunun
iki kutbu, doğu ve batı
noktalarıdır. Ufuk dairesi ile burçlar kuşağının ufku
arasında veya aksiyle
bu dairede oluşan kısa kavis, görünen iklim
enlemidir.
Burada, bu büyük daireleri açıklamakla yetinip, kalan daireleri,
yerleri
geldikçe yazılmak hoş gelmiştir.
Beşinci
Madde
Feleklerin bütün tabakalarının yapısını; feleklerin
parçalarının
hareketlerini: Günlük dönüş hareketinin keyfiyetini;
yönlerin
sınırlanmasını; yüksek gök cisimlerinin mahiyetini özet olarak
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki:
Kainatın yaratıcısı ve
düzenleyicisi olan Cenab-ı Hak'kın murad ve
yaratmasıyla bütün feleklerin
cisimleri, toprağa varıncaya kadar dört unsur;
lahana yaprakları gibi
biribirinin içinde dürülmüş olup, bir düzen üzere
büyüğü küçüğünü kuşatmış
ve her yönden birbirine teğet ve sürekli, hepsi bir
tek küre şekline girip;
cisimler âleminin Rabbani hikmetle güzel bir nizam
üzere temeli atılmış ve
tesis olunmuştur. Bu şaşırtıcı ve garip bileşim
heykelinin şekil ve yapısı;
bütün İslâm filozoflarının ve din âlimlerinin
çoğunun birbirlerine yakın
görüşleriyle şöyle alınıp, kabul edilmiştir:
Cisimler âlemi, biribirini
kuşatan küreler ve unsurlar üzerinde soğan
kabukları gibi tabakalar halinde
olup, hepsi bir top şekline
girmiştir.
Esîrî cisimler yani külli felekler dokuz tane olup, bütün yüksek
cisimlerin
ve alçak unsurların iç gözeneğinde varsayılan bir cüz bulunur ki,
o, âlemin
merkezi ve herşeyin esasıdır. Bu dokuz göğün en büyüğü, atlas
feleğidir ki,
cihanın yönlerinin sınırlayıcısı ve zamanın vakitlerinin
belirleyicisi
odur. Bu felek, öteki felekleri avucunun içine alıp, yirmidört
saatte bir
kere, ışıldayan, sabit ve gezegen yıldızları tümüyle doğudan
batıya
devreder. Bu doğuş ve batış ki; gece ve gündüz, aydınlık ve
karanlık
sürekli böyle oluşur. Hepsi onun hareketine dayalı ve bağlıdır. Bu
dokuz
feleğin sonuncusu, ay feleğidir, ki, atmosferi, oluşum ve bozuşum
âlemini,
eşyayı her taraftan kuşatmıştır. Dört unsurun küreleri, ay feleğinin
içinde
mertebelerince durmuş ve yerleşmişlerdir. Her durumda çevre tarafı üst
yön,
merkez tarafı al yön olup; yeryüzünde ve suda ayakta duran ve
gezenlerin
başları, ay feleği tarafına; ayakları âlemin merkezi tarafına
olduğu bir
gerçektir.
Bu dokuz felek ve içindekiler, saf, ışıklı ve şeffaf
olup, saffetlerinin
kemalinden bunlara: Kâh billur, kâh buzlu, kâh sulu
demişlerdir. Gerçek
feleklerin cüzlerinin tamamı ve unsurların parçalarının
arasında fazlalık
ve boşluk olmadığında filozofların hepsi birleşmişlerdir.
Lakin büyük
feleğin gerisinde ısrarla sözü edilen hoşluğu; ilk filozofar
maddeden
soyutlanmış bir bulut mevcuttur demişler, kelam bilginleri bunu
hayalî
boşluk ile tabir ve tefsir etmişlerdir. Çünkü tüm feleklerin
belirlenmesi,
göklerin durumlarını kavramaya yetmeyip; astronomlar, yedi
gezegene ârız
olan işleri gözetlediler. Yani bu gezegenlerde kâh doğruluk,
kâh durgunluk,
kâh yavaşlık, kâh sürat ve kâh geri dönüş görüp; kâh güneş
gibi genel
eğilimden ibaret olan iki değişim noktası arasında gezindiklerini
ve kâh
diğer gezegenler gibi değişim noktalarının güney ve kuzeye iyice
kaydığını
ve kâh ışıkları çoğaldığını ve kâh ışıkları azalıp böyle durumlarla
kâh
yere yakın kâh uzak olduklarını: Ay ve güneş tutulmaları dahi
belirli
olmayıp; bazen tam, bazen cüzî tutulma olduklarını görüp, olaylar
üzerinde
düşünceye daldılar. Elhasıl, ta ki onlar, göklerin bu gibi çeşitli
işlerini
incelediler. Böylece sebeblerini, illetlerini şerh ve beyan
ettiler.
Takvimde düzeltme yaptılar, ekleme ve çıkarmalarda bulundular.
Düzenlemede
külli feleğin içlerinde yani merkezleri bitişik olan iki paralel
düzlem
arasında bulunan boşluklarda, yeryüzünü içine alan ve almayan
merkezleri ve
kutupları, bitişik, ayrı; kalınlık ve incelikte eşit ola ve
olmayan nice
nice cüzi felekler varsaymaya muhtaç olup; bunları, bedenin
azalarına
benzetip, dönen ikinci felekler olarak itibar ettiler.
Şimdi
biz, o göklerin ve yerin yoktan varedicisi hâkim yaratıcı Allah'ın
sanatının
inceliklerini, hikmetinin hakikatlerini fikredip düşünerek, onu
tanımak
isteyenlere, feleklerin cüzlerinin tahlili kolaylaştırıp bu
hususları ve
benzerlerini anlatmak üzere, somut bir şekil olsun için
feleklerin tümünün
şekil ve suretlerini tasvir etmişizdir. Bundan sonra
feleklerden toprağa
inip, oradan kendine gelip, Rabbini bulmak için
göklerin tertibini açıklamak
ve yazmakta yukarıdan aşağıya inme yolunu
tutmuşuzdur.
Bütün feleklerin
sureti budur:
Altıncı Madde
Atlas feleğinin
yapısını, sürat ve günlük hareketini ve bütün feleklere ve
unsurlara olan
tahakküm ve tasullutunu ve boşluğunun genişliğini bildirir.
Ey
aziz, malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Yüksek felek ki,
ay
feleğine nispetle dokuzuncudur. Yukarıda açıklandığı üzere nice namv e
şan
ile şöhret bulmuştur. Merkezi, âlemin merkezi; kutbu, âlemin kutbu
olup,
iki paralel düzeyle kuşatılmış bir yuvarlak cisim ve yıldızlardan
arınmış
olmakla; atlas feleği adını almıştır. Bütün gök ve yer cisimlerini
kuşatmış
olmakla; cisimler âlemi kendinde son bulup, gerçeküstü ve
cihanın
sınırlayıcısı olmuştur. Göklerin ötesinde boşluk ve doluluk
olmadığı
farzolunmakla; bunun yumru düzeyi, bir nesneye dokunmaktan uzaktır.
Billur
gibi saf ve basit bir cisimdir. Bütün süslerden arınmıştır. Lakin
çukurumsu
düzeyi, kendi hoşluğunda olan sabit feleklerin yumru düzeylerine
teğettir.
Bu büyük feleğin altında cüzî felekler farzolunmaya ihtiyaç
olmayıp, ancak
büyük dairelerden güneşitleyici dairesi, bunun çevresinde ve
iki yarım
kutbunda eğim dairesi var sayılmıştır. Büyük felek, bu denli
genişlik ve
büyüklüğüyle âlemin merkezi çevresinde, doğudan batıya süratli
vaziyette
hareketiyle, içinde olan felekleri toptan ve ateş küresi ve hava
süresinden
bir miktarı döndürüp, yirmi dört saatte bir dönüşünü tamam
eder.
Her feleğin bir yeri ve meydanı vardır ki, ondan asla ayrılmaz. Lakin
kendi
mekânında bütün cüzleriyle düzenli bir şekilde hareket edicidir. Bir
göz
kırpması kadar bile duraklamaz. Büyük feleğin,kuşağındaki hareketi
oldukça
süratlidir. Nitekim geometrik delillerle sabittir ki, cins atın koşu
anında
iki ayağını kaldırıp koyuncaya kadar, büyük felek üçbin mil mesafe
kateder.
Yaratıcı ve hakîm olan Allah, her şeyden münezzehtir. Bu ne
şaşırtıcı sürat
ve acaip kuvvettir ki, bir lahzada, kutru yerküreden büyük
olan güneşi
feleğiyle alıp gider. Bu sürate evvela Hadisi şerif şehadet eder
ki; Habib-
i Ekrem sallallahüaleyhivesellem, Cebrail aleyhisselema: Zeval
vaktinden
sormuştur ki: "Ey kardeşim Cebrail, zeval vakti mi?" Cebrail
cevap
vermiştir ki: "Hayır. Evet..." Habib-i Ekrem (s.a.v.) sormuştur
ki:
"Hayır'dan sonra niçin evet dedin?" Cebrail cevap vermiştir ki:
"Sen
sorduğunda, henüz güneş zeval noktasına gelmemişti. Ben, hayır,
deyinceye
dek beşyüz mil yolu katedip, gün yarılayıcı noktadan zeval
noktasına
gelmişti. Onun için evet, dedim."
Hak Taala bunu, nass ile
bildirmiştir ki: "Güneş de yörüngesinde yürüyüp
gitmektedir. Bu, güçlü ve
bilgin olan Allah'ın kanunudur." (36/38)
Gerçi matematikçiler ve
geometriciler, feleklerin ve yıldızların
uzaklıklarının ve cisimlerinin
ölçülerini hesap ve kıyas ile uzun uzadıya
beyan edip açıklamışlardır. Lakin
büyük feleğin azametinin ölçüsünü
bilmekte, genişlik ve uzunluğunu
belirlemekte ve âlemin merkezinden yumru
düzeyinin uzaklığını hesap ve kıyas
etmekten acz ve kusurlarını itiraf ve
ikrar edip; onu ancak yaratan Yaratıcı
bilir, demişlerdir.
Fakat diğer felekleri, sabit yıldızları ve gezegenleri,
matematikçiler ve
geometriler, gök gözetim âletleriyle ölçüp takdir ettikleri
üzere, burada
bir miktar işaretle beyan etmek münasip görülmüştür. Ta ki
bizim maksadımız
olan Mevla'yı tanımaya vesile bulan, onun ince sanatlarını
fikretmek,
hikmetlerinin sırlarını düşünmek, kudret ve azametinin eserlerini
temaşa
eden akıl sahiplerine kolaylık olup; hepsini kendi vücutlarında
mevcut
görüp, kendilerini tanıyıcı olalar. Buradan da Allah'ı tanımaya
yol
bulalar. Gerçi felekleri ve yıldızları ölçüp takdir etmek,
cebir
hesaplarından habersiz olan kimselere uzak ve muhal görünür. Lakin
bunlar,
aslında gerçek ve sabit olan kesin ilimlerin kaideleri üzerine kurulu
aklî
hükümlerdir. Ama yüksek cisimlerin mahiyeti, eski filozoflara
göre
felekler, yıldızlar basit cisimlerdir: Ne hafiftir, ne sıcaktır,
ne
soğuktur, ne yaştır, ne kurudur; ne yanma ne yapışma kabul ederler;
oldukça
latif ve saftırlar. Nitekim Hak Taala buyurmuştur: "Göklerin ve
yerin
yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir.
Fakat
insanların çoğu bilmezler." (40/57)
Kudret ve celal sahibi büyük
Allah münezzehtir. Alemi örneksiz yaratan,
feleklerin hareketini, gece ile
gündüzün biribirini takip etmesini misalsiz
var eden Allah münezzehtir.
"Rabbimiz, sen gökleri ve yeri boşuna
yaratmadın, sen münezzehsin. Bizi
ateşin azabından koru." (3/191) Bizi,
göklerin ve yerin yaratılışını, gece
ile gündüzün değişimini düşünen
kullarından eyle!
[TOP]
10-BÖLÜM:
İKİNCİ BÖLÜM
Burçlar sahibi göğü;
burçların şekillerini ve isimlerini; burçların
katlarını ve sabit yıldızları;
ayın menzillerini; gök cisimlerinin
uzaklıklarını dört madde ile
bildirir.
Birinci Madde
Sekizinci feleği
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki:
Feleklerin ve
unsurların üç tabakası birbirini kuşatıp, biri birine bir
derece teğet ve
çakışır olmuştur ki, feleklerde ve unsurlarda zerre kadar
boşluk kalmayıp,
her tarafı dopdoludur. Hepsinin dönüşü başka türlü olup,
kuşakları
kendilerine kabuk ve zarf olmuştur. Şimdi, en dışta olan kuşak,
yukarıda
anlatıldığı gibi büyük felektir. Onun içinde bulunan kuşak,
sekizinci
felektir ki, burçlar feleği ve sabit yıldızlar feleği namıyle
meşhurdur.
Büyük felek boşluğunda durması ve sabit olması ile anılmıştır.
Merkezi,
âlemin merkezi olup; kutbu, âlemin kutbundan bir tarafa 23,5
derece
eğilimli olup, paralel iki yüzüyle kuşatılmış bir kürevî cisimdir.
Yumru
sathının üzerinde olan büyük feleğin dip yüzeyine teğettir. Dip
yüzeyinde
olan boşluğunda, zühal feleğinin yumru yüzeyine teğet olmuştur.
Sayısız
sabit yıldızlarla işlenmiş ve süslenmiştir. Hayallerde şekillenen on
iki
burçla nakışlanmış ve renklenmiştir. Umumi eksen olan felekler
feleği
(büyük felek) ile âlemin merkezi çevresinde doğudan batıya hareket
eder,
bütün uydularıyla yirmi dört saatte bir devresini tamamladığından
başka,
kendine has hareketiyle âlemin kutbundan başka olan kutbu üzere
ve
güneşitleyiciden gayri iki tarafa kutbu kadar eğilmiş olan kuşağı
üzere,
batıdan doğuya yavaş yavaş döner. Aheste hareketiyle altında dikilmiş
olan
sabit yıldızları toptan o tarafa alıp gider. Yetmiş güneş senesinde
kendi
kuşağı yörüngesinde ancak bir derece yol alır. O halde ikibinyüz
senede
bir, bir burcu geçer ve yirmibeşbin ikiyüz senede bir devresini tamam
eder.
Filozoflar: Bu süre tamamında, denizlerin ve karaların
yer
değiştirmesinden, bütün âlemin işleri, sırları en iyi bilen
Allah'ın
takdiri ile baştan ayağa değişir, demişlerdir. Bu feleğin dahi
altında,
küçük felekler varsaymaya hacet kalmayıp, ancak büyük dairelerden
burçlar
dairesi; bu feleğin çevresinde, iki kutbu arasında farzolunup, oniki
burcun
şekilleri bu kuşağının bizzat kendinde olarak belirlenmiştir. Altı
büyük
daire dahi, bu feleğin iki kutbu üzerinde kesişir farzolunup,
sekizinci
felek, bu altı daire ile kavun ve karpuz üzerindeki çizgiler
şeklinde oniki
kısım olup; her bir kısmına bir isim ile burç adı verilip:
Meselâ, koç
burcu, kova burcu vs. denilmiştir.
İkinci
Madde
Belirlenmiş yıldızlar ile bulunan şekilleri ve burçlar
semasının dört
katını bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki,
astronomlar demişlerdir ki: Oniki burcun her
birinde, mesela karpuzun her
dilimi ortasında yani sekizinci feleğin oniki
diliminin her birinin
yarısında; belirlenmiş yıldızların toplu görünümü,
bir şekle benzer olarak
gözetlenip, o burçların isimleri görüntülerine
göredir. Mesela koç burcu,
sekizinci feleğin sahasında bir dilimdir ki,
onun dilimlerinde gözlenen
yıldızlar, birer çizgi ile birbirlerine
bağlansa, ondan koç şekli görünür.
Öteki burçlar da böyledir ve
görünüşlerine göre isim alırlar. Bu feleğin
tamamen boşluğunu dolduran
sayısız yıldızlardan, eski filozofların gözlemleri
gereğince; binyirmiiki
ışıklı yıldızı içeren hayvan ve eşyaya benzer
kırksekiz suret hayal
edilmiştir. Üçyüzkırkaltı gözetlenmiş yıldızın
şekillenmesiyle oniki şekil
belirlenmiş ve oniki burç adıyla
isimlendirilmiştir. Bu suretlerin
yirmibiri kuşağın kuzeyinde bulunup,
onlarla üçyüzaltmışaltı yıldız
zat olunmuştur. Kırk sekiz suretin kalanı olan
onbeş suret, kuşağın
güneyinde bulunup; gözetlenmiş yıldızlardan üçyüzonaltı
yıldız dahi
bunların sahasında belirlenip, sayılan binyirmiiki yıldız
tamamıyla tesbit
edilmiştir.
Ek: Malûm olsun ki, merhum yazarın (İbrahim
Hakkı) saydığı üzere, yıldızlar
iki kısma ayrılıp; bir kısmına sabit
yıldızlar ve diğerine gezegen adı
verilir. Bir kısmına sabit adı verilmesinin
sebebi: Birbirlerine olan
uzaklığın miktarı daima eşit olup; fazlalaşıp,
eksilmediklerine dayanır.
Onlar, bu bahiste anlatılan sabit feleklerdir.
Öteki kısmına gezegen
denilmesinin sebebi: Bunlar başka başka yürüyüp hareket
ettikçe,
birbirlerine kâh uzak kâh yakın olduklarına binaendir. Bunlar
yedi
gezegendir ki, her biri bir felekte bulunur. Bu gezegenler, bazen bir
yerde
toplanıp kümelenerek, ufuk dairesinin birbirine karşı derecelerinde
karşı
karşıya bulunurlar. Sabit yıldızların miktarı, sonraki filozofların
sözüne
göre; binyüzoniki adet yıldız olup, ışıklı cisimler
oldukları
belirlenmiştir. Birbirlerinden ayrılmak ve her birine bir isim
konulmak
imkânsız olmakla: Bilginler toplu görünümlerini altmışa bölüp, her
birine
bir şekil üzere isimler vermeyi uygun görüp ve her bir şekle,
eski
filozoflar arasında şöhret yapmış kimselerin isminden, bazı hayvan,
bitki,
cisim ve âlet isimlerinden birer isim koymuşlardır ki, aşağıya
konulan
felekler şeklinde görülmektedir.
Adları geçen seksen şeklin her
biri, birkaç yıldızdan bir topluluk olarak
düşünülüp, onların onikisi,
burçlar kuşağındadır. Bu yıldızlardan ayılan
üçyüzkırkaltı yıldızı içine
alır. Oniki burcun isimleri şunlardır: 1- Koç,
2- Boğa, 3- İkizler, 4-
Yengeç, 5- Aslan, 6- Başak, 7- Terazi, 8- Akrep,
9- Yay, 10- Oğlak, 11- Kova,
12- Balık.
Burçlar kuşağının kuzeyinde üçyüzaltmış yıldız gözlenmiş olup,
yirmi bir
surete tatbik edilmiştir. İsimleri şunlardır: Küçük ayı, büyük
ayı,
Keykavuş, kuş... Güneydeki dörtyüzaltı yıldıza, yirmiyedi surete
benzeyip,
isimleri böyledir: Kitas, cebbar, tilki, köpek, gemi... Bütün
bunlar sadece
gözetlenebilen yıldızlardır. (Bugünkü bulgularla bu sayı
seksensekiz olarak
tesbit edilmiştir). Mesela kehkeşan (samanyolu) da bulunan
yıldızların henüz
sayıları tesbit edilememiştir. Öte yandan yıldızların, yere
uzaklığı ve
yakınlığından mı küçük veya büyük göründükleri henüz meçhuldür.
Doğrusunu
ancak Allah Taâlâ bilir.
Oniki burcun altısı, güneşitleyici
dairenin kuzeyinde olmakla, bunlara:
Kuzey burçları derler. Altısı dahi
güneşleyicinin güneyinde olduğu için,
onlara: Güney burçları derler. Kuzey
burçları: Koç, boğa, ikizler, yengeç,
arslan ve başaktır. Güney burçları:
Terazi, akrep, yay, oğlak, kova ve
balıktır. Bu burçların dördüne: Değiştiren
derler; dördüne: Sabit ve
dördüne: Karıştıran derler. Değiştiren burçlar:
Koç, yengeç, terazi ve
oğlaktır. Bunlara değiştiren denmesinin sebebi: Güneş
unlardayken bir
mevsimden bir mevsime geçmiş olur. Ama koçta güneş
bulunduğunda, zaman
kıştan bahara döner. Güneşin yengece girmesiyle zaman,
bahardan yaza döner.
Güneş teraziye girdiğinde, zaman, yazdan sonbahara
döner. Güneş oğlağa
girdiğinde, zaman, sonbahardan kışa döner. Koç burcunun
başlangıcına,
ilkbahar noktası; yengeç burcunun başlangıcına, yaz dönümü;
terazi burcunun
başlangıcına, sonbahar noktası; oğlak burcunun başlangıcına,
kış dönümü
derler. Sabit burçlarsa: Boğa, aslan, akrep, kova burçlarıdır.
Bunlara
sabit denmesinin sebebi: Ne değiştirenler gibi değişme noktasında
kalır, ne
karıştıranlar gibi iki surette belirirler. Karıştıranlar: İkizler,
başak,
yay ve balıktır. Bunlara bu ismin verilmesinin sebebi: Güneş bu
burçların
paralelinde iken, her birinde zaman, bulunduğu durumla diğer durum
arasında
karışmıştır. İkizlerde, zaman, ilkbahardayken, yaza dönüp yazla
karışır;
Başakta zaman, yazdayken sonbaharla karışır; yazdayken,
zaman,
sonbahardayken kışla karışır. İkizlerde, zaman, kıştayken
ilkbaharla
karışır.
Sonraki filozoflar, nazarında oniki burçla yedi
gezegen, tıpkı dört unsur
gibi değişik tabiatlar üzeredirler. Onlar, her üç
burcu bir tabiatta bulup,
burçlar tirigonometresi adını vermişlerdir Koç,
aslan ve yay burçlarına
ateş üçlüsü derler ki,her birinin tabiatı, sıcaklık
ve kuruluktur. Boğa,
başak ve oğlak, toprak üçlüsüdürler ki, her birin
tabiatı; soğukluk ve
kuruluktur. İkizler, terazi ve kova, hava üçlüsüdürler
ki, her birinin
tabiatı, sıcaklık ve rutubettir. Yengeç, akrep ve balık, su
üçlüsüdürler
ki, her birinin tabiatı, rutubet ve soğukluktur. Şimdi sırasıyla
bu
burçlara: Ateşsel burç, topraksal burç, havaî burç ve susal burç
derler.
Oniki burcu bu minval üzere sayarlar. Öte yandan oniki burcun
bazısını
erkek, bazısını dişi tabiatte bulup, bazılarını gündüze, bazılarını
geceye
nispet etmişlerdir ki: Altı burç erkek, altısı dişidir. Erkek olanlar:
Koç,
ikizler, aslan, terazi, yay ve kova burçlarıdır ki, bunlar
tekil
burçlardır. Dişiler0 Boğa, yengeç, başak, akrep, oğlak ve balıktır
ki,
bunlar ikildir. Şimdi, koç burcundan başlayıp, sırasıyla burçları,
bir
erkek, bir dişi sayarlar ve oniki burcun tamamına değin giderler. Ateşî
ve
havaî üçlerde erkek burçlar bulunup; topraksal ve susal üçlülerin
tümü
dişi bulunup: Gündüzsel erkek ve gecesel dişi olmuştur.
Burçlarla
ilgili tablolar aşağıdadır.
Burcun
durumları
İlkbahar
Yaz
Sonbahar Kış
Değiştirenler
Koç
Yengeç Terazi
Oğlak
Sabitler
Boğa
Aslan
Akrep Kova
Karıştıranlar İkizler
Başak
Yay
Balık
Üçüncü Madde
Sabit yıldızlardan olan ayın
konaklarını isimleri ve şekilleriyle; burçlar
feleğinde olan mekanlarıyla ve
kırk enlemde doğuş ve batışlarını yerleri ve
vakitleriyle
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, Hak Taala Kelam-ı Kadim'inde:
"Ay için de konaklar
tayin etmişizdir," (36/39) buyurduğu ayın konakları
yirmi sekizdir ki, bu,
burçlar feleğinde sabit olan gözlenmiş yıldızlardan
burçlar kuşağının
yakınında bulunup; ay, kendi feleği kuşağında batıya
hareketiyle koç
burcunun yarısında güneş ile karşılaştıkça; her gece bir
yıldız beraberine
geldikçe, o yıldız bir konak itibar olunmuştur. Ay, süratli
hareketiyle
oniki burcu yirmisekiz günde kat edip ve devredip, yine yerine
döndüğünden,
yirmisekiz konak bulunmuştur. İlk konak şeratin, son konak ise
reşa olarak
isimlendirilmiştir. Her iki konak arası oniki derece elliiki
saniye
olmakla; oniki burcun her biri yirmisekiz konaktan iki konak ve
üçtebir
konağı yaklaşık olarak içermiştir. Bu durum, altı sene önce yazılmış
olan
şu manzumede anlatılmıştır.
MANZUME
Allah adıyle başlarız
haberi
Kıldı takdir şems ile kameri
Hamd lillah Habibine salavat
Şems
ve mah eyledikçe hoş harekât
Badehü Hakkı der ey ehl-i hitab
Ehl-i hey'et
ysözüncedir bu kitab
Nazm kıldım kitab-ı muteberi
Dedim ismin menâzil-i
kameri
Oldu ebyatı cümle yüz doksan
Binyüz altmışbeş idi sâl ey
cân
Çarh-ı Sâmin ki oniki bölünür
Her bölükte otuz sehm bulunur
Oniki
burcu oniki ay olur
Üç bahar olur dahi yay olur
Üç harif olur üç dahi
kıştır
Çâr fasl oniki ay olmuştur
Evvel azar ikinci nisandır
Ü eyyar
râbi hazirandır
Hâmis oldu temmuz ve sâdisi âb
Oldu eylül sâbii
behesab
Sâmin ve tâsi oldu teşrineyn
Kış dü kânun ve yek şubat ey
zeyn
Gelmeden gün bürûc âvâiline
On gün akdem şuhur-ı rum biline
Oniki
burca bunlar esmâdır
Bir hamel iki sevr ve cevzâdır
Seretân ve esedle
sünbüledir
Burc-u mîzan ve akrabî biledir
Kavs ile cedî ve delv ve hût
eğilir
Yılbaşı ol hamel sayılır
Çünkü şeş burc otuz pâyı geçmiştir
Bil
yıl eyyâmın üçyüz altmışbeş
Çarh-ı Sâmindedir bu kısm-ı rüsum
Ondadır
cümle sâbitan-ı nücum
Devr-i şarkî seri' seyrandır
Hep tulu ve gurup o
devrandır
Oniki burc yirmidört saat
İçre bir devri hatm eder râhat
Çün
döner nısf-ı burc bir saat
Saat onbeş derecedir âdet
Çarh-ı çaremde gün
musana'dır
Üstünde zemin murassa'dır
Ol felek devr eder güneş
seyri
Onda yok necm ü şemsten gayri
Garbdan şarka gün gider her
gün
Üçyüz altmışbeşinde biri göğün
Seyr eder şems günde bir derece
Ayda
bir burcu kat' eder böylece
çün tahavvül eder her ay birine
Yıl tamamında
hem gelir birine
Ruz-u şeb hatt-ı üstüvada sevâ
Arzı kırk cüz' olan
mekânda ola
Ol cedîye gelse gün rahşân
Zemherîr ibtidasıdır o
zaman
Saat-ı şeb o gece onbeş olur
Gündüzün saatı dokuzu bulur
Pes gece
günden altı saat alır
Üç gün üç gece bir karara kalır
Badehü gün be gün
etval olur
Ta hamel evvelin bu şems bulur
Nakledende gün ol hamele
Gece
gündüz beraberine gele
Gün doğandan bitene dek o zaman
Oniki saat ola bî
noksan
Gün bitenden doğana dek gece hem
Oniki saat oa olmaya kem
Hem
yine gün be gün etval olur
Seratan evvelin güneş ki bulur
Saat-i ruz o
günde onbeş olur
Ol şebin saatı dokuzu bulur
Pes gündüz şebden altı saat
alır
Üç gün üç gece ol karara kalır
Badehü gün be gün şeb etval olur
Ta
ki mîzanın evveline gelir
Gelse mîzanın ibtidasına gün
Ruz ve şeb hem
beraber olur o gün
Çün hamel evvelile bu birdir
Şark ve garb ikisine bir
yerdir
Pes yine gün be gün şeb etval olur
Ta güneş cedînin evveline
gelir
Yılda bir yol bu devr-i dâimdir
Arz-ı mimde bu tavrı
kâimdir
Çarh-ı çaremde şems her nicedir
Hem kamer bu felekte
öylecedir
Çarh-ı evveldedir kamer mirât
Ol musaykal-ı kesiftir
bizzat
Cerm-i şemsir ziyası daimdir
Şems ile nur-u mah kaimdir
Cerm-i
mah muzlem ve müdavverdir
Ol güneşten yana münevverdir
Câyî çün günle
arzın arasıdır
Arza doğru muhak karasıdır
Ertesi gece çün hilal
görünür
Nurlu yandan bize hayal görünür
Gün be gün ay güneşten olup
ırak
Arza doğru yüzü olur berrak
Çarde menzilin mah eylese seyr
Şems ve
mah beynine karib ola yer
Şems ile mah hoş mukabil olur
Görünür nur-u bedr
kâmil olur
Çünki mir'at-ı şemsdir bu kamer
Zulmet-i leyli nur mahz
eyler
Şemse oldukça mukarreb hem ay
Azar azar görüne nursuz cây
Çün
bulur hem o şems-i tâbânı
Bize doğru döner donuk yanı
Ayda bir yol bu
devr-i daimdir
Bu muhak ve bu bedri kaimdir
Oniki burcu gün keser bir
yıl
Kat' eder meh bir ayda cümleyi bil
Garbdan şarka hem kaber
dolaşır
Günde onüç derece yol yer oluşur
Şems ile çün kamer muhak
bulur
ertesi gece ay mukaddem olur
Günde oniki cüz'ü o şems geçer
Oniki
burc bist heşt ölçer
Pes menâzil yirmi sekiz olur
Her birine nişanı yıldız
olur
Her nişanın bir ismi resmi var
Say müretteb yeriye bil ey
yar
Şeratin ve betin ve pervin şâ'
Debran hak'a hen'a ile zira'
Nesre
ve tarafa cebhe ve zîre
Sarafa ava semak ve pes gafera
Hem zebânen ve
badehü eklil
Kalb ve şol niayimi hoş bil
Belde zâbin bel'-ı suud
ihya
Pes mukaddem muahhar oldu reşa
Gökyüzünde menâzil-i kameri
Bilmek
istersen eyle şeb nazarı
Gözle hem âfıtab-ı tâbânı
Çün bulur ibtida-yı
mîzanı
Ol gün oldukta şems ufukta ayan
Nokta-i maşrık oldur eyle
nişan
Hem edende o gün ufukta gurub
Nokta-i mağrib ol yeri bil hub
İki
yandan dü nokta evsatı al
Kıl nişan nokta-i cenub ve şimal
Kıl bu dört
nokta evsatın tahmin
Heşt nokta ufuktan et tayin
Ufku farzet üçyüz altmış
ay
Pes ul ve gurubu ondan say
Kırk derece arzda menâzil ede
zuhur
Nokta-i maşrıkın şimalinden
Hem yirminci cüz'ü hilalinden
Şeratin
iki necm-i âlidir
Bir cenubî biri şimalîdir
Bir zirâ ikisi arasını
say
Bist ve heşt hameldir onlara cây
Ol cenubî yanında râsıhtır
Bir
küçük yıldız ismi bâtıhtır
Şeratinden muahhar olan berah
Hem betîn ol
ikinci menzil-i mah
Nokta-i maşrıkın şimaline bak
Noktadan doğa kırk
derece ırak
Üç küçük nemedir müselles var
Burc-u sevrin önünde buldu
karar
Çün iki saat ol şeb ede ubur
Ülker üçüncü menzil ede
zuhur
Nokta-i maşrıkın şimalinden
Hem otuz derece kemalinden
Hûşe
şeklinde altı kevbdir.
Sevrin yirmi dördü munsabdir
Ol şeb üç saat ve
rubu'da heman
Doğa dördüncü menzil debran
Noktadan on sekiz derece
şimal
Berk urur necm-i hâmisi fi'l-hal
Dal şeklinde penç
yıldızdır
Burc-u cevzada câyı sekizdir dört
Buçuk saat ol şeb etme
hücum
Menzil-i hâmis ede huka tulu'
Nokta-i maşrıkın şimali hemin
Cüz-ü
sâminde şekl nokta-i şin
Re's-i cebbar adı seh necm-i nihan
Burc-u cevzada
bistemde ayan
Beş buçuk saat ol şeb etse mürur
Hüna altıncı nokta ede
zuhur
Nokta-i maşrıkın şimaline bak
Noktadan onsekiz derece ırak
İki
yıldız şimal ve garbı kebir
Seretan cüz'-ü hâmisinde münir
bekle beş saat
ol şeb ile nigâh
Göresin tâ zıra'-ı heftem mâh
Nokta-i maşrıkın şimaline
git
Noktadan kırk derece tahmin et
İki rûşen sitâredir be akab
Garbı
şuara-yı Şâmi4dir bel'akab
Oldur ol şimali bir yıldız
Seretandan beridir
on sekiz
Olsa saat yedi o şeb-i kâmil
Görünür nesre heştem
menzil
Nokta-i şarkın şimaline gel
Her yirmibeşinci cüzünü al
Hurde
encümden öbür paresidir
Çâr necm murabba arasıdır
İsmi şura-yı yemanîdir
bil
Hem eset evvelindedir hasıl çün
sekiz saat ol şeb etse
güzar
Görünür tarafa tâsi ile nazar
Nokta-i maşrıkın şimalinden
Hem
otuzuncu cüzü kemalinden
İki yıldız biri eseddendir
Esedin onbeşinde
rûşendir heşt
Ve nîm saat ol şeb etse mürur
Aşır-ı mah cebhe ede
zuhur
Nokta-i maşrıkın şimalini al
Ta yirmibeşinci cüzüne gel
Bir
muavvec hat üzere dört kevkeb
Ol cenuhu azim ve ruşen hep
Oldu
kalb'ül-esed büyük yıldız
Hem esedden biri yirmisekiz
olsa saat dokuçbuçuk
o seher
Zîredir onbirinci doğa meğer
Nokta-i maşrıkın şimaline var
Kıl
yirmibeşinci cüzde karar
Koşa yıldız cenubîdir ruşen
Sünbüle onbeşi ona
mesken
Çün doğar gün onunla bir doğa
Noktadan sarfa kırk şimal
iva
Sarfa ol necmi ol kadarın
On ikinci menazil-i kamerin
Horde encüm
muhit oldu nişan
Sünbüle âhiridir ona mekan
Oldu iva beş encüm
ruşen
Tuttu mizanın onbeşinde vatan
Çün menazilden onüçüne
heman
Maşrıkından o şeb bilindi mekan
Bâkisin mağrib ile bil o
zaman
Mağribe bak o şeb hem eyle nişan
Çünkü bir saat ol şeb ede
güzar
Menzil-i çâr hem ufukta gider
Nokta-i mağribe nazar hoş kıl
Batar
onda ysemak eazli bil
ismidir fahz-ı sünbüle ey can
Resmidir bîst-i pençem
mizan tâ kim
Üç saat ol şeb ede duhul
Panzed hem gufre ancak ede
nüzul
Nokta-i mağribin şimalini al
Her yirmisekiz derecede kal
Bir
mukavves hat üzere üç kevkeb
Yeridir cüz-ü evvel akreb
Hem bir ismi samek
ramıh'dır
Üstü ramh ve kendi çârıhdır
Çâr menzil ala't-tevali ol
On
beşinden evvel ede nüzul pes
Rübue saat olsa ol şeb hub
Şânezd hem zebane
ede gurub
Nokta-i mağribin gurubuna var
Ondan ondokuzuncu cüzüde
biter
İki yıldız mukabil ve berrak
İkinin arası bir mızrak
Hem bir ismi
de pele-i mizan
Burc-u akreb önüdür ona mekan
Çün iki saat ola ol şeb
târ
Oldum eklil on yedinci batar
Nokta-i mağribin cenubuna bak
Noktadan
otuz derece ırak
Yer var bî hat üzere üç kevkeb
Ruşeni oldu
cebhe'tül-akreb
Akreb oldu bir ismi hem ey yar
Burc-u akrebde cây-ı bist
çıhar
Bekle saat ikibuçuk ola tâ
Hejde hem kalb-i akreb onda
bata
Nokta-i mağribin cenubunu bul
Otuzüçüncü cüzü garbını bul
Bir
mukavves hat üzere üç kevkeb
Sâdis burc-u kavs ona matlub
Kalb-i akreble
bile şöyle varıb
Nokta-i mağribin cenubuna bak
Noktadan kırk dokuz derece
ırak
Koca yıldızdır ikisi berrak
Buldu kavsin yirmisinde durak
Bekle
dört saat ol gece oturup
Bîstemdir niayim ide gurup
Nokta-i mağribin
cenubunu bul
Otuzüçüncü cüzüdür ona yol
Çâr necmi sağar ve çârı
kibar
Tuttular cedî evailinde karar
Dahi beş saat ol şeb uyuma tâ
Kim
yirmi birinci belde bata
Nokta-i mağribin cenubunu al
Ta yirmisekiz
dereceye gel
Kıta-i Çarhdir ki sâde olur
Encüm etrafına kılade olur
her
bir adı kıladedir ey can
Evsat-ı cedî burcun etti mekan
Ger yedi saat olsa
şeb-i rayih
Bata bist ve düm adı zâbih
Nokta-i mağribin cenubunu
al
Ondan ensekizinci cüzde kal
İki yıldız şimalidir a'zam
Bir küçük
necm anında adı ganem
Zâbih anı eder gibi kurban
Ol devl üçüne oldu
mekan
Heft ü nîm saat ol şeb olma melül
Bîst ve sevm belidir ede
nüzul
Nokta-i mağribin cenubunu nice
Noktadan say yirmiüç derece
iki
ruşen sitaredir ki karib
Bir küçük yıldız aralıkta garib
Ol küçük yıldız
ol şimale yakın
Delvin ondördüdür mekanı hemin
Ger dokuz saat ol şeb etse
güzar
sit ü çârem suud o demde gider
Nokta-i mağribin cenubuhu
bul
Cüz-ü sâmin ufuktadır ona yol
Bir mukavves hat üzere üç yıldız
Delv
burcunda cây onsekiz
Onbuçuk saat ol şebeyle nazar
Ahbih ü bist ü
pençemine seher
Nokta-i mağribe garib ve cenub
Çâr kevkeb üçü müselsel
olup
Râbii sa'd ve hem redif ana nâm
Hâmisi burc-u hutu kıldı
makam
Şarka bak hem o akşam et tevfik
İrtifaiyle her birin tahkik
Kim
mukaddem dahi muahhar hem
Doğalar şems batmadan akdem
Birbuçuk saat akşama
var iken
İkisi dahi doğmuş ola maan
Nokta-i maşrıkın şimalinden
Bist-ü
pençem cüz' kelalinden
Doğa fer'i mukaddem onda ayan
Aslı bir necmdir
cenubu heman
İkisinin arası bir mızrak
Hatdan panzdehem o ferğa
durak
Nokta-i maşrıkın şimaline git
Her otuzbir derece tahmin et
Onda
doğmuş ola muahhar nur
Ferği aslından akdem ede zuhur
İki yıldız ki suudu
bir mızrak
Ferği hut âhirinde hoş burak
Şarka bak bul o şeb mahall-i
ışa
Doğmuş yirmisekizinci raşa
Kalmış iken guruba bir saat
Şarktan
doğmuş ola ol rahat
Nokta-i maşrıkın şimalinden
Hem otuzuncu cüz
kemalinden
İki yıldız ki şarkı ve garbı
Saf-ı encümledir sefine
gibi
Şekl-i ehlilcidir ol güya
Hem hamel onbeşindedir hâlâ
Nıfs-ı
burc-u hamelde olsa muhak
Meh güneşten bu resme ola ırak
Menzil-i ûla olur
şeratin
Hem bu tertib ile raşaye değin
Çün yirmisekiz gün içre kamer
Bu
menazilden ede cümle güzar
Ol yirmisekiz günüyle gece
Hem geçer şems
ügünde bir derce
Çün yirmidokuzbuçuk gün olur
Şems ile hem kamer muhakı
bulur
Ol sebebden bir ay yirmidokuz
Gün hesap olunur öbür ay
otuz
Badehü her ne şeb kılınsa murad
Bu menazil tamam olur
tâdad
Olduğun gece şemse bir derece
Kim ne burcun kaçındadı o gece
Kıl
hesab ibtida-yı mizandan
Bil ne miktarı geçti şems ondan
Geçe bir burcu
iki saat o dem
Hep menazil doğup batar akdem
Pes her onbeş gecede bir
saat
İleri sâbitan eder sürat
kim güneş her gün iki kursu kadar
Seyr
edip şarka geç guruba gider
Her ne geçse buna kıyas olunur
Bu hesab üzere
cümlesi bulunur
Çün geçer şems evvel ol hamele
Emr ber aks olur kolaylı
gele
Maşrıktan ayan olan kevkeb
Mağribiyle bilinmek olur
hep
Mağribinden beyan olan el'ân
Maşrıkından bilinmeli o zaman
Nereden
doğa karşısında batar
Kande batsa mukabilinde doğar
Çün menazil bilindi
bi't-tayin
Oniki burcu bundan et tahmin
Ta ki seyyar ve sâbit ola
ayan
Kim ne kevkeb ne burcu kıldı mekan
Hoş bilindi kevakib ey
Hakkı
Seyr et eflâkı fikr kıl Hak'kı.
(Haberi, Allah adıyla başlarız.
Güneş ile ayı takdir kıldı. Hamd Allah
için, salavat Habibine: Güneş ve ay
hoş hareketler eyledikçe. Sonra hakkı,
ey sözümü dinleyenler, der, bu kitab,
astronomlar sözüncedir. Muteber
kitabı nazm kıldım. Ay menzillerinin ismini
dedim. Bütün beyitleri yüz
doksan oldu. Ey can, sene binüçyüz altmışbeş idi.
Sekizinci felek ki, oniki
bölünüyor. Her bölükte otuz pay bulunuyor. Oniki
burcu, oniki ay olur. Üç
bahar olur, dahi yay olur. Üçü güz olur, üçü dahi
kıştır. Dört mevsim,
oniki ay olmuştur. Birinci mart, ikinci nisandır. Üçüncü
mayıs, dördüncü
hazirandır. Beşinci temmuz, altıncı ağustostur. Eylül
yedinci, sekizinci ve
dokuzuncu, teşrin-i evvel, teşrin-i sani oldu. Kış iki
kanun ve bir de
şubat oldu. Burçlar ortasına gün gelmeden, on gün önce rumî
aylar biline.
Oniki burca isimler bunlardır: Koç, boğa, ikizler, yengeç,
aslan, başak,
terazi, akrep, yay, oğlak, kova, balık. Koç, yılbaşı sayılır.
Çünkü altı
burç, otuz payı geçmiştir. Yılın günlerini üçyüz altmışbeş bil.
Sekizinci
felektedir resimler parçası. Bütün sabit yıldızlar ondadır. Doğuya
dönüşü
hızlıdır. Hep doğuş ve batış o dönüştür. Oniki burç, yirmidört saat
içre
bir dönüşü rahat tamamlar. Burcun yarısı yarım saat döner. Saat
onbeş
derecedir. Dördüncü felekte gün süslenmiştir. Yer üstünde
kıymetli
taşlardır. O felek, güneş seyrini devreder. Onda yıldız ve güneşten
gayri
yoktur. Batıdan doğuya gün gider her gün. Göğün, üçyüz
altmışbeş
derecesinden bir derece güneş günde seyr eder. Böylece ay da bir
burcu
kat eder. Her ay birine geçer. Yıl tamamında yerine gelir.
Eşitlik
çizgisinde, gece ile gündüz eşittir. Enlemi kırk olan yerde ola bu.
Oğlağa
gelse, gün aydındır. O zaman en soğuk günler başlangıcıdır. Gecenin
saati o
zaman onbeş olur. Gündüzün saati, dokuzu bulur. O zaman gece, günden
altı
saat alır. Üç gün üç gece bir karara kalır. Sonra gün, yavaş yavaş uzar.
Ta
koç evvelini bu güneş bulur. Gün koça nakledende, gece gündüz
eşitliğine
gele. O zaman gün doğandan bitene dek, noksansız oniki saat ola.
Gün
bitenden doğana dek gece de, oniki saat ola, eksik olmaya. Hem yeni
gün
gün uzar. Yengeç evvelini güneş ki bulur. Günün saati o günde onbeş
olur.
Gecenin saati dokuzu bulur. O zaman gündüz, geceden altı saat alır. Üç
gün
üç gece o kararda kalır. Sonra gün gün gece uzar. Ta ki terazinin
evveline
gelir. Terazinin başlangıcına gün gelse, gece ve gündüz de beraber
olur o
gün. Çünkü koç evveliyle bu, birdir.
Doğu ve atı, ikisine bir
yerdir. O halde yine gün gün gece uzar. Ta güneş
oğlağın evveline gelir. Bu
yılda bir yol daimi dönüştür. Mim enleminde bu
halde durmaktadır. Dördüncü
felekte güneş her nicedir? Ay da bu felekte
öylecedir. Birinci felekte ay,
aynadır. o bizzat parlak ve yoğundur.
Güneşin ziyasi süreklidir. Güneş ile
ayın nuru kaimdir. Ay, karanlık ve
yuvarlaktır. O güneşten yana münevverdir.
Yeri çünkü yerle güneşin
arasıdır. Yere doğru çakışma, karasıdır. Ertesi
gece, hilal görünür. Nurlu
yandan bize hayal görünür. Gün gün ay, güneşten
ırak olup, yere doğur yüzü
berrak olur. Dördüncü menzilini ay seyr eylese,
güneş ve ay arasına yakın
la yer. Güneş ile ay hoş mukabil olur. Ondördü
görünür, olgun olur. Çünkü
güneşin aynasıdır bu ay. Gece karanlığını salt nur
eder. Ay da güneşe yakın
oldukça, azar azar görünür nursuz yer. Parlak güneşi
bulduğunda, bize doğru
donuk yanı döner. Bu, ayda bir yol sürekli devirdir.
Bu çakışma ve bu
bedridir. Gün oniki burcu bir yıl keser, ay bir ayda hepsini
kateder.
Batıdan doğuya ay da dolaşır. Günde oniki derece yer oluşur. Güneş
ile ay
çakışmayı bulur, ertesi gece ay önce olur. Günde oniki cüzü o güneş
geçer.
Oniki burç, yirmisekiz ölçer. O halde menziller yirmisekiz olur. Her
birine
nişanı, yıldız olur. Her nişanın bir ismi ve resmi var. Ey
dost,
tertiplenmiş say, yeriyle bil. (Burada tali yıldızların adları
sayılıyor.)
Gökyüzünde ayın menzillerini bilmek istersen, geceye bak. Gözle
hem parlak
güneşi. Terazinin başlangıcını bulduğunda, güneş ufukta göründüğü
gün, doğu
noktası odur, nişan eyle. Hem o gün ufukta batanda, batı noktası o
yeri
bil. İki yandan iki nokta ortasını al, güney ve kuzey noktalarını
nişan
kıl. Bu dört nokta ortasını tahmin kıl, ufuktan ekiz nokta belirle.
Ufku
üçyüz altmış ayak farzet. O halde doğu ve batıyı ondan say.
Kırkıncı
enlemde menziller, o ufuktan bu resme doğru doğa bata. Yarım saat
evvel
gece geçe, menzillerin başlangıcı ortaya çıka. Doğu noktasının
kuzeyinden,
hem yirminci cüzü hilalinden, iki parlak yıldız yüksektir; biri
güneyde,
biri kuzeydedir. İkisi arasını bir zira ay, yirmi sekiz; koştur,
onlara
yer. O güneydeki sabittir. Bir küçük yıldız, ismi batındır. İki
parlak
yıldızdan geri ola biraz. Batın da ayın ikinci menzili. Doğu
noktasının
kuzeyine bak. Noktadan kırk derece ırak doğa. Üç küçük yıldız,
üçgen var.
Boğa burcunun önünde karar kıldı. Çünkü o gece iki saat geçe,
üçüncü
menzilde ülker ortaya çıkar. Doğu noktasının kuzeyinden, otuz
derece
bitiminden huşe şeklinde altı yıldızdır. Boğanın yirmidördü bellidir.
O
gece üç saat ve çeyrekte heman, dördüncü menzile zebran doğa. Noktadan
on
sekiz derece kuzey, o durumda beşinci yıldızı doğar. Dal şeklinde
beş
yıldızdır, ikizlerde yere sekizdir. O gece dört buçuk saat, hücum
etme,
beşinci menzil huka doğa. Doğu noktanın kuzeyi, sekizinci cüzde,
şının
noktası şeklidir. Başı cebbar, adı üç gizli yıldız. İkizler burcunda
gözle;
o gece beş buçuk saat geçse, hüna altıncı nokta zuhur ede. Doğu
noktasının
kuzeyine bak; noktadan onsekiz derece ırak, kuzey ve batısı büyük
iki
yıldız, yengecin beşinci cüzünde parlak. Beş saat bekle o gece ile
uyanık,
yedi arşında ayı göresin. Doğu noktasının kuzeyine git, noktadan
kırk
derece tahmin et, iki parlak yıldızdır hemen sonra. Batısı, Şam
şairlerinin
sanıdır.
Odur, o kuzeyli bir yıldız. Yengeçten beridir
onsekiz, olsa saat yedi o
gece tam görünür sekiz seçkin konak. Doğu
noktasının kuzeyine gel, her
yirmibeşinci cüzünü al, küçük yıldızlardan bulut
parçasıdır. Dört yıldız
karenin arasıdır. İsmi Yemen şairleridir, bil. Hem
aslan evvelindedir
hasıl çünkü, sekiz saat o gece geçse, görünür tarafa dokuz
kere bak. Doğu
noktasının kuzeyinde, hem otuzuncu cüzü bitiminden iki yıldız;
biri
aslandandır, aslanın onbeşinde parlaktır; sekiz ve yarım saat o
gece
geçse, ayın onuncu yüzü ortaya çıkar. Doğu noktasının kuzeyini al,
ta
yirminci cüzüne gel. İniş-çıkışlı bir çizgi üzere dört yıldız, güneyi
büyük
ve ışıklı hep oldu aslanın yıldızı büyük yıldız. Hem aslandan
beri
yirmisekiz olsa saat dokuz buçuk o seher, ziredir onbirinci doğa
meğer,
doğu noktasının kuzeyine var, kıl yirmibeşinci cüzde karar. Koşa
yıldız,
güneylidir parlak, başak onbeşi ona mesken. Çünkü doğar onunla gün
bile.
Noktadan şarka kuzeye farkı iva, sarfa o yıldızı, o kadarını ayın
onikinci
menzili küçük yıldız kuşattı, nişan başak sonudur ona mekan. Oldu
iva beş
yıldız parlak. Terazinin onbeşinde mekan tuttu. Menzilden onüçüne
hemen
doğuşundan o gece bulundu mekan. Kalanını batı ile bil o zaman. Batıya
bak
o gece, hem de nişan eyle. Çünkü o gece geçe, dört menzil de ufukta
gider.
Batı noktasına iyi bak. Betar onda semak silahsız bil. İsmi başak
fahzı ey
can. Resmi yirmibeş terazidir ta ki, üç saat o gece gire. Hem gufre
onbeşte
ancak iner. Batı noktasının kuzeyini al, her yirmisekiz derecede kal.
Bir
kavisli çizgi üzere üç yıldız, akrepin birinci cüzü yeridir. Bir ismi
semek
ve bir ismi ramıhdır. Üçtü mızrak ve kendi yaralayıcıdır. Dört
menzil,
burçlar sırası üzere, onbeşinden evvel ine. İşte zeyrek saat o gece,
güneş
parlayarak batar. Batı noktasının güneyine var, ondan ondokuzuncu
cüzde
batar. İki yıldız karşılıklı ve berrak, ikinin arası bir mızrak, bir
cüzde
batar. İki yıldız karşılıklı ve berrak, ikinin arası bir mızrak, bir
ismi
de terazi pelesi, akrep burcu önüdür ona mekan. O gece iki saat
karanlık
olur. Tac oldum, onyedinci batar. Batı noktasının güneyine bak,
noktadan
otuz derece ırak yer var. Aynı çizgide olmayan üç yıldız, ışıklısı
akrebin
cephesi oldu. Ey dost, bir ismi de akrep oldu. Akrep burcunda
yirmidört
yer, bekle saat ikibuçuk ola ta onsekiz, hem akrebin kalbi onda
bata. Batı
noktasının güneyini bul. Otuzüçüncü cüzünün batısını bul. Kavisli
bir
çizgi üzere üç yıldız. Altıncı yay burcu ona tâlibtir. Akrebin
kalbiyle
birlik şöyle varıp, batı noktasının güneyine bak, noktadan kırkdokuz
derece
ırak koca yıldızdır, ikisi berrak, buldu ayın yirmisinde durak. O
gece
oturup dört saat bekle. Yirmidir ay durağı bata. Batı notasının
güneyini
bul, otuzüçüncü cüzüdür ona yol. Dört yıldızı küçük, dördü büyüktür.
Oğlak
evvelinde karar tuttular. O gece beş saat daha uyuma, ta ki
yirmibirinci
belde bite. Batı noktasının güneyini al, ta yirmisekiz dereceye
gel, felek
kuşağıdır ki sâde olur, yıldız etrafına gerdanlık olur. Ey can,
herbir adı
gerdanlıktır, oğlak burcunun ortasını etti mekan, Şayet gece yedi
saat
gidici olsa, bata yirmi iki, adı zebayih.
Batı noktasının güneyini
al. Ondan onsekizinci cüzde kal. Kuzeyde iki
yıldız büyüktür. Bir küçük
yıldız, adı koyun. Zebayih onu kurban eder
gibidir... Kova burcu üçüne mekan
oldu. O gece yedibuçuk saattir, üzülme.
Yirmiüç inince yutucudur. Batı
noktasının güneyini nice noktadan say
yirmiüç derece. İki aydınlık yıldızdır
ki yakın, bir küçük yıldız aralıkta
garip. O küçük yıldız kuzeye yakın, yeri
kovanın ondördüdür. Eğer o gece
dokuz saat geçse, yirmidördüncü yükseliş o
demde gider. Batı noktasının
güneyini bul. Sekizinci cüz, ufukta ona yoldur.
Kavisli bir çizgi üzre üç
yıldız, kova burcunda yer onsekiz. Onbuçuk saat o
geceyle bak, ehbib
yirmibeşine seher batı noktasına yakın ve güney dört
yıldız, üçü üçgen
olup, dördüncü saad ve de redif ona isim. Beşincisi balık
burcunu kıldı
mekan. Doğuya bak hem o akşam tevfik et yükselişiyle her birin
incele ki,
önceki dahi gecikmiş hem doğalar güneş batmadan önce. Akşama
birbuçuk saat
varken, ikisi birlikde doğmuş ola. Doğu noktasının kuzeyinden,
yirmibeşinci
cüzün bitiminden doğa önce bir kolu açıkça. Aslı bir yıldızdır,
güneyi
hemen ikisinin arası bir mızrak, balıktan panzede hem o şubeye durak.
Doğu
noktasının kuzeyine git, hem otuzbir derece tahmin et, onda gecikmiş
nur
doğmuş ola. Kolu aslından önce ortaya çıka. İki yıldız ki uzaklığı
bir
mızrak. Kolu balık sonunda hoş burak. Doğuya bak, yatsı yerini bul,
doğmuş
yirmisekizinci serpinti, guruba bir saat kalmış iken. Doğudan doğmuş
ola o
rahat. Doğu noktasının kuzeyinden, hem otuzuncu cüz bitiminden iki
yıldız
ki, doğu ve batısı gemiler gibi dizili yıldızlarladır. Şekilleri
sanki
yumurta biçimindedir. Hâlâ hem koç onbeşindedir. Koç burcunun
yarısında
çakışsa ay, güneşten bu resme ırak ola. İlk menzil şeratin olur. Bu
tertip
ile raşaya deği, yirmisekiz ygün içre ay bu menzillerden hep geçe.
O
yirmisekiz günüyle geçer güneş de geçer günde bir derece.
Çün
yirmidokuzbuçuk gün olur, güneş ile ay çakışır. O sebebden bir
ay
yirmidokuz gün hesap olunur, öbür ay otuz. Sonra her ne gece istense,
bu
menzilin sayılışı tamam olur. Güneşe bir derece olduğun gece ki, ne
burcun
kaçındadır o gece, hesap kıl terazinin başlangıcından. Güneş ondan
ne
miktarı geçti bil. Bir burcu iki saat geçe o dem hep menziller önce
doğup
batar. Şu halde her onbeş gecede bir saat ileri, sabit yıldızlar
hızlanır
ki, güneş her gün iki kursu kadar seyredip doğuya, batıya geç gider.
Her ne
geçse buna kıyas olunur, bu hesap üzere hepsi bulunur. Ne zaman güneş
koçun
evveline geçer. İş ters olur, kolaylı gelir. Doğudan çıkan
yıldız,
batısıyla bilinmek olur hep, olur, kolaylı gelir. Doğudan çıkan
yıldız,
batısıyla bilinmek olur hep, batısından açıklanan el'an doğusundan
bilinmeli
o zaman. Nereden doğa, karşısında batar. Kande batsa karşısında
doğar.
Menziller belirlemeyle bilindi. Oniki burcu, bundan tahmin et. Ta
ki
gezegen ve sâbit ola ayân. ne yıldız, ne burcu mekan kıldı? Yıldızlar
hoş
bilindi ey Hakkı, felekleri seyret, Hak'kı fikir
kıl.)
Dördüncü Madde
Burçlar feleğinin ve onda
olan sabit yıldızların uzaklık ve cisimlerini
bildirir.
Ey aziz,
malûm olsun ki, rasatçılar, geometriciler ve matematikçiler;
yıldızların ve
feleklerin cisim ve uzaklıklarını kesin kanunlar ile
hesaplarında görüş
birliğine varmışlardır. Büyük feleğin yüzeyinin
uzunluğunun mesafesini ki,
burçlar feleğinin yüzey yumruluğunun
uzaklığıdır, âlemin merkezinden takriben
otuzüçbin kere bin ve
beşyüzyirmibeşbin sekizyüz seksenbir fersah
bulmuşlardır. Her bir fersahı
üç mil ve her bir milli üçbin zera ve her bir
zeraı, otuziki parmak
genişliği kadar farz ve takdir kılmışlardır. Her bir
parmağı, altı arpa eni
kadar ve her bir arpayı, atın altı kılı miktarı itibar
edip; cisimler
âleminin uzaklığının hesabını bilmişlerdir. Burçlar feleğinin
dip
yüzeyinin bu merkezden uzaklığını takriben otuzüç kere bin ve
beşyüzonbin
dörtyüzelli fersah ve burçlar feleğinin kalınlığını takriben
onbeşbin
dörtyüzotuzbir fersah bulmuşlardır. Sabit yıldızları altı ayrı kısım
bulup;
birinci değer, ikinci değer, üçüncü değer, dördüncü değer, beşinci
değer ve
altıncı değer diye isimlendirmişlerdir. Birinci değerin
tabakalarını,
burçlar feleğinin kalınlığına mutabık ve eşit onbeşbin dörtyüz
otuzbir
fersah bulup; yıldızların cisimlerinin miktarını yerküreye
oranla
açıklamışlardır. Birinci değerin cisimlerini takriben altıbuçuk yer
cismi
kadar ölçüp ve farzedip; ikinci değerin cisimlerini beşbuçuk yer
cismi
miktarı; üçüncü değerin cisimlerini dörtbuçuk yer cismi miktarı;
dördüncü
değerin cisimlerini üçbuçuk yerküre gibi ve beşinci değerin
cisimlerini üç
buçuk yerküre kadar; altıncı değerin cisimlerini birbuçuk
yeryuvarlağı
miktarı bulmuşlardır. Bunları geometrik delillerle ispat edip,
hesabını
almışlardır. Bütün sabit ve gezegenleri, kendi yerlerinde belirli
bir
hareket ile merkezleri çevresinde hareket eder ve döner görüp:
"Feleklerde
duran hiçbir şey yoktur," mazmununca işin sırrına
ermişlerdir.
Yaratıcı, hakîm ve kudretli olan Allah münezzehtir. Büyüklüğünün
celaletine
ve kudretinin illetine aklın idraki erişemez.
[TOP]
11-BÖLÜM:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Yedinci göğün yapısını ve
onda olan zühal (satürn) feleğini altı madde
ile
bildirir.
Birinci Madde
Zühal yıldızının
mümessil feleğini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar
demişlerdir ki: Yedi gezegenin biri
zühal feleğidir ki, ay feleğinden
itibaren sayılınca yedinci felektir.
Güneş feleğinin üzerinde bulunup, yüksek
felekler ismiyle şöhret bulmuş
olan üç feleğin e büyüğü ve en yükseğidir.
Zühal yıldızı, geyvan lakabıyla
lakaplanıp, astronomlar on: Büyük uğursuz,
hızlı hindi demişlerdir. Bu
felekte zühalden gayri yıldız yoktur. Bu feleğin
hâkimi sadece zühaldir.
Müşteri yıldızı, en büyük saadet; merih, cellat
görünüşlüdür, ona küçük
uğursuz demişlerdir. Fakat küçük saadet olan güzel
yüzlü zühredir. Zühal ve
karışık sofra görünümlü Utarit, güzel yüzlü güneş
feleğinin altında karar
kılmalarıyla iki aşağılıklar olarak isimlendirilip;
üç yüksek ve iki alçak
denilip, cümlesine başka bir nâm ile beş şaşırmış
derler. Işıklı güneşe
büyük ışıklı, güzel görünümlü aya küçük ışıklı denilip;
hepsi de yedi
gezegen nâmıyla meşhur olmuştur. Astronomlar, zühal yıldızı
için üç adet
felek ispat edip; birinci felek ki küllî felektir, merkezde,
eksende,
kutupta, kuşakta ve harekette burçlar feleğine benzediği için
buna:
Mümessil felek demişlerdir. İkincisi, merkez dışı felektir ki,
mümessili
altında iki paralel yüzeyde bulunup, dönüş merkezi dayanıklı
olduğundan,
buna: Taşıyıcı felek demişlerdir. Üçüncü feleğe: Döndürücü felek
derler ki,
zühal yıldızı onun tarafında çakılmış olup; döndürücü felek kendi
merkezi
üzere hareketiyle döndükçe, zühali, hareket ettirip, döndürdüğü için
buna:
Döndürücü felek demişlerdir.
Mümessil felek, küllî felektir. İki
paralel yüzeyle çevrili yuvarlak bir
cisimdir. Yüksek yüzeyi üstünde olan
sabit yıldızlar feleği, onun çukur
yüzeyine ve alt yüzü, altında ola müşteri
feleğinin yumru yüzeyine
teğettir. Bu feleğin üstünde ve altında bulunan
diğer küllî felekler gibi
büyük feleğin hareketine uyup; ilk hareket ile
âlemin merkezi çevresinde
doğuda batıya hareket eder. İkinci olarak, kendi
hareketiyle âlemin merkezi
çevresinde, sekizinci feleğin hareketi kadar,
batıdan doğuya âheste gider.
Anlatılan bu feleğin altında ola felek küreleri
dahi aynı şekilde doğuya
yönelik hareketle muttasıf olup ve bizzat da batıya
yönelik hareketle
muttasıf olmuşlardır. Açıklaması
gelecektir.
İkinci Madde
Zühal yıldızının,
merkezinin dışındaki feleğinin yapısını bildirir.
Ey aziz, malûm
olsun ki, astronomlara göre; yedi gezegen yıldıza ârız olan
çeşitli işlerin
tanzim ve tesviyesi, küllî feleklerin içlerinde, cüzi ve
ikinci feleklerin
çeşitli dönüş ve tavırlarının isbatı gerekir. Zühal
yıldızının durumunun
nizamı için mümessil feleğin cisminin içinde yani iki
paralel yüzeyle
kuşatılmış olan gövdesi içinde Hamil (taşıyıcı) nâmıyle
ikinci bir felek
takdir etmişlerdir. Bu takdir olunan ikinci felek yere
şâmil ve merkezi,
âlemin merkezinden kendi çapının parçalarıyle altıbuçuk
derece uzaklık ile en
üst tarafında, dış iki paralel yüzeyle kuşatılmış
küre bir cisimdir. Bu
kürenin yumru yüzeyi ilk feleğin yumru yüzeyiyle bir
noktada temas
etmişlerdir ki, o nokta evc (doruk) ismiyle
isimlendirilmiştir. O nokta
âlemin merkezine nispetle en uzak noktadır.
Zühal yıldızı o noktaya geldikte;
yerin merkezinden oldukça uzak ve yüksek
olmuştur. Bunun gibi, bu ikinci
feleğin iç yüzeyi, birinci feleğin iç
yüzeyine doğu noktasında teğettir. O
noktaya haziz (etek) adı verirler. Bu
nokta, âlemin merkezine nispetle en
yakın noktadır. Zühal yıldızı bu
taşıyıcı feleğin hareketiyle bu noktaya
geldikte; yerin merkezine oldukça
yaklaşmış ve alçalmış olur. Şu halde bu
hareket ettirme takdirince o ilk
felekten bu taşıyıcı nâmıyle meşhur olan
ikinci felek ayrılıp, bu surette
boşaldıkta, ilk felekten zorunlu olarak
değişik kalıklıkta iki küre geriye
kalır ki, biri ikinci feleği içine alır,
biri ikinci felekten boşalır.
Taşıyıcı feleği kuşatan kürenin ince tarafı,
doruk noktaya, kalın tarafı
eteğe doğrudur. Öteki kürenin kalın ve ince
tarafı bunun tersinedir. Bu iki
kürenin, mümessil feleğin tamamlamakta
katkıları olduğundan birine dolanın
tamamlayıcısı ve birini boşalanın
tamamlayıcısı adını vermişlerdir. Her
feleğin özel bir hareketle dahi
hareketi kararlaştırılmış olup; kendine
mahsus eksen ve kutuplar üzerinde
deveran edip, dönüşünü tamam etmek kesin
bir iş olmakla; zühal feleğinin
taşıyıcı feleği, burçlar feleğinin altında,
mümessil feleğin altında kendi
hareketiyle batıdan doğuya hareket edip,
yıldızları kendisiyle beraber
hareket ettirir. O halde zühal yıldızı onunla
gidip, oniki burcun her birinde
ikibuçuk sene ikamet edip; yirmidokuz sene
beş ay altı günde bir devresini
tamamiyle tamamlar. Taşıyıcı felek, yerden
çok uzak ve dairesi geniş olmakla;
zühal yıldızının hareketi, altında
bulunan diğer gezegenlerden ağır görünür.
Allah her şeyden münezzehtir.
Üçüncü Madde
Zühal
yıldızının döndürücü feleğini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
astronomlar yine yıldızlarının durumlarının
tanzimi için bu kadar miktarla
yetinmeyip; ancak güneşte merkez dışı olan
bir başka ikinci felekten söz
etmişlerdir. Lakin diğer gezegenlerde yere
şâmil olmayan küçük gezegenler
tespit edip, bunlara: Döndürücü felekler
adını vermişlerdir. Şimdi zühalin
döndürücü feleği, zühalin mümessil
feleğinde yere şâmil olmayan bir küçük
felektir ki, yıldızın kendisi,
taşıyıcı ve merkez dışı olan ikinci feleğin
kuşağında yerleşmiştir ki,
çapı, taşıyıcının iki yüzeyine teğettir. Döndürücü
felek tek bir yüzeyle
kuşatılmış bir küredir. Taşıyıcı feleğin içinde, kendi
mekânında belirli
bir hareketle batıdan doğuya yani burçlar sırası üzere
dönüp; bir tarafında
iki kutbu arasında çakılmış olan, zühal yıldızını da
döndürür. Bu döndürücü
felek, kendi merkezi çevresinde batıya doğru
hareketiyle bir gün bir gecede
kendi kuşağının üçyüzaltmış derecesinden bir
dereceye yakın hareketiyle, bu
yıldızı, güneşin ortasına mutabık hareket
ettirir ki, senede bir kere
devresini tamam eder. Buna: Yıldızın değişik
hareketi derler.
Zühal, bir yüzey ile çevrili bir kürevî cisimdir, içi dolu
ve ışıklıdır.
Zühal, döndürücü feleğin içindedir ki, yıldızın yüzeyi,
döndürücü feleğin
kuşağı üzerinde onun yüzeyine ortak bir noktada teğet
olmuştur. Yani
zühalin cismi, döndürücününkine tamamen temas etmiştir ve
taşıyıcının bir
tarafında döndürücü feleğin hareketi gibi belirli bir sıra
üzere zühal
yıldızının dahi kendi merkezi etrafında dönücü olduğunu
rasatçıların çoğu
görmüşlerdir. Çünkü zühal feleğinin durumu özetle yazılıp
ve parçalarının
tertibi takrir ve yapısı ve şekli bu kadarca beyan ve tasvir
olunmuştur.
İmdi bu kıyas ile bunun boşluğunda olan müşteri feleğinin ve onun
içinde
olan merih feleğinin ve güneş feleğinin içinde bulunan zühre
feleğinin
şekil e durumlarını her yönleriyle, bu zühal feleğine
benzerliklerinden,
tamamiyle bilinmiştir. Lakin bunlardaki üç feleğin
hareketleri, değişik ve
yıldızlarının nitelikleri farklı; uzaklık ve
cisimleri farklı olmakla; her
birinin hareketlerinin miktarlarını,
yıldızlarını ve sıfatlarını,
uzaklıklarını ve kürevî cisimlerini birer bölüm
ile tafsil ve kendilerine
özgü özelliklerini beyan etmek
lazımdır.
Dördüncü Madde
Zühal yıldızının düz
gitme, durma, yavaşlama ve süratini; geri dönmesini ve
şaşkınlığını; güneş
ile olan bağlantı ve güneşe yaklaşmasını bildirir.
Ey aziz, malûm
olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Yedi gezegenden
güneşle aydan
gayrisine, yani üç yüksek ile bir alçağa, beş şaşırmış
denilmesinin sebebi;
bunlar kâh düz, kâh yavaş giderler, kâh durur, kâh
geri dönerler. Yine bazen
durup yavaş yavaş hareket ederler, bazen da düz
ve süratli giderler. Bu
durumların açıklanması budur ki: Döndürücünün
doruğunda oldukta; kendi
merkezi, döndürücünün merkezi hareketine, burçlar
sırası üzere muvafakat
edip; yıldız, hızlı hareket eder görünür. Yıldız,
döndürücüye bir miktar
meylettikte; düz hareket eder. Eteğe inmesi halinde,
kendi merkezi inişte
olduğu için hareketi görünmez olup, yıldız duraklar
görünür. Yıldız,
döndürücünün eteğine yakı oldukta; kendi merkezinin sıraya
aykırı hareketi,
döndürücünün merkezi, taşıyıcının hareketiyle uygunluk
üzere olmayıp iki
hareket birbirine karşı ve muarız olduğu için, yıldız
durur görünür. Yıldız,
eteğe indikte; kendi merkezinin hareketi,
döndürücünün merkezininkinden fazla
olduğu için yıldız, geriye döner
görünür. Yıldızın dönüşü tamam olup, iki
hareket yine eşit geldikte; ikinci
kez durur görünür. Bu duruştan sonra
yükselme halinde kendi hareketi yine
görünmez olur. Yıldız yine yavaş hareket
eder görünür. Bu yavaş hareketten
sonra yine düz hareket eder görünür.
Halbuki yıldız, kendi dönüşüne düz
hareket devresini ihtilâfsız tamam eder.
Zira ki, feleklerin ve yıldızların
hareketleri, kendi küreleri kuşağına
oranla ebediyyen basit ve benzerlidir.
Yıldızın geriye dönüşünden önceki
durağına ilk makam, sonrakine ikinci
makam derler.
Zühal yıldızının geriye
dönüşü dört ay, düz hareketi sekiz ay ve yirmi
gündür. Güneşe kıyasla beş
şaşırmışa bağlantı ve yaklaşma ârız olmuştur.
Zühalin, döndürücüsünün orta
yerinden kendi merkezine uzaklığı; güneşin
merkezinin burçlar feleğinden olan
orta yerinden döndürücünün merkezinin
orta yerinin uzaklığı gibidir. Zühal
yıldızı, döndürücüsünün ortasının
doruk noktasında bulunduğu halde, hep orta
bir yakınlıkla güneşe yakın
olur. Zira ki güneşin merkezi, döndürücünün
merkezinden uzak oldukça,
döndürücünün orta zirvesinden yıldızın merkezi dahi
güneşin uzaklığı kadar
uzak olur. Tâ güneş, döndürücünün merkezine karşı
oluncaya değin, yıldız
dahi döndürücünün eteğine iner. O halde zühal
yıldızının güneş ile uzaklık
ve yakınlığı, döndürücüsünün zirvesinde
bulunduğu halde uygun olur. güneş
ile karşılıklı olması, döndürücünün
eteğinde bulunduğu halde olur.
Müşteri ve merih yıldızlarının dahi güneşle
bağlantıları bunun gibi
bulunur. Her biri kendi bölümünde anlatılacaktır.
Zühal yıldızının her iki
yaklaşması arasında olan müddeti, bir sene onüç
gündür. Zira ki her üçyüz
yetmişsekiz günde bir kere, burçlar feleğinde,
güneşin mekânına gelip, bu
yüzden görünmeyip yakın olması itibariyle bu
duruma iki gezegenin çakışması
ve güneşe yaklaşması denilmiştir. Zühal
yıldızının taşıyıcı feleğinin,
burçlar kuşağından güneye ve kuzeye ikişer
buçuk derece eğilimi mevcut iken
döndürücü feleğin dahi zirvesi ile eteği,
eğilimli feleğinden kâh güneye
kâh kuzeye dört buçuk derece kadar eğilimli
olduğundan; bu yıldızın
seyrinde enlem değişikliği bulunup, şaşırmış gibi
görünüp, bundan dolayı
şaşırmış olarak
isimlendirilmiştir.
Beşinci Madde
Zühal
yıldızının doruk ve etek noktalarını, tepe ve kuyruk
düğümlerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar
demişlerdir ki: Yedi gezegenden her
yıldızın bir doruğu vardır ki, o, ona
ulaştıkta; kendi feleğinden ve yerden
oldukça yüksek ve uzak olmuş olur.
Zirvenin karşıtı olan yere: Ete derler
ki, yıldız ona geldikte; yere yakın
olmakla kendi feleğinden oldukça
aşağıya inmiş olur. O halde yıldız,
zirvesinde yoldukça kuvvet bulup, eteğe
geldikte zayıf olur. Feleğin ilk
yarısında oldukça, eteğe inici olup
ikinci yarısında zirveye yükselici olur.
Zirvelerle etekler arası uzaklığı
belirlidir, asla değişmez. Zira ki burçlar
feleğinden zirve yerleri
bilinse, onların karşıtı etek yerleri itibar olunur;
aksiyle dahi bulunur.
Tepelerin yerleri bilindikçe; kuyrukların yerleri dahi
bilinir; aksiyle de
belirlenir. Zira ki, zirveler mukabili etekler olduğu
gibi, tepeler
mukabili de kuyruklardır. Bu o yerdir ki, onda gezegenlerin
felekleriyle
burçlar feleği kesişmiştir. İki yerde, iki kesişme noktası
oluşmuştur ve
birbirine karşılıklı gelmiştir. Bu durumda o iki noktanın
birine tepe,
birine kuyruk derler. Tepe o noktadır ki, yıldız yondan
ayrıldıkta onun
enlemi kuzey olur. O noktanın karşısında olan noktaya kuyruk
derler ve bu o
noktadır ki, ondan yıldız geçtikte, onun enlemi güneyde olur.
Burada
enlemden murat, güneşin yolundan, yıldızın güneyde ve kuzeyde
bulunan
uzaklığıdır. Zühalin doruğu, tepe ve kuyruk noktaları ortasında
yani
eğilimli feleğin burçlar kuşağından kuzey tarafına fazla meylinden
elli
derece geridedir. Çünkü ayın zirvesinden başka zirveler ve öteki
noktalar,
sabit feleklerin yavaş hareketine uygun hareket edicidirler. Şimdi
rumî
tarihin binbeşyüz onyedi senesinde zühalin zirvesi, yay burunun
dokuzbuçuk
derecesinde olup; eğer dahi yay burcunun karşısında olan ikizler
burcunun
aynı şekilde dokuzbuçuk derecesinde belirlenmiştir. Tepesi yengeç
burcunun
dokuzbuçuk derecesinde olup, kuyruğu dahi yengeçin karşısında olan
oğlak
burcunun bunun gibi ondokuzbuçuk derecesinde belirlenmiştir. Lakin
halen
rumî tarih, şu anda ikibin altmış dokuz seneye başlamıştır. Hicrî sene
de,
binyüzyetmiştir. Şu halde, astronomların çoğu, sözbirliğiyle zirvelerin
ve
eteklerin her yetmiş güneş yılında bir derece hareketleri hesabiyle,
o
tarihten bu tarihe gelinceye değin her biri yaklaşık olarak sekiz
derece
hareket etmiştir. Halen zühalin zirvesi, yay burcunun onyedi
buçuk
derecesine ve eteği, ikizlerin aynı derecesine gitmiştir. Tepe
noktası,
yengeç burcunun yirmiyedibuçuk derecesine ve kuyruk noktası, oğlak
burcunun
aynı derecesine yetmiştir. Şimdi buna kıyasla her tarihte tepe ve
etek
noktaları bilinir.
Altıncı Madde
Zühal
yıldızının tabiat ve vasıflarını, uzaklık mesafesini, cisminin
ölçüsünü
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Bu
zühal yıldızının
tabiati son derece soğuk ve kurudur. Gündüzsel erkek
bulunup, en büyük
uğursuz bilinmiştir. Buna bakmak, keder ve üzüntü
vericidir. Nitekim çiçek
zühreye bakmak, sevinç ve safra verici bulunmuştur.
Bu yıldıza, ahmak,
cahil, cimri, kıskanç, yalancı, lanetli, gamlı, tenbel,
kalın kafa ve
zararlı sıfatları nispet kılınmıştır. Bu yıldız, rahimlere
düşen döllere
şans olsa; bunun tabiatı ve vasıfları, o döllere Allah'ın
izniyle sirayet
edip olan çocukta, bu vasıfların ortaya çıkması tecrübe
olunmuştur. Bu
yıldız, çarşamba gecesiyle cumartesi gündüzüne hâkim
bulunmuştur. O gece ve
gündüzün ilk saatleri buna nispet kılınmıştır.
Rasatçılar, geometriciler ve
matematikçilerin ittifakıyle zühal feleğinin
yumru yüzeyinin âlemin
merkezinden uzaklığı takriben otuzüçbin kere bin ve
beşyüz onbin
dörtyüzelli fersah ölçülmüştür. Bu ölçülen feleğin kalınlığı,
onbin kere
bin ve beşyüzonyedibin dokuzyüz altmışüç fersah takdir ve
tahmin
kılınmıştır. Zühal yıldızının cisminin yerküre kadar bulunduğu
geometrik
deliller ve matematik hesaplarla ispat olunmuştur.
Bizim bu
felekler ve yıldızların durumlarını özetle aradığımız, ibretlerle
dolu
kâinatta, ilahî cilveleri görüp, hayran olmak ve yaratıcısını
bilmektir. Her
şeyden geçip ona yönelmektir. Biz bu kitapta yazdığımız
yıldızların
cisimlerinden murat, hakiki cisimlerdir ki ölçü ve tartı
hesabiyle ilk iş
olarak cisimlerin ölçüleridir. Astronomik ölçülere
feleklerin çakışması,
güneşe yaklaşması, kaybolması ve vakitlerin tayini
için yıldızın yakınlık ve
uzaklığı sebebiyle ve gözetleme hesabıyle tahmin
olunan itibarî cisimler
değildir. Bunlar kesin bilgilerdir.
[TOP]
[TOP]
13-BÖLÜM:
BEŞİNCİ BÖLÜM
Beşinci göğün
yapısını ve burada hâkim ola merih yıldızının vasıflarını beş
madde ile
açıklar.
Birinci Madde
Merih yıldızının mümessil
feleğini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar demişlerdir
ki: Yedi gezegenden
sayılan merih feleğidir ki, ay feleğine nispetle beşinci
felektir. Güeş
feleğinin üstünde bulunup, yüksek felekler nâmıyle meşhur olan
üç feleğin
en aşağıda olanı ve yere en yakını olup; kırmızı merih yıdızı onda
hâki
bulunup, küçük uğursuz adını almıştır. Astronomlar, merih yıldızının
yapısı
için dahi üç adet felek ispat edip, nizamını vermişlerdir ki:
Birinci
felek, merkezde, kuşakta, kutuplarda ve harekette burçlar feleğine
benzer
ve mümessildir. ikinci felek, merkez dışıdır ki, ilk feleğin içinde
iki
paralel yüzeyde bulunup, döndürücünün merkezini taşıyıcıdır. Üçüncü
felek,
döndürücü felektir ki, merih yıldızı onun bir tarafında çakılmış
olup,
döndürücü kendi merkezi üzerinde hareket eyledikçe, merihi dahi
kendisiyle
birlikte hareket ettirir.
Merih yıldızının mümessil feleği ki,
külli felektir. İki paralel yüzeyle
kuşatılmış kürevî bir cisimdir. En üst
yüzeyi üzerinde bulunan müştei
feleğinin çukur yüzeyine ve alt yüzeyi altında
olan güneş feleğinin yumru
yüzeni eteğettir. Mümessil felek, kendi üstünde ve
altında olan öteki
gezegenler gibi, önce büyük feleğin süratli hareketine
tâbi olup, o birici
hareketle âlemin merkezi çevresinde doğudan batıya
zorunlu hareket eder.
İkinci olarak, kendi hareketiyle âlemin merkezi
etrafında sekizinci feleğin
yavaş hareketi kadar bir hareketle batıdan doğuya
âheste gider. Aynı
zamanda sekizinci feleğin hareket ettirmesiyle hareket
eder. Doruk, etek,
tepe ve kuyruk noktaları, bu hareketle her yetmiş senede
ancak bir derece
kadar kendi kuşağından yol alır.
İkinci
Madde
Merih yıldızının merkez dışı feleğini, yapısı ve hareketiyle
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Bu
merih yıldızının
durumunun düzeni için, mümessil feleğinin gövdesi içinde,
taşıyıcı nâmıye
tayin olunan ikinci felektir ki, yere şâmil, merkezi, âlimin
merkezinden
kendi çapı parçalarıyle, oniki derece mesafe ile doruk yönü
dışında iki
paralel yüzeyle kuşatılmış bir küre isimdir. bu kürenin yumru
yüzeyi
birinci feleğin yumru yüzeyi ile ortak bir noktada temas etmiştir ki,
o
noktaya doruk derler. O nokta, âlemin merkezine kıyasla en uzak
nokta
olduğundan, merih yıldızı, taşıyıcının hareketiyle o noktaya
geldikte;
yerin merkezinden oldukça uzak ve yüksek olur. İkinci feleğin çukur
yüzeyi,
birinci feleğin çukur yüzeyine ortak bir noktada teğettir. Bu noktaya
etek
derler. Zira ki, o, âlemin merkezine nispetle en yakın nokta olup,
yıldız,
taşıyıcı feleğin hareketiyle bu noktaya geldiğinde, yerin merkezine
çok
yaklaşmış ve alçalmış olur.
Birinci felekten ikinci felek ayrılıp, adı
geçen küre boşaltıldıkta; ilk
felekten zorunlu olarak iki değişik cüssede
küre meydana gelir ki, biri
ikinci feleği içine alır, biri ikinci felekle
birlikte boştur. dolu kürenin
ince tarafı doruğa, kalın tarafı eteğe
doğrudur. Boş kürenin ince ve kalın
tarafları, dolunun tersine gelir. Bu iki
kürenin, feleğin tamamlanmasında
katkıları tamam olmakla; birine içine alanı
tamamlayan, ötekine boşalanı
tamamlayan derler.
Her bir feleğin kendine
has belirli bir hareketi olup, kendine mahsus eksen
ve kutuplar üzerinde
dönüp, dönüşünü tamam etmek kaçınılmaz olmakla;
merihin eğilimli feleği dahi,
müşterinin külli feleği altında, kendi
mümessil feleği içinde, kendi merkezi
çevresinde kendine özgü hareketiyle
batıdan doğuya hareket edip, merih
yıldızını da hareket ettirir. Yıldız,
düz gidişte bir burçta kırk gün miktarı
kalıp, geri dönüşü halinde bir
burçta iki ay kadar durup, yaklaşık olarak iki
senede bir dönüşü tamam
eder. Bu felek, kendi altında bulunan feleklere
nispetle yerden uzak ve
dairesi geniş olduğundan, merih yıldızı altında olan
öteki gezegenlerin
hareketinden daha ağır hareket ediyor
görünür.
Üçüncü Madde
Merih yıldızının döndürücü
feleğini, şekil ve hareketiyle bildirir.
Ey aziz, malim olsun ki,
astronomlar, bu merih yıldızının dahi durumlarının
tanzimini belirlemek
konusunda bu kadarla yetinmeyip, yere şâmil olmayan
bir küçük felekten daha
sözederler. Ona: Döndürücü felek demişlerdir.
Döndürücü felek, merihin
mümessil feleğinde, yere şâmil olmayan ve kendi
taşıyıcı feleğine nispetle
bir küçük felektir ki, güneşin mümessil
feleğinden daha büyük ve geniştir.
Yıldızın kendisini taşıyıcı ve onunla
bezenmiştir. Merkez dışı olan ikinci
eğilimli feleğin kuşağında gömülmüştür
ki, döndürücünün çapı taşıyıcının iki
yüzeyine teğettir. Döndürücü felek,
bir tek yüzeyle kuşatılmış dolu bir
kürevî cisimdir. Kendi mekanında
eğilimli feleğin cisminde, belirli bir
hareketle batıdan doğuya dönüp, bir
tarafında çakılmış olan merihi de hareket
ettirir. Bu felek kendi merkezi
çevresinde batıdan hareketiyle, merihi, bir
gün bir gecede kendi kuşağının
üçyüz altmış derecesinden yaklaşık bir derece
kadar mesafe alıp, gider.
Böylece senede bir dönüşünü tamam eder. Bu
harekete, yıldızın değişik
hareketi, yıldızın özel hareketi derler.
Merih
yıldızı dahi, bir yüzeyle kuşatılmış dolu ve ışıklı bir kürevî
cisimdir.
Kendi döndürücüsünün cisminde gömülmüştür ki, yıldızın yüzeyi,
döndürücünün
iki kutbu ortasında, kuşağı yanında bir tarafta bulunan bir
ortak noktada
döndürücünün yüzeyine teğettir. Yani yıldız tamamiyle
döndürücünün yüzeyine
teğettir. Yani yıldız tamamiyle döndürücünün cisminde
bulunup, yüzeyi
yüzeyine temas etmiştir. Taşıyıcının bir tarafında,
döndürücünün açıklanan
hareketi gibi bu yıldızın dahi, döndürücü feleği
tarafında, kendi merkezi
çevresinde dönücü hareketi yeni rasatçılar
gözetleyip,
incelemişlerdir.
Dördüncü Madde
Merih yıldızının
süratini, düz gidişini, yavaş gidişini ve duraklayışını,
geri dönüş ve
şaşırmışlığını ve güneş ile olan bağlılık ve
yaklaşımını
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar
demişlerdir ki; Merih yıldızına dahi
kâh sürat, kâh istikâmet, kâh yavaşlık,
kâh duraklama ve kâh geriye dönüş
ve yürüyüşünde şaşırmışlık ârız olur. Bu
durumların çalışması budur ki: Bu
yıldız, döndürücü feleği üzerinde
bulundukta; kendi merkezinin hareketi,
döndürücü feleğinin merkezinin
hareketine burçlar sırası üzere uyup, eşlik
etmesiyle, yıldız, hızlı hareket
eder görünür. Ne zaman ki yıldız,
döndürücü tarafına bir miktar eğik, o demde
düz hareket eder görünür.
Yıldız, döndürücünün aşağısına inişte, yavaş
hareket eder görünür. Zira ki,
yıldızın kendi merkezi, inişte olduğundan,
hareketi görünmez olup, sadece
döndürücünün hareketi görünür. Yıldız
döndürücünün aşağısına yakın oldukta;
burçlar sırasının aksine hareketi,
döndürücüsü merkezinin taşıyıcı
hareketiyle sıraya uygun olan hareketine eşit
olup, iki hareket biribirine
karşı olmakla, yıldız duruyor görünür. Yıldız,
döndürücünün altına indikte;
kendi merkezinin hareketi, döndürücünün
hareketinden fazla olup, yıldız,
geri dönüyor görünür. Yıldızın dönüşü tamam
olup, iki hareket yine eşit
oldukta; tekrar durur görünür. Bu duruştan sonra
yine yavaş hareket eder
görünür. Zira ki, yıldızın kendi merkezi,
döndürücünün doruğuna yükselmiş
olmakla; hareketi görünmez olup, ancak
döndürücünün merkezinin hareketi
görünür. Yavaşlamadan sonra yine düz ve
hızlı hareket eder görünür.
Halbuki yıldız, kendi döndürücüsünde dönüşünü
ihtilâfsız tamam eder. Çünkü,
yıldızların ve feleklerin hareketleri,
kuşaklarına nispetle benzerli, basit
ve düzdür.
Yaldızın geri dönüşünden
önceki duruşuna: İlk makam, sonrakine ikinci makam
derler. Merihin geri dönüş
süresi, iki ay onyedi gündür. Düz gidişi,
yirmiüç ay üç gündür. Bu yıldızın
eğilimli feleği, burçlar kuşağından güney
ve kuzeye bir derece eğilimli iken,
döndürücü feleğinin dahi doruğu ve
eteği, eğilimli felekten kâh güneye, kâh
kuzeye eğik olup, yaklaşık olarak
ikibuçuk derece enlem farkı dahi bulunup,
yürüyüşünde şaşırmış gibi
görünür. Bunun için: Şaşırmışlıkla
isimlendirilmiştir. Güneşe nispetle bu
merih yıldızına ârız olan bağlantı ve
yaklaşımın beyanı budur ki: bu, zühal
ve müşteir gibi sürekli döndürücüsünün
doruğundan kendi cisminin merkez
uzaklığı, güneşin merkezinin burçlar
feleğinde olan orta notasından
döndürücüsünün orta noktasına uzaklığı
gibidir. Şu halde merih de onlar
gibi, döndürücüsünün doruğunda bulunduğunda,
güneşe orta bir yaklaşımla
yaklaşmış olur. Zira ki, güneşi merkezi,
döndürücünün merkezinden uzak
oldukça, yıldızın merkezi dahi, döndürücünün
doruğunda güneşin uzaklığı
miktarı uzak olur; ta güneş, döndürücünün
merkezine karşı oluncaya değin
yıldız dahi döndürücünün eteğine iner. O
halde, merih yıldızının güneş ile
uzaklık ve yakınlığı, sürekli
döndürücüsünün doruğunda olduğu halde vâki
olur. Güneş ile karşılıklı olması,
döndürücüsünün eteğinde olduğunda hâsıl
olur. Merih yıldızı, güneşle
birleşmede, aralarında bulunan mesafe,
karşılıklı haldeyken olan mesafeden
uzak ve fazla olarak gözetlenmiştir.
Zira ki, çakışma anında güneş ile merih
arasında bulunan döndürücünün çapı,
karşılıklı durumdaki güneşin mümessil
feleğinin çapından büyük ve uzun
bulunmuştur. Merihin güneşe iki yaklaşımı
arasında bulunan süre: İki sene
kırkdokuz gün hesap olunmuştur. (Merihin
döndürücüsünü, güneşin feleğinden
büyük, güneşi de bütün bunlardan büyük ve
ışıklı yaratan Allah, her şeyden
münezzehtir.)
Beşinci
Madde
Merih yıldızının doruk ve eteğini, tepe ve kuyruk
düğümlerini, tabiat ve
vasıflarını, uzaklık mesafesini ve cisminin ölçüsünü
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki:
Merih yıldızını
doruğu, eğilimli feleğinin burçlar kuşağından kuzey tarafına
en fazla
eğildiği noktadır ve tepe düğümünden doksan derece sonradır. Çünkü
doruk ve
öteki noktalar, yukarıda belirtildiği üzere, burçlar feleğinin
hareketine
uygun hareket ederler. Merihin doruğunun yeri, burçlar feleğindin
rumî
tarihin azsiz senesinde aslan burcunun onbirinci derecesinde;
eteğinin
yeri, kova burcunun onbirinci derecesinde tayin olunmuştur. Tepe
noktası,
boğa burcunun onbirinci derecesinde; kuyruk yeri, akrep burcunun
onbirinci
derecesinde belirlenmişti. Halen ki rumî tarihin seneleri:
İkibin
altmışdokuza gitmiştir ve hicri tarihin seneleri: Binyüz
yetmişe,
yetmiştir. O halde doruk, etek ve kuyruk noktaları, her yetmiş
güneş
senesinde bir derece hareketleriyle yaklaşık olarak sekiz
derece
gitmişlerdir.
Merih yıldızının tabiat ve vasıflarında müneccimler
ittifak üzere
demişlerdir ki: Merihin tabiatı, aşırı sıcaklık ve kuruluktur.
Gece erkeği
olup, küçük uğursuz olarak isimlendirilmiştir. Bu yıldızın
vasıfları:
Şenlik, şecaat, hiddet, sefahet, kuvvet, hiyanet, öke, edepsizlik,
inat ve
baş olma hırsı bulunmuştur. Bu durumda, bu yıldız, rahimlere düşen
menilere
tali düşerse, bunun vasıfları onlara Hak'ın emriyle sirayet eder.
Bu
tecrübe ile sabittir. Merih, cumartesi gecesi ve salı gününe
hâkim
bulunmuştur. O gecenin ve bugünün ilk saatleri, buna nispet
olunmuştur.
Merih yıldızının ve mümessil feleğini uzaklık mesafelerinde ve
cisimlerinin
ölçülerinde, rasatçılar, geometriciler ve matematikçiler söz
birliği ile
demişlerdir ki: Merihin mümessil feleğinin yumru yüzeyinin
merkezinin
âlemin merkezinden uzaklığı mesafesi, yaklaşık olarak ondörtbin
kere bin
ve yediyüz yetmişbir bin dokuzyüz kırkdört fersah ölçülmüştür. Bu
feleğin
çukur yüzeyinin, âlemi merkeziden uzaklığı, yaklaşık olarak, ikibin
kere
bin ve yirmidokuzbin ikiyüzaltı fersah hesaplanmıştır. Mümessil
feleğin
kalınlığı, takriben onikibin kere ve bin yediyüz
kırkikibin
yediyüzotuzsekiz fersah bulunmuştur. Merih yıldızının cismi,
yaklaşık,
yerin cisminin dörtte biri kadardır. Bütün bunlar kesin
delillerle
sabittir. (Allah en iyisini bilir.)
Bizim bu açıklama ve
izahlarımızdan murat, cihanı şerh ve açıklama ile
yaratıcının inceliklerini,
hakkıyle düşünen ve fikreden göz sahiplerine
göstermektir. Ta ki, cihanın
ayrıntılarından kendisinin muhtasar ve öz
varlığını bilip, kendini öğrenip,
buradan da Hak'kı tanımaya ulaşalar.
[TOP]
14-BÖLÜM:
ALTINCI BÖLÜM
Dördüncü göğün yapısını ve
burada sultan olan güneşin, hükümlerini ve
durumlarını dört madde ile
açıklar.
Birinci Madde
Güneşin özelliklerini özetler
ve mümessil feleğini bildirir.
Ey aziz, malim olsun ki, astronomlar
demişlerdir ki: Merih feleğinin
altında ay feleğine nispetle altıncı felektir
ki, orada ancak bir güneş
bulunmakla; güneş feleği nâmıyle meşhur olmuştur. O
halde bu muhteşem
sultan, dünyayı aydınlatan güneş, bütün yıldızların en
meşhuru ve en
nurlusu ve bilginlerin çoğuna göre en büyük olup; geceler,
gündüzler, aylar
ve seneler bunun hareketiyle nizam bulmuştur. Nice büyük
işler onun
hükümleriyle meydana gelmiştir. Yedi gezegenin ortasında güya ki,
nurdan
bir fânus. Aşağısındakilere ve üstündekilere ışık bahşetmek için orta
makam
kendisine dinlene yeri olmuştur. Feleği dahi; öteki
gezegenlerin
feleklerinden daha basit olup; mümessil ve merkez dışı nâmında
iki felekle
bütün durumları nizam olmuştur. Güneş feleğinin merkezi, âlemin
merkezi
yani büyük felek ve yere şâmil iki paralel yüzeyle kuşatılmış küre
bir
cisimdir ki, yumru yüzeyi, üstünde olan merih feleğinin çukur yüzeyine
ve
çukur yüzeyi, altında olan zührenin yumru yüzeyine teğettir. Bu felek
dahi
üç yüksek feleğin mümessilleri gibi, merkezde, kuşakta, kutuplarda
ve
harekette burçlar feleğine benzer ve mümessildir. Onun için mümessil
adı
verilmiştir. Güneşin mümessili, kendi altında ve üstünde olan
öteki
gezegenlerin mümessilleri gibi, önce büyük feleğin hızlı hareketine
tâi
olup, bu zorunlu hareket ile âlemin merkezi çevresinde doğudan
batıya
hareket eder. İkinci olarak kendine özgü hareketiyle, âlemin
merkezi
çevresinde, burçlar feleğinin yavaş hareketi kadar batıdan doğuya
âheste
gider. Sanki burçlar feleğinin hareket ettirmesiyle hareket eder. Şu
halde
doruk ve etek noktaları, tepe ve kuyruk düğümleri, bu hareketle her
yetmiş
senede birer derece gider.
İkinci
Madde
Güneşin merkez feleğinin yapısını ve hareketini
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki:
Rasatçılar güneşin
hareketinde kâh yavaşlama, kâh sürat muayne edip; güneşin
cismini kâh
büyük, kâh küçük müşahede etmeleri, yerin merkezinden kâh uzak
kâh yakın
olmak gerekip, bu müşkülü çözümlemek için güneşin mümessil
feleğinin
altında merkez dışı bir feleğin varlığını kabul etmişlerdir. Bu
ikinci
felek, birinci feleğin içinde, yere şamil ve merkezi, âlemin
merkezine
ikibuçuk derece uzaklıkla doruk tarafına hariç iki paralel
yüzeyle
kuşatılmış küre bir cisimdir. Bu kürenin yumru yüzeyi, irinci feleğin
yumru
yüzeyi ile ortak bir noktada teğetdir ki, o noktaya doruk derler.
Bu
felekde, âlemin merkezinden en uzak nokta budur. Güneş, taşıyıcı feleği
ile
bu noktaya geldikte, yerin merkezinden oldukça uzak ve yüksek olmuş
olur.
İkinci feleğin çukur yüzeyi, birinci feleğin çukur yüzeyine ortak
bir
noktada tema etmiştir ki o noktaya etek derler. Bu felekte,
âlemin
merkezine en yakın nokta budur. Güneş, taşıyıcısının hareketi ile
bu
noktaya geldiğinde, yerin merkezine yaklaşıp, aşağı inmiş
olur.
Mümessil felekten merkez dışı felek ayrılıp, bu şekilde
boşaldığında
zorunlu olarak iki küre kalır ki, ikisinin dahi yüzeyleri
paralel olmayıp
bazı parçası kalın bazısı ince olur. Bu iki kürenin biri
ikinci feleği
içine alır ve biri ikinci felekle birlikte boşalır. İçine alan
kürenin ince
tarafı doruğa ve kalın tarafı eteğe doğrudur. Boş kürenin kalın
ve ince
tarafları dokununkinin tersine olur. Her ikisi de ikinci feleğe
eklenmeleri
ile birinci felek tamam olup, tek bir felek hükmüne girdiğinden,
birine
içine alanın tamamlayıcısı ve birine boşalanın tamamlayıcısı
derler.
Güneşin kendisi ancak bir tek yüzeyle kuşatılmış küre bir cisimdir ki
dolu
ve sıkışıktır. Merkez dışı feleği içinde iki kutbu arasında çakılmış
ve
gömülmüştür ki, güneş küresinin çapı, merkez dışı olan ikinci
feleğin
karanlığına eşit olup; güneşin çevresi merkez dışının çevreleri ile
iki
ortak noktada temas etmişlerdir. Güneş, mümessil feleği içinde, merkez
dışı
felek kendine mahsus başka merkez, eksen ve kutuplar üzerinde yani
burçlar
feleğinin eksenine ve kutuplarına paralel eksenler ve kutuplarla
kendi
kuşağını teğet kuşak üzerinde batıdan doğuya hareket edip; güneş her
bir
burçta yaklaşık otuz gün kalıp, üçyüzaltmışbeş ve dörtte bir günde
bir
dönüşünü tamam eder. Bu çark kuşağın yüzeyinden kuzey tarafına hiçbir
zaman
eğilmeyip, kendi kuşağında çakılı olan güneş küresi, daima buçlar
feleğinin
yüzeyinde dümdüz ve bir karar hareket ile gider. Bütün felek ve
yıldız
küreleri durucu olmayıp her biri kendi merkezi çevresinde başka bir
dönüşle
döner. Güneş dahi kendi yerinde, merkezi çevresinde, burçlar sırası
üzere
dönücüdür.
Üçüncü Madde
Güneşin doruk
ve eteğini, tepe ve kuyruğunu, yavaş ve süratli
gidişini
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar
demişlerdir ki: Güneşin doruğunun
burçlar feleğinden mekanı, rumî tarihin
asiz senesinde ikizler burcunun
yirmiyedinci derecesinde tesbit edilmiştir.
Çünkü halen rumî tarh ikibin
altmoşdokuzu bulmuştur. Hicrî tarih binyüzyetmiş
senesine ulaşmıştır.
Yukarıda açıklanan mihval üzere doruk ve eteğin her
biri, yaklaşık sekiz
derece hareket etmiştir. Güneşin doruğu, yengeç burcunun
dördüncü
derecesine, eteği oğlak burcunun aynı şekilde dördüncü
derecesine
gelmiştir. Çünkü güneşin merkez dışı kuşağı, burçlar kuşağının
yüzeyinde
bulunmuştur. Onun için bunun tepe ve kuyruk düğümleri, ancak
burçlar kuşağı
ile gün eşitleyicisinin iki kesişen noktası sayılmıştır ki,
biri koç
burcudur ve biri terazi burcudur. Şu halde güneş, koç
burcunun
başlangıcında tepe noktasına gelmiş olur. Terazi burcunun
başlangıcında
kuyruk noktasında olmuş olur. Öteki gezegenlerin doruk ve diğer
noktaları,
taşıyıcı felekleri ile burçlar kuşağının kesişmelerinden oluşan
iki
karşılıklı nokta bulunmuştur. Kuşaktan Taşıyıcı feleklerin kuzeye
eğimli
oldukları nokta, tepe noktası ve güneye eğimli oldukları nokta,
kuyruk
noktası adını almıştır. Nitekim yukarıda ayrıntıları ile
anlatılmıştır.
Güneşin asla enlem farkı bulunmayıp, öteki gezegenlerin
hareketlerinde
enlem farkı gözlenmiştir. Güneşin, ancak doğuş yeri farkı
bulunmuştur. Yani
kuzey burçlarındaki, koç, boğa, ikizler, yengeç, aslan ve
başaktır. Bu altı
burçta güneşin hareketi yavaş görünmüştür. Güney
burçlarındaki terazi,
akrep, yay, oğlak, kova ve balıktır. Bu altı burçta
güneşin hareketi hızlı
bulunmuştur. Bütün feleklerin hareketleri, benzerli ve
belirli zamanlarda
eşit hızdayken, güneşin hareketinde hızlanma ve
yavaşlanmanın sebebi budur
ki: Güneşin doruk noktası, halen burçlar
feleğinden yengeç burcunun
evvelinde ve eteği dahi oğlak burcunun evvelinde
bulunmakla; güneşin güney
burçlarını katetme süresinden kuzey burçlarını
katetmesinde bir hafta kadar
fazla gecikme olur. Bunun açıklanması budur ki:
Güneşin merkezi öyle bir
dairenin çevresi üzerinde hareket edip döner ki, o
dairenin merkezi, âlemin
merkezinin dışındadır. Şu halde burçlar feleğinin
bir yarısında, merkez
dışı dairenin yarısındakinden fazla bulunmuştur. Bu, o
yarımdır ki, güneşin
eteği ona gelmiştir, çünkü güneş hareketiyle burçlar
feleğinin yarısını
katetme zamanı, ikinci yarısını katetme zamanına muhalif
ola. Kaçınılmaz
olarak burçlar feleğinin eteği olan yarısından, doruğu olan
yarısına
güneşin hareketi yavaş görünür. Zira ki, doruk yarısını katetme
zamanı,
etek yarısını katetme zamanından sekiz gün uzun bulunur. Halbuki
güneşin
hareketi, merkez dışı dairesinde farklı olmayıp, sürekli ve
benzerli
harekettir. (Bu, bilici, âziz olan Allah'ın takdiridir. Şanı yüce
hakîm
yaratıcı münezzehtir.)
Dördüncü
Madde
Güneşin tabiat ve sıfatlarını yarar ve etkilerini, uzaklık ve
büyüklüğünü
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, müneccimler
demişlerdir ki: Güneşin tabiatı, orta
derece sıcaklık ve kuruluk olup,
gündüzsel erkek bulunmuştur. Orta kutlu
nâmıyle isimlendirilmiştir. Bunun
sıfatları: Kuvvet, şiddet, kahr, gazap,
rağbet, his incelik, haya ve iffet
bulunmuştur. Yukarıda beyan olunduğu
üzere, bunun sıfatları tali düştüğü
menilerde aynen gözlenmiştir. Güneşin
pazar güne ve perşembe gecesine hâkim
olduğu bulunmuştur.O gündüz ve
gecenin evvelki saatleri ona nispet ounmuştur.
Cenab-ı Hak'kın takdiriyle
esirî cisimlerin süflî cisimlerin tesirleri fazla
olup, her yıldız nice
nice özellikleriyle tesir etmektedir. Allah, bu büyük
güneşe, kedi
kudretiyle nice özellikler vermiştir ki, güneşin etkileri,
yüksek
cisimlerde ve aşağı cisimlerde kendisinden daha belirgindir.
Öteki
gezegenlerden daha belirgindir. Öteki gezegenlerden daha büyüktür ve
bütün
yıldızlardan parlaktır. Aya, ışık verir. Denizleri ısıtıp,
buharlar
çıkarıp, yukarılarda yağmur bulutları meydana getirip, yağdırarak
yere
hayat verir: Bitkiler, ağaçlar ve meyveler olur. Karlardan ve
yağmurlardan
nehir kaynakları olur. Bitkilere ve hayvanlara hayat bahşeder.
Güneşle
madenler oluşur, meyveler olgunlaşırlar. Güneşin doğuşuyla hayvanlar
ve
insanlar kuvvet bulup, sıcaklık ve ışığıyla menfaatlenirler.
Güneşin
batmasıyle hepsi şaşırıp, ölüler misali yerlerinde uyurlar
kalırlar.
Güneşin etkisiyle irinci iklim kuşağının ahalisi hep siyah
olup,
sıcaklığının şiddetiyle huy ve bünye edinirler. Tepelerine güneş
yakın
olduğundan, cüsseleri hafif ve akılları zayıf olup, ahlakları
dar,
meşrepleri keskin ve ince olur. Aynı zamanda inatçı olurlar. Fakat
yedinci
iklim kuşağındakilerin tepesinden güneş uzak olup, sıcaklığı zayıf
ve
tesirleri az olduğundan, hepsi beyaz ve sarı olurlar. Yaratılış ve
huyda,
her biri öküz ve koyun gibi ebleh ve eksik olur.
Güneşin birçok
tesirlerinden biri budur ki: Doruk noktası kuzey burçlarında
oldukça, kuzey
tarafları mamur olup, güney taraflar denizlerle kaplı olur.
Güneşin doruk
noktası güney burçlarına geçtiğinde, bu kez güney yarım küre
mamur olup,
kuzey yarım küre deniz sularıyle kaplı olur.
Yukarıda açıklanan doruk
noktasının hareketiyle, yirmibeşbin ikiyüz güneş
senesinde bir kere, karalar
ve denizler tamamen yer değiştirip, âlem
yeniden nizam bulur. Belki güneşin
tesiriyle günler ve geceler, sıcaklık ve
gölge, nur ve ışık, yaz ve kış, kar
ve yağmur, madenler ve taşlar, itkiler
ve ağaçlar vücuda gelip; bütün
bunların tabiatları, bileşiklerin oluşması,
hayvanların ve insanların
yaşaması, yılların bilinmesi hep Allah'ın
takdiriyle güneşin hareket ve
ışığına bağlıdır.
Güneşin büyüklüğü ve miktarında, mümessil feleğinin
uzaklığında rasatçılar,
matematikçiler ve geometriciler söz birliğiyle
demişlerdir ki: Güneşin
mümessil feleğinin yumru yüzeyinin, âlemin
merkezinden uzaklaştığı yaklaşık
ikibin kere bin ve yirmidokuzbin ikiyüzaltı
fersah ölçülmüştür. Bu feleğin
çukur yüzeyinin âlemin merkezinden uzaklığı,
yaklaşık bin kere bin ve
sekizyüzellibin yüzellidört fersah hesap
kılınmıştır. Bu mümessil feleğin
kalınlığı, yaklaşık yüzyetmişdokuzbin elli
iki fersah bulunmuştur. Güneş
küresinin cismi yaklaık yüzaltmışaltı yerküre
kadar bulunup; bütün bunlar
geometrik delillerle ispat olunmuştur. (Allah
daha iyi bilir.)
Bizim bunları anlatmaktan maksadımız; bu büyük güneşi, günde
ir kere
etrafımızda döndürüp, başımızda döndüren güçlü ve kayyum olan
Allah'ın
kudret ve büyüklüğünü açıklamaktır. Ta ki akıl sahiplerine rabler
rabbinin
yaratma ve inceliklerini fikretmeyi ve düşünmeyi
kolaylaştırıp;
yaratıklardan yaratıcıyı bulup, her şeyden ona yönelip, onunla
kalalar.
[TOP]
15-BÖLÜM:
YEDİNCİ BÖLÜM
Üçüncü göğün yapısı ve
burada hükmeden zühre yıldızının (venüs) durumlarını
beş madde ile
açıklar.
Birinci Madde
Zühre yıldızının mümessil
feleğini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar demişlerdir
ki: Yedi gezegenden biri
de zühredir ki, ay feleğine oranla üçüncü felektir.
Güneş feleğinin altıda
olup, iki aşağı nâmıyle bilinen iki feleğin yukarıda
olanıdır. Güneş
feleğine yakın bulunmuştur. Zühre yıldızı, küçük kutlu
ismiyle
isimlenmiştir. Bilginler, üç yüksek feleğin yapısı gibi, zühre
yıldızı için
de üç adet felek ispat edip, nizamını vermişlerdir. Birinci
felek,
merkezde, kuşakta, kutuplarda ve harekette burçlar feleğine benzer
ve
mümessildir. İkinci felek, merkez dışıdır ki, yine birinci
feleğin
gövdesinde iki paralel yüzeyde bulunup, döndürücünün merkezini
taşıyıcıdır.
Üçüncü felek, döndürücü felektir ki, zühre yıldızı onun bir
tarafında
çakılmıştır. Döndürücü felek, kendi merkezi üzerinde hareket
ettikçe,
zühreyi dahi kendisiye beraber hareket ettirir, zühre yıldızının
mümessil
feleği ki, küllî felektir. Merkez ve mihverde, kuşak e
kutuplarda,
harekette burçlar feleğine uyumlu ve diğer gezegenler gibi
mutabıktır. iki
paralel yüzeyle kuşatılmış bir kürevî cisimdir. Üst yüzeyi,
üzerinde olan
güneş feleğinin çukur yüzeyine ve çukur yüzeyi, altında bulunan
utaritin
yumru yüzeyine teğettir. Mümessil felek, kendi üzerinde ve altında
olan
öteki felekler gibi, önce büyük feleğin günlük hareketine uyup,
bu
hareketle âlemin merkezi çevresinde doğudan batıya hareket eder.
İkinci
olarak, burçlar feleğinin yavaş hareketi kadar, kendi özel
hareketiyle
âlemin merkezi çevresinde batıdan doğuya âheste gider. Sanki
burçlar feleği
onu döndürür. Doruk, etek, tepe ve kuyruk noktaları bu
hareketle her yetmiş
senede bir derece yer kateder.
ikinci
Madde
Zühre yıldızının merkez dışı feleğinin, yapı ve hareketini
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Bu
zühre yıldızının
düzenin halletmek için mümessil felek gövdesinde taşıyıcı
nâmıyle belirlenen
ikinci felektir ki; yere şâmil ve âlemin merkezinden kendi
çapı ve
cüzleriyle iki derece mesafe ile doruk tarafı dışında iki paralel
yüzeyle
kuşatılmış küre bir cisimdir. Bu kürenin yumru yüzeyi, birinci
feleğin
yumru yüzeyiyle bir noktada temas etmiştir ki, o noktaya: Doruk
derler. Bu
nokta, âlemin merkezine kıyasla en uzak nokta olduğundan, zühre
yıldızı,
taşıyıcısının hareketiyle bu noktaya geldikte; yerin merkezinden
oldukça
uzak olur ve yüksek olur. İkinci feleğin çukur yüzeyi, birinci
feleğin
çukur yüzeyine ortak bir noktada teğettir ki, o noktaya: Etek derler.
O
nokta, âlemin merkezine nispetle en yakın noktadır. Zühre yıldızı,
taşıyıcı
feleğinin hareketiyle o noktaya indikte; yerin merkezine çok yakı
olup,
alçalmış olur. Birinci felekten ikinci felek ayrılıp boşaldıkta;
zorunlu
olarak değişik kalınlıkta iki küre meydana gelir ki, biri ikinci
feleği
içine alır, öteki ikinci felekle beraber boştur. Doğu kürenin ince
tarafı
doruk tarafa, kalın tarafı eteğe dönük olur. Boş kürenin ince ve
kalın
tarafları ötekinin tersine gelir. Bu iki kürenin, feleğin
tamamlanmasında
katkıları tamam olduğundan; birine dolunun tamamlayıcısı,
öbürüne boşun
tamamlayıcısı derler. Her feleğin özel bir hareketi belirlenmiş
olup, kendi
kutupları üzerinde dönüp, dönüşünü tamam etmek kaçınılmaz bir iş
olmakla;
zührenin eğilimli feleği dahi, güneşin küllî feleği altında, kendi
mümessil
feleği gövdesinde; kendi merkezinin çevresinde özel hareketiyle
batıdan
doğuya güneşin merkez dışı feleğinin hareketine uygun olarak hareket
edip;
zühre yıldızını da, kendisiyle beraber hareket ettirir. Şu halde zühre,
her
burçta yirmidört gü gider. Bazı burçlarda tereddüt eylese, dört ay
kalıp,
senede bir dönüşünü güneşle birlikte tamam eder. Bu yıldızın
döndürücü
merkezi, güneşin merkezinden hiç ayrılmayıp, güneşin tepe
noktasıyla
birlikte seyre hareket eylediğinden, bu yıldızın güneşten
uzaklığının
mesafesi, yaklaşık döndürücüsünün çapının yarısı kadardır.
Ortalama, zühre
yıldızının güneşten uzaklığı kırk
derecedir.
Üçüncü Madde
Zühre yıldızının
döndürücü feleğini şekil ve hareketiyle bildirir.
Ey aziz, malum
olsun ki, astronomlar; zühre yıldızının dahi durumlarının
tanzimine üç yüksek
felek gibi anlatılanlar kadarıyle yetinmeyip, yere
şâmil olmayan bir küçük
felek daha ispat edip, ona: Döndürücü felek
demişlerdir. Döndürücü felek,
mümessil felekte arza şâmil olmayan küçük bir
felektir ki, bu yıldızın
kendisini taşıyıcıdır. Yere şâmil merkez dışı olan
ikinci eğilimli feleğin
kuşağında çakılmış ve gömülmüştür. Döndürücünün
çapı, taşıyıcının iki
yüzeyine teğet ve eşittire. Döndürücü felek, bir
yüzeyle kuşatılmış odlu ve
küre bir cisimdir. Eğilimli feleğin cisminde,
kendi merkezi çevresinde
belirli bir hareketle batıdan doğuya burçlar
sırası üzere dönüp; bir
tarafında çakılmış olan zühreyi kendisiyle birlikte
döndürerek alıp gider.
Döndürücü felek, kendi merkezi çevresinde zühreyi,
bir gün bir gecede kendi
kuşağının üçyüzaltmış derecesinden yarım dereceden
fazla döndürüp, hareket
ettirip, yaklaşık ondokuzbuçuk ayda bir dönüşünü
tamam eder. Bu harekete,
yıldızın değişik hareketi ve yıldızın özel
hareketi derler. Zühre yıldızı
dahi bir yüzeyle kuşatılmış bir küre
cisimdir. dolu ve ışıklıdır. Döndürücü
feleğinin cisminde gömülüdür ki,
yıldızın yüzeyi, döndürücünün iki kutbu
arasında, kuşağı yanında, bir
tarafında bulunan ortak bir noktada
döndürücünün yüzeyine teğettir. Yani
zühre, tamamıyle döndürücünün cisminde
bulunup, yüzeyi, yüzeyine temas
etmiştir. Taşıyıcının bir tarafında döndürücü
feleğin açıklanan hareketi
gibi, zühre yaldızının dahi döndürücüsü tarafından
ve kendi merkezi
çevresinde burçlar sırası üzere kendine özgü hareketi, yeni
rasatçılar
tarafgından gözlenmiştir.
Dördüncü
Madde
Zühre yıldızının sürat, istikamet, yavaşlama, duraklama ve
şaşırmışlığını
ve güneş ile olan bağlantı ve yaklaşımını
bildirir.
Ey aiz, malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Zühre
yıldızına dahi
kâh sürat, kâh yavaşlık, kâh duraklama, kâvh geri dönüş ve kâh
dönüşünde
şaşırmışlık ârız olur. Bu durumların açıklanması budur ki: Bu
yıldız,
döndürücü feleği yukarısında bulundukta; kendi merkezinin
hareketi,
döndürücü feleğinin merkezinin hareketine burçlar sırası üzere
uymasıyle,
yıldız, hızlı hareket eder görünür. Ne zaman yıldız,
döndürücünün
doruğundan tarafa bir miktar eğilir, o zaman düz hareket eder
görünür.
Yılız, döndürücünün eteğine indikte; yavaş hareket eder görünür.
Zira ki,
yıldızın kendi merkezi, inişte olduğundan, hareketi görünmez olup,
ancak
döndürücüsünün merkezinin hareketi görünür. Yıldız, döndürücünün
eteğine
yakın oldukta; kedi merkezinin burçlar sırasına aykırılığı,
döndürücüsünün
merkezinin hareketiyle sıraya uygun olan hareketine eşit olup,
iki hareket
birbirine karşı ve muarız olmakla; yıldız, geri döner görünür.
Yıldızın
geri dönüşü tamam olup, iki hareket yine eşit oldukta; yıldız ikinci
kez
durur görünür. bundan sonra yine yavaş hareket eder görünür. Zira
ki,
yıldızın kendi merkezi, döndürücünün doruğuna çıkmakla; hareketi
görünmez
olup, ancak döndürücünün merkezinin hareketi görünür. Yavaş
hareketten
sonra yine düz ve hızlı hareket eder görünür. Halbuki
yıldız,
döndürücüsünün içinde, dönüşünü aynı hızla tamamlar. Zira ki,
yıldızların
ve feleklerin hareketleri, kendi küreleri kuşağına oranla
benzerli, basit
ve düzdür. Yıldızın geri dönüşünden önceki yerine: birinci
makam; sonrakine
ikinci makam derler. Zühre yıldızının dönüş süresi, bir ay
onbir gündür.
Düz hareketi, sekiz buçuk aydır. Yıldızın taşıyıcı feleği,
burçlar
kuşağından güneye ve kuzeye dörtte bir derece kadar eğilimli
iken,
döndürücüsünün dahi doruğu ve eteği, eğilimli feleğinden kâh kuzey
tarafa,
kâh güney tarafa eğilimli olur. Yaklaşık ikibuçuk derece enlem farkı
dahi
bulunmuştur. bu durumlardan dolayı yıldız, yürüyüşünde şaşırmış
gibi
görünür. Bundan dolayı şaşırmış olarak isimlendirilmiştir.
Güneşe
oranla bu zühre yıldızının bağlantı ve yaklaşımını böyle
açıklamışlardır ki:
Bu yıldızın taşıyıcısının hareketi, sürekli güneşin
merkez dışı hareketiyle
eşit olmakla; döndürücüsünün merkezi dahi güneşin
merkezine sürekli teğet
bulunmuştur. Şu halde zühre yıldızı, güneş
kurslarının çevresinde,
döndürücüsünün hareketiyle döndükçe, döndürücüsünün
çapının yarısı kadar
ondan uzakta olur. Güneşi tavaf ederek iki uzaklığın
ortasına geldikte; kâh
sabah, kâh akşam meşale gibi parlayıp; kâh güneşle
birlik hareket edip, öteki
gezegenler gibi güneş kursundan uzak düşmeyip,
her bir devresinde iki kere
güneş ile çakışıp, bir kere dahi geri dönüşünde
yani döndürücüsünün doruğunda
bulundukta; sürekli güneşe yakın olup ve bir
kere dahi geri dönüşünün tam
ortasında yani döndürücüsünün eteğinde
oldukta; güneş ile sürekli yakınlık ve
çakışması bulunur. İki yaklaşımı
arasında olan süre, yaklaşık dokuz ay yirmi
gündür. (Hakikatini en iyi
bilen Allah'tır.)
Beşinci
Madde
Zühre yıldızının doruk ve eteğini, tepe ve kuyruk
düğümlerini; tabiat ve
vasıflarını, uzaklığının ve cisminin ölçüsünü
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki:
Zühre yıldızının
doruğu, öteki noktaları ortasında yani eğilimli feleğinin
burçlar
feleğinden kuzey tarafa faza eğiliminde bulunur. Tepe düğümünden
doksan
derece geridedir. Çünkü doruk ve etek, tepe ve kuyruk yukarıda
açıklandığı
üzere, burçlar feleğinin hareketine uygun olan mümessil
feleklerin
hareketiyle hareket ederler. Zührenin doruğunun burçlar
feleğindeki mekânı
rumî tarihin asiz senesinde, güneşin doruğu gibi ikizler
burunun
yirmibirinci derecesinde; eteği ise, yay burcunun yirmiyedinci
derecesinde
belirlenmişi. Tepe noktasının yeri, balık burcunun yirmiyedinci
derecesinde
ve kuyruk noktasının yeri yaşak burcunun yirmiyedinci
derecesinde
belirlenmişti. Halen rumî tarih, ikibinaltmışdokuza gelip, hicrî
tarih dahi
binyüzyetmişe, yetmiştir. O halde bu iki nokta, ötekiler gibi
hareket edip,
yaklaşık sekiz derece öne geçmişlerdir.
Zührenin tabiat ve
vasıflarında müneccimler sözbirliğiyle demişlerdir ki:
Zührenin tabiatı, orta
derecede soğukluk ve rutubettir. Zühre, gece erkeği
olmakla, küçük kutlu
adını almıştır. Bu yıldıza bakmanın kalbe sürûr
verdiği tecrübe kılınmıştır.
Bu yıldızın vasıfları: Yumuşaklık, sevgi,
rikkat, ferah, temennî, oyun,
teganni, cinsel güç ve güzel yaratılış
bulunmuştur. Bu yıldızın tali düştüğü
menilerde bütün bu vasıflar aynen
müşahede olunmuştur. Bu yıldız, salı gecesi
ve cuma gününe hâkimdir. O
gecenin ve bugünün ilk saatleri, buna nispet
kılınmıştır.
Zühre yıldızının mümessil feleğinin uzaklık mesafelerinde ve
cismiyle
kalınlığının ölçülerinde rasatçılar, geometriciler ve
matematikçiler
ittifakla demişlerdir ki: Zürenin mümessil feleğinin yumru
yüzeyinin âlemin
merkezinden uzaklığı yaklaşık, bir kere bin ve
sekizyüzellibin dört fersah
ölçülmüştür. Yumru yüzeyinin uzaklığı ise
yaklaşık, ikiyüzyetmişaltıbin
altıyüzelliiki fersah hesaplanmıştır. Bu
feleğin kalınlığı yaklaşık, bin
kere bin ve beşyüzyetmişüçbin beşyüziki
fersah bulunmuştur. Zührenin cismi,
yaklaşık yerin cüzünün onaltıda biri
kadar bulunup, delillerle
ispatlanmıştır. (Gerçeğini Allah daha iyi bilir.
Yüce, güçlü ve hakîm olan
allah münezzehtir.)
[TOP]
16-BÖLÜM:
SEKİZİNCİ BÖLÜM
İkinci göğün
yapısını ve burada hâkim olan utarit yıldızının durumlarını
beş madde ile
bildirir.
Birinci Madde
Utarit (merkür) yıldızının
mümessil feleğini ve hareketinin görüntüsünü
bildirir.
Ey aziz,
malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Utarit feleği, yedi
gezegenden
sayılmıştır ki, ay feleğine oranla sekizinci; zühre feleğinin
altında olup,
iki aşağı nâmıyle meşhur olan iki feleğin altta olanıdır. Ay
feleğine
yakındır. Utarit yıldızı burada tek başına hakim olup, karıştırıcı
ismi ile
tanınmıştır. Bu feleğin durumu ve yapısı, parçaları bakımından,
öteki
gezegenlerden farklıdır. Astronomlar, Utarit yıldızı için yere şâmil
üç büyük
felek ve yere şâmil olmayan bir küçük felek tesbit etmişlerdir.
Gözetleme
sureti ile değişik durumlarını bu dört felekle belirleyip,
nizamını
vermişlerdir. Birinci felek küllî felektir ki; merkezde, eksende,
kuşakta,
kutuplarda ve harekette burçlar feleğine uygun ve mümessildir. Bu
felek,
öteki mümessiller gibi yere şâmil ve merkezi âlemin merkezidir. iki
paralel
yüzeyle kuşatılmış küre bir cisimdir ki, üst yüzeyi üzerinde olan
zührenin
alt yüzeyine ve alt yüzeyi altında olan ağın üst yüzeyine teğettir.
Bu
mümessil felek, kendi üstünde ve altında bulunan diğer felekler gibi
önce
büyük feleğin günlük hareketine uyup, âlemin merkezî çevresinde
doğudan
batıya zorunlu hareket eder. İkinci olarak burçlar feleğinin yavaş
hareketi
kadar kendi özel hareketi ile âlemin merkezi çevresinde doğudan
batıya
zorunlu hareket eder. İkinci olarak burçlar feleğinin yavaş
hareketi kadar
kendi özel hareketi ile âlemin merkezi çevresinde batıdan
doğuya âheste
gider. Sanki burçlar feleğini hareket ettirmesi ile hareket
eder gibidir. Şu
halde doruk, etek, tepe ve kuyruk noktaları bu hareket
üzere her yetmiş güneş
senesinde bir derece mesafe kat eder. Utaritin
açıklanacak döndürücü
feleğinde bulunan ikinci doruğundan başka ve ayın
açıklanacak doruğundan ve
mümessilinden ve diğer noktalarından başkadır, -
zira ki bu dördü, onlara
muhalif bulunup doğudan batıya hareket ederler-.
İkinci
Madde:
Utarit Yıldızının merkez dışı olan yönetici feleğini ve
taşıyıcı feleğini
apı ve hareketleri ile bildirir.
Ey aziz,
malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Utaritin yöneticisi,
mümessil
feleği ile birlikte boş bir felektir ki, merkez dışı olan iki
feleğinin
birincisidir. ikincisi dolu felektir ve utaritin dört feleğinden
ikincisidir.
Yönetici felek, içine aldığı merkez dışı ikinci feleğin
merkezini, doğudan
batıya hareket ettirerek idare ettiği için buna yönetici
derler. Merkez dışı
olan diğer felekler, mümessil feleklerin içinde
oldukları gibi bu yönetici
felek dahi mümessilinin içindedir. Yöneticinin
yumru yüzeyi, mümessilin yumru
yüzeyine birinci doruk namıyle meşhur olan
ortak bir noktada teğettir.
Yöneticinin çukur yüzeyi, mümessilin çukur
yüzeyine birinci etek adıyla
bilinen ortak bir noktada temas etmiştir.
Yönetici feleğin merkezi, âlemin
merkezinden altı derece kadar doruğu
tarafına çıkmıştır.
Mümessil felekten
yönetici felek ayrıldıkta, diğer mümessilleri tamamlayıcı
olan ikişer küre
şeklinde benzerleri, bu mümessilden dahi meydana
gelmiştir. Bundan sonra
merkez dışının ikincisi, utarit yıldızının üçüncü
feleğidir. Bu yönetici
felekten boşalmıştır. Döndürücünün merkezini taşır.
Yönetici felek,
mümessilinin içinde bulunduğu üzere, bu taşıyıcı felek dahi
yönetici feleğin
içindedir. Taşıyıcının yumru yüzeyi, yöneticinin yumru
yüzeyine ikinci evc
namıyle bilinen bir noktada yetmişdir. Taşıyıcının
çukur yüzeyi ve yumru
yüzeyi, yöneticinin çukur yüzeyine ikinci etek tabir
olunur bir noktada
teğettir. Taşıyıcının merkezi, yöneticinin merkezinden
üç derece ve âlemin
merkezinden dokuz derece doruk tarafına çıkmıştır.
Yönetici felekten taşıyıcı
felek ayrıldıkta, yöneticiden iki küre kalır ki,
onun
tamamlayıcısıdır.
Utarit bu tertip ve tecrübe ile bu şekil ve görünüşe gelir
ki: Kendisinde
iki doruk ve iki etek bulunur. Bunlar mümessilden parça
gibi
olduklarından, mümessil doruğu ve mümessil eteği namıyla
şöhret
bulmuşlardır. Diğerleri dahi yöneticiden parça oldukları
görünümünden
dolayı yönetici doruğu ve yönetici eteği adıyla
isimlendirilmişlerdir.
Mümessilin doruk ve eteğine birinciler dahi derler.
Yöneticiye mensup doruk
ve eteğe dahi ikinciler derler.
Her feleğin
kendine özgü hareketi olup; kendi merkez, mihver, kuşak ve
kutupları üzerinde
dönüp, dönüşünü tamam etmek kaçınılmaz olduğu için
utaritin yönetici feleği
de, zührenin altında kendi mümessili içinde ve
kendi merkezi çevresinde
hareketi ile batıdan doğuya burçlar sırasına
uymayan utaridin ikinci doruğunu
idare eder. Güneşin ortası kadar hareket
edip bir güneş senesinde bir
devresini tamamlar. Utaritin taşıyıcı feleği
dahi yönetici feleğin içinde,
teki taşıyıcı felekler gibi kendi merkezi
çevresinde özel hareketi ile
batıdan doğuya burçlar sırası üzere utaridin
döndürücü feleğini idare ile
güneşin ortasının iki katı kadar hareket edip,
hareketinin yarısı yöneticinin
sıraya uygun hareketine karşıdır. Diğer
yarısı güneşin ortasına eşit gelip,
utarit her burçta onyedi gün bekleyip,
bazı burçlarda tereddüt etse, iki ay
kalıp, senede bir derecesini güneşle
beraber tamamlar. Utaridin
döndürücüsünün merkezi, zühreninki gibi sürekli
güneşin merkezine mutabık
olup asla muhalefet etmez. Bunun için utarit
yıldızı döndürücüsünün çapının
yarısından fazla güneşten ırağa gitmez.
Çapının yarısı ortasında yirmi
dereceden fazla uzağa yetmez. (Allah daha
iyi
bilir).
Üçüncü Madde
Utarit yıldızının döndürücü
feleğini, şekil ve hareketiyle bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
astronomlar, bu utarit yıldızının dahi
durumlarının tanzimine diğer şaşırmış
gezegenler gibi, belirlenen ölçülerle
yetinmeyip; yere şâmil olmayan bir
küçük felek dahi tespit edip, ona:
Döndürücü felek demişlerdir. Döndürücü
felek, utaritin mümessil feleğinde
yere şâmil olmayan bir küçük felektir ki,
utaritin dört feleğinden
dördüncüsüdür. Aynı zamanda yıldızın cisminin
taşıyıcısıdır. Merkez dışı
olan üçüncü taşıyıcı feleğin kuşağında, yani iki
kutbu arasında çakılmıştır
ki, çapı taşıyıcının kalınlığına eşit olup,
yüzeyi, taşyıcı durumdaki
döndürücünün iki yüzeyine yukarıda ve aşağıda birer
noktada teğettir.
Döndürücü felek, bir tek yüzeyle kuşatılmıştır, dolu ve
küre bir cisimdir.
Taşıyıcı feleğin cisminde, kendi merkezi çevresinde
kendine özgü
hareketiyle batıdan doğuya burçlar sırası üzere deveran edip;
bir tarafında
çakılı olan utaridi kendisiyle birlik hareket ettirir. Bu
felek, utarit
yıldızını bir gün bir gecede, kendi kuşağının üçyüzaltmış
derecesinden üç
dereceden fazla mesafeye alıp gider. Yaklaşık, dört ayda bir
dönüşünü
tamamlar. Bu harekete: Değişik hareket, özel hareket dahi
derler.
Utarit yıldızı dahi tek yüzeyle kuşatılmış dolu, ışıklı ve kürevî
bir
cisimdir. Döndürücü feleğini cisminde gömülmüştür ki, döndürücünün
yüzeyinin
iki kutbu yarısında, kuşağı yanında, bir tarafta bulunup, ortak bir
noktada
döndürücünün yüzeyine temas etmiştir. Yani yıldızın cismi,
tamamiyle
döndürücünün cismine dahil bulunmuştur. Taşıyıcı felek, bir
tarafında,
döndürücünün dönüşü gibi, utarit yıldızının dahi döndürücüsü
tarafında,
kendi merkezi çevresinde, burçlar sırası üzere sürekli dönüş
hareketini
incelemeyle; rasatçılar günyarısında bulunan güneş tutulmasında
müşahede
etmişlerdir.
Dördüncü Madde
Utarit
yıldızının sürat ve düz gidişini, yavaşlama ve duraklamasını, geri
dönüş ve
şaşırmışlığını, güneş ile olan bağlantı ve yaklaşımı bildirir.
Ey
aziz, astronomlar demişlerdir ki: Bu utarit yıldızına da, kâh sürat, kâh
düz
gidiş, kâh yavaşlama, kâh duraklama, kâh geri dönüş ve kâh
yürüyüşünde
şaşırmışlık ârız olur. Bu durumların açıklanması budur ki:
Yıldız,
döndürücüsünün yukarısında bulundukta; kendi merkezinin
hareketi,
döndürücüsünün merkezinin hareketine burçlar sırası üzere uyar ve
yıldız
hızlı hareket eder görünür. Ne zaman döndürücü tarafına bir miktar
eğilse,
düz hareket eder görünür. Yıldız, döndürücünün aşağısına inişte
yavaş
hareket eder görünür. Zira ki, yıldızın kendi merkezi inişte
olduğundan,
hareketi görünmez olup, ancak tedvirin merkezinin hareketi
görünür. Yıldız,
döndürücünün en aşağısına yakın oldukta; kendi merkezinin
burçlar sırasına
uymayan hareketi, döndürücünün merkezinin, taşıyıcının
hareketiyle burçlar
sırası üzere olan hareketine eşit olup, hareketler
birbirine muarız ve
karşı olmakla; yıldız durur görünür. Yıldızın geri dönüşü
tamam olup, iki
hareket birbirine eşit geldikte; yıldız ikinci kez durur
görünür. Bundan
sonra yine yavaş hareket eder görünür. Zira ki yıldızın kendi
merkezi,
döndürücünün merkezinin hareketi görünür. Yavaşlamadan sonra tekrar
hızlı
hareket eder görünür. Halbuki yıldız, kendi döndürücüsünde dönüşünü
tek
düze sürdürür. Zira ki feleklerin hareketi, kendi küreleri
kuşağına
nispetle basit, benzerli ve düzdür.
Yıldızın, geri dönüşünden
önceki duruşuna: Birinci makam, ötekine: İkinci
makam derler. Utarit
yıldızının geri dönüş süresi yirmibir gündür. Düz
gidişi üç ay beş gündür. Bu
yıldızın, taşıyıcı feleğinin burçlar kuşağından
kuzeye ve güneye üç ve dörtte
bir derece eğimli iken; döndürücüsünün dahi
doruğu ve eteği, eğilimli
feleğinden kâh kuzeye, kâh güneye eğilimi olup;
yaklaşık altı derece enlem
farkı dahi bulunmuştur. bu yıldız dahi
yürüyüşünde şaşırmış gibi görünüp,
şaşırmış adıyla isimlendirilmiştir.
Güneşe nispetle bu yıldıza ârız olan
bağlantı ve yaklaşımın açıklanması
budur ki: bu yıldızın taşıyıcısının
hareketi, güneşin merkez dışı feleğinin
hareketiyle eşit olduğundan,
döndürücünün merkezi dahi sürekli güneşin
merkezininkine eşit bulunmuştur. Şu
halde utarit yıldızı, güneşin
çevresinde döndürücüsünün hareketiyle deveran
eyledikçe, döndürücüsünün
yarıçapı miktarı güneşten uzaklıkta, onu tavaf
edip; iki uzaklığın
ortalarına geldikte; kâh sabah, kâh akşam meşale gibi
çakıp, kâh güneşle
yakın olur. Zühre gibi güneş kursuna yakın olup, her bir
dönüşünde iki kere
güneşle yakın olur. Bir kere süratli gidişinin yarısında
yani
döndürücüsünün zirvesinde bulundukta; sürekli çakışması ve yaklaşması
olur.
Bir kere dahi geri dönüşünün yarıksında yani döndürücünün eteğinde
oldukta;
güneşle sürekli çakışması ve yaklaşımı bulunur. İki yaklaşımı
arasında olan
müddet iki aydır.
Beşinci
Madde
Utarit yıldızının ilk doruk ve eteğinin, tepe ve kuyruk
düğümlerinin
burçlar feleğindeki yerlerini; kendi tabiat ve vasıflarını;
feleğinin
uzaklık mesafesini ve cisminin miktarını bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Utarit yıldızının
doruğu,
tepe ile kuyruk düğümleri arasında yani eğilimli feleğinin burçlar
feleğinden
kuzeye oldukça eğiliminde vâki olmuştur ki, tepe düğümünden
doksan derece
sonradır. Çünkü üst ve aşağı noktalar, yukarıda açıklandığı
üzere, burçlar
feleğinin hareketine uygun olan mümessillerin hareketleriyle
hareket ederler.
İlk doruk, utaritin burçlar feleğinden eri, rumî tarihin
asiz senesinde
terazi burcunun yirmi altı buçuk derecesindeydi. Eteği,
aynı şekilde koç
burcunun yirmialtı buçuk derecesindeydi. Şu halde doruk ve
etek, tepe ve
kuyruk dahi yukarıda defalarca açıklandığı üzere halen,
yaklaşık sekiz derece
mesafe hareket etmişlerdir. Zira ki, rumî tarih halen
ikibin altmışdokuzdur.
Hicrî tarih ise binyüzyetmişe, yetmiştir.
Utarit yıldızının tabiat ve
vasıflarında müneccimler sözbirliği edip,
demişlerdir ki: Utaritin tabiatı
soğukluk ve kuruluk olup, gündüz erkeği
bulunmuştur. Kendinden başka yıldızın
tabiatiyle uyuşucu olduğundan; uyuşan
ve münafık nâmıyle isimlendirilmiştir.
Bu yıldızın vasıfları: Edeb,
zeyreklik, anlayışlılık, feraset, zihin,
dirayet, nutuk, belagat, nakış,
kitabet, hesap, isabet, zekâ, dikkat, sanat,
hile ve hıyanet bulunmuştur.
Bu yıldızın tali düştüğü menilerde bu
vasıflarıyla etkili olduğu
gözlenmiştir. Bu yıldız, pazar gecesi ve çarşamba
gününe hâkim olduğu
gözlenmiştir. Bu yıldız, pazar gecesi ve çarşamba gününe
hâkim bulunmuştur.
O gecenin ve bu gündüzün ilk saatleri, buna nispet
kılınmıştır.
Utarit yıldızının ölçü ve cisminde, mümessil feleğinin uzaklığı
mesafesinde
rasatçılar, geometriciler ve matematikçiler sözbirliğiyle
demişlerdir ki:
Utaritin mümessil feleğinin yumru yüzeyinin, âlemin
merkezinden uzaklığı,
yaklaşık ikiyüz yetmişaltıbin altıyüzelliiki fersah hesaplanmıştır.
çukur
yüzeyinin uzaklığı ise yaklaşık seksenyedibin beşyüzyirmidört
fersah
ölçülmüştür. Bu feleğin kalınlığı yaklaşık
yüzseksendokuzbin
altıyüzyirmisekiz fersah ölçülmüştür. Utaritin cismi,
yerkürenin cisminin
takriben otuzikidebir miktarı bulunup, delillerle hepsi
ispatlanmıştır.
[TOP]
17-BÖLÜM:
DOKUZUNCU BÖLÜM
Dünya göğünün yapısını ve
orada hâkim olan ayın durum ve vasıflarını; aya
mütaallik olan eşyayı altı
madde ile açıklar.
Birinci Madde
Ayın mümessil
feleğini ve eğilimli feleğini, yapı ve
hareketleriyle
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar
demişlerdir ki: Yedi gezegenden biri
de aydır ki, merkezi, âleme nispetle
dokuz feleğin ilkidir. Utarit
feleğinin altında bulunup, gezegen yıldızlardan
daha hızlı seyreden ay,
dünya göğünde tek başına hâkimdir. Kendisine küçük
nurlu adı verilmiştir.
Ay feleğinin küllî feleği, değişik parçalara
bölündüğünden, şekil ve yapı
bakımından diğer gezegenlerin feleklerinde
farklıdır. Şu halde küllî felek,
dört feleği kuşatmıştır. Üçü yere şâmil olan
büyük felektir. Biri yere şâil
olmayan küçük felektir. Üç felekten ilk
ikisinin merkezleri, âlemin
merkezidir. Üçüncüsü ise merkez dışıdır ki,
döndürücünün merkezinin
taşıyıcısıdır. Döndürücü ise döndürücü felektir ki,
ayın cismini
taşıyıcıdır.
Alem küresiyle merkezi aynı olan iki feleğin
birincisi, iki paralel yüzeyle
kuşatılmış ve ikinci feleği çevreleyen küre
bir cisimdir. Çevresinde tepe
ve kuyruk noktaları bulunmakla -ki bu iki
noktaya cevzher denir- kendisi
cevzher namıyla şöhret bulmuştur. Merkezde,
eksende, kuşakta, kutuplarda ve
harekette burçlar feleğine benzerliğinden
mümessil nâmını dahi bulmuştur.
bu feleğin yumru yüzeyi, üstünde olan utarit
feleğinin çukur yüzeyine ve
çukur yüzeyi, kendi feleklerinden ikinci feleğin
yumru yüzeyine temas
etmiştir. Bu cevzher adlı felek, kendi üzerinde ve
altında bulunan diğer
felekler gibi, önce büyük feleğin günlük hareketine
uyup, bu hareketle
âlemin merkezi çevresinde doğudan batıya zorunlu hareket
eder. ikinci
olarak, burçlar feleğinin hareketine aykırı ve muhalif olarak
kendine özgü
hareketiyle âlemin merkezi çevresinde burçlar sırasına
uymaksızın, kendi
felekleriyle doğudan batıya gider. Bir gün bir gecede üç
dakikadan fazla
hareket eder. Buna, tepe ve kuyruk hareketi derler. Alem
küresiyle merkezi
aynı olan iki feleğin ikincisi, birinci feleğin altında ise
paralel yüzeyle
kuşatılmış küre cisimdir. Gerçi merkezi, âlemin merkezidir,
lâkin
kuşağı, burçlar kuşağına teğet olan mümessil feleğin kuşağından kuzey
ve
güneye beş derece eğimli olduğundan, eğilimi felek nâmıyle
şöhret
bulmuştur. Bu eğilimli felk, cevzher feleğinin çukur yüzeyi
altında
yerleşip; yumru yüzeyi onun çukur yüzeyine teğettir. Ayın eğilimli
feleği
dahi birinci ve ikinci hareketinden başka, kendine özgü hareketiyle
âlemin
merkezi çevresinde burçlar sırası üzere doğudan batıya, kendi
içinde
bulunan feleklerle, güneşitleyici daireden ve burçlar kuşağından
ve
kutuplardan belirtilen eğim kadar eğilimli olarak, başka kuşak ve
kutup
üzerinde bir gün bir gecede onbir dereceden fazlaca hareket eder.
Buna:
Ayın doruğunun hareketi derler.
İkinci
Madde
Ayın taşıyıcı feleğini yapı ve hareketini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Ayın
üçüncü feleği,
taşıyıcı feleğidir ki, merkez dışı olan öteki gezegenlerin
mümessil
feleklerinde yerleştikleri gibi, bu taşıyıcı elek dahi eğilimli
feleğinin
içine yerleşmiştir ki, yumru yüzeyi, taşıyıcının eğilimli yumru
yüzeyine
doruk adı verilen bir ortak noktada teğet olmuştur. Çukur
yüzeyi,
taşıyıcının eğilimli çukur yüzeyine etek adı verilen bir ortak
noktada
etğet olmuştur. Çukur yüzeyi, taşıyıcının eğilimli çukur yüzeyine
etek adı
verilen ortak bir noktada temas etmiştir. Bu feleğin merkezi,
âlemin
merkezinden, kendi çapı ve cüzleriyle on derece ve dörtte bir derece
doruk
noktasının dışındadır. Eğilimli felekten taşıyıcı felek
ayrıldıkta;
eğilimliden iki küre kalır ki, eğilimli feleğin
tamamlayıcısıdırlar.
Taşıyıcı felek, üç hareketinden başka, eğilimli feleği
içinde, kendi
merkezi çevresinde, eğilimlisi kuşağına, kuşak teğetliğinde ve
eksenine
paralel eksen üzerinde kendine özgü hareketiyle, batıdan doğuya
burçlar
sırası üzere bir gün bir gecede yirmidört dereceden fazlaca, ayın
döndürücü
feleğinin merkezini de beraber hareket ettirerek döner. Çünkü bu
taşıyıcı
feleğin burçlar sırasına uygun olarak yaptığı onbir dereceden
fazla
hareketine; mümessil ve eğilimli feleklerin sıraya uygun
olmayan
hareketleri mukabil gelip, muarız olup, geri götürür. Bu durumda,
ayın
taşıyıcısının sıraya uygun olarak yaklaşık onüç derece gündük
hareketi
kalır. Ayın hareketi hızlı ve felekleri küçük olduğundan, oniki
burcun her
birinde yaklaşık iki gün ve üçtebir gün kadar kalıp, yirmisekiz
günde
burçlar feleğini katedip, bir devresini tamamlar. Yirmidokuzbuçuk günde
bir
kere güneşe erişip, onunla çakışır. Bu yüzden kamerî ayların
biri
yirmidokuz gün ve biri otuz gün gözetleme hesabıyla hesap olunur.
Ekvatora
yakın olanlara ay, rahat görünür, zira ki güneşin günlük dönüş
noktaları,
kuzeyde eğilimlidir, güneyde dike yakındır. Şu halde ay, güneş
batar batmaz
batmayıp, ufuktan yukarıda olur.
Üçüncü
Madde
Ayın döndürücü feleğini, şekil ve hareketiyle
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Ayın
dördüncü feleği,
onun döndürücü feleğidir ki, yere şâmil olmayan bir küçük
felektir. Ayın
kendisini taşıyıcıdır. Merkez dışı feleğin kuşağında, çakılmış
ve
gömülmüştür ki, döndürücünün çapı, taşıyıcının iki yüzeyine teğet
ve
eşittir Döndürücü felek, bir tek yüzeyle kuşatılış dolu ve küre
bir
cisimdir. Taşıyıcı feleğin içinde, kendi merkezi çevresinde
burçlar
sırasına uymaksızın doğudan batıya dönüp, bir tarafında çakılmış olan
ayı
da birlikte hareket ettirir.
Ayın döndürücü feleği, öteki beş
gezegenin döndürücüsünün tersine hareket
eder. Bu döndürücü felek, kendi
merkezi çevresinde doğudan batıya dönerek,
ayı, bir gün bir gecede kendi
kuşağının üçyüzaltmış derecesinden onüç
dereceye kadar hareket ettirip;
yirmisekiz günde taşıyıcısı gibi bir
dönüşünü tamamlar. Buna farklı hareket
ve özel hareket ederler.
Ay, tek bir yüzeyle çevrili küre biçiminde bir
cisimdir, karanlıktır,
doludur ve parlaktır. Beş şaşırmış gezegen gibi,
döndürücü feleğinde ay
gömülmüştür ki, döndürücüsünün iki kutbu arasında,
kuşağı yanında bir
tarafta bulunu, ortak bir noktada döndürücünün yüzeyine
teğettir. Yani
ayın cismi tamamıyle döndürücünün cisminde bulunup, yüzü
yüzeyine temas
etmiştir. Taşıyıcı feleğin bir tarafında, döndürücü feleğin
belirtilen
hareketi gibi ay küresinin dahi döndürücüsü tarafında kendi
merkezi
çevresinde burçlar sırasına uymadan, kendine özgü hareketiyle doğudan
batıya
dönüşünü, rasatçılar gözle müşahede etmişlerdir. "Feleklerde durucu
hiçbir
şey yoktur," deyip gitmişlerdir. Döndürücünün çevresi üzerinde bu
ayın
merkezi, taşıyıcının çevresinin hareketi üzerinde döndürücünün
merkezinin
hareketinden az olduğundan ebedî olarak ay, ne geri dönücü
bulunur, ne
durucu görünür. Ancak dorukta yavaş hareketi müşahede olunur.
Ayın taşıyıcı
feleğinin kuşağı, eğilimli feleğininkine teğet olup; döndürücü
feleğin
zirvesi dahi, taşıyıcı feleğin kuşağına erişmiş bulunduğu
cihetten,
açıklaması yukarıda geçen ayın eğilimli feleğinin burçlar
feleğinden kuzey
ve güneye olan beşer derece eğiminden gayri ay yıldızının
enlemi bulunmaz.
öteki gezegenler gibi enlem farkı olmaz. Zira ki, ayın
eğilimli, taşıyıcı
ve döndürücü felekleri tek bir yüzeyde birbirine teğet
bulunup, birbirinden
asla ayrılmazlar ve eğilmezler. Bu dört felekle, ayın
durumları nizam
bulmuştur.
Dördüncü
Madde
Güneşe nispetle aya ârız olan durumları
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki:
Güneşe nispetle aya
ârız olan durumların birisi çakışmadır. Yani bize dönük
olan yüzünün,
güneşten üzerine düşen ışıktan hâli olmasıdır. Yoksa güneş ile
ayın
aryasında yerin gölge olmasıyle çakışma olmaz. Zira ki güneşe ay
arasında
yerin bulunması, ay tutulmasıdır. Çakışma değildir. Ayın bir durumu
dahi
fazlalıktır. Yani ayın güneşten uzaklaşması sebebiyle, güneşin
ışığının
ayın yüzünde fazla görünmesidir. Bir durumu dahi ilk dördündür. Yani
ayın
bize dönük olan yüzünün yarısının dolunaydan önce güneşin
nuruyla
aydınlanmasıdır. Bir durumu dahi dolunaydır. Yani ayın yüzdeki
nurun
artmasının tamamlanmasıdır. Bir durumu dahi azalmadır. Yani ayın
güneşe
dolunaydan sonra yaklaşması hasebiyle güneşin nurunun ayın
yüzünde
eksilmesidir. Bir durumu dahi ikinci dördündür. Yani ayın bize dönük
olan
yüzünün yarısının dolunaydan sonra ışıklı kalmasıdır. Ayın bir durumu
dahi
güneşi gölgelemesidir. Yani nurlu güneşin bile dönük olan yüzünün
tamamını
veya bir kısmını ayın bizden gizlemesidir. Ayın bir durumu
dahi
tutulmasıdır. Yani güneş ile ayın arasına yerin girmesiyle ayın
tamamının
veya bir kısmının güneş ışığından hâli kalmasıdır.
Ayın bu
safhalarının açıklanması budur ki: Ay, aslında siyaha yakın
lacivert olup, ne
gök rengi ne de siyahtır. Madenî bir ayna gibi karanlık
ve kesif olup,
yuvarlak ve parlak bir top şeklinedir. Bir yerden aldığı
nuru, bir yere
aksettirmeye kabiliyetlidir. Şu halde ay, nur ve ışığını
ancak güneşten alıp,
güneşe dönük ola yarısının çoğu sürekli ışık
bulmuştur. Eğer aralarında yerin
gölgesi bulunmazsa bu böyle devam eder.
Güneş küresi, ay küresinden büyük
olduğundan; ayın yarısından çoğuna ışık
verip, yarısından azı karanlık
kalmıştır. Yerin gölgesi, koni şeklinde
olup, zühre feleğinin çukur yüzünde
son bulmuştur. Koninin tepesinin
gölgesi, burçlar kuşağına teğet olmak
lazımdır. Zira ki güneşin merkezi,
merkez dışı kuşağında sürekli burçlar
kuşağının yüzeyine ulaşmıştır. Bu
durumda toplanma sırasında, yani güneşle
ayın bir burcun aynı yerinde
ulunmaları halinde; ay, bizle güneş arasına
girip, karanlık yüzünün yarısı
bize dönük olur ve ayın aydınlık yüzeyinin
yarısı bize görünmez olur. Şu
halde çakışma budur. Çünkü ay, hızlı gidişiyle
güneşi oniki derece kadar
geçip, ondan uzaklaşır. Ayın nurlu yüzünün yarısı,
bir miktar bize
meyleder. Onun bize bir tarafı görünür. İşte hilâl budur. Bu,
gizlenmeden
bir gün sonra olur. Zira ki ay, bir gün bir gecede, onüç derece
kadar
hareket eder. Güneş te bu müddet içinde bir derece kadar gider. Böylece
ay,
güneşten her gün oniki derece kadar uzaklaşır. Hilalden sonra ay,
güneşten
gün gün onikişer derece uzaklaştıkça, ayın güneşe uzak olan batı
tarafından
aydınlık yarısının bize eğimi fazla olur. İşte fazlalaşma budur.
Bundan
sonra ay, güneşten uzaklaştıkça, ayın güneşe uzak olan batı
tarafından
aydınlık yarısının bize eğimi fazla olur. İşte fazlalaşma budur.
Bundan
sonra ay, güneşten uzaklaştıkça, ışığı her gece bize nispetle fazla
olup,
döndürür. İlk defa üç burç kadar güneşten uzaklaştıkça, ayın nurlu
yüzünün
yarısı görünür. İşte bu ilk dördündür. Bundan sonra güneşten
uzaklaşmaya,
altı burç kadar yol aldıkta; ay, güneşe karşı olmakla, bizler
ikisinin
arasında bulunuruz. Aydınlık yüzünün yarısı tamamıyle bize dönük
olup, ay
ondört olur. İşte buna, dolunay denir. Bundan sonra ay, güneşi
karşısından
ayrıldıkta; son yarısından gün gün güneşe yaklaşması sebebiyle,
karanlık
yarısı, batı tarafından yana yine bize meyleder: Bu miktar aydınlık
tarafı
da doğu tarafından güneşten yana gider ve bize nispetle karanlığı
fazla ve
aydınlığı noksan olur. İşte noksanlık budur. bundan sonra ay,
güneşe
yaklaştıkça, karanlığı her gece fazlalaşıp, ikisinin arasında
yine
döndürür. Tekrar bize nurlu yüzünün yarısı görünür işte ikinci
dördün
budur. Ay, güneşe gün gün yaklaştıkça, karanlığı artıp, nuru azalır.
Ta ki
güneşle bir arada tekrar çakışır. Ay, bu durumlarıyla konaklarını
katedip,
kâh güneşe karşı, kâh çakışık olmasıyla yaklaşık her yirmidokuzbuçuk
günde
bir kere güneşle yakınlaşması ve çakışması olur. "Bu aziz ve alîm
olan
Allah'ın takdiridir." (36/38) Kadîm, kâdir, hakîm ve yaratıcı olan
Allah
münezzehtir.
Beşinci Madde
Güneş ve ay
tutulmalarını; ayla doruğu arasına güneşin girmesini; ayın
doruk, etek, tepe
ve kuyruk noktalarının hareketini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun
ki, astronomlar demişlerdir ki: Bu ay küresi, kesif ve
karanlık olduğundandır
ki, güneşle bir araya gelmesi vaktinde, eğilimli
feleğinden hâsıl olan tepe
ve kuyruk düğümleri yanında, burçlar kuşağında
güneşin yoluna rastlasa; ayın
cismi bizimle güneş arasında bulunup,
ışığının tamamını veya bir kısmını
bizden örter. Şu halde güneş tutulması
budur. Ve güneşin yüzünde o vakit
ortaya çıkan siyahlık, ayın cisminin
rengidir. Tutulma sırasında güneşin
siyahlığı batı tarafından başlar. Zira
ki, ayın batıya yönelik hareketi,
güneşin batıya yönelik hareketinden daha
hızlı olduğundan; ay batıdan gelip,
güneşe erişip, araya girer. Bundan
sonra güneşi geçtikçe, gidişinin
süratinden, güneş yine batı tarafından
parlamaya başlar. Bu kararma (ayın
gölgesinden meydana geldiğindendir ki,
güneş tutulması sürekli olarak, ayla
çakışması durumuna mahsus olup, sair
durumlarda asla bulunmamıştır.
Ay
tutulmasının açıklanması budur ki: Eğer ay küresinin tepe ve
kuyruk
düğümleri, burçlar kuşağından iki cüzün karşısı yanında, yani bu
hizalarda
güneş ile karşılıklı olsa; yerküre ikisinin arasına girip, ayın
güneşe
dönük olan yüzüne yerin gölgesinin düştüğü kadarına ulaşamayıp; ay
aslî
karanlığı üzere kalır. İşte ay tutulması budur. Ayın kararması ve
parlamaya
başlaması ilk doğu tarafından ortaya çıkar. Zira ki, güneşin doğuya
yönelik
hareketiyle hareket eden dünyanın koni gölgesinin batı tarafına,
ayın
batıya yönelik hareketiyle batı tarafından ulaşıp; ayın önce doğu
tarafı
gölgeye dahil olup, önce o taraf tutulur. Ayın önce doğu tarafı
karanlıktan
çıkıp yine önce o taraf parlar. Bu durum yerin gölgesinden
dolayıdır ki, ay
tutulması sürekli bedir ve dolunay haline mahsustur. Başka
zamanlarda asla
tutulma olmamıştır. Yine güneşe kıyasla aya ârız olan
durumların biri budur
ki: Güneş orta hareketiyle hareket ettikçe, ayın
doruğuyla, döndürücüsünün
merkezi arasında ebediyen tavassut eyler. Zira ki,
ayı döndürücüsünün
merkezi kendi doruğundayken, güneşin merkeziyle, burçlar
feleğinden bir
nokta yanında çakışsalar, bundan sonra o noktadan ayın kuyruk
düğümüyle
eğilimli feleğinin burçlar sırasına uymayan hareketleriyle ayın
doruğu,
doğudan batıya ve döndürücünün merkezi o noktadan burçlar sırası
üzere
batıdan doğuya hareket ederler. Güneş dahi aynı sıra üzere batıdan
doğuya
hareket eder. Ezelî takdirle o iki hareket, ayın doruğu ile
batıya
döndücürü feleğinin merkezinin hareketiyle doğuya öyle bir tarz ve
tavır
üzere hareket ederler ki, ebediyen güneş, ikisi arasında aracı bulunur.
Bu
tavassuttan lâzım gelir ki, ayın döndürücüsünün merkezi, güneş ile
iki
dördün vaktinde kendi eteğinde buluna. Güneşle bir araya gelme
vakitlerinde
ay, kendi doruğunda buluna. Şu halde ayın döndürücü feleğin
merkezi,
vasatî her dönüşünde iki defa doruğuna yükselip, iki kere eteğine
iner.
"Bu, aziz ve alim olan Allah'ın takdiridir." Ayın doruk ve etek
noktaları
eğilimli feleğiyle; tee ve kuyruk düğümleri mümessil feleğiyle
hareket
ettirildiklerinden, sair doruklar ve etekler gibi, burçlar
feleğinde
yerleri belirli değildir. Eğilimli ve mümessil feleğin
hareketleriyle
seyyar ve dönücüdürler.
Altıncı
Madde
Ayın tabiat ve sıfatlarını, cisminin miktarını ve feleğinin
uzaklığını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, müneccimler
sözbirliğiyle demişlerdir ki: Bu ay
yıldızının tabiatı, itidal üzere soğuk ve
rutubetli olup, gece dişisi
bulunmuştur. Orta kutlu nâmıyle
isimlendirilmiştir. Ayın vasıfları: Zaaf,
acz, hıfz, cehl, hakaret, acele,
nemime, ihbar, deliller, hareket ve ses
bulunmuştur. Ayın tali bulunduğu
menilerde bu vasıflar gözlenmiştir. Ay,
pazartesi günü ve cuma gecesine hâkim
bulunuştur. Şu halde o günün ve bu
gecenin evvelki saatleri bulan nispet
kılınmıştır.
Ay yıldızının cisminin miktarında, mümessil ve eğilimli
feleklerinin uzaklık
mesafelerinde rasatçılar, matematikçiler ve
geometriciler ittifak üzere
demişlerdir ki: Ayın mümessil feleğinin yumru
yüzeyinin, âlemin merkezinden
uzaklığı mesafesi, yaklaşık seksenyedibin
beşyüzyirmidört fersah
ölçülmüştür. Bu feleğin çukur yüziyinin âlemin
merkezinden uzaklık
mesafesi, yaklaşık seksenikibin beşyüzkırkaltı fersah
heap kılınmıştır.
Mümessil feleğin kalınlığı, yaklaşık dörtbin dokuzyüz
yetmişsekiz fersah
bulunmuştur. Ayın eğilimli feleğinin yumru yüzeyinin
âlemin merkezinden
uzaklık mesafesi, yaklaşık seksenikibin beşyüzkırkaltı
fersah
ölçülmüştür.Bu feleğin çukur yüzeyinin uzaklığı, yaklaşık
kırküçbin
yüzdoksansekiz fersah hesap kılınmıştır. Eğer bu hesaplanmış
mesafeden
yerin yarıçapı çıkarılsa ki, o binikiyüz yetmişiki fersahtı. Şu
halde
yeryüzünün her tarafından ayın feleğine varıncaya değin gökle yer
arasındaki
hakiki uzaklık, kırkbirbin dokuzyüzyirmialtı fersah kalır ki,
yaklaşık
yerin yarıçapının otuziki katı yüksekliktir. Bu mesafedir ki, oluşum
ve
bozuşum âleminin değişikliğe uğrayan eşyasıdır. Unsurlar ve
bileşikler
mekanı; atmosferin ve gök boşluğunun ahillidir. Suret ve şehadet
âlemi ve
daracık dünya evidir.
Ayın eğilimli feleğinin kalınlığı, yaklaşık
otuzdokuzbin üçyüzkırksekiz
fersah bulunmuştur. Ay küresinin cismi ise,
yerkürenin yaklaşık kırkikide
biri olup; açıklanan yıldızların ve feleklerin
uzaklıkları ve cisimleri,
dörtlü orantıyle rasatçılarla belirlenip, nice
hesabî delillerle, geometrik
bürhanlarla ve aklî tecrübelerle hepsi ispat
olunmuştur.
1. kitapta açıklanan genel islamî bilgilerde, yerlerin ve
göklerin
cisimlerini uzaklığını beşyüz yıllık yol ile tariften murat,
sayı
belirlemesi değildir ki ölçü itibar oluna; belki bu,
büyüklüklerinde
mübalağadan kinayedir. Zira ki, Allah'ın kudreti sonsuzdur.
Mülkünde olanı
en iyi Allah bilir.
[TOP]
18-BÖLÜM:
ONUNCU BÖLÜM
Ayın, Allah'ın kudretiyle,
tesirlerini ve burçlar itibariyle hallerini,
yedi gezegenin tesirli
saatlerini, feleklerin sayılarını, seslerini ve
nağmelerini, merkezlerini
hareketleriyle dairelerin meydana gelişlerini,
esiri cisimlerin tesirlerinin
başlangıçlarını beş madde ile açıklar.
Birinci
Madde
Ayın, Allah'ın kudretiyle tesirlerini
bildirir.
Ey azizi, malûm olsun ki, filozoflar sözbirliğiyle
demişlerdir ki: Kadir ve
aziz olan Allah'ın takdiri ile yüksek cisimlerin
mertebelerine göre, alçak
cisimlere çeşitli tesirleri vardır. Güneşi en fazla
tesiri, sıcaklığı ile
olduğu gibi, ayın dahi en fazla tesiri, rutubeti
iledir. Allah, bu aya,
kendi kudreti ile nice özellikler bahşetmiştir.
Bunlardan biri, ay deniz
ufkundan doğar. Deniz suyu onunla med olup sahiline
yükselir. Ay, denizdeki
gün yarısına geldiğinde denizin meddi bitip, Ay, gün
yarısı dairesinden
indiğinde denizin suyu sahilleride cezr olup çekilir. Ay,
deniz ufkuna
ininceye kadar cezr devam eder. Ay, ufuktan indiğinde cezr de
nihayet
bulur. Şu halde med ve cezr bu minval üzere olur. Ayın
özelliklerindendir
ki, ayın artışı zamanında yani ayın ilkyarısında sıcaklık
ve rutubet çok
olup kanın kabarmasıyle dolan insan ve hayvan bedenleri kuvvet
bulur.
Dolunaydan sonra yani ayın ikinci yarısında kuruluk ve soğukluğun
çoğalması
ile dört unsurun karışımı bedenlerde bulunduğundan kanın kabarması
azalıp,
büyüme ve gelişme az olur. İnsan ve hayvan bedelleri zaaf bulur.
ayın
özelliklerindendir ki, ayın ilk yarısında hasta olanların bedelleri
kuvvetli
bulunup, çoğunun hastalığı defolur. Ayın ikinci yarısında hasta
olanların
bedenleri zayıf olup, hastalıkları çoğalır. Ayın özelliklerindendir
ki,
ayın nurunun çoğaldığı günlerde ruh sahiplerinin beyin dokuları
ziyade
olup, ayın nurunun azıldığı günlerde beyin dokuları dahi azalır.
Ayın
özelliklerindendir ki, aylı gecede insan aya karşı uyusa veya çok
otursa
bedenine gevşeme ve tembellik gelip baş ağrısı ve nezle olur.
Ayın
özelliklerindendir ki, aylı gecede hayvan eti kalsa az zamanda tadı
ve
kokusu değişir. Ayın özelliklerindendir ki, ayın nurunun çoğaldığı
günlerde
nehirlerde ve denizlerde balıklar yağlı olup suyun yüzüne çıkarlar.
Ayın
nurunun azıldığı günlerde balıklar zayıf olup suyun dibine giderler.
Ayın
özelliklerindendir ki, ayın ilk yarısında yerdeki haşereler yeryüzüne
çıkar
ve çoğalır. Yırtıcı hayvanlar ceset yemeye çok hırslı olur. Ayın
ikinci
yarısında haşerele ve yırtıcı hayvanla aksi hareket ederler.
ayın
özelliklerindendir ki ayı ilk yarısında dikilen ağaçlar fazla uzar
ve
gelişir. İkinci yarısında dikilenle zayıf olur veya kurur.
Ayın
özelliklerindendir ki, ayın ilk yarısında bütün meyveler, çiçekler,
otlar,
bitkiler fazla büyür ve gelişir, renkleri ziyade olur.
Ayın
özelliklerindendir ki, ayın ilk yarısında kamış, keten, bitki gibi
şeylerin
kurusu üzerine ayın ışığı düşse hemen çürüyüp parçalanır. Ayın
ikinci
yarısında bu durum az olur. Ayın özelliklerindendir ki, ay küresi
ayna
gibi yer ve su küresine dönük bulunduğu için deniz ve karanın adaları
ve
sahilleri gemileri, dalgaları, dağları, vadileri, köyleri ve
şehirleri
bütün şekil ve rengi ile şahıs ve kurumları ile bize aksettirip
gösterir.
Rasatçılar o aynada yerin yüzünü tamamen seyrederler. Lâkin o saf
ayna
bizden çok uzak olduğundan eşyanın şekilleri teşhis olunmayıp, ayın yüzü
bu
akisler ile bulanık görülür ki, ona ay lekeleri derler.
Diğer
gezegenlerin sayılan sıfatlarının özel saatlerde canlılara ve
cansızlara
gizli tesirleri; açıklanan güneş ve ayın tesirlerine kıyas
olunmuştur.
Halbuki âlemin bütün cüzlerinde hakiki müessir ancak hak Taâlâ
bilinmiştir.
Bu felekler, yıldızlar ve tabiatlar dolap, âlet ve hayaller
misali
bulunmuştur. Bu durum alır fikretmek ve düşünmek, Allah'ı tanımaya
vesile
olmak için ve hepsini insanda bulmak için yıldızların ve feleklerin
durum
alır bu Marifetnâme'de bu miktarca açıklanarak yazılmıştır.
NAZM
Hamd o
Allah'a ki yektadır ol
Dahi dâna ve tüvânâdır ol
Ona mahsus ve müsellemdir
hem
Mû be mû cümle umur-u âlem
Mutasarrıf odur eşyaya tamam
Ne havas
arada her giz ne avam
İkinci Madde
Ay yıldızının
burçlar itibari ile olan özellikleri ve
ihtiyarlarını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, müneccimler,
ayın her burç ile başka bir tesirini
tecrübe ettiklerini takvim ile
yazmışlardır. Şimdi o takvimi, bundan önce
Türkçe olarak nazmetmiş iken o
manzumemizi buraya yazmak münasip
görülmüştür.
NAZM
Bismike Allahümme
yâ emine'l-hutar
İbtede'nâ bi ihtiyarhât'il-kamer
Hamd lillah çok salât ve
çok selâm
Ol Resul ve âll ü suhhune müdam
Badehü der Hakkı bilgil ey
beğim
Ehl-i hey'et kavlidir bu dediğim
Çâr unsur üzeer çarh-ı
kürrât
Kaplamış birbirin sık tabakât
Pes besal misli olur mecmuu
top
Merkez-i arz olmuş esgal-i cezûb
Ol vasattır merkez-i âlem
heman
Her cihetten esgal ol nokta nihan
Çarh-ı a'zam kim muhit-i
cümledir
Cüm-ı atlastır deyme encümledir
Her cihetten o mahdud
fevktir
Günde bir devr etmede bir şevkdir
Kim yirmidört saatte
müdam
Şarkdan garba eder devrin tamam
Hem içinde olan eflâkı
bile
Döndürür kendiyle şarkî garb ile
Gece gündüz her tulu ve her
gurub
Kutb-u âlem üzre devrinden olup
Çarh-ı sâminde oniki burç
bil
Mıtıkada her birin sî sehm kıl
Hep sevabitle ol olmuş
muhteşem
Kutb-u âlemden cüda kutb üzre hem
Garbdan şarka döner
âhestece
Olsa yetmiş yıl gider bir derece
Garbdan şarka zühal dahi
gider
O iki burcu otuz yıl kateder
Müşteri hem garbdan şarka
gider
Oniki yılda heman bir devr eder
Garbdan merih hem deveran
eder
Bir yıl onbir ayda bir devre gider
Çarh-ı sâmin kutbu doğrusunda
tam
Şems hem çarhıyle devr eyler müdam
Garbdan şarka güneş dahi
gider
yılda bir oniki burcu kat' eder
Yılda bir hem çarh-ı zühre ydevr
eder
Garbdan şarka utarit hem gider
Cümlenin tahtındadır devr-i
kamer
Sürat üzre kendi çarhıyle döner
Gardan şarka dahi ay devr
eder
Devresin yirmisekiz günde gider
Çarh-ı sâmin oniki kısm olunur
San
kavun oniki dilim bulunur
Her kısım bir burc adıyla asl olur
Kevn her
üçünde ike bir fasl olur
Çün hamel sevr ile cevzâdır bahar
Fasl-ı yay
sertan esed sünbüe dâr
Fasl-ı güz mizan ve akreb gas tut
Hem şitadır
burc-u cedî ve delv ve hut
Oniki burc oniki aydıry müdam
Rum ayın otuz gün
akdem bil tamam
Bu buruca etmeden tahvil gün
On gün akdem rum ayın başla
bütün
Bil bahar âzar nisan ve eyâr
Yaz haziran temmuz tabah-ı hâr
Hem
harîf eylal ve teşrinin nâm
Kış dü kanun ve şubat olmuş tamam
Bil her ayda
hangi burca gün gider
Her ayın kaçında gün tahvil eder
Mâh-ı âzar ol
fasl-ı bahar
Olmuş eyyamı otuzbir gün nehar
Onbirinci gün güneş tahvil
eder
Hem hamek burcunda otuz gün gider
Ol burc-u hamel nevruz olur
Pes
beraber ol şibih ol ruz olur
Mah-ı nisan evsat-ı fasl-ı rebi'
Olmuş eyyamı
otuz gün ey şeci'
Aşırında şems hem tahvil eder
Burc-u sevr içre otuçbir
gün gider
Mah-ı mayıs ahir-i fasl-ı bahar
Olmuş eyyamı otuzbir gün
nehar
On birinci gün güneş tahvil eder
Hem hamek burcunda otuz gün
gider
Ol burc-u hamel nevruz olur
Pes beraber ol şibih ol ruz
olur
Mah-ı nisan evsat-ı fasl-ı rebi'
Olmuş eyyamı otuz gün ey
şeci'
Aşırında şems hem tahvil eder
Burc-u sevr içre otuzbir gün
gider
Mah-ı mayus ahir-i fasl-ı bahar
Bil otuzbirdir ona leyl ve
nehar
Onbirinci gün güneş tahvil eder
Burc-u cevzada otuzbir gün
gider
Bil haziran ol sayf ey beşer
Hem otuz gün on içinde gün
döner
Onbirinde şems hem tahvil eder
Seretan burcun otuzbir gün
geçer
Mah-ı temmuz evsat-ı sayf ey hümam
Olmuş eyyamı otuzbir gün
tamam
Onikinci günü gün tahvil eder
Hem esed burcun otuzbir gün
keser
Bil ağustos ahir-i sayf ol zaman
Olmuş eyyamı otuzbir gün
heman
Onikisine güneş tahvil eder.
Sünbüle burcun otuzbir gün
geçer
Mah-ı eylül evvel-i fasl-ı harif
Olmuş eyyamı otuz gün ey
zarif
Onikinci gün güneş tahvil eder
Burc-u mizan içre otuz gün
gider
Burc-u mizan evveline gelse gün
O geceye hem beraberdir o
gün
Mah-ı teşrin ol evsattır güze
Ermiş eyyamı otuzbir gündüze
Onikinci
gün güneş tahvil eder
Burc-u akrebden otuz günde gider
Bil güzün teşrin-i
sâni âhiri
Ol otuz gündür tamam ol mahrî
Onbirinde güneş hem tahvil
eder
Burc-u kavs içine otuz gün gider
Mah-ı kanun ol fas-ı şita
Hem
otuzbir gün anı bil ey fetâ
Onbirinde burc-u cediye gün gelir
Rebinin
evveli ol gün olur
Gün döner uzanmayı şebden alır burc-u
Gedî içre gün
otuz gün kalır
Evsatı kanun-u sânidir kışın
Hem otuzbir gündür anı
sayışın
Aşırinde burc-u delve gün gider
Hem otuz günde o burcu kat'
eder
Bil kışın sonu şubatı gücük ay
Üç yirmisekiz gün rebi say
Sal-ı
râbi dört rubu' bir gün olur
Pes şubat yirmidokuzu bulur
Tasiinde burc-u
huta gün gider
Hem otuz günde o yburcu seyr eder
Çün hamel burcunda gün
firuz olur
Bil tamam olup yine nevruz olur
İbtiday,ı sal şemsi mart
bil
Hem şuhur-u rumî istihrac kıl
Lafz-ı ebced hevvez olmuş heft
harf
Her biri bir aya mahsu oldu zarf
Mart hâ ebril elf cim mayıs al
Ve
o haziran hemze temmuz âb dal
Za'dır eylül ve dü teşrin ba ve ha
Hem kanun
za cim eşşbat ve o şeha
Hıfz et ebced ve zevabid hevvez beced
Hez ebced
hevvez hüve ile ad
Kim bu yirmisekiz harfin geri
Harf-ı bâzâr ola her
yılda biri
Bil yüzaltmışaltıdır tarih-i sal
Marttadır bâzâr ebced lafzında
dal
Ertesi sal ol bâzâr ha'ya gider
Hem bu tertib üzre daim devr
eder
Olsa âzerle muharrem bir o yıl
Sal tedahül ede bir ysa tarh
kıl
Kim otuzüç yıl otuzüç mark olur
Sal muharremle otuzdördü bulur
Gel
dilerysen şehr-i rumun gurresin
Harfini cem et hazâr harfiyle hîn
İbtida
hafta durur yevm-i ahad
Başla ol mecmuu bundan eyle ad
iki haftadan ne gün
gâyet bulur
Gurresi ol ayn ol günden olur
Çün muharremdir Arabda res-i
sal
Gurre-i şehri kamerdir hem hilâl
Za muharrem ba safer ha'dır âd
Dü
rebia ve o elifdir dü cemad
Ba receb şaban dal ha ramazan
Za'yı şevval
ka'de elf cim hicce dân
Heşt harf oldu ehec zedbud heman
Her biridiry bir
sene hâkim olan
Binyüzaltmışaltıya çün geldi sal
Hâkim sal ol muharrem
oldu dal
Ertesi yıl hâkim-i saldır elif
Devr-i daimdir hiç olmaz
muhtelif
Bilmek istersen hilal ne gündür ol
Harini hâkimle cem et gurre
bul
Gurre-i şehr-i hilali hem tamam
İki hafta günlerinde bul
ümdam
İbtida şemsin mekanın bulasın
Ta buruc-u mâhı andan bilesin
Bir
derece gün gider her gün heman
Ay gider onüç derece ol zaman
Ay günü her
gün oniki derece
Çün geçer böyle hesap et her gece
Pes şuhur-u rumdan bil
şemse ay
Kaç gece geçmiş hilal ol mahı say
Ta ki malum ola andan cay-ı
mah
Maha ne burcun kaçıdır seyrgâh
Anda iken meh ne iştir ihtiyar
Kim
ayın her burcda bir hükmü var
Ya ayın geçmiş şebin tazif kıl
Beş aded hem
zam edib kaç oldu bil
ol aded kaç kere beş olduysa say
Kangı burc olmuş
dahi bil şemse ay
Şemsden başla beşer her burca ver
Baştan azı sayma
burc-u maha er
Çün hamel burcunda hoş bulunsa ay
Her işi bede' etmeği sen
yahşi say
Gelse bur-u sevre tezvic ve nikâh
Kıl ticaret hem bina hayr ve
salah
Gelse meh cevzâya kat eyle siyab
İlm oku hem al akar ve al
devvab
Seretana hoştur irsal-i haber
Şurb-i müshil yahşidiry nakl ve
sefer
Meh esedde arz-ı hâcet yahşidir
Zür' ve tamir ve hacamat
yahşidir
Sünbüle burcunda olsa key cedîd
Sohbet-i nisvan münasib al
abîd
Gelse meh mizana kıl bey' ve şira
Eyle sohbet dinle lehan iç
deva
Burc-u akrebde gerek tuhr ve ifaf
Uzlet ve semt ve firag ve
itikâf
Kıl hacamat gelse burc-u kavse ay
Lebs ve istihmam ve halkı yahşi
say
Gelse burc-u cedîye kıl sayd ve şikâr
Hufr âbar ve ziraat eyle
kâr
Gele burc-u delve hoştur kevb
Vaz'-ı bünyad duhul-ü belde hûb
Huta
gelse eyle deryada sefer
Ahd ve şirkettir ticaret-u muteber
Binyüz
altmışaltı tarihinde tam
Buldu yüz beyt içre takvim ihtitam
Hakkı ettin
ihtiyârâtı beyan
Hakka her halde tevekkül kıl heman
Alem,i ecsâmı çün
buldun hayal
Alem-i ervaha gel hoş bunda kal.
(Tehlikelerden emin eden
Allah'ın ismiyle ayın ihtiyarlarına başladık. Hamd
Allah için, çok salat ve
çok selam Resule, aline ve ashabına olsun sürekli
Ehl-i heyet: astronomlar.
Kavl: Söz. Çâr: Dört. Kürrat: Küreler. Besal:
Soğan. Esgal: Ağırlık. Muhit:
Kuşatıcı. Fevk: Üst . Sâmin: Sekizinci. Si-
ise: Altı: sevabit: Sabitler.
Çarh: Felek. Şems: Güneş. Azer: Mart. Eyyar:
Mayıs. Tabah-ı hâr: Ağustos.
Harif: Sonbahar. Dü: İki. Near: Gündüz. Hamel:
Koç. Sevr: Boğa. Cevza:
İkizler. Seretan: Yengeç. Esed: Arslan. Sünbüle:
Başak. Mizan: Terazi. Gavs:
Yay. Cedî: Oğlak. Delv: Kova. Hut: Balık. Fasl-
ı rebi': İlkbahar. Aşır:
Ounncu. Leyl: Gece. Sayf: Yaz. Fasl,ı harif:
Sonbahar. Fasl-ı şita: Kış. Şeb:
Gece. Sal: Yıl. Râbi: Dördüncü. Şuhur:
Aylar. Tedahül: Geçme. Tarh: Çıkarma.
Gurre: Ayın ilk on günü. Yevm-i ahad:
Pazartesi. Res-i sal: Sene başı. Cay:
Yer. Mah: Ay. Bede': Başlama. Siyab:
Elbise. Devvab: Hayvan. İrsal: Gönderme.
Şürb: İçeki. Zür': Ziraat. Nisvan:
Kadınlar. Bey' ve şira: Alış-veriş. Samt:
Susma. Lebs: Giyim. İstihmam:
Hamam. Sayd: Av. Şikâr: Avlanma. hufr âbâr:
Kuyular kazmak. Vaz'-ı bünyad:
Binalar yapmak. Duhul:
Girmek.)
Üçüncü Madde
Yedi gezegenin birbirine
nispetle benzerliklerine ve yeryüzünde âfâk
itibariyle tesir saatlerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, ibret alanlar ve hayret edenler
demişlerdir ki: Bu
âlem, misli görülmemiş ne şaşırtıcı bir icattır! Bu
felekler ne garib sanat
ve hikmettir! Bu cihanı tanzim, ne nihayetsiz kudret
ve azamettir. Hakim ve
yaratıcı her şeyden münezzehtir. Bu yıldızları ve
felekleri, bu görüntü ve
tertip üzere yaratan Allah Taâlâ'ya nice yüzbin
kenre hamd ve senalar olsun
ki, bizlere lütuf ve inayet edip, güneşi
gezegenler ortasına koymuştur ki,
yeryüzüne itidal üzere hayat bahş eder.
Eğer güneş, bu tesiriyle, ay
feleğinde olsaydı, sıcaklığının şiddetinden
yeryüzü yanardı. Eğer burçlar
feleğinde olsaydı, soğuğun şiddetiyle tabiatlar
bozulurdu. Şu halde yedi
gezegen ortasında cihan sultanı ve öteki gezegenler
ona asker ve yardımcı
olmuştur. Ay vezir, utarip kâtip, zühre sâzende, merih
asker, müşteri kadı,
zühal hazinedâr benzeridirler.
Burada bulunan
samanyoluna, Kâbe yolu derler. Araplar: Gök kandili,
yıldızlar anası ve
Acemler: Kehkeşan derler. Bunun hakikati, burçlar
geleğinde anlatılan altıncı
değerin en küçüklerinden olan sabit
yıldızlardır. Bunlar, birbirine yakın
olduklarından, birbirine temas edip,
beyaz bulutlar gibi görünmüştür. Lakin
bu yolun, gece evvelinde bir başı
güneyde, bir başı kuzeyde bulunup; gece
yarısında güney başı batıya ve kuzey
başı doğuya varıp; gecenin sonunda batı
başı kuzey ve doğu başı güney olup,
bize nispetle değirmen gibi dönmesinin
hakikatinde akıllar hayrette
kalmıştır. Gerçi bu konuda çok şey söylenmiştir.
Mülkünde olanların
hakikatlerini Allah daha iyi bilir. Fakat yedi gezegen
yıldızın,
yeryüzünde, ufuklarda, saat be saat nöbete olan tesir saatlerini,
bu
tarihten önce tabir ve beyan eylediğimiz Türkçe manzume, bu makama
münasip
görülüp yazılmıştır.
NAZM
Hüda'ya şükür kim halk etti bunca
encüm ve eflak
Salat ol dostuna olsun ki şanında demiş "lavlak"
Ve bade
Hakkı der lim-i felek sırrın ayan ettim
Otuz beyt içre nahs ve sa'd sââtı
beyan ettim
İki âlemde bir bildim müessir zât-ı Mevlayı
Veli rabt eylemiş
esbaba ednâyı hem a'lâyı
Eğer bilmek dilersen olduğun saat ne saattir
Ne
kevkeb hükm eder ol dem nehûset ya saadettir
Yedi gece yedi gün gün batıb
doğduğu ân içre
Yedi seyyareden bul kangı hâkimdir zaman içre
Ki her gün
haftadan her gece bir seyyarenindir kim
O eb ol ruzun evvel saatinde hem odur
hâkim
Heman hıfz et yedi lafzını yedi gün ybil yedi kevkeb
Edes biyr çahh
deld hesi ve reh zühaldir hep
Evail-i harf için hevvez olmuş hafta
eyyamı
Huruf-u sâniye şeb-i sâlise gün hâkimi nâmı
Şeb-i pazar utarit
ertesi müşteri talib
Şeb-i se şebneye zühre zühal çarşamba şeş gâlip
Hamîs
akşamı şems ve cuma akşamında meh şâmil
Şeb-i sebt oldu merih ol huruf-u
sâniye kâmil
Pazar şems ertesi meh salı merih erbaaya tîr
Hamîse müşteri
cumaya zühreye sebte keyyân-ı mîr
Yedi lafz içre şeb hem ruz-u evâil
saatinden al
Yukarıdan yedi seyyareyi tertib ie say gel
Zühalden müşteri
merih ve şems ve zühreye hoş yet
Utaritle kamerden geç bu tertib üzre hem
devr et
Birer saat hükümetle olur seyyareler kaim
Gecedir oniki saat
gündüz hem oniki daim
Gece gündüz yirmidört olur ysaat ki sânîdir
Değildir
müstevî bunda murad ancak zamanîdir
Zamanî ysaatin miktarı artar eksilir
bile
Adedle muhtellif olmaz şeb ve rûz tûl ve kasr ile
Neharın kavsini hem
onikiye kısmet kıl
Bu saatin iri daim ona nısf-ı südüsdür bil
Şeb ve rûz
tûl ve kasr ile kıyas et saati böyle
Tulu ve hem gurubun geçmişin bul hoş
hesab eyle
Geçen saati bul zulemden ya rubu öğren ya üstürlab
Gaymde yapma
saati bu saatten zamanı ya
Zamanî saati beraber yedi seyyareye ver gil
Ne
kevkeb olduğu vakte gelirse hâkim anı bil
Zühaldir nahs-ı ekber saati hem
ağır olurmuş
Mekânı çarh-ı sâbidir bina yap başlama hiç iş
Mübarek
müşteridir su'd-u ekber saatin hoş bil
Nakl ü bey' ve şira tezvic edip her
şuğula ol mail
Cihan-ı merihe mahkum oluğu ysaat hiç iş etme
Çün oldur
nahs-ı asgar pes kan aldır kimseye gitme
Mübarek şems hükmünde taleb kıl
cümle yârânı
Mekanı çarh-ı râbidir ziyaret eyle sultanı
Çün zühre su'd-u
asgardır o saat ictima eyle
Müferreh sohbet et hoş söz güzel savt istima
eyle
Utarit müntezicdir ol zaman yaz nüsha hem mektub
Kitab oku okut nakş
et hesab etek olur mergub
Kamer su'd oldu bu gökte o saatte sefer
hoştur
Ticaret şirket ve irsal-i mektub ve haber hoştur
Yedi seyare ahkâmı
bu tertib üzere kanundur
Gel ey Hakkı bil ol Hak'kı ki cümle hükm
anındır
Kamu nahsi kau su'du kamu şerri kamu hayrı
Hep edib eyleyen
Hak'dır bir anı bil unut gayri
Ko üç mevlidi dört ümmü yedi âbâî ne
tâkı
Kamusu hâlik ve fâni hüve'l-hayyü hüve'l-bakî
(Hüda'ya şükür ki bunca
yıldızlar ve felekler yarattı. Salat o peygambere
olsun ki, şanında "Sen
olmasaydın kâinatı yaratmazdım" demiş. Sonra Hakkı,
felek ilminin ırrını
açıkladım, dery. Otuz eyt içre uğursuz ve kutlu
saatlerini açıkladım. İki
âlemde Mevla'nın zatını müessir bildim. Evet,
alçağı ve yükseği sebeblere
bağlamış. Eğer olduğun saat ne saattir bilmek
dilersen, o dem ne yıldız
hükmeder, uğursuz ya saadettir? Yedi gece yedi
gün batıp doğduğu an içre,
yedi gezegenden bil hangisi hâkimdir zaman içre.
Haftadan her gün bir
gezegenindir ki, o gece ve güdüzün ilk saatinde odur
hâkim. Hemen ezberle
yedi lafzını, yedi gün bil yedi yıldız. pazar gecesi
utarid, ertesi güne
müşteri talip. Salı gecesine zühre, çarşamba zühal
galip. Perşembe akşamı
güneş, cuma akşamında da ay. Cumartesi gecesi merih.
Pazar güneş, ertesi ay,
salı merih, çarşamba utarit, perşembe müşteri, cuma
zühre, cumartesi zühal.
Yed ilafz içre günün ilk saatlerini al. Yukarıdan
yedi gezegeni tertip ile
say. Zühalden müşeri, merih ve güneş ve zühreye
gel. Utaritle aydan geç. Bu
tertip üzere devr et. Birer saat hükümetle
gezegenler kaim olur. Gece oniki
saat, gündüz de daiim oniki saat. Gece ve
gündüz yirmidör olur. Bunda
eşitleme yesas değil, zaman esastır. Zaman
saatinin miktarı da artar eksilir.
Sayıyla muhtelif olmaz gece ve gündüz.
Uzatma ve kısaltma ile günün yayını da
onikiye böl. Bu saatin her biri ona
altıda birin yarısıdır bil. Gece ve
gündüz uzama ve kısaltma ile kıyas et
saati böyle. Doğuş ve her batışın
geçmişini ubl hoş hesap eyle. Geçen saati
bul karanlıktan ya rubu öğren ya
üstürlab. Gaymde yapma saati bu saatten
zamanı yap. Zamanî saatle birlik yedi
gezegene var gil. Hangi yıldız,
olduğun vakte gelirse hâkim onu bil. Zühaldir
başlama hiç iş. Mübarek
müşteridir büyük saadet, saatini hoş bul. Nakl,
alış-veriş ve nikah edip,
her şuğula meyyal ol. Cihan, merihe mahkum olduğu
saat, hiç iş etme. Çünkü
küçük uğursuz odur. Şu halde ka aldır, kimseye
gitme. Mübarek güneş
hükmünde iste bütün dostları. Yeri dördüncü felektir,
sultanı ziyaret eyle.
Zühre küçük saadettir, o saat topla, sohbet et, hoş
söz, güzel ses dinle.
Utarit, mümtezictir, o zaman nüsha ve mektup yaz. Kitap
oku, okut, nakş et,
hesap etmek rağbet olunur. ay saadet oldu bu gökte, o
saatte sefer hoştur.
Ticaret, şirket, mektup ve haber gönderme hoştur. Yedi
gezegen hükümleri bu
tertip üzere kanundur. Gel ey Hakkı, bil o Hak'kı ki
bütün hükm onundur.
Kamu uğursuzu, kamu saadeti, kamu şerri, kamu hayrı hep
edip eyleyen
Hak'tır. Bir onu bil, gayriyi unut. Üç bileşiği, dört anayı,
yedi babaları
bırak. Hepsi yaratık ve geçici. Yalnız Allah diri ve
bâkidir.)
Dördüncü Madde
Feleklerin sayılarını,
seslerini, nağmelerini, merkezlerinin hareketleriyle
meydana gelen itibarî
daireleri bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar ve
astronomlar sözbirliğiyle demişlerdir
ki: Feleklerin sayısı, yazıldığı üzere;
yirmidörttür ki büyük felek,
sabitler feleği, üç yükseğin üçer felekleri,
güneşin iki feleği, zührenin
üç feleği, utaridin ve ayın dörder feleği... bu
yirmidört felek, birbirini
kuşatıcı ve birbirine teğet bulunup, hareketleri
muhtelif olduğundan, her
bir felek başka bir yerden, canfezâ nağmelerle
tesbih ve tehlil edip,
sürekli Yaratıcı'nın aşkıyle raks ve deveran ederler.
Feleklerin bu
hallerini, rasatçılar âletlerle gözetleyerek işitip temaşa
edip, nice
esrarına vâkıf olmuşlardır. Feleklerin seslerini ve
nağmelerini
perdeleriyle zab edip; üst ve lat makamları itibariyle
ybirbirine
karıştırıp, ruhlar için nice in türlü macun ve lezzetli
şerbetler
yapmışlardır. Her bir canfeza makamı, nice derde deva ve nice
hastalığa
şifa ve nice tab'a safa ve nice kalbe cila ve nice ruha gıda
bulmuşlardır.
Bu ilmi: Ruhanî tıb, ruhanî geometri, ruhanî kuvvet ve musikî
bilgisi diye
isimlendirmişlerdir.
NAZM
Musiki hikmete dair
fendir
Bilene bilmeyene ruşendir
Nice esrarı var idrak edecek
Pür gelir
sinelieri çak edecek
İtibarat ve tekâsim ve füsul
İtiyazat-ı makamat ve
usul
Perde ve peşrev ve savt u amel
Kâr ü nakş ü şa'b ü kavl ü
gazel
Her biri hikmet ile memludur
Can riyazın suvarır bir
sudur
Nağme-i yabis ve hâr ve bârid
Çeşme-i mahz-ı hikemden vârid
Her
biri bir maraza nâfidir
Zıddını her birisi dâfidir
Zîr ve belâsı hevadıry
amma
Dair olur mu havaız dünya
Hikmeti canda revân muzmardır
Anlamaz
lütfunu ol kim kördür
Böylece zevkin eder ehl-i reşad
Eylesin zevkini
Allah ziyad
Verir insana hayat-ı tâze
Nağme-i bülbül hoş avâze
Guş kıl
nağmesini mürgânın
İktiza eyler ise insanın
Nağme-i şuh hoş âheng-i
beşer
Hâh nâ hâh eder insana eser
Nağme bir mantık-ı ruhanidir
Nağmenin
lezzeti vicdanidir
Canfezâdır nefs-i insanî
Dilrübadır niğam-ı
ruhanî
Eğer hakikiatle olursan sâmi
Olmaz evkat-ı hayatın zâyi
(Musiki,
hikmete dair ilimdir; bilene, bilmeyene aydınlıktır. İdrak edecek
nice
sırları var. Sineleri çak edecek pür gelir. İtibarlar, fasıllar ve
taksimler,
makamların imtiyazları ve usul, perde ve peşrev, ses ve amel, iş
ve nakş,
topluluk, söz ve gazel her biri hikmet ile doludur. Can riyazeini
suvarır bir
sudur; kuru, sıcak ve soğuk nağme salt hikmet çeşmesinden
vârittir. Her biri
hastalığa faydalıdır. Zıddını her birisi defedicidir. Alt
ve üstü havadır
ama, havasız dünya döner mi? Hikmeti, canda akan muzmardır.
Kör olan lütfunu
anlamaz. Böylece reşat olanlar zevkini eder. allah zevkini
artırsın. İnsana
taze hayat verir, bülbül nağmesi ve hoş âvâze. Kuşların
nağmesini dinle.
İktiza eyler ise insanın şuh nağmesi, insanın hoş ahengi
ister istemez eder
insana eser. nağme, ruhanî bir mantıktır. Nağmenin
lezzeti vicdanîdir. insan
nefesi canfezâdır. Ruhanî nağme, dilrübadır. Eğer
hakikatle dinleyici
olursan, hayatının zamanları zâyi olmaz.)
Feleklerin çizdiği dairelerin
açıklanması budur ki: Gezegenlerin
feleklerinin içlerinde, noktaların
dönüşüyle çizilen dairelerden iryisi, o
dairedir ki; güneşin merkezinin
hareketinden merkez dışı feleğin çevresi
üzerinde çizilmiştir. Döndürücünün
merkezinin hareketlerinden, taşıyıcı
feleklerin çevreleri üzerinde çizilen
dairelerdir. Yıldızların merkezlerinin
hareketinden, döndürücü feleklerin
çevreleri üzerinde çizilen dairelerdir
ve bu daireler, hangi felekte
çizilmişse, o feleğin ismiyle
isimlendirilmiştir. Mesela, güneşin merkezinin
hareketinden, merkez dışı
felekleri üzerinde çizilen daireye: Merkez dışı
felek denilir. Diğerleri
buna kıyas olunur. Taşıyıcı felekler nâmiyle
lakaplanan beşdaire ve ayın
eğilimli feleğinin kuşağı... Bu altı daire âlemi
keser farz olunsalar,
mümessil feleklerin ve burçlar feleğini ve büyük
feleğin yüzeylerinde
oluşan daireler, burçlar feleğinden eğilimli oldukları
için, onlara:
Eğilimli felekler derler. Bu dairelerin isimlendirildiği
felekler, yukarıda
açıklandığı üzere, âlemin kutbundan ve burçların kutbundan
gayri kutuplar
üzerinde hareket ettiklerinden, bu çizilen daireler dahi
burçlar feleğinden
eğilimlidirler. Şu halde, mümessillerin yüzeyleri üzerinde
kesişirler. Bu
noktalar, yukarıda belirtilen tepeler ve eteklerdir. İşte
feleklerin
suretleri ve daireleri bunlardır.
Beşinci
Madde
Yedi gezegen yıldızın ve dört keyfiyetin tesirlerinin
başlangıçlarını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, kelamcılar
demişlerdir ki: O müneccimler ve
tabiatçılar ki, Yaratıcı olan Allah'ı
tanımaktan mahrum olmuşlardır. Onların
bütün işleri, yıldızlara ve tabiatlara
dayanıp, dalalette kalmışlardır.
Bunların misali o iki karıncadır ki, bir
kâğıt üzerinde yürürken bir nakş
ortaya çıkar. O anda karıncanın biri şâd
olup, der ki: "İşlerin hakikatinin
kalemden vücuda geldiğine muttali oldum."
Bu karınca, en son derecede olan
tabiatçı gibidir ki, bütün tasarrufları,
sıcaklığa, soğukluğa, rutubete ve
kuruluğa havale etmiştir. Karıncanın öbürü
dahi dikkatle bakıp, görür ki;
kalemin hareketi kendisinden değildir. O,
parmakların iradesiyle olmuştur. O
zaman sevinip, önceki karıncaya der ki:
"Sen galat etmişsin ve durumun
hakikatini idrakten ırak gitmişsin. Zira ki,
işlerin oluşu kalemden
değildir. Belki bütün tasarruflar parmaklardandır.
Kalem ise parmaklar
arasında mecbur ve boyun eğmiştir." Bu karınca ise, o
müneccim misalidir
ki; işlerin tasarruflarının tümünü yıldızlara isnat
yetmiştir. Bilmez ki,
kendi dahi bilmeyip hataya gitmiştir. Zira ki,
yıldızlar meleklerin elinde
mecbur ve çaresizdir. Meleklerse, Hak Taâlâ'nın
emrine itaatkâr ve boyun
eğicidir. Hepsi onun iradesiyle sâkin ve
hareketlidir.
Biçare tabiatçı ki, tasarrufu tabiatlara isnat eylemiştir; o,
sözü gerçek
söylemiştir. Zira ki, tabiatların tasarrufta katkısı vardır. Eğer
katkısı
olmasaydı tab ilmi bâtı olup, hastalıkların ilâçları gereksiz ve
âtıl
olurdu. Halbuki insan anatomisi meşrudu ki, onu öğrenmeye izinliyiz.
Şu
halde o tabiatçının hatası ancak budur ki, görüşü zayıf olup, topal
eşek
misali o menzilde yatmıştır da orasını bilmemiştir. Tabiatçı dahi
hak
Taâlâ'nın yed-u kudretindedir ve tasarrufları onun
tesiriyledir.
Biçare müneccim de demiştir ki: Güneş bir yıldızdır ki, âlemde
sıcaklık
onunladır. Işık onunladır. Eğer güneş olmasa idi bitkiler ve
canlılar
bulunmazdı. Gece ve gündüz fark olunmazdı. Ay bir yıldızdır ki,
meyvelerin
lezzeti onunladır. Eğer güneş olmasa idi bitkiler ve canlılar
bulunmazdı.
Gece ve gündüz fark olunmazdı. Ay bir yıldızdır ki, meyvelerin
lezzeti
onunladır. Gecenin nuru onunladır. Eğe ay olmasa idi çiçeklerde
ve
meyvelerde tabii kokular, şaşırtıcı renkler ve lezzetler
bulunmazdı.
Hafta, ay ve sene fark olunmazdı. Güneş, sıcak ve kurudur; ay
soğuk ve
rutubetlidir Şu halde yıldızlar bu keyfiyetleriyle (nitelik)
âlemde
mutasarrıftır. Müneccim bu sözlerinde sâdıktır. ancak şunda yalancıdır
ki,
işleri yıldızlara isnat etmiştir. Yıldızlar ise, Hak'kın emriyle
bu
tasarruflara yetmiştir. müneccim bunu idrak etmemiştir ki, bütün
eşyada
mutasarrıf ve müessir ancak Hak Taâlâ'dır.
Müneccimle tabiatçının
ihtilâfları, o iki köre benzer ki; biri filin
hortumunu ve biri ayağını
tutmuştur. Biri der ki: Fil, bir oluk gibi
nesnedir. Öbürü der ki: Fil, bir
direk gibi nesnedir. Her biri, kendi
tuttuğu uzvun vasfında doğru
söylemektedir. Lâkin filin bir uzvuna tamam
fil budur, dediklerinde hata
etmişlerdir.
Yıldızların ve tabiatların tesir ve tasarrufta katkıları vardır.
Lâkin
tesir ve tasarruf, onlara münhasır ve mahsus değildir, belki yıldızlar
ve
tabiatlar, Yaratıcı ve Hakim olan Allah'ın, âletler misali
hizmetçileridir.
Mesela bir padişah, bir büyük saray bina edip, onda kendi
veziri için bir
özel örş hazırlasa ve o köşkü etrafında bir avlu peyda edip,
onda oniki
hücre bina eylese ve her bir hücrede bir nâib nasb eylese; ta ki
vezir-i
âzam, içeriden her ne buyurursa onun emrini taşraya tebliğ edeler.
O
hücrelerin kapıları üzerinde yedi atlı nakib yani beyler tayin eylese,
ta
ki hizmette hazır olalar. Padişahtan vezire ve ondan nâiblere ve
onlardan
nakiblere ârit olan emir ve hükümleri taşrada icra kılalar. Taşrada
da dört
yaya zâbit koysa, ta ki ellerinde kementler tutup, padişahın emriyle
bazı
insanları bağlayıp, dergâha getireler. Bazısını dahi derghahdan
reddedip,
süreler. İmdi, bu misalimizde padişahtan murat, âlemlerin rabbi
olan
Allah'dır. Büyük saray arş-ı azamdır. Vezir-i azam ilk akıldır.
Köşk
kürsüdür ki, vezir-i azamın makamıdır. Avlu sekizinci felektir ki,
oniki
burcunda oniki melek vardır. Atlı nakibler yedi gezegendir ki, onlar
gece-
gündüz o burçların kapılarını dolaşıp hizmet ederler Yaya zâbitler
dört
unsurdur ki, kendi vatanlarından hareket etmezler. Sıcaklık,
soğukluk,
rutubet, kuruluk ört kement benzeridir ki, ateş, hava, su ve
toprağın
ellerindedir.
Bir kimsenin durumu değişikliğe uğrasa, üzüntü ve
gam istilasıyla şaşırıp
kalsa ve dünyadan yüz çevirip, el çekmek zamanı
gelse; onu hakkına tabib
der ki: Buna sevda hastalığı üstün gelmiştir,
malihülya illetini bulmuştur.
Bunu etimon şerbeti ile ilaçlamak lazımdır.
Tabiatçı dahi der ki: Bunun
hastalığı, tabiatına kuruluk üstün geldiğindendir
ki dimağı üzere istila
etmiştir. Tabiatının kuruluğuna sebeb kış havasıdır.
Bahar gelip, rutubet
havası üstün olmadıkça buna ilaç olmaz. Müneccim de der
ki: Buna, sevda
ârız olmuştur. Sevda ise utarid ile merih arasında kötü
bezerlik
oluşmasından meydana gelir. Utaride iki kutlunun yaklaşmasıyle
üçlenme
erişmedikçe bunun hali iyiye gitmez. Halbuki bunların hepsi
sözlerinde
doğrudur. Zira ki, her biri aklı erdiği kadar söylemiştir.
Neylesinler ki,
cüzî akılla aslına ermemişlerdir. Ama hakikatte onun aslı
budur ki: Kaçan
bir kimseye saadet ikbal edip, Hak Taâlâ ona hidayet etmek
murat eylese, o
kimseye iki kuvvetli nakib havale eder ki, uturidle merihtir.
Onlar dahi
unsurlarla yaya olan zâbitlerle emrederler ki: Kuruluk kemendii o
kimsenin
boynuna takıp, kuruluğu başına ve dimağına havale ederle. Onu
dünya
lezzetinden yü çevirtip, hüzün ve gam kamçısıyle sevk edip,
irade
yularıyla Hak'ın huzuruna yedeler. Bu hakikati bu şekilde idrak, ne
tıp
ilmiyle ve ne tabiî hikmetle ve ne yıldızların hükümleriyle hâsıl
olur.
Belki Nübüvvet ilmiyle ortaya çıkar ki, her şeyi kuşatan ezelî ve
ebedî
padişahı bilmiş ola. Zira ki, Hak Taala kendi sevdiği kullarını, kâh
mihnet
ve bela ile ve kâh sevda hastalığıyle cenab-ı izzetine davet eder ki:
"Ey
benim kullarım! Sizin bela ve mihnet sandığınız, benim lutuf ve
sevgimin
kemendidir ki, huzurumda muhterem olan kullarımı onunla kendi rıza
ve
cennetime ve huzur-u izzetime davet ve cezb ederim." Nitekim
haberde:
"Muhakkak ki bela, önce peygamberlere, sonra velilere, sonra
benzerlerine,
benzerlerine... vekil olur," diye vârid
olmuştur.
Astronominin hikmetlerinden bu miktarca açıklamayla irfana vesile
olan
fikretme ve düşünme, cihanın yaratıcısının sanatlarını öğrenme
kolaylaşıp;
yüce isteğimiz olan Mevla'yı tanıma hâsıl olmuştur. Şimdi bir
miktar dahi
unsurların ve bileşiklerin durumlarını açıklayıp, yapılarında
oluşum ve
bozuşum olanların esrarını a açıklamak uygun görülmüştür. Ta ki
mütalaa eden
akıl sahiplerine ibret verici olup, sürur ve huzur ile gönülleri
dolup,
lisanlarının virdi Mevla'nın tesbihi ola. (Melekûtun ve mülkün sahibi
Allah
münezzehtir. Mabutların meliki münezzehtir. Mevcutların belli ki
münezzehtir.
Kuddüs, sübbuh, ölümsüz ve uykusuz olan diri melik münezzehtir.
Ey
Rabbimiz, meleklerin ve ruhların rabi. Celle celalihi ve amme
nevalihi!).
[TOP]
19-BÖLÜM:
ÜÇÜNCÜ BAHİS
Yapısında oluşum ve bozuşum
olan sülfî cisimlerin mahiyet ve keyfiyetini,
yani dört unsurun yerlerini ve
durumlarını; üç bileşiğin vasıflarını ve
hallerini ve esirilerin etkileriyle
olan şekil değişikliklerini; Türklerin
yılının hükümleriyle olan
keyfiyetlerin değişimini; yeni astronominin bazı
makalelerini on bölümle
hakîmâne tafsil eder.
BİRİNCİ BÖLÜM
Ateş unsurunun
mahiyetini, tavır ve durumlarının keyfiyetini dört madde
ile
açıklar.
Birinci Madde
Ateş küresinin bazı
durumlarını bildirir.
Ey aziz, malim olsun ki, astronomlar
demişlerdi ki: Basit cisimler: Ateş,
hava, su ve topraktır. Bu dördünden, üç
bileşik (mevalid-i selâse) olan
bileşik cisimler, bileşmiş ve doğmuş olup,
yine dörde ayrıştıkarından,
bunlara: Unsurlar derler. Bu dört unsurun bir
araya gelmesinden ve biri birine
dönüşüp kaynaşmasından bileşiklere oluşum ve
bozuşum ârız olduğu için
bunlara dört esas (erkan-ı erbaa) derler. Bu
unsurlar ve dört esas, ay
feleğinin altında yani ayın alt yüzeyinin altında,
yukarıda açıklanan tertip
üzere, biri birinin içinde, her biri kendi yerinde
karar etmiştir. Tümünün
en latif ve en yüksek olanı, ateş unsurudur ki,
paralel iki yüzeyle
kuşatılmış basit bir cisim ve üre bir cevherdir. Üst
yüzeyi, ay feleğinin
alt yüzeyine ve alt yüzeyi havanın üst yüzeyine
teğettir. Ateş küresinin
yeri, ay feleğinin altında ve hava küresinin
üstündedir. Kendisi mutlak
ulvî, latif, halis ve diğer unsurlar gibi renksiz
ve hepsine üstüdür. Onu
göz idrak edemez. Güneşin sıcaklığının etkisiyle
topraktan ve sudan her ne
kadar katı dumanlar, yoğun buharlar yükselip, ateş
küresine erişirse de, o,
hepsini yakıp, hâlis ateş eder. Eğer ateş küresi,
bizim yanımızda olan ateş
gibi renkli ve ışıklı olsaydı, yıldızlar ve
felekler âlemini seyretmekten
gözümüzü men ederdi. Bu unsurun tabiatı, kendi
yerinde sükû ve karar iken ay
feleğinin günlük hareketine uyarak, onu teşyî
edip, âlemin merkezi
çevresinde doğudan batıya gider ve bütün parçaları
birlikte bir karar üzere
sürekli döner.
İkinci
Madde
Ateş küresinin tabiat ve kabiliyetini, uzaklık ve büyüklüğünü
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki astronomlar demişlerdir ki: Ateş
unsurunun tabiatı,
sıcaklık ve kuruluk olup, mutlak ulvi bulunduğundan, öteki
unsurlara
muhaliftir. Yakma ve kapanma kabul ettiğinden, oluşum ve bozuşma,
muhtemel
şekiller almaya kabiliyetlidir. Nitekim yukarıda açıklandığı üzere,
kendi
yerinde inen parçaları, diğer unsurlara dönüşüp, başkalaşır, bu
açıktır.
Rasatçılar, geometriciler ve matematikçiler ittifak üzere
demişlerdir ki:
Ateş küresinin üst yüzeyinin yeryüzünden uzaklığı, yaklaşık
kırkbirbin
dokuzyüz yirmialtı fersah ölçülmüştür. Alt yüzeyin yer yüzünden
uzaklığı,
yaklaşık onbeşin yirmialtı fersah bulunmuştur. ateş küresinin
kalınlığı ve
derinliği, yaklaşık altıbin dokuzyüz
fersahtır.
Üçüncü Madde
Ateşi çeşitlerini
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Ateş
cinsi nice
çeşittir. İlk olarak bu ateş unsurudur ki, bunun tesiri
yakıcıların
çeşitlerinin tümünden kuvvetlidir. Sıcaklığı şiddetlidir. Çünkü
Hak Taala
Kelam-ı Kadim'inde: "O Allah ki, yedi kat gökleri ve bunlar kadar
da yer
yarattı." (65/12) buyurmuştur. Şu alde filozoflar, suflî unsurları,
bu
ayet-i kerimenin mazmununa tatbi için, hava unsurunu üç tabaka ve
toprak
unsurunu iki tabaa farzetmişler. Tamamına yedi tabaka itibar edip,
ateş
küresini birinci tabaka saymışlardır. ikinci olarak, demirde, taşta
ve
yeşil ağaç ta gizli olan ateştir ki, sert demiri ve katı taşı eritip
toprak
eder. Bitkileri ve ağaçları yakıp, kül eder. O halde, karanlık, soğuk
ve
kesif olan bu üç cisimden, latif bir cisim olan sıcak ve nuranî soğuk
ve
kesif olan bu üç cisimden, latif bir cisim olan sıcak ve nuranî
ateşi
çıkarmak, şaşılacak bir hikmet ve garip bir sanattır. Üçüncü olarak
yıldırım
ateşidir ki, latif cisimlerden geçip, kesif cisimleri yakar.
Dördüncü
olarak haramen ateşidir ki; o, gök gürültüsü, şimşek ve bulut
olmadan
geceleyin gökten parlardı. Onun ışığında Benî Tay kabilesi, üç
günlük
mesafeden develerini görürdü. Bu ateş, kendisine yakın olanları
yakıp;
gündüzleri duan görünüp, geceleri ateş olurdu. İsmail
aleyhisselam
evladından Halit bin Binan, derin bir kuyu kazdırıp, o ateşi,
buraya
kapatmıştı. Bir zamanlar halk onu seyran ederdi. Bundan sonra, o nar,
o
kuyu içinde kayboldu. Beşinci olarak şihab-ı kabesdir ki, halk onu
yıldız
parlaması sanır. Halbuki o, yerden havaya çıkıp, soğukluktan
etkilenmeden
ateş tabakasına ulaşan dumandı. Altıncı olarak, cehennem
ateşidir.
Dördüncü Madde
Ateşin ışığa
bitişmesine, ruhun bedene bağlanmasının birkaç yönden
benzerliğini
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki:
Hayvanî ruhun bedende
yüreğe bağlılığı ve bitişikliği aynen ateşin lambanın
fitiline bağlılık ve
bitişikliği gibidir. Nitekim bu bağlılığın ibtali bir
nefesle kolay olduğu
gibi, ruhun bağlılığının iptali de bir çekiştirmeyle
kolay olur. Lambanın
yağı bittiğinde, ateş ayrılıp, söndüğü gibi, bedenin
tabii rutubeti
bitiminde, nefes ondan ayrı düşer. Her yerde ki, ateş hava
alıp sönmez,
orada insan dahi hava alabilip ölmez. Ateşin söndüğü yerde,
insan dahi
helak olup, nefes alamaz. Şu halde, madenciler ve kazıcılar, bir
mağaraya
girmek isteseler; önce bir uzun asanın ucuna bir kandil asıp,
mağaranın
içine sokarlar. Eğer o kandil sönmediyse, onla dahi yürüyüp,
içeri
girerler. Eğer kandilin şulesi söndüyse, hemen geri dönerler,
kaçarlar.
Nitekim kandilin yağı, fitilinde bittiğinde, iki üç defa şulesi
hareket
edip, ışık verir, ondan sonra söner. Ayı şekilde insan da ölüm
anında
kuvvetlenir ki, bu duruma ölüm sıhhati derler. Sonra, ruhu
bedenden
ayrılır.
[TOP]
[TOP]
21-BÖLÜM:021:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Hava küresinin alt
tabakasını, tabiat ve vasıflarını, hareket ve isimlerini
ve sair durumlarını
sekiz madde ile açıklar.
Birinci Madde
Hava unsurunun
alt tabakasının bazı durumlarını bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki,
filozoflar ve astronomlar sözbirliğiyle
demişlerdir ki: Hava unsurunun alt
tabakası, ateş tabakasına nispetle
dördüncü tabakadır. Bu tabakanın havası,
çeşitli hareketlerle hareket
halindedir. Bunun kalınlığı ve derinliği,
yaklaşık onaltı fersahtan fazla
mesafedir. Bu alt tabaka, kesif bir havadır
ki, toprağa ve suya komşu olup,
onlara düşen güneş şuaları ve yıldızların
akislerinin sıcaklığıyle
ılımlılık kazanıp, buna ârız olan kara ve denizlerin
soğukluğuyle
kalmamıştır. Gökkuşağı, hâle, duman, ırağı ve çiğ; tan
vakitleri, gece,
gündüz ve rüzgârlar bu tabakada oluşur. Eğer bu tabaka,
güneşin ve
yıldızların sıcaklığıyle ılımlı olmasaydı, toprak ve sudan
kazandığı
soğukluğu, üzerinde olan soğuk tabakanınkinden fazla ve şiddetli
olurdu.
Nitekim kutup altında, tepe noktasından güneş uzak olduğundan, hava
öyle
bir derecede soğuk olur ki, deniz donup, kardan boş hiç bir yer
kalmaz.
Soğuğun şiddetiyle bitkiler ve hayvanlar helak olup, orada imaret
mümkün
olmaz. Bu durumda, hava küresi üç tabakaya bölünüp, üst tabakası
ateşe
komşu olduğundan oldukça sıcaktır. Orta tabakası, aşağıdan yükselen
su
buharıyle komşu olduğundan, ifrat derecede soğuktur. Alt tabakası, yere
ve
suya komşudur, lakin şuaların aksiyle tabiatı ılımlıdır. Onun için
bu
tabakaya: Kürre-i nesîm derler. Buhar ve dumanla karışık olduğundan,
buna:
Buhar küresi ve duman küresi de derle. Bu tabakanın havası
kesif
olduğundan, güneşin ışığı ancak bunda zâhirdir. Yerin gölgesi ancak
bunda
yürüyüp, döner. Onun için buna: Gece küresi ve gündüz küresi
denilmiştir.
Bu kürenin rengidir ki, gök rengi görünmüştür. Zira ki,
filozoflar
nazarında, bu tabakanın üstünde gece ve gündüz olmaz. güneş ve
yıldızların
nurlu ışıkları, onda ay küresinin kesif cisminden gayri lâtif
cisimlerde
yansıma ile ortaya çıkmaz. Lakin feleklerin gündüzü pâk bir nurdur
ki, ne
şarkîdir, ne garbîdir. Orada sabah ve akşam yoktur. (Allah
dilediğini
nuruna hidayet eder.) Bu tabakanın yeryüzünden yüksekliği
belirtilen
kalınlığı miktarıdır ki, onaltı fersahtan
fazlacadır.
İkinci Madde
Hava küresinin alt
tabakasında meydana gelen çeşitli rüzgârları ve cihanın
yönlerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki:
çeşitli rüzgârların
meydana gelmesi, deniz dibinde hava, unsurunun değişik
yönlere hareketi ve
dalgalanmasıyle olur. Nitekim denizin yüzündeki su
unsurunun dalgalanması,
bir cüzünün bir cüzünü değişik yönlere yitmesiyle
vücut bulur. Hava unsuru
ile su unsuru iki sâkin deniz iken, hava
zerrelerinin hareketi hafif
olmuştur. Su zerrelerinin hareketleri ağrılık
bulmuştur.
Rüzgarların meydana gelmesinin sebebi budur ki: Güneşin tesirinden
ya
başkasından hâsıl olan dumanlar yerden yükselip, soğu tabakaya
ulaştığında,
eğer onların sıcaklığı kırıldıysa, aşağıya inmek için hareket
edip, bu
yüzden hava denizi dahi dalgalanır. Böylece rüzgar olur.
Eğer
sıcaklıklarını yitirmedilerse, ateş küresine yükselirler. Ateş ise
o
duanların yersel maddelerini yakıp, kalan havaî maddesini
dönüsel
hareketiyle aşağı tarafa iter. İşte bu hareketle hava dalgalanıp,
rüzgâr
olur. Rüzgârın bir sebebi de budur ki: soğuk tabakada bulutlar ağır
olup,
yukarıdan aşağıya yöneldiğinden, bunlar, iniş hareketiyle suhunet
bulup,
havaya dönüşerek, bizzat kendileri hareketli rüzgâr olur. Bu geriye
dönüşle
hava dalgalanıp, rüzgâr olur. Bir ebedi dahi budur ki,
bulutların
biribirine yığılmasından ve izdihamından hava yine
hareketlenip,
dalgalanır. Böylece rüzgâr eser. Veyahut bulutlar kıvamda
uyuşamayıp kesifi
hafifini ittiğinden, hafif bulutlar bir taraftan yürüyüp,
havanın
dalgalanmasından rüzgâr meydana gelir. Bir sebebi dahi budur ki,
havanın
ısınmasıyle bir taraftan yayılır, ona başka bir cisim karışmaksızın
miktarı
fazlalaştığından, komşusu olan havayı iter, itilen komşusunu iter,
böyle
böyle hava dalgalanarak gider. Bu itişme yavaş yavaş zayıflayan,
merkezden
uzaklaştıkça, giderek hava sakinleşir. Mesela bir durgun suyun
ortasına bi
taş atıldığında, ne şekilde dalgalanırsa, durgun hava dahi onun
gibi
dalgalanır. Bir sebebi dahi budur ki: Hava yoğunlaşmasıyle ir
tarafta
toplandığında, yine hava dalgalanası olur. Zira ki, havanın hacmi
iyice
yoğunlaşıp, boşluk nedeniyle çevredeki hava zorunlu olarak o tarafa
hareket
ederek,rüzgâr peyda olur. Bir sebebi de budur ki, yerden
yükselen
dumanların bazısı, soğuk tabakaya ulaşmazdan önce havaya dönüşüp,
bir
taraftan bir tarafa hareketle rüzgâr olur.
Sam yelinin sebebi ise,
şihab maddesinin kalıntıları olan göktaşlarıyla
karışarak yakıcılaşan havanın
hareketleridir. Yahut halis havanın, sıcak
araziden geçmesinden, yakıcı
niteliği ile nitelenip, sam yeli olur.
Kasırganın sebebi: O ki, yeryüzünü
süpürür, devran ile kendi kendine
sarılıp ayağa kalkar gibi görünür, havaya
yükselir. Bu yele: Ümm-ü zevba
(burgan) derler. Bunun çoğunlukla sebebi odur
ki: Soğuk tabakadan inen
rüzgâr, bulutlarla karşılaşıp, bulutlar da çeşitli
rüzgârlarla deveran
etmekteyken, o inen rüzgâr dahi dönmeye başlayıp, bu
haliyle yere iner. O
anda, çalı-çırpı ve toz-toprak ne bulursa döndürüp,
endamıyle bir daire
görünür ve kâh olur ki, çeşitli yönlerden esen rüzgârlar
birbirine
rastlayıp, itişerek, yerden kopardıklarıyla birbirlerine
saldırırlar. O
anda, rüzgârların arasında kalan şeyler sıkılıp, bükülüp,
minare gibi
yükselir. Güya ki, uzuvları var gibi, birbiriyle sarmaş dolaş
görünürler.
Kâh olur ki, denizde geriye rastlayıp, döndürür. Kâh olur ki, bu
buragan
ortasına bir bulut düşüp, onu havada döndürürken, büyük bir
hortum
şeklinde görünür.
Şahıslara göre cihanda yönler altıdır ki: Şahsın
altı, üstü, önü, arkası,
sağı ve soludur. Lakin astronomlar, cihanın dört
yönünden, güneşin doğduğu
tarafa, doğu; battığı tarafa, batı adını
vermişlerdir. Doğuya dönük olan
kimsenin sağ tarafına güney, sol tarafına,
kuzey demişlerdir. Bu sayılan
dört yönün aralarında dört yön daha koyup,
tertip etmişlerdir. Doğu ile
kuzey arasına: Yaz doğusu (kuzeydoğu), doğu ile
güney arasına: Kış doğusu
(güneydoğu), güneyle batı arasına: Kış batısı
(güneybatı), batı ile kuzey
arasına: Yaz batısı (kuzeybatı), adlarını
vermişlerdir. Şu halde cihanın bu
altı yönüne, sekiz rüzgâr nispet ve tayin
edip: Doğu, batı, güney, kuzey
taraflarından hareket eden dört rüzgârı; temel
rüzgârlar itibar
etmişlerdir. Bunların aralarında esen rüzgârları, tâli
rüzgârlar itibar
ederler. Bu rüzgârlarla yelkenli gemiler denizlerde her yöne
gitmişlerdir.
İstenen sahillere yetmişlerdir.
İmdi, rüzgârlar gönderici
olan kâdır ve kayyumun kudret ve azametini bir
kere fikredip düşünsen ki,
bize gönderdiği bu rüzgârların, ağır gemileri
yürütüşü, bulutları yayışı gibi
nice büyük faydaları vardır ki, binde biri
ancak bilinmiştir. Zira ki,
"Rüzgâr olmasaydı, herşey bozulurdu,"
denilmiştir. Çünkü havanın yönlere
hareketi bu kadarlık açıklandı. Şimdi de
fayda ve özelliklerini açıklayalım,
ta ki he bi nefeste iki nimet olduğu,
herkese ayan olup, herkes kendini
nimete batmış bilip, nimet vericiye
şükredici
olalar.
Üçüncü Madde
Bizi kuşatan havanın,
bedenlerimize ve ruhlarımıza olan tesirlerini ve
menfaatlerini
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki:
Hak'ın tesiriyle, bizi
kuşatmış olan havanın bedenlerimize tesiri çok
açıktır. Bu hava,
bedenlerimizin ve ruhlarımızın unsuru olduğundan,
ruhlarımıza ulaşan
âdaletli bir fâil gibi sıhha ve âfiyetimizin sebebi
olmuştur. Bu durumda
havadan ruhlarımızda hâsıl olan tadil, iki şekildedir.
iri rahatlandırma,
diğeri temizlemedir. Rahatlandırma: Ruhunhararetli mizacı
hapsolunarak
şiddetlendikçe, ona akciğerden ve can damarlarına bitişik olan
nabz
mesamelerinden hava vermektir. Zira ki,bizi kuşatan hava, ruhumuzun
aziz
mizacına kıyasla, gayet soğuktur. Şu halde havanın sadmesi ruha
ulaşıp,
karıştığında, hayatımızın sebebi olan nefesin etkisinin kabulü
yeteneğinden
ruhu men eden kötü mizaca neden olan ateşe dönüşmesinden ruhu
koruyup;
buharsı rutubetinin cevheri yok olmadan onu en eder. Temizlenme ise:
Bu
bedenin en feyizli karışımı gibi olan ruhun, ayırıcı yeteneğiyle
içimize
aldığımız havanın dumansı buharını ayrıştırıp, nefes dışarı çıkarken
teslim
etmesidir. Demek ki, burunu çekilen havanın tadili, havanın ruh
üzerine
gelmesiyle olur. Temizlenme, havanın candan dışarı çıkmasıyle olur.
Zira ki
tadil için alınan hava, önce soğuktur. Ama içeride, uzun süre
hapsedilip,
ruhun niteliğiyle nitelenip ısınsa, faydası bâtıl olur. Bu tür
havadan ruh,
istiğna edip yeni havaya muhtaç olur ki, yeni hava akciğeri
içine girip
öncekinin yerini ala. Şu halde, zorunlu olarak alına havayı
vermek
gereklidir. Ta ki, hemen ardınca gelecek havaya boş yer kala ve o
havanın
çıkmasıyle birlik onun fazla cevherlerini (karbondioksit) ruh dışarı
ite.
Hava mutedil ve saf olup, ruhun mizacına uymayan garip cevherler
ona
karışmamıştır. Havanın işi, temizleme ve rahatlandırma suretiyle
bedenlere
ve ruhlara sıhhat ve âfiyet vermektir; korumak ve siyanet etmektir.
Eğer
hava bozuşuma uğradıysa, onun işi de, beden ve ruhlar zarar
vermektir.
Hakikatte zarar veren ve fayda veren yaratıcı olan Hüda iken,
edenleri ve
ruhları sebeblere ve havaya
bağlamıştır.
Dördüncü Madde
Bizi kuşatan havaya
ârız olan tabiî değişmeleri bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki,
filozoflar demişlerdir ki: Bizi sara havaya tabii
ve tabii olmayan
değişiklikler, tabii akımın zıddı olan değişmelere ârız olur
Tabii
değişmeler, mevsimsel değişmelerdir. Zira ki, bu hava, her mevsimde
başka bir
mizaca bürünür. Bahar havası mutedildir. Yaz havası sıcaktır.
Sonbahar havası
ılımlıya yakındır. Kış havası soğuktur. Gerçi tıp
âlimlerine göre, bu dört
mevsimin havası, iklimlere ve bölgelere göre
değişiktir. Lakin müneccimler
nazarında, değişmeler muteber değildir.
Onlara göre, dört mevsim şöyledir:
Güneşin, ilkbahar eşitlik noktasından
başlayarak koç, boğa ve ikizlerde
bulunduğu süre ilkbahardır. Yengeç,
aslan ve başaktayken yazdır. Terazi,
akrep ve yaydayken sonbahardır.
Oğlak, kova ve balıktayken kıştır. Ama dört
evsimin mizaçlarının
biribirinden farklılığı, güneşin tepe noktamıza yakın ve
uzak olması
nedeniyledir. Şu halde yaz mevsiminin sıcak olması, güneşin tepe
noktamıza
yakın olup, şuası kuvvet bulduğundandır. Zar ki, yaz mevsiminde,
şuaların
akisleri, bölgelere göre dar ve dik açılar üzere olmayıp, geniş açı
üzere
olur. Bu duruma şualar kesif olup, sıcaklığı iki kat olduğu için, bizi
sara
havayı çok ısıtır. Bunun esas sebebi budur ki: Güneşi şualarının
bazısının
kaynağı silindir ve konu biçiminde olur Güya ki, güneşin şuası,
merkezden
çıkıp, karşısında bulunan nesnenin içine işler. Şuaların
kaynaklarının
bazısı basit bir çevrim veya basite yakın çevrim biçimindedir.
Halbuki
şuanın etkisinin gücü okunun yanındadır. Şua okunun, düştüğü yere
göre
çevreye etkisi zayıf olur. Yaz mevsiminde, güneşin şuasının dik
düştüğü
veya dike yakın düştüğü yerde bulunuruz. Kışınsa ya şuanın düştüğü
yerin
çevresinde veya çevresinin yakınında bulunuruz. Bunun için, yazın
güneş,
doruğuna çıkıp, yerden uzak olsa bile, bölgemize ışığı fazla ve
etkilidir.
Kışınsa, güneş eteğine inip, yere yaklaştığı halde, bölgemize
ışığı zayıf
gelip, hava soğuk olur. Zira ki, yaz mevsiminde güneş bizim tepe
noktamıza
yakın olur, kış mevsiminde ise uzak olur. Fakat ilkbahar ve
sonbaharda,
şuaların düştüğü noktalar çevremizde bulunduğundan hava ılımlı
olur.
Beşinci Madde
Bizi kuşatan havaya ârız
olan, tabii olmayan göksel değişmeleri bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki,
filozoflar demişlerdir ki: Bizi saran havaya ârız
olan tabii olmayan
değişmelerin bazısı göksel işlere, bazısı yersel
işlere
bağlıdır.
Göksel işler nedeniyle olan hava değişimleri,
yıldızların etkisiyle
Olan değimelerdir. Zira ki ışıklı yıldızlar bir yerde
toplanıp, güneşle dahi
biraraya gelmeleri sırasında, yerin başucu noktasına
veya yakınına düşen
gölgeleri kuşatan havayı, ifrat derecede
güzelleştirirler. Bazan bu birleşme
başucu noktasından uzakta olur ve havanın
güzelliği eksilir.
Yersel değişmeler nedeniyle olan hava değişmelerinin
bazısı, bölgeleri
enleme sebebiyle, bazısı, bölgenin yerinin yüksekliği ve
alçaklığı
sebebiyle, bazısı, dağlar sebebiyle, bazısı rüzgârlar ve bazısı
toprak
sebebiyle hâsıl olur.
Bölgelerin enlem farkından olan hava
değişmeleri açıktır. Zira ki he belde
ki kuzey tarafta yengeç dönencesine ve
güney tarafta oğlak dönencesine
yakındır. O bölgenin yazı ekvator tarafında
olan bölgelerin yazından ve
kuzey tarafa yakın olan bölgelerin yazından daha
sıcaktır. Şu halde gün
eşitleyici dairesi altında bulunan yerlerin havasını
mizacı itidale daha
yakındır. Zira ki burada havanın sıcaklığının sebebi
güneşi tepe noktasına
gelmesidir. Halbuki ışınların tepeden ve dik gelmesi
çok tesir etmez, belki
bunun sürekliliği çok tesir eder. Bu sebepten gün
yarısı vaktinde olan
güneşin sıcaklığı, ikindiden önce çoğalır. Bunun içindir
ki, güneş, yengeç
burcunun doruğundan meyl edip biraz güneye inse sıcaklığı
şiddetli olur.
Güneş, mümessil feleğin eğiliminde bulunduğundan henüz yengeç
burcunun
doruğuna ulaşmıştır. Mesela güneş, ikizler burcunun tepesinde iken
havaya
yaptığı tesirden, aslan burcunun tepesine geldiğinde daha çok tesir
eder.
Zira ki aslanın tepesinde iken ışınların dik gelmesi süreklidir.
Halbuki
ekvatora çakışık olan yerlerde güneş, birkaç gün tepede bulunup,
hızla
uzaklaşır. Zira ki eşitlik noktasının yakınında olan gün ışınlarının
eğim
fazlalığı, dönüm noktasının yanında bulunan eğim fazlalığından
çok
büyüktür. Belki dönüm noktasının yanında olan artışın hareketi, üç
dört
güne mahsus olmaz. Elbette güneş, orada bir müddet yakın bir yerde
kalıp
havanın ısınmasına sebep olur. Şu halde bundan malum oldu ki, o bölgede
ki,
genel meğil enlemlerine yakındır. Onlar en sıcak bölgelerdir. Onlardan
sonra
en sıcak yerler, onların kutuplarından yana olan taraflarında
ve
güneşitleyiciden yana olan taraflarında onbeşer dereceye değin
enlemi
bulunan beldelerdir. İki dönüm noktası arasındakiler de bunlar
gibidir.
Altıncı Madde
Bizi kuşatan havaya harız
olan tabii olmayan yerel değişmeleri yani
yeryüzünün bölgelerinin yükseklik
ve alçaklık sebebiyle, dağlar denizler,
rüzgârlar ve toprak sebebiyle havaya
ârız olan değişmeleri bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar
demişlerdir ki: Bölgenin yüksek ve
alçak yerde bulunması ile havanın
değişmeleri muhakkaktır. Yüksek yerde
bulunan bölgenin havası sürekli soğuk
olur. Alçak yerde bulunan bölgenin
havası sürekli sıcak olur. Zira ki güneş
ışınlarının yerden aksetmesi ile
kazandığı sıcaklığın şiddeti, yere yakın
olan tarafı bulunduğundan, bizi
kuşatan nesîmi kürenin en sıcak yeri, yere
komşu olan semtidir. Yerden
uzaklaştıkça soğuk tabakaya yaklaşıp ona komşu
olunduğundan buralar soğuk
olur. Eğer alçak yer, bir derin vâdi olursa sıcak
şuaları hapsedip, havayı
çok sıcak ve kesif olur.
Dağlar sebebiyle bulunan
hava değişmeleri ortadadır. Zira ki, o dağ ki
bölgenin oturduğu yerdir. O
bölgenin havası ânifen açıklanan kısımdan
sayılmıştır.O dağ ki, bölgenin
komşusu bulunmuştur; o bölgeyi saran havada
onun tesiri, iki yönde tecrübe
olunmuştur. Tesirin biri, güney ışınlarına o
bölge üzerine akis ve hasretmek
veya bölgeyi ışınlardan örtmek
yönlerindendir. ikinci tesiri, rüzgârı, bölge
üzerine esmekten men edip
veya bölge üzerine sevkedip yardımcı olmak
yönlerindendir. Birincisi, dağ
bölgenin kuzeyi yakınında olmak gibidir. O
zaman güneş, ışınlarını o dağ
üzerine serpip, şuası o bölgeye aksederek,
enlemi ne kadar farklı olursa
olsun orayı kuşatan havayı ısıtır. Eğer dağ,
bölgenin batı tarafında
bulunup, doğusu açık olursa, güneşin tesiri orada
yine tamamıyle havayı
ısıtmaktır. Eğer dağ, bölgenin doğusunda bulunup,
batısı açık olursa yarı
ısıtır. Zira ki bu dağ üzerine güneş, zevalden sonra
ışıklarını septiğinde
saat saat gittikçe, bu dağın doğu tarafından uzaklaşıp,
şuanın keyfiyeti
azalıp havanın ısınması tamam olmaz. Lakin dağın batısından
yana güneş
geldiğinde, her saat yaklaşıp, bölgenin havasını tamamiyle ısıtır.
Eğer
dağ, bölgenin güneyi yakınında olsa bölgenin havasını hiç
ısıtamaz.
Dağın ikinci yönden olan tesiri, bölge üzerinden soğuk kuzey
rüzgârının
esmesini dağın engellemesiyledir: Ya sıcak güney rüzgârıın
esmesini, bölge
üzerinden kaldırmasıyladır veyahut bölge, iki büyük dağ
arasında bulunup,
rüzgâr tarafına açık olmasıyledir. O zaman orada rüzgârın
esmesi, düzlükte
bulunan belde üzerine esmesinden daha şiddetli ve fazladır.
Çünkü rüzgârın
şanındandır ki, bir dar yere çekilse, tıpkı bir akar su gibi
burada
rüzgârın akıntısı sükun bulmaz ve durmaz. Şu halde dağ
bakımından
beldelerin en ılımlısı o beldenin havasıdır ki, kuzey tarafı açık
olup,
batı ve güney tarafları kapalı ola.
Deniz sebebiyle çevrede olan
bütün beldelerin havası rutubetli olur. Eğer
deniz, beldenin kuzey tarafı
yakınında olursa, su üzerinde kuzey rüzgârı
esip, o beldenin havasına fazla
soğukluk bahşeder. Zira iki suyun tabiatı,
kuzey rüzgârı gibi soğuktur. Eğer
belde, denizin güney tarafında olursa, o
beldenin havasına fazla ağırlık
verir. Özellikle kuzeyinde dağ bulunup,
rüzgârın esmesine mâni olursa onun
havası oldukça ağır ve kesif olur. Eğer
deniz beldenin doğu tarafında olursa,
onun havasına fazla rutubet verir.
Zira ki güneş, bütün etkisiyle o beldenin
üzerine ısrarla yaklaşır. Eğer
deniz, beldenin batısında olursa, onun
havasına rutubet vermesi az olur.
Zira ki güneş, o beldeyi yalayarak
uzaklaşır. Bu mânâya uygun rüzgârlar;
kuzey, doğu ve batı rüzgârlarıdır ki,
muzır olan güney rüzgârıdır.
Rüzgârlar sebebiyle olan hava değişmeleri
tecrübe edilmiştir ki: Kuzey
rüzgârları soğuk ve kurudur. Soğukluğu, soğuk
dağlardan geçip bize
geldiğindendir. Kuruluğu, güneş ışınları o tarafa zayıf
olup, burada deniz
buharlaşması az olduğundandır. Doğu rüzgarları, sıcaklık
ve soğuklukta
mutedildir. Lakin dağlardan ve karalardan geçtiğinden, bir
miktar kurudur.
Batı rüzgârları dahi mutedildir. Lakin denizlerden geçip
geldiğinden bir
miktar rutubetlidir. Güney rüzgârları ekseri beldelerde sıcak
ve
rutubetlidir. Sıcaklığı, güneşin yakınlığı ile ısınmış olan yönden
bizlere
geldiğindendir. Rutubeti ondandır ki, güney denizleri güneşin
sıcaklığıyle
çözülüp, sıcaklığın kuvvetiyle denizlerden buharlar çıkıp, o
rüzgarlara
karışır. Onun için güney rüzgarları, insana rehavet verir. Ama sam
yani
helak yelleri yukarıda beyan olunduğu üzere, ya çok sıcak olan
sahralardan
geçip gelen rüzgârlardır veyahut duman tabakasında ateş benzeri
dehşetli
âlâmetler ortaya çıkaran duanların artıkları aşağıya inip
karıştığı
rüzgârdır ki, her ne yönden hareket etseler, tesadüf ettikleri
bedenleri
saatinde yakıp, simsiyah edip, helak ederler. Bilinen bütün bu
kuralları,
sam yelleri altüst ederler. bütün şiddetli rüzgârların ilk
başlangıcı gerçi
zayıf rüzgârlar gibi aşağıdandır. Lakin hareketlerinin
başlangıcı, esmesi
ve esası yukarıdandır.
Toprak sebebiyle olan hava
değişmeleri ki, her beldeye göre farklı olur. O
farklılığın sebebi budur ki,
beldelerin bazısının toprağı killidir,
bazısının taşlık, bazısının kumluk,
bazısının kara, bazısının madendir. Şu
halde bunların hepsi suyu
değiştirdikleri gibi, havayı dahi değiştirirler.
Hak'ın tesiri ile tasarruf
ederler. Zira ilk, kainatın bütün zerreleri
vücuda gelip giderler. Her ne
ederlerse Allah'ın iradesi ve kudretiyle
ederler. Kadir ve kayyum olan ancak
Allah Taala'dır. Celle celalih.
Yedinci
Madde
Bizi kuşatan havaya ârız olan, tabii akıntının zıddı
değişmeleri bildirir.
Ey aziz, maulm olsun ki, filozoflar
demişlerdir ki: Tabii akıntılara zıt
olan değişmeler, ya havanı dönüşmesinden
veya havada bulunan
istihaledendir, veya havanın keyfiyetinde bulunan
istihale ve
değişimdendir. Havanın cevherinde olan istihale, hava
cevherinin
bozulmasının mümkün olmasıdır. Yoksa havanın bir keyfiyeti
şiddetli
olduğunda veya eksik bulunduğunda değişim olmaz. Belki havanın
cevheri
bizzat çevirici olsa, o vebadır ki, havaya ârız olan kokuşmadır ve
ona taun
dahi derler. Bu kokuşma, renk ve kokuyu ve yemeği değiştirici olan
suyun
kokuşması gibidir. Bizim havadan muradımız, o basit ve mücerret olan
hava
değildir. Belki bizi çevreleyen buhar ve duman küresidir ki, basit
ve
mücerret değildir. Zira ki, mücerret basit cisimlerin hiç biri
kokuşmaz,
ancak keyfiyetinde ya cevherinde, başka bir basite dönüşür.
Yukarıda
açıklanan unsurların dönüşümü gibi. Fakat bizim havadn muradımız,
havanın
içinde olup, havanın hakiki cüzlerinden, su ve buhar
zerreciklerinden;
buhar ve duman ile yükselen topraksal ve taeşsel cüzlerden
karışmış olan bir
cisimdir ki, buna hava adını vermemiz; deniz suyuna, su
adını vermemiz
gibidir. Zira ki, deniz suyu dahi saf değildir. Belki
topraktan ve sudan ve
havadan ve ateşten bileşmiştir. Lakin onda su üstün
olduğundan, su adı
verilmiştir. Şu halde bu karışık hava, bazı kere kokuşup,
cevheri kötüleşir
Nitekim çakıllı geniş derelerin suyu kokuşup, cevheri
onlara dönüşüp, taş
kesilir Bunun gibi hava da kokuşup veba kesilir. Havanın
fazla kokuşması ve
vebanın çoğalması genellikle yaz sonunda ve sonbaharda
olur. Ama havanın
keyfiyetinde bulunan değişmesi, sıcaklığında ya
soğukluğunda tahammül
olunmayan keyfiyete çıkıp, ziraati ve nesli fesada
verip, helak etmesidir.
Bu durumda hava, sayılan bu değişimlerin biriyle
değişime uğrasa, ondan
Hak'ın izniyle bedenlerimize hastalıklar ârız olur.
Zira ki, hava
kokuştuğunda Hak'ın tesiriyle, bedenlerimizin içinde olan dört
karışıma
dahi tesir eder. Önce yürekte olan karışıma kokuşma
eriştirir.
Sekizinci Madde
Bizi kuşatan havanın,
bedenlerimize ve ruhlarımıza olan çeşitli tesirlerini
ve faydalarını; sen
rüzgârların değişmeleri ve faydalarını bildirir.
Ey aziz, malum
olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Eğer hava ifratla sıcak
olsa, bedendeki
mafsallara rehavet verip, rutubeti tahlil eder. Susuzluğu
artırır ve kuvveti
azaltır. Bir tabiat âleti ola bedenin hararetini tahlil
edip, hazmı tebdil
eder. Kan dokusunu tahlil ve safrayı diğer salgılar
üzerine üstün ederek,
rengi sarartır. Şu halde, sıcak hava, bedenin
sıhhatine uygun değildir. Fakat
soğuk algınlığı olanlara ve bazı felçlilere
uygun ve faydalıdır. Ama soğuk
hava bedenin hararetini hasredip, maddeleri
akmaktan alıkoyar ve nezleyi
tahrik eder. Sinirleri zayıflatıp, akciğere ve
damarlara şiddetli zarar
verir. Eğer havanın soğukluğu mutedil olursa,
hazma ve bedenin bütün
uzuvlarına kuvvet ve sağlamlık verip, sıhhatli
bedenlere uygun gelir.
Mesameleri kapatıp, kemik boşluklarını sıkıştırır.
rutubetli hava, çoğu
bedenleri mizacına uygun gelip cildi yumuşak, rengi
güzel, görünüşü hoş edip,
mesameleri temizler. Lakin kokuşmaya hazırlar.
Kuru hava ise, açıklanan
rutubetli havanın tesirlerinin tam zıddını yapar.
Kuzey rüzgârlarıdır ki,
bedene kuvvet verip, metanet bahşeder. Görünen
akıntıları men eder ve bedenin
mesamelerini kapatır. Hazma kuvvet verir.
Karnı ve mideyi çalıştırıp, idrarı
kolaylaştırır. Batı havası kokuşmuş
olsa, bu rüzgâr onu ıslah eder. Eğer
güney rüzgârı, kuzey rüzgârı üzerine
geçip, hemen kuzey rüzgârı esse; güney
rüzgârı terletir, kuzey rüzgârı
insanın içini pekleştirip, dışarı açılmaya
sebeb olur. Bu sebepten, o anda,
baştan akan maddeler çoğalıp, göğüs, mesane
ve rahim hastalıkları belirir;
idrar zorluğu, öksürük, mafsal ağrıları ve
titreme görülür. Güney rüzgârı,
bedeni gevşetir. Mesameleri açar. Karışımları
dışa hareket ettirip, duyu
organlarına ağırlık verip, yaraları bozar.
Hastalıkları artırır, baş ağrısını
çoğaltır. Uykuyu getirip, sıtmayı
sardırır. Doğu rüzgârları eğer, gecenin
sonunda ve günün evvelinde eserlerse,
güneşle ılımış olan hava latiftir ki,
rutubeti az, kuruluğu matedildir. Bu
rüzgârların esmesi, o saatler çok
olduğundan, unlara: Sabah rüzgârı, nesim-i
seher derler. Şu halde, sabah
rüzgârı bedenlere safa ve uykuya lezzet,
hastalıklara şifa bahşeder. Eğer
gün sonunda ve gece öncesinde eserse, bunun
tesiri, ötekinin tersinedir.
Doğu bölgelerinin havası, batı bölgelerinin
havasından latif ve safadır. Batı
rüzgârı eğer, gün sonunda ve gece öncesinde
eserse, hava kesiftir ki, deniz
buharı yüklüdür. Eğer seher vakti eserse,
güneşle ılımayan havadır ki, çok
kesif ve çok ağırdır. Batı rüzgârı, her ne
vakit eserse, bunun tesiri,
sabah rüzgârının yararlarının aksinedir. Buna:
Dübür rüzgârı derler. Hadis-
i şerifte: "Sabah rüzgârı yardımcıdır. Ad kavmi
dübür rüzgârıyle helak
oldu," diye vârit olmuştur.
Burada havanın
faydalarından bu kadar anlatmakla yetinilmiştir. Zira ki,
basiret sahipleri,
bundan ibret almışlardır. (Rüzgârın gönderen, ruhları
cilalandıran ve
vücutları ferahlandıran Allah münezzehtir. Her sebebi
müsebbii odur. Rablerin
rabbidir. kendisinden başka ilah olmayan, celal
sahibi Allah
münezzehtir.
[TOP]
[TOP]
23-BÖLÜM:023:
BEŞİNCİ BÖLÜM
Su unsurunun
mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, farklılık ve vasıflarını,
isimlerini;
denizken buhar, bulut, kar, yağmur, kaynak ve nehir ve yine
buhar olmasını;
değişik hareketlerle hareket bulmasını; denizlerle
karaların yer
değiştirmesini; denizlerde ve karalarda bulunanların sudan
faydalanmasını,
suda hayvanların vücuda gelmesini; su tabakasının kalınlığı
sayılan
denizlerin derinliklerinin ölçülmesini, denizle gemilerin
yürümesini ve
gemilerle halkın her tarafa varıp, murat almasını; yeni dünya
(Amerika)
bulunup, yer ve deniz devr olunup, batıya giden gemilerin doğu
semtine
gelmesini yedi madde ile açıklar.
Birinci Madde
Su
unsurunun mahiyetini, tabiat ve tavırlarını bildirir.
Ey aziz,
malûm olsun ki filozoflar ve astronomlar ittifak üzere demişlerdir
ki: Dört
unsurun üçüncüsü su unsurudur ki, o basit bir cevher, renksiz ve
şeffaf küre
bir cisimdir. Tabiatı nemli ve soğuktur. Havaya nispetle kesif
bulunup,
ağırlığı sebebiyle öteki unsurlardan farklıdır. Oluşum ve
bozuşumla suretler
bulmaya kabiliyetlidir. Kendi yerinden çıktığında, başka
unsurlara dönüşür.
Yerinde iken bile unsurlara dönüşür. Kendi tabiatıyle
yerinde sâkin iken nice
değişik hareketlerle hareket halindedir. Su
küresinin üt yüzeyi dalgalı olup,
üstünde bulunan hava küresinin hareketli
yüzeyine tema etmiştir. Alt yüzeyi,
altında olan toprak yüzeyine teğet
olduğundan, vâdilerin ve dağların iniş
çıkışı nedeniyle suyun yüzeyi dahi
iniş-çıkışlıdır. Bu su küresinin tabiî
yeri, havanın altı ve toprağın üstü
olup, yerküreyi her yönden örtüp, içine
alıp, tam yuvarlak olmak tabiatı
gereği iken, yeri tamamen örtmeyip, yerin
bazı kısımları açıkta
kaldığından; hikmetinde bazı astronomlar, Hak'kın
inayetine yapışıp, yer
hayvanlarının, özellikle insan nevinin yaratılışına ve
yeryüzünde havadan
teneffüsle neslini sürdürmesine ve hayatını devam
ettirmesine ilahî yüce
iradeye bağlamışlardır ki, görünüşte bir sebebi malûm
değildir,
demişlerdir. Çoğu dahi teslim olu, demişlerdir ki: bu sebebler
âleminde
herşey sebebler yoluyla vücuda gelmek, ilahî âdettir. Şu halde deniz
suyu,
dünya küresini tamamen örtmediğinin sebebi budur ki, güneşin merkez
dışı
feleği hasebiyle doruk ve eteği olduğunda ve hâlen eteği güney
burçlarından
oğlak burcunun başlarında bulunduğundan, güneş, kendi seyriyle
senede bir
kere eteğine indikçe, yerin merkezine yakın olup sıcaklığı fazla
tesir
eder. Çünkü güneş, o güney burçlarında, eteğinde oldukça yere yakı
olup;
kuzey burçlarında doruğundan bulundukça, yerden ırak gitmiştir. Bu
durumda
eteğine geldikçe, sıcaklığının şiddeti, su unsurunu ısıtıp,
harekete
getirip, yerin o tarafına çekmiştir. zira ki az bir su, bir büyük
kazanın
bir kenarında kaynasa, elbette o su, kazanın öbür taraflarından o
tarafa
varıp, sair tarafları sudan hâli kalıp, açıkta olur. Bunun gibi deniz
suyu,
güney tarafında güneşin sıcaklığının şiddetinden harekete gelip,
deniz
suları diğer kutuplardan o tarafa çekilmiş olup; yerin kuzey semtinde
açık
yerler kalmış, demişlerdir. Lâkin araştırıcılara göre, soğukluk
ve
sıcaklık, sadece güneşin yakınlığı ve uzaklığı değildir. Belki
güneş
ışınlarının dik gelmesi sıcaklığı, kırık gelmesi sıcaklığın
azlığına
sebebtir. Nitekim yukarıda açıklanmıştır.
Kara ile deniz ikisi
bir küre olduktan sonra, asırların geçmesiyle
rüzgârların esmesi, sellerin
akması, açık araziye tesir edip; vâdiler,
dağlar, inişler-çıkışlar
oluşmuştur. Deniz suyu hareket ettikçe alçak
yerlere inip, toprak üzerinde
yer yer göller ve gölcükler kalmıştır. Şu
halde güneşin etekte bulunması,
kara parçalarının kalmasına tek sebeb
bilinmeyip, sadece önemli sebeb
bilinmiştir. Zira ki Amerika'nın yarısı etek
noktasının (oğlak dönencesinin)
altında kalmıştır. Vallahi a'lem.
İkinci
Madde
Su unsurunun değişik vasıflarını ve isimlerini; deniz iken
buhar, bulut,
kar, yağmur, menba, dere ve nehir olmasını ve onunla bitki
hayvan ve insan,
belki bütün madenler ve özlerin hayat bulmasını ve yine
suyun buhar olup
aslına dönmesini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun
ki, astronomlar ve filozoflar ittifak üere demişlerdir
ki: Toprak unsurunu
kuşatan su unsuru ki, o, bahr-i muhittir. (Okyanusların
genel adı, bahr-ı
muhit'tir.) O tek bir deniz iken, çeşitli imkanlara
nispetle muhtelif
denizlere bölünmüştür. Cihanın dört yönüne nispetle,
dört kısım bulunmuştur.
Bunlar: Doğu okyanus, batı okyanusu, güney
okyanusu ve kuzey okyanusudur.
Bunların her biri kendi sahillerine bitişik
olan memleket ve beldelere
izafetle nispet kılınmıştır. Nitekim güney
okyanusuna: Çin okyanusu, Hint
okyanusu, Acem okyanusu, Fars okyanusu,
Umman okyanusu, Arap okyanusu, Habeş
okyanusu, sudan okyanusu denilmiştir.
Su unsuru, ateş tabakasına nispetle
beşinci tabaka sayılmıştır. Güneş
şuasının sıcaklığıyle, deniz suyunun ince
parçaları havaya yükseldiğinden;
ateş, hava ve toprak parçalarıyle karışmış
olan kesif parçaları kalıp,
tadı böye acı ve tuzlu bulunmuştur. Yukarıda
açıklandığı üzere, deniz
sularından güneş vasıtasıyle havanın içinde buhar,
bulut, kar ve yağmur
olup, yere indiğinde, yavaş yavaş kaynaklar ve nehirler
olup ve ondan
madenler, taşlar, bitkiler ve ağaçlar nasiplenip, bütün
hayvanlar ve
insanlar, hayat ve can bulur. Cümleye hayat verdikten sonra
kalan fazlası
büyük nehirler olup ve ondan madenler, taşlar, itkiler ve
ağaçlar
nasiplenip, bütün hayvanlar ve insanlar, hayat ve can bulur. Cümleye
hayat
verdikten sonra kalan fazlası büyük nehirler oup, denizlere dökülür.
(Su
ile her şeye hayat veren Allah münezzehtir.) Deniz suyu, bir dahi
havaya
komşu olduğunda, yine letafet ve halavet bulup, hoş ve tatlı su our.
Deniz
suyu bu minval üzere dolap gibi sürekli devr edip, denizlerden
giden
buharlara karşılık, denizlere nehirler gelir. Bunun için
yükselen
buharlarla, denizlere eksiklik gelmez. Nehirlerin karışmasıyle
de
denizler artmaz. Deniz suyu acı ve kesifken, havanın komşuluğuyle
tatlılık
ve letafet bulur. Lâkin güneşin sıcaklığıyle ısınmış ola
toprağa
karışmasıyle renkler, tatlar ve nitelikler kazanıp, tuzlu ve sıcak
olur.
Zemzem suyu, bütün hastalıklara devadır. Tatlı suyun faydaları çoktur.
Ama
susuzluğu gidermesinden büyüğü yoktur. Su unsurunun dahi, ötekiler
gibi
rengi olmayıp, karıştığı nesneye dönüşür, onun tabiatını alır. Mesela
suyun
karıştığı nesne sirke ise, su sirke olur. Bal ise, o da ba olur. Mutlak
su
iken bütün renkleri ve tatları kabul eder. Bütün kirleri ve yağları
yok
edip, akar gider. Yunan filozofları bahr-i muhite, okyanus derler.
Muhit
okyanus, yumurtanın beyazının kendi içinde sarısını kuşattığı gibi,
dönücü
olan toprak unsurunun çoğunu kuşatmıştır. Toprak küre, denizden yer
yer
ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan yerlerin dörtte biri meskûn, yeni
dünya
(Amerika) ve binlerce ada mamur nice nâm ve nişan ile şöhret bulmuştur
Bu
dörtte bir meskûn yerlerde olan küçük denizler, o büyük
okyanusun
artıklarından yer yer birer göl emsali kalmıştır.O küçük denizlerin
en
büyüğü Hazer denizidir ki, okyanusa bitişik değildir. Bu,
güney
okyanusundan kuzeye dolanıdır. Devredici değildir. Kuzeyinde
Hazer
şehirleri, Mongay ve Türkistan bulunur. Doğusunda, Harezm, Taberistan
ve
Cürcan'dır. Güneyinde Ca dağları ve Keylan'dır. Batısında Şirvan,
Dağistan
ve Ezderhan'dır. Bu denizin adaları çoktur. Lâkin hiçbirinde imaret
yoktur.
Zira ki çok dalgalı ve çabuk helak edicidir. En derin yeri yüz
kulaç
gelmez. Cezri ve meddi olmaz. Bu denizin çevresi, yaklaşık üçbin mil
mesafe
ölçülmüştür. Uzunluğu, yaklaşık sekizyüzelli mildir. Genişliği
doğudan
batıya, altıyüz mil bulunmuştur.
Kulzüm, bir şehrin ismidir ki,
deniz sahilinde bulunmuştur. O deniz, o
şehre nispet kılınmıştır. Okyanusa
bitişik olduğundan, cezri, meddi ve
dalgalanması okyanusa benzer. Firavn
askeriyle onda boğulmuştur.
Kızıldeniz ile Yemen arasında bir büyük bağ
bulunur. Kızıldenizin uzunluğu
ve genişliği Hazer kadardır. adalarının çoğu
mamur ve meskûn bulunmuştur.
Geçişi kolay ve nâdiren helak edicidir.
Derinliği, ikiyüz kulaçtan fazla
bulunmuştur. Ona bitişik olan Narencek ve
Habeş denizinin yolcuları, güney
kutbunu görüp, kuzey kutbunu görmezler. Zira
ki, ekvatorun güney semtinde
bulunurlar.
Bahr-i Rum ki, Akdeniz'dir. O,
batı okyanusundan çıkmıştır. Doğuya doğru
gelip, Dimişk'e (Şam) değin
akmıştır. Bu denizin uzunluğu batıdan doğuya,
yaklaşık altı aylık yoldur.
genişliği güneyden kuzeye aynı ölçüde değil,
bazı yerleri dary, bazı yerleri
geniştir. Batı tarafından genişliği,
yaklaşık yediyüz mildir. Ortası ikibin
mildir. Doğu tarafı bin milden
ziyade ölçülmüştür. Bu denizin kuzeyinde:
Endülüs, Yunan, Firenk, Rumeli ve
Anadolu memleketleri bulunur. Doğusunda:
Halep, Şam ve Kudüs eyaletleri
vardır. Güneyinde: Mısır, Libya, Tunus ve
Cezayir memleketleri vardır.
Batısında: Batı okyanusu bulunur. Bu denizde çok
adalar vardır ki, meskûn
ve mamurdur. Kur'an'da yazılmış olan iki denizin
birleşmesi durumlarının, bu
denizin bulunduğu meşhurdur. Bu denizin
memleketleri büyük, geçişi kolay,
sahilleri meskûn, adaları mamur, faydaları
çok yararlı bir denizdir.
Mıknatıs taşı ve mercan ancak onda oluşur. Bir gün
bir gecede med ve cezri
dörde ulaşır. Derinliği, üç kulaçtan fazla
değildir.
Bahr-i Esved ki, Karadeniz'dir. O, İstanbul'a, dört-beş saat mesafe
bir
boğaz içinden gelip, o Belde-i Tayyibe önünde iki denizi birleştiği
yere
dökülür. Oradan Akdeniz'e dahil olur. Akdeniz ise, Sebte boğazından
batı
okyanusu ulaşır. Karadeniz boğazının doğusunda, yüksek bir dağ
üzerinde
olan uzun mezar, Yuşa nebinin kabridir, derler. Karadeniz, doğudan
batıya
dolanır. Hazer'den daha geniş ve derindir. Kuzeyinde: Akgerman, Kefe,
Aak
ve Abaza şehirleri vardır. Doğusunda: Fas ve Gürcistan kaleleri ve
Rize
bulunur. Güneyinde: Trabzon, Giresun, Sinop ve Ereğli eyaletleri
vardır.
Batısında, İstanbul, Karaharman ve Tuna nehridir. Bu denizin
ortasında
adaları yoktur. En derin yeri, üçyüz kulaçtan çoktur. Doğudan
batıya giden
gemilere kolay geçit verir. Batıdan doğuya gelen gemileri
çoğunlukla helak
eder. Bu denizin çevresi, yaklaşık beşbin mildir Uzunluğu,
yaklaşık
binbeşyüz mildir. Genişliği güneyden kuzeye yani Sinop'tan
Kefe'ye,
yaklaşık yediyüz mildir. Uzunluk mesafesi doğudan batıya, kırkbeş
günlük
yoldur. (Denizlerin yaratıcısı münezzehtir.)
Üçüncü
Madde
Denizlerin çeşitli hareketlerini bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve filozoflar ittifak üzere
demişlerdir ki:
su unsuru olan denizlerin muhtelif hareketleri vardır.
birinci hareket,
aşağıya doğru olan harekettir. bu su unsuru, toprak
unsuruna bitişik
olduğundan, tabiatı gereği yer gibi, merkez tarafına
harekettir. Bu irinci
hareket, tabiî olan süflî harekettir. İkinci hareket,
rüzgârların hareket
ettirmesiyle olan dalgalanma hareketidir. Üçüncü
hareket, doğudan batıya
harekettir. Bütün denizciler katında denenmiş ve
sabittir ki, okyanusun
doğudan batıya akması vardır. Meselâ Akdeniz'in sebte
boğazından okyanusla
batıya doğru Amerika'ya birbuçuk ayda varırlar. Dört-
beş ayda ancak doğuya
doğru gelirler. Portakal (Portekiz) tayfaları
okyanusla Amerika'dan geçip,
yeraltından Hint'e gidip gelirlerken,
okyanusun doğuya hareketini
seyretmişlerdir. Bu hareket, Akdeniz'de de
tecrübe olunmuştur. Bu hareketin
sebebi büyük feleğin günlük hareketinden
bilinmiştir. Zira ki, okyanusa
gizlice tesir edip, felekler gibi onu dahi
döndürür bulunmuştur. Dördüncü
hareket, kuzeyden güneye harekettir. Bu
hareket ahi denizcilerin tecrübesiyle
ispat olunmuştur. Bu hareketin sebebi,
kuzeyde toprağın bir miktar yüksek
oluşundandır. O taraflarda nice büyük
nehirler vardır ki denizlere akar
bulunmuştur. Nitekim Don nehri Azak
denizine, Tuna nehri ve sair nehirler
Karadeniz'e dökülür. Kuzey taraf
güneşten uzak ve soğuğu şiddetli olduğundan,
onda çok sular oluşup, güney
semtine akar gider. Beşinci hareket, yayvan
harekettir. Bu hareket
Akdeniz'de olur. Bu hareketin sebebi, doğuya yönelik
harekettir ki,
burunlara ve körfezlere rastlayıp geri gelir. Böylece o
sahillerde yayvan
hareket meydana gelir.
Altıncı hareket, med ve cezir
hareketidir. Bu hareketle deniz suları
tereddüt üzere sahillere gelip, altı
saat kadar durup, yine geri gider.
Bunun sebebi konusunda filozoflar ihtilâf
etmişler: Çoğu demişler ki: Bu
âlemdekilerin çoğu dört unsurdan bileşik, akıl
ve ruh ile kaim ve bir tek
nefs ile hareket eden ve duran bir canlıdır ki,
bir hareketi dahi med ve
cezirdir. Bazıları demişlerdir ki: Med ve cezir,
okyanus içinde olan
hayvanların ve etrafında olan ruhların teneffüsünden
olur. Bazıları
demişlerdir ki: Me ve cezir, güneşin hareketine oluşan
rüzgârların
hareketinden vücuda gelir. Bazıları da, med ve cezri, ayın
tesirine isnat
etmişlerdir. Nitekim yukarıda açıklanması
geçmiştir.
elhasıl her şeye ve her işte nice hikmetler ve faydalar olmakla,
bu su
unsurunun sürekli hareketi dahi mânâsız olmayıp, zımnında nice
faideler
vardır. Önce deniz, hareket ettiğinden dolayı kokuşmaz. Zira
ki,
hareketiyle kokuşma gider. Meselâ bir kimse güneş yönüne itidal
üzere
yürüyüp gelse, bu işi tecrübe ile anlar ve şüphesi kalmaz. Zira ki,
güneşe
karşı ayakta duran, oturan kadar sıcaktan etkilenmez. İkinci olarak,
med ve
cezir ile deniz suyu temizlenir. Zira ki durgun su, çoğunlukla pis
ve
bozulmuş olur Halbuki hareketli denizde pislikler eğlenmeyip,
etrafına
çıkıp, suyu temiz kalır. Üçüncü olarak, bu med ve cezirin gemilere
genel
kolaylığı vardır. Zira bazı iskeleler vardır ki, medsi onlara yaklaşma
ve
girmek mümkün olmaz ve cezir zamanında gemiler kolaylıkla çıkar,
çakılıp
kalmaz.
Dördüncü Madde
Denizle
karanın değişimini ve birbirinin yerini almasını bildirir.
Ey aziz,
malûm olsun ki, filozoflar ve astronomlar demişlerdir ki: Deniz
ile kara yer
değiştirirler. Zira ki zamanların geçmesiyle sulardan toprakta
nice sebeble
büyük değişiklikler hâsıl olur. Evvela toprağın bazı yerleri
çorak ve kuru
olmuşken, denizden ona itidal gelir ve tam tersi olur. Bu
bakımdan toprak,
hayvan ve insana benzer. Kâh civan kâh elden ayaktan
düşmüş pîr olur. İkinci
olarak bazı yerler açıkken, denizle örtülür. Kâh
deniz altındaki yerler
açılıp, mamur olur. Zira ki, denizin hareketi,
felekî cisimlerin kuvvetinden
çıktığında ve kâh fırtına ve tufanı harekete
geçiren yıldızların bakışları,
denizin hareketine uygun gelmekle, deniz
haddinden fazla azar. Sahillerini
geçip gider. Kâh bir ülkeyi basıp örter
ve kendine mahsus eder. Kâh bir başka
kenarından çekilip, yeri açar ki, güya
insanlara o yeri bahşeder. Üçüncü
olarak, karaya bitişik bazı yerler,
günlerin geçmesiyle ada olmuştur. Kıbrıs
gibi. Bazı büyük adalar da karaya
bitişerek, eyaletlere katılmıştır. Dördüncü
olarak, güya ki deniz, verdiği
yerlere mükâfat için bazı şehirleri ve adaları
alıp, Azak denizi etrafında
olan Pira misalî, nice şehirleri basıp dibine
salmıştır. Bu yönden derler
ki: Eskiden Sebte boğazından beri olan akdenizin
yeri, kara iken Yunan
arazisi idi. Bundan sonra zamanların geçmesiyle batı
okyanusu azıp, o
boğazı açıp, o arazide geçip, hâlen olduğu yerlere
gelmiştir. Atlas denizi
kenarında, aşağıda bir büyük ada varken, bir tarihte
yine batı okyanusu
azıp içine almıştır. Onun için denizin derinliğini
ölçenler, o tarafı
ölçerlerken, dibini balçıklı ve otlu bulmuşlardır. şimdi
bu delalet eder
ki, o er sonradan deniz tarafından basılmıştır.
İmam
Fahrüddin Razi (Allah ona rahmet etsin) demiştir ki: Binlerce yıl önce
şimdi
mamur olan dünyanın dörtte biri deniz suyuyle dolu ve örtülüydü. Onun
bu
görüşü doğrudur ki, taşların çoğu kırılsa, su hayvanlarının parçaları
ortaya
çıkar. Zira ki, su altından çıkan yapışık çamurdur ki,
güneşle
taşlaşmıştır.
Mesudî, mürüc adlı kitabında yazmıştır ki: Deniz
suları devirlerin
geçmesiyle hareketli, seyyal ve seyyardır. âkin kapladığı
yerin
genişliğinden ve yavaş hareketlerinden intikalleri his olunmayıp,
eski
yerlerinde sâkin sanılır. Nitekim Hazreti Halit Bin Velit (Allah ondan
razı
olsun) Hazreti Ebubekir (Allah ondan razı olsun) hazretlerinin
halifeliği
zamanında Hîre fethine varmıştır. Necef'e erişmiştir.
Hîrelilerden
abdülmesih adlı bir ihtiyar görüp, ondan şaşırtıcı haberler
sormuştur ve
acaip haberlerinden biri budur ki: Ben yetiştiğimde Far
denizinin (Basra
körfesi) senindi şim indiğin yere ulaşıp, dalgaları şu anda
ayaklarıın
bastığı yerde çırpınırdı. Gemiler, ind ve Hint mallarıyle buraya
gelip,
giderdi. Mesudî demiştir ki: halen deniz ile Hîre'nin arası
nice
merhaledir. necef'e varanlar ihtiyarın doğruluğunu
bilmiştir.
Filistin ile Kıbrıs adası arasında bir yol vardı ki, Filistinliler
karadan
Kıbrıs'a giderlerdi. Sebte boğazında taşlardan yapılmış, uzunluğu
oniki mil
sağlam bir köprü vardı ki, buradan endülüslüler batı tarafına,
batıdakiler
vde Endülüs'e geçerlerdi. Rum denizinin (Akdeniz) suyu, o
köprünün altından
akıp, okyanusa dökülürdü. Bundan sonra günlerin geçmesiyle,
o köprüyü örtüp,
çevresini ile basmıştır. Halen o denizin safa ve sükûnu
vaktinde, o köprü
görünür, derler. Bunlara benzer binlerce belirti vardır ki,
deniz sularının
batıdan doğuya akışını delâlet eder.
Hint meliklerinin en
eskisi büyük Brahman'dır. İşin hikmetini o bilip,
söylemiştir. Yüksek
cisimlerin, alçak cisimlerde olan tesirlerini
açıklayarak, ilk başlangıcı
ispat etmiştir. Hind ve Sind adlı kitabında,
hikmet bilimlerinin usul ve
füruunu yazıp, demiştir ki: Güneşin doruğu, her
burçta ikibinyüz sene
seyredip, yirmibeşbin ikiyüz güneş yılında ybir
devresini tamamar. Vakta ki
güneşin doruğu kuzey burçlarından güney
burçlarına geçer; yerin imareti dahi
kuzeyden güneye değişir. Zira ki, bu
mamur yer, denizle dolup, halen denizle
dolu olan yerler, meskûn ve mamur
olur. iddia etmiştir ki, güneşin doruğunun
her devresinde bir kere
dünyadakiler yok olup, yeniden vücuda gelir. Mesudî
demiştir ki: Şu halde,
güneşin eteğinin deniz sularını çekmesi, bu kaide
üzerine mebnidir. Çünkü
doruk ve eteğin yer değiştirmesi yavaştır. Mamurun
harap olması ve başka
bir âlemin vücuda gelmesi dahi, defaten değil,
tedricendir. O halde mademki
güneşin eteği güney burçlarındadır; güney,
kuzeyden daha sıcak olup, o
sıcaklık, bu rutubeti o tarafa çekip, su unsuru
dahi o semte gider. Sürekli
olarak, yerin imârâtı, güneşin doruğunun yer
değiştirmesiyle farz olunup;
güney burçlarına geçmesi halinde, imaret dahi o
tarafa geçer.
Bütün bunları yazmaktan muradımız, itikat için değildir. Belki
hakîm ve
yaratıcı olan Allah'ın, şaşırtıcı sanatlarını ve garip hikmetlerini,
ârif
olanlar her şeyi kendi vücudunda bulup, kendini tanımaya nâil
olmakla,
Hak'kı tanımaya erişip, her dileği kendi gönlünde hâsıl olmak
içindir.
Beşinci Madde
Denizin, kara ve
denizdekilere menfaat ve faydalarını ve kendi içinde
bulunan bazı hayvanların
bazı vasıflarını bildirir.
Ey ziz, malûm olsun ki, filozoflar
demişlerdir ki: Bütün denizlerin suyu
acıdır. Lâkin okyanusun kuzey
sahillerinde ve güney sahillerinde olan
suları, içilecek kadar tatlıdır.
Bunun sebebi budur ki, o iki kutubun
dağlarından büyük nehirler ve çok seller
akıp, o sahillerden, o iki denize
dökülür. O iki yerin tepe noktalarından
güneş uzak olduğundan tesiri az ve
sıcaklığı zayıf olur. O iki denizin lâtif
su zerrecikleri, havaye
çekilmeyip, suları letafeti üzere kalmıştır. Şu halde
bu iki deniz ile
gemilerin getirdiği yük, acı denizlerle getirdiği yükün
yarısı kadar ancak
gelir. Zira ki, acı suyun cevherî kesif olduğundan, ağır
gemileri taşımak
için kuvvet bulur. Ama tatlı suyun cevheri talif olduğu
için, ağır gemileri
taşımaya gücü olmayıp, batırır. Tatlı su içinde yüzmek,
acı su içinde
yüzmekten kolay gelir. Zira ki, kesif araçları yarmaktan, latif
parçaları
yararak hareket daha kolaydır. Onun için tuzsuz denizlerin
dalgaları,
tuzlularınkinden büyüktür.
Deniz sularının acı olmasında
faydalar çoktur. En belirgini budur ki: Kendi
kesafet bulup, selametle
gemiler sahillere gidip, geleler. Kokusu latif
olup, içinde bulunan
yaratıklar, onun kokusundan helak olmayıp, selamet
kalalar. Zira ki, durgun
su tatlı olsa, uzun bekleyişte kokuşup, kokusu
helak edici olur. Hak Taâlâ
inayetiyle denizleri dahi insanı emrine
vermiştir ki, onların içinden çeşitli
taşlar; inci, mercan ve mıknatıs ve
anber ve nice faydalı sünger ve çeşitli
taze etler çıkartılır. Yeryüzünde
olan yaratıkların çeşidinden çok, denizde
de yaratıklar bulunur. Lâkin su
unsurundan, hava unsuru lâtif olduğu için
hava ile beslenen kara canlıları,
su ile beslenen deniz canlılarından daha
latif, daha zarif, daha güzel ve
daha şereflidir.
Deniz hayvanları
genellikle iki kısım olmuştur. Bir kısmının akciğeri
olmaz, balık çeşitleri
gibi ve hava teneffüsüne ihtiyacı kalmaz. Zira ki,
tabiatı suya göre
yaratılmıştır. Bu kısım, nefessiz bulunduğu gibi, sessiz
ve sedasız
bulunmuştur. Zira ki, hava teneffüsü, ses ve seda, akciğerde
bulunan buru
iledir. Bunun için ciğeri olmayan canlıların ne teneffüsü
olur, ne sesi
gelir. Bir kısmının ciğeri olduğundan hem teneffüs eder, hem
ses ve seda
verip, kurbağa gibi söyler. Balık cinsinden bir cins balık
olur ki, cüssede
insan misali ve son yarısı çataldır. Tabiatı, deniz
yaratıklarıyle cenk ve
savaştır. gerçi cüssede üç adam kadardır. Lâkin
deniz hayvanlarının hepsine
galip bulunmuştur. O, timsah namıyle
isimlendirilmiştir. Deniz hayvanlarının
en büyüğü hût'tur. (Balina) ki,
büyük gemilerden daha büyük görünmüştür. Hak
Taâlâ, hikmetiyle deniz
hayvanlarının, kara hayvanları gibi, bazısını yiyici
ve bazısını yenici
edip, yenilenin neslini çok yaratmıştır. Ta ki, münkariz
olmayıp, devam
etsin. Denizin dibinde sâkin sadef namında bir hayvan vardır
ki, baharın
ortalarında denizin yüzüne çıkıp, ağzını açıp, nisan yağmurundan
beş-on
damla alıp, yine denize dalıp, o damlalar inci olur. (Bâri ve
yaratıcı
Allah münezzehtir.)
Altıncı
Madde
Denizin faydalarından olan gemilerin, çevreye ve sahillere
seyir ve
seferini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar
demişlerdir ki: Hak'kın inayetiyle
denizin menfaatlerindendir ki, deniz
yüzünde gemiler, her yönün uygun
rüzgârıyle, istenilen yönlere süratle
seyredip, nice bin devenin ve katırın
nice bin güçlük ve meşakkatle, nice
günler ve aylar içinde nice köy ve
şehirlere götürdüğü, nice bin kantar ağır
yükleri, kolaylıkla yüklenip, az
aman içinde, nice bin uzak sahillere
nakledip, götürürler.
Akdeniz ve Karadeniz'de sefer eden müslümanlardan gemi
kaptanları,
gemilerin yürüyüşü için otuziki rüzgâr tabir ve taksim edip,
hepsini on
aded ismiyle açıklamışlardır. Kuzey rüzgârına yıldız, güneye
kıble, doğuya
gündoğusu, batıya batı, kuzeyle güney arasına poyraz, doğu ile
güney arasına
keşişleme, güney ile batı arasına lodos, batı ile kuzey arasına
karayel,
demişlerdir. Sonra bunların her ikisi arasına orta ve her biriyle
orta
arasına kerte yani dört ıstılah yapıp, kertelerin her birine izafetle
tayin
ederek; mesela, yıldızın poyrazdan yana kertesi deyip, otuziki
rüzghar
bilip, hepsini pusula ile bulup, aslına yetmişlerdir ve her rüzgâr
ile bir
semte gitmişlerdir.
Güney okyanusunda gelenlerle sefer eden
Çinliler ve Mazinliler, Hintliler ve
Sindliler, Arap ve Fars gemicileri;
otuziki rüzgârı, yakın yönüyle onbeş
doğma yeri ve iki kutup, hepsini onyedi
isimle, doğma yönlerinin karşısını
batma yeri ile isimlendirmişlerdir. Ve bu
onyedi sabit ıldızdan onyedi
yıldız ismidir ki, onları ıstılah edip,
onbeşinin doğa ve batma yerlerine
ve iki karşılıklı kutba gitmişlerdir. Kuzey
noktasından başlayıp, doğu
yönünden, güey noktasından tertip ile itibar
etmişlerdir. İlk olarak kutup
noktasıdır ki, batıdır. O kuzey kutbu yakınında
bulunan yıldızdır ki,
astronomlar ona: Cedî derler. O tarafın rüzgârı, asıl
itibar olunmuştur.
Bundan sonra ferkadan, na'ş, nâka, ayyuk-u azam, nesr-i
vâki, simak-ı
râmih, süreyya ve nesr-i tair'dir. O nokta doğu yönünde
olduğundan, ona:
alî doğma yeri dahi derler. Bundan sonra: Cevzâ, tir-i
yemânî, iklil, kalb-
i akrep, fariseyn, süheyl, silbar ve kutb-u cenubî doğma
yerleri ki, ona
kutb-u süheyl dahi derler. Bu semtin rüzgârı dahi asıldır.
Batı yarım, yine
anılan yıldızların batma yerleri ile isimlendirilir. Kutb-u
sühelyden
sonra: Silbar, sühely, fariseyn, akrep, iklil, tir, cevza ve tair
batma
yerleridir ki, aslî batma yerleridir ki bunlarla otuziki yönden
esen
rüzgârları pusula ile bulup, her biriyle karşı yönüne seyr ve
sefer
etmişlerdir.
Pusula, bir yuvarlak mukavvadır ki, onda otuziki rüzgâr
yazılıp, bir kutu
içine konulmuştur. O taksimâtın birinde kuzey noktası siyah
ile işaret
kılınmıştır. O kutuya ibre evi denilmiştir. Kuzey ibresinin tepesi
mıknatıs
ile mıknatıslanmıştır. Kutunun merkezinde bulunan milin tepesine
ibrenin
ortası konulup, kutunun ağzı cam kapatılmıştır. Ta ki kutunun içine
rüzgâr
yol bulmaya ve ibrenin hareket ve duruşuna engel olmaya. Şu halde
kutunun
kuzey noktası, haritanın kuzey noktasına uygun konulsa; ibresi
kuzey
noktasından onbir derece batıda durduğundan, kutu ile haritanın
kuzey
noktası ibreden onbir derece doğuda bulunsa, bununla gemicilere bütün
yönler
belirli ve bütün rüzgârlar anlaşılmış olup; ne taraftan gelip ne
tarafa
gidecekleri ortaya çıkmış ve açıklığa kavuşmuş olur. Zira ki pusula
ibresi,
kuzey noktasından batı tarafa onbir derece farklı durur. Denizciler,
çoğu
gece ve gündüzlerde dağların tepesini bile göremezler. Bu durumda,
onlara
nispetle güneş ve yıldızlar, denizden doğup yine denizde batar.
(Denizleri
emrimize veren Allah
münezzehtir.)
NAZM
Keşti-yi sâyiri san vakt-i şitab
Bâd-ı bandan kanat açmış
mürgab
Havf dursun, nedir ol zevk-ü safa
K'olasın tair-i ruy-u
derya
ittikâ eyleyesin bâlina
Bakasın âyine-i sîmîne
Olasın pâre-i bâd
ile vezan
Edesin hayli sevahil seyran
Olup âsude-i berduş-u
heva
Gezesin âlemi bî minnet pâ
(Seyreden gemiyi sür'atlendiği vakit,
yelkenden kanat açmış ördek san.
Korku dursun, o sevk ve safa nedir ki,
olasın deniz yüzünde olan. Koluna
dayanasın, gümüş aynasına bakasın, rüzgâr
parçasıyla hareketli olasın. Hayli
sahiller seyredesin; âsude ve berduş olup,
ayağa minnet etmeden gezesin
âlemi.)
Yedinci
Madde
Su tabakasının kalınlığı bulunan denizlerin derinliğini,
okyanusların
büyüklüğünü ve kara ve deniz küresinin gemi ile seyr ve
dolaşımını bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar,
denizlerin derinliğini ve yüz ölçümünü
defalarca inceleyip, ittifak üzere
demişlerdir ki: Su tabakasının kalınlığı
bulunan denizlerin derinliği,
defalarca teftiş ve tecrübe olunmuştur. Dört
denizin derinliği yukarıda
bildirilmiştir. Batı okyanusunun derinliği,
dörtyüz kulaçtır. Almanya ve
Portekiz taraflarında okyanusun derinliği,
çoklarınca, altmış zira ancaktır.
Oldukça derin olan yerlerini, yüz
zira'dan eksik bulmuşlardır. Lâkin kuzey
taraflarıda okyanusun derinliği,
dörtyüz kulaçtan fazladır. Güney okyanusunun
derinliği, Sudan, Habeş ve
Umman taraflarında, altıbin kulaça yakındır. Acem,
Hint ve Çin ve
Tataristan taraflarında, bazı erleri beşyüz kulaçtan fazla,
bazı yerleri
altıyüz kulaçtan çok bulunmuştur. Kuzey okyanusunun derinliği,
bazı
yerlerinde üçyüz kulaç ve bazı yerlerinde dörtyüz kulaçtır.
Amerika
etrafında okyanusun derinliği, kuzey taraflarında dört - beşbin
kulaç
kadardır. Güney taraflarında yedibin kulaçtan fazla ölçülmüştür.
Okyanusun
yerin altında olan ortalarında, oldukça derin olan yerleri
sekizbin
kulaçtan az ölçülüp kesinlikle bilinmiştir. Nihayet
denizlerin
derinliğindeki en yüksek dağlar, ikibuçuk fersah mesafesindedir.
Nitekim
okyanusun içinde olan yüksek dağların tepeleri görünmüştür. Onlara,
adalar
denilmiştir.
Okyanusların yüzölçümü, orta bir rüzgâr ile doğudan
batıya, bir gün bir
gecede yüz mil kadar gemi yürüyüşü bulunmuştur. Buna: Bir
mecrî denilir. On
günde bin mil ve bir ayda üçbin mil miktarı deniz mesafesi
katolunur. bu
minval üzere sekiz ayda, yerküreyi tamamen dolaşmak mümkün
bilinir. Zira
ki, deniz ile kara, yumurta misali tek bir küre hükmünde
farzolunup,
geometrik delillerle yerkürenin kuşağı yirmidörtbin mil mesafe
kıyas olunur
ki; sekizbin fersah mesafe bulunur. Nitekim hicrî tarihin
dokuzyüz
yirmiyedi senesinde Macellan namında bir kaptan, yüzon kimse alıp,
iki gemi
ile Sebte boğazına gelmiştir. Batı okyanusunun sahilinde Sivilya
limanından
çıkıp, güneşin batışını gözetip, uygun bir rüzgâr ile otuzsekiz
gün
seyredip, tamam dörtbin bil okyanusun sahilinden uzaklaşıp, bir
ada
bulmuştur. bundan sonra batı ve güney arasına otuzüç gün gidip,
yeni
dünyanın (Amerika) güneyi yakınında Avret burnu adlı adada nice
gün
dinlenip, oradan yine batı ve güneye doğru otuz gün dahi gidip,
yeni
dünyanın güney tarafına yetmiştir. Bir ay kadar orada dinlenmiştir.
Sonra
yeni dünyanın güneyini tamamen kırk gün içinde geçip, sonunda yine
karaya
çıkıp, nice günler orada dinlenmiştir. oradan tamam altmış gün batı
ve
kuzey arasına gitmiştir. Orada boş bir ada görüp, oraya çıkıp nice
gün
dinlenmiştir. Sonra, önceki gibi günbatımını gözetip, doğru batı
tarafına
ve bir itibarla doğu tarafına gitmiştir. Bize nispetle, yerkürenin
altı
olan batıdan doğuya geçip, Hint adalarına yetmiştir. Yerin altından
gidişi
sırasında, birçok adalara uğrayıp, her birinde nice renkli taşlar,
çeşitli
parçalar ve kokular ve hudutsuz karanfil, zencefil, tarzın alıp,
Hint'in
güneyine gelip, Hindistan'a can atmıştır. Oradan Hint deniziyle,
Acem, Arap
ve Habeş ülkeleri güneyinden yine okyanusla geçip, Kamer dağları
ve Sudan
güneyinden gidip, batı ülkeleri ve Sebte şehirlerinin batısı
semtinden
geçmiştir. Sebte boğazı karşısına geldiğinde, mal yüklü gemisi
batmıştır.
Kendi gemisi, yetmiş kimse ile selamete yetmiştir. Böylece
dokuzyüzotuz
senesinde yine sivilya yakınında Senlüka limanına gelip, kendi
yerinde
karar etmiştir. Seferinin süresi, üç seneden ondört gün eksik
olmuştur. Bu
müddet içinde ellibin mil deniz kat etmiştir. Çünkü Macellan
kaptanın gemisi,
düz bir hat üzere seyr etmeyip, kah güneye ve kâh kuzeye
salmıştır. Onun
için o kaptan, sekiz aylık deniz mesafesini, onaltıbuçuk ayda
ancak
seyredip, yerküreyi dolanarak, âlemde kam almıştır. Bu sürenin
kalan
günlerini, sefer esnasında, şehirlerde ve adalarda alış-verişle
geçirip,
kalmıştır. Çünkü yeraltından seyr ve sefer edenlerin ilki, bu
kaptan
olmuştur. Onun için yeryüzünde bu nâmla meşhur bulunmuştur. ispanya
kralı
ondan hoşlanıp, yanına almıştır. O gemiyi, bir yüksek tersane yaptırıp,
onu
kırmızı çuha ile örttürmüştür. Yerküreyi seyr ile tamamen dolaşıp
Adem'den
beri olmamış bir iş etmiştir, diye, o ülkede olanlar, o gemiyi
ziyarete
gitmiştir. Denizlerin durumları bununla nihayete
yetmiştir.
Aşağıdaki daireler bu durumları açıklamaktadır.
[TOP]
24-BÖLÜM:024:
ALTINCI BÖLÜM
Toprak unsurunun
mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, sükûn ve kararını,
parçalarını
korumasını, vâdi ve dağlarını; yerkürenin iki tabakaya
bölünmesini ve yeni
dünyanı ortaya çıkmasıyle çizilişini; kaynakların
fışkırmasını ve yerin
sarsılmasını dört madde ile hâkimâne açıklar.
Birinci
Madde
Toprak unsurunun mahiyetini, faydalarını, özelliklerini,
keyfiyetini,
durumlarını ve görünüşünü; vadilerini ve dağlarını, sükûn ve
kararını,
parçalarındaki çekiciliği bildirir.
Ey aziz, malum
olsun ki, filozoflar ve astronomlar ittifakla demişlerdir
ki: Dört unsurdan
dördüncüsü ve esası toprak unsurudur ki, o, bir basit
cevher; keyfiyet ve
tabiatı soğuk ve kuru olduğundan, diğer unsurlara
muhaliftir. Mutlak ağır
ulunduğundan, tabiî yeri unsurların altı olup,
kendi parçalarını çekme ve
kurumayla yerinde sükun ve karar etmiştir. Bu
toprak unsuru, bir tek yüzeyle
çevrili küre bir cisimdir.O kürenin merkezi,
âlemin merkezi ve bütün
ümmetlerin ayağının altıdır. Yüzeyi, vâdiler ve
dağlarla girintili-çıkıntılı
olup, üzerinde bulunan su küresi ve hava
küresinin alt yüzeylerine temas
etmiştir. Felekler ve unsurlar, yerkürenin
etrafında hareket edici olup,
feleğin dönüşü, o süratli hareketiyle bu
unsuru her yönden ortaya itip, sâkin
tutmuştur. Nitekim bir şişe içine bir
taş konulup, o şişe sürat ve kuvvetli
döndürülse, o taş, şişenin ortasında
hareket etmeyip sâkin olur. Bunun gibi
yer, feleğin ortasında sâkin olur.
Bir karar üzere karar etmiştir. Gerçi
bazıları demişlerdir ki, yerküre, hem
güneş etrafında, hem kendi etrafında
daima hareket edicidir. Felekler ve
yıldızlarsa, sürekli sâkin ve sâbit olup,
ancak yerin dönmesiyle dönücü ve
hareketli sanılmıştır. Nitekim yürüyen bir
gemiye binmiş olan kimseye,
denizin sahili hareket ediyor görünür. Bu konunun
bir miktarca
açıklanması, dokuzuncu bölümde, yeni astronomi nâmıyle beyan
olunacaktır.
Lakin bu görüş, zayıf ve çoğunluğa aykırı bulunmuştur. Çünkü bu
kitapta
Alemin durumlarını açıklamaktan muradımız, ancak cihanın
yaratıcısını
tanımaktır, cihan değildir. Şu halde âlem, ne yapıda olursa
olsun ve ne
yöne hareke kılarsa kılsın, hepsi o göklerin ve yerin
yaratıcısının
kudretinin kemâline ve azametine delalet eder. Bizlere de lazım
olan ancak
bu ibret bakışıyle kemâl kazanmaktır.
Toprak unsuru da,
ötekiler gibi, oluşu ve bozuşumla çeşitli suretler
bulmaya kabiliyetlidir.
Zira ki, kendi yerindeyken bile, diğer unsurlara
dönüşüp, başkalaşır. Bu
toprak unsurunun soğukluk ve kuruluğunun birlikte
bulunmasına sebeb, katılık
ve yapışma olduğundan; sırtı canlılara yer ve
sığınak, karnı maden ve
bitkilere başlangıç ve kaynak bulunmuştur. Şeklinin
küre olduğu nice
delillerle ispatlanmıştır. Bütün yeryüzünde ikibuçuk
fersahtan ziyade yüksek
dağ olmadığı yakinen bilinmiştir. Çünkü dağların en
fazla yüksekliğinin yerin
çapına oranı, bir arpa eninin bir ziraa oranı
gibidir. Şu halde bu dağlar,
yerin küre olmasına mâni değildir. Mesela bir
yuvarlak elma üzerinde pirinç
tanelerini saplansa, tanelerin yarıları
dışarıda bulunsa,o elmanın
yuvarlaklığına onlar zarar vermediği gibi,
dağlar dahi yerin küreliğine zarar
verme ve veremez. Lakin yerküre fazla
büyük olduğundan, düz görünür. Onun
için felsefeden habersiz olanların aklı,
gözünün gördüğünü geçmeyip, olduğu
yeri düz gördüğünden, yerin tamamı düz
yüzey zanneder. Halbuki gerçeğe uygun
değildir.
Yerkürenin ortasında bir hayalî nokta vardır ki, âlemin merkezi ve
gerçek
dip odur. Bütün yönlerden ağır cisimler ona meyledip, engeller olmasa,
varıp
onu bulur. Her yönden yerin göğe uzaklığı eşit olduğu halde, ağır
cisimler
biribirini itme sebebiyle veya merkezin çekmesi yoluyle, bu toprak
unsuru
unsurların ortasında yerleşmiştir. Şu halde insan, yeryüzünün her ne
yerinde
dikilirse, onun tepesi sürekli gök tarafına gelip, ayağı merkeze
doğru
olur. Ona göğün yarısı görünür. Zira ki, onun ufku dairesinin
merkezi,
kendi ayağı altında bulunur. Yerin hangi tarafına, ne miktar hareket
etse,
ona, göğün o miktarı o taraftan meydana çıkar. Öteki tarafından o iktar
gök,
gizlenmiş olur. şu halde yirmiiki fersah mesafe ki, yaklaşık yerin
bir
derecesidir, her o kadar hareket için, göğün dahi bir derecesi
meydanda
olup, karşısında bir derecesi görünmez. Zira ki, yer, kendi
kuşağının
üçyüzaltmış cüzünden bir cüzü olduğu gibi, göğün dahi bir derecesi
öyledir.
Şu halde yerin bir derecesi, karşısında ve paralelinde bulunan göğün
bir
derecesine uygun ve eşit sayılmıştır. Gerçi yer dairesinin kavsinden,
gök
dairesinin kavsi uzun bulunmuştur. Lakin bu kıyas ile bütün
dereceler,
feleklerin kuşağı ve yıldızların yükseklik alçaklığı
bilinmiştir.
İkinci Madde
Toprak unsurunun iki
tabaka bulunduğunu ve bazı filozofların görüşlerine,
bazı âyet-i kerime ve
hadis-i şeriflere bu durumun bir yönden uyduğunu
bildirir.
Ey
aziz malum olsun ki, filozoflar ve kelamcılar demişlerdir ki: Bu
toprak
unsuru, bir küre iken iki tabakaya bölünmüştür. Önceki tabakası
çamur
tabakasıdır ki; bütün madenler, bitkiler, hayvanlar, kaynaklar,
zelzeleler,
buharlar, onun üst nahiyesinde oluşup, vücuda gelmiştir. bu topak
unsuru
renksizken, onlarla karıştığından nice muhtelif renklerle
renklenmiştir. Bu
tabakanın kalınlık ve derinliğini, Hindistan filozofları,
bal mumları yakıp,
çeşitli fenlerle değişik yerlerde derin kuyular kazmak,
inceleyip,
denemişlerdir. Nice sahralarda yedibin kulaçtan fazla ve deniz
yakınında
onbeşbinbeşyüz kulaç ki, takriben beş fersah mesafedir. O kadar
yerin
dibini kazdıkta, çamur tabakasının sonunu bulmuşlardır Ve halis renksiz
ve
kuru toprağa ulaşmışlardır. Halen o kuyuların dördü, Hindistan'ın sonu
olan
Kenkeder sahrasındadır. Şeddad kuyusu, Şam'da, Altın Çeşme
semtinde,
Zeydanî sahrasındadır ki, ona Haviye kuyusu derler. O semtin halkı,
onu
temaşa etmek için giderler. Yağlı hırkalardan deve kadar büyük
demetler
bağlayıp, ateş ile şulelendirip,o kuyuya atarlar. O zaman o şuleyi
seyredip
görürler ki, kuyunun içine indikçe küçük görünüp, ta yıldız kadar
olur,
derler. Sabittir ki, geceleyin bir dağda, deve büyüklüğünde yanan ateş,
beş
fersah mesafeden, bir yıldız miktarı görünür. Şu halde bu kıyasla,
çamur
tabakasının mesafesi bilinir. bu tabaka, ateş tabakasına nispetle
altıncı
tabaka sayılır.
Toprak unsurunun ikinci tabakası, halis topraktır
ki, merkezi kuşatan aslî
unsurdur. O, tamamen soğuk ve kurudur ve renksizdir
ki, renklenmiş değildir.
Ziraki aslî unsurların rengi olmaz. Nitekim suyun
rengi, kabın rengidir Bu
halis tabakanın derinliği merkeze varıncaya dek
binikiyüz altmışyedi fersah
mesafe hesap olunmuştur. zira ki, yerkürenin
kuşağı, sekizbin fersah mesafe
olduğundan, çevreden merkeze varıncaya dek
yarıçapı, binikiyüz yetmişiki
fersah mesafe bulunmuştur. Şu halde yerin
yarıçapından beş fersah çamur
tabakasının kalınlığı çıkarıldıkta, kalan halis
tabakanın kalınlığı olur.
Şu halde ay feleğinin altında ateş tabakası, onun
altında duman tabakası,
onun içinde soğu tabaka, onun içinde buhar tabakası,
onun içinde su
tabakası ve onun altında çamur tabakası, onun içinde de hâlis
tabakadır ki,
yedinci tabakadır. Bu yedi tabaka biribirini kuşatmıştır ve
"Allah yedi
göğü ve bir o kadar da yeri yarattı," (65/12) âyetine uygun
gelmiştir.
İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) hazretlerinden naklolunan
boğa ve
balık kıssası gerçeklik kazandığı takdirde; boğa burcu ve balık burcu
ile
tevcih olup ona uygun olmuştur. Zira ki Ashab-ı Kiram'ın bu tür
işlerden
akla uygun yorumları galiba İslâm'ın başlangıcında din işleri
henüz
yerleşmeden, felsefî görüşlere halk meşgul olup, İslam dininin
kaidelerini
zabt ve rivayetten kalmasınlar diye, din işlerinden olmayan
suallere:
"İnsanlara akılları seviyesinde söyleyin," hadisince hakimâne
cevaplar
vermişlerdir. Elbette peygamberlerin ve ashab-ı kiramın görevi,
halka din
işlerini öğretmek olup; eşyanın hakikatlerinin açıklanması onları
vazifesi
olmadığından, kendilerine ayın değişik şekillerinden sorulduğunda:
"Sana
yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlary insanların muameleleri ve
hac
için vakit ölçüleridir," (2/189) buyurulmuştur. Ta ki halk,
onlardan
soracaklarının ne olduğunu bilsin ve din işlerinden olmayan
durumları
onlardan sual etmesin. Nitekim hurma ağacının dikilmesi ve
aşılanması
konusunda, Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem: "Siz dünya
işlerini
daha iyi bilirsiniz," buyurmuştur. Yerkürenin iki kutbu
doksanıncı
enlemlerdir ki, yukarıda açıklandığı üzere, altı ay gece ve altı
ay
gündüzdür. Şu halde Hızır ve İskender karanlığı, kuzey kutbunda olan
altı
ay geceden ibarettir. Yoksa sürekli karanlık olan yer, bilim
adamları
katında sabit değildir. Ye'cüc ve Me'cüc seddi, yedinci iklimin
doğu
semtinde, eski Tataristan'ın kuzeyinde bir yerdedir. Bazı eski
kitaplarda,
yerin mesafesi beşyüz yıllık yol ve yerle göğün arası beşyüz
yılık yol
yazılıp, Sümmüvâ'ta bu anlamları içine alan hadis-i şerif dahi
rivayet
olunmuştur. Lakin murat, ancak mesafenin çokluğunu belirtmektir,
sayı
değildir. Zira ki elli, yetmiş, beşyüz, yediyüz, bin, ellibin,
yetmişbin,
yüzbin... sayıları hep çokluk makamında kullanılmıştır. Nitekim:
"Ey
resulüm, o müafıklar için ister mağrifet dile, ister dileme. Onlar
için
yetiş kere mağrifet istesen de, Allah onları asla bağışlayacak
değil..."
(8/80) âyet-i kerimesinde sayı tayini murat olunmayıp, çokluktan
kinaye
bulunmuştur. Şu halde bunun gibi tevillerle, ilim adamlarının
birçok
görüşleri dine uydurulmuştur.
Üçüncü
Madde
Yeni dünyayı (Amerika) bildirir.
Ey aziz, malum
olsun ki, astronomi âlimlerinden Nasîr Tusî ve ondan önce
gelen filozofla
demişlerdir ki: Güneşitleyici daire ile ufuk dairesinin
kesişmesinden
yerkürede hâsıl olan dört kısmın, iki kuzey kısmından birisi
mamurdur ki,
böylece dünyanın dörtte biri meskun olmuş olur. Geri kalan
dörtte üçünün
durumu meçhuldür: Ya mamur ve meskun veya okyanusla doludur.
Lakin sonraki
bilginler, okyanusu gemiyle dolaşarak, kalan dörtte üçünü
bütün durumlarını
keşf ve ispat etmişlerdir. Eskilerin bilmediği yerler
bulunup, mamur yerleri
dörtte bire hasretmeye mecal kalmamıştır. Zira ki,
miladî tarihin bindörtyüz
doksaniki senesinde, ki hicrî tarihin
dokuzyüzüçüncü senesiydi, Endülüs
memleketinden, cebir ilminde mahir bir
mühendis korsan ki, namına Kolon
(Kristof Kolomb) derlerdi. O, okyanusun
durumlarını incelemek için iç denizin
dış denize döküldüğü Sebte boğazı
dışında, İspanya limanından üç gemide
yüzyirmi adam ile yelkenler açıp,
batı tarafına doğru salmıştır. Devamlı
yengeç dönencesinden yirmi derece
kuzeyi almıştır. Yani kırküç derece
enleminde giderdi. Zira ki iki
tarafından sıcaklık ve soğukluk altına
düşmekten çekinirdi. Sürekli güneşin
batışını gözetip, otuzüç gün
seyretmiştir. O müddet içinde okyanusun
sahilinde tamam üçbin sekizyüz mil
mesafe kat etmiştir. Nice defa
yanındakiler pişmanlıkla geri dönmeyi
kastetmiştir. Gemilerde bulunanlar
ona, nice kere itap edip: bizi bela
girdabına uğrattın ve hepimizi bu engin
deniz içinde kaybettin, diye Kolomb'a
hücum ettiklerinde, o, onlara cevap
etmiştir ki: Sizin kurtuluşunuz, ancak
denizi bilir ve astronomi âletleri
kullanabilir adamla olur. Siz beni
öldürürseniz, hepiniz denizde kalıp,
helak olup gidersiniz, diye kâh müjde
kah korkutma ile onları
yatıştırırdı. Kurtuluştan ümidi kesip, şaşırmış
kalmışken, ansızın hoş bir
ada görünmüştür ki, akan nehirleri ve yüksek
ağaçları vardı. O zaman
canları bir miktar rahat bulup, Kolomb'a teslim
olmuşlardı. Altı gün yine
günbatımına doğru gidip, altı boş ada bulmuşlardı.
Hepsinden büyük olan
adaya, İspanyol adını vermişlerdi. Buradan geçip
sekizyüz mil dahi karayel
üzere gitmişlerdi. O zaman bir sahile yetmişlerdi.
Nice günler o sahilin
etrafında kuzey ve güney taraflarına seyretmişlerdi.
Onun ada olduğunu
bilmişlerdi. Orada bir kavim bulmuşlardı ki, bunların
seyrine gelip,
toplanıp sahile yetmişlerdi. Bunlar sahile yaklaştığında,
onların hepsi
firar etmişlerdi. Önce gemileri balık sanıp, temaşaya
gelmişler, sonra
insan olduklarını bilmişler ve korkup kaçmağa kalkmışlardı.
Zira ki onlar,
gemi ve sandal bilmezler imiş. Bunlar gemilerden çıkıp, onlara
yetişip, bir
kadın tutmuşlardı. Ona çok hediyeler verip, gözetmişler,
lisanını
bilmediklerinden, kavmini getirmeyi işaretle anlatmışlardı. O zaman
o
kadın, varıp kavmini gemiler yanına gönderip; onlar dahi altın,
gümüş,
meyveler, ekmek ve çeşitli kuşlarla ve hayvanlarla gelmişler, iskele
yanına
yetmişlerdi. Nice günle ve aylar burada alış - veriş edip, oraya batı
Hint
deyip, orada kırk adam koyup, yine doğuya doğru selametle
gelip,
gitmişlerdi. İspanya hâkimine yeni dünya hediyelerini hediye
etmişler.
Bundan sonra ikinci ve üçüncü senelerde varıp geldikçe yeni
dünyalıların
lisanlarını ve âdetlerini tamam bilmişlerdir. Yolunu beşbin
ikiyüz il deniz
yolu bulmuşlardır. Lakin okyanusun doğuya doğru hareketinden
dolayı elli
günde gidip, ancak beş ayda gelmişlerdir. Sonra dördüncü senede
Kolomb,
bulduğu yeni dünyaya ulaştığında, oranın Kâşk adlı hâkimi, Kolomb'u
gemiden
çıkmaya komayıp, menettiğinde; Kolomb'un ona karşı koymaya
kudreti
olmadığından, hile yoluna sapıp, demiştir ki: Siz, bize cefa
eylediniz.
Onun için rabbiniz size gazap etmiştir. Alameti odur ki, yarın
güneşin
ışığını alsa gerektir. Meğer ertesi günü, bize nispetle orada
güneş
tutulması, olup, Kolomb bunu bilmiştir. O zaman bu sözden onlar
vehme
düşüp, sabahı beklemişlerdir. Kolomb'un haber verdiği saatte
güneş
tutulduğu için, oradakiler korkuya düşüp, Kolomb'a
hediyelerle
gelmişlerdir. Sulh edip, ona boyun eğip, itaat kılmışlardır.
Hepsi puta
tapıcı iken, ahalinin çoğu dönüp, Kolomb'a uyup, hıristiyan
olmuşlardır.
Kolomb, adamlarıyle yeni dünyada kalıp, yirmi senede birçok
yerini zabt
edip almıştır. Kuzey yarısı ahalisini beyaz ve esmer; güney
yarısında
oturanlarını, Habeşî ve siyahî, boylarını ondört karıştan fazla
uzun
bulmuştur.
Yeni dünyanın birçok nehirleri, meyveli ağaçları, yüksek
dağları ve derin
vâdileri vardır. Oranın rengârenk kuşları ve vahşi
hayvanları sayısızdır.
Burasının büyüklüğü, dünyanın meskün olan diğer dörtte
bire kadardır ki,
garip tavırları ve acayip halleri, Yaratıcının sanatının
eserlerini ve
kudretini tasdik etmektedir. Önceki kitaplarda sözü yedilmemiş
ve hazreti
Adem'den beri gidilmemiş olan bu yeni kıta, yeni dünya adını
almıştır.
Burası o kadar geniştir ve o kadar çeşitli dağları, ovaları vardır
ki,
tafsilini ancak Allah bilir. Kelam-ı Kadiminde: "Onun ilmi dışında
bir
yaprak dahi düşmez." (6/59) buyurmuştur.
Dördüncü
Bölüm
Kaynakların fışkırmasını ve yer sarsıntısını hakîmâne
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki:
Kaynakların
kaynamasının ve yerin sarsılmasının sebebleri budur ki, yerin
içinde oluşan
buhar, orada hapsoldukta; bir tarafa yönelip, orada soğuyarak
suya dönüşür.
Eğer az ise buhar parçalarıyle karışıp kalır. kuyu suları
budur. Eğer fazla
ise, yerin içine sığmayıp, yerkabuğunun ince yerlerini
yararak, çıkar ki,
kaynayan kaynaklar budur. Pınar ve kaynakların bir sebebi
dahi budur ki:
Karlanan ve yağmurlardan dağların içine sızarak akan sulardır.
Zira ki, kar
ve yağmurun çokluğu ile kaynaklar ve pınarlar çoğalıp, onların
azalmasıyle
bunlar dahi eksilmiştir. Şu halde yeryüzünde akıp, insan ve
hayvanların
hayat maddesi olan tatlı sular için Hak Taâlâ yerin dağlarını
hazineler
kılmıştır. Zira ki yağmur ve kar suları, dağların altında mağaralar
ve
taşlar içinde ve yeraltında toplanıp, dağlar tarafından
saklanmıştır.
Bundan sonra dar yarıklardan azar azar sızdırıp, ondan
kullarına yetecek
kadar pınarlar ve nehirler akıtmıştır. Ta ki gelecek kışta
yağmur ve karı
dağların mağaralarına sızdırıp, sularından, mağara ve
taşlardan akan
suların yerine dolduruncaya kadar, o taşların altlarında olan
küçük
gözelerden yavaş yavaş sızan nehir ve kaynak suları, insanlara
ve
hayvanlara yetmiştir. Fazlası, vâdilerde seller olup, feryat ile
denizlere
gitmiştir. Şu halde o yüce Yaratıcı, yeryüzünde olan yaratıklar
için
dağlara yağmur ve kar verip, nehirler ve kaynaklar çıkarmakta dolap
misali
etmiştir. Bu dolapların dönüşü süreklidir ki, kıyamete kadar
sürer.
Yeraltında buharlardan oluşan veya yağmurdan biriken sular,
yerlerine
sığmayıp, ince yerlerden kolaylıkla çıktığında, eğer taşların veya
temiz
toprağın yakınında ise, o su, soğuk ve tatlı olur. Eğer çorak
yerlerden
gelirse, o su tuzlu olur. Eğer kükürtlü arazilerden ve madenlerden
çıkarsa
o su sıcak olur. Zira ki kış mevsiminde havanın soğukluğu galip
olduğundan,
güneşin sıcaklığı yerin altına firar eder ki, iki zıt bir yerde
toplanmaz.
Onun için yerin içi kış günlerinde sıcak olup; kükürtlü araziler
ve
madenler, sıcaklığı, çokluğuna ve azlığına göre çekip, daima
korumuşlardır.
Bu sebebtendir ki, madenler çevresinde kaynayan ılıca suların
tatları ve
kokuları ve hararetleri ve özelliklerini almışlardır. Eğer bu
suya, havanın
soğukluğu isabet ederse, donup civa olur. Zift, neft, şab veya
tuz olur.
İsfahan ile Şiraz arasında bir su çıkar ki, Allah'ın
şaşılacak
sanatlarındandır. Sığırcık suyu nâmıyle meşhurdur. Kaçan bir yere
çekirge
istila edip, mahsullerini yese; bir kimse varıp o sudan bir şişe
alıp,
arkasına bakmadan ve şişeyi yere komadan o araziye getirse, o suya
sayısız
sığırcık tâbi olup, o çekirgeleri öldürdüğünü tevatür ile
naklederler.
Yerin içinde oluşup, hapsolan buhar, öyle bir mertebe kalın olsa
ki, yer
kabuğunu yarıp çıkması mümkün olmasa veya yerkabuğu kesif ve salp
olup
buharın çıkmasına mâni olsa; yerin altında toplanıp dışarı çıkmak
isteyen o
buhar, yeri şiddetle yardıkta, o yer hareket eder ki, yerin
sarsıntısı
odur. Yerin içinde oluşan dumanların ve rüzgârları
ahkâmı,
atmosferdekilerin ahkâmı gibidir. Kâh olur ki bunlar oldukça kuvvetli
olup,
yeri öyle hızlı yarar ki, ondan büyük gürültü hâsıl olur. Kâh olur
ki
dumanın tabiatı gereği ateş almasına neden olan şiddetli
hareketlerle
yerden ateş çıkar. Eğer ateş, bir madende ortaya çıkarsa, onu
tamam
bitirinceye dek aylarca hatta yıllarca yanar, demişlerdir. (En
doğrusunu
Allah bilir. Çünkü o, muhakkak sebeblerin
yaratıcısıdır.)
[TOP]
25-BÖLÜM:025:
YEDİNCİ BÖLÜM
Yerkürenin üzerinde
belirlenen ve varsayılan kutup dairelerini ve
kutupları, yeryüzünün beş kısma
bölünmesini gerektirir sebepleri, dörtte
bir meskun kısmın yedi iklime
bölündüğü ve yedi iklimin sınırlarını, her
iklimde nice memleketler, dağlar,
nehirler ve ne şekil insanların ve
hayvanların bulunduğunu, yedi iklimin
ötesinin durumlarının doksanıncı
enleme dek keşfedildiğini ve incelendiğini,
yedi iklimin her birinde en
uzun günü bulmayı ve en uzun günden şehirlerin
semtlerinin çıkarıldığını,
beldelerin mizaçlarının ve sâkinlerinin farklı
bulunduğunu altı madde ile
hakîmâne açıklar.
Birinci
Madde
Yerkürenin üzerinde belirlenen ve varsayılan daireleri ve
kutupları
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar
feleklerdeki işleri zabt için, âlem
küresi üzerinde ispat ettikleri
dairelerden ve kutuplardan sekiz daire ve
kutup yerküre üzerinde de
belirleyip, varsaymışlardır. Ta ki onlarla
yerdeki işleri dahi zabtetmiş
olurlar.
İki kutbun birisi, kuzey kutbudur. Bunun karşısı, güney kutbudur.
sekiz
dairenin dördü büyük, dördü küçüktür. Büyü dairelerin evvelkisi
ekvator
dairesidir. İkinci burçlar dairesidir. Üçüncüsü ufuk dairesidir.
Dördüncüsü
gün yarısı dairesidir. Nitekim yukarıda açıklanmıştır. Küçük
dairelerin
ikisi dönence daireleridir. ikisi burçlar kutbu daireleridir. Bu
sekiz
dairenin beşi paraleldir ki, her ikisi arasında bulunan uzaklı eşittir.
Üçü
eğiktir ki, birbiriyle kesişirler. Bunların ikisi yani ufuk
dairesiyle
günyarısı dairesi, yerküre üzerinde çizilmeyip; ayrı ve yer
değiştirici
konulmuştur. Diğerleri, küre üzerinde çizilmiştir ve
sabittir.
Ekvator dairesi, yerküre üzerinde bir büyük dairedir ki, büyük
feleğin
kuşağı olan güneşitleyici dairenin yüzeyinde bulunup; senede iki
defa
güneş, kendi batısal hareketiyle üzerine geldikte, birçok yerlerde gece
ve
gündüz eşit olur. Burada güneş feleğinin hareketi eşit ve düz
olduğundan
buna: Hatt-ı üstüva (ekvator) derler. O iki vakit, güneşin iki
eşitlik
noktasına (21 mart, 23 eylül) geldiği zamandır ki, biri koç
burcunun
başlangıcıdır ve biri terazi burcunun başlangıcıdır. Ekvatorun,
yerin iki
kutbundan uzaklığı eşit olup, yerküreyi güney ve kuzey iki eşit
kısma
bölmüştür. Ekvator, burçlar dairesi ile iki yerde kesişmiştir ki,
eşitlik
noktaları (ekinoks) makamındadır. Burçlar dairesi, yerküre
üzerinde
çizilmiştir. Güneşitleyici ile kesişip, iki dönence (oğlak ve
yengeç)
noktalarına dek açılıp, birer tarafa meyletmiştir. Bu eğime genel
eğim
derler. Yirmiüçbuçuk derece kadar güney ve kuzeye gitmiştir. Bu
dairenin
kutupları dahi, âlemin kutbundan yirmiüçbuçuk derece kadar birer
tarafa
düşmüştür. Bu daire oniki kısma ybölünmüştür. Her birine,
yukarıda
açıklanan birer isimle burc denilmiştir. Altı burcu ekvatorun
kuzeyinde;
altı burcu güneyinde bulunmuştur. Her burc otuz dereceye ve er
derece
altmış dakikaya bölünmüştür. Şu halde bu daire üçyüzaltış derece
bulunup,
yerkürenin durumları onunla bilinmiştir.
Ufuk dairesi, yer
değiştiren bir büyük dairedir ki, âlemin görünür kısmını
görünmez kısmından
ayırıp ve sınırlayıp, yerkürenin altı ve üstü bununla
bilinmiştir. Bu ufuk
dairesi nice kısım bulunmuştur. Biri hakiki ufuktur
ki, yerküreyi ikiye
böler, büyüktür. Biri hissî ufuktur ki, çeşitli
yerlerde oturanların görüşüne
göre değişir, küçüktür. Biri düz ufuktur ki,
ekvatora mahsustur, büyüktür. Bu
dairede, güneşin doğuş ve batışı düz bir
biçimde döner bulunmuştur. Onun için
bana düz ufuk denilmiştir. Biri eğimli
ufuktur ki, düz uygun gayrisi
bilinmiştir, yani bütün eğilimli ufuklar,
âlemin iki kutbundan bir tarafa
eğilimli bulunmuştur. Şu halde feleğin ve
yerin her yönünde olan her cüzünde,
ufuk itibar olunmuştur. Doğuş ve batış,
onların çoğunda düz olmayıp, eğik
bulunmuştur. Doksanıncı enlemdeki o yer,
yerin kutbudur. Feleklerin dönüşü
burada değirmen bilinmiştir. Zira ki ufuk
dairesinin iki kutbunun biri tepe
noktası, biri ayak noktasıdır. Şu halde
doksanıncı enlemde ufuk ile
güneşitleyici biri birine çakışık olup,
kutupları bitişik sayılmıştır. Hissî
ufkun çapının mesafesi, yeryüzünde,
yirmiikibin beşyüz adımdan fazla
değildir, denilmiştir.
Günyarısı dairesi, yer değiştiren bir büyük dairedir
ki, âlemin iki
kutbundan ve belirlenmiş olan başucu noktasından geçip,
güneşitleyici daire
ile ve ekvator ile kesişir bulunmuştur. Felekleri ve yeri
ikiye bölüp, bir
kısmı doğu, bir kısmı batı olmuştur. Gece yarısı ve gün
ortası bununla
bilinip, belirlenmiştir. Güneşitleyici ve ekvatorun her
parçasına, bir
günyarısı itibarı mümkün olmuştur. (Ekvatorun her derecesinden
bir
günyarısı dairesi (meridyen) geçtiği farz olunmuştur. Topla
üçyüzaltmış
eder.)
Dört küçük daire ki, ekvatora paraleldirler. Onların
ikisi burçlar kutbu
dönenceleri ve biri yaz dönüm noktasıdır ki yengeç
dönencesidir. Biri kış
dönüm noktasıdır ki oğlak dönencesidir.
Şimdi bu
sekiz daire ile yerin bütün işleri belirlenmiş ve zabtedilmiştir.
(Hakim ve
yaratıcı olan Allah münezzehtir.)
İkinci
Madde
Yerkürenin dört daire ile beş kısma bölündüğünü
bildirir.
Ey aziz malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: İki
kutup ve iki
dönenceleri olan dört küçük daire, yerkürenin tamamını beş kısım
etmiştir
ki; her bir kısmı iki küçük daire arasında veya bir daire ortasında
bulunan
mesafedir. Şimdi bu beş kısmın biri dönenceler arasında olduğundan,
buna:
Yakıcı bölge adı verilmiştir. Çok sıcak olduğundan dolayı, eskiler,
meskun
değil sanmışlardır. Bu iki dönence arası kırkyedi derece mesafedir
ki,
ekvator buranın ortasında bulunmuştur. iki kısmına, soğuk
bölge
denilmiştir. Zira ki bunlar, güneşin yürüyüş yolundan uzak olduğundan,
çok
soğuktur. Bunun için eskiler meskûn değil sanmışlardır. Bu iki
kısım,
burçlar kutbunun iki dönüş yeri arasında iki dönüş uzaklığıdır. Her
birinin
enlemi, yerin kutbuna varıncaya dek yirmiüçbuçuk derece bulunmuştur.
Bu iki
kısım dahi kendi kutupları adıyla isimlendirilmiştir, (kuzey kutup,
güney
kutup). Geri kalan iki kısım ise mutedil bulunmuştur. Bunlar meskûn
olup,
imar edilmiştir. Kuzey kısmı yengeç dönencesi ve burçlar kutbunun
kuzey
dönüş yeriyle sınırlanmıştır. Güney kısmı oğlak dönencesinden
burçlar
kutbunun güney dönüş yerine varıncaya dek olan mesafe bulunmuştur.
Her
birinin enlemi mesafesi, kırküç derece ölçülmüştür.
Bu beş bölgenin
sakinleri, gölge ve yer yönüyle biribirinden ayrılmıştır.
Gölge yönünden,
soğuk bölge sakinlerine değirmentaşı adı verilmiştir. Zira
ki onların
gölgesi, ufkun yüzeyinde değirmen taşı gibi döner bulunmuştur.
Mutedil bölge
sâkinlerine eğimli denilmiştir. Çünkü bunların gölgesi, öğle
vakti olduğunda
bir tarafa eğilir bulunmuştur. Sıcak bölge sakinlerine iki
gölgeli
denilmiştir. Zira ki ekvatorda bulunanların gölgesi, öğle vaktinde
kâh
güneye, kâh kuzeye düşer görülmüştür. Güneş, senede iki defa iki
eşitlik
noktasında bulunduğunda, başuçlarına gelip, günortasında gölge
yok olmuştur.
Onlardan güneşin en uzak oluşu, dönenceye vardığında
bulunmuştur. İki dönence
altında bulunanların başuçlarına güneş, senede bir
kere gelip, günortasında
gölgeleri yok olmuştur. Onlardan güneşin en uzak
oluşu, dönenceye vardığında
bulunmuştur. iki dönence altında bulunanların
başuçlarına güneş, senede bir
kere gelip, günortasında gölgeleri
yok oluştur. Dönenceler ahalisinin başucu
noktalarına yakın olan âlemin
kutbu, sürekli ortada görünmüştür. Karşısı olan
âlemin kutbu ise sürekli
gizli kalıştır. Bunların gölgeleri bir
bulunmuştur.
Yer yönünden hepsi üç kısma bölünmüştür. Bir kısmı ekvator
sâkinleridir ki,
batıdan doğuya, güneşin doğuşundan sonuna dek bir dönüş
yerinde ve bir
enlemde düzülüp kalanlardır. İkinci kısım, ekvatordan iki
tarafa aynı
uzaklıkta olan enlemlerde düzülüp, nizam bulanlardır. Üçüncü
kısım,
ekvatora iki taraftan paralel enlemlerde, biri başucunda biri
ayakucunda
(kutuplar) sâkin olanlardır. (Vallahi
âlem.)
Üçüncü Madde
Meskun olan dörtte birin
hakikî yedi iklime bölündüğünü bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki,
astronomlar, dörtte bir meskunu, gece ve gündüz
farkları itibariyle bir nice
bölüm edip, her birine bir iklim adını
vermişlerdir. Yerkürenin kuzey
yarısını açıklayıp, ona kıyasla, güney
semtine gitmişlerdir. Bütün yerküreyi
altmış iklime bölmeye yetmişlerdir.
Hakiki iklimleri bölümünü, kâh en uzun
gün ile ve kâh aylar sayısıyle
belirlemişlerdir. Çünkü ekvatorda oturanlara
göre, gece ve gündüz sürekli
onikişer saattir. Bundan sonra kuzey kutbu ve
güney kutbu tarafına
ekvatordan uzaklaştıkça, gece ve gündüz farkı ona göre
çoğalır. Bu durumda
bu ekvatora paralel enlem daireleri farz edip, her iki
daire arasına bir
iklim demişlerdir. O şartla ki, onda en uzun gün, ekvator
semtinde bulunan
bir öncekinden yarım saat fazla ola. Bu taksimle beldelerin
tabiatları ve
yerleri, gece ve gündüz farkları toplu olarak belirlenmiş ve
bilinmiştir.
Zira ki, bir enlemde bulunan beldeler, tabiat ve yer bakımından
müşterek
olup, eşit gelmiştir.
Birinci iklimde üç daire farz olunmuştur.
Biri iklimin başlangıcı, biri
ortası ve biri sonundur. Kalan iklimlerin her
birinde ikişer daire
farz olunmuştur ki, iri iklimin sonu, biri ortasıdır.
Zira ki geçen her
iklimin sonuç dairesi, öncekinin başlangıcını
belirlemiştir. Eski
filozoflar, iklimleri yedi iklime hasredip, ellinci
enlemden yukarıda iklim
düşünmemişlerdir. lakin sonrakiler, yedi iklimin
ötesinde olan yerleri
mamur ve meskun bulup, altmışaltıbuçukuncu enleme dek
yani burçlar kutbu
dönüş noktasına varıncaya dek, en uzun gününe yarım saat
ekleyerek
yirmidört iklim bulup; ondan en uzun güne birer ay ekleyerek,
doksanıncı
enleme ulaşıncaya dek bölmüşler ve hepsini otuz iklim itibar ve
tayin
etmişlerdir.
Ekvator bölgelerinin çoğu deniz olduğundan, çoğunluğa
göre birinci iklimin
başlangıcı onikibuçuk derece enleminde farz olunmuştur.
O bölgenin en uzun
günü dahi, yaklaşık onikibuçuk saat bulunmuştur. En uzun
güne birer çeyrek
saat eklendiği yer, bu iklimin ortasıdır. En uzun günün
onüç saat olduğu
yer, birinci iklimin sonu ve ikincinin başlangıcıdır. Bu
durumda, her
iklimde en uzun gün, bu minval üzere, yarım saat eklemek
şartıyle,
yirmidördüncü iklimde en uzun gün yirmidört saata ulaşmıştır.
Burası, kuzey
burçları kutbunun dönüş yeridir. Lâkin bu iklimler biribirinden
küçüktür.
Zira ki, birinci iklimin ienişliği ve uzunluğu mesafesinden,
ikinci
ikliminki daha kısa ve daha küçük olup; bütün iklimler bu tertip
üzere
biribirinden dar ve az bulunmuştur. iklimlerin enlemi,
ekvatordan
başlatılıp, doksanıncı enlemde tamam olmuştur. En uzun iklim,
batı
okyanusunda olan Halidat adalarından başlatılıp doğu okyanusunda
son
bulmuştur. (Kanarya adalarının batı tarafında bulunan
adalar.)
Dördüncü Madde
Yedi meşhur iklimin
hududuna bulunan mamur memleketleri ve her birinde olan
yüksek dağları, akan
büyük nehirleri ve ahalisinin renklerini bildirir.
Ey aziz, malûm
olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Dörtte bir oturulan
yeri yedi iklime
taksim eden eski filozoflar, her bir iklimi nice meşhur
memleketlerle
sınırlayıp, belirlemişlerdir. Nice delillerle tecrübe ederek
sınayıp,
araştırmasına yetmişlerdir. Zira ki otuz ve kırk sene zarfında
niceleri bu
dörtte bir meskun yeri seyahatle baştan başa gitmişlerdir.
Birinci iklimin
mesafesi; atı okyanusundan, Berber ülkesinden, Nebür'den,
Habeş'ten,
Hadramut'tan, Sebe'den, Güney Yemen'den, Güney Sind, Hint ve
Çin'den geçip,
doğu okyanusunun bazı adalarına uğrar, bilinmiştir. Bu
ikimde yirmi yüksek
dağ ve otuz büyük nehir telaşa ve seyrolunmuştur.
Buranın ahalisinin hepsi
siyah bulunmuştur. İkinci iklimin mesafesi; batı
ve kuzey şehirlerinin
tümünü, Sudan'ı, Kuzey Arap adasını, Yemen'i, Mekke,
Medine, Taif, Katif,
Bahreyn ve hürmüz şehirlerini, Hint, sind, Maçin ve
Çin ortalarında bulunan
şehirleri geçip, doğu okyanusu adalarının
ortalarına ulaşır bulunmuştur. Bu
iklimde yirmiyedi yüksek dağ ve yedi
büyük nehir seyr ve temaşa kılınmıştır.
Buranın ahalisi siyaha yakın esmer
müşahede olunmuştur. Üçüncü iklimin
mesafesi; batı okyanusundan gelip,
kuzey Afrika şehirlerinden ve Mısır'dan
geçip, Kudüs, Şam, Küfe, Bağdat,
Basra, Şiraz, İsfahan ve Fars memleketinin
tümünden, Hint, Çind, Maçin ve
Çin'in kuzeyinden geçerek, doğu okyanusu
adalarına ulaşmıştır. Bu iklimde
otuzüç yüksek dağ ve yirmi büyük nehir
seyrolunmuştur. Buranın ahalîsi
buğday benizli esmer bulunmuştur. Dördüncü
iklimin mesafesi akdenizin
tamamıdır. Okyanus olan Sebte boğazından, Endülüs,
İspanya ve Galyanın,
Firengistan ve Rumeli'nin güney taraflarından geçip,
Akdeniz'in ve
Anadolu'nun güney yarılarından geçer, Trablus, Antakya,
İskenderun, Halep,
Erzincan, Diyarbakır, Musul, Tebriz, Erdebil, Kazvin, Tus,
İran dağlarının
kuzeyi, Lahor, Keşmir ve Horasan'dan, Hint ve çin'in
kuzeyinden geçip, doğu
okyanusunda bulunan adalara ulaşır bilinmiştir. Bu
iklimde yirmibeş yüksek
dağ ve yirmiiki büyük nehir seyr ve temaşa
kılınmıştır. Buranın ahalisinin
tümü beyaza yakın esmer müşahede olunmuştur.
Beşinci iklimin mesafesi; batı
okyanusundan, İspanya kuzeyinden, Akdenizin
kuzey yarısından geçip, Anadolu
şehirlerinin çoğu, sivas, Erzurum, Şirvan ve
Hazer denizinin güney
yarısında olan Keylan ve Cam emsali şehirleri geçip,
Maveraünnehr, Harezm,
Semerkant ve Buhara, Türkistan ve Tataristan'ın güneyi,
Deşt-i Kebir,
Tibet, Çin seddinin kuzeyi, Tebük'ün güneyi, Hıta ve Hıtan
memleketlerinden
geçip, doğu okyanusa uğrar bilinmiştir. Bu iklimde otuzüç
yüksek dağ ve
onbeş büük nehir sayılmıştır. Buranın ahalisinin tümü beyaz
bulunmuştur.
iklimlerin en ılımlısı dördüncü iklimdir. Sonra bunun iki
tarafında
komşuları bulunan üçüncü ve beşinci iklim ona eklenmiştir. Zira ki
bu üç
iklimin suyu ve havası letafetinden ahalisinin çoğu batınî ve
zâhiri
kuvvette, güzellik, hüner ve olgunlukta itidal üzere
bulunmuştur.
altıncı iklimin mesafesi; batı okyanusundan, firenk
memleketlerinin
kuzeyinden ve Rumeli memleketleri kuzeyinde bulunan
şehirlerden ve
İstanbul'dan ve Karadeniz'in güney ve kuzeyinde bulunan
memleketlerden ve
Azak'tan geçip, Gürcistan'a, Gece, Tiflis, Varna ve Gökçe
denizden (Hazer)
Şirvan'ın kuzeyine, Derbent kalesinden Dağıstan ve Ejderhane
memleketlerine
uğrayıp, Hazer denizinin kuzey yarısından geçip, Seyhun
nehrinin geriinde
olan Karakalpak ve Özbek, Çağatay ve Kaşgar, Ulungay ve
Türkistan
memleketlerinden, Tataristan ve Dest-i Kebir'in kuzey yarılarından,
Hıta ve
Hıtan memleketlerinin kuzeyinden geçip, doğu okyanusunda bulunan
adalara
ulaşır bulunmuştur. bu iklimde onbir yükse dağ ve kırk büyük nehir
sayılmış
ve temaşa kılınmıştır. Buranın ahalisi sarıya meyyal beyaz
müşahede
olunmuştur. Bu iklimin soğuğu şiddetli iken yine itidal üzere
bilinmiştir.
Yedinci iklimin mesafesi; batı okyanusu sahilinden, Portekiz
ve
İngiltere'den geçip, Kıpçak, Tesalya, Bulgaristan ve Rusya'dan,
Hazer
şehirlerinin kuzeyinden geçip, Deşt-i Kebir'den, esi
Tataristan'ın
kuzeyinden ve İskender seddinden geçip, batı okyanusta bulunan
adalara
uğrar bilinmiştir. Bu iklimde onbir yüksek dağ ve kırk büyük
nehi
seyrolunmuştur. Buranın ahalisi kızıla meyyal beyaz bulunmuştur. Bu
yedinci
iklimin sonu ellini enlem tayin olunmuştur. En uzun gün onda, tamam
onaltı
saat bulunmuştur.
Esi filozofların görüşlerine göre, yedi iklim
bunlardır, ki açıklanmıştır.
Fakat sonraki filozofların görüşleri üzere
taksim olunan yirmidört iklimin
hudutlarının belirlenmesi, ilerideki cetvelde
olan rakamlara havale
kılınmıştır.
Beşinci
Madde
Yedi iklimin ötesinin mamur bulunduğunu, doksanıncı enleme
değin
keşfederek, iklimler itibar olunduğunu ve yedi iklimi her birinde en
uzun
günün bilindiğini ve en uzun günden her bir iklimde, şehirlerinin
yerinin
belirlendiğini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, gerçi
eski astronomlar, yedi iklimin ötesini
iltifat ve itibar etmeyip, yedi ikile
hasar ve kasr etmişlerdir. Lakin
sonraki astronomlar, tıpkı yedi iklimdeki
gibi,en uzun gününe yarım saat
eklendikçe bir iklim itibar edip; ekvatordan
en uzun günün yirmidört saat
olduğu yere değin, ki o burclar kutbu
dönencesidir, yirmidört iklim
seçmişlerdir. Lakin ondan yerin kutbuna yani
âlemin kutbu altına varıncaya
dek yarım saat ekleme kaidesinin yürümesi
mümkün olduğundan, en uzun gün
birer ay arttıkça, bir iklim itibariyle iki
kutup arasını dahi altı iklime
taksim edip, doksanıncı enleme dek, tümünü
otuz iklim belirlemişlerdir.
Yedi iklimin ötesini araştırmak için kutup
dönencesi altına değin
gitmişlerdir. Oraları meskûn bulup, halkını surette
insan, sîrette hayvan
emsali eksik ve bilgisiz müşahede etmişlerdir. Kutup
dönencesi altında bir
kavme yetmişlerdir ki hepsi it ağızlı ve it huylu, biri
biriyle itlik
ederler ve it gibi yaşayıp, it dirliğinde olurlar. Kışın
şiddetinden on ay
müddetinde it gibi yerlere girerler. Onlar ne din bilirler,
ne mezhep; ne
meşrep ne de sanat ederler. Ne süs ne ibadet bilirler. Ne âdet,
ne letafet
ve ne nezafet bilirler, ne iffet. suretleri icabı muamele ederler.
Orada
bir büyük dağ bulunmuştur ki, ikibuçuk fersah yüksekliği alınmıştır.
Dağın
altında altın madeni yanıp, tepesinden dumansız ateşin havaya
çıktığını
görmüşlerdir. Dağın etrafından çok sıcak kaynaklar fışkırıp, büyük
nehirler
olmuştur ve uz tutmuş olan kuzey okyanusa dökülüp; deniz,
suların
sıcaklığıyle çözülüp, ılımıştır. Denizin o sahilleri donmuş
olmayıp,
balıklar o semte gelip doluştur. buraların ahalisi, o balıkları
avlayıp ve
yiyip, uzak beldelere satıp; onunla hayvan derileri alıp,
giyinirler. Oraya
sürekli kar yağdığından, on ay sıcak nehirler ile
ılımanlaşmış hamamlarda
kalırlar. iki ay kadar yaz olur ki, hamamlardan
dışarıya çıkarlar. Orada
yaşayanlara, âlemin güney yarısı sürekli ufkun
altında olduğundan hiç
görünmez. Kuzey yarısı ufkun üstünde olduğundan
sürekli görünüp; yıldızların
ve feleklerin hareketi burada değirmen gibi
döndüğünden, o yerden
doksanıncı enleme varıncaya değin, en uzun gün hafta ve
ay ilavesiyle altı
aya ulaşır. Zira ki güneş, açıklanan batıya yönelik
hareketiyle koç
burcunun başlangıcına geldiğinde; doksanıncı güney enleminde
bir derece
kadar yeryüzünden batıp doksanıncı kuzey enleminde karanlık oan
bir deree
kadar yeryüzünden batıp, doksanıncı kuzey enleminde karanlık olan
bir
derece kadar yere doğup; atı ayda kuzey burçlarını dolaşıncaya dek,
güney
kutbunda bir gece, kuzey kutbunda bir gün olur. Çünkü güneş,
terazinin
başlangıcına oluşur ve güney burçlarında olu. Yerin kuzey kutbundan
batıp
yine güneyinde doğar. Altı ayda o burçları kat edinceye dek, kuzey
semtinde
yerin bir derecesi yine karanlıkta kalıp, oralarda bulunan deniz
donar.
Güney semtinin dahi durumları, kuzeye kıyasla bilinir. Şu halde
kuzeyin
gündüz zamanı, güneyin gecesidir; güneyin gündüz zamanı, kuzeyin
gecesidir.
(Gece ile gündüzü birbirine dönüştüren Allah münezzehtir.
Bir
iklimde en uzun günü bulmak lazım gelirse, o kaçıncı iklimse yarısını,
oniki
buçuk saat üzerine eklemekle elde edilir. Mesela beşinci iklimde
bulunan
erzurum'da iklim sayısının yarısı olan ikibuçuk, onikibuçuk üzerine
ekense,
onbeş olur. Bu durumda açıklığa kavuşmuş olur ki, beşinci iklimde
en uzun gün
onbeş saattır. Bu kıyas üzere, en uzun günden, şehrin kaçıncı
iklimin ne
semtine düştüğü de bilinir. Mesela şehrimiz Erzurum'un en uzun
günü, onbeş
saat oniki dakikadır. Şu halde bu sayının onikibuçuğu
çıkarılıp, kalan
ikibuçuk ile oniki dakikanın iki katı alınsa elde edilen
beşten iklim sayısı,
yirmidört dakikadan şehrin yeri ortaya çıkar. Yani
bilinir ki, şehrimiz
Erzurum beşinci iklimin ikinci yarısının sonlarında
bulunmuştur. Zira ki, her
bir iklimi enlem mesafesi yarım saat fazladır ki,
otuz dakikadır. İklimi
yarısı, çeyrek saattir ki, onbeş dakikadır. Bu
durumda onbeş dakikada bulunan
şehir, iklimin ortasında; onbeşten eksik
bulunan şehir, iklimin evvelindedir.
Şehrimiz Erzurum gibi onbeşten fazla
bulunan şehir, iklimin ikinci
yarısındadır. Eğer onikibuçuk çıkarılıp,
kalan ikibuçuk, dörde bölünse
paralel dairenin sayısı elde edilir. Zira ki
beş iklimin on dairesi olur.
Kalanları buna kıyas ile bulunur. Şu halde
ekvatordan doksanıncı kuzey enleme
varıncaya dek iklimlerin durumları e
tavırlarla bilindiyse; sonraki
astronomlara göre güney tarafının durumları
aynen böyle bilinir. Yani orada
da otuz iklim taksim olunur. Zira ki
dünyanın yarısı, ekvatordan kuzey tarafa
düşmüştür. Mesela dörtte bir
meskun yerin ekvatorun güney tarafında iklim
ola. Kamer dağlarından geçip,
Nil nehrinin kaynağından dolaşır. İkinci iklim,
kış dönüm noktası altından
geçip Kortanş burnuna uğrar. Zira ki, sonraki
astronomlar o tarafta otuzüç
derece enleminde nice memleketleri bulmuşlardır.
Buraların ahalisinin tümü
putperesttir. Şu halde iklimlerin tümünün sayısı ve
paralel daireleri, en
uzun günleri, enlemleri ve mesafeleri bütün bunların
sayıları bulunmak
murat olunursa, az sonra vereceğimiz cedvelden malum olur.
(Mülkünde olanı
en iyi bilen Allah'dır).
Altıncı
Madde
Oturulan yerlerin ve şehirlerin mizacını
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: su ve
hava, arazi
farklarına bağlı olduğundan, oturulan yerlerin farklılığı
hasebiyle
değişik olmuştur. Allah'ın kudretiyle çeşitli tesirlerinden yerin
mizacı
ile aynı olup, su ve hava, toprağa uymuştur. Her yerin mizacı aşka bir
tarz
olduğu için, her şehir kendi ehlini, kendi mizacı gereğince
terbiye
etmiştir.
Sıcak yerlerin mizacı, kendi ehlini kara ve kıvırcık
saçlı, hazmı zayıf,
bozuşması kuvvetli, rutubeti az, kalbi korkulu, bedeni
yumuşak, düşüş ve
ihtiyarlığı çabuk etmiştir. Habeş şehirleri gibi. Zira ki
onları
sâkinlerinin ömrü, ancak otuz seneye gitmiştir. Yaşı kırka varan pek
nâdir
olur. Soğuk yerlerde oturanların mizacları, kendi ehline şecaat ve
kuvvet
bahşedip, hazımlarını kolay ve rahat kılmıştır. Şu halde soğuk
yerler
rutubetli de olursa, kendi ehlini, etli, yağlı, cüsseli ve geniş
edi,
genellikle bedenleri arave ve nezaket bulup, beyaz ve berrak
olmuştur.
Yazları mutedil olup, kışlarının soğuğu şiddet bulmuştur.
Rutubetli
yerlerin izacı, kendi ehlini, güzel yüzlü, yumuşak sözlü edip,
onlara
gevşeklik ve mutedil bir yazla kış verip, humma, basur, ishal ve
cilt
hastalıklarını çoğaltmıştır. Kuru yerlerin mizacı, endi ehlinin deri,
mizaç
ve dimağlarını kurutup, yazlarını sıcak ve kışlarını soğuk
eylemiştir.
Yüksek yerlerin mizacı, kendi sakinlerine sıhhat ve kuvvet verip,
çoğunu
iyi ahlakla mesrur, ilim ve kemal ile mamur, güzellik ve cemal ile
nurlu,
uzun ömürle ömürlü etmiştir. Çukur yerlerin mizacı, kendi mahpuslarına
gam
ve kede içinde sıcak ve durgun su verip, onları havasıyle
hummalı,
kesafetiyle sıkıntılı, anlayışlarını az ve mizaçlarını illetli
etmiştir.
Açık ve taşlı yerlerin mizacı, kendi çevresindekilerin
bedenlerini
kuvvetli, saçlarını çok ve boylarını kısa edip, çoğunu çekî ve
reşit;
azlarını sıcak ve şiddetli etmiştir. Onlarda kuruluk ve seher
çok
olduğundan, savaş ve dövüşe galip olmuşlardır. Karlı dağların
mizacı,
öteki soğuk şehirler gibi kendi ehlini tertip edip, karı bâki
kaldıkça,
temiz rüzgârıyle onları temiz etmiştir. Deniz çevresindeki yerlerin
mizacı,
kendi ehline sıcaklık ve soğukluğu mutedil edip, rutubetini
kuruluğu
üzerine üstün etmiştir. Kuzey memleketlerinin mizacı, soğuk beldeler
ve
soğuk mevsimler gibi olup, kendi ehlinde asrî hastalıklar çok,
karınlarında
safra toplanmasını az etmiştir. O şehirlerinin sakinlerinin
hazımları
kuvvetli ve ömürleri uzun olmuştur. Zira ki onların çoğu yüz yıldan
fazla
yaşamıştır. onlarda bozuşma az ve damarları dolu olduğundan ve
damarları da
geniş olduğundan burun kanaması çok olmuştur. Yaraları az olup,
çabuk şifa
buluştur. bedenleri kuvvetli, kanları temiz ve yürekleri ateşli
olduğundan,
çoğu yırtıcı hayvan vasıflarıyle dolmuştur. Güney taraflarının
izacı, sıcak
şehirler ve mevsimler hükmünde olup, sularının çoğu acı ve
tuzlu
bulunmuştur. ehlinin başları rutubet maddeleriyle dolu, hisleri
illetli,
azaları gevşek, iştihaları az, mide ve şehvetleri zayıf
müşahede
olunmuştur. Yaraları zor şifa bulur. Kadınları, hastalıklarla
çocuklarını
düşürüp, çocukları az ve hayızları çok olur Cümlesine sara ve
çeşitli humma
isabet edip, basur istila etmiştir. Hatta otuz yaşını geçen,
felçli olup
gitmiştir Doğudaki oturulur yerler ki, doğusu açık olan
şehirlerin mizacı
sahih ve hoş bulunmuştur. Zira yki güneş, o şehirlerin
ahalisi üzerin
doğup, havalarını ılımlı ve temiz kılmıştır. Batı bölgeleri i
doğudakilerin
aksi olmuştur. O bölgelerin mizacı, rutubetli ve yoğun
kalmıştır. Zira ki
batı bölgeleri ahalisi üzerine güneş, gündüzde şule
salmaz, ta yükselip
etrafı ısıtmadıkça üzerlerine gelmez. Şu halde onların
soğuk geceleri
ardınca güneş, üzerlerine fecaatle doğup, on an içinde
sıcaklığıyle istila
ettiğinden, buraların halkı balgamla
olmuştur.
Açıklanan yerlerin birini seçip, vatan murat eyleyen seyyahlara
gereklidir
ki, önce o yerin yükseklik ve alçaklığında, açıklık ve
kapalılığında olan
özelliklerini ve o şehrin komşusu bulunan dağlar, madenler
ve buharların
mizaçlarını ve yönlerini bilip; ondan şehir halkının hastalık
ve sıhhatle,
hazım ve şehvette, güzellik ve surette, ahlak ve sürette, meşrep
âdette,
mezheb ve iffette haim olan durumlarını tecrübe kılsın. Bundan
sonra
binalarının dışını; genişliği ve içi yüksek midir, kapı ve
pencereleri
doğuya açık veya kuzeye dönük müdür, bilsin. Zira ki,
binanın
şartlarındandır ki , evin içi geniş ve yüksek, kapı ve pencereleri y
a
doğuya veya kuzeye açık ola. ta ki sabah rüzgârı ve kuzey rüzgârı o
eve
dola. Onunla ev mamur olup, evdekiler ondan her an hayat ve can
bulurlar.
Gönülleri hoş olup, bedenleri sıhhat ve âfiyetle kala. şu halde
bina
işlerinde önemli ve lüzumludur ki, seher yelini ve kuzey rüzgârını
evin
içine dâhil ve güneşin şuası yerine âsıl ve havasının salahı doğu
güneşi
ile hâsıl ola. Gerçekte ki, temiz, latif, akıcı, soğuk ve tatlı
olan
nehirleri, eserek dolaşıp gelen seher yeli ile nedim ve yâr olup,
iştiyak
ile teneffüs etmek, cana safa, cisme şifa ve kalbe ciladır.
Bu
konuları resmeden dairelerin burada toplu olarak verilmesi
münasip
görülmüştür.
[TOP]
26-BÖLÜM:026:
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Boylam ve enlem
daireleri ile yerkürenin satranç ve evleri misali
bölünmesini; enlem ve
boylamın tayini ile yeryüzünde bulunan beldelerin ve
yerlerin yerlerinin ve
yönlerinin birbirlerine uzaklık ve yakınlık
bakımından nispetlerini; hint
dairesiyle zeval çizgisi, itidal çizgisi ve
kıble tesbitini; âlemin kutbu
tarafında bulunan kutup yıldızının yüksekliği
ve alçaklığıyle meridyen
derecelerinin mesafe ve miktarını ve bunların
bilinmesiyle yerkürenin çapının
çevresini ve yüzölçümünü bulmayıp kara ve
denizi, ölçü ve seyirle çeşitli
noktalarının mesafelerini; dörtte bir
oturulan yerin burçlar üçgeniyle yedi
gezegene mensup olan belde ve
yönlerini; zamanın oniki hayvan üzerinde
deveranından yeryüzünde olan
tesirleri altı madde ile hakîmâne açıklar ve
ortaya koyar.
Birinci Madde
Enlem ve boylam daireleri
ile yerkürenin satranç evleri gibi bölünmesini,
enlem ve boylamın
belirlenmesiyle yeryüzünde olan belde ve yörelerin ve
yönlerini, birbirlerine
uzaklık ve yakınlık yönüyle nispetlerini bildirir.
Ey aziz, malûm
olsun ki, astronomlar ve geometriciler, yerküre üzerinde
onsekiz günyarısı
dairesi ve ekvatordan kuzey ve güneye sekiz enlem dairesi
resim ve farzedip;
her daireyi üçyüzaltmış dereceye bölmüşlerdir. Şu halde
günyarısı daireleri
ile boylam dereceleri ve ekvatora paralel olan enlem
daireleri ile enlem
dereceleri belirmenmiş olup, hery iki daire arası onar
derece olarak
belirlenmiştir. İklim enleminin başlangıcı ve beldenin
enlemi, ekvatordan iki
tarafa seçilmiş ve itibar olunmuştur. Biri kuzey
enlemi, biri güney enlemi
bulunmuştur. İklimin başlangıç boylamı ve
beldenin başlangıç boylamı itibar
olunan batı okyanusunda Halidan
adalarının günyarısı dairesi ile (Green Wich
meridyeni) güneşitleyici
dairenin kesişme noktasından farzolunan beldenin
günyarısı dairesiyle
güneşitleyici dairenin kesişme noktası arasında,
güneşitleyiciden vâki olan
yay ile o beldenin boylamı bilinmiştir. Beldenin
enlemi, başucu noktası ile
güneşitleyici arasında o beldenin günyarısı
dairesinde vâki olan yaya ıtlak
olunmuştur. Bu beldenin enlemi, gerek güney
ve gerek kuzey semtinde olan
âlemin kutbunun yüksekliğine ve semt farkı
kutbunun düşüşüne eşit
bulunmuştur. Bu enlem ve boylam tayiniyle yeryüzünde
vâki olan belde ve
yörelerin yerleri ve yönleri, birbirlerine uzaklık ve
yakınlık yönüyle olan
nispetleri yaklaşık olarak bilinmiştir.
İki beldenin
birbirinin ne semtinde bulundukları açıktır. Mesela temiz
beldeniz Erzurum'un
(Grinviç)'ten boylamı, yetmişyedi derecedir. Ekvatordan
enlemi, yaklaşık kırk
derecedir, denilip; Mısır'ın boylamı altmışüç derece,
enlemi otuz derecedir
denildiğinde: Mısır, Erzurum'un güney batısı yönünde
ve Erzurum, Kahire'nin
kuzey doğusu tarafında bulunduğu bilinir. Zira ki,
Mısır'ın boylamı
Erzurum'dan eksik olduğundan, batısına ve enlemi eksik
olduğundan güneyine
düşmesi gerekir. Erzurum'un boylamı, Mısır'ınkinden
fazla bulunduğundan,
doğusunda ve enlemi dahi fazla olduğundan, kuzeyinde
bulunmak gerekir.
iki
beldenin arasında bulunan mesafenin uzaklığını bilmek için kaidesi
budur ki:
Önce bakılır eğer iki beldenin enlemi uygun ve boyları farklı
ise;
boylamlarının farkı, aralarındaki uzaklığı verir. Erzurum ile Tokat
gibi.
Eğer iki beldenin boylamı aynı, enlemi farklı bulunsa, bu surette
de
enlemleri arasındaki farklılık, aralarındaki uzaklığı verir. Erzurum
ile
Musul gibi. Eğer iki beldenin hem enlemleri ve hem boylamları farklı
ise,
bu surette aralarındaki uzaklık, dik dik açılı üçgenin kirişi
(hypotonuse)
olur ki; açının bir kenarı, beldenin günyarısı dairesinden bir
aydır. Bir
kenara,ı istenen beldenin enlem dairesinden bir yaydır. Onun
kirişi bulunan
kenar, iki beldenin başucu noktalarından geçen daireden, iki
belde arasında
vâki olan yaydır. Çünkü bu üç kanattan iki kanadın miktarı
malûmumuzdur, o,
boylam ve enlem farklarıdır. Şu halde bu iki bilinen kenar
ile ve kiriş
olan bilinmeyen kenarın miktarını bilmekte kolay yol budur ki:
İki bilinen
kenarın kareleri toplamının karekökünü alırız ki, bilinmeyen
kenarın
miktarıdır. İşte iki belde arasındaki uzaklık odur. Mesela Erzurum
ile
Kahire'nin aralarındaki boylam farkı ondört derece ve elem farkı
on
derecedir. Ondört ile onun kareleri toplamı ikiyüz doksanaltı
hesap
olunmuştur. Toplamın kökü yaklaşık olarak onyedi bulunmuştur. Şu
halde
Erzurum ile Mısır'ın arasının onyedi derece olduğu muhakkak
bilinmiştir.
Diğerlerini de bu yolla biliriz. Bununla kıble tarafı dahi
bulunur. Nitekim
bu, o bölümde tafsil olunacaktır. Hepsinin daireleri ise
bölümün sonunda
verilecektir.
ikinci
Madde
Hint dairesi ile zeval çizgisi, itidal çizgisi ve kıble
yönünün tesbitini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar
ve geometriciler, Hint filozoflarının
icadı bulunan hint dairesinden zeval
çizgisi olan günyarısı çizgisini ve
itidal çizgisini ve itidal çizgisi olan
doğu ve batı çizgisini ve Mekke
yönü olan kıble semtini tespit etmişlerdir.
Zeval çizgisini ve itidal
çizgisini bulmanın bir yolu budur ki0 Öce yeri öyle
düzlersin ki, ortasına
su dökülse dört tarafına birden akar. Sonra onda bir
daire çizip,
merkezinde dik bir çubuk dikersin. Bu, dairenin çapının dörtte
biri kadar
olmalıdır. Onun dik olduğunu şakül ölçüsüyle veya dairenin
çevresinin üç
yerinden çubuğun tepesi arası eşit olduğundan bulursun.
Zevalden önce
gözetlersin, ta ki çubuğun tepesinin gölgesi o daireye
girdiğinde, batı
semtinden çevreye ulaştığı noktayı nişan edip, zevalden
sonra, onun
daireden çıkışı vaktinde, doğu tarafından çevreye ulaştığı
noktayı işaretle
bilirsin. O anda iki nokta arasında dairenin çevresinin
kuzeyi bulunan yayı
ikiye bölüp, o yarıdan bir düz çizgi çıkarırsın ve
merkezden geçirip
çevreye değin gidersin. İşte günyarısı çizgisi odur.
Çubuğun gölgesi o
çizgiden uzaklaştığında, öğle vaktinin başlangıcı olur. Bu
çizgi o daireyi
ikiye böler. O iki bölümün ortalarından bir düz çizgi
çekersin ki,
günyarısı çizgisini merkezde dik bir açıyle keser, doğu ve batı
çizgisi
odur. Bu işlem, en uzun günde daha sıhhatli olur. Zira ki gölgenin
girişi
ile çıkışında asla farklılık olmaz. Öteki yolu budur ki: Güneş iki
itidal
noktasının birine iken, bu durumu tesbit murat olunsa, hemen güneşin
ya
doğuşunun ya batışının gölgesinin istikameti üzere ufuk
noktası
paralelinden çıkıp, hint dairesinin merkezine uğrayıp, çevresine
ulaşan
benzer çizgi, doğu ve batı çizgileridir. Onunla merkezde dik bir açı
üzere
kesişen çizgi, günyarısı çizgisidir. işte zeval çizgisi odur.
Kıble
yönünü bilmek için, çizilmiş hit dairesinin çevresini, üçyüzaltmış
bölüme
taksim edersin ki, her dörtte biri, doksan bölüm olur. Onu meskûn
beldenin
ufku farzedip, kıble yönünün onun hangi noktası olduğunu bulursun
ki; ona
dönük olan Kâbe'ye yönelmiş olursun. Şimdi aranan bu noktayı
bilmenin yolu
budur ki: Önce Mekke-i Mükerreme'nin boylamı, batı
okyanusunda, eskiden
mamur, şimdi denizle dolu olan Halidan adalarından
yetmişyedi derece olduğunu
bilirsin. Ekvator enleminden yirmiiki derece
olduğunu bulursun. Bundan sonra
meskîn beldenin boylam ve enlemini Halidan
adalarından ve ekvatordan alırsın.
Eğer beldenin boylamı Mekke'nin boylamı
ile eşit gelip, beldenin enlemi,
Mekke'nin enleminden fazla olursa, o
beldenin kıble semti, günyarısı
çizgisinin ufku çevresine ulaştığı güney
noktasıdırki, onda namaz kılacak
olan, güney noktasına yönelse, doğru
kıbleye yönelmiş olur. Şehrimiz Erzurum
gibi. Zira ki beldemiz, Mekke-i
Mükerremenin, kuzey noktasında vâki olmuştur.
Eğer beldenin boylamı Mekke
ile aynı olup, enlemi Mekke'den noksan olursa o
beldenin kıble semti;
günyarısının ufuk çevresine kavuştuğu kuzey noktasıdır.
Mekke-i
Mükerreme'nin güney noktasında vâki olan Yemen beldesi gibi. Eğer
beldenin
enlemi, Mekke'ninkiyle aynı olup, boylamı fazla olursa, o beldenin
kıble
semti, batı ve doğu çizgisinin ufuk çevresine bitişik olduğu
batı
noktasıdır. Eğer beldenin enlemi, Mekke ile aynı olup, beldenin
boylamı
Mekke'den eksik gelirse, o beldenin kıble semti, batı ve doğu
çizgisinin
ufuk çevresine kavuştuğu doğu noktasıdır.
Kıble yönünü bilmenin
bir yolu dahi budur ki: Güneş, ikizler burcunun
sekizinci derecesinde veya
yengeç burcunun yirmiikinci derecesinde
bulunduğu günde; Mekke'nin boylamı
ile belde arasında olan farkın her onbeş
derece mesafesi için bir saat ve her
bir derece mesafesi için dört dakika
alıp, gözetlersin. Eğer beldenin boylamı
Mekke'ninkinden fazla ise, güneş o
günde günyarısını alınan dakikalar ve
saatler kadar geçtiğinde, çubuğun
gölgesi o anda kıble tarafında vâki olmuş
bilinir. Beldenin kıblesi
gölgenin yönünün hilafına doğru bulunur. Umman
beldeleri gibi. Eğer
beldenin boylamı, Mekke'den noksan ise, güneşin o günde
günyarısına
gelmesine alınan saat ve dakikalar kadar kaldığında, çubuğun
gölgesi o
saatte kıble semti hizasında vâki olur. Kıble yine gölgenin
yönünün
hilafına gelir. Sudan beldeleri gibi. Zira ki güneş, oniki
derecede
bulunduğu gün, başucu, Mekkelilere gelir bulunmuştur. Eğer beldenin
enlem
ve boylamı, Mekke'nin enlem ve boylamından ziyade bulunursa,
hint
dairesinin çevresi, güney noktasından başlayıp, iki boylamın
arasında
bulunan fazlalık kadar, batı noktası semtine doğru sayarsın.
Kuzey
noktasından da batıya o kadar sayıp, iki sonun arasını bir düz çizgi
ile
birleştirirsin. Zira ki, dairenin merkezi olan farz olunmuş
şehrimizden,
Mekke-i Mükerreme'nin batısı bulunmuştur. Dairenin batı
noktasından, iki
enlem arasında bulunan fazlalık miktarı güney noktasına
doğru ve doğu
noktasından aynı şekilde sayıp, iki sonun arasını yine düz bir
çizgi ile
bağlarsın. Zira ki, varsaydığımız şehrimizde Mekke- Mükerreme
güneye vâki
olmuştur. Bu iki muhal çizgi birbiriyle kesişirler. Şimdi
dairenin
merkezinden bir çizgi çıkarıp, o kesişme noktasından geçirip,
muhite
ulaştırırsın ki, kıble semti, o çizginin çevreye birleştiği
noktadır.
Onunla güney noktasının arasında ufuk çevresinde bulunan farz
olunmuş
beldemizin yayı, kıblesinin sapma yayıdır ki, onda namaz kılacak
olan,
güney noktasından batıya, o yay miktarı sapmış olmak lazımdır. Ta
ki,
kıbleye yönelmiş ola. Şimdi bu surette kıble semti, güneybatıdır.
Acem
beldeleri gibi. Eğer beldenin enlem ve boylamı, Mekke'nin enlem
ve
boylamından eksik bulunursa, belirtilen minval üzere kuzey ve
güney
noktasından doğu semtine boylam fazlalığı ölçülüp, batı ve doğu
noktasından
kuzey tarafına enlem fazlalığını sayıp, çizgilerle birleştirip,
işlemi
tamam edersin. Bu suretin kıble semti kuzeydoğu olur. Habeş beldeleri
gibi.
Eğer beldenin boylamı, Mekke'nin boylamından eksik, beldenin
enlemi,
Mekke'inn enleminden fazla olursa kuzey ve güney noktasından doğuya
boylam
fazlalığını ve batı ve doğu noktasından güneye enlem fazlalığını sayar
ve
çizgilerle birleştirip, işlemi tamamlarsın. Bu surette kıble
semti
güneydoğu olur. Rum beldeleri gibi. Eğer beldenin boylamı Mekke'den
fazla,
enlemi Mekke'den eksik bulunup, kuzey ve güney noktasından batıya
boylam
fazlalığı ve batı ve doğu noktasından kuzeye enlem fazlalığını sayıp
ve
çizgilerle birleştirip, işlem tamamlansa; bu surette kıble semti
kuzeybatı
olur.
Bazı beldelerin enlem ve boylamları bu bölümün sonunda
açıklanacaktır.
Üçüncü Madde
Alemin kutbu
yakınında bulunan "cedy" adı verilen sâbit yıldızın yükseklik
ve alçaklığıyle
yer derecelerinin uzaklık miktarını ve onunla yerkürenin
daire ve çap ve
yüzölçümünü kıyas ile bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
astronomlar ve geometriciler, yerkürenin kuşağının
ölçüsü ki, denizlerin ve
karaların toplamıdır, yaklaşık yirmidörtbin mil
olduğu kararlaştırılmıştır.
Çapının mesafesi, ona kıyasla, yedibin altıyüz
elli mil bulunmuştur.
Yarıçapı, üçin sekizyüz onsekiz mil bilinmiştir.
Yerkürenin yüzölçümünün
tamamı, yaklaşık, yirmibeşbin kere bin ve
üçyüzaltmışüçbin altıyüz otuzaltı
fersah hesap olunmuştur. Bu kıyas üzere
yüksek cisimlerin dahi göklere
uzaklıkları belirlenmiştir. Alemin
merkezinden ay feleğinin alt yüzeyinin
uzaklığı yukarıda açıklandığı üzere,
yaklaşık otuziki yeryarıçapı kadar
olduğu dört orantı kaidesiyle dahi
zabtolunmuştur. Çünkü feleklerde ve yer
üzerinde sipat ve farz olunan
dairelerin hepsi, üçyüzaltmış dereceye ve her
bir derece altmış dakikaya
bölünmüştür. Şu halde yerkürenin bir derece
mesafesi kaç mil yer olur? Onu
belirlemek için geometriciler nice sahrada
kıyas ve yüzölçümü alıp, bir
derece yeri, altmışaltı mil ve üç bölü iki mil
bulmuşlardır.Bu kıyası o
yolla yapmışlardır ki; sonsuz bir sahranın bir
yerinde, bir işaret nasb
edip, geceleyin onda cedy yıldızı ki, ona sâbit ve
demir kazık derler. Onun
yüksekliğini rubu' ve üsturlap ile almışlardı. şimdi
o yerden iki taife düz
bir hat üzere hareket edip; bir taife güney noktasına
doğru gidip, biri
kuzey noktasına doğru gelmişlerdir. Gece oldukça o iki
taife cedy
(demir kazık, kutup) yıldızının yüksekliğini alıp, gündüz oldukça
düz olarak
yola devam etmişlerdir. Sabit yıldızları belirli yerdeki
yüksekliğinden
güneye gidenlere bir derece noksan, kuzeye gidenlere bir
derece fazla
olmakla, farklılık gösterdiği iki yerde durmuşlardır. Her irinde
bir işaret
dikip, iki taraftan üç işaret arasını ölçüp, iki mesafeyi eşit
olarak
altmışaltı tam üçte iki mil yer bulmuşlardır. Sonra o iki taife, o
iki
yerin farkından yine kuzey ve güney dosdoğru gidip, o işaretler
arasının
ölçülen milleri sayısınca mesafe ölçüp, nihayette kalmışlardır.
Gece
olduğunda, her iki taife yıldızın yüksekliğini almışlardır. Yine
tamamen
birer derece yükselme ve alçalma ile farkını bulmuşlardır. O
zaman
altmışaltı tam üçte iki mil, üçyüzaltmışa çarpmakla dairenin
tamamına,
ondan çapa, ondan yarıçapa ve ondan şüphesiz yerkürenin
yüzölçümünün
tamamına vâkıf olmuşlardır. Aynı kıyasa birçok ülkelerde aynı
sonuca
varmışlardır.
Dördüncü Madde
Kara ve
denizi ölçme ve seyr ile mesafelerinin cüzlerini bildirir.
Ey aziz,
malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler ittifak ile
demişlerdir ki: Bu
yer unsuru her şeyiyle bir tek küre yani bir yuvarlak
top şeklinde olup,
boylam ve enlem olarak yani gerek batıdan doğuya ve
gerek güneyden kuzeye,
ortasında kuşak misali farzolunan daire, üçyüzaltmış
dereceye bölünmüştür.
Geometriciler; mesafesi üzere yeryüzü dümdüz dağsız,
vâdisiz farzıyla yerin
bir derecesi yirmiiki fersahta ziyadece bulunmuştur.
Her fersah üç il ve her
il üçbin zira ve her zira otuziki parmak ve her
parmak altı arpa -biri dik
biri yan sıralanarak- takdir olunmuştur. Şu halde
bu takdirce yerin bir
derecesi altmışaltı tam üçte iki mil bilinmiştir.
Zira hesabıyle bir fersah
yer dokuzbin ziar bulunmuştur. Yerin bir
derecesi, yaya yürüyüşle, üç merhale
kılınmıştır. Bir merhale yedibuçuk
fersah mesafe belirlenmiştir. Bir fersah,
bir yürüyüş adımı ile bir saatte
kat olunduğu tecrübe kılınmıştır. Şu halde
bir günde kat olunan mesafe,
yirmiikibuçuk mil bulunmuştur. Yerin bir
derecesi mesafesi, tamam yüzbin
adım ve her bir adım dört ayak ve her yaak
onaltışar parmak hesap
olunmuştur. Okyanusun kenarlarında ve körfezlerinde ve
karada olan küçük
denizlerde bulunan gemilerin, orta bir yüzüşle bir güne
altmış milden
ziyade deniz mesafesi kat olunup; denizciler katında bir mecra
tabiriyle
bir derece yer takdir olunmuştur.
Kervan hareketi ve askerî
yürüyüşle bir eyr derecesi üç merhaleye
bölünmüştür. Mesela Erzurum'dan bir
günde Nendiban köyüne hareket etmek
gibi, itibar olunmuştur. Eğer yürüyüş ve
hareket bundan hızlı olursa, ona
orta yürüyüş derler. Bir yer derecesi onunla
iki merhale bulunmuştur.
Mesela bir atlının Erzurum'dan bir günde Aşkale'ye
yürüyüşü gibi, kıyas
olunmuştur. Eğer hareket ve yürüyüş bundan daha süratli
olursa, yerin bir
derecesi onunla bir merhale olup, mesela şehrimizden bir
günde yaklaşık
Karakulak'a varmak gibi, tahmin olunmuştur. Şu halde birinci
kısımda üçtebir
derece, ikinci kısımda yarım derece, üçüncü kısımda tamam bir
derece bir
güne kat olunur, bulunmuştur. Velhasıl, top zeminin bir derece
mesafesi, bu
hesap üzere yüzbin adımdır, artık değildir. İkiyüzbin ziradan
ziyade
değildir. Zira ki bir zira iki ayakır ki, yarım adımdır. Bu kaideye
göre
zihin akıl sahiplerine, toprak ve sudan ibaret olan top zemini, dağları
ve
denizleri hesaba katmadan, düz bi çizgi üzere yürüyüşle ne kadar
zamanda
dolaşılacağı ortaya çıkmıştır. Mesela temiz beldemiz Erzurum'dan
yerküreyi
dolaşmak niyetiyle bir kimse batıya doğru hareketle, Tokat'tan
Anadolu'dan
ve İstanbul'dan,Rumelinden, Firenkistan'dan geçerek, yeni
dünyadan dolayıp,
güneşin yürüyüşüne uyarak, Çin ve Maçin'e ulaşır. Buradan
Hit, Sint ve
Türkistandan, Semerkant, Buhara ve Turan'dan geçerek Şirvan
denizinin güney
yarısından geçmekle, Gence ve Revan eyaletlerinden yine
şehrimiz Erzurum'a
ulaşır. Böylece muradı hâsıl olur. Bir kimse bize nispetle
batıdan gidip,
doğudan gelmiş olur. Bunun gibi top zemini enlemler
doğrultusunda dolaşmak
isteyen kimse, şehrimiz Erzurum'dan çıkıp, kuzeye
azimetle Karadeniz'in
doğu sahilinden, Fas, Abaza ve Azak'tan, moskova
diyarından, yeni
keşfolunan Növözemle yerlerinden geçer ve güneş kuzey
burçlarında iken,
kuzey kutbu altından geçmekle bize nisbet taban tabana ve
yeraltından
yürüyerek, güneş güney burçlarına vardığında, güney kutba ulaşır.
Buradan
okyanusla geçer ve Habeş memleketinden, Yemen'den, Mekke-i
Mükerremie'den,
Medine-i Münevvere'den ve çölden geçip Musul'dan yine temiz
beldemiz
Erzurum'a ulaşır. Bu kimse kuzeyden gidip, güneyden gelmiş olur.
Bu
takdirce top zemimi enlem ve boylam doğrultusuyla yürüyüp dolaşmak,
mutedil
bir yürüyüşle olursa, tamamen devri, binseksen konak olur; atlı
yürüyüş
gibi, seri olursa yediyüzyirmi konak olur. Ulak gibi çok hızlı
yürünürse,
üçyüzaltmış günde tamamen top zemin düz bir çizgi üzere ulaşılmak
ve
yürümek mümkündür demişlerdir.
Beşinci
Madde
Dörtte bir oturulur yerin burçlar üçgeni ile yedi gezegene
mensup olan belde
ve yönlerini, âhalisinin tavır ve sıfatlarını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, İslâm filozofları, bu oluşum ve
bozuşum âlemi
içinde câri olan durumlar ve eserler hakikatte Allah'ın
tesiriyle olduğunu
ispat edip demişlerdir ki: Esîrî cisimler, felekî
konumlar, unsurlar
âleminde Hak'kın emriyle tesir eder. Halbuki hakiki
müessir ancak Rabblerin
Rabbidir. Yıldızlar ve felekler aletler misalidir ve
sebebdir. Bu
unsurların ve bileşiklerin feleklere ve yıldızlara bağlantısı ve
intisabı
vardır. Yedi iklim hakikatte anlatılan tertip üzere, yedi gezegene
mensup
olduğundan gayri, memleketlerin ve beldelerin her biriyle oniki
burç
arasında alâka ve bağlantı ispat olunmuştur. Bu alâka, beldelerin
burçlar
üçgenine nispeti bulunmuştur. Burçlar üçlüleri yukarıda kendi
bölümünde
tafsil olunup, dört üçlü bulunmuştur. Birincisi, kuzeydeki ateşsel
erkek
burçlardır. Yönlerde kuzeyle dübür arası buna nispet olunmuştur. Bu
erkek
burçlar; güneş, müşteri ve merih olduğundan, bu üçlünün müdebbiri
gündüz
güneş, gece müşteridir. İkinci üç burç, güneyde topraksal ve
dişidir.
Yönlerden güneyle Saba arası buna mensup bulunmuştur. Bunlar; zühre,
zühal
ve utarit olduğundan, bu üçlünü müdebbiri gündüz zühre, gece
utarittir.
Üçüncü üçlü doğuda, havahi ve erkektir. Kuzeyle Saba arası buna
nispet
kılınmıştır. Bunlar, ühal ve utarit olduğundan, bu üçlünün müdebbiri
gündüz
zühal, gece utarittir. Dördüncü üçlü, batıda, suya mensup ve dişidir.
Güneş
ile dübür arası buna nispet kılınmıştır. Bunlar; zühre ve ay
olduğundan, bu
üçlünün müdebbiri gündüz zühre, gece aydır. Bunun gibi dörtte
ybir meskûn
dahi burçlar üçlülerine benzer dört kısım itibar olunup, her bir
kısım bir
üçlüye nispet kılınmıştır. Birinci kısım, Avrupa namıyla
isimlendirilen batı
ve kuzey arası olduğundan önceki üçlüye mensup
bulunmuştur. Burada
oturanlar, önceki üçlüde olan riyaset sebebiyle işlerin
çoğunda akıcı ve
serkeş görünmüştür. Çoğunluğu, silah kullanmaya ve siyasete
yönelik,
yorgunluk ve meşakkate dayanıklı, lâtif ve temiz bulunmuştur. Çünkü
gece
müşteri ve merih tedbirde müşterektir. Üçlünün önceki parçaları
erkek,
sonraki parçaları dişidir Bu kavim ya çoğunca kadınları emrinde
gaflet
üzere olup, gayretli olmazlar. Kadınlardan ziyade oğlanlara sevgi
duyup,
günah bilmezler. Özellikle İngiliz ve Nemçe koç urcuna ve merihe
benzerdir.
Onun için sâkinleri vahşî ve mütehavvin olup, ahlâkı yırtıcı
hayvan
ahlakına eğilimlidir. Roma, Fransa aslan burcunda ve güneşe
nispet
olunmuştur. Bu sebebten halkının çoğu riyaset ehli bulunmuştur.
İspanya ve
Portekiz, yay ile müşteriye mensuptur. Onun için ahalisi
genellikle
ahlaklı, temiz ve sevimlidir. Bunlardan sonra meskûn bölümün
ortasına yakın
olan Rumeli ve İstanbul çevresi, Girit, Kıbrıs ve küçük Asya
sahilleri yani
Anadolu, Akdeniz ve Karadeniz nihayetleri arası, gerçi üçlünün
evveline
dahildir, lâkin ikinci üçlüye benzerdir. Şu halde bunların
tedbirinde zühre
ve utarit müşterek olduğundan, sâkinlerinin çoğu siyasetçi,
riyaset ehli,
anlayışlı firasete mail, ilim ve öğrenmeye meyyal olup,
birbirine yakın ve
sağlam mizaçlı, lâtif suretli ve sirette mutedil
bulunmuştur. Yöneticisi
zühre olduğundan, musikiyi sevip ondan lezzet
alırlar. Aşık meşrep ve dost
canlısı olurlar. Özellikle İstanbul, oğlak burcu
ile zühal yıldızına
benzer. Onun için büyükleri mülk ve riyasete nâil
oluşturlar.
İkinci kısım, asya nâmıyle isimlendirilmiştir. O doğu ve güney
arası
olduğundan onun beldeleri ikinci üçlüye nispet kılınmıştır. Çünkü
bu
üçlünün müdebbiri, gündüz zühal ve zühredir. Orada oturanlar bu
gezegenlere
çok itibar eder bulunmuştur. Zühre yıldızına benzeşme iktizasınca
bunlarda,
sema ve raks, hareket ve cima, kadınlara hırs ve muhabbet galip
olup,
elbise ve yaygılarında nakış ve süse tâlip, bedeneri tedbirinde,
refahet ve
şehvete rağbet edici olmuşlardır. Erkeklere meyl etmeyip,
kadınlara
benzemeye özenip, büyük iltifat ve rağbet kılmışlardır. Mizaç
ve
tabiatlarında hararet üstün bulunmuştur. Lâkin tedbirde zühalin
iştiraki
iktiza eder ki, nefesleri müessir ve güçlü, yürekleri şecaatli ve
şiddetli,
vehimleri yüksek ola. Bu kısmın bu üçlüye genel benzerliğinin hükmü
budur.
Lâkin cüzlerinin tek tek nispetleri hükümleri bu tarz iledir ki:
Acem
beldeleri, boğa burcu ve zühreye mensup olduğu için, halkının çoğu
nakışlı
elbise giyip, evlerinde nakışlı yaygılar sermişlerdir. Hatta
gömlekleri
dahi sade değildir. Fırat ile Dicle arası ve Bağdat çevresi başak
burcuna
ve utarite; Yemen ve Arap yarımadasının tümü önceki üçlüye
benzer
kılınmıştır. Şu halde bunların müdebbiri, müşteri, merih ve
utarit
bulunmuştur. Onun için halkının çoğu üstün ve tüccar olmuştur. Hile,
tuzak,
tembellik, ağır davranma onlarına şanına gelmiştir. Arabistanın
mamur
yerleri yay ile müşteriye mensup olduğundan, o diyarın çoğu rahatlık
üzere
olmuştur.
Üçüncü kısım, Saksonya ismi verilen doğu ve kuzey semti
bulunmuştur. Bu
kısım üçüncü üçlüye mensup kılınmıştır. Gürcistan, Dağıstan,
Maveraünnehir
yani Türkistan Hıta ve Hotan memleketleri ve Tataristan bu
kısımda
kılınmıştır. Bunun müdebbiri zühal, müşteri ve utarit olduğundan,
halkının
çoğu halim, selim, hikmetli ve fıtnet dolu, temiz ve iffetli
müşahede
olunmuştur. Özellikle Azerbaycan memleketleri ikizler ve utarite
mensup
olduğunda halkının çoğu hareket, mazarrat ve hıyanet üzere
bulunmuştur.
Maveraünnehr semtleri kova ve zühale mensup olduğundan, halkının
çoğu vahşî
ve gaddar bilinmiştir.
Dördüncü kısım, Afrika ismi verilen batı
ve güney arasındadır. Bu kısım
dördüncü üçlüye mensup bulunmuştur. Bunun
beldeleri olan Mısır, Sudran ve
Mağrip kendi misali bulunmuştur. Çünkü bu
üçlünün tedbirinde gündüz, merih
ve zühre müşterektir. Halkının meliklerinin
işlerine kadınları müdahalede
geri kalmaz. Erkek ve kadın çoğu işlerde
karışık olup, bir kadını birkaç
kimse zevce edinip, erkekleri de kadın
kıyafetinde gezerler. Çoğu kâhin ve
remilci olup azarlar. Özellikle Akdeniz
sahilleri yengeç ve aya mensup
olup, halkının çoğu tüccar bulunmuştur.
Diyarları yeterlilik ve rahat üzere
olduğu bilinmiştir. Uzak batı ülkeleri
akrep ve merihe mensup olduğundan,
halkının ahlakı yırtıcı hayvanlara
benzeyip, çoğunca husumet edip,
birbirini öldürmekten korkmazlar. Sait ve
Habeş memleketleri, tedbirinde
zühal, müşteri ve utarit müşterek olduğundan,
o diyarın halkı muhtelif
gelenekler üzere olup, ölülerini tazim ederler.
Dışarıdan gelen hâkimlere
tâbi ve teslim olurlar. Kadınlara fazla rağbet
edip, cimaa çok hırslı ve
meşgul olurlar. Bunların zayıf nefislileri korkak
ve alçak bir kavimdir.
Özellikle Mısır ve İskenderiye ikizlere ve utarite
mensup olduğundan,
halkının çoğu, idrak ve anlayış sahibi olup, gizli sırlar
çıkarmaya ve
garip ilimleri öğrenmeye oldukça eğilimli bulunmuştur. Habeş
memleketleri
ve ortaları kova ile zühale mensup olduğundan halkı balık yemeyi
sever.
Yaşayış ve içkileri hayvanlar gibidir. Her şeyi bir sebebe bağlı
olarak
yaratan Allah münezzehtir.
Altıncı
Madde
Zamanın, oniki hayvan üzere dönüp, her sene birine benzemeyle
değişmesinden
yeryüzünde olan tesirlerini bildirir.
Ey aziz,
malûm olsun ki, Hindistan filozofarı, zamanın oniki hayvan üzerine
deveran
edip, yılda birini ahlakıyle nitelenip, cihandakilere böyle Hak'kın
emriyle
sirayeteni bulup, tecrübe ve sınama ile tesirlerini hükümlerini
ispat
etmişlerdir. Türkistan ahalisi genellikle ona itibar edip,
hükümleriyle
gitmişlerdir. Onun için zamanın hükümlerini "Türkistan Senesi"
ismiyle
adlandırmışlardır. Şimdi zamanın hükümlerini açıklayan manzumemiz
bunda
yazılmak münasip görülmüştür.
NAZM
Allah adı hoş işler evveldir
Her dem
Allah diyen kişi velîdir
Hamd lillah dahi salat ve selam
Fahr-ı kavneyn ve
âline be-devam
Bade ism-i ilah ve hamd ve salat
Sal-i Türk oldu seksenüç
ebyat
Hakkı der sal-i Türkü nazm ettim
Nisbet-i hüküm remzine
yettim
Cümle ahkâmı sali Türkanı
Hükema mezhebince bil anı
Hükema
kavlin itimad edemem
Hem de küllî yala deyip gidemem
Ekser ahvale vâkıf
olmuşlar
Akl ile tecrübe ile bulmuşlar
Sal-i Türkan ki devr-i
daimdir
Oniki canvar huyuyle revam
Muttasıl ola cümle halk-ı
zaman
Faredir pes bakarla kaplandır
Sonra tavşan sinekle yılandır
Andan
attır ganemle maymundur
Mürugdan sekle huk ol oyundur
binyüzaltmışbeş oldu
çünki bu yıl
ikibin altmoşüçte rumî yıl
Mah-a âzerdle bir muharrem
hem
Sal-i hicrin birini tarh et o dem
Bilmek istersen olduğun
sali
Nisbeti kangı canavar hali
bak bu tarih-i hicrette o zal
Vâki olan
sinin-i rumien al
Ol üç sali tarh kıl be neşat
Sonra onikişer edip
iskat
Kaç sene kalsa fareden başla
Bir sene her birine bağışla
Kangı
hayvanda âhir olsa heman
Ol yılın hâkimidir ol hayvan
Yıldır üç fal ve
evveli dört ay
Dört ay ortası dört ay âhiri say
Sal-i şemsiledir çün
nisbet-i hal
ibtida-yı hameldir ol sal
Bulsa bir kimse doğduğu
sali
Bilinir tab' ve huy ve ahvali
Çün gelir sal-i fare hoşluk
ola
Evsat-ı salde çok yağışlık ola
Ahir-i salde fitneler uyanır
Cenk
olur niceler deme boyanır
Kışıdır hem dıraz hem sırma
Fareler gılleyi eder
yağma
Doğsa mevlüt fi evail-i sal
Zeyrek olur ziyade hûb hısal
ol yılın
evasıtında doğsa veled
Dediler ol yalancıdır huyu bed
Ahir-i salde doğa
bed kerdar
Olur ol husut hem mekkar
Çün bakar sali gelse bimari
Çoğ
olur hem sudadan zari
Fitnelerden mülük olur gamnâk
Çappâ nevine erişe
helak
Kışı müşted olur dahi kütah
Meyveler hem soğuktan ola tebah
Ol
salde doğsa kız ya oğul
Gayriler işine olur meşgul
Evsatında doğan olur
pür nur
Zeyrek ve huyruy ve hem mesrur
Ahir-i salde doğsa
peyveste
Gönlü gamlı olur teni hasta
Çünkü kaplan yılı gelir be
te'ab
Halka düşer adavet ile gazab
Nasa çok nakz-ı had olur pişe
Pes
düşer cümle havf ve teşvişe
ihtilaf-ı mülük olur o zaman
Isıran canavar
çok olur ol an
Zelzele ola bazı sahrada
Keştiye âfet ere deryada
Kışı
kısa ziyade soğuk ola
Gözler nehirler suyu çok ola
Ol yılın evvelde doğan
uşak
Ali himmetlidir yüzü yumuşak
Evasıtında doğarsa kâmil
olur
Ahirinde cebban ve kâhin olur
Çünkü tavşan yılı olur vüsat
Çoğ
olur meyvelerle her nimet
Sulh ile dola hep zemin ve zaman
Halk sıhhatle
bula emn ve eman
Hoş kışı mutedil baharı bahar
Yazı yaz çar fazlı hub ve
nigâr
Ol salde doğsa malı olur
Bed huy olur velî vefalı olur
Evasıtında
doğan olur yahşi
Ahii mükesser ola hem vahşi
Çünkü mahi yılı gelir
bisyar
Ola harb ile fitneer bîdar
Kendüm ve cüv çoğ ola hem erzan
Kim
kesir ola berf ile baran
Kışı gayte dıraz olur hem serd
Kim ziyan eyleye
ağçalara berd
Ol yılın evveli doğan nâçar
Ahmak ve bed güher olur ber
kâr
Evsatında doğan halim ola nerm
ahiri bed huy ola hem bî şerm
Çok
gelir nevbetiyle sal-i yılan
AHer taamın ola bahası giran
Kışı gayetle
nerm ve kısa olur
Kaht olup her gönülde gussa olur
Ol sal doğan olur
hâmuş
Bil ki sözleri hem işleri hoş
Evsatı doğan oa bed etvar
Ahiri ber
şekl olur bed kâr
Çün gelir sal-i esb ba şer ve şur
Eyleye cenk ve harb ve
fitne zuhur
Sayfi hoşzer' ve gılle çoğ ola p¹ak
Çar paya erişe renc ve
helak
Kışı nerm ve dıraz olur gayet
Erişe meyve cinsine âfet
ol say
doğan çeker zahmet
Hem olur pür muhabbet ve hikmet
Evsatı yahşi işlidiry
hoş huy
Ahiri gamlı bed huy ve bed guy
Çünkü Sal-i ganem gelür
gamnak
Keştiler bahr içinde bula helak
Harb olur sürat ile sulhü
bulur
Hayr olur sürat ile sulhü bulur
Hayr ve ihsana say' eden çoğ
olur
Kışı nerm ve dıraz olur vâki
Ol sal doğan olur nâfi
Evsatında
doğandır âsude
Ahir olur pelid ve fersude
Çünkü maymun yılı gelir
hayırsız
Çoğ olur yankesici hem pîrsiz
Ol sene halka çok sitemler
olur
Hastalık eşter ile esbi bulur
Kışı gayet kasîr ve soğuk ola
Ineb
az dişiyle yiyiciler çok ola
ol sal doğan olur bed ruy
Lik handan ve şad
olur hoş ruy
Evsatında doğarsa olur hasud
Ahirinde doğar olur bî
sud
Sal-i mürg olsa hastalık yoğ ola
Gılle erzan ve meyveler çoğ
ola
kışı nerm ve dıraz olur gyaet
Hamile zenlere erer âfet
Ol sal
doğanda hüsn ve cemal
Olur az kısmeti fakir'ül-hal
Evsatı müezzi halk ona
düşman
Ahiridir sehi sever mihman
Çünkü it sali gelse gılle ve nan
Hem
aziz ola hem bahası giran
Çoğ olur mevt ve katl-i insanî
Hem de düzd ve
muhil ve şeştanî
Kış hafif ola meyveler hem ucuz
kışınde emn ve eman olur
şeb ve ruz
Ol salde doğa kız ya oğul
Ola her guy ve hem haris ve
ekül
Evsatında doğan eder gavga
Ahirinde kanaat ee vefa
Çün gelir sal-i
huk olur hasta
Emir ve ayan şehr peyveste
Padişahlar aralarına
hilaf
Vâki olup çoğ ola cenk ve mesaf
Çoğ olur hınta ve şair kalil
Afet
eyler darıya hem tacil
Halk yerden yere kona ve göçe
Hem reaya müşevveş
ola kaça
Çoğ olur onda düzd tarraran
Ola kış nerm hem dıraz o zaman
O
salde doğsa bir ferzend
Olur ol tez gûy ve hîş pesend
Evsatında doğarsa
kâzib olur
Ahirinde halim ve ragıp olur.
Hem olur sal-i fare devr-i
zaman
Hoş bu tertip ile eder deveran
Halkı fehm eyledinse ey
Hakkı
Masivayı yok eyle bul Hak'kı
(Allah adı, hoş işlerin evvelidir. Her
dem Allah diyen kişi velîdir. Hamd
Allah için salat ve selam, iki cihanın
fahri ve onun âline olsun devamlı.
Allah adından, Allah'a hamd ve peygambere
salattan sonra; Türk yılı
seksenüç beyit oldu.
Hakkı der: Türk senesini
nazmettim ve hükmüne nispet edip, remzine yettim.
Türklerin senesinin bütün
hükümlerini filozoflar mezhebince bil.
Filozofların sözüne itamat edemem,
fakat hepsi de yalandır deyip gidemem.
Onlar durumların çoğuna vâkf olmuşlar.
Bunları akıl ve tecrübe ile
bulmuşlar.
Türkleri senesi, sürekli devreder
ve oniki canavar huyla akıp gider.
Zamanın halkı hep ona bağlıdır. Bu oniki
hayvan: Faredir, inektir,
kaplandır, tavşandır, sinektir, yılandır, attır,
koyundur, maymundur,
kuştur, köpektir, domuz eniğidir.
Binyüz altmışbeş
oldu şimdi bu yıl. Rumî yıl ise ikibi altmışüçtür. Mart
ayında altmışdörttü.
Otuzüç yılda bir yıl eksilir.
Mart ile muharrem aynı zamana rastlasa; o zaman
hicrî yılın birini çıkar.
Eğer bilmek itersen hangi senede olduğunu ve hangi
canavara nispet
olduğunu: Bak o hicrî tarihte, o sene, rumî senelerden
hangisine düşer. O
üç seneyi çıkar sonra onikişere bölerek düş. Kaç sene
kaldıysa fareden
başla, her oniki yseneye karşılık bir seneyi at. Hangi
hayvanda son
bulursa, o yılın hâkimi o hayvandır.
Yıl üç mevsimdir. Her
mevsim dört aydır. Durumun nispeti güneş
senesiyledir. Senenin başı ise koç
burcunun evvelidir. Bir kimse doğduğu
yılı bulursa, tabiati, huyu ve
durumları bilinir.
Fare senesi gelince hoşluk olur. Sene ortasında çok yağış
olur. Sene
sonunda fitneler uyanır. Cek olur, niceleri kana boyanır. Kış, hem
uzun
hem soğuk olur. Fareler buğdayı yağma eder. Senenin başlarında
doğanlar
zeki ve iyi huylu olurlar. O yılın ortasında doğanlar, kötü huylu
ve
yalancıdırlar. Sene sonunda doğanlar, kötü işli, haset ve düzenbaz
olurlar.
inek senesi gelince: Hastalık çok olur, baş ağrısı artar.
Fitnelerden dolayı
melikler gamlı olurlar. Dört ayaklılara helak erişir. Kışı
şiddetli ve
kısa olur. Meyveler soğuktan mahvolur. O sene doğan kızlar,
oğlanlar,
başkalarını işiyle meşgul olurlar. Senenin ortasında doğan, nurlu,
zeyrek,
güzel yüzlü ve mesrur olur. Senenin sonunda doğan, gönlü gamlı ve
teni
hasta olur.
Kaplan yılı gelince: Halka düşmanlıkla öfke düşer.
Zenaatkârların çoğu
insanlara verdiği sözde durmazlar. Herkes korku ve
karışıklığa düşer.
Melikler arasında ihtilaf olur. Isıran canavar çok olur o
zaman. Bazı
yerlerde zelzele olur. Denizlerde gemiler âfet erer. Kış çok
soğuk olur.
Gözler ve nehirlerin suyu çok olur. Ortasında doğan, olgun olur.
Sonunda
doğan peynirci ve tembel olur.
Tavşan yılı geniş olur. Meyveler ve
her nimet çok olur. Her yerde sulh olur.
Halk emniyet içinde sıhhat bulur.
Kışı hoş ve ılımlı, baharı bahar, yazı
yaz olur. Dört mevsim de sevimli ve
sevgilidir. O yıl doğanın malı olur,
kötü huylu fakat vefalı olur. Ortasında
doğan yahşidir. Sonunda doğan kırıcı
ve vahşi olur.
Balık yılı gelir Çok
harb olur ve fitneler uyanır. Buğday arpa çok olur.
Kar ve yağmur çok olur.
Kışı uzun ve sert olur. Ağaçlara soğuk zarar verir.
O senenin evvelinde
doğan, çaresiz, ahmak, kötü huylu ve kötü işlidir.
Ortasında doğan halim ve
yumuşak olur. Sonunda doğan ötü huylu ve utanmaz
olur.
Yılan yılı
geldiğinde: Yiyecekleri fiyatı artar. Kış oldukça kısa ve yumuşak
olur.
Kıtlık olur, gönüllerde gussa olur. o sene doğan, sessiz olur. Aynı
zamanda
bilgili ve sözleri hoş olur. Ortasında doğan, kötü tavırlı olur.
Sonunda doğa
kötü şekilli ve kötü işli olur.
At yılı, kötülük ve karışıklıkla gelince:
Cenk, harb ve fitne ortaya çıkar.
Yazı hoştur. Eki ve buğday çok ve temiz
olur. Dört ayaklılara illet ve
helak erer. Kışı oldukça yumuşak ve uzun olur.
Meyvelere âfet erişir. Sene
başında doğan, zahmet çeker, aynı zamanda
muhabbet ve hikmet dolu olur.
Ortasında doğan, güzel işli ve hoş huyludur.
Sonunda doğan, gamı, kötü
huylu ve kötü sözlü olur.
Koyun yılı gamlı
olarak gelince: Denizde gemiler helak olur. Harb olur,
hemen sulh olur. Hayır
ve ihsana çalışan çok olur. Kışı yumuşak ve uzun
olur. O sene doğan faydalı
olur. Ortasında doğan, âsude olur. Sonunda doğan,
kötü ve donuk
olur.
Maymun yılı gelince: Hayırsız ve yankesici çok olur. O yıl halka
çok
sitemler olur. Deve ve atlar hastalanır. Kışı gayet kısa ve soğuk
olur.
Üzüm az, fakat yiyicisi çok olur. O sene doğan, kötü yüzlü olur,
fakat
güler yüzlü ve iyi huylu olur. Ortasında doğan, hasetçi olur. Sonunda
doğan,
faydasız olur.
Kuş senesi olunca: Hastalık yok olur, bolluk ve
meyve çok olur. Kışı
yumuşak ve oldukça uzun olur. Hâmile kadınlara hep âfet
erer. O sene doğan
iyi ve güzel olur, kısmeti az, hali fakir olur. Ortasında
doğan, eza edici
olur ve halk ona düşmandır. Sonunda doğan, cömert ve
misafirperverdir.
Köpek yılı gelince: Buğday ve ekmek hem kıymetli, hem
pahalı olur. Cinayet
ve ölüm çok olur. Hırsızlık, hile ve şeytanlık artar.
Kış hafif olur,
meyveler ucuz olur. Kışın gece-gündüz emniyet olur. O sene
doğan kız veya
oğul, kötü sözlü, hırslı ve obur olur. ortasında doğan, kavga
eder. Sonunda
doğan vefalı ve kanaatlı olur.
Tavuk yılı gelince: Başkan ve
şehrin ileri gelenleri hep hasta olur.
Padişahlar arasına anlaşmazlı düşer,
savaş çok olur. Buğday çok olur, arpa
az. Darıya âfet dokunur. Halk yerden
yere konar ve göçer. Reaya karışır ve
kaçar. Hırsız ve soyguncu çok olur. Kış
ılık ve uzundur. O seni doğan
oğlan, çabuk konuşur ve kendini beğenmiş olur.
Ortasında doğan, yalancı
olur. Sonunda doğan, halim ve istekli
olur.
Zamanın dönüşü yine fare yılına gelir. Bu düzen ile denir. Halkı
anladınsa
ey Hakkı! Masivâyı yok anla; Hak'kı bul.)
(Sal: Yıl, sene, Sal-i
Türkân: Türklerin yılı. Ganem: Koyun. Müruğ: Kuş.
Sek: Köpek. Huk: Domuz
eniği. Mah-ı âzer: Mart ayı. Çâr: Dört. Tedahül:
Geri kalma, gecikme. Tarh:
Çıkarma. Sinin: Seneler. Be: İle. Neşat: Sevinç.
Fasl: Mevsim. Sal-i şems:
Güneş yılı. İbtida: Başlangıç. Hamel: Koş burcu.
Evsat: Orta. Dem: Kan.
Dıraz: Uzun. Serma: Soğuk. Gılle: Buğday, Fi evail-i
sal: Seneni başlarında.
Red: Kötü. Bed kerdâr: kötü işli. Mekkar, Düzenci.
Bakar: İnek. Bimar:
Hastalık, Mülük: meliker. Çâr pâ: Dört ayaklı. Müşted:
Şiddetli. Kütah: Kısa.
Tebah: Mahvolma. Hub ruy: Sevimli yüzlü. Peyveste:
Daima, Teab: Yorgunluk.
Adavet: Düşmanlık. Nakz-ı ahd: Ahdi bozma. Pişe:
Sanat. Keşti: Gemi.
Mükes-mükesser: Kırılış. Mahi: Balık. Bîdar: Uyanık.
Kendüm: Buğday. Cüv:
Arpa. Erzan: Bolluk. Kesir: Çok. Berf: Kar. Baran:
Yağmur. Berd: Soğuk. Nerm:
Yumuşak. Bî şerm: Utanmaz. Giran: Ağır. Kaht:
Kıtlık. Hâmuş: Sessiz. Esb: At.
Şer ve şur: Kötülük ve karışıklık. Sayf:
Yaz. Zer': Ekin. Renc: Sızı. Bed
guy: Kötü sözlü. Say': Çalışma. Pelid:
Rezil. Fersûde: Donuk. Eşter: Deve.
Kasîr: Kısa. İneb: Üzüm Bî sud:
Faydasız. Zen: Kadın. Müezzi: İnciten, Sehi:
Cömert. Mihman: Misafir. Nan:
Ekmek. Mevt: Ölüm. Düzd, Hırsızlık. Muhil:
Hile. Şeb: Gece. Ruz: Gündüz.
Ekûl: Obur. Mesaf: Harb safları. Hınta: Buğday.
Şair: Arpa. Kalil: Az.
Müşevveş: Düzensiz. Tarraran: Soyguncular. Ferzend:
Oğul. Hiş pesend:
Kendini beğenmiş. Kâzib: Yalancı. Fehm: Anlama.)
Ey
aziz, malûm olsun ki, bu makamda, eski astronomi ilmini bu miktar
açıklama
ile yetinilip; beldelerin enlem ve boylamı ve çizilmiş daireleri,
küre yüzeyi
gereği üzere tasvir olunmuştur. Başlangıç meridyeni Halidan
adalarından
(Girinviç), başlangıç enlemi ekvatordan itibar olunup, tertip
ve tanzim
olunmuştur.
[TOP]
27-BÖLÜM:027:
DOKUZUNCU BÖLÜM
Yeni astronominin
şöhret bulduğunu, kaidelerinin kolay ve muhtasar
olduğunu; yerin dönüşüle
hareket kıldığını ve yerin ekseninin, âlemin
eksenine paralel ve kutbuna
karşı olduğunu; yeni astronomların bunu ispat
ettiğini; gezegenlerin bu
astronomiye nispetle duyduğunu, geri döndügünü ve
düz gittiğini; bu yeni
astronomiye itirazlar olup, hepsine cevap
verildiğini; feleklerin
tabiatlarinde astronomların ihtilaf kıldığını dokuz
madde ile
açıklar.
Birinci Madde
Yeni astronominin şöhret bulup
itibar kazandığını bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozof ve
astronom olan eski ve yeni bilginler,
esiri cisim küreleri (felekler) ve
unsurî cisimlerden (dört unsur) ibaret
olan âlem küresinin yapı ve
mahiyetini, konumlarını tertibini ve
tavırlarını; hareket ve duruş halindeki
keyfiyetlerini; sair gizli
durumlarını açıkladıklarında iki görüşe
ayrılmışlardır. Filozofların
çoğunluğunun isabetli görüşleri üzere birini
seçip onda karar etmeleriyle,
eski astronomi nâmiyle şöhret bulmuştur. Bu
görüşü seçen eski astronomidir
ki, kendini tanımak ve Alah'ın yarattıklarını
düşünmek için bu
"Marifetnâme" de buraya gelinceye dek, yazılmış ve
açıklanmıştır.
İkinci görüşe meyl ve rağbet eden filozofların görüşlerine
göre: Ateşten
ibaret olan güneşi, bütün unsurların en mükemmeli, bütün
cisimlerin merkezi
olmak üzere, âlemin merkezinde hareketsiz durup topzemini,
güneşin
çevresinde gezegenlerden biri gibi hareketli ve dönücü; gökleri bir
hal
üzere hareketsiz farz ve itibar etmişlerdir. Sonra, bu görüşlerine
düzen
verip sağlamlaştırmak için çalışıp ihtimam ettikçe, sade dil olan
avam,
onlara, ta'n ve saldırı taşlarını vururlardı. Zira ki onlar, halkın
akıl ve
idrakine muhalif ve gördüklerine aykırı olan yerin hareketine
kail
olurlardı. Böylece insanlardan soğukluk ve öfke ve buğz bulurlardı.
Lakin
bu cümle ile bile, eski zamandan son günlere gelinceye değin yerin
döndüğü
konusunda görüşler eksik olmayıp; Eflatun dahi ömrünün sonunda
yerin
hareketine kail ve bu görüşe yönelmiştir. Asırlar ilerledikçe
devirler
geçtikçe, rasatçılık gelişmiş ve gözetleme işleri sürmüş olup,
feleklerin
durumları belirlenmiş olup; sonraki bilginler zamanında rasat
âletleri ve
kanunları fazla kihtimam ve tecrübe edilip, gerekli gözlemlerle
feleklerin
durumları nizam buldukça, ikinci görüş bir mertebe revaç
bulmuştur. Böylece
sonrakiler çoğunun tercihi olup, yeni astronomi nâmıyle
yaygınlaşıp, meşhur
olmuştur. Hata bu görüşe katılanlar, âlemin yapısını
taklitle evlerinde ve
kiliselerde çerağ ve ateş yakarlar imiş. Ancak gaflet
olunmasın ki, bu
durumlara itikat ve itimat etmek, dini işlerden ve kesin
şeylerden
değildir. Zira ki, âlem küresi ne şekil ve yapıda olursa olsun, gök
ve yer
cisimlerinin terkibi her ne keyfiyette bulunursa bulunsun ve bu
çarh-ı
felek her ne takdir ile dönerse dönsün; hiçbir zaman âlemin
sonradan
yaratıldığını inkâra mecal olmadığına ve bütün bunları Allah'ın
olgun bir
şekilde yarattıkları olduğundan gayri hayal, muhal bir iş olduğuna
itimat
ve itikat etmek dinî gereklerden ve kesin işlerdendir. Filozofların
bu
cihanı çeşitli biçimlerde anlatması, cihanın yaratıcısının
acaip
sanatındandır. Bu âleme ne zan ile bakılsa, o yönle devranı
âlemin
yaratıcısının kudretinin kemalindendir.
İkinci
Madde
Yeni astronominin kaidelerinin kolay ve mazbut olduğunu
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki:
Önce güneş sabit
bir yıldız bulunmuştur ki, âlemin merkezinde, ortada,
kuşatıcı ve sâkin
konulmuştur. Bundan sonra güneşe yakın olup, güneşin
cismini lâvi bulunan
utarit dairesinin dairesidir. Burada utarit yıldızı,
güneşin çevresinde
seyr ve deveran edip, üç ayda dairesini kateder
görünmüştür. Bundan sonra
utaridin dairesini kuşatan zühre dairesinin
dairesidir. Zühre, dairesinin
sekiz ayda dolaşır. Bundan sonra zührenin
dairesini kuşatır bir büyük daire
ispat olunmuştur. Yerküre su ve hava
unsuruyle kuşatılmış olup, onlarla
beraber yıldız misali geniş daireyi bir
sene tamamında dolaşır bulunmuştur.
Yine bu büyük daire üzere yer cisminin
çevresinde ayın dairesi tayin
olunmuştur. Ay dahi, yeri, kendisine merkez
edip, çevresinde seyr ve
deveran edip bir ayda tamam kendi dairesini kateder
bulunmuştur. Bundan
sonra merih dairesi, yerin büyük dairesini kuşatıp; merih
yıldızı iki
seneye yakın zamanda, kendi dairesinde bir devresini tamam
eder,
bulunmuştur. Bundan sonra merih dairesini kuşatan müşteri dairesidir
ki,
müşteri yıldızı o özel dairesini oniki senede kateder müşahede
kılınmıştır.
Bundan sonra müşteri dairesini kuşatanzühal dairesidir ki, o
yıldız, o
dairesini otuz senede kateder hesap olunmuştur. Bu yıldızlardan
başka,
yerin büyük dairesinde zikrolunduğu üzere, ay, yeri merkez edip,
çevresinde
seyir ve dev eran eylediği misali dört yıldız, müşteriyi; beş
yıldız,
zühali merkez edinip; dördü müşteri etrafında ve beşi zühal
etrafında
hareket eder ve döner görünmüştür. Bu dokuz yıldız, sonraki
bilginler
zamanında asat olunmuştur. Yeni isimlerle bunlara: Aycıklar
adı
verilmiştir.
Bütün bunlardan sonra bu dairelerin tümünü kuşatan sabit
yıldızlar feleği
burçlar göğünden bilinmiştir. Onun kalınlığı, hoşluğunun
genişliği sayısız
sabi yıldızlarla süslü bulunmuştur. Sabit yıldızlardan her
biri, büyük bir
güneş cismi menendi olup, âlemin merkezinde konulmuş ve
kuşatıcı güneşin
beyan olunan tavır ve tarzı üzerine, basitlerden her birinin
cismi
çevrecinde, nice gezegen yıldızın hareket ve dönüş üzere oldukları
rasat
üzere bilinmiştir. Bu görüşe göre, âlemin yapısını tahlil içi
vazolunan
şekiller ve daireler, bu bölümün sonuna
bırakılmıştır.
Üçüncü Madde
Ey aziz, malûm olsun
ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Evvela yerküre
kendi büyük dairesi
üzerinde hareketiyle, batıdan doğuya hareket edip,
burçlar dairesini beher
gün terti üzere kat ederek, sene tamamında o büyük
dairesini tamamen bir kere
devreder bilinmiştir. ikinci olarak, yer o
senelik hareketinden başka, yine
batıdan doğuya kendi ekseni üzerinde
hareketiyle dönüp, beher gün yirmidört
saatte bir dönüşünü tamam eder
hesap olunmuştur. Yer, günlük hareketiyle
batıdan doğuya hareket
eylediğinden, bize nispetle güneş ve bütün yıldızlar
günlük hareketle
doğudan batıya hareket eder görünmüştür. Yerin bu iki
hareketinin misali
budur ki: Mücessem bir küre, düz bir araziye atılıp,
çevresinde dönüyor
farzolunsa, dönen küre, o düz yerin uzunlamasına meydanına
tamamen
geçinceye dek kendi ekseni üzere hareketiyle dönüp, dolanmadan
geri
kalmadığı gibi; yerküre dahi kendi büyük dairesinde batıdan doğuya
hareket
ve seyir ile burçlar feleğinin meydanını tamamiyle dolanıncaya dek,
kendi
merkezi çevresinde kendi ekseni üzere dönüp, sürekli dolanır
bulunmuştur.
Çünkü yer, güneş ile burçlar feleği arasında vâki bulunmuştur.
Çünkü yer,
güneş ile burçlar feleği arasında vâki bulunmuştur. Şu halde
yer,
burçlardan birinin hizasına gelse, kaçınılmaz olarak o vakitte güneş,
o
burçların karşısında olan burcu gelir görünmüştür. Mesela yer, koç
ile
güneş arasında bulunup, koçun hizasında iken, elbette güneş onun
karşısında
olan terazide bulunmuştur. Bunun gibi yer, Yengeçte olduğunda yani
yengecin
hizasına geldiğinde, elbette o anda güneş, yengecin karşısında olan
oğlak
burcunda gözlenmiştir.
Velhasıl yer, kuzey burçlarının birinin
hizasında olduğunda, elbette o
esnada güneş dahi kuzey burçlarının karşısında
bulunan güney burçlarının
birinde görünmüştür. Aksi dahi buna kıyas ile
bilinmiştir. Güneşin kuzey
burçlarında sekiz-dokuz gün kadar fazla eğlenmesi,
yerin güney burçlarında
o kadar zaman gecikmesinden bulunmuştur. Zira ki yer,
güney burçları
hizasından hareket ederken senelik dairesini bir miktar
genişletmekle,
dairesinin güney yarısında ziyadece duraklamak lazım gelir
bilinmiştir.
(Durumun hakikatini en iyi Allah
bilir.)
Dördüncü Madde
Yerkürenin ekseni, senevî
dairesinin üzerinde güneşitleyici dairenin
eksenine paralel; kutupları,
kutuplarının hizasında olduğunu ve onunla gece
ve gündüz saatlerinin muhtelif
olup, dört mevsimin oluştuğunu bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
yeni astronomlar demişlerdir ki: Yerkürenin
ekseni, senelik dairesinin
üzerinde kendisine ve güneşitleyicinin yani
âlemin eksenine paralel ve
kutupları kutuplarının hizasında bulunmuştur.
Yerin kuşağı olan ekvator,
senelik dairesiyle güneşitleyicinin yüzeyinden
güney ve kuzeyde bulunmuştur.
Eğer yerin ekseni, dairesinin ekseni gibi
burçlar dairesinin eksenine paralel
bulunsaydı, daima her yerde gece ile
gündüz eşit olup, asla bir vakitte ve
hiçbir mekanda dört mevsimin değişimi
ve birbirini takibi olmazdı. Şu halde
yer dairesinin ekseni, âlemin
eksenine paralel olmayıp, burçlar ekseninin
dairesi gibi yirmiüçbuçuk
derece uzak olur bulunmuştur. Çünkü yer, âlemin
eksenine farz olunan
hizalanmasını daima koruyarak, her anda burçlar
feleğinin hissedilen ve
özel olan tarafına yönelik olarak değişir
görünmüştür. Elbette yer, senelik
hareketiyle güneşin etrafını dolaşır
oldukça, mevsimlerin değişimi belirli
zamanlarda olur.
Mesela Yaz mevsimi
geldiğinde, yani yer oğlak burcuna hizalanıp, güneş onun
karşısında olan
yengeç burcunda göründüğünde yer, noktasında konulup, yerin
ekseni olan (SM)
hattı, âlemin eksenine paralel kılınmıştır. Yirmiüçbuçuk
derece burçlar
dairesinin ekseninden uzaklaşıp, yerin senelik dairesinin
yüzeyine
altmışaltıbuçuk derecesinde, ki (V K H) açısı yanına eğilir
bulunmuştur. Şu
halde bu surette güneşin şuası, dik olmak üzere ulaşır
görünmüştür. Lakin
güneşin merkezinden yerin merkezine çıkan şua, yerin
yüzeyine, yerin
güneşitleyici dairesinde ulaşmayıp, belki yengeç
dönencesinde yirmiüçbuçuk
derece güneşitleyici daireden kuzey kutbu semtine
doğru uzak olmak üzere
ulaşır bilinmiştir. Bu sebepten güneş, yerin kuzey
yarısını tamamen
aydınlatıp, kuzey burçlarıda görünür oldukça, güney kutbu
tarafında bir
derece kadar yeri terk eder bulunmuştur. Bundan sora yer,
sonbahar mevsiminin
başlangıcında (A) noktasına geçtiğinde, yerin ekseni
olan (SM) hattı, kendine
ve âlemin eksenine paralellik üzere
farz olunmuştur. Bu sırada yer, koç
burcunun hizasında bulunup, güneş onun
karşısında olan terazide görünmekle,
güneşin merkezinden yerin merkezine
çıkan şua ki, âlemin eksenine dik olur
bulunmuştur. O yerin yüzeyine,
güneşitleyici dairenin terazi burcunun
başlangıcı itibar olunan noktasından
ulaşır müşahede olunmuştur. İki kutbun
taraflarında olan yere eşitlik üzere
yayılır bilinmiştir. Bundan sonra kış
mevsiminin başlangıcı erişip, yer (H)
noktasına geldiği sırada (SM) ekseninin
eşitliği olduğu üzere kalıp,
güneşin şuası oğlak dönencesi yerinde yerin
yüzeyine dik eriştiğinden,
yerkürenin güney yarısını tamamen aydınlatıp,
kuzey kutbu tarafına bir
derece yeri terk eder müşahede olunmuştur. Bahar
mevsiminin başlangıcında,
yer günlük hareketiyle noktasına vardığında yani
terazi burcunun
başlangıcına eriştiğine, güneş o vakitte koçta görünmüştür.
Şu halde
güneşin merkezinden yerin merkezine çıkan şua, yeryüzüne
güneşitleyicinin
koçun başlangıcına vâki olan noktasına ulaşır bulunmuştur.
Bu surette yine
iki kutbun taraflarına eşitlik üzere ışık saçılır
bilinmiştir. Lakin bu
takdirce yerin aydınlık semti, güneşe dönük
bulunduğundan, bizlere açık
olmaz. Zira ki şekil dışı bir yerde bulunmuştur.
Şu halde yeni astronomiye
göre, gece ve gündüzün birbirini takibi ve uzaması:
Dört mevsimin değişim
ve farklılığı iki kutup altında doksanıncı enlemin gece
ve gündüzü bu
yolla bilinmiştir. (Vallahi a'lem.)
Beşinci
Madde
Yeni astronominin kaideleri kuvvet bulup, muteber olduğunu
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki:
Yerin senelik
dairesinin hizasında bulunan şâbitler feleğinin, mesela (B C)
noktasına,
yahut (D Y) noktası, bize gayet uzak olduğundan, bir nokta
kadar
görünmüştür. Şu halde bunda ellbette lazım gelir ki, yerin ekseni,
kendi
senelik dairesinin herhangi noktasında bulunursa, sâbitler feleğinin
daima
onun aynısı bir noktasına dönük olmuş görüne. Yer kutunun yüksekliği
daima
aynı tarafa ve tepemizde olan aynı yıldıza ve bir ölçüye bakış ile
ortaya
çıkmış buluna. Gerçi yer, gerçekte burçlar feleğinde yani kendi
senelik
dairesinde bulunan hareketiyle kâh oy yıldıza, kâh bu yıldıza, kâh
güneye
ve kâh kuzeye ziyade yakın olursa da; halbuki bizden pek uzak olan
sâbitler
feleğine nispetle yerin senelik dairesi ancak bir nokta kadar
gelmiştir. Şu
halde yerin sâbitler feleğinden uzaklığı ve yakınlığı fark
olunmaz olmuştur.
Kudret-i İlahiyede son tayin etmeye cesaret edenlerin
yanında sözü edilen
iş, ziyadesiyle uzak ve garip ise de, dikkatli bir
bakışla düşünülse, işin
aslında uzaklaşma yoktur. Bu yeni astronominin gereği
olan yerin hareketini
uzak görüp, kabul etmeyenlere, fikir ve mülahaza
lazımdır ki; eski
astronominin dahi bundan ziyade nice işleri kabulden uzak
görünür ve
bilinir olmuştur.
Bunlardan biri, ilk hareket ettiricinin yani
büyük feleğin genişlik ve
büyüklüğüyle o acaip ve garip sürattir ki, onunla
beher gün doğudan batıya
olan dönüşünü tamamlar bilinmiştir. Biri dahi, büyük
feleğin yirmidört saat
müddetinde kendi içinde kuşatılmış olan feleklerin
hareketleri ve
hareketlerinde bulunan süratleridir ki; her biri, büyük feleği
muhalefet
ederek, kendi tabiatleri gereğince batıdan doğuya hareket
ederlerken, yine
büyük feleğe uymakla her gün doğudan batıya bir kere dönüş
hareketlerini
tamam ederler denilmiştir. Halbuki bir tüfeğin kurşunu seyrinde
bulunan
süratten, o günlak hareketle ilk hareket ettiricinin mıntıkasında
olan
sürat, üçyüzbin kat fazla ve şiddetli olmak gerek. Ta ki bu müddette
bir
dönüşünü tamamlamak mümkün ola. şu halde o büyük cisim olup, üst
yüzeyinin
şekli henüz bilinmeyen büyük feleğin içinde bulunan büyük
feleklerin
kendilerine nispetle bir habbe ve bir nokta kadar olan yerin
çevresinde
dolanmalarından bu küre şeklinde olup, harekete daha fazla
isidatlı olan
yerin küçük cisminin, büyük güneşin etrafını senede bir kere
dolanması çok
daha kolay ve layık olup, durumun gerçeğine uygun, işin aslına
muvafık
gelip, akla daha yakın olmuştur. Yerkürenin o senelik dairesinde
hareket
eder oldukça ekseni aynı eşitliğini korur, denildiği öyle demek
değildir
ki, yerin ekseni asla bir vakitte ve hiçbir cihetle konumunu
değiştirmeye.
Zira ki yerin eksenin gayet yavaş olan hareketle yirmibeşbin
sekizyüz onaltı
güneş senesinde burçlar feleğinin çevresindeki bir daire
çizer bulunmuştur.
Yerin bu hareketinden lazım gelir ki, burçlar kuşağı
dairesiyle
güneşitleyici dairenin kesişme yerleri ki, gece ve gündüzün eşit
olduğu
nokta bulunmuştur. O iki nokta burçlar sırası hilafı üzere yani
doğudan
batıya geçerler. Bu harekete onun için gece ile gündüz
eşitliğinin
tekaddümü denilmiştir.
Şu halde sâbit yıldızların burçlar
sırası üzere yani batıdan doğuya olan
hareketlerinin ortaya çıkması ve gece
ile gündüz eşitliği noktasından
doğuya doğru bulunan uzaklıklarının
fazlalaşması, yerin bu hareketinden
çıkar bilinmiştir. Yerin bu hareketi bir
tertip üzere olmayıp, karışık
bulunmuştur. Zira ki sâbitlerin burçlar sırası
yüzere bulunan hareketleri,
kâh yüz senede bir derece, kâh yetmiş senede bir
derece ve kâh altmış senede
bir derece miktarı muayene kılınmıştır. Şu halde
yerin ekseni, kuzeyden
güneye ve güneyden kuzeye yalnız yirmidört dakika
miktarı hareket eder
bulunmuştur. Öyle ki yerin mihverinin ucu bu tür bükük
ve sarmaşık
hareketle bir bükük ve sarmaşık daire meydana getirir hayal
edilip,
farz olunmuştur. (Durumun hakikatini en iyi Allah
bilir.)
Altıncı Madde
Yeni astronomiye nisbetle
beş şaşırmış gezegenin yavaş hareket etme ve
duraklama keyfiyetini, düz gidiş
ve geri dönüş mahiyetini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, yeni
astronomlar demişlerdir ki: Gezegen
yıldızlardan beş şaşırmışta bulunan yavaş
hareket, duraklama, geri dönme ve
düz gidiş bu yeni görüşe göre döndürücü
feleğe muhtaç olmayıp, kolaylıkla
bilinmiştir. Zira ki beş şaşırmışın
duraklama ve geri dönüş gibi muhtelif
durumları ancak bizim hareket halinde
bulunan yerde bu yıldızlara
baktığımızdandır. Onlar bize kâh yavaşlıkla, kâh
duraklama ile, kâh geri
dönüşle nitelinmiş görünmüştür. Ancak faraza âlemin
merkezi olan güneş
üzerinde bulunmuş olaydık; gözümüze bu tür hayaller asla
görünmez olurdu.
Zira ki onların dönüş hareketi benzerli ve düzgün
bulunmuştur. Nitekim daha
önce açıklanmıştır ki, utarit ile zühre güneşin
etrafında bulunan senelik
dairesini geri kalan üç yıldızdan yani merih,
müştei ve zühalden önce
bitirir. Bu sebeptendir ki utarit ile zühre bazen
güneş ile yer arasında ve
yer yine güneş ile üç yıldız arasında
bulunurlar.
üç yükseğin açıklanmasında farz ederiz ki düz şekile güneş (A)
noktasında
olsun. Yerin senelik dairesi (B,H,A,C,T,L) dairesi olsun. Mesela
merihin
dairesi dahi (T,D,K,R,Y,B) dairesi olsun ki merih bu dairenin bir
yayını
kat edinceye dek yer kendi dairesinde olan dönüşünü tamam eder. Bundan
sonra
sabit felek (M,F,K,N) dairesi olun. Şimdi deriz ki, yer (L) noktasında
ve
merih (T) noktasında bulundukları vakitte merih yıldızı,
sabitler
dairesinden (M) noktasında görülür. Bundan sona yer (L) noktasından
(B)
noktasına ve yıldız dahi (T) noktasından (D) noktasına geçsin. Öyle ki
yer,
yıldız ile güneş arasında yakın olmak üzere intikal eder. Bu
vakitte
yıldız, sabitler dairesinden (La) noktasında muayene olunur. Şu halde
bu
surette burçların tertibine göre olan hareketin (M) noktasından
(La)
noktasına tacil etmesi müşahede olunup, sürat ve düzgün gidiş
denilir.
Bundan sonra yer (B) noktasından (H) noktasına ve yıldız (D)
noktasından
(K) noktasına varır. Bu sırada yine (La) noktasında hissedilip,
yavaş gidiş
ve duraklama önce hasıl olur. Bundan sonra yer (A) noktasına ve
yıldız (R)
noktasına vardıklarında o vakit yine yıldız (F) noktasında
bulunur. Şu
halde burçlar tertibinin hilafında geri dönüş görülür. Elbette bu
surette
olan durumuna geri dönüş adı verilir. Bundan sonra yer (C) noktasına
ve
yıldız (Y) noktasına ulaştıklarında bu sırada yine yıldız (F)
noktasında
görülmüş olup, ikinci duraklama ve ikinci yavaşlama hasıl olur.
Bundan
sonra (T) noktasında görünür. Burçlar tertibi üzerinde hareket eder
bulunur
ki düz gidiş ve sürat denilir.
Bu tafsil ki utarit hakkında tasvir
olunmuştur. Zühre hakkında da aynısı
geçerlidir. Ancak farkı budur ki, bu
değişiklikler onda yavaş bulunmuştur.
Zira ki, zühre, utaritten ziyade
zamanda kendi dairesini dolaşır
görülmüştür. Nitekim yukarıda açıklanmıştır.
Bu bölümde yazılan
açıklamalar yeni astronomiye belki pek eskiye nümune
olmaya kifayet
ettiğinden şimdi bu görüşe yönelen sorular ve cevapların
yazılmasına
geçilmiştir.
Yedinci Madde
Bu
yeni astronomlara yöneltilen soruları ve cevapları bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlara, dinî konularda ve rasat ve
astronomi
ile ilgili kanunlarda önce şöyle itiraz olunmuştur ki: Bu yeni
görüş tabir
olunan görüşler; semavî kitapların bildirdiklerine aykırıdır.
Ve her şeye ki,
durumu ve şanı böyle ola. Asla bir vecihle kendisine rağbet
ve iltifat
olunmaya layık ve şaheste değildir. İmdi, bu yeni görüş tabir
olunan
tahayyüllere dahi asla rağbet ve iltifat olunmak layık ve seza
değildir,
cevabını dahi büyüklerde reddederek böyle vermişlerdir ki: İşin
aslı olmak
üzere rağbet ve iltifat olunmağa mahal yoktur denilirse; her ne
kadar ki
kabullenilirse de asla faydası yoktur. Faraza olduğu itibariyle de
asla
rağbet ve iltifata layık ve seza değildir, denilirse memnudur.
Küçükler de,
konuşarak bu minval üzere cevap etmişlerdir ki: Yer, bu yeni
astronomiye göre
dahi haddizatında hareket ile nitelinmiş olmayıp,
hakikatte hareke edici olan
kendisini, yani yeri kuşatan o yumuşak
maddeden ola girdabıdır. Zira ki yer,
o girdabı olan ince ve yumuşak
maddenin belirli parçaları arasında daima
kuşatılış olup; hemen gemiye
giren kimsenin gemi içinde sakin olduğu gibi yer
dahi yumuşak maddenin
muayyen parçaları içinde daima sakin olur. Bir daha bu
tarz ile cevap
vermişlerdir ki: Dinî işlere ve yaratılışa bağlı oldukları
takdirde,
mücerret görüşümüze göre, çok katı hükümer semavî kitaplarda
irat
olunmuştur bu cümleden olarak, Tevrat'ta aya: Büyük kandil, adı
verildiği
vârittir. Bununla beraber ki, vâkıa bakar olduğumuzda, ay
diğer
yıldızlardan küçük olduğundan başka, nurunu dahi güneşten alır
bulunmuştur.
Yer daima sakindir, hükmü ki, Tevat ciltlerinde şerh olunmuştur.
Kastedilen
mânâ ile gizli ve gerçektir. Zira ki bu sözün o yerde başlangıcı
böyledir
ki: Oluşumun biri gider, biri gelir. Böyle olunca sözün tamamı budur
ki:
Yer daima sakindir. Şu halde siyak ve sibaka göre yer, daima
sakindir,
demek; yer daima olduğu gibi baki kalır, inkılap ve değişimden
uzaktır: Her
ne kadar ki bazen kendisinde oluşum ve bozuşum vâki olursa da,
demektir.
Diğer kitapların söyledikleri bu mânâya irca olunmuştur. Zira ki
yer,
toplam itibariyle asla ne dağılır, ne de bozulma kabul eder, deyip
cevap
etmişlerdir.
Astronomi ve rasat kanunlarına dayanılarak, bu
görüştekilere itiraz
olunmuştur ki: eğer yer, âlemin merkezinden uzak olup,
kendi senelik
dairesinde hareket eder olsaydı; mesela kuzey kutbunun
yüksekliği her zaman
bir üslup üzere kalmazdı. Başucu noktamızda bulunan
yıldızlar, daima ortada
olmazdı. Her vakitte sâbitler feleğinin belirli bir yarısı bize
mukabil
gelmezdi. Doruk ile etek dahi bu minval üzere tayin bulmazdı.
Bunların
cevapları dahi böyle olmuştur ki: Yer, ekseni yüzere hareket
ettiği
takdirce, kuzey kutbunun yüksekliği her zaman bir üslup üzere olup,
başucu
noktamızda bulunan yıldız, daima zâhir olur. Felek küresinin belirli
bir
yarısı yani belirli dokuz burcu tamamıyle er vakitte bizim karşımızda
olup,
baktığımız yer olurdu. Şu kadar var ki, daima yerin bir belirli
noktasında
durmamız şart ve lazım gelir. Çünkü önce dediğimiz gibi, sabitler
feleği
bizden o kadar uzaktır ki, ona nispetle yerin büyük senelik dairesi,
bir
nokta kadar görünür. Çünkü yerin ekseni, âlemin ekseni ile daima
aynı
hizada bulunur.
Şu halde belirtilen üç hükme göre, daima yerin bir
belirli kıtasında sabit
ve durucu olmaz. Onun için şart olunmuştur ki, kuzey
kutbunun daima tek yol
üzere olan yüksekliği bizim görüşümüze göre
bulunmuştur. Yerin daima bir
belirli yerinde olduğumuz zamanda bir kararda
görünmüştürki. Yani bu şart,
bizim için bulunan belirli ufku ve başucu
noktamızda olan belirli noktayı
kaybettiğimiz ve değiştirdiğimiz vakitte
bulunmuştur. Zira ki, mesela
kuzeyden güneye doğru veya güneyden kuzeye doğru
yerküre üzerinde hareket
edip, belirli yerimizi başucu noktamızda bulunan
belirli noktayı
değiştirdiğimiz zamanda elbette bize feleğin bir başka kıtası
zâhir olur.
Daha önce onu biz, asla göremezdir. Ona bedel, önce görür
olduğumuz kıtası,
bize, tamamıyle gizli olur. Adı geçen kutbun yüksekliği ve
başucumuzda olan
yıldızlar dahi değişken olur.
Doruk ile eteğin tayinleri
lüzumuyle olan çelişkiye böyle karşı olmuştur
ki, bu yön üzere yer, o senelik
dairesinde, güney burçları hizasında
harekette iken dahi güneşten uzak olmak
ve konumunu bulmağa doruk hâsıl
olur. Kuzey burçları hizasında harekette iken
yine güneşe yakın olmak
durumuna geldiğinde, eteği peyda olur. Bu
astronominin dour ve eteği
hükümleri aynen eski astronomideki gibidir. Ancak
farkı budur ki, oda
uzaklık ve yakınlık güneşin hareketinden, bu görüşe göre
yerin hareketinden
bulunmuştur. Onda değişen doruk ve etek, burçlar feleğinin
hareketinden ve
bunda yine yerin yavaşlamasından bilinmiştir.
Bundan sonra
bu cevapların koruyucusu bulunan mukaddimeye itiraz
olunmuştur. Sabitler
feleğinin bizden ta o miktarı uzaklık mesafesi ki,
onunla yerin senelik büyük
dairesi, yerin bir noktası, bir nokta kadar
görüne. Bu görüş inanılmayacak
mertebe uzak bulunmuştur. Bu itiraza böyle
cevap olunmuştur ki: Çünkü kabul
edilmeyen bu hüküm, senede dayanmamıştır.
bununla beraber, sözü edilen
küçüklük ile asıl maksadımız bulunan
feleklerin durumlarının nizamı ispat
olunmuştur. Şu halde bu tür ilimlerde
bunun gibi olmaz görülecek kati işler
çok bulunmuştur. Onun için zarar
vermez denilmiştir. (Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır).
Sekizinci Madde
Bu yeni
astronomlara, tabiat kaidelerine dayanarak olan itirazları ve
cevaplarını
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, yeni astronomlara tabiat
kaidelerine dayanılarak
itirazlar olunmuştur ki; mekanların en aşağısı,
âlemin merkezidir ve
mekanların en aşağında yine ağır cisimlerden olan
yerkürenin sakin olması
en uygun ve en gereklidir. Bundan başka, eğer yer
hareketli olsa, elbette
hissolunurdu. Binaların ve ağaçların dahi aşları
aşağı gelip yıkılırlardı.
Ağır cisimler yukarıdan aşağıya dik olarak inemez
olurdu. Zira ki, dümdüz
varacak oldukları noktalar, yer yüzeyiyle beraber
harekette olurdu. Kuşlar
havada uçarken, çünkü yer onların yuvalarını alıp
birlikte götürür, bu
durumda onlar, yuvalarını bir daha bulamazlardı. Bundan
başka batıya doğru
atılıp yuvarlanan top nesnenin hareketi, doğu tarafına
doğru yuvarlandığı
zamanda bulunan hareketinden pek çok yavaş olurdu. Elbette
batı semtine
atılan, doğu tarafına atılan oktan pek çok ziyade menzil alırdı.
Zira ki
ok, batıya giderken, batıdan doğuya gelen yerin yüzeyi, onu
karşılamakla, o
okun yerin yüzeyinden kat ettiği mesafe çok olurdu. Onun
doğuya gitmesinde
bu hareket olmazdı.
Bu itirazların tek tek cevapları
böyle verilmiştir ki: Yer, mekanların en
aşağısı mıdır, değil midir? Henüz
tespit edilip, belirlenmiş değildir.
İspat delilleri şüpheli ve
reddedilmiştir. Bundan başka yerin tabiatına
bakıldığında, sair yıldızlardan
ağır olması dahi henüz malum değildir.
Belki aşağıda ve yukarıda olmaları
bize kıyasla bulunmuştur. Gerçi büyük
taşlar ve ağır cisimler, yerden
ayrıldıkları anda yine yere dönerlerse de;
lakin yerküre hemen ağır bir cisim
gibi kendi yerinden hareket etme olmak
lazım gelmez. Yine cevap olunmuştur
ki: Biz, yerle birlik o yumuşak madde
içinde kuşatılmış olup, su görüntüsü
gibi yerle beraber hareket eder
olduğumuzdan, yerin hareketini hissedemeyiz.
binaların ve ağaçların dahi
eğilip kırılmadıkları bundan bilinir. Belki bu
delilden, bunların ayakta
durması ve sebatı lazım gelir. Yer sakin olsun
yahut yumuşak madde ile
hareketli olsun, ağır cismin yukarıdan aşağı doğru
dik olarak inmesine bir
engel yoktur. Çünkü ağırın inişi, hareketinden gayri
sözü edilen yumuşak
maddenin hareketinden dahi pay alması muhakkaktır. Bu,
ayniyle o taş
gibidir, ki, geminin sereninden dibine doğru atılmıştır. Zira
ki, bu tür
taşların yukarıdan aşağıya atıldığı halde serenin dibine düştüğü
tecrübe ile
bilinmiştir. Gemi sakin olsun veya hareket halinde olsun ve buna
dahi aynen
öyle sebeb, aşın düşüşünden gayri geminin hareketinden dahi
hissedar
olmasıdır. Belki bu hususta doğrusu budur ki: Ne ağır cismin ve ne
adı
geçen taşın inişi denilen hareketi kesinlikle düz değildir. belki
kavisli
bir hat çizerek hâsıl olur. Geri bizim görüşümüze göre ki geminin
içinde
dik tahayyül olunursa da; bu, tıpkı buna benzer ki, bir kimse bir
geminin
güvertesinden sereni dibine bir taş attığında, doğru hareketle
indiğini
muayene eder. Lakin geminin dışından, yani denizin kenarından
bakanlara o
taşta iki hareket olur ki; biriyle dik olarak iner, biriyle dahi
geminin
hareketine uygunluk eder. Öyle ki, o iki hareketiyle bir eğri
çizgi
çizdiğini gözlerler. Böyle olunca, denizde balıklar suyun
hareketinin
etkisinde kaldıkları gibi, kuşlar dahi havanın hareketinin
etkisinde
kaldıklarından, yuvalarından uzaklaşmaları ve ayrılmaları lazım
gelmez.
Doğuya doğru atılan yuvarlanan kürenin hareketi daha hızlı olmaz.
Batıya
doğru atılan okun düşüş mesafesi ziyade
bulunmaz.
Dokuzuncu Madde
Bu yeni astronomiye
göre, göklerin tabiatlarını ve sayılarını bildirir.
Ey aziz, malum
olsun ki, filozoflar, feleklerin tabiatlarında yani
feleklerin maddelerinde
ihtilaf edip, eski astronomiye rağbet edenler
yukarıda açıklandığı üzere,
esirî cisimlerin maddesine ve musammat
cisimlere, yani hacim, salabet, saffet
ve şeffet üzere olup; feleklerde
artma, azalma, yoğunlaşma, seyrelme, yarılma
ve birleşme olmayıp, harekette
şiddet ve zayıflama, geri dönüş ve duraklama
ve yerlerinden çıkma kabul
etmezler, demişlerdir. Bu yeni astronomiye
taraftar olanlar, göklerin
maddelerinden hacim ve salabeti kaldırıp;
feleklerin tabiatları sulu ve
yumuşaktır: Yarılma ve birleşme kabul eder
cisimlerdir, demişlerdir. Bu
yeni görüşe göre: Göklerin sayısı üçe
hasredilmiştir. Evvelki gök,
unsurları ve gezegenlerin tümünden ibaret olan
topluluktur. İkinci gök,
bize nâzır olup gözetlediğimiz sabitler feleğidir.
Üçüncü gök, sâbitler
feleğinin kalınlığı mesafesi her ne kadar geniş ise de,
ötesinde bu feleği
kuşatan büyük feleğin sınırsız ve sonsuz olması
araştırılarak kesinleşip,
saadet ehli için dinlenme yeri tayin
kılınmıştır.
Bu yeni astronominin, eski astronomiye uygun bütün kaide ve
hükümleri
kuvvet bulup, beş yüzyıldan bu ana gelinceye dek, sonraki
bilginleri
makbulü bulunmuştur. Bizim muradımız ve maksadımız olan,
yaratıcıyı
tanımaya vesile bulunan insanlar âlemine ayna olarak konulan büyük
âlemi,
bu cevihle bu yönden dahi seyr için bu miktarca yazma ve açıklama
ile
yetinilip; saadetnâmemizden dahi güzelliklere ve sanatlara yol açıcı
ve
iletici olmak için onaltı rubai yazarak, bu bölüm tamamlanıp, metinde
sözü
edilen şekillerin buraya çizilmesi münasip görülmüştür.
Halk eyledi
ey Hüda bu ibretgâhı
Eflak ve anasır ve bu şems ve mâhı
Kur'an'da dedin fe
semme vech'ullah
(Ey Hüda, bu ibretgâhı yarattın: Felekleri unsurları, güneşi
e ayı.
Kur'an'da: "Hangi tarafa yönelirseniz orası Allah'a ibadet yönüdür."
(2/115)
dedin. İlahî, eşyanın hakikatini bize göster.)
Eflak ve anasır ve
mevalîd ey dil
Ecsam ve tabayi ve suverdir hep bil
Çün âlemdir hakîm-i
sun'u şâmil
Pes heyet-i âlemi tefekkür hoş kıl
(Ey gönül, felekler,
unsurlar, bileşikler, cisimler ve tabiatlar hep
suretlerdir bil! Çünkü hakîm
olan Allah'ın sanatı âleme şâmildir. O halde
âlemin hey'Etine iyi tefekkür
kıl.)
Eflak ile devr eder kevakib her an
Tesir edib imtizac eder bu
erkan
Dört tab-ı muhalif olsa memzuc ey can
Madenle nebat olur ve hayvan
insan
(Her an yıldızlar feleklerle döner. Onların tesiriyle karışır bu
özler.
Dört farklı tabiat karışınca ey can; madenlerle bitkiler, hayvan ve
insan
olur.)
Hakkı bu cihanı bil kitab-ı hikmet
Eflak ve anasırı huruf
ve kudret
Terkib ve mevalid ve kela-ı izzet
Fehm et kelimat-ı Rabbi al çok
ibret
(Hakkı, cihanı ibret kitabı bil. Felekleri ve unsurları harfler ve
kudret;
bütün bileşikleri İzzet'in kelamı bil, Rabin kelimelerini anla, çok
ibret
al.)
Bulan kelimat-ı Rabbi'den mânâyı
Hiç olmaz o harfgîr ve kor
kavgayı
Tuba ona kim o fehm eder eşyayı
Ne görü işitse yâd eder
Mevla'yı
(Rabbî kelimelerden mânayı bulan, harflere takılmaz ve kavgayı
bırakır.
Eşyayı anlayana ne mutlu ki, ne görüp işitse Meva'yı
yâdeder.)
Hakkı dile gel kılma heves dünyaya
Emvacı koyup kendini sal
deryaya
bak bu kelimat-ı Rab olan eşyaya
Hoş bu kelimatı anla dal
mânaya
(Hakkı, gönüle gel! Dünyaya heves kılma. Dalgaları koyup, kendini
denize
sal. Bu Rabbin kelimeleri ola eşyaya bak; bu kelimeleri iyi anla
mânaya
dal.)
Bu bahr ne eksilir ne artar asla
Emvacı gelir gider o
bahre asla
Alem ki o mevcler gibidir mesela
Kalmaz iki an içinde bâki
fasla
(Bir deniz ki, asla eksilmez ve artmaz, dalgalar ona bitişik olarak
gelir
gider. Alem ki, o dalgalar gibidir mesela; iki an içinde tek fasıl
bâki
kalmaz.)
Hakkı, ha için ver ehline dünyayı
Ednayı unut seversen ol
âlayı
Emvac ile boş yorulma bul deryayı
Yoğ anla bu mâsivayı bil
Mevlâ'yı
(Hakkı, Hak için dünyayı ehline ver. Yüceyi seversen alçakları
unut.
Dalgalarla boşuna yorulma, denizi bul. Masivayı yok anla, Mevla'yı
bil.)
Hakkı, onu iste bil cihanı fânî
Bul mevt-i iradide hayat-ı
canı
"Mütü kable en temütü"ü tanı
Dünya seni terk etmeden sen eyle
anı
(Hakkı, cihanı geçici bil, Allah'ı iste. Caın hayatını iradî ölümde
bul,
"Ölmeden önce ölünüz" hadisini tanı. Dünya seni terk etmeden, sen
onu
terk et.)
Ah savmla bağlasam dehanı hani
Akl okusu nüsha,i cihanı
hani
Dil bilse o mana-yı nihânı hani
Dil bilse o mana-yı nihânı
hani
Can bulsa o can-ı canı hani hani
(Hani, ağzı oruçla bağlasam, akıl
cihan nüshasını okusa hani Gönül o gizli
manayı bilse hani. Hani hani!.. Can
bulsa canın canını!)
Ah sumtla bağlasam dehanı hani
Dil söylese dinlesem
nihanı hani
Can görse o mâna-yı cihanı hani
Aşkıle bulaydım anı hani
hani
(Sükûtla bağlasam ağzı hani, gönül söylese, dinlesem gizliyi hani! Hani
o
cihanın mânasını can görse. Hani hani... aşk ile bulaydım O'nu.)
Bir
bildim iki cihanı mağrur oldum
Ahkam-ı meratibin koyup dûr oldum
Çün
halile vahdet-i vücuda buldum
Pes fız-ı meratibiyle mesrur oldum
(İki
cihanı bir bildim, mağrur oldum. Mertebelerin hükümlerini koyup, uzak
oldum.
Çün hâl ile vahdet-i vücudu buldum, o anda mertebeleri korumakla
mesrur
oldum.)
Hep varlığı bir bilince şadân oldum
Ahkam-ı meratibinde nâdân
oldun
Çün bildiğimi görüb de hayran oldum
Her mertebede muti-i ferman
oldum
(Varlığı hep bir bilince şâdân oldum. Mertebelerin hükümlerinde
nâdân
oldum. Çünkü bildirimi görüp de hayran oldum ve her mertebede
fermana
itaatkâr oldum.)
Tevhid-i vücuda çünki hemrah oldum
Ahkam-ı
meratibinde gümrah oldum
Çün zevk-i şühude erdim âgah oldum
Her
mertebesinde hoş maa'llah oldum
(Çünkü tevhid-i vücuda yoldaş oldum.
Mertebelerinin hükümlerinde yolumu
şaşırdım. Müşahede zevkini erdim âgah
oldum. Her mertebesinde Allah'la
beraber oldum.)
Zannımca yakîn ve sıdkla
sıddıkam
Tevhid-i vücud ile dolu tahkikam
Her mertebe çün vücud eder
hükm-ü diğer
Pes hıfz-ı meratib etsem zındıkam
(Zannımca yakînim ve
sıdkıla sıddıkım, varlığı birliğiyle dolu ve
araştırıcıyım. Her mertebede
varlık diğer hüküm eder. Şimdi mertebeleri
korusam zındığım.)
Bil vahdet-i
âlemi ki arz-ı hakdır
Ol şeh ki gayûrdur bu sırr-ı muğlakdır
Esrar-ı
cihanı söyleyen ahmaktır
Hıfz edeni hıfz eden şeh mutlaktır
(Alemin
birliğini, Hak'kın arzı bil. O şeh ki gayurdur, bu muğlak sırdır.
Cihanın
sırlarını söyleyen ahmaktır. Koruyanı koruyan mutlak şehtir.)
[TOP]
28-BÖLÜM:028:
ONUNCU BÖLÜM
Bileşiklerin oluşum
keyfiyetini, yani tam bileşik cisimler olan üç bileşiği
(mevalid-i selâse) ki
maden, bitki ve hayvandır. Hepsini yedi madde
ile
açıklar.
Birinci Madde
Tabiilerden bulunan
bileşikleri tümünün asıllarını ve maddelerini; tam
mürekkep cisimlerin
cinslerini ve nevilerini toplucu bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki,
filozoflar demişlerdir ki: Oluşum ve bozuşum âlemi
içinde meydana gelen
atmosfer ve üç bileşik, yüksek babaların aşağı
analarda bulunan tesirlerinin
neticesidir. Yani ay feleğinin içinde vücuda
gelen bileşik cisimlerin tamı ve
tam olmayanı, bütün yedi gezegen yıldızın
dört unsurda olan tesirlerinden
hâsıldır. Yedi gezegen ise, gece gündüz,
Hak'kın emrine itaatkâr ve boyun
eğicidir. Hepsi onun güç ve kuvveti ile
hareketli ve tesirlidir. Nitekim
Nazm-ı Kerim'inde buyurmuştur: "Güneşi,
ayı ve yıldızları, Allah, emrine
bağlı kıldı. dikkat ediniz ki, hem
yaratmak hem de emretmek ona mahsustur.
Alemlerin Rabbi olan Allah ne kadar
yücedir."(7/54)
BEYT
Çün yedi erden
müdam hâmiledir çâr-zen
Tıfl-ı mevâlid hem doğmadadır dembedem
(Yedi
erkekten dört kadın sürekli hamiledir. Üç bileşik çocuk
sürekli
doğmaktadır.)
Dört unsur ki, ateş, su, hava ve topraktır. Bu
dördün birbiri ile kaynaşıp
birleşmesinden meydana gelen tam bileşik
cisimlerin, yani üç bileşiğin
birincisi maden cinsidir ki, taş nevileri dahi
ondandır. Başlangıçta
dumanlar ve buharlar, unsurlara geçer ve değişir. Ama
dumanlar yerin
incelikleridir ki, güneşin ısıtması ile havaya yükselir,
onunla karışır.
Buharlar, nehir ve deniz sularının incelikleridir ki, yine
güneşin ısıtması
ile havaya çıkıp onunla karışır. Buhar ve dumandan yarı
bileşikler oluşur
ki, yukarıda açıklanan atmosferdir. Suların özleri karlar
ve yağmurlardır
ki, yerin karnına çekildiğinde, orada toprak parçaları ile
karışarak
koyulaşır. Bundan sonra yerin derinliğine sirayet eden güneşin
harareti o
koyulaşan özleri kaynatarak maden, bitki ve hayan maddesi eder. Bu
üç
bileşik ancak birbirine şaşırtıcı bir tertiple, lâtif nizamla
suret
bulmuştur. Bütün bunları yapın, zalimlerin söylediklerinden yüce
olan,
Allah'dır.
Bu kâinatın ilk mertebeleri kesif topraktır. Son
mertebeleri temiz nefstir
ki, gayet lâtiftir. Zira ki madenlerin evveli
toprak ve suya, sonu bitkiye
bitişiktir. Bitkileri nevveli madene ve sonu
hayvana bitişiktir.
Hayvanların evveli bitkiye ve sonu insana bitişiktir.
İnsanî nefislerin
evveli hayvan ve sonu melekî temiz nefislere ulaşır.
Olgunluğu ancak onda
hâsıldır.
NAZM
Bu kâinat-ı cihan hep tebeddül
eyler ümîd
Semadan arza dek ve zerrelerle tâ hurşîd
Cihan kevn ve fesâd
içre cümle rağbetle
Kemalini talib eyler mürebbiden cavid
Kemal-i hak
nebat ve kemal-i hayvandır
Kemal-i hayvan insandır oldur asl-ı
nüvîd
Kemal-i âde olur hem visâl-i aşk-ı cemil
Ki oldur asl-ı muradât
gayet-i her ümid
Çü bahr-i mevc olur ondan buhar ve gıym ve matar
Matar ki
sel olur aslın bulur garib ve bayid
Çü aşk seyreder eşyayı devreder
daim
Her anda kevn ve fesad oldu başka halk-ı cedîd
O ki cihanı bu
hikmetle seyreder Hakkı
Ol ehl-i dildir o vası-i dil oldu arş-ı mecîd
(Bu
cihan kâinatı ümit hep değiştirir; gökten yere dek zerrelerle ta
güneşe.
Hepsi, oluşum ve bozuşum cihanı içire rağbetle, daii Mürebbi'den
kemalini
ister. Toprağın kemali bitkidir, bitkinin kemali hayvandır,
hayvanın kemali
insandır; müjdenin aslı odur. İnsanın kemali, Celil'in
aşkına ulaşmaktır ki
odur muratların aslı ve her ümidin gayesi. Çünkü
dalgalı deniz olur ve ondan
buhar, bulut, yağmur ve ysel olur, aslını bulur
ve uzak ve yakın. Aşk, eşyayı
seyreder ve sürekli devreder. Oluşum ve
bozuşum her anda yeni ve başka bir
yaratılış oldu. Ey Hakkı! O ki, cihanı
bu hikmetle seyreder; o, gönül
ehlidir.O geniş gönül, Mecid'in arşı oldu.)
İkinci
Madde
Üç bileşiğin ilki olan madenlerin durumlarını ayrıntılı
olarak ve
çeşitlerin toplu olarak bildirir.
Ey aziz, malum olsun
ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin başlangıcı
bulunan madenlerin
cümlesi, yerin içinde hapsolan buhar ve dumanlardan
oluşan cisimlerdir ki,
nicelik ve nitelikte muhtelif bulunan karışımlar ve
bileşimler olmuştur. Eğer
bileşimi kavi olup, çekiş kabul ederse, yedi
meşhur cisimdir ki: Altın,
gümüş, bakır, kalay, demir, kurşun ve tunçtur.
Bileşimi kavi olup, çekiçle
ezilmezse, taş cinsidir ki: Elmas, la'l, yakut,
zümrüt, zebercet, seylan ve
pîruze gibidir.
Eğer buhar, duman üzere üstün gelirse; yeşim, mermer, billur,
civa vesair
şeffaf olan cevherler oluşur. Eğer duman buhar üzere üstün
olursa; tuz,
karbonat, kükürt, nişadır ve şap gibi. Bazı taşlar, rutubetle
çözülür;
tuzlu cisimler gibi. Bazısı ateşle çözülür; kalsiyum ve kükürt
gibi.
Yumuşak ise, cıva olur.
Bütün madenlerin asılları, bir miktar yer
içinde oluşup durdukta; onlardan
füruu, asırların geçmesiyle zeminin dibine
girip ve inip gitmektedir.
Nitekim bütün bitkilerin ve ağaçların asılları,
yerin altında oluşup, bir
süre durduktan sonra onlardan füruu ve dalları
zamanların geçmesiyle havaya
çıkmaktadır.
Yedi meşhur cismin oluşumu,
ancak cıva ile kükürtün nicelik ve nitelikte
farklılıklarından ve
karışmalarından hâsıl olur. Cıvanın oluşumu, o su
parçalarındandır ki,
toprağın ince parçalarına karışıp, yüksek hareketle
kaynaşmıştır. Kükürt ise,
şiddetli hareketle karşılaşan ve su toprak
parçalarından oluştur ki, sıcaktan
yağ gibi olmuştur.
Şeffaf ve katı cisimlerin oluşumu; o tatlı sulardandır ki,
madenlerde sert
taşlar içinde nice bin yıl uzun bekleyişle safa bulup,
madeni, hareketinden
taşlaşmıştır. Şeffaf olmayan cisimlerin oluşumu; o
yapışkan çamurla suyun
kaynaşmasındandır ki, güneşin harareti ona, nice bin
sene tesir etmiştir.
Rutubetle ayrışan cisimlerin oluşumu; yerin yakıcı ve
kuru maddelerine
suyun şiddetli karışımından hâsıl olur.
Yağlı cisimlerin
oluşumu; yerin içinde bekleyen rutubetlerdendir ki,
madenin hararetiyle
incelip ve çözülüp, bölgenin toprağına karıştığında,
madenin harareti onu,
pişirmekle yağ gibi koyu olmuştur. Şu halde altın
madeni, dağlar içinde ve
yumuşak taşlı, kumlu yerlerde oluşur. Gümüş ve
benzerleri, dağların içinde
yumuşak toprak ile karışan taşlar içine
oluşurlar. Kükürt madenleri; nemli,
ıslak, yağlı ve yumuşak toprakta
oluşurlar. Tuz, yumuşak yerlerde hâsıl olur.
Kireç madeni, kireç ile
karışan kumlu yerlerde oluşur. Zaclar ve şaplar,
kıraç ve sert yerlerde
vücuda gelirler.
Bu kıyas üzere her maden, bir
bölgeye mahsus bulunmuştur. O madenin
oluşumu, o bölgenin özelliklerinden
bilinmiştir. Tek tek çok olmalarına
rağmen, madenler üç neve münhasır
kılınmıştır: Katı madenler, taş madenler,
yağlı
madenler.
Üçüncü Madde
Madenlerden katı
cisimlerin oluşumunu, tabiatlarını ve vasıflarını
bildirir.
Ey
aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç tür madenden
evvelkisi
katılardır ki, adı geçen yedi meşhur cisimdir. Onların hepsi
ancak kükürtler
ile cıvadan oluşurlar. Eğer kükürt ve cıva saf olup,
biribirine tamamen
kaynaştılarsa, yer, suyun rutubetini çeker ki; o kükürt,
o cıvanın rutubetini
emdiyse ve o kükürtün boyama gücü olup, cıva ile uygun
bir ölçü bulduysa,
madeni, hararetiyle nice bin yıl pişip yandıysa, o
kaynaşıp sarı altın olur.
Eğer kükürt ve cıva safî olup, tamamen karıştıysa,
ölçüleri de uygun gelip
uzun zamanda pişip yandılarsa ve kükürt beyaz olup,
rutubetten kaldıysa, o
kaynaşıp, beyaz gümüş olur. Eğer pişmezden önce ona
soğuk isabet ederse,
kaynaşıp tunç olur. Eğer cıva saf ve kükürt bozuk
olup, piştiyse bakır
oluşur. Eğer bozuk kükürt yanmadıysa, kalay oluşur.
Eğer kükürt ve cıva ikisi
de bozuk olursa, kurşun hâsıl olur.
Şu halde katı madenlere ârız olan
farklılık, kükürt nevileriyle cıvanın ya
niceliklerinden veya
keyfiyetlerinden hâsıl olduğu tecrübe ile bilinmiştir.
Ama katıların sultanı
bulunan altının tabiati sıcak, yumuşak ve latiftir.
Ateşle yanmaz. Su
zerreciklerinin toprak zerreciklerine şiddetli
kaynaşmasından, ayrışmasına
ateş bile kâdir olmaz. Toprak içinde bin yıl
kalsa çürümez, paslanmaz. Rengi
sarı ve berraktır. Tabiatı tatlı, kokusu
hoştur. Cismi paktır. Lekesi olmaz.
Ağırdır. Kendi güzeldir. Değerlidir. Şu
halde tabii harareti, ateş rengi
sarılığı olduğundandır. Yumuşaklığı,
yağlılığı fazla olduğundandır.
Berraklığı, suyu saf kaldığındandır. Tadının
tatlılığı ve kokusunun temizliği
kükürtünün saf olduğundandır. Letafet ve
nezafeti, cıvası saf ve pak
olduğundandır. Ağırlığı, topraktan
olmasındandır. Güzellik ve değeri, tabii
nefsin ona şua saldığındandır. Bu
sarı altın, nakittir. İki cihanın ender
sermayesidir. Eşyanın en
değerlisidir. Hüda'nın nimetlerinin en şereflisidir.
Zira ki sarı altın,
din ve dünyanın kıvamıdır. Alem halkının nizamıdır. Her
iklimde revaç
bulmuştur. Herkes ona muhtaç olmuştur. Dünya erkeklerine kuvvet
ve
izzettir. Süs isteyen kadınlara lezzettir. Nitekim
denilmiştir:
NAZM
Ey altın bütün lezzetlerin
toplayıcısının
Cihandakilerin her zaman sevgilisi sensin
Şüphesiz Hüda
değilsin velakin Hüda'ya yemin olsun
Ayıpların örtücüsü ve ihtiyaçların
kadısısın
Beyaz gümüş: Madeninde maddesi olan kükürt beyaz olmayıp, karışım
parçaları
eksik kalsa, o sarı altın olurdu. Gümüş, sürekli ateşle erir.
Toprak içinde
uzun zamanla çürür, beyazlığı simsiyah olur. Zira ki, Lekesi en
yakınına
gider. Ona cıva yaklaşsa çekiç kabul demeyip, kırılır. Kükürt
isabet
ettiğinde, beyaz gümüş iken simsiyah olur.
Bakır: Gümüşe yakındır.
Farkı, sadece renginin kırmızılığı, kirinin çokluğu,
tabiatının kuruluğu,
tadının kekreliği ve kokusudur. Onun kırmızılığının
fazlalığı, kükürtünün
hareketindendir. Şu halde onu, beyazlatmaya ve
yumuşatmaya gücü yeten kimse,
her ihtiyacına zafer bulmuştur.
Demir'in siyahlığı, hararetinin aşırılığından
bilinmiştir. Diğer katı
madenlerden ziyade sulu bulunmuştur.
Kalay: Beyaz
gümüş cinsindendir. Lâkin ana karnında cenine âfet erişip zayi
olduğu gibi
yerin karnında gümüşe üç âfet eriştikte kalaya dönüşür. Üç
âfet: Değişken su,
kötü kokuya rehavettir.
Kurşun: Bozuk sınıfıdır, oluşumu ve bozuşumu onun
gibidir. Tunç: Tabiatı
hepsinden daha soğuk ve daha kurudur. Kokusu dahi
pistir.
Allah'ın sanatının tefekkürü için katıların durumları bu miktar
yeterlidir.
Dördüncü Madde
Madenlerden taş
cisimlerin oluşum ve renklenişini kısaca bildirir.
Ey aziz, malum
olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bütün şeffaf taşlar,
yağmur sularından
yerde hapsolan rutubetlerden oluşup, doğarlar. Şeffaf
olmayan taşlarsa,
güneşin hararetinin tesiriyle olan su ve yapışkan çamurun
birleşmesinden
oluşurlar.
Şeffat taşları oluşumu ve renklenişi, yağmur suları ve rutubet,
zemin ve
maden taşları ve mağaralar içinde hapsolup; madenler ile karışmayıp,
nice
bin yıl onda kalmakla ziyade safa ve sertleşme ve katılık kazanıp,
onlardan
öyle sert taşlar oluşur ki, su ve ateş ile etkilenip kırılmazlar.
Muteber
cevherle olup, yerde kalmazlar. Renklerinin farklılığı,
gezegenlerin
ışıklarıyle vücut bulmuştur. Her yıldız cevherlerin nice
nevillerine
delalet edip, şuasını o dağlar üzerine salıp, o madenlere böyle
istila
etmiştir. Zira ki, zühalin siyahlığı, müşterinin yeşilliği,
merihin
kırmızılığı, güneşin sarılığı, zührenin maviliği, utaritin rengi ve
ayın
beyazlığı onları renklendirmiştir.
Cevherlerin çeşitleri oldukça
çoktur. Hepsinin sultanı ve kıymette pahalısı
elmas cevheridir ki, madenlerin
tümünden daha sert ve daha kavi muayene
kılınmıştır. bütün madenlerden daha
değerli ve daha saf yaratılmıştır.
Hepsine üstün ve etkili iken, fakat
kurşunla mağlup ve etkilenmesi Hak'kın
gayretinden bilinmiştir. Buna yakın
cevher zümrüttür ki, ona bakanın gözü
nur ve gönlü sürur bulur. Şuasından
yılan kör olur. Zümrüt cevherinin
faydaları ve özellikleri çoktur. Lakin
burada kısa kesilmiştir.
Şeffaf taşların doğuşu, yukarıda anlatıldığı üzere,
zamanların geçmesiyle
güneşin hararetinin tesirlerinden kaynaşan su ve
yapışkan çamurdandır ki; o
çamur taşlaşıp kalmıştır. Nitekim ateşin
tesirinden soğuk süt yoğurt
olmuştur. Taşların farklılığı, yerlerine
bağlıdır. Eğer yer, toprak ve
sıcak çamurdan bulunduysa, mutlak taş olunur
Eğer sıcak yerde olursa, ondan
tuz ve şaplar oluşur. Eğer kıraç yerlerde
bulunduysa,o yapışkan çamurdan
kırmızı, sarı ve yeşil zaclar oluşur. Şu halde
her yerin bir başka
özellikleri vardır ki, onları yaratan alemin yaratıcısı
Allah bilir. Kâh
olur ki, taş suda oluşur. Bunun sebebi, o suyun veya o
yerin
özelliklerindendir. Kâh olur ki, havaya yükselen duman
zerreciklerinin
sıcaklığı soğuk isabetiyle soğuyup, havada taş oluşur, düşe
ki, taş yağdı
derler. Kâh olur ki, yıldırım ile taş veya demir yahut bakır
vâki olur.
İmdi, madenlerin üç çeşidinin ikinci nevi olan taşlar, bu kadarca
açıklama
üzerine kısa kesilmiştir.
Madenlerin üçüncü çeşidi bulunan yağlı
cisimler, unlara kıyas ile tamamiyle
atlanmıştır. Zira ki madenlerin
sınıfları, unsurların mizaçlarının
itidalinden uzak olduğundan, gayet çok
bulunmuştur. Bitkilerin cinsi, mizaç
itidaline yakın olduğundan çeşitleri
onlardan az bulunmuştur. Hayvan cinsi
mizaç itidaline bitkilerden daha yakın
olduğundan, çeşitleri dahi ondan
daha az olup, onsekizbin nevi bulunup, her
nevhi, bir âlem olarak
isimlendirilmiştir. Bir nevi dahi, insanlık âlemi
bilinmiştir. Bu insan
cinsi, mizaç itidalinin olgunluğu üzere bulunduğundan,
fertleri hepsinden az
olup, daha izzetli ve nâdir bulunmuştur.
Şu halde
Yaratıcı'nın sanatını düşünmek için madenlerin durumları bu miktar
ile
yetinilmiştir. Zira ki Allah'ın kudreti sonsuz
bilinmiştir.
Beşinci Madde
Üç bileşiğin ikincisi
olan bitkilerin durumlarını topluca bildirir.
ey aziz, malum olsun
ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin ikincisi
bitkilerdir. Onların bir
şuursuz kuvveti vardır. Yani bitki cinsinin bir
tabiatı vardır ki, ondan
farklı hareketler ve değişik âletler vasıtasıyla
muhtelif hareketler çıkar. O
kuvvete bitkisel nefs derler ki, o tabii
cismin ancak doğuş, artış ve
beslenme yönünden ilk kemalidir. Ve bitkisel
nefsin gıda kuvveti vardır ki,
şahsın bekası onunladır. Bu o kuvvettir ki,
su gibi olan öteki cismi kendi
bulduğu cismin miraç, kıvam, renk ve
cevheri benzerine değişip, tabii
hararetle cisminden çözülen eksikliğe
bedel, ona benzediği ile yapışır. Onun
namlı kuvveti vardır ki, şahsın
olgunluğu onunla hasıldır. Bu o kudrettir ki,
olduğu cismi uzunluk,
genişlik ve derinlik taraflarından artırır. Tâ o cisim
tabiatı gereğince
yetişme olgunluğuna ulaşıncaya dek gider. Onun üreme
kuvveti vardır ki
cinsinin bekası onunladır. Bu o kudrettir ki kendi
cisminden bir cüzü olup,
kendi benzeri vücut bulmak için başlangıç ve madde
olur. Ona bitki tohumu
denir. Beslenme kuvveti, besinleri çeker. Sonra tutar.
Sonra hazmeder.
Sonra fazlasını atar. Şu halde onun dört hizmetçisi vardır
ki; çekme
kuvveti, tutma kuvveti, hazım kuvveti ve atma kuvvetidir. Namlı
kuvvet,
bitki yetişme olgunluğunu bulduğunda duraklar. Ama beslenme kuvveti
âciz
oluncaya dek işini sürdürür. O âciz olduğunda bitkiye ölüp erişip,
kurur.
Bütün bitkiler, yerin bir miktar derinliğinde oluşup eğlendiğinde
yavaş
yavaş havaya çıkar. Ama bitkilerin bütün sınıf ve çeşitlerinin sınırını
ve
hesabını ancak onların yaratıcısı bilir. Doktorlara lazım olan
bazı
parçalar ve ilaçlar, özellikleri ile tıp kitaplarında yazılmıştır.
Halka
lazım olan sebzeler ve meyveler, bütün vasıfları ile insanların
dillerinde
meşhur olduğundan, batki cinsinin nevi ve sınıflarının isim
ve
özelliklerini saymakla mevzu uzatılmayıp: Tek yaratıcısına ve
Allah'ı
bilmeye vesile olmak için kühn ve mahiyetini bu miktarca açıklama
ile
yetinilmiştir. Nitekim bitki cinslerine ibretle bakmak için
denilmiştir.
BEYT
Her bitki ki yerde biter
Allah birdir ve benzersizdir
der
BEYT
Akıllı olanın gözünde ağazların yeşil yaprakları
He yaprağı
Allah'ı tanıtan bir defterdir.
Altıncı Madde
Üç
bileşiğin üçüncüsü olan hayvanların durumunu topluca bildirir.
Ey
aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin üçüncüsü
hayvan
cinsidir ki, o hayvani nefstir. Mümtaz olmayan nefs, tabii cismin
ilk
kemalidir. İradi hareketle hareket eder. Bu hayvani nefs için mahsus
olan
eserlerden iki kuvveti vardır ki: Anlama kuvveti ve hareket
kuvvetidir.
Anlama kuvveti, ya bedenin dışında olur veya içinde olur.
Bedenin dışında
olan beş kuvvettir ki: İşitme, görme, koklama, tatma ve
dokunmadır.
İşitme
bir kuvvettir ki: Kulağın alt yüzeyinde döşenmiş olan sinirlerde
konulmuştur.
Bu sinirlerde davul gibi hava hopsolmuştur. Eğer şiddetli
mağaradan veya
kuvvetli kaleden hasıl olan sesin keyfiyeti ile nitelenen
hava
dalgalandığında, yakın olursa, o sinirlere ulaşıp onu titrettiğinde
orada
bulunan işitme duyusu o sesi idrak eder.
Görme bir kuvvettir ki; Dimağın
önünde bitip biribirine yaklaşması ile
raslaşıp ve kesişip ondan uzaklaşmakla
gözün yağ tabakalarına ulaşan iki
içi boş sinirin ulaştığı yerde konulmuştur.
Ona iki nurun toplanması dahi
derler.
Koklama bir kuvvettir ki: Dimağın
önünde olan ee başları gibi iki fazlalık
içere konulmuştur.
Tatma bir
kuvvettir ki: Dilin cismi üzerine döşenmiş olan sinirler içinde
bulunur. Onun
idraki tükrük rutubetinin aracılığı iledir. Ona yiyecekten
ince zerrecikler
karımış olup, ondan dilin cismine değdiğinde, yiyeceğin
tadını
hisseder.
Dokunma bir kuvvettir ki; Hayvan cisminin çoğuna karışmış olan
sinirlerde
konulmuştur.
Hayvanın içinde olan kuvvetler beştir ki: Müşterek
his, hayal, vehmetme,
hafıza ve tasarruftur.
Müşterek his bir kuvvettir
ki: Dimağda olan üç boşluğun birinci boşluğu
önüne bağlanmıştır. Dış duyulara
ulaşan suretlerin hepsini, müşterek his,
kabul edip iç güçlere tev zi
eder.
Hayal bir kuvvettir ki: Dimağın birinci boşluğunun sonunda
konulmuştur.
Hissedilen bütün suretleri, müşterek histen alıp, bu
suretlerin
koybolmasından sonra hepsini korur, nakşeder, tasvir eder ve
temsil eder.
Bu hayal, müşterek hissin hazinesidir.
Vehmetme bir kuvvettir
ki: Dimağda olan orta boşluğun sonunda konulmuştur.
Bu kuvvet,
hissolunanlarda mevcut olup, dış hislerle idrak olunmayan cüzî
mânaları idrak
eder. Nitekim vehmetme kuvveti hükmeder ki, kurt kendisinden
kaçılması
gereken bir hayvandır.
Hafıza bir kuvvettir ki: Dimağın arka boşluğunun
önünde konulmuştur.
Vehmetme kuvvetinin cüzî mânaların hissolunamayanlarından
idrak ettiklerini
hıfzeder. Bu hafıza, vehmetmenin hazinesidir.
Tasarruf
bir kuvvettir ki: Dimağdan orta boşluğun önünde konulmuştur. Bu
kuvvetin
durum ve şânı, hayal ve hafızadan olan suret ve mânaların bazısını
bazısına
bileştirip, bazısını bazısından ayırmaktır. Eğer bir tasarruf etme
kuvvetini,
akıl, kendi algıladıklarında kullanırsa buna: Düşünme derler.
Eğer bunu,
vehmetme kuvveti, kendi hissetliklerinden kullanırsa buna: Hayal
etme
derler.
Hayvanî nefsin hareket etme kuvveti iki kısımdır ki: Sebeb olucu
kuvvet ve
yapıcı kuvvettir. sebeb olucu ki, şevk kuvveti dahi derler, o bir
kuvvettir
ki, kaçan hayalde istenen ybir suret veya istenmeyen bir suret
resmolunsa,
yapıcı kuvveti azaları tahrike sevk eder. Eğer sebeb olucu,
yapcıyı
lezzetlerin meydana gelmesi için olan hayal edilen yararlı eşyayı
veya
zararlıyı isteyecek tahrike sevkederse, ona: Şehvanî kuvvet derler.
Eğer
sebeb olucu, yapıcıyı üstün istek için hayal olunan zararlı eşyayı
veya
faydalıyı defedecek tahrike sevkederse, ona: Gazap kuvveti derler.
Yapıcı,
bir kuvvettir ki; sinir, bağ, et ve zardan bileşen kasları, sıkmak
ve
gevşetmekle azaların hareketi için hazırlar.
Yedinci
Madde
Hayvan cinsini en şerefli nevileri ve en güzel sınıfları
bulunan insan
fertlerinin mahiyetini topluca bildirir:
Ey aziz,
malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hayvan cinsinin en
güzel nevileri
bu insan nevidir ki, varlıkların şerefi, kâinatın neticesi
ve konuşucu nefse
sahip ve ayna odur.
Konuşan nefs, bir cevherdir ki: Kendisi hattızatında
maddeden mücerrettir.
Lakin işlerinde maddeye yakındır. Külli işleri ve
mücerret cüz'ileri idrak
edip, fikri işler etmek yönünden vasıta ve âlet olan
tabii cismin ilk
kemalidir. Bu konuşan nefsin akıl edici bir kuvveti vardır
ki, onunla
tasavvur ve tasdik edilen işleri idrak eder. Bu kuvvete nazari
akıl ve
nazari kuvvet derler. Konuşucu nefsin bir yapıcı kuvveti dahi vardır
ki,
onunla insan bedeni cüz'i fiillerden yana kendine mahsus olan görüş
ve
itikat gereği üzere tahrik eder. Bu konuşucu nefsin akıl
edilenlerin
tümünden halî olup, çocuğun yazı yazma istidadı gibi akıl edilen
şeylerin
hepsine istidadı olmasıdır. Bu mertebede ona kaos akıl derler.
İkinci
mertebesi: Ona bedihi akla uygun şeyler hasıl olup bedihi olanlardan,
fikir
ile nazarıyata geçiştir. Bunda, ona, meleke ile akıl derler. Bu akıl
öyle
latif olsa ki, ona bütün nazarıyat düşünmeden hasıl olup, fikre
ihtiyacı
kalması, buna; Kutsî kuvvet derler. Üçüncü mertebesi; Ona akla uygun
nazarî
şeyler mütalaasız hasıl olup, yanında bi haysiyetle saklanmaktır
ki,
istediğinde ihtiyaçsız hepsini hazır etmesidir. Bunda nefse: Fiille
akıl
derler. Dördüncü mertebesi: kazanılmış, akla uygun şeyleri
mütala
etmesidir. Bu mertebede konuşucu nefse: Mutlak akıl
derler.
Hayvanların bütün nev'i ve isimlerini, tabiat ve şekillerini, vasıf
ve
durumlarını ancak onları yaratan Allah Teâlâ Hazretleri bilir.
Bazı
kitaplarda yazılmış ve dillerde meşhur olan budur ki: Hayvan
cinsi
onsekizbin nevidir.Her nevi başka alemdir. Şu halde toplamı onsekizbin
âlem
olur. Bu onsekizbin âlemi icad ve halkedip, sayısı hesaba
gelmeyen
sınıfları ve ferteri her an dirilten, terbiye eden ve öldüren
Allah'ın
kudret ve azametini fikretme ve düşünmeye vesile olmakla; büyük
âlemin
durumları ve içinde bulunan âlemleri bu miktar açıklama ile
yetinilip,
sonsuz sırların hakikatleri ve bediî sanatların yaratıcısı bulunan
cismanî
âlem ilminde sınırsız deniz olan rabbanî hikmete bundan ziyade
dalınmayıp;
kâinatın aynası olan birinci kitap burada bitmiştir. Zira ki,
insanın zarfı
ve kabuğu bulunan felekler ve unsurlar âleminden geçilip,
insanın emrinde
olan madenler, bitkiler ve hayvandan geçilip, cihanın
özlerinin öçü nişansız
sultanın dergah ve kapusu olan insanın can ve cisminin
anatomi ilmine
girilmiştir. Çünkü yüce istek ve en kısa maksat Hazreti
Mevla'nın huzuru
bulunmuştur. Şu halde âlemin yaratıcısından gaflet edip,
âlemin durumları
ile meşgul olmak; padişahın huzurunda bulunan köle,
sultandan yüz döndürüp
sarayın süslerini seyre dalıp kalmak misali
bilinmiştir. Nitekim şu
beyitler ile ona işaret
kılınmıştır:
BEYT
Hanenin lazım olan sahibidir
Bilmeyen hanesinin
talibidir
Tâ ki bu cihan hey'etine olmalı hayran
Eflâk u dil câna gel et
âlemi seyrân
(Lazım olan evin sahibidir. Bilmeyen evi ister. Bu cihanın
yapısına hayran
olmalı. Gönül ve can göklerine gel, âlemi
seyret.)
NAZM
Nazar eyle bu devr-i eflâke / Daire oldu nokta-i
hâke
Daire içre âlem-i imkân / Alem içre behâim ve insan
Oldu insan içinde
arş-ı âzîm / Kâbe'tullah yani kalb-i selîm
Kalb içinde muhabbet-i şüphân /
Ahsen'el-hâlikîn ve âlişân
Anın ile vücuda geldi cihân / Bahr ile sanki
mevc-i bîpayân
Katreden âdemi kılur peydâ / Anı bahr-ı ulûm eder mahzâ
(Bu
dönen feleklere bak, toprağın noktasına daire oldu. İmkân âlemi daire
içinde
âlem içere hayvanlar ve insanlar: İnsan içinde oldu büyük arş,
Allah'ın
kâbesi yani selim kalb. Kalb içinde şanı yüksek, yaratıcıların en
güzeli
süphan olan Alah'ın sevgisi vardır. Onunla cihan vücuda geldi; sanki
denizle
ölçüsüz dalga. Damladan insanı peyda eder, onu ilimler
denizi
kılar.)
NAZM
Kendedir cehl ile zulmet nefs-i
şebânındadır
Kandedir ilim ile hikmet bil ânı cânındadır
Zâhiren ahkâm-ı
eflâkin eğer mahkûm isen
Bâtınen ây u gün felekler cümle
fermanındadır.
Sûretâ bu harman-ı âlemde sen bi danesin
Mânâ yüzünde ne
kim var cümle harmanındadır
Saykal ur mirât-ı kalbe taşraya bakmağı
ko
ASen sana bak cümle âlem halkı divanındadır
Vech-i Hakk'a âyinesin sen
özünü bir hoş gözet
Men arafe sırrındaki mâden senin
kânındadır
(Bilgisizlikle ykaranlık nerdedir? Doymayan nefsindedir. ilimle
hikmet
nerdedir? Onun canındadır bil. Görünüşte feleklerin
hükümlerinin
mahkumusun, aslında ay, gün ve felekler hepsi senin
fermanındadır. Sureta
bu âlem harmanında bir tanesin. Mâna yüzünde ne varsa
hepsi senin
harmanındadır. Kalp aynasına cilâ vur, dışarıya bakmayı bırak.
Sen, sana
bak; âlemin bütün halkı divanındadır. Hakk'ın yüzüne aynasın sen.
Özünü
iyice gözet, "kendini bilen, Rabbi'ni bildi" sırrındaki maden,
senin
kanındadır.
[TOP]
29-BÖLÜM:029:
İKİNCİ KİTAB
Bedenlerin aynası
olan anatomi ilmi; cisim ve canın hürriyetini, hayvanî ve
bitkisel ve üçleri,
bedene ilişkin olan insanî ruhu ve geçici olan ruhun
bazı durumlarını beş
bahisle hakîmâne açıklar.
BİRİNCİ BAHİS
Anatomi
ilminin faydalarını, can ve cismin geldikleri ve gidecekleri yeri,
uzuvların
tabiatlarını, insan cisminin bileşim ve karışımının, doğuşunu,
açık ve gizli
uzuvların özelliklerini, isimlerini ve kısımlarını üç bölüm
ile
anlatır.
BİRİNCİ BÖLÜM
Anatomi ilminin faydalarını,
hayvanî ruhun bedende bazı tasarruflarını,
insan bedeninin geliş ve gidiş
yerini, cisim ve canın yükseliş ve inişini,
bedenin değişimini, geçici ruhun
bekasını, anne gibi olan cihan terbiyesini
altı madde ile
açıklar.
Birinci Madde
Anatomi ilminin faydalarını
topluca bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar, bedenlerin
bileşimi ilmine: Anatomi ve
hürriyet adını vermişlerdir. Bedenlerin ve
ruhların sırlarına ve
tavırlarına yetmişlerdir. İmam Şafiî (Allah ondan razı
olsun) hazretleri:
"İlim ikidir: Bedenler, dinler ilmi," hadisi üzere,
bedenler ilminin
(anatomi) önemli ve lüzumlu ilimlerden olduğunu duyurmuştur.
Şu halde
anatomi, bir aziz ve leziz ilimdir ki, hakikatin hikmetine
ermişlerin
neticesi, mütehassıs tabiblerin sermayesi, yakine ulaşanların
nefislerinin
gıdası, din ve dünya hasletlerinin vesilesi, Mevla'yı tanımaya
vasıta ve
yardımcıdır. Zira ki, anatomi ilmini bilmeyen, tıptan, hikmetten ve
kendini
tanımaktan gafil, Hak'kı tanımaya ulaşmaktan uzaktır. Halbuki
insanların
çoğu onu bilmekte aldanmıştır. Eğer tahsil eden olursa da, tıpla
mâhir
olmak için eğilir. Ancak Allah'ı tanımak için onu tahsil eden
metanet
bulup, kendini tanımaya ve ondan Hak'kı tanımaya ulaşır. Şu halde,
eğer
anatomiyi mütalaa edip, yaratıcının kudretinin şaşırtıcılığını
onda
müşahede edersen, sana üç türlü faydası olur. Birinci fayda budur ki:
Böyle
bir bileşim eserini seyredip, bilirsin ki, bunun gibi bütün
eşyanın
benzerlerini toplayıcı olan muhtasar binayı ve süslü şekli; en
mükemmel
nizam ve en güzel yaratılış ve intizam üzere yaratan Hallak-ı
zü'l-Celal'de
acz ve kusur tasavvuru muhal iştir. Şu halde ondan, hakîm olan
Yaratıcının
kudretini kesin ilimle bilirsin. İkinci fayda budur ki:
Bunculeyin faydalı,
anlayışlı ve süslü bileşiği icat eden yorulmaz
Yaratıcı'da ilmin kemali
olmamak ne ihtimaldir. Şu halde ondan yaratıcı olan
Allah'ın alîm ve hakîm
olduğunu yakîn gözüyle mütalaa edersin. Üçüncü fayda
budur ki: Hak
Taâlâ'nın sana ondan çeşitli lütûf ve inayetlerini, şefkat
ve
merhametlerinin kemalini idrak edip, ondan Rabbinin seni, he an
terbiye
kıldığını yakın bir gerçekle müşahede edersin. Zira ki Yaratıcı
Taâlâ,
bedenlerin bileşiminde, hikmetlerden, faydalardan ve zinetlerden bir
kusur
koymayıp, hepsini en mükemmel yapmıştır. Alemlerin Rabbinin bu lütûf
ve
keremleri, sadece insana mahsus değildir. Belki onsekizbin âleme
şâmildir.
Hatta atlar, kediler, canavarlar, kuşlar, sinekler, arılar,
yılanlar ve
karıncaların hayat ve bekasına, ziynet ve yaşayışına gerçek sebeb
olan;
durumlarında ve tavırlarında hiçbir kusur koymayıp, hepsini kemal
üzere
tasvir ve tadil etmiştir. Nitekim İmam Gazali (Allah ona rahmet
etsin):
"İmkanlar âleminde daha bediî durum olamaz," buyurup, bu
mânâyı
duyurmuştur.
Şu halde anatomi, insan nefsini tanımanın anahtarıdır.
Allah'ı tanımanın
anahtarıdır. Ama nefsi tanımak, Hak'kı tanımaya nispetle,
güneşten zerre,
denizden damladır.
Beden bir bileşimdir ki, insan nefsi
ona binmiş gibidir. Allah'ı tanımak,
asıl maksattır. Şu halde bir kimse
bedeninden, nefsini idrak etmeksizin,
Alemlerin Rabbini tanıma davasını
eylese, o kimse öyle bir müflise benzer
ki; kendi yiyeceği ve içeceği
olmayıp, beldenin fakirlerini toptan ziyafete
davet eder. Herkese lazımdır
ki, önce kendi nefsini bilmeye, sonra Rabbini
bilmeye yönele. Ta ki muhabbete
nâil ve sevgiliye ulaşıcı, muradını elde
edici ola. Zira ki nefsi tanımak,
Hak'kı tanımayı gerektirdiği gibi, Hak'kı
tanımak dahi sevgisini gerektirir.
Mesela güzel bir yazıyı veya fasih bir
şiiri görüp okursan ve bunların
yazıcısını bilip, ona sevgi duyup, onunla
karşılaşmayı gönülden arzu edersin.
O dahi sana dost olup muhabbet ve
muvafakat eyler. Ey Allah'ımız, bizi
kendimizi tanımayı ve kendini tanımayı
nasip et. Sevginle rızıklandır. Ya
Vedut, ya Allah, ya Rahman, ya Rahim!
İkinci
Madde
İnsan bedeninde olan Yaratıcı'nın garip eserlerini, Hak'kın
emriyle hayvanî
nefsin bazı tasarruflarını, bedenlerin azalarının bazı
özelliklerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar
demişlerdir ki: İnsanın en büyük rüknü
kalbi, en küçük rüknü kalıbıdır ki
kalbin kabuğudur. Nitekim insan bedeni,
cihanın özüdür. Bunun gibi insan
kalbi, bedenlerin özüdür. Şu halde özlerin
özü olan gönül, Rahman'ın evidir.
Astronominin anatomiye yardımı olduğu
gibi, anatomi dahi kalb ilmine yardımcı
ve yol göstericidir. Zira ki,
bedenin yaratılışında o kadar acayip sanatlar,
garip hikmetler,renkli süsler
ve çeşitli hizmetler vardır ki, sınırlanamaz ve
özetlenemez ve
sayılamazdır. Açık ve gizli olan azanın her birinde nice
faideler vardır
ki, halkın çoğu onlardan habersizdir. Mesela insanda nice yüz
adet kemikler
ve nice yüz adet sinirler ve nice yüz adet damarlar ve nice yüz
adet
ihtiyarî hareketler konulmuş ve tertip kılınmıştır. Her biri bir
başka
yapıda bir başka sıfatta, bir başka hizmette ve bir başka
harekette
bulunmuştur. Her biri bir başka yararlı iş için yaratılmıştır.
Yakînen
anlarsın ki, hepsi topluca kaleme alınmıştır.
İnsanların çoğu,
bunlardan bilgisi ve keyfiyetlerinden gafil bulunmuştur.
İnsanlar ancak bunu
bilirler ki, göz bakmak ve el tutmak için
yaratılmıştır. Lakin göz ki, on
tabakadır. O tabakalar nedendir ve
faydaları nelerdir bilmezler. Eğe o
tabakaların birine halel gelse, göz
görmekten kalır. O halel neden gelir ve
niçin göz görmez olur, bilmezler.
Elde kaç kemik, kaç sinir ve kaç damar
olduğunu ve her biri ne yapıda düzen
bulduğunu ve ne tarz ile hareket
ettiğini bilmezler. Bedenin içinde olan
ruh uzuvlarının şekil ve tabiatları
nicedir, her birin kuvvet ve hizmeti
nedir ve nefs kuvvetlerinin san'at ve
menfaati nedir bilmezler. Mesela
içeride yürek, mide, ciğer, dalak, öd kesesi
gibi uzuvlar; çekme, tutma,
hazmetme, dışarı atma, şekil verme ve üreme
kuvveti gibi kuvvetlerin hepsi,
bedende hizmetçi tayin olunmuştur. Her biri
kendi hizmetinde kaim, her ân
müdavim bulunmuştur. Her biri kendi hizmetinde
kaim, her ân müdavim
bulunmuştur. Zira ki hayat kaynağı olan yürek, dembedem
bu uzuvlara çeşitli
areket ve kuvvet vermektedir. Midede olan çekme kuvveti
muhtelif yemekleri
mideye çekip; tutma kuvveti koruyup ve hazmetme kuvveti
pişirmektedir.
Ayırıcı kuvvet, pişmiş gıdaların kesifini latifinden ayırıp,
atma kuvveti
kesif olanları mideden bağırsaklara itmektedir. Ondan midede
kalan latifi,
ciğer kendine çekip, ciğerde olan şekillendirme kuvveti, onu
kan renginde
boyamaktadır. Onun üzerinde ortaya çıkan siyah köpük ki, ona
sevda derler,
onu dalak çekip, kendinde değişime uğratmaktadır. Onda kalan
sarı köpük ki,
ona safra derer, onu safra kesesi ki, öddür, kendine çekip
değiştirmektir.
Onda olan balgamı dahi akciğere çekip, nefesle gırtlak yoluna
itmektedir.
Daha sonra bunlardan hâsıl olan kan, ciğer içinde suyla karışıp,
kıvam
bulduğundan; ondan o suyu böbrek kendine çekip
değiştirmektedir.
Böbreklerde kalan tortu sidiğe dönüşüp, mesaneye
gitmektedir. Sonra ciğerde
kalıp, kıvamına gelenden saf kan, damarlar yoluyla
bütün uzuvlara
ulaşmaktadır. Büyüme kuvveti, ondan uzuvlara büyüme ve gelişme
verip, et ve
yağ gibi kuvvet ve kudret hâsıl olmaktadır. Sonra damarla içinde
kalan
kandan, üreme kuvveti erkeklerde meni, kadınlarda yumurta ve süt
meydana
getirip, her biri kendi yerlerine gelmekte ve dolmaktadır.
Eğer
dalağa bir illet erişip, kandan siyah köpüğü ayırıp, devretmese; o
köpük ile
karışmış kalan kan, bedenin uzuvlarına gelip, ondan humma, cüzzam
ve delilik
gibi hastalıklar meydana gelir. Eğe öd kesesine bir illet
erişip, safrayı
kadan ayırmasa, o kandan sarılık gibi safravî hastalıklar
peyda olur. Bunun
benzerleri, bedende olan aza ve kuvvetlerin her biri
kendi hizmetinde olur.
Eğer bunların biri noksan olsa ya hizmetten kalsa
çeşitli hastalıklar ortaya
çıkması ile beden helak olup, insan nefsi onda
tasarruftan
kalır.
Üçüncü Madde
İnsan bedeninin başlangıç ve
sonunu bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki; filozoflar demişlerdir
ki: Bedenlerin başlangıcı
ve sonu topraktır. Nitekim Hak Taâlâ Kelâm-ı
Kadim'inde: "Sizi yerden
yarattık; yine ölümünüzden sonra sizi toprağa
döndüreceğiz. Hem de ondan
sizi başka bir defa aha çıkaracağız." (20/55)
buyurmuştur. Zira ki yukarıda
açıklandığı üzere yıldızların şualarının
tesirleri ile dört unsur toplanıp,
kaynaşmaları bir miktar itidal buldukta;
toprak kendi suretini terkedip,
bitki suretine gelir. O bitki ya ekmek veya
hayvan yemi olur. Böylece ekmek
ve hayvan, insan gıdası olduğundan, sözü
edilen kuvvetler bu minval üzere
hizmetlerinde bulunup; çekme kuvveti, ki
iştihadır, gıdayı çekip, tutma
kuvveti hıfzedip, hazmetme kuvveti pişirir.
Ayırt etme kuvveti kalını
inceden ayırıp, itme kuvveti kalını bağırsaklar
yolundan çıkartıp gider. Bu
durumlar, kuvvet ve zayıflığa göre iki saatte
veya üç saatte veya dört
saatte midede meydana gelir ki, ona ilk hazım
derler. Sonra inceyi, ciğer
kendine çekip sözü edilen kuvvetler midedeki
işlemleri bir daha orada
işlerler. O zaman orada kesif olan dört kısım olu
ki: Bir kısmı dalağa
gidip siyah köpük olur. Bir kısmı safra kesesine gidip
safra olur. Bir
kısmı böbreğe gidip sidik olarak mesaneyi bulur. Bir kısmı
akciğer tarafına
gelip, göğüste balgam olur. Bu durumlar dahi kuvvet ve
zayıflığa göre iki,
üç, dört saatte ciğerde meydana gelir ki, buna ikinci
hazım derler. Onda
kalan latif halis kan olup, ana damarlara ve azaya akıp
gider. Bu
kuvvetler, işlemlerini bir daha damarlar içinde belirli bir
müddetle
tamamlarlar ki, buna üçüncü hazım derler. Bu hazmın tortusu
deliklerden
çıkıp; kulak kiri, çapak, burun kiri, kıl, tırnak, ter ve
uzuvların kiri
olur. Eğer bunlardan fazla o tortudan bir nesne kalırsa
akıntı, nezle,
yara, cerahat gibi hastalıklar olur. Damarlar içinde kalan
latif kanın her
cüz'ü bir uzva bölünüp, şekil verme kuvveti o cüzleri
bulunduğu uzuvlar
rengi ile tasvir eylediği halde, o kuvvetler o işleri o
müddette o damarlar
içinde bir dahi ederler ki, buna dördüncü hazım derler.
Bu hazmın kalıntısı
bedenden eksilen kısımları doldurur, tamamlar. Belki
fazla et ve yağ olup,
o cismi güzel ve yağlı eder. Kalan latifin özünü, üreme
kuvveti erkeklerin
sulbüne çekip, onda meni eder. Kadınların göğsüne çekip,
onda hem meni ve
hem süt eder. Sonra o gıda hülasası olan meni, belirli bir
kuvvette
birleşme vasıtası ile kadınınki ile birleşir. Rahme düşer. Orada
kırk güne
dek meni suretini terk edip, kan pıhtısı suretine gelir. Yani
uyuşmuş kan
olur. Ve bir kırk gün daha geçtiğinde yani seksen gün sonra o kan
pıhtısı
et parçası olur. Üçüncü kırk gün tamamında yani yüzyirmi gün sonunda
o et
parçası içinde kemikler, sinirler, damarlar, uzuvlar, etler,
yağlar,
saçlar, tırnaklar vücuda gelir. Dördüncü ay tamamlandığında ceninin
bütün
azaları olgunlaşıp, onda hayvanî ruh tasarruf sahibi olup, göbek
bağı
yolundan gıdası kan olur. Çünkü nutfe rahimde karar bulup: Evvelki
ayda
zühalin terbiyesinde olur. İkinci ayda müşterinin terbiyesine gelir.
Üçüncü
ayda merihin, dördüncü ayda güneşin, beşinci ayda zührenin, altıncı
ayda
utaritin ve yedincide ayın terbiyesini bulur. O halde eğer yedi
aylık
doğarsa o çocuk yaşar. Eğer sekiz aylık doğarsa ölür. Zira ki,
sekizinci
ayda zühalin terbiyesine gelir. Zühal, soğuk ve kuru olduğunda
tabiatı ölüm
olur. Eğer dokuz aylık doğarsa müşterinin terbiyesinde
olduğundan ölmez,
yaşar. Zira ki müşteri rutubetli ve sıcaktır, tabiatı hayat
olur. Anlatılan
başlangıç yolunu, Hak Taâlâ beyan edip buyurmuştur: "Biz
insanı muhakkak ki
çamurun özünden yarattık. Sonra Adem'in neslini sağlam bir
yerde (rahimde)
az bir su nutfe yaptık. Sora o nutfeyi kan pıhtısı haline
getirdik. Ondan
sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık; o et parçasını da
kemikler haline
çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir
yaratılış verdik.
Bak ki şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şani ne
yücedir!" (23/12-
14)
Bu tafsilin özü böyle olmuştur ki: İnsan bedeninin
madde ve aslı topraktır.
Toprak önce bitkiye gelip, ya ekmek veya hayvan
yeygisi olmuştur. O ekmek
ve hayvan insan gıdası olup, ondan erkeklerde ve
kadınlarda meni suretini
bulmuştur. Sonra ana rahminde nutfe, kan pıhtısı, et
parçası olup; kemik,
sinir, damar, et ve yağ ile dolmuştur. Sonra ya kız veya
erkek oldukta; ruh
bulup, doğup ortaya çıkmıştır. Ya yaşayıp kemalini
bulmuştur. Veya akıl
baliğ olmayıp çocuk iken ölmüştür. Halbuki feleklerin
hareketleri ve
yıldızların şuaları ile toprak unsurunun bin cüz'ünden ancak
bir cüz'ü
bitki olur. Bitkinin bin cüz'ünden bir cüz'ü ancak ekmek ve hayvan
olur.
Hayvanın binde biri ancak insan gıdası olur. Gıdanın bin cüz'ünden
bir
damlası meni olur. Bin damla meniden ancak bir damlası rahme
düşer.
Rahimlere düşen nutfelerden binde biri çocuk olarak doğar. Bunca
doğanın
binde biri yaşar. Bunca yaşayanın binde biri akıl baliğ olur. Nice
bin
akıllının ancak biri mü'min olur. Nice bin mü'minin ancak biri âlim
olur.
Nice bin âlimin ancak biri hakikatı araştırır. Nice bin araştırıcının
ancak
biri ârif olur. Nice bin ârifin ancak biri kemale ulaşır. Şu
halde
feleklerin hareketleri ve unsurların birleşmesinde, bileşiklerin
ortaya
çıkması ve bütün kâinatın yapısından murat ve maksadımız ancak
kamil
insanın varlığının şerefi bulunmuştur. Kamil insanın gayrisi hep ona
çocuk,
hizmetçi ve tâbi kılınmıştır. Nitekim insanoğlunun en mükemmeli
Habib-i
Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerinin şanında: "Sen
olmasaydın,
sen olmasaydın felekleri yaratmazdım," denilmiştir. Bu mânâ bu
beyt ile
bilinmiştir:
BEYT
Her bin senede bir gönül burcuna
gelir
Aşk göklerinden olmuş bir yıldız
İnsanın bedeninin başlangıcı, bu
açıklama ile ortaya çıkmıştır. Şu halde:
"Her şey aslına döner," hükmünce,
bedenlerin sonu dahi bundan ortaya
çıkıp
anlaşılmıştır.
Dördüncü Madde
Cismin ve
canın iniş ve çıkış keyfiyetini, bedenin konaklarını kat ederek
dönüşünü;
insanî ruhu, bedenin değişimini ve geçici ruhun
bekasını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar
demişlerdir ki: Eğer bir kimse murat
eylese ki, kendisine vad olunan dönüş
yerini araştıra ve dönüşünün
menzillerini kat edip aslına gide. O, hemen bunu
bilsin ki, ihtiyarlıktan
önce kırarmıştı. Ondan önce civan olmuş idi.
Civanlıktan önce çocuk olmuş
idi. Çocukluktan önce ana rahminde cenin olmuş
idi. Ondan önce et parçası
olmuş idi. Ondan önce kan pıhtısı olmuş idi. Ondan
önce rahimde, kadının ve
erkeğin dölünden birleşmiş nutfe olmuş idi. Ondan
önce, babanın sulbünde ve
ananın göğsünde meni olmuş idi. Ondan önce damarlar
içinde kan olmuş idi.
Ondan önce babanın ve ananın gıdası olmuş idi. Ondan
önce hayvanî olmuş
idi. Ondan önce bitkisel olmuş idi. Ondan önce unsurların
cüzleriyle
karışmış toprak idi. Topraktan önce mutlak cisimdi. Ondan öne
küllî
tabiattı. Ondan önce mücerret cevherdi. Şu halde o kimse ki, hal ile
bu
makama yetmiştir. O, cisimlerin ve ruhların yollarını tamamıyle kat
edip
gitmiştir. karanlık ve nur perdelerini toptan kaldırmıştır. Kendi
nefsini
anlayıp bilmiştir. Mevlasını tanımış ve bilmiştir. Başlangıç ve
sonunu
bilip, kanden gelip gittiğini anlayıp, ârif ve Hak'ka ulaşıcı
olmuştur. Bu
ruhanî miracla he müşkülü çözüp, her muradı hâsıl
olmuştur.
Bu değişimlerden ortaya çıkan budur ki, gerçi insanî ruh, işleriyle
bedene
yoldaştır. Lâkin zatıyle başkadır ve ondan ayrıdır. Zira ki ruh,
mücerret
bir cevherdir ki, bir hal üzere bakidir. Beden ise her anda değişici
ve
fânidir. Ruh o yönden bedenden gayridir ki, o, bedenin
menzillerinin
hepsini seyir edip, birbirinden fark etmiş ve ayırmıştır.
Başlangıç ve sonu
tefekkürle geçip, tezekkürle nihayetine gitmiştir. Tahkik
ve yakîn ile
gereği gibi durumların hakikatine yetmiştir.
O halde bir
kimse ki, ölçüp biçebilmiştir; o kimse o nesnein aynısı
olmayıp, gayri
olmuştur. Ruhun, cisimden başka olduğuna hikmet kitaplarında
deliller çoktur.
Burada uzatmaya hacet yoktur. Lâkin burada münasip delil
budur ki: Ruh, ancak
o ruhtur ki, bu beden beş yaşında idi ama beden o
değildir. Zira beden bunca
şekillere girip, nice sıfatlar bulmuştur.
Uzunlukta, genişlikte ve derinlikte
hareketle büyük olmuştur. Ya önce civan
idi, şimdi ihtiyar olmuştur. Veya
güçlü idi, zayıf olmuştur. Latif idi,
kesif olmuştur. Şu halde gerçekte
ihtiyar olan beden, genç olan bedenin
gayrisidir. Civan olan beden dahi,
çocuk olan bedenin gayrisidir. Gerçi
bedene bunca değişim ve farklılık gelip,
lakin insan ruhu yine önceki
durumda kalır. Tabii ölüm vaktinde, ayrıldığı
bedenden ki, onu kabirde ve
mahşerde bulur. Onunla ya cehennemde elem çeker
ve cennette nimetlenmiş
olup kalır.
Beşinci
Madde
Bedenlerin değişiminin keyfiyetini ve geçici ruhun bekasını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: İnsan
ruhu değişici
olmayıp, bedeni değişici olduğunun sebebi budur ki: Ruh ulvî
âlemden
gelmiştir. Ulvi âlemde oluşum ve bozuşum olmadığından, onun cüzü
bulunan
ruh dahi bir karar üzere kalmıştır. Bu bedenin parçaları, bu süflî
âlemden
alınmıştır. Halbuki süflî âlem oluşum ve bozuşuma mahâl kılınmıştır.
Çünkü
beden dört unsurdan yaratılmıştır. Şu halde insanın bu bileşimi, bu
oluşum
ve bozuşum âleminin bir cüzü bulunmuştur. Parçalar ise daima bütüne
dönücü
olup, bütün dahi cüzüne eğilimli ve feyiz verici bilinmiştir.
Cüzün
külle dönüşünün delili budur ki: İnsan ihtiyar olup, cân âlemine
döner. "Biz
Allah'ın kuluyuz ve yine ona döneceğiz," (2/156) âyet-i
kerimesi, hükmünü
bulur.
Bütünün parçaya meyl ve feyzinin delili budur ki: Daima İlâhî fazlın
feyzi,
külli akıl vasıtasıyle mülk âlemine incidir. Nitekim: "Hamd
âlemlerin
Rabbine mahsustur," (1/1), âyet-i kerimesi, buna şahit ve âdildir.
Şu halde
bütün, parçaya meyledici ve feyz verici olduğu gibi; parça dahi
bütüne
dönücü ve meyledicidir. Parçanın bütüne dönüşünün bir delili dahi
budur ki:
İnsan acıkıcı ve susayıcı olur. Zira ki bedenin parçalarının,
bütün
tarafına dönüşü her â olur. Şu halde ondan bedene za'f ve noksan
gelir.
Yeme ve içmeye koyulmakla, beden için eksilen yerine gelici olur.
Yani
unsurlar tarafına giden bedensel parçaların yerine, gıdadan bedene
gelip
yine beden ondan kuvvet bulur. Çünkü bedenin gıdası, yine kendi
aslı
bulunan unsurlardan hâsıl olan bitki ve hayvandır. Şu halde
hakikatte
bedenlerimizin beş senelik parçaları tümden ayrışıp, dembedem
tedric ile
bedenlerimizden dışarı çıkıp, bütüne gitmiştir. Mesela ellibeş
yaşımızda
iken bedenlerimizde olan parçalar, elli yaşımızda olanın gayrisidir
ki,
ayrışanların bedeli gıdadan gelip, yine yavaş yavaş bedenimize
parçalar
olup, bütüne giden parçaların yerine dolup, bedenin şekillerinde
teşekkül
etmiştir. Lakin bu durumlara vâkıf olmayanlar, bedeni, ruh gibi bi
durum
üzere sâbit kalır zannetmişlerdir. Bunun misali böyledir ki: Bir kimse
bir
sahrada ir çadır kurup, onun kazıkları ve ipleri hep siyah olsa ve
o
haftada bir defa varıp, bir siyah kazık çıkarıp, yerine bir beyaz
kazık
çaksa; bir siyah ipini çözüp, yerlerine başka beyaz kazıklar ve ipler
çakıp
ve bağlasa; o zaman bu değişikliğin farkına varmayanlara o çadır,
yine
geçen senede kurulduğu hal üzeredir ve bütün parçalarıyla sâbit
görünmüştür.
Halbuki onun bütün kazıkları ve ipleri yenilenip,
değiştirilmiştir. Zira ki
bu beyaz kazıklar ve ipler, o siyah kazıkların ve
ipleri gayrisi
bulunmuştur. Aynen bunun gibi insan bedeni dahi her an açık ve
gizli
ayrışıp, ayrışanların yerine gıdadan toplandığından, her beş senede
bir
kere tamamen değişip, farklılık bulur, bilinmiştir. Şu halde parçanın
bütüne,
bütünün parçaya meyli bu deliller ile ispat olunmuştur. Hakikatini en
iyi
bilen Allah'dır.
Altıncı Madde
Bu
cihanın, bizi müşfik bir anne gibi terbiye eylediğini bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bu âlem, bizim
şefkatli
annemizdir. Nitekim anne, çocuğunu terbiye eder. O gıdaları ki,
çocuk elde
edemez, annesi onları yer ki, onlardan süt hâsıl olup, çocuğuna
gıda olmaya
layık ola. Memenin yolundan çocuğunu verilip, onunla beslene.
Bunun gibi,
bu âlem dahi bizim üşfik annemizdir ki, iki göğüs mesabesinde
bulunan bitki
ve hayva yolundan layıkımız olan gıdalarımızı bize ulaştırıp,
çeşitli
renkte lezzetli meyveler ve nefis yemeklerle bizi yetiştirir.
Bu
anne ki, âlem bilinmiştir. Başka annelerin aksi bulunmuştur. Zira ki
bütün
anneler, görünenlere yönelmişlerdir. Alem ise kendi içine
yönelmiştir. Ta ki
bize bakıcı olup, yetişmemizde hazır ola. Şu halde
hakikatte henüz, halen biz
kendi annemizin karnında sâkinleriz ki: "Sait,
anası karnında saittir. Şaki,
anası karnında şakidir," hadis-i şerifini
bazıları böyle tevil etmişlerdir.
Bu mânâ, bu âyet-i kerimeye uygundur ki,
Hak Taâlâ: "Kim bu dünyada kör
olursa, artık o, ahirette de kördür ve yol
bakımından da daha sapıktır."
(17/72), buyurmuştur. Bu mânâyı, bir kâmil
bir beyt ile
duyurmuştur.
BEYT
Kim ki bu dünyada ârif-i Hak olmadı
Ta ebed bigâne
kaldı bulmadı
Bu mânâ çok açıktır ki, doğuştan kör olana asla ilâç olmaz. Şu
halde iki
cihan saadetini hemen bu durumda elde etmek mümkündür. Henüz
anne
karnındayız, yani bu âlemdeyiz. Burada kör olmak budur ki: İnsan
kendini
bilmeye ve görmeye, kendi hakikatine ermeye. Zira ki kendini bilmeyen
çocuk
sayılır. Mevlasını dahi bilmemiş ve bulmamış olur. Şu halde, o kimse
iki
âlemde kör kalır. Onun için, peygamberler, veliler ve âlimler
gelmişlerdir
ki, halkı, Yaratan'a davet kılarlar. Cihan halkı, Kur'an nuru,
tevhid ilmi,
irfan ve Rahman'a ibadetle körlük illetinden kurtulalar. Kendini
bilme
vasıtasıyle, Hüda'ya âşina ve seçilmişlerin seçilmişi olalar. Ebeden
onunla
kalalar. Ey hay ve kayyum olan, göklerin ve yerin yaratıcısı, mülkün
sahibi
celal ve ikram sahibi olan Allahımız! izzetinle kalblerimizi
diriltmeni,
gözlerimizi seni tanıma nuruyla nurlandırmanı dileriz. Ey
Allah!
[TOP]
30-BÖLÜM:030:
İKİNCİ BÖLÜM
Bedenlerin bileşiminin
keyfiyetini, uzuvların tabiatlarının mahiyetini,
insan hayatının mizaçlarını,
dört rüknün karışım ve bileşiminin,
karışımların sebeblerini, durumlarını ve
faydalarını ve onlardan oluşanı
dört madde ile uzun uzun
açıklar.
Birinci Madde
Bedenlerin bileşiminin
keyfiyetini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri
demişlerdir ki: Dört esas ki,
(rükün) basit cisimlerdir, insan bedeni ve
diğer hayvanların ilk
cüzleridir. Zira ki bileşik cisimlerin çeşitli
nevileri, özlerin
birleşmesiyle meydana gelir. Esaslar ise dörttür: İkisi
hafif, ikisi
ağırdır.
Hafifler: Ateş ile havadır. Ağırlar: Su ile
topraktır. Çünkü ateş unsuru,
havaî cevherinin sirayetiyle diğer unsurlarda
cereyan edip, bileşip,
hararetiyle iki ağır ve soğuk unsurun, soğukluklarını
kırar. Onlar,
unsurluklarını terkedip, mizaçlık mertebesine giderler. Şu
halde iki ağır
unsur, uzuvların sükûn ve oluşumuna metin madde olur. iki
hafif unsur,
uzuvların hareket ve hayatlarına yardımcı olur.
İlk esasların
kuvvetleri ki, dört keyfiyettir, onlar, sıcaklık, soğukluk,
rutubet ve
kuruluktur. Bu dördü, unsurların anneleridir. Esaslarda
mevcuttur. Bu unsurî
keyfiyetler, tabiî suretler üzerine eklenmiştir. Zira
ki onlar, sıcaklık ve
soğukluk gibi keyfiyetlerde geçici ve değişicidir.
Halbuki tabiî suretlerin
her iri, kendi zatıyle bakidir. Eğer dört
keyfiyet, tabiî suretlerin aslı
olsaydı, onlar dahi değişici olup, sabit
kalmazlardı. Şu halde eğer basit
cisimler olan dört esas, küçülüp biraraya
gelseler, tam bileşik cisimler olan
üç bileşikde (mevalid-i selase) teğet
olup, bu zıt keyfiyetleriyle birbirine
tesir etseler ve o bsitlerin her
biri öbürünün şiddetli keyfiyetini kırsa; o
zıt keyfiyetler arasında her
birinden tümünde eşit ve benzer aracı keyfiyet
hâsıl olur ki, ona: Mizaç
derler. Üç bileşik yani maden, bitki ve hayvan hep
onunla vücuda gelirler.
Lakin yarı bileşik cisimler olan bulut ve şihap gibi
atmosferik şeyler,
unsurlardan mizaçsız meydana gelirler. Onun için süratle
yok olurlar.
İkinci Madde
Beden uzuvlarının
tabiatlarının mahiyetini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi
bilginleri demişlerdir ki: O şekil verici
ve yaratıcı olan Allah Taâlâ
hazretleri, âlemde her nesneyi, münasip ve
muvafık yerli yerinde, güzel ve
mutedil yaratmıştır. Her canlıya uygun ve
her uzvunun haline muvafık olan
mizacı vermiştir. alemin cüzlerinin tümünde
olan mizaçların en layık ve en
uygununu insan bedenine kerem kılıp, her bir
uzvuna en münasip ola mizacı
bahşetmiştir. Bazı cüzlerini ziyade sıcak,
bazısını ziyade soğuk, bazısını
ziyade rutubetli ve bazısını ziyade kuru
etmiştir.
Bedende fazla sıcak
olan o ruhtur ki, latif buhardır. Sonra yürektir ki,
ruhun menşeidir. Sonra
kandır ki, muttasıldır. Sonra karaciğerdir ki, kan
ondan doğmadır. Sonra
halis olan ettir. Sonra sinirdir ki, et ile karışmış
olan sinirdir. Sonra
dalaktır ki, onda kan vardır. Sonra böbrektir ki, kanı
azdır. Sonra
atardamarlardır ki, ruhun çevresinde olan kanın zarflarıdır.
Sonra toplar
damarlardır ki, mutlak kanın zarflarıdır. Sonra el derisidir.
Bedende gayet
soğuk olan balgamdır. Sonra saçlardır. Sonra kemiklerdir.
Sonra kulak
kemiğidir ki, kıkırdaktır. Sonra kirişlerdir. Sonra
perdelerdir. Sonra
sinirlerdir. Sonra murdar iliktir. Sonra dimağ
(beyin)dir. Sonra iç yağıdır.
Sonra deridir.
Bedende gayet kuru olan saçtır ki, duman buharındandır. Sonra
kemiktir ki,
uzuvların en sertidir. Sonra kıkırdaktır. Sonra kemik
başlarıdır. Sonra
kiriştir. Sonra zardır. Sonra damarlardır. Sonra toplar
damarlardır. Sonra
hareket sinirleridir. Sonra yürektir. Sonra bedenin
sinirleridir. Sonra
deridir.
Üçüncü
Madde
İnsanın yaşlarının mizaçlarını bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Yaşların
mizaçları
muhtelif olduğundan, insanın yaşları topluca dörttür. Biri büyüme
çağıdır ki
delikanlı yaşı da derler. Bunun müddeti insanın otuz yaşına
dektir. Sonra
duraklama çağıdır. Buna gençlik yaşı dahi derler. Bunun
müddeti insanın
altmış yaşına dektir. Sonra açık düşüş yaşıdır ki, buna
ihtiyarlık dönemi
dahi derler. Bunun müddeti ömrün sonuna varıncaya dektir.
Lakin delikanlılık
çağı da iki kısımdır. Biri çocukluk çağıdır ki, onbeş
yaşına dektir. Sonra
delikanlılık çağıdır ki, delikanlılık çağının sonuna
dektir.
Çocukların
mizacı mutedildir. Delikanlılığın mizacı sıcaklık ve rutubettir.
Gençliğin
mizacı sıcak ve hiddetlidir. Duraklama çağının müddetinden sonra
sıcaklığın
maddesi olan rutubeti, bizi kuşatmış olan hava çektiğinden
sıcaklık noksan
bulmağa başlar. Zira ki, geçen bölümde açıklandığı üzere
cismanî kuvvetlerin
ve cüzlerin hepsi nihayete erer. Ayrışanların bedeli
için eşitlik ve bir
minval üzere sürekli soğumadır. Lakin bozulma gün gün
arttığından ayrışan
rutubetle beraber karşılığı gelmez. Şu halde gelen ile
sarfolunan bedende
eksilme ve geri dönme üzere olduğundan, rutubet yok
olup, hararet söner.
Tabii ölüm budur. Şu halde her bir şahsın ilk mizacı
hasebince rutubeti içine
alan kuvveti ne miktar ise, onun tabii ecel
miktarı odur. Eğer dışardan bir
kazaya uğramazsa odur ki, ömrü de odur.
Zira ki, Allah'ın kudreti ile ulvî
cisimlerin süflî cisimlerde çeşitli
tesirleri daima birbirini takip
ettiğinden bütün halkın şekil ve durumları
ahlak ve tavırları henüz anaların
rahimleri içinde nutfe iken tesadüf eden
baht ve talihleri tesirleri ile
ortaya çıkmıştır ki, ana karnına nutfe
düştüğü saatte baba ve ananın
talihleri ne işte ise ve herbirinin yıldızı
neye bakıyorsa: Eğer kutlu,
uğursuz, o nutfenin zatına tesiri ile
nakşedilir. Mesela saadet, şekavet,
anlayış, hamakat, cimrilik, cömertlik,
korku, şecaat, sevgi, düşmanlık, hırs,
kanaat, himmet, alçaklık, fakirlik,
zenginlik, rahat, güzellik, kemal,
yorgunluk ve üzüntü her ne konum üzerine
ise o mutfenin zatına tâi olur. Zira
ki o nutfe, ceninin cisminin levh-i
mahfuzudur Levh-i mahfuz bu âlemin
aynasıdır. Şu halde her kim ki, sait
olmuştur, o saadetini ana karnında
bulmuştur. Her kim ki şakî gelmiştir, o
dahi şekavetini anası karnında
almıştır. Nitekim Habib-i Ekrem Sallallahu
Aleyhi ve Sellem Hazretleri: "sait
anası karnında saittir. Şaki anası
karnında şakidir," buyurmuştur. Herkesin
talihinin tesirini remz ile
duyurmuştur. Çünkü halkın bütün şekilleri,
vasıfları ve mizaçları felikî
konumlar gereğince rahimlerde muhtelif
bulunmuştur. Şu halde eceli
müsemmaları dahi mizaçları hasebi ile onda
muhtelif takdir olunmuştur.
Elhasıl delikanlı ve çocuk bedenleri, itidal
üzere sıcak ve rutubetli
müşahede kılınmıştır. Gençlik bedenleri hiddetli,
sıcak bilinmiştir.
Kırarma ve ihtiyarlık bedenleri, buhar ruhu ve sıcak
kandan yukarıda
anlatıldığı üzere geçkin oldukları için soğuk ve kuru
bulunmuştur.
Kadınların mizacı erkeklerden daha soğuk ve daha rutubetli
olduğu tecrübe
kılınmıştır.
Dördüncü
Madde
Bedenlerin dört karışımının keyfiyetini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Bedenin ilk
rutubetleri olan dört karışım akıcı ve rutubetli cisimlerdir
ki, gıdalar
önce ona dönüşüp, onlardan bedenin cüzleri
gıdalanır.
Değerleri karışımın rutubetleri dört cinstir ki: En faziletlisi
kan
cinsidir. Sonra balgam cinsidir. Sonra safra cinsidir. Sonra siyah
köpük
cinsidir. Bu karışımların her biri tabiî ve tabiî değildir. Tabiî kan,
sıcak
ve rutubetlidir. Rengi kırmızı, tadı tatlıdır. Faydası et, yağ ve
uzuvların
gıdası olmaktır. Tabiî olmayanı soğuktur ve rengi bulanıktır. Tadı
acı
olup, faydası olmaz. Tabiî balgam, soğukçadır. Rengi yumurtanın
beyazı
gibidir. Tadı tatlıdır. Faydası ya kan veya kanın yerini tutup,
uzuvların
gıdası olmaktır. Tabiî olmayanı kuru mizaçlı ve değişik renktedir.
Acıdır.
O, ya tuzlu veya asitli olur. Tabiî safra sıcak ve kırmızıya
yakın,
yapışkandır. Faydası kana karışıp ve yardımcı olup bedenin
cüzleri
olmaktır. Tabiî olmayanı, yakıcıdır ve zehir cevheridir. Tabiî siyah
köpük
tabiî kanın altında kalan tortudur. Tadı tatlıya yakındır. Yeri
dalaktır.
Faydası açlığı ve şehveti tahriktir. Tabiî olmayanına zehirli kara
köpük
derler.
Dört karışımın doğuş keyfiyeti böyledir ki: Önce gıdanın
çiğnenme ile hazm
olması vardır ki, ağız yüzeyi ve mide yüzeyi ile bitişik ve
bağlantılıdır.
Şu halde onda dahi hazmetme kuvveti hâsıldır. Zira ki,
çiğnenmiş nesnenin
önceki tad ve kokusu gitmiştir. Sonra çiğnenmiş gıda
mideye vardığında,
midenin ağzı kapanıp, tamamen ona hazmolunur. Lakin sadece
midenin harareti
ile değildir. Belki ağ taraftan karaciğerin, sol taraftan
dalağın ve onda
olan atar ve toplar damarların, harekete kabiliyetli olan iç
yağının,
midenin üstünde ve zarının ötesinde yüreğin, bütün bunların
hararetleri ile
tamam olup iki üç saatte ilk hazım hasıl olur. Midede keşkek
suyu gibi
akıcı cevher olur. Sonra onun kesifi mideden bağırsaklara çıkışa
yol bulur.
Latifi mideye bitişik olan damarlar yolundan karaciğere bitişik
olan ince
kıllar gibi damarlar ile süzülüp, karaciğere çekilir. Şu halde
karaciğer o
latif cevhere kavuşup; sünger gibi emer. Onda da önceki sindirim
süresi
kadar zamanda pişer. İkinci hazım da hasıl olur. O pişen kırmızı
rengi
boyanıp, onun yüzünde kaymak gibi nesne ve dibinde tortu gibi nesne
hâsıl
olur. Eğer ifrat derecede pişerse bir yakıcı nesne hâsıl olur. Eğer
az
pişerse hint kavunu gibi bir nesne peyda olur. O kaymak safradır veya
siyah
köpüktür. Bu ikisi tabiîdir. Yakıcı olanın latifi itilen safradır,
kesifi
itilen siyah köpüktür. Bu ikisi tabiî değildir. Hit kavunu,tabiî
balgamdır.
Hepsinden saf ve hasi olanı kandır. Lakin suyu fazladır ki,
karaciğerden
ayrılmazdan önce suyu, böbreklere inen damarlarla çekilip,
kendilerine gıda
olacak yağ ve kanı alıp, artığı mesaneye süzülüp, dışarı
çıkmaya yol bulur.
Kıvam bulmuş halis kan, karaciğer üstünde doğan büyük
damara çekilip, ondan
ayrılan atardamarlara akar. Sonra yüreğe ve buradan
bütün vücuda yayılır,
uzuvların besini olur.
Beşinci
Madde
Karışımların oluş sebeblerini, tabiat ve faydalarını ve
hareket
sebeblerini; buharlardan doğan tabiî ruhu bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Tabiî kanın
fail
sebebi, mutedil hararettir. Maddî sebebi, gıdaların ve içeceklerin
mutedil
olmasıdır. Tam sebebi bedenin beslenmesidir.
Tabii safranın fail
sebebi, mutedil hararettir. Maddî sebebi, sıcak, latif,
tatlı ve yağlı
gıdadır. Sureta olan sebebi, fazla çiğnenmektir. Tam sebebi,
kan karışımı ve
bedenin beslenmesidir. Yakıcı safranın fail sebebi,
karaciğerin aşırı
hararetidir.
Tabii siyah köpüğün fail sebebi, mutedil hararettir. Maddî
sebebi, rutubeti
az olan çok sıcak ve katı gıdalardır. Sureta olan sebebi,
akmayan ve
ayrışmayan gıdalardır. Tam sebebi, kanı kuvvetlendirip, bedenin
gıdası
yapmaktır. Yakıcı siyah köpüğün fail sebebi, az hararettir. Maddî
sebebi,
az çiğnemektir. Tam sebebi, kan karışımı ve bedenin
beslenmesidir.
Şu halde, karışıkların doğuş sebebleri, sıcaklık ve
soğukluktur. Zira ki
mutedil hararetten kan; fazla hararetten yakıcı safra ve
çok fazla
hararetten yakıcı siyah köpük; soğukta balgam doğmuştur.
Kan ile
damarlardan akan karışımların, damarlar içinde dahi iki üç saat
müddetinde
üçüncü hazmı vardır. Azaya tevzi edildiğinde; her uzuvda kendi
nasibinin bu
müddet içinde de dördüncü hazmı vardır. Damarlar içinde olan
üçüncü hazmın ve
azada olan dördüncü hazmın fazlaları geçen bölümde
açıklandığı gibi kulak
kiri, göz çapağı, burun kiri olup, sa ve tırnak
suretini bulup; bedenin
azalarından ayrışan ter, kir, yara ve cerahat
şeklinde vücuttan
atılır.
Sözü edilen karışımların doğuş sebebleri olduğu gibi, hareket
sebebleri de
vardır. Zira ki bedenin hareketi ve sıcak eşya, kanı ve safrayı
tahrik
eder. Bazı kere siyah köpüğü dahi tahrik eder. Lakin hareketsizlik,
balgama
kuvvet verir. Güzel şeyler düşünmek de dört karışımı harekete
geçirir.
Nitekim dört karışımın kesafetinden, bir kesif cevher doğar ki,
uzuvdur
veya uzvun bir cüzüdür. Bunun gibi karışımın latif buharlarından, bir
mizaç
hasebiyle latif bir cevher doğar ki, tabiî ruhtur. Hayvanî ruhu
kabul
istidadını bulmuştur. Mizaç üzere önce bu ruh doğup, sonra bütün
uzuvlara,
nefsanî kuvvetleri ve başkalarını kabul istidadını veren budur. Şu
halde
nefsanî ve hayvanî kuvvetler insan bedeninin uzuvlarında hâsıl olmaz.
Ancak
bu tabiî ruh vasıtasıyle olur. Eğer bedenin bir uzvu nefsanî ve
hayvanî
kuvvetlerden kesilip, tabiî ruhtan kesilse, o uzuv henüz hayattadır.
Zira
ki uyuşmuş veya felç olmuş olan uzuv, his ve hareket kuvvetini
yitirmişken
yine hayatiyeti vardır. Eğer ölmüş olsa, kokuşur ve bozuşurdu. Şu
halde
felç olmuş uzuvda, onu koruyan bir kuvvet vardır ki, bu tabiî
ruhtur.
[TOP]
[TOP]
32.Bölüm:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Muhafazası lazım olan cânın bileşik uzuvlarının mahiyet, yer ve
menfaatlerini; insan bedeninin sıhhatinin esaslarını; bazı münferit gıda ve
ilaçların tabiat ve hükümlerini; bazı yiyecek ve meyvelerin fayda ve
faziletlerini; insan vücudunu ısıtan ve güzelleştiren bazı elbisenin şekil
ve renklerini onbir madde ile bildirir.
Birinci Madde
Ruhun, muhafazası lazım gelen bileşik uzuvlarının mahiyet, yer ve
menfaatlerini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, tabibler demişlerdir ki: insan bedeninde bulunan
canın bileşik uzuvları, bu sayılandır ki: Dimağ, gözler, kulaklar, dil,
akçiğer, kalb, diyafram, göğüs, mide, bağırsaklar, karaciğer, safra, dalak,
böbrekler, mesane, husyeler, kamış ve kadınlarda rahim ve memelerdir.
Bunların hepsi, muhafazası vâcib olandır.
Dimağ (beyin): Yumuşak ve bağımlı bir cevherdir ki, rengi beyaz
bulunmuştur. O, atar ve toplar damarların özünden, dimağın anası olan zardan
ve kafatasına bitişik olan zardan bileşmiştir. Dimağın yapısı bir üçgene
benzer ki, onun tabanı başın ön tarafında, iki kenarı ile kuşatılmış olan
açıları başın arka nahiyesinde kılınmıştır. Bedenin his ve hareketi, dimağ
ile tamamlanmıştır ki, beden hisleri yumuşak sinirler ve uzuvların
hareketleri, sert sinirler vasıtasıyle bulunmuştur. Hikmetleri yukarıda
bilinmiştir.
Gözler: İkisinden her birisi yedişer tabakadan ve üçer rutubetten
bileşmiştir. Toplamı, on tabaka demekle bilinmiştir. Birinci tabaka,
mültehimedir ki, havaya temas eden tabakadır. İkinci tabaka, kariniyyedir
ki mültehimeden sonradır. O, renksiz yaratılmıştır ki, altında olan
tabakanın rengiyle renkli kılınmıştır. Üçüncü tabaka, ayniyyedir ki, ya
siyah veya şehlâdır. Ya sarı veya mavidir. Mültehimenin altında, rengiyle
benzeşmiş zehradır. Ayniyye tabakasından sonra beyaz rutubettir ki, şeffaf
ve berraktır. bundan sonra camsı rutubettir ki, erimiş cama benzer. Beşinci
tabaka, şebekiyedir ki, camsı rutubetten sonradır. altıncı tabaka,
meşimiyedir ki, ona benzemiştir. Yedinci tabaka, salbeyidir ki, hepsinden
sert ve göz kemiğine bitişik bulunmuştur. Bu tabakaların faydaları uzun
bir zeyl olduğundan, kısa geçilmiştir.
Kulaklar: İkisinden her birisi sadece et, kıkırdak ve hassas sinirden
bileşmiştir. Menfaatleri, sesi kabul etmek bilinmiştir.
Dil: Et, atar ve toplar damarlar ile hassas sinirden ve yemek borusuna
bitişik olan zardan bileşmiştir. Menfaati, yemeğin tadını almak, lokmayı
çevirmek, kelamı eda etmek ve yutmayı tamamlamak bulunmuştur.
Akciğer: Kırmızı gül renginde olan etten ve kendi borusunun
kıkırdaklarından ve yürekten biten atar damarlardan bileşmiştir. Akciğer,
kendi zatında hissizdir. Lakin zarının az bir hissi vardır. Bunun menfaati,
yürekte doğan tabii hareketten bedeni revaçlandırmak bilinmiştir.
Yürek: Kozalak şeklinde koni bir cisimdir ki, tabanı göğsün ortasında,
tepesi sol tarafta konulmuştur. Rengi kırmızı nar bulunmuştur. O, latif et
ile sert zardan bileşmiştir. O, tabii hareketin menbaı bilinmiştir. Onun
iki karıncığı vardır ki, sağ karıncığı, az ruh ve çok kan ile dolu olmuştur.
Onun kanalları vardır ki, onlarla yürekten akciğer tarafına gıda gidip,
akciğerden yüreğe ferah hava gelmiştir. Onun sol karıncığı, az kan ve çok
ruh ile dolmuştur. O, atardamarların bitiş yeri olmuştur.
Diyafram yani göğüs perdesi: Sağlam et, hassas ve hareketli sinirden
bileşmiştir. Bunun menfaati, göğsün yayılması ve büzülmesi bulunmuştur.
Mide: Yumru bir organdır ki, et, sinir, atar ve toplar damarlardan
bileşmiştir. O, üç cüze bölünmüştür. Bir cüzüne yemek borusu, birine mide
ağzı ve birine mide dibi denilmiştir. Yemek borusu, ağızdan gelip, bağır
kemiği bitiminde son bulmuştur. Mide ağzı, yemek borusu bitimindedir ki,
etsiz kılınmıştır. Mide dibi, etli yaratılmıştır. Yeri, göbeğin üstüdür.
Midenin menfaati, gıdayı hazmetme bilinmiştir.
Bağırsaklar: Katlanmış hassas sinirsi cisimler bulunmuştur. Sinri, yağ, atar
ve toplar damarlardan bileşmişlerdir. Bunlar sayıca yedidir ki; birine
kapakçık, birine oniki parmak, birine tutucu, birine ince, birine eğri,
birine kolon ve birine düz denilmiştir. Düz barsak, makat halkasına
bitişiktir. Bunların menfaatleri artık gıdayı atmak bilinmiştir.
Karaciğer: Et, atar ve toplar damarlar ile kendini örten zardan
bileşmiştir. Bunun kendi zatında hissi olmayıp, zarının hissi çok
bulunmuştur. Bunun rengi, donmuş kana benzetilmiştir. Karaciğer ki,
kandamarlarının bitişik yeri bulunmuştur. Bunun yeri, sağ tarafta uygundur.
Dışı, arka kaburgalara bitişik, içi mideye mutabık, üstü göğüs diyaframına
yetişik, altı, leğen kemiğine ulaşık bulunmuştur. Bunun menfaati, uzuvlara
gıda vermek için, kan üretmek bilinmiştir.
Safra: Karaciğere yapışık yaratılmıştır. O, safra (öd) kesesi kılınmıştır.
Bunun menfaati, safrayı, karaciğerden çekmek bilinmiştir.
Dalak: Boğumlu bir cisimdir ki, et ve atardamarlardan bileşmiştir. Rengi,
karaciğere benzer bulunmuştur. Kendi zatında hissi olmayıp, zarı hassas
kılınmıştır. Bunun yeri, sol tarafta, arka kaburgalar ile midenin arasında
tayin olunmuştur. Siyah köpüğe kese bulunmuştur. Bunun menfaati, o ödü
karaciğerden kendine çekmek bilinmiştir.
Böbrekler: İkisinden her birisi, az kırmızı olan sert et ile çok yağdan ve
atar damarlardan bileşmiştir. Böbrek ki, onun kendi nefsinde hissi olmayıp,
zarının hissi çok bulunmuştur. Bunun yeri, sırtın altında kılınmıştır.
Menfaati, ciğerden idrarı çekip, mesaneye akıtmak bilinmiştir.
Mesâne: Damarlar ile katlanmış sinirsel bir cisimden ve atar damarlardan
bileşmiştir. Bunun yeri, makat ile kasık arası bulunmuştur. Menfaati,
idrarı toplama ve dışarı atma bilinmiştir.
Husyeler: İkisinden her birisi, yağlı beyaz etten ve çok sayıda
atardamardan bileşmiştir. Menfaatleri, meniyi pişirip, oluşturmak
bulunmuştur.
Kamış: Az etten, çok sayıda atar ve toplar damardan bileşmiştir. Menfaati,
yukarıda uzuvların hikmeti bahsinde bilinmiştir.
Rahim: Sinirsel bir cisimdir ki, kadınlarda yaratılmıştır. Yeri, düz
barsak, göbek ve mesâne arasında kılınmıştır. Onun boynu uzun olup, ferce
ulaşıp, dibinde iki husye konulmuştur. Menfaati, nutfeyi çekme ve cenini
koruma bulunmuştur.
Kadın memeleri: İkisinden her birisi yumuşak et, beyaz yağ, çok sayıda atar
ve toplar damarlardan bileşmiştir. Yeri, sinenin dışında, müşahede
kılınmıştır. Menfaati, kanı pişirmek ve süt oluşturmak bilinmiştir.
İşte böyle sanat şaheseri bir binayı, sınıf sınıf imaretlerle tamir edip
güzelleştirmek, dışını ve içini türlü kemallerle süsleyip, güzelleştirmek,
hepsinden daha önemli ve lüzumlu bulunmuştur. Bu sanatları hayretten nice
yüz ibret alınmıştır. (İnsanı en güzel biçimde yaratan, hakîm, musavvir,
bâri ve hâlik olan Allah münezzehtir. Yaratıcıların en güzeli Allah ne
yücedir!)
İkinci Madde
İnsanın beden sıhhatinin korunması esasları olan mizacları bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, tabibler demişlerdir ki: Tıb ilmi, beden ilmidir
ki onun nazarisi ve amelîsi haddizatında iki ilimdir. Birinci ilim,
hıfsızsıhha, sıhhati koruma ve ikincisi tedbir-i illet, tedavidir. Halbuki,
beden sıhhati bir büyük nimettir. Din ve dünya ehline devlet serayesidir.
Vücudu korumak saadettir. Kadir ve kıymetini bilip, kaide ve erkanıyle âmil
olmak hoş ganimettir. Çünkü vücudunun sıhhatini koruyan akıllı kimse,
âfiyet bulur. Cismine illet ârız olmayıp, selamet kalır. Tedbir ve ilaca
ihtiyacı kalmayıp, rahat bulur. bol vakit bulup, Mevla'nın marifetine nail
olur. Şu halde 'Marifetnâme' de ancak sıhhati korumanın kaide ve esaslarını
yazmak ve açıklamak lazım gelir. Ta ki, o devlet ve saadetin kadir ve
kıymetini bilip, fırsat elde iken onu koruyasın. Ömrün oldukça sıhhat ve
âfiyette kalasın. Allah ile dolup, Mevla'yı tanımaya meşgul olasın. Sıhhati
korumanın kaidelerini bili, amel eden kimse, Hak'kın yardımı ile vücut
sıhhatine malik olabilir. Lakin mütahassıs tabib olsa bile, gençlik ve
kuvveti baki edemez. Her şahıs, en uzun ecel olan yüzyirmi sene yaşına
gidemez. Özellikle zaruri iş bulunan tabii ölümün vakti geldiğinde, o nu
bir kimse tehir edemez. Zira ki bedenin oluşum ve bekası, o rutubetle
mümkündür ki, onu gıda edip, fazlalarını atan sıcaklığa yakındır. Şu halde
bu tabii hararet, o maddesi olan tabi rutubeti ayrıştırarak, o rutubet az
kaldığında, bu hararet dahi azalıp, gıda hazmı da zayıf olur. O îrâdı
noksan bulur ki, eğer o îrat olmasaydı, bu beden oluşum müddetinde beka
bulmazdı. O halde bedene dahi gün gün zaaf ve noksan gelir. Ta tabii
rutubet yok olduğunda, tabii hararet dahi söner. Her şahsın kendine mahsus
olan mizac ve kuvveti hasebiyle ömrü müddeti ve mukadder eceli bulunan
tabii ölüm ancak budur.
Bu durumda sıhhati korumanın gayesi budur ki, önce mizacları bilip, onda
zaruri sebebleri, açık sebeblerle bedende bulunan tabii rutubeti
bozulmaktan korumak ve fazla ayrışmadan koruyup, ecele varıncaya dek,
dışarıdan bir zarar isabet etmezse, dört çağdan her yaşı, kedi gereğince
koruyarak, sıhhat ve âfiyette gönül safasıyle ömrünü tamam eder.
Bedenin mizacları, on alâmetle bilinmiştir. Zarurî sebebleri altı adet
bulunmuştur.
İkincisi: Et, yağ ve iç yağdır. Bunların çokluğu bedenini rutubetine, azlığı
kuruluğuna alâmettir. Fakat etin çokluğu, bedenin rutubet ve hararetine,
sadece yağ ve içyağın çokluğu, bedenin rutubet ve soğukluğuna alâmetidir.
Dördüncüsü, beden rengidir ki, onun beyazı, soğukluğuna ve balgam çokluğuna
alâmettir. Kırmızılığı, hararetine ve kan üstünlüğüne alâmettir. İkisinin
bileşimi, itidale alâmettir. Buğday rengi, hararetine alâmettir. Sarılığı,
hararetine ve safra üstünlüğüne alâmettir. Siyahlığı, soğukluğunun ifratına
ve siyah köpük üstünlüğüne alâmettir.
Beşinci, uzuvların yapısıdır ki, göğsün genişliği, nabzın fazla hareketi,
damarların dışta oluşu ve kalınlığı, el, ayak ve kemiklerin büyüklüğü,
bedenin hararetine alâmettir. Bu uzuvların zıt olması, bedenin soğukluğuna
alâmettir.
Altıncısı infial keyfiyetidir ki, süratli infial hangi keyfiyetten olursa
beden dahi o keyfiyette olduğuna delalet eder. Mesela soğukluk
keyfiyetinden süratle müteessir olmak, o bedenin soğukluğuna telalet eder.
Yedincisi tabii fiillerdir ki, fiillerinde olgun olan tabiat, kendi
itidaline, eksik veya bâtıl olan soğukluğuna, yavaş bulunan hararetine
alâmettir. Tabiat sürati hararetine, yavaşlığı soğukluğuna alâmettir.
Sekizincisi uyku ve uyanıklıktır ki, uykunun çokluğu bedenin soğukluk ve
rutubetine, uyanıklığın çokluğu, hararet ve kuruluğuna alâmettir. İkisinin
itidali bedenin itidaline alâmettir.
Dokuzuncusu büyük abdesttir ki, onun keskin kokulusu ve sağlam renklisi
bedenin hararetine, bunun zıttı bedenin soğukluğuna alâmettir.
Onuncusu nefsânî intikallerdir ki, onların kuvvet, sürat ve çokluğu bedenin
hararetine, yavaş hissi bedenin soğukluğuna alâmettir. Devamlılık ve sebatı
bedenin kuruluğuna, çabuk bitişi rutubetine alamettir. Gazap ve şiddet,
cür'et ve hiddet, kelamda sürat ve çokluk bedenin hararetine; vakar ve haya
çokluğu soğukluğuna; kalp zaafı rutubetine; korkaklık ve ürkeklik onun
kuruluğuna alâmettir.
Sayılan bu on alâmetten başka insan bedeninde olan dört karışımdan her
birinin ziyadeleşme ve galebesinin nice al?etleri vardır ki, bu
söyleneceklerdir: Kan üstünlüğünün alâmeti, baş ağrısı, sallanma, esneme,
durgunluk, hislerin bulanıklığı, dil kızarması, çıban ve basur çıkması, yüz
yarılması ve burun kanamasıdır. Rüyada kızıl eşya görmek, uyanma anında
ağız tatlılığıdır.
Balgam üstünlüğü: Beyaz renk, hissizlik, deri yumuşaklığı, deri soğukluğu,
tükürük çokluğu, susama azlığı, hazım zayıflığı, vurdumduymazlık, geğirme,
çok uyuma, rüyada su ve kar görme, uyanma anında ağzın tuzluluğudur.
Safra üstünlüğünün alametleri: Renk sarılığı, göz sararması, ağız
kuruması, burun ucu kuruması, şiddetli susama, iştah zayıflığı, kusma
çokluğu, dil sertleşmesi, düşte ateş görme ve uyanınca ağız ekşiliğidir.
Tıpçıların tecrübe ile bildikleri bunlardır. Her şeyi en iyi bilen
Allah'dır.
Üçüncü Madde
İnsan bedeninin sıhhatini koruma kaide ve esaslarından olan altı zarurî
sebebi bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, tabibler demişlerdir ki: Bedenin oluşum bekasının
zarurî sebebleri altıdır.
Birinci sebeb: Bizi kuşatan havadır ki, onu teneffüs edip, akciğer içinde
ruhun dumansı buharı olan fazlalıklarını nefesin itilmesiyle çıkarıp, ruha
itidal vermek için zorunlu olmuştur. Bu hava, madem ki hali üzere safî ve
mutedil kalıp, piş rüzgârlar ve çirkin dumanlarla karışmamıştır. Bedenin
oluşum bekasını ve vücut sıhhatini koruyucu bulunmuştur. Eğer hava, kötü
duman ve rüzgârlarla değiştiyse, hükmü dahi değişmiş bilinmiştir. şu halde
dört mevsimin her biri, kendine uygun olan hastalığı verip, zıttını
giderir. Gerçekten, yaz mevsimi, safrayı çoğaltmakla hastalıklar verip,
rutubeti ayrıştırma ve kalbi ısıtma ile susuzluk ve hareketi ortaya
çıkarır. Sonbahar, gece ve gündüzü, sıcaklık ve soğukluğu değiştirmekle
hastalıkları çoğaltıp, meyveleri çoğaltma ile kanı azaltır, sevdayı
çoğaltır. Kış mevsimi, balgamı çoğaltma ile hastalıkları verip, başın
maddelerini sıkma ile nezle ve öksürüğü ortaya çıkarır. İlkbahar,
karışımları hareket ettirmekle bademcikleri şişirip, kanı çoğaltma ile
maddeli hastalıkları ortaya çıkarır. Bu mevsim, mevsimlerin en
sıhhatlisidir. Hayat ve sıhhat için en uygun ve en latif ve en tatlıdır.
İkinci sebeb cismani sükun ve harekettir. Bu beden hareketi, zaaf ve
kuvvete, azlık ve çoğunlukta, yavaşlık ve süratte muhtelif olduğundan; az ama
çok kuvvetli ve süratli hareketin, bedeni ayrıştırmasından ısıtması daha
çok bulunmuştur. Zayıf ve yavaş olan çok hareketin tesiri, onun aksi
bilinmiştir. Hareket ve sükunun ifratı bedeni soğutur. Hareketin itidali,
yeme ve içmeyi düzenler ve hazma yardım eder.
Üçüncü sebeb: Nefsanî hareket ve sükundur. Bu nefs hareketi, ruh ile kanın
hareketiyle olur. Bu durumda ruh, ya bedenin dışına defaten hareket eder,
şiddetli gazap halinde olduğu gibi. Veya tedric ile hareket eder, ferah ve
lezzet sırasında bulunduğu gibi. Veya ruh bedenin içine defaten hareket
eder. Korku ve ürperme halinde olduğu gibi. Veya yavaşlıkla hareket eder,
hüzün ve keder vaktinde bulunduğu gibi. Veyahut iç ve dışa ard arda hareket
eder. Hacalet zamanında bulunduğu gibi. Ruhun bu anılan hareketlerinde
bedenin üzerine hareket olunan tarafının suhuneti ve kendisinden hareket
olunan tarafın soğukluğu lazımdır. Zira ki, bedenin ısınması kanın
hararetindendir. Soğuması, azlığındandır. Bu hareketin ifratı helak
edicidir. Bu durgunluğun ifratı, soğutucudur.
Dördüncü sebeb, uyku ve uyanıklıktır ki, uyku sükuna benzer, uyanıklık
harekete benzer. Zira ki uyku halinde, ruh, kendi hararetiyle yemeği hazım
içim beden içine yönelip, bedenin dışı, soğukluğu üzere kalır. Onun için
beden, uyurken uyanıklık halinden ziyade örtünmeye muhtaç kalır. Uykunun
ifratı, bedeni ziyadesiyle rutubetlendirir ve soğutur. Eğer uyku, ruhun
girmesiyle beden içinde hazmı kabil gıda bulduysa, onu hazmedip, bedeni
ısıtır. Eğer hazmı kabil olmayan gıdayı veya karışımı bulduysa harareti
hareket ettirmekle onu neşredip, bedeni soğutur. Gece uykusuzluğunun
çokluğu, dimağı zayıf, hazmı bozuk edip, maddeyi ayrıştırarak tabii
rutubetle açlığı verir. Gündüz uykusu dahi iyi değildir. Zira ki, o, rengi
bozar, dalağa zarar verir ve üzüntüyü artırır. Eğer gündüz uykusu itiyat
olunup, ikinci tabiat bulunduysa, terki caiz olmaz. Ancak yavaş yavaş terki
gereklidir. Uyku ile uykusuzluk arasında tereddüt dahi kötü olup, şaşkınlık
ve eleme sebep olur.
Beşinci sebeb yiyecek ve içeceklerdir. O, bedene ya keyfiyetiyle tesir eder
ki, o halis ilaçtır. Ya salt maddesiyle tesir eder ki, o halis gıdadır.
Veya sadece suretiyle tesir eder ki, eğer onun özelliği bedenin mizac ve
hayatına uygun ise tiryaka şamildir. Eğer muhalif ise, öldürücü zehir
gibidir. Veya hem maddesiyle, hem keyfiyetiyle tesir eder ki, o has gıdadır.
Veya hem keyfiyeti hem suretiyle tesir eder ki, o, özel etkisi olan ilaçlar
böyledir. Sekmoniya gibi. Veya hem maddesiyle hem suretiyle tesir eder ki,
o, özelliği olan gıdadır. Elam gibi.
Gıda ise kâh latif, kâh kalın ve kâh orta olur. bunların her birinin bedene
gıdası ya çok olur veya az olur. Mutlak su basit olduğundan bedene gıda
olmaz, ancak o, gıdayı yumuşatmak ve pişirmek için ve onu dar yollara
geçirmek için kullanılır.
Altıncı sebeb istifra ve hapsetmedir. bunların mutedili cisme faydalı ve
sıhhati koruyucudur. İstifranın ifratı, bedeni soğutur ve boşaltır. Meğer
ki o istifra olunan kan ve safraya üstün olan balgam ve sevda gibi soğuk ve
kuru ola. O surette ifrat derecede istifra, bedeni rutubetlendirir. İfrat
derecede hapsetme, kan kanallarını doldurur, kokuşma, rutubet, iştah
kesilmesi ve ağırlık yapar. Soğuk su ile gül suyu yüze çarpılsa, her
hareketi itip, tabii harekete takviye verip, fenalığı önler. Ancak ârif ve
âgah olan hepsini Allah' dan bilir.
Dördüncü Madde
Altı zaruri sebebden üç sebebin tadillerini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, tıb bilginleri demişlerdir ki: Sıhhati koruma,
vücudunu gözetme gerekli iştir ki, sayılan altı zaruri sebebi tedbir ile
gözete. Ama kuşatan havayı gözetmek önce gereklidir. İlkbaharı kan aldırma,
ile karşılayıp, kusarak istifra ede. Kavrulmuş şeyleri kullanıp, nar gibi
teskin edici maddeleri yiye. Kuvvetli hareketler, tatlılar, sıcak hamamlar
gibi sıcaklıklardan kaçınıp, gıdayı azaltma ve elbiseyi hafiflete. Yaz
mevsiminde hareketsizliğe devam, gölgeye sığınma, safrayı mahveden latif
soğuk gıdaları yiyip, her ısıtan ve boşaltan gıdadan sakına. Hıyar, kavun
ve karpuz gibi rutubetli meyveleri seçip, beyaz elbise ve soğukluk veren
keten giye, Sonbaharda çok cimadan, soğuk su ile yıkanmaktan ve bütün kuru
şeylerden kaçınıp, soğuk içeceklerden, yaş meyve yemekten, kusmaktan, baş
açmaktan, gecenin soğuğundan ve öğle sıcağından sakına. Kış mevsimini kürk
ve kalın giyeceklerle karşılayıp, et ve keşkek gibi çok sıcak gıdaları
seçe. Bu mevsimde ani ve kuvvetli hareketler bedene faydalıdır. Bunda
kusmak, kuvveti zayıf edendir.
Cismanî hareket ve sükunda itidal: çünkü bedenin içinden ve dışından
bulunan sebebler ile daima ondan ayrışan cüzlere bedel, gıdaya muhtaç
olmakla, beden gıdasız beka bulmaz. Hiç bir gıda yendiği şekilde bir uzva
cü olmaz. belki dört hazmdan her birisi yanında gıdadan bir farzla bir
lahza kalır ki, onda bir fayda kalmaz. O fazlanın atılmasına, tabiat fırsat
bulduğundan, ona iltifat kılmaz. Şu halde eğer o fazlalar terk olunup, uzun
müddetle çoğalırsa, o kadar madde toplanır ki, bedene keyfiyetle zarar
verir. Yani bedeni ya ısıtır, ya pörsütür, ya soğutup yahut sıcaklığını
söndürür. Veya kemiyeti ile zarar verir. Yani kan kanallarını kapatıp
bedene ağırlık verip, kabızlık hastalıklarını verir. Eğer o toplanan madde
istifra olursa elbette beden o tedaviden incinir. Zira ki istifra edilenin
çoğu zehirlidir ki, bedene yararlı olan karışımı dışarı çıkarmaktan hali
değildir. Şu halde biriken fazlalıklar terk olunsa da, istifra olunsa da
zararlıdır. Halbuki riyazet adı verilen beden hareketi o fazlalıkların
doğurduğunu bile men eder. Zira ki beden hareketi bütün uzuvları ısıtıp,
fazlalıklarının öyle bir derece izale eder ki, hiçbir hazım yanında bir
fazla kalmaz. Eğer mutedil hareket açıklanacak zamanlarında yapılırsa o bir
riyazettir ki, cisme sürur ve hafiflik verip, onu gıdayı kabul edici eder.
Mafsallara sertlik verir, rutubetleri ayrıştırma ile sinir ve damarlara
metanet verir. Bütün maddi hastalıklardan emin edip, mizaci hastalıkların
çoğundan uzak eder. Bu riyazetlerin vakti, gıdanın alınması ve hazmının
tamamlanmasından sonradır. Yani akşam yemeği, mide, karaciğer ve damarlar
içinde hazm olunup, son yemeğin vakti geldiği zamandır. Mutedil hareket odur
ki, onunla yüz rengi kızarıp, deride damar ortaya çıkar. ama o hareketler
ki, onda kanın akışı çoğalır. İfrat ola odur ki, onunla bedene hararet
gelip, kuruyup rutubeti gider. Hangi uzvun mutedil hareketi çok olursa, o
uzuv dahi kuvvetli olur. Özellikle o hareketin türünde ziyade kuvvet bulur.
Mesela elin hareketi, yük taşımada çok olsa, onun kuvveti eşyayı itmede ham
ellerden ziyade olur. Belki her kuvvetin şanı uzvun hareketi gibidir.
Nitekim, hıfza devam edenin hafıza kuvveti kuvvet bulur. Çünkü her uzvun
bir özel riyazeti olur. Şu halde dimağın riyazeti aksırmak olur ki, o
hareketle tabiat, onda bulunan ezayı ve onu genizden bitişen habis
rüzgarları iter. Akciğerin riyazeti, öksürüktür ki, o hareketle tabiat,
onda olan galiz balgamı veya göğüse isabet eden şiddetli soğuğu ondan atar.
Uzuvların ihtilaç (seğrime) illeti bir galiz rizgardır ki, onunla adaleler
ve onlara yapışık olan deri hareket eter. Tak ki, o yel onlardan ayrılsa.
titreme, hareket etme kuvvetinin adaleyi hareket ettirmekten aczi sırasında
hâsıl olur. Nitekim, o, korku, gazap, zihin karışıklığı, gam ve gayretten
meydana gelir. Göğüsün riyazeti okumadır. Onda yavaşlıkla başlayıp derece
derece sesi yükseltmek rahattır. Kulağın riyazeti güzel sesler ile leziz
nameleri dinlemektir. Gözün riyazeti, güzel eşyaya bakmaktır. Elin
riyazeti, yakalamak ve ayağın riyazeti gitmektir. Mutedil olan at binme
güzel bir beden riyazetindendir. Bedeni ısıtmasından ziyade ayrıştırandır.
Bağlanılmış iple (salıncak) sallanmaktır. Bu, at sırtında mutedil gitme
gibidir. top ve çevgan oyunu nefislerin ve bedenlerin riyazetidir. Zira ki,
galip olan sevinçli ve neşelidir. Mağlup olan gamlı ve gazaplıdır. Müsabaka
dahi nefs ve bedenlerin riyazevtidir. Gemiye binme, karışımları hareket
ettirici ve mideye faydalıdır. İstiska ve cüzzam gibi müzmin hastalıkları
def edicidir. Zira ki, nefs onda ferah ve elemi ardarda toplayıcıdır. eğer
onda kusma gerekirse, tutması ki, beden gayet faydalıdır. Uzuvları ovma
dahi, bu riyazetten sayılır. Eğer ovmak sert hırka ile olursa, kanı derinin
dışına çekip, rengi kırmızı görünür. Normal ovma uzuvlara kuvvet verip,
ifratı zahmet verir.
Nefsani sükûn ve hareketin itidali gerçekten ruh hareketlerinin kaynağı onun
kendisinde olan gazap ve şehvettir. Gazabın aşırısı tehevvür, azı cüben ve
itadali şecaattır. Bu mutedil hareket bedene sıhhat, nefse izzet, dünya ve
diyaneti korumaktır. Şehvetin aşırısı şere, azlığı humut ve itadali
iffettir. Bu mutedil hareket bedene sıhhat, nefse lezzet ve iki cihanda
rahat ve selamettir. Şere nefsin istilasi ile aklı yendi ise, ona mecezi
aşk derler ki, mal-i hülyanın bir türüdür. O bir hastalıktır ki, çoğunlukla
gençlere ve bekarlara ârız olup, âşık olduklarından başkasından onları yüz
çevirttirir. Bu aşkın sır ve sebebi, sevgilinin şekil ve şemalini aşırı
derecede güzelleştirme ile fikretme ve düşünmeye yapışma ve devam etmedir.
Çoğunca o fikir ile cima, şehveti dahi bulunur. Bunun alameti renk
sararması, beden zaafı, yağ kuruması, göz morarması bilinir. Bu âşığın
gözünün hareketi güleç ve sevinçlidir, sanki bir leziz nesneye bakar
gibidir. İçiah ile, sesi hazin gelir. Onun tavır ve halleri, düzensiz olur.
az uyumaktan seherlerde uykusuz kalır. Eğer bir tabib onun nabzına el
basıp, nice akran ve yaranı vasıflarını saysa, hangi isim il enabzı
değişip, yüzünün rengi değişirse o ismi, onun sevgilisi olduğunu bilir. Ona
kavuşma gibi ilaç olmaz. Eğer ona sevgiliye kavuşma meşru yol üzere mümkün
değilse, ona sevgilisini kötüleme ve buğuz etme ile ilaç verilir. Eğer, o
akıllardan ise, nasihat kabul edip, o sevdadan vazgelir. Ancak onu
küçümseme ve alay etme, aşka delilik ve sevda deme bu hastalıktan kurtarır.
Eğer dinlemeyi terk ve cimayı çoğaltma ile acilen ilaç olunsa, aşk onun
tabiatına tahi istila edip, helak olur.
BEYT
Aşka feda olana ilaç yoktur.
Mesih ona tabib olsa bile
Beşinci Madde
Zaruri altı sebebden kalan üçünün itadalini bildirir.
Ey aziz malum olsun ki, top âlimleri demişlerdir ki: Bedenin sıhhatını
korumaya taahhüt ve iltizam eden kimseye gerekli iştir ki, meşhur altı
sebebin kalan üçünü dahi tedbir ile itidal edip, ömrünün sonuna dek sıhhat
afiyetle gide.
Uykunun itidali ve uyanıklığın itidali: Uykunun en iyisi odur ki, süresi
mutedil ola. Yani dört saat geçecek kadar değin ola. Hazmolunduktan sonra
kestirirse yani yemem içmeden sonra iki üç saat geçmesinde uyku bastırıp,
ikinci hazımda bulunma. Eğer midesi zayıf olan kimse yemek hazmına uyku il
yardımcı olursa, önce yarım saat kadar sağ tarafı üzerine yatmak lazımdır.
Ta ki, gıda, sağ tarafa eğit olan mideye karaciğerin çekmesi ile kolay
olup, karaciğerin harareti onu ısıta. İki saat kadar solu üzerine yatıp
uyumak lazımdır. Tak ki, karaciğer mide üzerine yorgan gibi örtülüp, onu
ısıtıp, birinci hazımda mideye yardımcı ola. Sonra yine iki saat kadar sağ
tarafı üzerine yatıp uyumak gerektir. Ta ki ikinci hazm içi karaciğer
gıdanın inişine yardım ede. uykunun içteki hareketi uyanıklıktan fazladır:
Maddenin tabiatını istila bakımından. Zira ki uyku halinde hararet içeride
ziyade olduğundan, maddeye ziyade üstün olur. uyanıklığın terletmesi,
maddenin rutubetini istila bakımından daha çoktur. Zira ki uyku halinde
hararet içeride ziyade olduğundan, maddeye ziyade üstün olur. Uyanıklığın
terletmesi, maddenin rutubetini istila bakımından daha çoktur. Zira ki
uyanıklıkta hararet dışa yönelip, maddeyi ayrıştırır ve akıtır. Kimin ki
uykuda terlemesi sebebsiz çok olur, o, gıda ile ya karışım ile dolu olur.
Kimin ki uykusu ağır ve uzun olur, yani sekiz saatten ziyade uyur kalır,
onun dimağında rutubet üstün olur. O, kuru gıdalarla uykusu hafif olup,
itidal bulur. Kim ki uykusuzlukla mübtela olur, yani yirmidört saatte
ziyade uykusuz kalır; o hamam ile rahat bulur. Süt ve arpa suyu benzeri
rutubetler ile uyku gelir.
Boğucu kâbus ki, uyuyan uyku esnasında tahayyül eder ki, üzerine bir ağır
nesne düşüp, onu sokup, hareketten menedip, nefsini daraltır; bu boğucu
kâbus buharı ayrıştıran uyanıklık ve hareketinin yokluğu sırasında kanın ya
balgamın veya sevdanın buharı dimağa çıkmasından ortaya çıkar. Şu halde
bunun ilacı, istifra ile beynin temizlenmesidir.
Yiyeceklerde itidal: Her sıhhat ki, onun hali üzere kalması murat olunur. o
bedenin keyfiyetinde benzeri ona verilmek gerektir. Eğer bozulmuş bir
sıhhati, kendisinden daha iyi olan sıhhate nakletmek murat olunsa, ona
zıttı verilmek lazımdır. Şu halde vücudunun sıhhatini hali üzere korumaya
özenen kimseye lazımdır ki, gıdalardan siah taneler gibi pisliklerden
temizlenmiş buğday ekmeğiyle, mülayim tatlılar, koyun eti, kümes hayvanları
eti ile yetine. Lokmayı küçük alıp, çiğnemeyi çok ede. Meyvelerden ancak
incir, üzüm kuru üzüm seçe. Ama ilaç olan meyvelere iltifat etmeye. Meğer
ki, mizac itidali için yenile. Veyahut hazır yiyecek onda buluna. Zinhar
iştihasız yemek yemeye, İstihasını giderip, geri bırakmaya. Yaz günlerinde
soğuk gıdalar, kışta sıcak gıdalar ala. Hazmolunmuş yemek üzerine başka
yemek sokmaya, Yemek saatlerini uzatmaya. Ta ki gıdanın evveliyle sonuncusu
hazımda karışmaya. yemek çeşitlerini çoğaltmaya, ta ki hazımda tabiata
şaşkınlık gelmeye, Çok olmazsa leziz gıdalar en faydalıdır. Ekşi gıdalar
zararlıdır, ihtiyarlığı çabuklaştırıcı ve uzuvları kurutucudur. Tatlı
gıdalar, mideyi rahatlatıcı, bedeni ısıtıcı ve safrayı hareket ettiricidir.
Tuzlu gıdalar, bedeni kurutucu, safrayı doğurucu ve uzuvlarla kuvvetlere
zarar vericidir. Zararlı tatlıyı, ekşi defeder. ekşiler, tatlı ile gider.
Tuzsuzlar tuzluyu, tuzlular tuzsuzu mutedil eder. Nefsinden gıda iştihası
kalmış iken, ondan el çekmek lazımdır. Yemek vakitlerini gözetmek elbette
lazımdır, vacibtir. Lakin kötü gıdalar alışmış olan, devam etmeyip, yavaş
yavaş terk etsin. Yemek vakitlerini düşürerek, birle yetinsin. Zira ki
gündüzde bir kere gıdalanmak, bir kere gecede yemek, karıştırmak
tabiata müşküldür. Zira ki bu iki su, biri birine incelik ve kalınlıkta
uygun değildir. Suların en iyisi nehir suyudur. Özellikle pak yerde akıp,
her şeyden saf gele veya taşar üzerinde akıp, kokuşmuş şeylerden uzak ola.
özellikle kuzeye veya batıya aka. Yüksek bir yeden aşağıya inip gide.
Kaynağı uzak olup, uzun süre akmakla incele, İnceliğinden ağırlığı hafif
ola. Çok olup, şiddetli aka gele. Bu vasıflar ile vasıflanmış olan bir sudur
ki, faziletten nihayet bulmuştur. Mübarek nil suyu bu güzelliklerin çoğunu
toplamıştır. Menba suyu hareketinin azlığından kalın kalmıştır. Toprak
altında olan kerizler içinde akan sular sertlik bulmuştur. Mağara suları ve
kuyu suları onlardan daha serttir. Su içmek, yemekten iki üç saat
geçmesinden sonra faydalı bilinmiştir. Yemek arasında su içmek, hastalığı
körükler. Hemen sonra içmek, bozucu ve kötüdür. Lakin midesi sıcak olan
kimse yemeğin arasında ve akabinde su içmekle istifade eder. iştihası zayıf
olan kuvvet bulur. zira ki, o zaaf, hararet çokluğundan gelir. Şu halde su
içmekle hararet mutedil olur. Aç karnına ve terli iken, özellikle cima,
hamam, müshil içme kaplarında, meyveler üzerine özellikle kavun üzerine su
içmek; soğuk içecekler oldukça kötüdür. Eğer bu vakitlerde susuzluğa
tahammül olunmazsa, çocuğun meme emdiği gibi, dudak ile kâse kenarı arasında
yalama ile içip üç nefesten geçmesin. Her nefeste, üç yudumdan ziyade
içmesin. Zira ki, çok olur ki, susuzluk yapışıcı balgamdan veya tuzlu
balgamdan dolayı olur. Halbuki su içmeye iltifat olundukça, susuzluk
çoğalır. Eğer o susuzlukta sabır olunsa, tabiat o susatan maddeyi eritip,
susuzluk dahi gider. çok olur ki, bunun gibi susuzluk maddesini bal gibi
sıcak şeyler yatıştırır. Her zaman ayakta su içmek hatalıdır. Ancak zemzem
suyu şifadır.
NAZM
Beş yerde su içmekten sakın
Çünkü o hastalığı çeker
Hamam, yorgunluk akabinde
Yemek akabinde ve yatakta
Tutma ve istifrada itidal: Vücut sıhhatini muhafaza edene gereklidir ki,
daima kendi tabiatını mukayyet ve gözetleyici ola. Eğer tabiatı kabız
olursa, onu incir ve sinemaki gibi içeceklerle yumuşatsın. özellikle
ihtiyarlık tabiatına yumuşaklık, rahat ve selamettir. Eğer tabiatında aşırı
yumuşaklık bulursa, onu sumak ve kavruk gibi şeylerle tutsun. Eğer dolarsa
gıda fazlalığından midede hasıl olup, geğirmekle çakan duman ile ekşime ile
veya sadece ağırlıkla gıdayı bozucu bulursa, o saat kusmaya can atsın. Eğer
kusmak ona zorsa veya vakti değilse, sakızla kaynamış sıcak su içip, sağ
yanı üzerine yatsın. Veyahut bir parmak bala ince tuz katsın. Ve pamuk ile
makatında yarım saat kadar taşımaya tahammül etsin. Ta ki, yumuşaklık bulup
rahatla o bozucu gıda gitsin. Sonra elma gibi mideye kuvvet veren şeyleri
yiyip hamamda yatsın. Eğer ishal olursa gül yaprağı, dövülmüş mazı, nohut
sakızı, ermeni çamuru, fesleğen tohumu, tebeşir ve kimyon gibi kuru
şeylerden yesin. Veyahut elma, sefercen ve ekşi nar gibi meyveler yesin. Ta
ki, tabiatın yine normale yetsin. Küçük ve büyük abdesti fazla tutmak
zararlıdır. Titreme verir ve ihtiyarlığı çabuklaştırır. Alışılmış olan
boşalmaların en kolayı cima ve hamamdır.
İnsan hayatının temeli mide
Eğer bağlanırsa ki açılmamalı
Eğer bağlanmamacasına açılırsa
Dört tabiat muhalif ve serkeş
Eğer gâlib olursa dörtten biri
Elbette ârif ve kâmil olanlar
Yavaş yavaş gitmeli olmamalı gam
Bağlanırsa gönüle elem verir
dünya hayatından götürür ölüme
Nice günler hoş kaynaşmışlar
Söker kalıptan can koymaz diri
Geçici dünyaya gönül bağlamazlar
Altıncı Madde
Sıhhat durumunda alışılan istifranın en güzel türleri bulunan cima ve
hamamın itidalini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, top bilginleri demişlerdir ki: Sıhhatteyken
alışılan boşalımların en kolay ve en faydalısı, cima ve hamamdır. Cimanın
en faydalısı, birinci hazımdan sonra vâki olanıdır. Bedenin hararet,
rutubet ve kuruluğunda, boşluk ve doluluğunda itidali sırasında bulunandır.
Eğer o, hata ile bu itidallerin dışında bulunduysa; bedenin hararet,
rutubet ve doluluğunda bulunan cimaın zararı, onun soğukluk, kuruluk ve
boşluğunda bulunandan daha az ve daha kolaydır. Cima şehveti kuvvet
bulmadıkça, âlet düşünmeksizin ve bakmaksızın yayılmadıkça, ona öne alma
ile girişme, vücuda zararlı bir oyundur.
Faydalı cimaın alâmetleri odur ki: Onun akabinde vücuda hafiflik, tam neşe,
yemek isteği ve uyku gele. Ta ki fazla maddenin boşalımı hâsıl olmuş ola.
zira ki mutedil cima, tabii harareti def ile bedeni ferahlandırır. Yemem ve
beslenmeye bedeni hazırlar. Gazabı zayıflatıp, kötü vesveseyi ve sevda
düşüncelerini giderir. Balgam hastalıklarının çoğu onunla gider. Çok olur
ki, cimayı terk edenin menisinden kötü buharlar dimağına çıkıp, baş dönmesi
ve göz kararması gibi belalar başına gelir. Meni buharı, bedenin
içinde hapsolup, kaplarına dolduğunda husyeleri şişer, kasık acısı ve beden
ağırlığı hâsıl olur. Cima yapıldığında sürakte hafiflik ve şifa bulur. çok
cima, endamı boşaltır, kuvveti düşürür ve gözü zayıflatır. Mübtelasını
titretip, sinirlerini boşaltır. Acuzeye, çirkine, hastaya, küçük bâkireye
ve uzun süredir cima olunmayan dula cimadan kaçınılmak elzemdir. Zira ki
bular, elbette kuvveti çeker, âleti yumuşatır, rutubeti kurutur ve üzüntü
verir. Pişmanlığa sebep olur. Livata, tabiata aykırı ve zararlıdır. zira
ki ihanet ve eziyeti toplar, inzal zevkini önler. Genç ve güzel kadınla
cima, vücuda sıhhat, hislere kuvvet verip, tabiatı mesrur ve kalbi huzur
dolu eder. Zira ki tabiat ona eğilimli olduğundan, meni boşalması çok olup,
o fazla madde bedenden gider. Cima şekillerinin en iyisi odur ki: Kadını
sırtı üzerine yatırıp, açılmış baldırları arasında dize gele. önce uyun,
konuşma ve iltifat ile göğüs, dudak ve yanağını öpmeli. Göğüs ve kasığını
ovmalı. Sonra âletiyle bız'a sürmeli ve kadının gözüne bakmalı. ta ki
şehvetin şiddetinde ikisi de eşit ola. Vakta ki kadının gözü değişip,
göğsünden menisi ayrılmakla ister ki erkeği göğsüne ala. O zaman üzerine
düşüp, sokma ve çekme ile inzali vaktine hazır ola. İnzalden sonra kadının
karnı üzerinde bir miktar kala. Ta ki iki meni karışıp, rahme girmeye yol
bula. Evlat arzu eden bu âdab üzere hareket kıla. Ta ki inzalı kolay olup,
kadın dahi ondan lezzet ala. Tam bir çocuk vücuda gelip, hepsi âfiyet bula.
Boşalma tamam ola. Zinhar kendi yatıp kadını üzerine almasın. Ta ki artan
meni mesane yolunda kalmasın ve onda kokuşup, hastılak olmasın. Bız'ın
rutubeti ona damlayıp, ondan, ondan, mesane iltihabı kalmasın. Cimaı tahrik
eden şeylerin biri, insanların cima ettiğine muttali olmaktır. Biri kadın
seslerinin nağmesini duymaktır. Biri dahi hayvanların cima ettiğini
görmektir. biri de cima ile ilgili hikayelerdir. Kasık kıllarını kesmek te
şehveti uyandırır. Bu durumda başka şeyler düşünerek, bu arzuyu yenmek
gerekir.
BEYT
Nazar-ı şehvet için rup-u zenan ağ olsun
Zeni olmazsa kişinin sağ eli sağ olsun
Deyip, eliyle istimna etmek, üzüntü ve sıkıntıya sebebtir. Cima ile
boşalımı terk edinin cildinin içinde olan hararetle rutubetten bit oluşup,
harekitiyle ürer. Kâh olur ki, bit bedende defaten hâsıl olur. bu derece
çoğalır ki, rengi sarartıp, uykuyu kaçırır ve şehveti keser. Onun için
erkekler ziyade bitli olur. Onun ilacı beden ve elbiseyi temizlemede
ihtimamdır. Tuzlu su ile yıkanmaktır. Sonra tatlı su ile yıkanma ve ipek
gömlek ile tamamdır.
Hamamın en iyisi, binası eski, içi geniş, suyu tatlı, sıcaklığı orta
olandır. Onun ilk odası soğuk ve rutubetli, ikincisi sıcak ve rutubetli,
üçüncüsü sıcak ve kuru olandır. Böylece vücud sıhhatini koruyup, ter
boşalımı için hamama giden onun sıcak olan üçüncü odasına yavaşlıkla
girsin. Ondan çıktığında yine yavaş yavaş dışarı gelsin. Hamamın içinde
uzun bekleme, baygınlık, bulanıklık, ıztırap, kuruluk ve hafakan verir.
Mizacı kuru olan, suyu havadan çok kullanmalıdır. Şu halde rutubete
şiddetli ihtiyacından, evinin döşemesine su serpip yatmalıdır. Rutubetli
buharı çoğaltmak için, hamamın içine su dökmeli ve hapsetmelidir. Mizacı
rutubetli olan havayı, sudan çok kullanmalıdır. Şu halde ayrışma ve
kurumaya ihtiyacının çokluğundan, su kullanmadan önce, çok terlemelidir.
Sıhhatini koruma bakımından hamamda çok ter ayrışması gerekir. Zira ki
cildi, rutubetli ve kızarmıştır. Beden pörsümeye ve sıkıntı gelmeye
başlarsa, o vakit süratle dışarıya gelmelidir. Hamamdan sonra, örtünme ve
kurulanma her mevsimde ziyade kılınmalıdır. Zira ki beden, hamamın
havasından daha soğuk olan havaya çıkar. Beden hamamın suyundan emip,
çektiğinden, onun ârizî hareketi, ondan süretle gidiy, tabii olarak soğuk
olan su, soğukluğunu bulduğunda, bedeni dahi soğutur. Eğer hamam, yemekten
sonra vâki olduysa, bedenin yağlanmasına sebeb olur. Lakin sirke balı
içerse, hastalıktan emin olur. İtidal üzere yağlanır. Eğer hazmolunduktan
sonra hamama giderse, yağlanır ve hastalıktan emin olur. Midenin boş olduğu
zaman hamam yapmak, bedeni kurutur. Zira ki aslî hareket ile arazî harareti
toplar. Riyazeti az olan kimse, hamamda terlemeyi çoğaltsın. Ta ki riyazî
hareketlerle ayrışacak fazlalıklar, hamam ile ter olup gitsin. Bu boşalma
ile vücut, mizacının itidaline yetsin.
Soğuk su ile yıkanma, gençlerin bedenine güç verir. Yaz günlerinde, öğle
öncesi sıcak mizaclı ve normal etli olan kimselere sıhhattir. Ama
ihtiyarların, çocukların, ishal ve nezlesi olanın, hazmı eksik olanın
bedenine zarar ve ziyan eder.
Kültürlü kaplıcaları kullanma, yani kükürtten kaynayan ve galeyan eden
sıcak su ile yıkanma, fazlalıkları atıcı, titreme ve felce ilaçtır. Uyuzu
iyileştirir, mafsal ve romatizmaya şifa verir. Madenî suların hepsi, beden
kokularını giderir, yaralara merhemdir. Bu ilaçların vücuda olan
menfaatlerini Allah Taâlâ en iyi bilir.
Yedinci Madde
Çok kullanılan ilaç ve gıdaların tabiat ve menfaatlerini, özellik ve
hükümlerini (ebced) harflerinin terkibince bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, tıp bilginleri demişlerdir ki: Herkes kendi
vücudunun hekîmi olmalıdır. Kullandığı ilaç ve gıdaların tabiat ve
menfaatlerini bilmelidir. Her birisini hükmüyle kullanmalıdır. Ta ki vücudu
sıhhat üzere kalmalıdır.
Gıdalardan her birinden her bir deva ki, insan bedeninde keyfiyetiyle tesir
eder. Gerçek o ilaç, insan bedenine gelip, onunla beden kendi tabii
hareketinden uyanırsa; eğer bedene insanî keyfiyetten ziyade tesir etmezse,
o ilaç mutedil; eğer bedene keyfiyyetten ziyade tesir ederse, o ilaç
itidallerden ve o keyfiyetten yana dışarıdadır. Şu halde eğer o tesir az
olup, hissedilmezse, o ilaç birinci derecedir. Eğer bedene zarar verirse,
lakim zararı helak edici değilse, o ilaç üçüncü derecededir. Eğer zararı
ölüme varırsa, o ilaç dördüncü derecededir. Ona zehir ilaç adı verilmiştir.
Gıdaların da hükümleri, bu ilaçlar gibi bulunmuştur. Hepsinin hükümleri
hece harfleri tertibiyle açıklanmıştır.
(ELİF)
İbrişim: Sıcak ve rahattır. Özellikle hamı faydalıdır. Kurusu, bit
türemesine engeldir.
İcsas (erik): İkinci derecede soğuk ve rutubetlidir. Onun tatlısı mideyi
bozar ve ishal eder. Ekşisi, kalbi teskin edip, safrayı söker. Eksisi,
tatlısından daha az ishal eder.
Ispanak: Birinci derecede soğuk ve rutubetlidir. Gıdası iyidir. Sıcak ve
kuru olan akciğere ve göğse faydalıdır. Karnı yumuşatır. Bel ve sırttaki
kan ağrılarını giderir.
Eftimon: Bir kuru ottur ki, birinci derecede kuru ve ikinci derecede
sıcaktır. Kokusu müsekkin, düşkün ve yaşlılara faydalıdır. Sevda
hastalıklarını ve balgamı gidericidir. Sara ve malihülyayı defedicidir.
Gençleri ve hararetlileri susatır.
Anason: Bilinen bir tohumdur ki, üçüncü derecede kurutucu ve ısıtıcıdır.
Böbrek, mesane, rahim, karaciğer ve dalak tıkanıklıklarını açar. Yeli
ayrıştırmada tam etkisi vardır. Baş ağrısı ve safravî hastalıkları teskin
için buhar ve suyu faydalıdır. Ezilmişi gülyağı ile kulağa damlatırsan,
kulak içinde çarpma ve düşmeden ârız olan ağrıları dindirir. Bevli ve hayzı
söker. Balgamdan doğan susuzluğa faydalıdır. Süt ve meniyi çoğaltıcı,
zehrin zararını gidericidir.
İsmet: İsfahan sürmesi denir. Öldürücü kurşun madeninin cevheridir. Birinci
derecede soğutucu ve ikinci derecede kurutucudur. Ekşisiz kurutucu ve
kabız edicidir. Gözü kuvvetlendirir, burun kanını keser.
Ürüz (pirinç): Bilinen gıdadır ki, birinci derecede ısıtıcı ve ikinci
derecede kurutucudur. Suyuyla yıkanmak, uzuvları kirden pak eder. Yenmesi,
mideyi temizler. Süt ile pişirilmesi meniyi fazlalaştırır.
(BE)
Basal (soğan): İkinci derecede kurutucudur. Üçüncü derecede ısıtıcıdır. O,
ayrıştırıcı, kesici, yumuşatıcı ve açıcıdır. Damarların ağızlarının açmak,
onun halidir. Kuvvetlisi, yüzü kızartır. Tuz ile siğili sökker. Normal
olarak yenmesi, mide ve iştihaya kuvvet verir, çok yenmesi, baş ağrısı yapar
ve aklı hafifletir. Pişmiş soğan çok gıdalıdır. Lakin susatıcıdır.
Parlamaya faydalı, basur ağızlarını açıcıdır. İdrarı kuvvetlendirici,
tabiatı yumuşatıcı, zehirli rüzgâra faydalıdır. Pişmişi yaranın üzerine
sarılırsa, ağrıyı dindirir.
Bıttıh-ı asfar (kavun): Birinci derecede ısıtıcıdır. Süratle safraya
dönüşür. Onu sirke balı düzeltir.
Bıttıh-ı ahzar (karpuz): İkinci derecede rutubet verici ve soğutucudur.
Bedeni kirden açar. İdrarı çoğaltır. Mesanede oluşan ve böbrekte peydalanan
taşları düşürücüdür. Yemek ile yenmesi faydalıdır.
Beyz (yumurta): En iyisi, yağ içinde yarı pişirilen tavuk yumurtasının
sarısıdır. En faydalısı, taze olan yumurtadır. Sarısı hararete, beyazı
soğukluğa ziyade meyilli olmuştur. ikisi dahi rutubetli ve faydalıdır.
Beyazı yüze sürülse, güneş tesirini ve ateş sıcaklığını manidir. Sarısı bal
ile karıştırılıp, yüzdeki sivilcelere sürülse, onu giderir. Beyazı,
göz ağrılarına, boğaz sertliğine, ses kesilmesine, nefes darlığına, öksürüğe
ve kanın havalandırılmasına faydalıdır. Tavuk yumurtası, çabuk nüfuz
edici, en iyi kimyon ve en çok gıda ve meni vericidir. Bayat yumurtanın
sarısı kabız edicidir. Dövülmüş mazı ile ishali kesicidir. Yumurta et
kuvvetindedir. zira ki o, hayvanın cüzüdür. Belki kuvvetli hayvandır.
Bazican (patlıcan): İkinci derecede ısıtıcı ve kurutucudur. Sevda, baş
dönmesi, tıkanıklık, uyuz ve cüzzamı doğurur. Rengi bozar, sarı ve siyah
eder.
Bindük (fındır): Hararet ve kuruluğa meyillidir. Hazmı ağırdır. Cinsî
kuvveti artırır. Baş ağrısı ve mide bulantısı doğurur. Dimağa yararlı olup,
öksürüğü defeder.
(CİM)
Ceviz: Birinci derecede kurutucu ve ikinci derecede ısıtıcıdır. Onun
baş ağrısı vardır. Hazmı güz ve harareti çoktur. özelliği, ağzı tebşirdir.
Bal ile soğuk mideye faydası iyidir.
Hindistan cevizi: İkinci derecede ısıtıcı ve kurutucudur. Gözü
kuvvetlendirici ve sebel hastalığına faydalıdır. Kokusu güzel, yemeği
hazmettiricidir. karaciğer, dalak ve mideyi kuvvetlendirici, idrarı
getirici ve tabiatı kabzedicidir.
Cübn (peynir): Tazesi, rutubetli ve soğutucudur. Eskisi, ısıtıcı ve
kurutucudur. Normali gıda vericidir. Tuzlusu eski olursa zayıflatıcıdır.
Mesanede taş yapar.
Cüzür (havuç): Aslı ikinci derecede hararet verici ve birinci derecede
rutubetlidir. Mideyi üfürücü ve şehveti dalgalandırıcıdır. Onun tohumu
idrarı getirir.
(DAL)
Darçın: Üçüncü derecede ısıtıcı ve kurutucudur. Oldukça latif ve çekicidir.
tıkanıklıkları açıcıdır. Her bozukluğu düzelticidir. Onun yağı, açıcı,
ayrıştırıcı ve eriticidir. Faydası, yüzdeki siğillere ve titremelere
çoktur. Baş ve göğüs ağrılarına faydalıdır. Soğuk nezleyi, rutubetli
öksürüğü defeder. Mideyi kuvvetlendirici, kalbi açıcıdır. karaciğer
tıkanıklığına, rahim ve böbrek ağrılarına faydalıdır. Göz perdelenmesini ve
kararmasını defedicidir.
[TOP]
[TOP]
34-BÖLÜM:034:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İki el ve iki ayak
kemiklerinin bileşik keyfiyetini, isim ve özelliklerini
yedi madde ile
açıklar.
Birinci Madde
iki pazu kemiklerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Pazu kemiği
yuvarlak şekil üzere suret bulmuştur. Ta ki âfet kabulünden
uzak olmuştur.
Üst tarafı yumru olu, omuz çukuruna gevşek bir mafsalla
girmiştir. Bu
mafsala gevşekliğinden, çok çıkma ârız olmuştur. Bu gevşeklikte
iki fayda
vardır: biri ihtiyaçtır, biri emniyet ve selamettir.
İhtiyaç:
Bütün yönlerde selamet harekettir. emniyet ise, sâbittir. Zira ki
pazu, her
taraftan yana hareket etmeğe muhtaçtır. Lakin o hareket, onda çok
ve devamlı
gelir. Ta ki, bağlarının kopmasından korkula. Belki pazu, çoğu
durumlarda
sâkin ve sair mafsalları hareketli bulunmuştur. O mafallar
pazudan ziyade
muhkem yaratılmıştır. Pazu mafsalını dört bağ tutmuştur.
Biri, enine perde
gibidir ki, o mafsal, sair mafallar gbi kuşatıcı
olmuştur. İkisi sonundan
inmiştir. Birinin tarafı geniş olup, pazu tarafını
çevrelemiştir. biri büyük
ve sert olup, dördüncü bağ ile kargaburun
çıkıntısından inmiştir. Şekilleri
geniş olup, pazuya temas etmiştir. Pazu
kemiği göğüsten yana çukur olup,
boşluktan yana yumru kılınmıştır. Ta ki
üzerinde toplanmış ve tertip edilmiş
olan adaleler, sinirler ve damarlar
örtülmüş olup, avuçladığı nesne gökçek ve
kolay avuçlansın. iki el,
birbirinin üzerine rahat ulaşsın.
Pazunun alt
tarafını üzerine iki bitişik çıkıntı bileşmiştir ki, iç
tarafında olan uzun
ve inci bulunup, bir nesne ile mafsalı olmayıp, ancak
sinir ve damarları
korumak için yaratılmıştır. Dış tarafında olan çıkıntı
ie ve üstte olan
çukurda bulunan lokma ile dirsek mafsalı tamam olmuştur.
İkisi arasında bir
yeri vardır ki, onun iki tarafında iki oyuk vardır.
Üstteki oyuk önde ve
alttaki oyuk arkada vâki olmuştur. Üst oyuğun engeli
yoktur. Düzgündür. Fakat
ikinci oyuk, daha büyüktür. Göğüs oyuğuna yakın
olan yeri düz olmayıp, oyuğu
dahi yuvarlak bulunmayıp, duvar gibi düz
yaratılmıştır. Ta ki onda, kol
çıkıntısı, boşluk tarafından yana hareket
edip, ona ulaştığında dursun. Bu
iki oyuğa, iki atabe adı vermişlerdir. Bu
mafsallar, bu yapı üzere düzen
tutmuştur.
İkinci Madde
Bilek kemiklerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Bilek,
uzunlamasına iki kemikten oluşmuştur. Onlara: iki bilek kemiği
derler.
Bunların başparmağa yakın ola üstteki ince olup, ona, üst bilek
kemiği
derler. Küçük parmağa yakın olan alttaki, taşıyıcı olduğundan alt
kemik
adını almıştır.
Üst bilek kemiğinin faydası: Onunla bileğin hareketi
eğilip, bükülücü
olmaktır. Alt kemiğin faydası: Onunla bilek kavrama ve
yayılmadan yana
hareket eder. Bu iki kemiğin her birinin ortası ince ve
latif
yaratılmıştır. Ta ki, kalın adaleler onları sıkmasıyle ağırlık
veren
kalınlıklarından kurtulmuş olalar. ama etrafı, et ve adaleden arınmış
ve
bağlar ile gizlenmiş oldukları için, mafsalların hareketiyle
sert
çarpmalara uğradıkları için kalın ve metin kılınmıştır. Üst
kemik,
girintili-çıkıntılı olup; faydası, eğik hareketlere kabiliyeti
olmak
bilinmiştir. alt kemik, yumma ve açmaya yaradığı için düz
yaratılmıştır.
Dirsek mafsalı, adale ile süt ve alt kemi mafsallarındandır.
Üst kemiğin
tarafında küçük bir çukur vardır ki, pazunun boşluk tarafında
olan çıkıntı
onda raptedilmiştir. O çukurda, bu çıkıntının dönmesiyle eğri
hareketler
hâsıl olmuştur. Alt bilek kemiğinin iki çıkıntısı vardır ki,
aralarında
(sin) harfine benzer benzer bir yer bulunmuştur. Onun çukurunda
olan yüzeyi
yumru kılınmıştır. Ta ki pazunun çukur tarafında olan yere girip,
dirsek
mafsalı ondan bileşe. Vakta ki giren yer, çukur yer üzerinde geri ve
süt
taraflarına hareket eylese, el yayılır. Kaçan çıkıntıyı haseden
çukurdan
duvar eri ayrılsa; eli ziyade yayılmaktan haps ve men edip, adale
ile bilek
istikametine yakın olur. Kaçan iki yer birbirinin üzerinde ön ve
üst
taraflarına hareket eylese, el yumulup, bileği pazuda ön tarafa
teğet
olur. İki çıkıntının aşağı tarafları, tek bir şey gibi toplanmış
olup,
onlardan geniş ve ortak bir çukur meydana gelir ki, çoğunlukla
alt
çıkıntıda bulunmuştur. Bu çukurdan fazla kalan âfetlerden uzak olmak
için
yumru ve kaygan yaratılmıştır. Alt bilek kemiğinin çukuru
gerisinde
uzunlamasına bir çıkıntı vardır ki, faydası: Korumak ve
kollamaktır.
Üçüncü Madde
El ayasının
kemiklerini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri
demişlerdir ki: El ayası, bir
çok kemiklerden meydana gelmiştir. Ta ki cüzüne
erişen âfet, bütününe
erişmesin. El ayası, eli yumduğunda, o kemiklerle
çukurlaşmakta ve büyük
cisimler üzerinde avucun çukur olmasıyle, kayganların
tutulması mümkün
olsun. Bu kemiklerin mafsalları birbirine zaptolunmuştur, ta
ki dağılmasın.
Avucun aldığı nesnelerde tutuşu zayıf olmasın. Hatta ayanın
derisi soyulsa,
bu kemiklerin hepsi bitişik ve tek görünür. Bu bitişme ile
bile bu
kemikleri birbirine birçok bağlar, sağlam bağlayıp; bir miktar
mutavaat
vermiştir. Ta ki avucun içinde kavramaya yarayan çukurluk meydana
gelsin.
Aya kemikleri yedi ve bir de fazla kemik yaratılmıştır. Ama yedi
asıl
kemik, iki saf kılınmıştır. Bir safı, bilekten yanadır ki, cisimleri
ince
ve sayları üç bulunmuştur. İkinci safın kemikleri, parmak taraklarından
yana
bulundukları için geniş olup, sayısı dört bilinmiştir. Şu halde üçü
araya
sıkıştırılıp, bileğe yakın olan tarafı ince ve gayet bitişik
bulunmuştur.
Öteki safa yakın olan tarafı, geniş ve bitişiklikleri az
kılınmıştır.
Sekizinci kemik ise, el ayasının iki safını düzenlemek için
değil, belki
ayaya yakın olan siniri korumak içindir. üç kemiğin
açlarının
birleşmesinden, onun tek ucu hâsıl olup, iki bilek kemiği
uçlarından hâsıl
olan geni çukura girip, ondan mafsal yumulur ve açılır. Alt
bilek kemiğinde
açıklanan çıkıntı, aya kemiklerini yakın ola kemiğin çukuruna
girip, onunla
mafsal, eğik ve açık olmuştur.
Tarak kemikleri dört olup,
dört parmağa mukabil gelmiştir. Bu tarak
kemikleri, ayaya yakın olan tarafta
birbirine yakın olmuştur. Ta ki bitişik
gibi olan kemikleri ayaya bitişmesi
gökçek olsun. Parmaklar tarafından yana
bir miktarca açık olmuştur. Ta ki
kemikler, farklı açıklıklara güzel
bitişsin. İç tarafından çukur olmuştur, ta
ki genişlik ve sıkışıklığa
yardımcı olsun. Aya mafsalı ile tarak kemikleri,
aya etrafında olan
çukurlara, kıkırdaklara bürünmüş olan tarak kemiklerinden
çıkıntılar
girişiyle telif edilmiş yaratılmıştır.
Dördüncü
Madde
Parmak kemiklerini bildirir.
Ey aziz, malûm
olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: El parmakları
eşyayı kavramakta
yardımcı âletlerdir. Parmakların eti, kemiklerden hâli
yaratılmadı. Gerçi
muhtelif hareketleri sülük ve balık hareketleri gibi
mümkün idi. Lakin
parmakların işleri, el titremesi gibi zayıf olmayıp,
metin ve kavi olmak için
kemiklerle dolu yaratılmıştır. Bu parmaklar, birer
kemikten yaratılmayıp,
müteaddit kemiklerle bulunmuştur. Ta ki işleri zor
olmasın. Her parmak üç
kemikten yaratılmıştır. Zira ki, üçden ziyade olsa,
ağır eşyayı zaptetmekten
âciz kalırdı. Üçten az olsa, parmakların
hareketleri eksik olurdu. Parmak
kemiklerinin uçları ince, kaideleri
geniştir. Üsttekiler alttakilerden boy
boy büyük yaratılmıştır. Ta ki
yüklenici ve yüklenen arasında münasebet
gökçek olsun. Bu kemikler yuvarlak
kılınmıştır. Ta ki âfetlerden korunmuş
kalsınlar. Boşluksuz ve iliksiz,
sertlik üzere yaratılmıştır. Ta ki çekme ve
kavrama hareketlerinde
metanetleri sağlam ve kuvvetli olsun. Dışları yumru,
içleri çukur
bulunmuştur, ta ki tutma ve oğma kolay olsun. Dış tarafları dahi
baş parmak
ve küçük parmak gibi parmak olmayan taraflar yumru kılınmıştır; ta
ki
sıkışma anında âfetlerden korunmuş olan yuvarlak şekle benzesin.
İçlerinde
et az olmuştur. Ta ki onları koruyup ve örtüp, kavrama ile temas
olunan
nesnelerin altında eğilici olsun. Dış tarafları etsiz kılınmıştır. Ta
ki,
ağır olmayıp, hafiflik bulsun. Parmakların etrafında tırnaklar olmuştur.
Ta
ki uçları, etkili silah yerini tutsun. Parmakların uç etleri çoktur. Ta
ki
birine yapıştığında iyice tutsun. Orta parmağın mafsalı uzun
olup,
ötekilerininki daha kısa olmuştur. Ta ki, kavrama sırasında
parmakların
etrafı eşit olup, avucun içinde boş yer kalmayı, muntazam olsu.
Kavranan
yuvarlak üzerinde el ayası ve parmaklar çukurlaşıp, her taraftan ona
temas
kılsın.
Baş parmaklar, diğer dördünden daha kısa ve kalın
yaratılmıştır. Ta ki
hepsine mukavemette muadil kalsın. Eğer baş parmak,
kendi yeri gerisinde
konulsaydı, faydası kalmayıp, engelleri peyda olurdu.
Zira ki eğer
baş parak, elin içinde olsaydı, el içiyle ola işlerin çoğu
yapılamazdı. Eğer
küçük parmak tarafında konulsaydı, iki el, kavradıkları
nesnede, birbirine
mukabil ve uygun gelmezdi ve birbirine yardım edebilmezdi.
Eğer elin
sırtına olsaydı, ziyade uzak olup, yararı kalmazdı. Başparmak,
tarak
kemiğine bağlanmadı. Ta ki kendi ile dört parmak arasında mesafe
dar
olmaya. Şu halde, vakta ki, dört parmak bir taraftan, bir nesneyi
kuşatıp,
başparmak ta onlara mukavemet eylese; elin, bir büyük nesneyi
alıp
kavraması mümkün olur ve bir tarafla başparmak, avucun kavradığı
nesnenin
azası benzeridir ki, onu örter. Bütün parmakların asâyişi, rutubetli
ve
yapışkan kılınıp, birine giren rutubetli ve yapışkan kıkırdak ve
çukurlara
bitişik yaratılmıştır. Ta ki onunla rutubetleri sürekli olup,
onlara
hareketlerinden kuruluk gelmesin. Mafsallarını, kuvvetli bağlar
sarıp,
kıkırdak örtüleriyle bitişik yaratılmıştır. Ta ki muhkem olsunlar.
Ziyade
sağlamlık için mafsallarında bulunan açıklıkları, küçük kemikler
ile
doldurulup, metanet verilmiştir. Bunlara: Semsemaniye
derler.
Tırnaklar dört fayda için yaratılmıştır. Birinci faydası: Bir
nesneyi
bağlayıp düğümlemekte; parmaklara dayanak olmaktır. İkincisi: Onlarla
ufak
nesneleri kaldırıp toplamaya kudret bulmaktır. Dördüncüsü: Bazı
vakitler,
gerektiğinde, silah gibi onlarla düşmandan intikam almaktır.
Tırnakların
etrafı, yuvarlak kılınmıştır. Ta ki çarpma âfetlerinden
korunsunlar.
Yumuşak kemiklerden yaratılmıştır. Ta ki sert nesnelerle
karşılaşmada
kolaylıkla eğilip, selametle bükülsünler. Mukavemetle yarılıp ve
kırılmayıp,
sağlam kalsınlar. Kazınma ve törpülenme taraflarında
bulunmuşlardır. Onun
için büyüyüp ve gelişip, uzar kılınmışlardır. Ta ki
çarpmalarda mahvoldukça
yine tamam olsunlar. Uzadıkça, kesmekle karar
bulsunlar.
Beşinci Madde
Kasık kemiklerini ve
kalçayı bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri
demişlerdir ki: Bedende bulunan
kemiklerin biri dahi kasık kemiğidir. O,
kuyruk sokumu yanında sağlı ve
sollu iki kemiktendir ki, kasığın ortasında
sağlam bir mafalla birbirine
bitişmiştir. Bunlar, adı geçen üstteki
kemiklerin yesası gibi bilinmiştir.
Alttaki kemiklerin hepsinin yüklenicisi
ve nakledicisi bulunmuştur. Bu iki
kemiğin her biri dört cüze taksim
olunmuştur. Boşluktan yana olan
parçalarına hâsıla kemiği ve harkafe kemiği
adı verilmiştir. Önden yana
olan parçalarına kasık kemiği denmiştir. Arkadan
yana olan parçalarına virek
kemiği denilmiştir. içe ve aşağıya olan
parçalarına kalça payı denilmiştir.
Zira ki, bularda, iki kalça kemiklerinin
yumru uçları girecek oyuklar
bulunmuştur. Bu iki kemik üzerinde meni
âletleri, rahim, makat, mesane gibi
latif azalar konulmuştur.
İki ayağın
faydası: iki nesnedir. Biri nizam, üzere ayakta durmaktır ki,
iki ayak ile
sabit ve kaimdir. Biri yukarı çıkma, inme ve düz durma
durumlarında
intikallerdir. iki kalça ve iki ayak ile bu intikaller
yapılır. Zira ki, eğer
ayağa bir âfet erişse, ayakta durma düzeni zor olur.
İntikal kolay ve rahat
olur. Eğer kalça ve baldır adalesine bir âfet
erişse, o vakitte ayakta durma
kolay olur, intikal zor olur. Ayak
kemiklerinin birincisi iki kalça kemiğidir
ki, bedende olan kemiklerin en
büyüğüdür. Zira ki, bu iki kemik, üstlerinde
olanı yüklenici ve altlarında
olanı nakledicidir. Bu iki kemiğin üst
tarafları kubbe gibi yumru olup,
hakk'u-l vikete olan çukura girmiştir. Bu
iki kemik, önden ve boşluktan yana
yumru, geri ve içeriden yana çukur ve
kesik kılınmıştır. Ta ki büyük
adleleri, sinirleri, birçok damarı gökçek
koruyup; hepsinden düz bir nesne
hâsıl olup, onula oturuş daha güzel olsun.
Eğer hakk'u-l virek beraberinde
düz konulsaydı, iki oyluk arası uygunsuz ve
geniş olup, yamuk olurdu. Bu
iki kemiğin alt tarafında diz mafsalları için
her birinin iki çıkıntısı
vardır. Diz mafsalından önce baldır kemiklerini
beyan ederiz, ta ki ondan
diz mafsalı ortaya çıka.
Altıncı
Madde
Baldır kemikleri ve iki diz mafsalını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: bilek gibi
baldır dahi iki kemikten yaratılmıştır. Biri büyük ve uzundur
ki, ona büyük
kasba denilmiştir. Biri küçük ve kısadır ki; üst tarafı kalça
kemiğine
bitişik olmayıp, ona küçük kasba adı verilmiştir. Kalça gibi
baldır
kemiğinin boşluktan yana yumruluğu bulunmuştur. Küçük kasba, alt
tarafta
içten yana yumru yaratılmıştır. Ta ki onlarla baldır adaleleri ve
sinirleri
muntazam olsun. Hakikatte baldır, o büyük kasbadır ki, kalça
kemiğinden
kısa bulunmuştur. Ta ki, hareket için hafif olsun. Bu baldıra bir
mutedil
miktar verilmiştir ki; ne üstünü taşımaktan âciz olur; ne hareketten
zorluk
bulur. Bununla bile küçük kasba ile dahi ona kuvvet ve
sağlamlık
verilmiştir. Küçük kasbanın bu sağlamlığından dahi büyük kasba
ie
aralarında olan sinirleri ve damarları örtücü ve koruyucu
bulunmuştur.
Mafsal önünde büyük kasbaya iştirakle yumulma ve yayılmaya
kuvvet vermek
için yaratılmıştır.
Diz mafsalı: Kalça kemiğinin alt
tarafında olan iki çıkıntının baldır
kemiğinin üst tarafında bulunan iki
çukura girmek ile hâsıl olmuştur.
Bunlar, birer lif bağı ile bağlanmış olup,
iki taraftan iki metin bağ ile
muhkem düğümlenmiştir. İkisinin önleri diz
kapağı kemiğinde yerleşmiştir.
Diz kapağı ayrı bir yuvarlak kemiktir ki, ona
diz gözü denilmiştir. Bunun
faydası, diz üzerinde oturma anında diz mafsalını
ayrılmaktan bu kemik ile
koruyup, emniyet bulmaktır. Bu ağır bedeni taşıyan
mafsal, hareketi ile
kuvvet verip, ona direk olmaktır. Ve bu kemiğin yeri bu
mafsalın önünde
bulunmuştur. zira ki bu mafsala ani saldırı ve çarpma çoğu
zaman ön
taraftan olur, bilinmiştir. ama geri taraftan yana ani çarpma
olmayıp, sağ
ve sol tarafa eğilmesi az bulunmuştur. Şu halde ani kalkma ve
oturmalarda
diz mafsalına ön taraftan zor zahmet gelmekle ihtiyat
kılınmıştır.
Yedinci Madde
Ayak kemiklerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Ayak, ayakta
sebat için âlet yaratılmıştır. Şekli, ayakucu tarafına
uzamış bulunmuştur.
Ta ki üzerine dayanma ve dinelmeye yardımcı olsun. İç
taraftan yana beli
ince kılınmıştır. Ta ki ayakta durma durumunda ön tarafı
ayaktan yana dönük
olup, yürürken atılacak ayağın dayanmakla, yürüme düzeni
uygun olsun.
Dikenli olan yere, ayak bastığında tabanı üzere olup, diken ona
şiddetle
batmasın. Yuvarlak nesnelere ayak ayası, kolay ve sağlam basıp, bir
tarafa
kayıp gitmesin. Ayağın çok kemikten oluştuğundan nice
faydaları
bilinmiştir. Biri budur ki: Ayak, bastığı nesneyi gerektiğinde
sağlam basıp
sabit olmaya kadir bulunmuştur. Zira ki ayak, bastığı nesneyi el
ayasının
kavradığı gibi kavrar bilinmiştir. Sair faydaları, çok kemikli olan
azanın
sayılan faydalarının aynısı bulunmuştur.
Bir ayağın kemikleri
yirmialtı adet olmuştur. Biri topuk kemiğidir ki,
onunla bacak mafsalı
tamamlanmıştır. Biri ökçe kemiğidir ki, ayakta
durmanın temel direği onunla
bulunmuştur. Biri kayık kemiğidir ki, ayağın
ortası onuna yerden kalkıp ön
tarafı dahi onunla yere gelir. Ayak bileğinin
dört kemiği vardır ki, onlarla
ayak taraklara bağlanır. Biri merdiven
kemiğidir ki, altıgen şeklindedir. O,
ayağın dış tarafından yana
konulmuştur. Ta ki, yer üzerinde o tarafın sebatı
gökçek bulunsun. Beş
kemik dahi tarak için yaratılmıştır.
insanın ayak
topuğu diğer hayvanların topuğundan daha çıkıntılı kılınmıştır.
Ayağın
hareketinde faydalı olan kemiklerin en yararlı topuk bulunmuştur.
Nitekim
ayağın sebatında faydalı olan kemiklerin en lüzumlusu topuk
bilinmiştir.
Topuk, daha önce açıklanan iki baldır kemiğinin yuvarlak
tarafları arasında
konulmuştur ki, onu üst tarafından, kafasından, dış
tarafından ve iç
tarafından kuşatmıştır. Onun iki tarafı, topuk kemiğindeki
çukura girmiştir.
Bu topuk, bacak ile ökçe arasında bir vasıtadır ki,
onunla birbirine gökçek
bitişmesi bulunmuştur. O ikisi arasında mafsal,
metin olmuştur. Topuk ortada
bulunup önünden kayık kemiğine, mafsal bağı
ile bağlanmıştır. Kayık kemiği,
geri tarafından ökçe kemiğine, ön
tarafından bilek kemiğinin üstüne, dış
taraftan yana bacak kemiğine
bitişmiştir. ökçe, topuğun altında konulup,
kendi sert, arka tarafı
yuvarlak yaratılmıştır. Ta ki, afetlere mukavemet
edip, sertlikle isabet
eden nesneleri iyi tarafa atsın. Alt tarafı düz
kılınmıştır. Ta ki, düz
basması kolay olup, bastığı nesne üzerinde rahatla
karar etsin. Ölçüsü
büyük olmuştur. Ta ki, bedenin yükünü taşımaya kudreti
yetsin. Şekli, uzun
üçgen olup, yavaş yavaş incelip, ayağın ortasında dış
tarafına ulaştığında
son bulmuştur. Ta ki, ayağın çukuru arkadan ortaya doğru
yavaşlıkla gitsin.
Ayak bileği, el bileğine uymaz. Zira ki, ayak bileğinin
kemikleri bir saf;
el bileğininkiler iki saf bilinmiştir. Bu bileğin kemik
sayısı, ondan az
kılınmıştır. Zira ki, kavrama ve harekete ihtiyaç, elde çok
bulunmuştur.
Ayaktan istenen, sebat ve sağlamlık bilinmiştir. Mafsal ve
kemiklerin
çokluğu sebat ve sağlamlığa zararlı olduğu gibi, yoklukları dahi
sebat ve
sağlamlığa zararlı olduğundan, insan ayağı bu biçimde
yaratılmıştır.
Ayak tarağı, beş kemikten bileştirilmiştir. Ta ki, her birine
beş parmaktan
biri bitişip, bir safta dizilsinler. Ayağın parmakları,
elinkilerden daha
kısadır. Zira ki, ayakta istenen metanet, elde kavramak
bulunmuştur. Ama
baş parmak iki büyük boğumdan ve ondan başka parmakların
hepsi üçer
boğumdan yaratılmıştır. Ta ki, yürüme hareketi düzenini bulup,
yürüyüşünde
âhenk olsun.
Böylece insan bedeni semsemelerle (susam şeklinde
kemik) birlikte toplam
üçyüz kemikten oluşmuştur. Bu bileşim üzere bulunan
şaşırtıcı terkipler,
akıl sahiplerine ibret olmuştur. Şaşırtıcı şekillerinde
benzersiz yaratıcıyı
fikreden ve düşününe akıllılara hayret gelmiştir.
Şaşanlar, bu sanat
şaheseri binadan çok ibret alıp, nice izzet ve lezzet
bulmuştur. Yaratıcı
ve şekil veren Allah, münezzehtir, deyip hayrette
kalmıştır.
[TOP]
35-BÖLÜM:035:
ÜÇÜNCÜ BAHİS
Uzuvların hareketleri
keyfiyetini, adalelerin mahiyetini, cüzlerini,
metanet ve özelliklerini üç
bölümde ayrıntılı olarak bildirir.
BİRİNCİ
BÖLÜM
Adalelerin diziliş keyfiyetini, onlarla baş ve boyunda
bulunan hareketleri
yedi madde ile açıklar.
Birinci
Madde
Adalelerin dizilişini ve onlarla hâsıl olan hareketleri
topluca bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri
demişlerdir ki: İnsan bedeninde
mevcut olan dörtyüzyirmi tane irade-i
ihtiyarî hareketin tamamı sinirler
vasıtasıyle yürekten dimağa, ondan
uzuvlara ulaşan kuvvetle hâsıl olup,
hareketli azanın temeli bulunan sert
kemikler ile ince sinirlerin bitişmesi
uyumsuz olduğundan yaratıcı olan
Allah, inayeti ile lutfedip, uzuv
kemiklerinden sinire benzer bağlar bitirip;
sinirler ile tek bir şey gibi
toplamış ve birleştirmiştir. Bağlar ile
sinirlerden bileşen baş, beyin e
omuriliğin hacimleri tahammülünce çıktığı
yerde ince bulunup, özellikle
uzuvlara bölünüp ve yayıldığına her bir kemiğin
payı, oldukça ince zayıf
olup, asıl çıkış yerinden uzaklaştıkça bozuşumu
ortaya çıktığı için
yaratıcı Allah, hikmeti ile tedbir edip, sinirlerle
bağlardan bileşen
uzuvları az yaratmakla kalın edip, aralarını et ile
doldurup, zar ile perde
çekip, sinir cevherinden olan belkemiğini ortasında
korumuştur. Şu halde
bunun hepsi sinirden, liften, etten ve zardan meydana
gelmiş bir uzuv
olmuştur ki, ona adale derler. Bu adale toplandığında
kısalır. Ondan uzuv
tarafına giden kirişi çeker. O durumda o uzuv buruşup,
çekilmiş olur. Yine
bu adale kendi yayılması ile uzadığında, o kiriş gevşer.
O vakitte, o uzuv
açılıp, uzar. İradî hareketlerin hepsi bu keyfiyetle hâsıl
olup, çeşitli
nevilerle yerine göre suret bulur.
İkinci
Madde
Yüz adalelerinin bazılarını ve onlarla hâsıl olan hareketleri
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Yüz adaleleri,
onda olan hareketli uzuvların hareketleri sayısınca
bulunmuştur.
Yüzün hareketli uzuvları, alın, göz, göz kapakları, yanaklar,
burun uçları,
alt çene ve dudaklardır.
Alnın hareketi, ince, geniş ve
örgütlü bir adale iledir. Bu adale, alnın
derisi altında yayılmış olup, ona
bir derece karışmıştır ki, alnın
derisinden bir cüz olup, ondan tecridi
imkansız bulunmuştur. Alnın derisi
adaleden hareketli olan uzva kiriş
bitişmiştir. Bu adalenin toplanması ile
iki kaş kalkıp, gevşemesi ile inip,
göz kırpmalarına dahi yardımcı
kılınmıştır.
Gözbebeği ki, gözün içindedir.
Onu hareket ettiren altı adaledir. Dördü,
gözün dört tarafındadır ki, her
biri göz bebeğini kendi yönüne hareket
ettirmişti. ikisi, gözün gerisinde
yani kaykacında korunmuştur. Onlarla göz
bebeğinin daire üzere olan hareketi
bulunmuştur. Gözbebeğinin gerisinde
bir adale vardır ki, açıklanacak içi boş
sinire dayanak olup, ona kendi
perdeleri ile metânet veriştir. Onu yumrulaşma
sırasında gevşemekten men
ile zaptetmiştir Fakat gözün üst kapakları hareketi
ile maksat tama olup,
gözün yumulması gerçekleştiğinden alt kapakları
hareketine gerek
kalmamıştır. Hakk'ın inayeti ise mümkün oldukça âletlerin
azalmasına sarf
olunuştur. Zira ki, âletlerin çokluğunda âfetler çok
bulunmuştur. Üst kapak
sakin olup, alt kapağın hareketli olması mümkündü.
Lakin Hakîm olan
Allah'ın inayeti, işleri çıkış yerine daha yakın olmakla
sinir ona
ulaştığında bükülme ve değişime muhtaç olmadığı bilinir. Üst kapak
için
gözün açılması sırasında kalkma hareketi ve kapanması vaktinde
inme
hareketi gerekip, kapanma ise aşağı tarafa çeken adalelere
muhtaç
olduğundan gözün iki tarafında iki adale yaratılmıştır ki, göz
kapağını
aşağıya çeker bulunmuştur. Göz kapağının açılması için ortasına bir
adale
inip, kirişinin tarafı kapağının tarafına yayılmıştır ki, o
kısılıp
toplandığında gözün açılması hâsıl olur. Onun için bir adale
yaratılıp,
doğru inip, kapağın iki perdesi arasında kıkırdak gibi geniş bir
cisim
olup, kirpiklerin bittiği yerin atında yayılmıştır. Göz kapağı,
göz
bebeğini korumak için ve kirpikler onu tozlardan korumak
için
yaratılmıştır. Şu halde bütün beden azaları, nice hikmetler ve
faydalar
için yaratılmıştır.
Üçüncü
Madde
Yanakların, dudakların ve burun kanatlarının hareketlerine
vesile olan
adaleleri bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi
bilginleri demişlerdir ki: Yanağın iki
hareketi vardır. Biri, alt çeneye
tâbidir. Biri, dudağa ortak olarak, diğer
bir uzvun hareketine tâbi olan
kendi hareketidir. Onun için yanak ile o
uzvun müşterek bir adaleleri vardır.
O adale her bir tarafta geniş olup, bu
isim ile bilinmiştir. Bu iki hareketin
iki adalesinin her biri, dört cüzden
bileşik bulunmuştur. Zira ki her birine
dört yerden lif gelmiştir. Bir cüzü
köprücük kemiğinden çıkıp, sonları iki
dudağın iki tarafına, alt taraftan
bitişik olup, ağzı yana ve aşağıya
çekmiştir. İkinci cüz, iki tarafta,
böğür ve köprücük kemiğinden çıkıp,
lifleri yanlara gitmiştir. Sağdan
çıkan, soldan çıkanla kesişip, geçmiştir.
Şu halde ağdan gelen lif, dudağın
sol alt tarafına ve soldan gelen lif, onun
üst sağ tarafına yetmiştir. Bu
iki lifin toplanmasıyle, ağız daralıp,
dudaklar ön tarafa gelir. kesenin
ipliği, kendi ağzını topladığı biçimde
olur. Üçüncü cüz, omuzda olan kemik
yanında bitip, o adalenin bitiştiği yerin
üstünde bitişmiştir Dudağı iki
tarafa eşit ve imale ile meyilli kalmıştır.
Dördüncü cüz, boyundaki
susamcıklardan gelip, iki kulak hizasından geçip,
yanak cüzlerine
ulaşmıştır. Çizgi, onunla öyle açık harekete gelmiştir. O
harekete dudak
dahi uymuştur.
Dudağın adalelerinin biri, yanak ile
müşterek olan adaledir ki,
açıklanmıştır. Dudağa mahsus adaleler dört
bulunmuştur. İkisi, elmacık
kemikleri üzerinden galip, dudağın iki tarafına
bitişmiştir. iki adale dahi
aşağıdan gelip, dudağa ulaşmıştır. Dudağın
hareketinde bu dördü yeterli
olmuştur. Zira ki, bu adalelerin her biri tek
başına hareket ettiğinde,
dudağı kendi tarafına hareket ettirir. İkisi iki
taraftan beraber hareket
etseler, dudak iki tarafa yayılıp gider. Dördü
birlik hareket etseler,
dudağın hareketleri dört tarafa tamam olup, kusuru
kalmaz. Bunlardan gayrı
onun hareketi olmaz. Müşterek olan adalelerin etrafı
dudağa bir derece
kaynaşmıştır ki, onun cevheri olan etten fark
olunmaz.
Burun kanatlarıdır ki, ikisine iki küçük sağla adalenin birleşmesi
âdildir.
Küçük olduklarına, çok hareketli olan yanak ve dudağın
adalelerini
yerlerinin lüzum ve genişliği yol açmıştır. Sağlam oldukları,
onlarda kemik
olmadığındandır. Bu iki adalenin çıkış yeri elmacık kemikleri
tarafında
bulunmuştur. Zira ki, elmacıkların lifine karışmış olup, burun
kanatlarını
o tarafa hareket ettirir bilinmiştir. Hepsi Allah'ın hikmeti
ile
konulmuştur.
Dördüncü Madde
Alt çenenin
hareketini, faydalarını ve adalelerini bildirir.
Ey aziz, malûm
olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Üst çene
hareket etmeyi, alt
çene hareketli olduğunda nice faydalar vardır. Biri
budur ki, en hafif olanın
hareketi uygun ve kolaydır. Biri budur ki,
hareketle zahmet çeken uzuvları
kuşatmayanı hareket ettirmek daha doğru ve
daha güzeldir. Biri budur ki, üst
çene sakin olduğundan, mafsalı ile
mafsal ucu metin ve
sağlamdır.
Hareketli olan alt çenenin üç hareketi vardır ki: Biri ağzı
açma
hareketidir. Biri kapama hareketidir. Biri çiğneme ve öğütme
hareketidir.
Açma hareketi, çeneyi aşağıya indirir. Kapama hareketi, çeneyi
yukarıya
kaldırır, öğütme hareketi, çeneyi iki tarafa meyil ile döndürür. Şu
halde
kapama için iki adale yaratılmıştı ki; üst taraftan inip, çeneyi
yukarıya
çekerler. İnsan çenesi hafif olup, hayvan gibi kesme ve koparmaya
fazla
muhtaç olmadığından bu iki adalenin miktarı küçük yaratılmıştır.
Oldukça
yumuşak olan beyin cismi ki, bunların çıkış yerleri kılınmıştır.
Beyine
yakın oldukları için bunlar dahi yumuşak bulunmuştur. Zira ki bu
adalelerle
dimağ arasında ancak bir kemik yaratılmıştır. Dimağdan çıktıkları
yer
yanında bir çift kemik içinde o yaratıcı Allah bunları defnedip,
perdeden
geçirmiştir. Ta ki, bu kemik sinirlerin başlangıç yerinden
uzaklaşmakla
cevherleri bir miktar sertleşmiş olsun. Bu iki adaleden her
birinin birer
büyük kirişi vardır ki,alt enenin kenarını çevirmiştir.
Toplandıkça o çeneyi
yukarı kaldırıp, üst çeneye bitiştirirler. Bu iki
adaleye iki adale dahi
yardımcı olmuştur ki, onlar ağzın içinden gelip alt
çenede boşluğa
inmiştir. Ağzın içinden gelen adalelerden biten kirişlerin
metanetleri için
ortalarından çıkmıştır.
Ağzın açılması ve çenenin
indirilmesi, adalelerinin lifleri kulağın
arkasında olan ebriye
çıkıntılarından inip, toplanıp, tek bir adale
olmuştur. Ondan ziyade
sağlamlık için kısa ve halis bir kiriş oyup, çene
kemiğine ağlanacak yerde
bitişip, birleştiğinde çeneyi arka tarafa çekip
aşağıya indirici olur. Çünkü
bu çenenin tabii ağırlığı inişine yardımcı
kılınmıştır. Şu halde ona iki
adale kifayet edip, başka bir yardımcıya
ihtiyacı kalmamıştır.
Çiğneme ve
öğütme için iki adale yaratılmıştır ki, her tarafta birer üçgen
adale
bulunmuştur. Kaçan açılarının darı olan tarafı elmacık kemiğine
girse, iki
kenarı uzayıp; biri alt çeneye iner ve biri çift kemiğe
yükselir. Üçgenlerin
tabanları, aralarında düz olarak birleşip, her bi açı,
kendi yerine gider. Ta
ki sözü edilen üçgen adalesinin toplanmasından,
muhtelif yönleri meydana
gelip, çiğneme ve öğütme onunla hâsıl olsun.
Beşinci
Madde
Baş ve boyunun hareketlerini ve adalelerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Baş için
kendine özgü hareketler vardır Boğazın beş kemiğiyle dahi ortak
hareketleri
vardır ki, başın eğilmesine boynun eğilmesi denir. Bu iki tür
hareket ki,
özel ve ortaktır. Her biri ya ön tarafa veya arka tarafa
doğrudur. Veya sağ
tarafa eğik veya sol tarafa eğiktir. Kâh bu iki tür
hareket arasında iltiat
doğar ki, daire şeklini bulur.
Başın aşağı düşmesi
ve kendine has olan hareketinin iki adalesi vardır.
Başın iki nahiyesinden
gelmiştir. Zira ki lifleriyle yukarıda kulak
gerisinden ve aşağıda böğür
kemiğinde çıkıp, tek bir bağlantı gibi olup,
başa çıkmıştır. Şu halde eğer
biri hareket eylese, başı, o tarafa eğik ve
düşük eder. İkisi birlikte
hareket etseler, baş, itidal üzere ön tarafa
düşmüş olur.
Baş ile boyunu
birlikte ön tarafa eğer adaleler bir çiftti ki, yemek borusu
altında
konulmuştur. Birinci omura ve ikinci omura ulaşıp, onarla
kaynaşmış
bulunmuştur. Şu halde, eğer yemek borusuna yakın olan cüzleri
toplandıysa,
baş aşağı düşer. eğer omurlara kaynaşmış olan cüzleri dahi
toplandıysa,
boyun da ön tarafa eğik olur.
Başı geri tarafına kaykıltan
adaleler dört çifttir ki, açıklanan bir çift
adalenin altında örtülmüştür. Bu
çiftlerin bitiş yeri,mafsalın üstünde
bulunmuştur. Bir çift, birinci omurun
iki kanadına gelmiştir. Bir çifti,
ikinci omurun sensenesine (susamsı)
bitişik olmuştur. Bunun özelliği, başın
eğilmesini, kaykılma sırasında düz
edip, tabii haline getirmektir. Dördüncü
çiftin başlangıç yeri, onların üzeri
olup, üçüncü çiftin altında dıştan
yana geçip, birinci omurun kanadına
gelmiştir. iki önceki çift, başı iki
tarafa meyilsiz geri tarafına
döndürürler. Üçüncü çift, başı, düz tutar.
Dördüncü çift, başı, eğik olarak
geri tarafa döndürür.
Başı, boyun ile birlik geri tarafına eğer adaleler dört
çifttir ki, üç
çifti, dördüncünün altında örtülü olup, o, onları kuşatmıştır.
Bu dördüncü
çiftin her biri bir üçgendir ki, tabanı, dimağın bir başka kemiği
olmuştur.
Onda olan, boyuna inmiştir. Bunun altında yayılmış olan üç çiftin
birisi,
boyun omurlarının iki tarafıyle aşağıya inmiştir. Bir çifti,
fazlaca
kanatlara meyl ile gitmiştir. Bir çifti dahi omurların iki
tarafıyle,
kanatların arasını bağlamıştır.
Başı, iki tarafa meylettiren
adaleler iki çifttir ki, baş mafsalına
bitişmiştir. Bir çiftin yerleri,
öndedir ki, onun biri baş ile ikinci
omurun arasını, sağ taraftan; biri sol
taraftan birleştirmiştir. İkinci
çiftin yeri, arkadır ki, onun biri, baş ile
birinci omurun arasını sağ
taraftan, biri sol taraftan toplamıştır. Şu halde
bu dört adalenin, hangisi
toplanıp, kısalırsa, baş, onun tarafına meyleder.
Bunların hangi ikisi bir
tarafta beraber toplanıp, kısılırsa, baş onların
tarafına dümdüz meyl eder.
Eğer bunların dördü birlikte hareket ederse, baş,
yerinde düz olarak sâkin
olur. Bu adale, diğer adalelerden küçüktür. Lakin
yerleri yakın ve
düzenleri sair adalelerin altında muntazam olduğundan, büyük
adalelerin
görevini görmüşlerdir.
Altıncı
Madde
Sesin yeri olan hançerenin kıkırdaklarını, adalelerini ve
hareketlerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi
bilginleri demişlerdir ki: Hançere,
kıkırdaktan bir uzuvdur ki, ses için âlet
yaratılmıştı. Bu hançere üç
kıkırdaktan oluşmuştur. Biri o kıkırdaktır ki,
boğazın önünde ve çenenin
altında, hissedilen ve dokunulandır. onun içi
çukur, dışı yumru olduğundan,
ona: Kalkan derler. İkinci kıkırdak, onun
gerisinde, boğaza yakın konulup,
boğaza raptolunmuştur. Üçüncü kıkırdak,
ikinci üzerinde tas gibi kapanmış
olup, ikinciye bitişip, kalkana bitişiksiz
kavuşmuştur. Kapanmış kıkırdak
ile bitişik olduğu ikinci arasında çukurlu bir
mafsal vardır ki, ikinci
kıkırdağın iki çıkıntısı o iki çukura girip,
hançerenin daralma ve
genişlemesinde, birbirinden uzaklaşır ve birbirine ayrı
düşerler. ikinci
kıkırdağın, kalkan kıkırdak üzerine kapanma ve kavuşmasıyle
ve odan
uzaklaşmasıyle hançerenin kapanması ve açılması bulunur. Hançere
önünde
üçgen bir kemik vardır ki, yunanca lam şeklinde olduğundan, ona: Lam
kemiği
denilmiştir. Nitekim kemiklerle açıklanmıştır. Bu kemiğin faydası
budur ki:
Hançereye dayanak olup, onun latif adaleleri bundan çıkmıştır. Şu
halde
kalkan kıkırdağına, ikinci kıkırdağı yapıştırmak için, üçüncü
kıkırdağı
ikisine tatbik için ve üçüncüyü ikisinden uzaklaştırmak ile
hançereyi açmak
için nice adaleler gerekmiştir.
Hançereyi açan adaleler
bir çifttir ki, lam kemiğinden çıkıp, kalkan
kıkırdağının önüne gelip,
üzerine yayılıp, bitişmiştir. Vakta ki, büzülme
ile toplanıp, kapanmış
kıkırdağı, ön ve üst tarafına çekse, hançere açılma
ile genişler. Bir çift
adale, boğazı aşağıya çeken adalelerle müşterektir.
Bunların çıkış yerleri,
kalkandan yana olan iç kemik kısmındandır. İki çift
adalesi dahi vardır ki,
bir çifti iki adaledir. Onlar kapanmış kıkırdağa
gelip, gerisinden ona
bitişmiştir. Vakta ki aynı büzülmeyle toplansa,
kapanmış kıkırdağı yukarı
kaldırıp, geri tarafa çekse; kalkandan uzaklaşıp,
hançzere genişler. İkinci
çiftin iki adalesi, kapanmış kıkırdağın ii
tarafına gelip, yayılmıştır. Vakta
ki büzülseler, kapananı kalkandan yerine
uzatıp, hançerenin yayılmasına
yardımcı olur.
Hançereyi daraltan adalelerin bir çifti, lam kemiğinden gelip,
kalkan
kıkırdağına bitişir. sonra genişleyip, ikinci kıkırdağa sarılıp,
onun
gerisinde iki adalenin iki tarafı bitişik olmuştur. Şu halde vakta
ki,
büzülseler, hançere daralır. Dört adalesi dahi kalkan kıkırdağıyle,
ikinci
kıkırdağı iki tarafı arasını birleştirmiştir. Şu halde bunlar
büzüldükçe,
hançerenin aşağı tarafı daralır.
Hançereyi kuşatan bir çift
adaledir ki, kalkan kıkırdağının kökünden çıkıp,
içinden gidi, ikinci
kıkırdağın köküne kapanmış olup, üçüncünün etrafına sağ
ve solundan
bitişmiştir. Vakta ki, yukarı kalksalar, mafsalı raptedip,
hançereyi öyle
kaplarlar ki, nefesi hapsetmekte göğüs adaleleri ve
zarlarına mukavemet
ederler. Bu iki adaleler, küçük ve sağlam
yaratılmıştır. Ta ki hançerenin
içinde sıkışmasız, kuvvetle onu kaplayıp,
nefesi hasreylesinler. Bu iki
adalenin eğimleri az olup, düz olarak
yükselmiştir. Kalkan kıkırdağıyle
ikinci kıkırdağın aralarını birleştirmeğe
gitmişlerdir. İki adale de kapanmış
olanın altında adı geçen küçük
adalelere yardımcı olmak için konulmuştur.
Bunlarda nice sanat bulunmuştur.
Sübhanallah!
Yedinci
Madde
Boğazın, lam kemiğini ve boynun adalelerini ve hareketlerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Boğaz bir
cümledir. Onun iki çift adalesi vardır ki, onu aşağıya çeker.
Bir çifti,
hançerede adı geçendir. öteki çifti, böğür kemiğinden bitip, üst
tarafa
çıkıp, lam kemiğine ve ondan boğaza bitişip, onu aşağıya
çekerler.
Boğazın adaleleri, boğazın içine konulmuş iki et parçasıdır ki,
onun iki
adalesi onlar bulunmuştur. Onlar, yutmağa yardımcı olmak
için
yaratılmıştır.
Lam kemiğinin hem kendine özgü, hem de öteki adale ile
ortak adaleleri
vardır. Ama kendine özgü olan adaleleri, üç çifttir ki, bir
çifti, çenenin
iki tarafından gelip, bu kemik üzerinde olan düz çizgiye
bitişip, kemiği
çene tarafına çekmiştir. Bir çifti, çene altından çıkıp, dil
altından
geçip, bu emiğin üst tarafına yetmiştir. Bu dahi, bu kemiği çene
tarafına
çekmiştir. Bir çifti, iki kulak yanında olan çıkıntılardan çıkıp,
bu
kemiğin üzerinde bulunan düz çizginin aşağı tarafına bitişip, onu
aşağıya
çekmiştir.
Lam kemiğinin ortak olan adaleleri, yakında
açıklanacaktır. Ama dili
hareket ettiren dokuz adaledir ki, ikisi
çıkıntılardan bitip, geniş olup,
dilin iki tarafında bitişmişlerdir. İkisi
lam kemiğinin yukarısından bitip,
uzun olup, dilin ortasına bitişmişlerdir.
İkisi, lam kemiğinin aşağı
kaburgasından bitip, uzun ve geniş adaleler
arasından dili geçip, onu
hareket ettirir. İkisi dahi dili yayar,
bulunmuştur. Onların yerleri, adı
geçenlerin altında olup, lifleri dil atında
genişlemesine döşenmiştir. Şu
halde bu iki adale, alt çene kemiğinin tümüne
bitişik kılınmıştır. Biri dil
ie lâm kemiği arasını birleştirir ve birbirine
çeker bilinmiştir.
Boynu hareket ettiren iki çift adaledir ki, bir çifti
sağda ve bir çifti
soldadır. Şu halde herhangisi tek başına büzülüp,
toplanırsa boyun onun
tarafına çekilir. ikisi birlik bir taraftan büzülürse,
boyun o tarafa eğik
olur. Eğer dördü beraber büzülseler boyun eğilmeksizin
yerinde kısa olur.
Eğer dördü birlik durumu üzere kalırlarsa boyu dahi durumu
üzere kalır. Şu
halde bir kere düşünülsün ki, insanın sadece baş ve boynunda
yaraıcı olan
Allah'ın nice benzersiz sanatları bulunmuştur. (Yaratıcıların en
güzeli
olan Allah'ın şanı ne yücedir).
[TOP]
36-BÖLÜM:036:
İKİNCİ BÖLÜM
Göğüs, omuz, el ve
parmak adalelerinin keyfiyet ve hareketlerini altı madde
ile
açıklar.
Birinci Madde
Göğsü kavrayan ve yayan
adaleleri bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilgileri
demişlerdir ki: Göğsü hareket
ettiren adalelerin bazısı, ancak yayar
kavramaz. Göğsün bu adalelerindendir
ki, nefs uzuvlarıyle gıda uzuvları
arasında perde olan açıklanacak adaleler
bunlardandır. Bir çift adale dahi
boyun kemiği altında konulmuştur ki, bitiş
yeri omuz başına uzayan adı
geçecek cüzden bulunmuştur. Göğsün birinci
kaburgasına sağ ve soldan bitişip,
o kaburgayı çekmek içindir. bir çift
adalesinin iki kat ferdinin iki cüzünün
üstleri boyuna bitişik olup, onu
hareket ettirmiştir. Aşağıları, göğsü
hareket ettirmeğe yetmiştir. Göğsün
beşinci ve altıncı kaburgasına bitişik
olan, aşağıda anlatılacak, bir
adaleye karışıp gitmiştir. Bir çift adalesi
dahi omuzdan bir çukur yerden
bitmiştir ki, birinci omurdan omuza inen bir
çift adaleye yetmiştir. İkisi
bir adale gibi olup, arkadaki kaburgalara
gitmiştir. Dördüncü çift
adalesi, boyunun yedinci omurundan ve göğsün birinci
ve ikinci omurundan
çıkıp, böğür kaburgalarına bitişik olmuştur ki, göğsü
yayan adaleler
bunlardır.
Göğsü kavrayan adalelerin biri tali olarak
kavrayıcı perdeden ve bizzat
kavrayan adalelerden bir çift adaledir ki, üst
kaburgaların esasları altında
uzayıp, göğsü bağlamış ve toplamıştır. Bir
çifti dahi bu kaburgaların
etrafı yanında, çene ile hançere arasında bitişip,
karnın düz adalelerine
karışmıştır. İki çift adale dahi bu çifte yardımcı
kılınmıştır.
Göğsü hem kavran, hem de yayan adaleler onlardır ki, kaburga
aralarını
birleştirmişlerdi. Şu halde her kaburga arasında dört adale vardır
ki,
liflerinin bazısı, kaburgaların dışına, bazısı içine
varıp
bitişmişlerdir. İki adale boynun omuz tarafına gelip, evvelki kaburgaya
sağ
ve soldan bitişmiştir. Onu yukarıya kaldırıp, göğsün ayrılmasına
yardımcı
kılınmıştır. Şu halde göğüs adalelerinin hepsi doksana
ulaşmıştır.
Omuzu hareket ettire yedi çift adaledir ki, iki çifti başın
sonundan gelip,
bir çifti omuzun üstüne, boyun kemiğine varıncaya dek
yetmiştir. Baş
nahiyetinde eğim ile omuzu kaldırmıştır. Öbür çifti dahi,
omuzun aslına
bitişik olup, onu, baş hizasına kaldırmıştır. Bir çift adale
dahi birinci
omurdan gelip, omuz üstüne bitişip, onu boyuna yakın etmek için
yetmiştir.
Dördüncü çift, lam kemiğinden bitip, yine omuzun üzerine gidip,
onu
kaldırmıştır. İki çift adale, göğüs omurlarında ve boyun omurlarında
olan
susamsılardan bitip, omuzu, geriye ve aşağıya hareket ettire
gitmiştir.
Yedinci çift, kalandan çıkıp, sadece omuzu aşağıya ve öne
çekerler. Omuzu
adale ile beraber yukarı tarafa kaldırırlar. Göğsün
yayılmasında dahi
yardım ederler.
İkinci
Madde
Omuz mafsalını pazu ile hareket ettiren adaleleri
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Omuz mafsalını
hareket ettiren pazu adaleleridir ki, onların üçü göğüsten
gelip, pazuyu
aşağıya çekerler. Bu üç adalenin biri, meme altından çıkıp,
pazuya yakın
olan omurun önü yanında pazunun önüne bitişik olup, omuzu aşağı
getirmek
ile, pazuyu göğüse yakın eder. Adı geçen üç adalenin biri dahi
bağır
kemiklerinden çıkıp, pazunun ucu iç tarafında bitişip,
pazuyu
kaldırmasıyla göğüse yakın eder. Üçüncü büyük adale, bağır
kemiğinden
çıkıp, pazunun ön aşağısına bitişmiştir. eğer üstteki cüz'ü lifi
ile amel
ederse pazuyu kaldırarak, göğüse getirir. Eğer iki cüz'ü ile beraber
amel
ederse pazuyu düz olarak göğüse getirir Pazunun iki adalesi koltuk
altından
çıkıp, büyük adalenin bitişmesinden ziyade bitişip, bir büyüğü
böğür
kemiğinden ve kaburgalar gerisinden gelip, pazuyu bu kaburgalar
tarafına
düz olarak çeker. İkinci incesi koltuk altı derisinden ortaya eğik
gelip,
meme semtinden üst tarafa çıkan adalenin kirişine bitişip, arka
tarafa
eğilip, batmıştır. Evvelki adaleye yardımcı olmuştur. Bu pazunun
beş
adalesi dahi vardır ki, hepsi omuz kemiğinden çıkmıştır. Bunların
biri,
omuzun üst kaburgası ile diyaframı doldurup, ucu pazu tarafından
dış
tarafın üst cüz'üne geçip gitmiştir. Bunların ikisinin çıkış yereri
omuzun
üst eğesi olmuştur. Biri büyüktür ki, lifii alttaki cüz
perdelerine
gönderip, diyafram ile alt eğenin arasını doldurmuştur. Pazunun
ucuna dış
taraf sonunda bitişip, pazuyu dıştan yana meyil ile
uzaklaştırmıştır.
İkincisi, birincisine bitişik olup, bununla bunun görevini
yerine
getire gelmiştir. Lakin ikinci adale, omuz üstüne bağlı olup, pazunun
dışına
bitişip, onu dıştan yana eğik kılmıştır. Dördüncü adale omuz kemiğinin
çukur
yerini doldurup, kirişi pazunun ucunun iç tarafından giren
adalenin
cüz'lerine bitişip, pazuyu geriden yana kaykıltmıştır. Beşinci
adalenin
bitiş yeri omuzun alt eğesinin aşağı tarafındandır. Kirişi koltuk
altının
üstünden yükselip, küçük adalenin birleşimi üstünde pazuda
bitişik
olmuştur. Bu adalenin işi, pazunun üt ucunu yukarı tarafa
çekmektir.
Pazunun iki başlı bir adalesi dahi vardır ki, onun işi boyunun
altından ve
boyundan gelip, pazuyu kuşatmaktır. Bunun bir başı pazuya
girmiştir. Öteki
ucu pazunun dışından omuz altından hasıldır. Bir miktar
dolaşık şekilde
dışa eğimlidir. Şu halde eğer iki cüz'ü ile amel ederse,
pazuyu düz olarak
kaldırır. Pazunun iki küçük adalesi dahi vardır ki, biri
meme üstünden
gelir. Biri omuz mafsalında
gömülmüştür.
Üçüncü Madde
Kolun adalelerini ve
hareketlerini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri
demişlerdir ki: Kolu hareket
ettiren adalelerin bazısı yayar, bazısı kavrar.
Bunlar pazu üzerinde
konulmuştur. Bunların bazısı pazunun yüzü üzerine
kapanır. Bazısı yayar ve
gevşektir. Bu adaleler pazu üzerinde değildir. Lakin
yayanlar, bir çift
adaledir ki, ikisinden biri içeride meyl ile kolu açar.
Zira ki bu, pazunun
önü altında ve omuzun alt eğesinden çıkıp, dirseğe iç
cüzleri yanında
bitişmiştir. ikincisi dışarıya meyleder. Kolu yayar. Zira ki
bu adalenin
kafasından gelip, dirsekten çıkan cüzlere bitişir. Bu iki adale,
işte
toplandığında, kolu düz olarak yayarlar.
Kavrayanlar, bir çift
adaledir ki,ikisinden büyüğü kolu, içe meyl ile
kavrar. Zira ki bu, omuzun
alt çıkıntısından karga burnun tepesinden çıkıp,
pazunun içine meyledip,
dirseğin ön üst kirişine bitişir ikincisi kol
dışına meyledip, kavrar. Zira
ki bunun çıkış yeri pazunun dış gerisindendir.
Bu bir adaledir ki, iki et
başı vardır. Biri pazunun arkasından, biri
önünden geçip, dışarıya meyl ile
kavrayan, alt dirseğin alt önüne ve içine
meyl ile kavrayanı üstüne
bitişmiştir. Ta ki, sağla çekeler. Bu iki adale,
bu iki işte birleştiğinde
kolu düz olarak toplarlar. Bu iki yayıcı adalenin
içinde bir adale vardır ki,
pazu kemiğini kuşatıp kavrar. Kolu yüzü üzere
kapayan adaleler, bir çifttir
ki, dışarıda konulmuştur. Bu iki adalenin
birisi pazu başının iç tarafının
üstünden çıkıp, dirseğin üstüne bitişip,
bilek mafsalı olmuştur. İkincisi,
ondan küçük, lifi geniş, uçları sinirli
olup, dirseğin altından doğup, bilek
mafsalı yanında bilek kemiği üstüne
bitişmiştir.
Kolu, dışı üzere yayan
adaleler, bir çifttir ki, ikisinden biri iki bileğin
dışında konulmuştur.
Bilek üstüne kirişsiz bitişmiştir. ikincisinin çıkış
yeri, pazunun dış
ucundan yana, üstteki cüzünden uzayan ince kemikten olup,
koldan geçerek,
nüfuz etmiştir. Ta bilek mafsalına yakın oluncaya değin
gitmiştir. Böylece
bileğin üst tarafından iç cüzüne gelip, kiriş
perdeleriyle bu adaleye
bitişmiştir.
Dördüncü Madde
Bilek adalelerini ve
hareketlerini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri
demişlerdir ki: Bilek mafsalını
hareket ettire adalelerin bazısı yayıcı,
bazısı kavrayıcı; bazısı dışı
üzere yaycı, bazısı yüzü üzere
kapanmıştır.
Bileği yayan adalelerin bazısı birbirine bitişik olup,
birbirinin alt
ortasından çıkıp, kirişi başparmağa bitişik olup, onunla
işaret parmağından
uzaklaşır. Biri dahi üst bilek kemiğinden çıkıp, kirişi
bilek kemiğinden
başparmağın hizasıa konulan evvelki kemiğe bitişmiştir. Bu
ikisi bile
hareket ettiğinde bileği biraz açarlar. Eğer sadece ikinci adale
hareket
eylese, bileği sırtı üzere eğer. eğer yalnız pazu hareket eylese,
hem
bileği düşürür ve hem başarmağı, işaret parmağından uzaklaştırır.
Bir
adale, pazunun uç altlarından çıkıp, bilek üstünün dış tarafından
yana
konulup, iki başlı bir kirişini gönderip; bir başı, işaret parmağıyle
ön
ortasında konan tarağın ortasına bitişik olup, öbür başı bilek
yanında
bileğin üstü üzerine dayanıp, bileği yaymıştır.
Bileği kavrayan
adalelerin bir çifti, kolun dış tarafı üzerindedir ki, onun
bir adalesi pazu
ucu tepesinden bitip, serçe parmağın önünde olan tarağa
bitişmiştir. Üst
adalesi, onun üstünden çıkıp, yine sözü edilen tarağa
bitişmiştir. Onunla bi
adalesi, pazunun alt cüzlerinden çıkıp; açıklanan
iki adalenin yerleri
arasına girmiştir. Bunun iki ucu vardır ki, birine
haç gibi girmiş olup,
işaret parmağıyle ortası arasında olan yere
bitişmiştir. Bu ikisi birlikte
hareket ettiğinde, bileği kavrarlar. Şu
halde açıklanan kavrayıcı ve yayıcı
adaleler bizzat bileği eğri ve bombeli
dahi ederler. Eğer küçük parmağın
önünde bulunan tarağa itişen adale yalnız
hareket ederse, avucu bir miktar
sırtı üzere döndürür. Eğer başparmağın
açıklanacak adalesi, bu adaleye yardım
ederse, avucu tamam döndürür. Eğer
başparmak önünde bileğe bitişik olan adale
tek ve hareketli olsa, avucu bir
miktar yüzü üzere katlar. Eğer küçük
parmağın açıklanacak adalesi buna
yardımcı olsa, avucu tamamen katlamış,
kapamış olur.
Beşinci Madde
Parmakların
adalelerini ve hareketlerini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki,
anatomi bilginleri demişlerdir ki: Elin
parmaklarını hareket ettiren
adalelerin bazısı, aya kemiklerinde hâsıldır.
Bazısı bilek kemiklerine
bitişiktir. Eğer hepsi ayada olsalardı, etin
çoğalmasıyle aya büyük olup,
hafiflik olmazdı. Onda bu letafet kalmazdı.
Çünkü bilek adaleleri
parmaklardan uzak olmuştur. Şu halde onun için
kirişleri yuvarlak, metin ve
uzun olup, her taraftan gelen perdelerle
sağlamlık bulmuştur. Hareketli azaya
bitişmeleri için, lifleri geniş ve
kuşatıcı kılınmıştır. Parmakları açıp,
aşağıya hareket ettiren adalelerin
hepsi bilek kemiği üzerinde konulmuştur.
Şu halde parmakları aşağıya
hareket ettirmekle açan adalelerin biri bileğin
sırtının üzerinde
konulmuştur. Şu halde pamakları aşağıya hareket ettirmekle
açan adalelerin
biri bileğin sırtının üzerinde konulmuştur ki, pazunun alt
ucunun dış
cüzünden çıkıp, kirişlerden dört parmağa gönderip, onları aşağıya
hareket
ettirmekle açmış ve yaymıştır. Bu açan adalelerin üçü dahi bir
tarafta, biri
irine bitişik olup, biri pazunun uç ve dışının iki çıkıntısı
arasında orta
cüzünden çıkıp, küçük parmakla yanındakine iki kiriş
göndermiştir. Bu
bitişik o an adalelerin ikincisi pazu kemiğinin iki
çıkıntısı altından ve
alt çıkıntı tarafından çıkmış, ortası ile küçük parmağa
iki kiriş
göndermiştir. Üçüncüsü üst bileğin üstünden çıkıp, başparmağa bir
kiriş
göndermiştir. Bu adale yanında bir adale dahi vardır ki, bilek
adalelerinde
açıklanmıştır. Onun çıkış yeri, bileğin alt ortasıdır ki, onun
kirişi
küçük parmaktan başparmağı uzak etmiştir.
Parmakları açan ve
kapayan adalelerin bazısı, bilek kemiği üzerinde,
bazısı avuç içinde
konulmuştur. Ama bilek üzerinde olanlar, üç adaledir ki,
kolun ortasında biri
birini üzerinde tertip üzere konulmuştur. En
değerlileri aşağıda gömülü olup,
bileğin alt kemiğine bitişik ola adale
bulunmuştur. Bunun işi, önemli
olduğundan yeri dahi korunmuştur. Bu alt
adale, pazunun dış ucunun ortasından
çıkıp, ondan kirişi geniş olup, beş
kirişe ayrıldıkta; her bir parmağa girip,
dört parmağın evvelki, ikinci ve
üçüncü mafsallarını kavramıştır. Başparmağın
kirişi, ikinci ve üçüncü
mafsalını kavramıştır. İkinci adale, bunun üstünde,
bundan küçük olup, pazu
kemiğinin ucu içinden çıkıp, bilek altına bitişmesi
azdır. Bileğin üt
yüzeyi ki, iç ve dış tarafa müşterektir, onun üzerinden
geçip, baş parmak
tarafına ulaştıkta; içeriye meyledip, kirişlerini dört
parmağın
mafsallarına gönderiştir. Ta ki onları kavrasınlar. Ama üçüncü
adale,
kavramak için değildir. Lakin kirişiyle avuç içine girip, aya
içinde
genişlemiş ve yayılmıştır. Ta ki el ayasına dokunma ve his duygusu
bahsedip,
ki bitmesinden ani olup alma ve yakalamada kuvvet ve metanet
vere.
Altıncı Madde
El ayasındaki adaleleri ve
faydalarını bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, anatomi bilginleri
demişlerdi ki: Kol
adalelerinden başparmağı kavramak için bir tek adaleye
ihtiyaç olup, dört
parmak, ikişer adale ile kavranmış olmalarında hikmet
budur ki, dördünün en
önemli işleri, kavramaktır. Başparmağın ise en lüzumlu
işleri, açılmak ve
işaret parmağından uzaklaşmaktır.
El ayasının kendinde
olan adaleler, onsekiz bulunmuştur ki, biri birinin
üzerinde iki saf kılınıp,
tertip ile düzen olmuştur. Birinci saf,
el ayasının iç aşağısında ve bu saf,
el ayasının dış üstünde kılnmıştır. Ama
aşağı safta muntazam olan yedi
adaledir ki, biri, parmakları üst tarafa
çekip, meğilli edenlerdir.
Başparmağın adalesi bilek kemiklerinin
evvelinden çıkıcıdır. Altıncı adalesi,
kısa ve geniş bulunup, lifi kıvrımlı
kılınmıştır ki, ucu ve ortası hizasında
tarak kemiğine bağlanmıştır.
Kirişi, başparmağa bitişik olup, onu aşağıya
göndermiştir. Yedini adalesi,
küçük parmak yanında olan tarağın kemiğinden
çıkıp, küçük parmağı aşağı
indirmişti. Bu yedi adaleden hiçbiri parmakları
kavramak için değildir.
Belki beşi yukarı kaldırmak ve ikisi indirmek
içindir. Ama üst safta
muntazam olan onbir adaledir ki, sekizinden her ikisi,
dört parmak
mafsallarından evvelki mafsallarına, biri birinin üzerinde
bitişiktirler. Ta
ki evvelki mafsalları sağlam kavrayalar. Ama üçü başparmak
ile küçük
parmağa üçer adale indirici tayin olunup, geri kalan üçünün her
birine
ikişer adale indirici verilmiştir. Her parmağın kavrayıcısı
dört,
kaldırıcısı birer adale yaratılmıştır.
[TOP]
37-BÖLÜM:037:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Karın ve bel
adalelerini, tenasül uzuvlarının, ayak ve ayak parmaklarının
adaleleri
keyfiyetini; bunların hareketlerini ve faydalarını yedi madde
ile
açıklar.
Birinci Madde
Bel adalelerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Beli hareket
ettiren adalelerin bazısı, onu, ön tarafa ve bazısı arka
tarafa eğer ve
büker. Belin diğer hareketleri dahi bu iki hareketten hâsıl
olur.
Beli, ön tarafa eğen adaleler iki çifttir. Bir çifti üst
tarafta
konulmuştur. O, boynun ucunun hareket ettiren adalelerden
bilinmiştir. Bu
çift, yemek borusunun iki tarafından geçip, alt tarafı,
göğsün üstteki
omurlarından beş omura bitişip, üst tarafı boyun ve başa
gelmiştir. Bunun
ikisi dahi göğsün onuncu ve onbirinci omurlarından çıkıp,
aşağıya inip,
beli ön tarafa ziyadece eğik eder. Beli arka tarafa eğik ve
bükük eden iki
adaledir ki, onlara, belin iki adalesi derler. Her biri
yirmiüç adaleden
meydana gelmiştir. Zira ki bu iki adalenin her birine,
birinci omurdan
gayri, er bir omurdan birer adale gelmiştir. Şu halde bu
adalelerin hepsi,
itidal üzere uzasalar, beli düz olarak tutarlar. Eğer ifrat
ile uzasalar,
beli arka tarafına eğik ve bükük ederler. Eğer sadece bir
tarafta olan
adaleler hareket edip, uzasalar, bel o zamanda öbür tarafa
eğiklik ve
bükülür. Bu ad geçen adaleler, belin diğer normal hareketlerine
kafî
gelmişlerdir. Zira ki belin her semtine eğilip, bükülmesinde, ön ve
arka
hareketlerine uyumu bulunmuştur.
İkinci
Madde
Karın adalelerini bildirir.
Ey aziz, malum olsun
ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Karın adaleleri
sekiz adaledir ki,
nice faydaları müşterektir. Bir faydası mesanede bulunan
fazla idrarı ve
rahimde bulunan cenini tutma ve korumaya yardım etmektir.
Bi faydası dahi
diyaframa destek olup, kuvvet verip yel ve kabızla dolu
oldukta, yardımcı
olmaktır. Bir faydası dahi mideyi ve bağırsakları
sıcaklıkları ile
ısıtmaktır. Şu halde o sekiz adaleden bir çift düz adale
hançere kıkırdağı
yanından düz olarak inip, lifi kasığa varıncaya
dek uzunlamasına uzamış olup,
etrafını kasık üzerine yaymıştır. Bu çiftin
cevheri, başlangıcından sonuna
dek ettendir. iki adale dahi, karın
üzerinde uzanmış olan perdenin üzerinden
çıkıp, o uzamış iki adale ile
enlemesine dik açılar üzere kesişip, aşağıya
gitmiştir. İki çift adalesi
dahi bu adalelerin kıvrımı üzere dik olup, her
biri bir tarafta, sağ ve
solda bulunmuştur. Her çifti iki adaledir ki eğeden
kasığa dek, koltuk
altından hançere kıkırdağını dek çapraz olarak kesişip,
iki adalenin iki
tarafı sağ ve soldan kasık yanında kavuşup; öbür ikisinin
iki tarafı dahi
hançere yanında kavuşmuştur. Bu ikisi her taraftan iki geniş
adalenin et
cüzleri üzerine konulmuştur. Bu iki çift adalenin dahi
cevherleri, ta düz
adaleye perde gibi geniş kirişlerle temas edinceye dek
ettendir. Bu iki
çift, geniş adale üzerine konulan iki uzun adale üzerine
konulmuştur. Bu
dahi Allah'ın sanatı bilinmiştir.
Üçüncü
Madde
Tenasül adalelerini bildirir.
Ey aziz, malûm
olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Erkekler içi
iki husye adaleleri
dört bulunmuştur. Onları korumak ve kaldırmak için
yaratılmıştır. Ta ki
husyler aşağı sarkmayı, gevşeklikle aşağı inmeyip,
çarpmalardan yumurtalar
korunmuş olsun. Şu halde onun her biri için bir çift
adale tayin olunmuştur.
O yumurtalar sert olup, tabiatleri sıcak bulunduğu
için, dumanından
erkeklerin yüzünde sakal bitmiştir. Zira ki, yumurtası
olmayanın veya sıcak
olmayanın sakalı olmaz. Yumurtalar koparılsa, sakalı
varsa dökülür, kalmaz.
Ama kadınlar için onlara bir çift adale yeter. Zira
ki onların iki husyesi,
erkeklerinki gibi dışarıda asılı değildir, içerde
yapışıktır. Şu halde her
bir husye için bir adale tayin olunmuştur. Ama
rahimin ağzı üzerinde ir adale
vardır ki, onun lifi oldukça geniş olup
rahmi ve ağzını tümde kuşatmıştır. Bu
adalenin bir faydası, hayza dek
rahmin ağzını sağlam kavrayıp, rahim kanını
onda hapsetmektir. Hayz zamanı
olduğunda gevşemektir. Ta ki toplanmış kandan
rahim boşalsın ve
temizlensin. Bir faydası dahi cima anında gevşemektir. Ta
ki rahmin ağzı
açılıp, nutfeyi çekip, içine alsın. Sonra rahmin ağzını yine
sağlam
bağlayıp, cenini korumaktır. Ta ki doğum zamanı gelsin. Bundan
sonra
oldukça gevşek ve yaygın olmaktır. Ta ki doğum mümkün olsun.
Mesane
ağzı üzerinde bir adale vardır ki, onun dahi lifi enli olup, mesaneyi
ve
ağzını kuşatmıştır. Bu adalenin faydası, idrar vaktine dek
idrarı
hapsetmektir. Kaçan idrar dökmek istense, bu adale gevşeyip,
karın
adaleleri dahi mesaneyi sıkıp, itme kuvvetinin yardımıyle idrar ondan
çıkar,
akar.
Zekeri hareket ettiren adale iki çifttir ki, bir çifti kasık
kemiğinden
bitip, zekerin iki yanından geçmiştir. Vakta ki bunlar gevşek
olurlar,
idrar yolu açılıp, genişlik bulur. O zaman ondan idrar ve meni
kolaylıkla
akar. Bir çifti yine kasık kemiğinden bitip, zekerin kökünde
kıvrımlarla
bitişmiştir. Şu hale bunun ikisi beraber uzasa, âlet düz olarak
yayılır.
Eğer yürekten şehvet rüzgârı gelip, zekerde olan damarlara dolduysa,
âlet
kıvama gelir. Eğer şiddetle dolduysa, âlet büyük ve sert olup,
kasık
tarafına eğik olur. Eğer bu uzama adı edilen çift adalenin birine
ârız
olduysa, âlet öbür tarafa meyl ile yayılır.
Makat adaleleri dörttür
ki, biri onun çıkışı etrafını tutmuştur. etine
gayet karışması gereklidir. Bu
adale, kesenin ipi gibi makatın etrafına
toplama ve büzme ile kapamış ve
düğümlemiştir. Menfezde kalan fazlalığı
sıkma ve indirme ile atmıştır. Onda
bir adale daha konulmuştur ki, sözü
edilen adalenin üzerinde yani makatın
içinde olup, bacak tarafında zekerin
köküne bitişip; kadınlarda fercin
etrafını kuşatmıştır. Bu iki adalenin
üzerinde bir çift adale vardır ki,
makatın etini kaldırıp, içeriye çekmek
içindir. Bunun gevşemesi ile makat
dışarıya çıkar bulunmuştur. Bu
adalelerin hepsi şekil verici ve hakîm olan
Allah'ın icadı bilinmiştir.
Dördüncü Madde
Oyluk
adalelerini ve hareketlerini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki:
Anatomi bilginleri demişlerdir ki: Oyluğu hareket
ettiren adalelerin büyüğü
onun mafsalını yayan ve açan adalelerdir. Sonra
onu kapayan adalelerdir. Zira
ki, işlerin en önemlisi oyluğun yayılması ve
kavranmasıdır. Yayılma ile ayağa
kalkma hasıl olduğundan yayılma kavramadan
daha önemlidir. Bundan sonra
oylukları birbirine yaklaştıran büyük
adalelerdir. Sonra oyluğu arka tarafına
eğik eden adaleler büyüktür.
Oyluk mafsalını yayan adalelerin en büyüğü,
bedende olan adalelerin
hepsinden daha büyüktür. Bu bir adaledir ki, kuyruk
sokumu kemiği ve kasık
kemiğini kuşatıp, oyluğun arka ve iç taraflarına
bitişik olup, diz kapağına
dek ulaşmıştır. Bunun liflerinin başlangıç yerleri
muhtelif olduğundan
türlü işleri dahi muhtelif olmuştur. zira ki, bazı
lifinin başlangıcı kasık
kemiğinin altından olup, oyluğu iç tarafa
meylettirerek, yaymıştır. Bazı
lifinin bitiş yeri bunun bir miktar üstünden
olup, oyluğu ancak üst tarafa
kaldırmıştır. Bazı lifinin bitiş yeri bunun az
üstünden olup, oylu iç
tarafa imale ile kaldırmıştır Bazı lifinin bitiş yeri
kuyruk sokumu
kemiğinden olup, oyluğu düz olarak yayar. Bir adalesi, kuyruk
sokumu
mafsalını önünden yana kuşatıp, oyluğu yine düz olarak yaymıştır.
Bir
adalesi kuyruk sokumu mafsalını arkadan yana kuşatmıştır ki, üç
enli
kirişi ve iki ucu vardır Bu üç kirişin bitiş yerleri leğen
kemiğinden,oyluk
kemiğinden ve kuyruk sokumundandır ki, o makat yanında olan
büyüktür. Bu
üç kirişten ikisi ettendir, birisi zardandır. İki ucu oyluğun
tepesinden
öbür cüz'üne bitişiktir. Şu halde bu adale eğer, bir tarafı ile
çekerse,
oyluğu kendine meyl ile yayar. Eğer iki tarafı ile çekerse, oyluğu
düz
olarak yayar. Bir adalenin bitiş yeri leğen kemiğinin bütün
yüzeyinden
olup, büyük çıkıntının üst semtine bitişip, bir miktar ön tarafta
uzadıkça;
oyluğu içe doğru eğerek yayar. Bunun benzerleri adaleler önce
küçük
çıkıntının altına bitişip, ondan inip, evvelki adalenin işini görürler.
Bu
adalenin farkı budur ki, bunun yayılması az ve eğilmesi çoktur. Çıkış
yeri
leğen kemiğinin dış altındadır. Bir adalesi dahi oyluk kemiğinin
altından
arka tarafına eğik bitip, oyluğu o tarafa az bir meyil ile ve iç
tarafa çok
meyil ile yayar.
Oyluk mahsalını kavrayan adalenin biri, oyluğu
iç tarafına az meyil ile
kavrar Bu bir düz adaledir ki, leğen kemiğinden
bitip, ondan inip, iki
kirişinin biri metin kemiğinin sonuna, biri küçük
çıkıntıya bitişmiştir.
Bir adalesi kasık kemiğinden bitip, küçük çıkıntının
alına bitişmiştir. Bir
adalesi dahi, bu ikinci adalenin tarafına kıvrım üzere
uzayıp, büyük
çıkıntıdan yir cüz gibi olmuştur. Dördüncü adalesi leğen
kemiğinden dikilen
dik nesneden çıkıp, oyluğu kavrayarak baldırı dahi
çekmiştir.
Oyluğu iç tarafa eğen adalelerin bazısı yayma ve kavrama
bahsinde
açıklanmıştır. Bu tür hareket ettirmenin bir hususi adalesi vardır
ki,
kasık kemiğinden bitip, oldukça yuvarlak olup, dize ulaşmıştır. Oyluğu
dış
tarafa eğen iki özel adaledir ki, bitiş yerleri enli kemiktendir
Oyluğu
arka tarafa eğen yine iki adaledir ki, biri kasık kemiğinin dış
tarafından
ve biri iç tarafından çıkıp, birbirine kavuşma ile kıvrımlı olup,
büyük
çıkıntının sonu yakınında olan çukur yerde etle karışmıştır.
Bunların
hangisi çekerse, oyluk az yayılma ile onun tarafına meyl eder. Eğer
ikisi
birlik çekerlerse, oyluk düz olarak arka tarafına eğik olur. Bütün
bunları
ibretle düşünen kimse Allah Taâlâ'nın şaşırtıcı sanatını
bilir.
Beşinci Madde
Diz mafsalı adalelerini ve
hareketlerini bildirir.
Ey aziz malum olsun ki, anatomi bilginleri
demişlerdir ki: Diz mafsalını
hareket ettiren adalelerin üçü oyluk önünde
konulmuştur. Bunlar oylukta
bulunan adalelerin en büyüğü ve en nefisi
bulunmuştur. İşleri yaymak
bilinmiştir. Bu üç adalenin biri iki kat gibi
görünmüştür. Bunun iki ucu
vardır ki, biri büyük çıkıntıdan ve biri oyluk
önünden bitmiştir. Ve bu iki
ucun biri etten olup, kiriş olmadan diz kapağı
kemiğine bitişmiştir. Öbür
ucu zardan olup, oyluğun iç tarafında son
bulmuştur. Kalan iki adalenin
birisi oyluğu kavrayan adaleler ile
açıklanmıştır ki, leğen kemiğinden olan
köprüden çıktığı bilinmiştir.
İkincisi, dış çıkıntıdan bitip, diz kapağı
kemiğini kuşatarak, altında olan
cüzlere metanet vermek için gitmiştir.
Ondan baldır kemiğine yetip, dizi
yayma ile baldırı uzatmıştır. Bir yayıcı
adalesi kasık kemiği bitişiğinden
çıkıp, oyluğun iç tarafından kıvırım
üzere inip gitmiştir. Baldır kemiğinin
üstünden olan çukura yetmiştir.
Baldırı, iç tarafına eğime yayıp, bir diğer
adale oyluk kemiğinden
yetmiştir. Dış taraftan oyluk üzere inip, sözü edilen
adalenin mukabiline
yetmiştir. Odan geçip, derin yere gitmiştir. Baldırı dış
tarafına eğim ile
yaymıştır. Eğer bu ikisi bereler yaysalar, baldırın
yayılması düz olur.
Baldırı kavrayan adalelerde biri, bir ince ve uzun
adaledir ki, leğen
kemiğinden, kasık kemiğinden bitmiştir. Yayıcı iç adalenin
bitiş yerine
leğen kemiği ortasında bulunan köprüye yakın gitmiştir. Odan
dizin iki
tarafına kıvrım üzere girip, ondan giren dışa gelmiştir. Diz altı
çukurunda
son bulup, ona yapışmıştır. Bununla baldır, üst tarafa çekilip,
ayağı,
ucuna doğru meyillendirmiştir. Üç adalesi dahi vardır ki, biri içte,
biri
dışta ve biri ortada bulunmuştur. Dıştaki ile ortadaki, ayağı dış
tarafına
eğim ile kavramıştır. Ama içtekinin bitiş yeri oyluk kemiği
tabanından
olup, kıvrım ile oyluğun gerisine geçip, ta iç tarafta baldırda
olan oyuğa
varıp, ona bitişmiştir. Onun rengi, yeşile yakın gelmiştir.
Dıştaki ile
ortadakinin bitiş yerleri, yine oyluk kemiğinin tabanından olup,
ondan
yetmiştir. Lakin bunun ikisi çukur cüze bitişmede, dıştan yana
meyl
etmiştir. Diz mafsalında gömülmüş bir adale vardır ki,
ortadakinin
yardımına yetmiştir? Şu halde bu sanatları seyreden hayrete
gitmiştir.
Kendine gelip acayip hikmet seyretmiştir. Bedeni tanımakla,
kendini tanımaya
yetmiştir.
Altıncı
Madde
Ayak mafsalını hareket ettiren adaleleri
bildirir.
Ey aziz, maum olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Ayak mafsalını
hareket ettiren adalelerin bazısı, ayağı üst tarafına
kaldırır. Bazısı
aşağıya kaldırır. Ayağı aldıranlarda bir büyük adale vardır
ki ayağın iç
önünde konulup, ayak ucunun dış cüzünden bitip, başparmak
tarafına geçme
ile baldıra meyilli gitmiştir. Baş parmağın köküne yakın yere
bitişip,
ayağı kaldırmıştır. Bir adale yine dış ucundan bitip, ondan bir
kiriş
yetmiştir. Küçük parmağa yakın yere bitişip, ayağı kaldırmıştır.
Özellikle
birinci adale buna mutabık olunca, ikisi birlik ayağı düz
olarak
kaldırmıştır.
Ayağı aşağıya indiren adalelerin bir çifti, oyluk
ucundan bitip, sonra
bitişip, ayağın öbür içine meyledip, et yolmuştur.
Onlardan bir büyük kiriş
bitip, topuk kemiğine bitişmiştir. Topuk kirişi
nâmıyle şöhret bulmuştur.
Şu halde bu kiriş, topuğu dış tarafına kıvrımlı
çekici olmuştur.
Ta ki ayak, yer üzerinde sâbit olsun. Buna bir adale
yardımcı olmuştur ki,
rengi patlıcanî olmuştur. Dış uçtan bitip, kiriş
göndermeksizin et olduğu
halde kendi inip, topuk arkasına birinci adalenin
birleştiği yerin üstünde
bitişmiştir. Eğer bu iki adaleye veya kirişlerine
bir âfet ârız olsa, ayak
kötürüm olur. Bir adale dahi topuk ucunu içinden
bitip, aşağıya gidip, iki
kiriş ayrılmıştır ki, biri başparmak önünde bilek
altına bitişmiştir. Şu
halde bu kirişle ayak, aşağı düşmüş ve toplanmıştır.
İkinci kiriş, birinci
kirişi geçip, başparmağın evvelki mafsalına gidip, onu
iç tarafa kıvrımlı
yaymıştır. Oyluğun dış ucundan bir adale bitip, bu iki
adalenin birine
yetmiştir. Sonra baldırın içini geçtikte; yine ondan ayrı
gitmiştir.
Kirişi, ayağın aşağısına geçip, ayağın içine yayılan adale gibi bu
dahi
ayağın altına tamamıyle yayılıp, kuşatmıştır. Ta ki el ayasında
bulunan
faydalar, ayak tabanında da bulunsun. Bu sanatlarda nice
hikmetler
bilinsin. Allah'ın kudretinden nice ibretler alınsın. Sâni ve hakîm
olan
Allah münezzehtir, denilsin. Her ayıp ve noksandan tenzih ve
takdis
olunsun. Şanının azametine huşu ile huzu'
kılınsın.
Yedinci Madde
Ayak parmaklarının
adalelerini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, anatomi bilginleri
demişlerdir ki: Ayak
parmaklarını hareket ettiren adalelerden çoğu, kavrayıcı
adalelerdir.
Onların biri topuğun dış ucundan bitip, onun üzerinde uzama ve
inme ile
gitmiştir. Bir kiriş göndermiştir ki, iki kirişe bölünüp, ortası ile
küçük
parmağı kavramıştır. Bir adale dahi budan küçük olup, baldır
gerisinden
gelip, ayak sırtına bir kiriş göndermiştir ki, yine iki kirişe
bölünüp,
orta parmak ile küçük parmağı kavramaya gitmiştir. Bundan sonra bu
iki
kısmın her birinden birer kiriş ayrılıp, öbüründen ayrılan kirişe
bitişip,
ikisi bir kiriş oldukta; başparmağa gelip, onu kavramıştır. Üçüncü
adale ki,
yukarıda geçmiştir. O, iç topuğun dış tarafından bitmiştir, iki
topuğun
arasından aşağıya inmiştir. Bir cüzünü, ayağı kavramak için
göndermiştir.
Öbür cüzünü başparmağı kavramak ve hareket ettirmek için onun
evvelki
boğumuna indirmiştir. Bunlar baldır kemiği üzerine konulup,
parmakları
kavramak ve hareket ettirmek için kılınmıştır.
Ayak topuğunda
konulan adalelerden, on adale, beş parmağa gelip, her birine
sağ ve soldan
bitişik bulunmuştur. Şu halde eğer ikisi birlik hareket
ederlerse, parmağı
düz olarak kavrarlar. Eğer biri yalnız hareket ederse,
kedi tarafına eğimle
kavrar. Dört adale bilek üzerinde konulup, her biri
bir parmağa bitişip, onu
kavramıştır. İki adale dahi baş parmak ile küçük
parmağa has olup, onları
kavramaya yetmiştir. Ayağı kavrayan adalelerin
çokluğunda hikmet budur ki:
Parmakların hepsine sağlamlık ve kuvvet
vermiştir. Ta ki oturmada ve kalkmada
bedenin ağırlığına metanetleriyle
mukavamet edeler. Yürüme durumunda iyi
gidişle, düzen üzere gideler. ayak
parmaklarının adalelerinden beş adale,
ayağın üstünde konulmuştur. Ta ki
parmakları dış tarafa eğeler. Beş adale
dahi ayak altında konulup, her
biri, iç yarıktan kendine yakın olan parmağa
gidip, onu iç tarafa eğmiştir.
O halde, insan edeninde bulunan dörtyüzyirmi
adet iradî ve ihtiyarî
hareketlerin tamam ve kemaline vâsıta olan adalelerin
hepsi açıklandığı
üzere tamam, beşyüz otuz adet adaleye ulaşmıştır. (Yaratıcı
ve şekil verici
olan Allah münezzehtir.) Bu ne sanattır ki bu şaşırtıcı
tertip üzere, böyle
nizam bulmuştur. Hakka ki, bunu düşünen akıllı kimse çok
ibret almıştır. Bu
sanattan sanatkârını bilmiştir. (Ey Allah'ımız! Bizi
işlerini düşünenlerden
kıl. Vücununun cüzlerini senin nimetlerinden
görenlerden kıl. Nimetlerine
şükredenlerden kıl. Seni isimlerinle zikreden,
sıfatlarınla tanıyan, kazâna
rıza gösteren, bütün durumlarda senin rızanı
isteyen kimselerden ki.
Sübhanallahi ve bi hamdihi
Sübhanallahü'l-azim.)
[TOP]
38-BÖLÜM:038:
DÖRDÜNCÜ BAHİS
Sinirlerin, atar ve
toplar damarların keyfiyetini; bedenlerin kuvvetlerini,
kıyafetle insanların
ahlâk ve tavırlarının bilinmesini; uzuvların şekil
farklılığı haseiyle olan
insanî vasıflar; uzuvların çekme ve seyrilmesine
bağlı olan durumları beş
bölüm ile hakimâne tafsil eder.
BİRİNCİ
BÖLÜM
Sinirlerin bitme yerlerini ve faydalarını beş madde ile
açıklar.
Birinci Madde
Sinirlerin konuluş hikmetlerini
ve şekillerini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, anatomi
bilginleri demişlerdir ki: Bedende olan
sinirlerin bazısının faydası, bizzat;
bazısının dolaylıdır. Zatî olan
faydası budur ki, sinirler vasıtasiyle dimağ,
diğer uzuvlara his ve hareket
bahşeder. Dolaylı olan faydası budur ki, eti
sağlam ve bedeni kuvvetli
etmiştir. Sinirlerin köklerinin başlangıç yeri
dimağ, dallarının bitiş yeri
insan cildidir. Dimağ (beyin) iki yönle
sinirlerin başlangıç yeri olmuştur.
Zira ki dimağ sinirlerin bazısına bizzat
başlangıç bulunmuştur. Bazısına,
kendisinden omurga omurlarına akan
omuriliğin vasıtasıyle başlangıç yeri
bilinmiştir. Ama dimağın kendisinden
biten sinirlerde ancak baş, yüz ve iç
organlar his ve hareket
bulmuştur.
Diğer uzuvların sinirleri, omurilikten his ve hareket almıştır.
Gerçekte
ki, o şânı celil olan, ihsanı genel olan Hannan ve Mennan Allah
Taala
hazretleri, lutf ve inayet edip, dimağdan iç organlara inen
hareket
sinirlerini koruma ve himayede büyük ihtiyat etmiştir. Zira
ki
başlangıçlarından uzak oldukları için, ziyade metanet gerektiğinden,
üç
yerde kıkırdaklarla sinir arasında kıvamı orta olan cisimler
ile
perdelemiştir ki: Birinci yer hançere, ikinci yer kaburgaların
kökleri,
üçüncü yer göğsün altıdır.
Dimağın sair sinirlerinden o sinir ki,
onun faydası azaya his vermektir.
Ama başlangıç yeride bulunan tesiri
kavrayıcı ve kuvvetli olmak için o
sinir kastedilen uzva en yakın tarafından
girmiş ve bitişmiştir. Bu his
sinirleri ziyade yumuşak oldukça, his kuvvetini
ziyade eda ederler.
Metanete muhtaç oldukları için bunlar, hareket sinirleri
gibi sert ve metin
olmayıp, latif ve yumuşak bulunmuştur. Dimağın önü, öbür
tarafından daha
yumuşak ve ziyade hassas olduğundan, his sinirleri önden,
hareket sinirleri
öbür taraftan yaratılmıştır. Yaratıcı ve şekil verici olan
Allah Taala'nın
bu işlerinden çok ibret alınmıştır.
İkinci
Madde
Dimağdan biten karşılıklı sinirleri bildirir.
ey
aziz, malum olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Dimaın
kendisinden
biten sinirlerin hepsi, yedi çift sinir bilinmiştir. Birinci
çifti koklama
âletinin başlangıcı olan, meme ucuna benzer iki çıkıntı
yakınında dimağdan ön
boşluğun içindendir ki, o bir küçük boşluktur. Bu
çiftin solundan biten teki
sağına, sağından biten teki soluna gelip, biri
birine kavuşup, çapraz şekilde
kesişmiştir. Sonra bükülüp, sağdan biten sağ
göze, soldan gelen sol göze
gitmiştir. Züccâciye (camsı) adı verilen
rutubeti kuşatmak için ağızları
geniştir. Bu kesişmenin faydası üçtür. Biri
budur ki, iki gözün birine akan
ruh, öbürüne dahi akmasın. Birine âfet
erdiğinde, öbürü onun yerini tutsun.
Onun için bir göz kapandığında, açık
gözün görüşü kuvvet bulur. Zira ki
kapalı gözün nuru ona akar. İkinci
faydası, iki gözün kavraması birlikte
olup, ikisinin görüşü, kesişme içinde
tek görüş olsun. Ta ki görünen bir
nesne müşterek çizgide bir şekillensin.
Onun için şaşı kimse bir nesneyi iki
görür zira ki, onun bir gözü üst
tarafa, bir gözü alt tarafa kayıp, göz ile
kanalın kesişmesine doğru nüfuzu
bâtıl olmuştur. Müşterek çizgi önünde, sinir
kırılmasından bir başka çizgiyi
vücut bulmuştur. Üçüncü faydası budur ki,
sözü edilen iki sinir, biri birine
dayanak olup, biri birini dayanma ile
kuvvet bulsun ve bir yaklaşma ile
bitiş yerleri göze yakın olsun.
Dimağ
sinirlerinin ikinci çifti, açıklanan birinci çiftin bitiş yeri
arkasından,
dış taraftan bitip, gözü kuşatan çukurun deliğinden çıkıp, göz
adalelerine
bölünmüştür. Bu çift sinir gayet kalın bulunmuştur. Ta ki onun
kalınlığı
başlangıcına yakınlığından lazım gelne yumuşaklığına mukavamet
kılsın. Onunla
kuvvet bulup, hareket ettirmeye gücü yetsin.
Gözün on tabakasının tafsili
uzun olup, bu özetleme dahi Mevla'nın
kudretinin kemaline delil olduğundan,
azanın açıklanmasında uzatmaya hacet
kalmamıştır. Yaratıcı, bâri, şekil
verici ve güçlü olan Allah müezzehtir.
Hiçbir şey onun dengi değildir. O
işiticidir, görücüdür. Ne güzel Mevla, ne
güzel yardımcı. Ey Rabbimiz, bağış
senden, dönüş sana! Büyük ve yüce
Allah'dan başka güçlü ve korkulacak
yoktur.
Üçüncü Madde
Dimağdan biten sinirlerin
geri kalan beş çiftini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, anatomi
bilginleri demişlerdir ki: Dimağ
sinirlerinden üçüncü çift, müşterek bir
çizgiyle dimağın önü, arkası ve
tabası arasından bitip, önce dördüncü çifte
bir miktar karışıp, ondan
ayrılıp, dört şubeye bölünmüştür. Evvelki şubesi,
açıklanacak boyun damarı
girişinden çıkıp, boyundan inip, mide zarını geçip,
onun altında bulunan
organlarda dağıtılmıştır. İkinci şubesi, elmacık kemiği
deliğinden çıkıp,
ayrıldıkta; açıklanacak beşinci çiftten ayrılan sinire
bitişmiştir. Üçüncü
şubenin maksadı, yüz önünde konulan sinirler olup, ikinci
çift çıktığı
delikten önemi sinirler olan birinci çiftin boş menfezinden
geçmeyip,
izdiham ile onun boşluğunu doldurmuştur. Şu halde bu şube, o
delikten
ayrıldıkta; üç kısma bölünmüştür. Birinci kısmı göz pınarına
meyledip,
elmacıklar, iki göz pınarı, iki göz kapağı, kaşlar ve alın
adalelerine
bitişmiştir. ikinci kısmı, göz ucu yanında olan deliklerden burun
içine
geçip, burnun içi tabakasında gömülmüştür. Üçüncü kısmı büyük olup,
elmacık
kemiğinde bulunan boşluğa inip, iki kol olmuştur. Bir kolu, ağı
ziçi
boşluğuna girip, üs dişlere ve onların köllerinde olan etlere dağılma
ile
ulaşmıştır. Öbür kolu, onda olan elmacığın, burun uçlarının ve
dudağın
derisi gibi görünen uzuvlara dağılmıştır. Bunlar, üçüncü çiftin
üçüncü
şubesinin üç kısmıdır. Ama onun dördüncü şubesi, üst çene deliğinden
dile
geçip, dış tabakasında dağılıp, dil ondan tatma duygusunu bulmuştur.
Onun
ziyadesi, alt dişler arasıda ve köklerinde bulunan etlerine, alt
dudağın
içine dağılmıştır. Dile gelen şube, göz sinirinden inme olduğundan
daha
sert olmuştur. Bunu sertliği, onun kalınlığına eşit olup, muadil
gelmiştir.
Dördüncü çiftin bitiş yeri, üçüncü çiftin gerisinden dimağın
tabanına
eğimli olmuştur. Üçüncü çifte bir miktar karışıp, sonra ondan
ayrılmakla
damağa çıktıkta, bundan damak his bulmuştur. Bu dördüncü çift,
üçüncü
çiftten daha küçük ve daha sert olmuştur.
Beşinci çiftin her bir
siniri, bir çift olup, dimağın iki tarafından
biterek vücut bulmuştur. Bunun
her bir çiftinin birinci kısmı kulağın iç
perdesine dayanıp, onun içinde
hepsi dağılmıştır. Kulağa duyma hissi ondan
gelmiştir. İkinci kısım,
birinciden küçük olup, hançere kemiğinde âmâ adı
verilen (kör delik) delikten
girmiştir. Ortaya çıktıkta; üçüncü çiftin
sinirine karışmıştır. İkisinin
çoğu, elmacık adalesi tarafına gelmiştir.
Diğerleri şakak adalelerine varıp,
dağılmıştır.
Altıncı çift, dimağın arka tarafından beşinci çifte bitişik
bitip, lam
kemiği yivinin sonunda olan delikten çıkıp, üç kısma bölünmüştür.
Bir
kısmı, yedinci çiftin hareket ettirmesine yardım için, boğaz
adalelerine
ulaşan dile gelmiştir. İkinci kısım, omuz adalelerine
dağılmıştır. Üçüncü
kısım, ikisinden daha büyük bulunup, boyun damarının
yükseleceği yerde ona
bağlanmıştır. Ondan iç organlara inerken, hançere
paraleline geldiğinde,
ondan şubeler ayrılmıştır. Hançereyi kıkırdaklarıyle
kaldıran etrafı
üstünde olan adaleleri bitişmiştir. Hançerden yükseldikte;
ondan yine
şubeler çıkıp, hançerenin üçüncü kıkırdağını kapayan ve açan alt
çevresini
kuşatmış olan adalelere gelmiştir. Onun için tıpçılar nazarında
bunun ismi:
Dönen sinir, olmuştur. Bu sinir, omurilikten çıkmayıp, dimağdan
inip
gelmiştir. Ta ki düz olup, çekilmesi sağlam olsun. Bu sinir,
beşinci
çiftten ve yedinci çiftten olmayıp, altıncı çiftten olmuştur. Zira ki
bunun
başlangıcı yumuşak, sonu kıvrımlı olduğundan, bunun gibi sertlik ve
düzlükle
inmezler ki, metanet bulup, yükselme ve dönüşe kabiliyetli olurlar.
Bu
dönen şubeleri, başlangıçlarından uzaklaştırmanın hikmeti, sertlik
ve
kuvvet kazandırmaktır. Dönen sinirlerin en sağlamı, hançereyi,
adalelerin
örtüsüne yayıcı olan sinirdir. Sonra bu sinirin ziyadesi, ondan
inip,
şubeleri diyafram ve göğsün zar ve adalelerine gidip, onda yürek,
akciğer
aort ve atar damarlara dağılmıştır. Ama kalanı diyaframa geçip,
açıklanan
üçüncü çiftten inen şubeye iştirakle, iç organların zarlarına
dağılıp,
kürek kemiğinde son bulmuştur.
Yedici çiftin bitişik yeri, dimağ
ile omuriliğin ortaklaşmasından olup,
çoğu, dili hareket ettiren adalelere
gelmiştir. Ondan şubelere ayrılıp,
kalkan kemiğiyle lam kemiğinin ortak olan
adalelerine varıp, dağılmıştır.
Azı, bunlara komşu olan sinirlere
dağılmıştır. Bu şaşırtıcı tertip ve acaip
bileşim, o yaratıcı Allah'ın kudret
ve hikmetiyle nizam bulmuştur.
Dördüncü
Madde
Boyun omurları omuriliğinden biten sinirleri
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Boyun
omuriliğinden çıkıp, omurlarından ilerleyen sinirlerin hepsi sekiz
çift
sinir bilinmiştir.
Birinci çifti, birinci omurun iki deliğinden
çıkıp, mücerret adale
uçlarıyle dağılmıştır. Bu çift, ince ve küçük
kılınmıştır. Ta ki çıkış yeri
dar olsun ve omur kemiği metaneti üzere kalsın.
İkinci çiftin çıkış yeri,
birinci omur ile ikincinin aryasında açıklanan
ortak deliklerden
bulunmuştur. Bu çiftin çoğundan uzuv uçları his ve dokunma
duygusu
bulmuştur ki, kafanın üstü dolaşıp yükselip, baş önüne eğilmiştir.
İki
kulağın duş tabakalarında yerleşip, açıklanan küçük çiftin eksiğini
tedarik
kılmıştır. Bunun kalanı boyun arkasında olan adalelere ve geniş
adaleye
gelmiştir. Onlar onunla hareket bulmuştur.
Üçüncü çiftin çıkış
yeri, ikinci omur ile üçüncü arasında müşterek olan
deliklerdendir ki, her
bir siniri, iki kola ayrılıp, bir kolu onda bulunan
adalelere dağılmıştır.
Özellikle aş ile boyunu bağlayan adalelere bu
sinirin şuberi gelmiştir. Onda
ola omurların dikenlerine yükselip, onların
köküne yapışmıştır. Ondan onların
başlarına çıkıp,o susamsılardan biten zar
bağları ile karışmıştır. Ondan
geçip, iki kulak etrafına eğilmiştir.
Hayvanların bedenlerinde iki kulağı
hareket ettirmek için, iki kulağa
ulaşmıştır. İkinci kolu, ön tarafa eğilip,
geniş adaleye gelmiştir. Çıkışa
başladığında, ona damar ve adaleler
rastlamıştır. Onlarla metanet ve
sağlamlık bulmuştur. Bu ikinci kol,
hayvanlarda şakak ve kulak adalelerine
karışmıştır.
Dördüncü çiftin çıkış
yeri, üçüncü omur ile dördüncü arasında müşterek olan
Deliklerden olmuştur.
Üzerinde bulunan üçüncü çift gibi bir cüzü öne, bir cüzü
geriye bölünüp, ön
cüzü küçük olduğundan, beşinci çifte karışmıştır. Öbür
cüzü, geriye dönüp, o
adalelere şubeler gönderip, ondan omurgaya inip, son
bulmuştur.
Beşinci
çiftin çıkış yeri, dördüncü omur ile beşinci arasında müşterek
olan
deliklerden olmuştur. Yine yukarıdaki gibi iki yok olup, ön kolu
küçük
olduğundan yanak adalelerine gelmiştir. Başı, ön tarafa eğilimli edip,
baş
ve boyun adaleleri ile müşterek olan adalelere dağılmıştır. Öbür kolu,
iki
şube olup, bir şubesi ön kol ile ikinci şube arasında aracı
olmuştur.
Omuzun üstlerine gelip, altıncı ve yedinci çiftin birer
miktarına
karışmıştır. İkinci şube dahi, altıncı ve yedinci çiftin
şubelerine
karışıp, diyafram ortasına geçmiştir.
Altıncı ve yedinci çiftin
çıkış yerleri, açıklanan deliklerin düzeni üzere
altında bulunan deliklerden
olmuştur.
Sekizinci çiftin çıkış yeri, boyun omurlarının cüzleriyle
omurga
omurlarının evvelsi arasında müşterek olan deliklerden olmuştur. Bu
üç
çiftin şubeleri, biri birine karışmıştır. Altıncı çiftin çoğu, omuz
yüzeyine
gelmiştir. Azı, dördüncü ve beşinci çiftin azlarıyla diyaframa
inmiştir.
Yedinci çiftin çoğu gelip, azı beşinci çiftin azlarıyla diyaframa
inmiştir.
Yedinci çiftin çoğu gelip, azı beşinci çiftin azıyle baş, boyun
ve
omurganın adalelerine ve ondan diyaframa ulaşmıştır. Sekizinci çiftin
azı,
omuza galip, çoğu adale ve kola dağılmıştır.
Diyafram, sözü edilen
sinirlerden nasibini aldığından hikmet budur ki,
diyaframa gelen yukarıdan
indiğinden, bölünmesi kolay olmuştur. Diyaframın
işi önemli olduğundan,
sinirleri müteaddit yerlerden gelmiştir. Ta ki bu
başlangıç yerlerine isabet
eden âfetle işi bâtıl olmasın. Yaratıcı, bâri,
şekil verici ve şanı yüce
Allah her şeyden münezzehtir.
Beşinci
Madde
Göğüs ve omurga omurlarının omuriliklerinden biten sinirleri
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Göğüs
omurlarının iliğinden biten sinirlerin cümlesi oniki çift
sinir
yaratılmıştır.
Birinci çiftin çıkış yeri, göğüs omurlarından birinci
omurla ikincinin
arasında müşterek olan deliklerden bulunmuştur. iki cüze
bölünmüştür. Büyük
cüzü, sert adalelere ve kaburgalara dağılmıştır. Küçük
cüzü, iki evvelki
kaburgaya uzanıp, boyun sinirlerinin sekizinci çifti
eşliğiyle birlik el
taraflarına gelip, kol ve omuzlara ulaşmıştır. Sekizinci
çiftin çıkış yeri
ise açıklanan müşterek deliklerden olup, iki cüze
bölünmüştür. Bir cüzü,
pazunun dışına yönelip, ona his ve dokunma
bahşetmiştir. Bir cüzü dahi
diğer cüzlerle toplanıp, omuz mafsalını ve beli
hareket ettiren adalelere
gitmiştir.
Bel omurlarından biten sinirlerin
omuza gelmeyen şubeleri, bel ve kaburga
adalelerine gelmiştir. Kaburga
omurlarından biten sinirler, ancak
kaburgalar arasında bulunan adalelere ve
karın adalelerine ulaşmıştır. Bu
sinirlerin şubeleriyle beraber atar ve
toplar damarlara akıp, açıklanan
sinir çıkış yerlerinden hepsi içeri
girmiştir.
Katan (kasık) sinirleri, karın ve bel sinirleriyle müşterek
bulunmuştur
Zira ki kasık sinirleri, iki cüze bölünmüştür. Onun bir cüzü, üç
çift
kılınmıştır ki, adaleler onlarla bilinmiştir. Diğer cüzü, iki
çift
bulunmuştur ki, karın adaleleri onlar kılınmıştır. Evelki cüzüne
dimağdan
inip, sinir karışmıştır. İkini cüzü ki, karından gelen iki çift
adale
olmuştur. On baldırlar tarafına büyük şubeler gönderip, evvelki
cüzünün
ikinci çiftinden onlara şubeler gelmiştir. Bir cüzü dahi kuyruk
sokumu
sinirlerinin evvelkisinden gelip, hepsi biri birine karışmıştır.
Bazıları
kasıkta alıp, bazıları baldırlar aşağısına inmiştir. Ama bedenin
arkasında
ve oyluklar içinde çok damarlar ve çok adaleler olduğundan, kasık
kemiği
tarafından biten adalelerin bedenin gerisinden ve oyluklar içinden
ayaklar
tarafına yolu olduğundan, bacak adaleleri için özel sinirlerden bir
cüz,
husyeler içine inen kanala varıp, girmiştir. Ta ki kasık
adalelerine
yönelip, ondan dizlere inip gitsin.
Kuyruk sokumudur ki,
adaleleri altı çift olduğu şaşırtıcıdır Onun ir çifti,
kasık adalesine
karışmıştır. Kalanı beş çift sinir, kuyruk sokumu yanından
biten bir tek
sinir, bunlardan hepsi makat, zeker, mesane ve rahim
adalelerine, karın
zarlarına, kasık kemiğinin içinin dışa bakan taraflarına
ve kuyruk sokumu
kemiğinden gelen adalelere, bütün bunlara dağılmıştır.
Bu bölümde açıklanan
sinirlerin sayısı, daha önce anlatılan adalelerin
sayısı miktarı tamamen,
beşyüzotuz sinirde son bulmuştur. Açıklanan
bedeninince sanatları, o sâni ve
hakîm Allah'ın kudretinin kemaline delalet
edip, insan türüne olan büyük
nimetine, beden azalarının cüzleri her an
şahadet kılmıştır. Şu halde bu
surette toplanan sanatları seyreden uyanık
kimse, yaratıcısını bilmiştir.
Kendisini nimet denizine gark olmuş
bulmuştur. Mevla'sına can ve gönülden
muhabbet kılmıştır. Her halde ona
yönelmiştir.
[TOP]
[TOP]
40-BÖLÜM:040:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Sakın damarların
bitiş yerlerini ve faydalarını altı madde ile ayrıntılı
olarak
açıklar.
Birinci Madde
Karaciğerden biten bâb
damarının dallarını ve faydalarını bildirir.
Ey aziz, malum olsun
ki, anatomi bilginleri emişlerdir ki: Sakin damarların
hepsi karaciğerden
bitmiştir. Karaciğerden önce iki damar vücuda gelmiştir
ki, biri
karaciğerden, dip tarafından vucütu bulmuştur. Onun çoğunlukla
faydası,
gıdayı mideden karaciğere çekmektir. Bu damar, tabibler arasında,
bâb ismiyle
şöhret bulmuştur. İkinci damar, karaciğerin yumru tarafından
meydana
gelmiştir. Onun çoğunlukla faydası, budur ki, gıdayı karaciğerden
uzuvlara
ulaştırmak ve dağıtmaktır. Bu damar, ecvef nâmını almıştır.
Bâb olan damarın,
karaciğer boşluğunda ayrılan tarafı, önce beş kısma
yetmiştir. Uçları
karaciğerin yumru tarafına yettikte; şubelere
ayrılmıştır. Bir şubesi, öd
kesesine gitmiştir. Bunun şubeleri, yeraltında
olan kökler gibi karaciğer
içinde dağınık bitmiştir. Ama babın karaciğer
dibine bitişik olan ucu, ondan
ayrıldıkta; sekiz kısım olmuştur. İki kısmı
küçük, altı kısmı büyük suret
bulmuştur. iki küçük kısmın biri, oniki parmak
adı verilen bağırsağın
kendisine bitişmiştir. Ondan gıdayı çeke gelmiştir.
Bundan dahi şubelere
ayrılıp, pankreas adı verilen cisme dağılmıştır.
İkinci kısım, midenin altına
inip, idenin alt ağzı olan kapakçıklar yanında
dağılıştır ki, ondan gıda
cezbetmiştir. Ama geri kalan altı kısmın biri,
mide yüzeyi tarafına gelmiştir
ki, midenin dışında gıdasını ondan almıştır.
Zira ki mideni n içinde gıdalara
kavuşmakla gıdalanır olmuştur. Altı kısmın
ikincisi, dalağa ulaşmıştır ki,
dalağa ulaşmasından önce ondan şubeler
ayrılıp, pankreasa gelmiştir ki, ona
gıda vermiştir. Dalağa bitişmesiyle
bile ondan bir şube geri dönüp, midenin
sol tarafında bölünmüştür ki, o
taraf ondan gıdasını bulmuştur. Dalağa giren
şulbe ortaya geldikte; iki
cüze bölünmüştür ki, bir cüzü yukarı çıkmış, bir
cüzü aşağı inmiştir.
Yukarı çıkan cüzü, iki cüze bölünüp, bir cüzünden
dalağın üst cüzünde yani
yarısında şubeler ayrılmıştır ki, o yarıya onlardan
gıda gelmiştir. İkinci
cüzü dışa gelip, midenin yumrusu sonuna erip, onda iki
cüz olup, biri
midenin sol dışı tarafına dağılmıştır ki, o taraf gıdasını
ondan almıştır.
Bir cüzü mide ağzına dağılmıştır ki, siyah köpüğün fazla
asidini ona
itmiştir. Fuduldan çıkıp, mide ağzını duraklatmaya ve hareket
ettirmeye
yetmiştir. Şehve ve iştihayı uyarıp, dalgalandırmıştır. Dalağın
ortasında
olan şubeden inen cüz dahi iki cüz olmuştur. Birinin şubeleri,
dalağın alt
yarısına dağılmıştır ki, o yarı ondan gıdalanmıştır. İkinci cüzü
içyağından
meydana çıkıp, onda dağılmıştır ki, ondan içyağına gıda
gelmiştir.
Altı bölümün üçüncüsü, sol tarafa varıp, düz bağırsağın çevresinde
olan
damarların ince kanallarına dağılmıştır ki, gıdanın aşağıda
bulunan
hâsılından gıdasını almıştır.
Altı kısmın dördüncüsü, saç gibi
ince şubelere ayrılıp, bazısı midenin
yumrusunun sağ tarafı dışında dalak
tarafından idenin soluna gelen cüze
karşılık olduğu halde dağılmıştır. Bazısı
içyağının sağına yönelip, dalak
damarının şubelerinden ve midenin solundan
sağına glen cüze karşı olduğu
halde dağılmıştır.
Altı kısmın beşincisi,
kalınbarğısakların çevresinde olan ince kanallara
dağılmıştır ki, gıdayı
ondan alagelmiştir. Ama altıncı kısmın çoğu, yukarı
çıkanın çevresinde,
bazısı a'ver (coecum)e bitişik olan ince lifler
çevresinde ağılmıştır ki,
gıdayı onlardan almıştır. Sübhanallah! Kudreti
kemal bulmuş, azaeti celal
bulmuş olan, rızık verici ve yaratıcı
Allah
münezzehtir.
İkinci Madde
Karaciğerden
biten ecvef damarın bazı kollarını ve faydalarını bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: ecvef damarın
kökü
önce karaciğer içinde kıl gibi dağılıştır ki, yine kıl gibi şubelere
ayrılan
bab damarının şubelerinden gıdayı çekegelmiştir. Ecvef damarın
şubeleri,
karaciğerin yumru dış boşluğunda vârit olmuştur. Bab damarının
şubeleri,
karaciğerin dibinden boşluğa gelmiştir. Şu halde bu ecvefin
gövdesi,
karaciğerin yumru yüzünde doğup, iki kısım olmuştur ki, biri
büyük, biri küçüktür. Küçük kısmı, yukarı çıkmış, büyük kısmı
aşağı
inmiştir. Yukarı çıkan küçük kısmı, diyafram içine geçip, ona iki
damar
verip, onda dağılmıştır ki, ona gıdayı lutfetmiştir. Sonra yukarı
çıkan
kısım, yüreğin örtüsü hizasına gelip, ona birçok kollar
göndermiştir.
Onda kıl gibi dağılmıştır. Diyaframa gıda ondan gelmiştir.
Sonra yukarı
çıkan kısım ikiye bölünmüştür ki, biri büyük, biri küçük suret
bulmuştur.
Ama büyük kısım yüreğe gelip, onun sağ kulakçığı yanında içine
girmiştir.
Bu damar, yürek damarlarının en büyüğü olduğunda hikmet bu
olmuştur ki,
diğer damarlar, havayı çıkarmak için bulunup, bu büyük damar,
gıda için
kalmıştır. Gıda ise havadan kalın olduğundan, menfezi daha geniş,
zarfı
daha büyük olmağa muhtaç olmuştur. Bu büyük damar yüreğe girdiğinde,
ona üç
perde vermiştir ki, faydaları dışarıdan içeriye gelmiştir. Bu üç
perde,
diğerlerinden daha sert olmuştur. Ta ki yürek uzama sırasında
onardan
gıdayı çekip, yayıldıkta, geri dönmesin. Ama küçük damar budur ki,
öbürüyle
birlikte çıktıkta, ona üç ısım damar göndermiştir ki, biri
yürekten
akciğere gitmiştir. Atar damarların bitiş yeri yanında yüreğin ağına
yakın
yerde bitmiştir. Sağ boşlukta akciğer tarafına dönüp, ona yetmiştir.
Bu
damar, atardamarlar gibi iki zardan bitmiştir. Onun için tabibler
buna,
şiryan (atar damar) adını vermişlerdir. Bunun faydası bu olmuştur
ki,
bundan saçılan kan oldukça incelmiştir. Akciğer cevherine benzemiştir.
zira
ki bu ince kan, yürekte çok az kaldığından, bunda pişme olmayıp,
atar
kan damarına girdikte, onda hararetle pişmiştir.
Üç kısmın ikincisi,
yürek çevresinde dolaşıp, içinde dağılmıştır ki, yüreğe
gıda ondan gelmiştir.
Üçüncü kısmı, özellikle insandan sol tarafa meyledip,
göğüs omurlarından
beşinci omura gidip, ona dayanıp, sekiz alt kaburgaya ve
onlara yakın olan
kaburgalara dağılmıştır. Yukarıya çıkan kısım, yüreğin
nahiyesini geçtikte;
ondan göğsü ikiye bölen perdelerin ve kılıfların
yukarılarına ve tev'e adı
verilen yumuşak ete saç gibi şubelerle
dağılmıştır. Sonra yukarı çıkan kısım
boyun kemiği hizasına geldikte; ondan
iki şube ayrılmıştır ki, birbirinden
uzaklaşarak, boyun kemiği nahiyesine
gelmiştir. Her bir şube, iki kola
bölünmüştür. Her taraftan, biri bağır
kemiği üzerinde sağ ve soldan inmiştir.
Ta ki hançereye varmıştır. Sonra
yukarı çıkan, üç şubeye ayrılmıştır. iki
şubesi, kaburgalar arasında
bulunan adalelere dağılmıştır. Ağızları onda
dağılmış olan atar damarların
ağızlarına kavuşmak ile mutabık gelmiştir. Bu
iki şubeden birçok damar,
göğüsten dışarı olan adalelere dağılmıştır.
Hançereyi tamamladıkta; bir
bölük damar dahi omuzu tamir edip, onda sıralanan
adalelere dağılmıştır. Bu
iki şubeden bir bölük damar dahi, düz adalelerin
altında aşağı inmiştir.
Şubeleri onlara dağılmıştır. Sonları, açıklanacak
kuyruk sokumu kan
damarında, yukarı çıkan adalelere ve atar damarlara
bitişmiştir. Yukarı
çıkan kısmın üçüncü şubesi, iki omuza gıda vere
gelmiştir. Yaratıcı, bâri ve
şekil verici olan Allah münezehtir. Bu ne
yaratılıştır ve bu ne sanattır ve
ne hikmettir ki, gerçeklerinin inceliğinde
akıl sahipleri şaşırıp kalmıştır.
Sübhanehü ve
Taâlâ!
Üçüncü Madde
Kara ciğerden biten ecvef
damarın; göğüs, omuzlar, çeneler, boyun, baş ve
yanak ayasına çıkan kıllarını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Göğüs ve omuz
adalelerine dağılan iki şubenin geri kalanı bir çift
şubedir ki, her bir
damarı beşer şubedir. Her bir damarın birer şubesi,
göğüste dağılmıştır
ki, üstteki dört kaburgaya onlardan gıda gelmiştir.
İkinci şubeleri
omuzlara dağılmıştır ki, o iki yerde olan adaleler, onlardan
gıdalarını
almıştır. Üçüncü şubeleri, iki taraftan boyunda gömülmüş olan
adalelere
dağılmıştır ki, o adaleler onlardan gıda bulmuştur. Dördüncü
şubeleri
boynun üstteki dokuz omuru deliklerine bölünmüştür. İki tarafından
onlara
girip, başa yükselmiştir. Onda olan adalelere bunlardan gıda
gelmiştir.
Beşinci şubeleri, hepsinden daha büyük olup, iki taraftan omuz
içine gelip,
her biri dört kol olmuştur. Ama her şubenin birer koku, böğür
kemiği
üzerinde, omu mafsalını hareket ettiren adalelere dağılmıştır.
ikinci
kolları yumuşak ete ve atar damarlar içlerine dağılmıştır. Üçüncü
kolları,
göğü üzerinde geçip, yumuşak kısma inmiştir. Dördüncü kolları
büyüktür ki,
her biri üçer cüze bölünüp, ikişer cüzleri omuz diplerine
gelmiştir. Onda
olan büyük adalelere ve küçük adalelere ve içinde olan büyük
adalelere
dağılmıştır. Üçüncü cüzleri büyük olup, her biri ikişer şube
olmuştur.
Göğüs üzerinden geçip, iki el nahiyesine gidip, onlarda olan
adalelere
dağılmıştır. Tıpçılar onlara, ıbti (koltukaltı) adını
vermiştir.
Yukarı çıkan kısmın, üçüncü şubesi, boyuna çıkarken iki kısım
olmuştur ki,
biri dış, biri iç şah damarı suretini bulmuştur. dış damar,
boyun kemiğine
yükseldikte; iki kısım olmuştur ki, biri ondan ayrıldıkta, ön
tarafa
yükselmekle gelmiştir. İkinci kısmı, öne ön tarafa inip, ondan
yükselip,
boyun kemiğinin dışına ulaşmıştır. Ondan yükselip, boynun dışına
gidip,
evvelki kısma ulaşmış ve karışmıştır. Şu halde iki kısımdan, bilinen
şah
damarı meydana gelmiştir. Bu ikinci kısım, birinci kısma karışmadan
önce,
bundan iki cüz ayrılmıştır ki, bir cüzü enlemesine gidip, içeri
gireceği
yerde, iki boyun halka kemiğinin kovuştuğu yerde, yine birleşmiştir.
İkinci
cüz, boyunun dışında kıvrımlı olup, sonra iki damarından ayrılmıştır.
Bu
iki çift damardan örümcek ağı gibi dağılıp, omuz üzerinde
uzadıklarından,
her biri omuz damarı nâmıyle şöhret bulmuştur ki, baş damarı
dahi bunda
olmuştur. Bu iki omuz damarının iki tarafından iki damar, omuz
üstüne dek
buna eşlik etmiştir. Lakin biri onda haps olup, dağılmıştır. biri
omuz
üstünü geçip pazu başına gidip, onda dağılmıştır.
Omuz damarı,
ikisini dahi geçip, ellerin sonuna gitmiştir. Dış şah
damarının iki damarı
karışmalarından sonra iki kısım olmuştur. Biri içe
gömülüp, küçük kollara
ayrılmıştır ve üst çeneye dağılmıştır. Onlardan büyük
şube ayrılmış ve alt
çenede dağılmıştır. Bu iki sınıf şubelerden ince damar
cüzleri dilin
çevresine gelmiştir. İkinci kısım dışta olup, iki kulak ve
başa şakın olan
yerlere dağılmıştır İç şah damarı, yemek borusuna eşlik
edip, onuna doğru üst
tarafa gidip, şube göndermiştir ki, dış şah
damarından gene şubelerle
karışmıştır. Hepsi yemek borusuna, hançereye ve
gömülmüş adalelere bölünüp,
sonu nihayet lam yivine gelmiştir. Sonra ondan
nice şubeler dağılmıştır ki,
birinci ve sekizinci omurdan çıkan sinirle
dağılmıştır. Ondan bir saç gibi
baş damarı ve boyun mafsalanı gelmiştir.
Ondan kollar hâsıl olup, beyin
üstündeki kafa kemiği perdesi mahalline
ulaşmıştır. Kafa kemiğinin iki
hacminin birleştiği yere çıkıp onda kafa
kemiğinin içine gömülmüştür. Adı
geçen kolları gönderdikten sonra kalan
damarlar, lam yivi sonunda, kafa
kemiği boşluğuna girmiştir. Ondan dimağ
zarlarına şubeler dağılmıştır. O
zarlar gıdasını bu şubelerden almıştır.
Sert zarları, çevrelerinde bulunan
cüzlerle bu şubeler raptedip, ondan
ayrılmıştır. Bunlardan kafatasının perde
mahalline gıda gelmiştir. Sonra
ince perdelerden dimağa inip, atar damarların
dağılması gibi, onda
dağılmıştır. Bütün atar damarları sağlam raptedip geniş
yerde
karşılamıştır ki, ağızlarına kan dökülüp, onlarda toplanıp, pişsin.
Sonra
iki tak arasına dağılmıştır ki, o, sıkıcı nâmını almıştır. Ondan
kollanan
kanallardan kanı çekip, ondan orta karından iki ön karna uzanıp,
oraya
yükselen atar damarlara kavuşmuştur. İşte bu perde meşime şebekesi
ile
örülmüştür. Bunların hepsi, Allah Taâlâ'nın kudretinin kemaline
delalet
kılmıştır. (Herkese rızık veren, şanı yüce olan, şekil verci ve
yaratıcı
Allah her şeyden münezzehtir.)
Dördüncü
Madde
Karaciğerden biten ecvef damarın kol ve ellere gelen
kollarını ve
faydalarını bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
anatomi bilginleri demişlerdir ki: Kol damarının
aslı, omuz damarıdır. Ondan
ayrışan şulelerin başlangıcı kol damardır ki,
o, pazuya hizalandıkta; ondan
pazunun dış cüzlerine ve derisine dağılan
şubelerdir. Sonra dirseğin mafsalın
yakın olmasıyle üç kısım olmuştur ki,
biri kol ipidir. Bu kısım üst oynağın
dışı üzerinde uzanmıştır. Ondan dış
tarafa dağılmıştır. İkinci kısmı kolun
dışında dirsek boğumuna yönelip,
içeriden bir şubeye bitişmeye gidip,
ikisinden ekhal damarı vücut
bulmuştur. Üçüncü kısmı derine inip, onda olan
adalelere dağılıp, son
bulmuştur. Ancak bir şubesi, kol kemiğine varmıştır.
Bu, dirseğin iç
mafsalına yakın geldikte; iki kısım olmuştur. Bir kısmı
derine gidip, kafa
damarından gömülen şubeye bir miktar bitişip, sonra
ayrılmıştır. Şu halde
bu mafsalın biri, iç tarafa inen serçe parmak ve
yanındakinin hepsine ve
orta yarıma varmıştır. İkici mafsala yükselen
kemiklere temas eden et
cüzlerine bölünmüştür. İçtekinin ikinci kısmı, kol
içinde dört kol olmuştur
ki, bir kolu, kolun aşağılarında bileğe varıncaya
dek dağılmıştır. İkinci
kolu, birinci kolun üstünde onun gibi dağılmıştır.
Üçüncü kolu, hepsinden
büyük gelip, üstte ve dışta olup, onun bir kolu, kol
damarının bir şubesine
bitişip, ikisinden ekhal hâsıl olmuştur. Kalanları,
basilik damarıdır ki,
bir dahi gömülüp, derine gitmiştir.
Ekhal damarı, iç
taraftan bitip, üst oynağa çıkıp, ondan dış tarafa gidip,
yunan lamı şeklinde
iki kol olmuştur. üst kolu, üst oynağın tarafına inip,
dirseğe yönelmiştir.
Başparmağın arkasında ve onunla işaret parmağı arasına
ve işaret parmağının
kendinde dağılıştır. Aşağı kolu, aşağı oynağın
tarafına inip, üç kol olmuştur
ki, bir kolu, işaret parmağı ile orta
parmağın arasına gelip, üst kolan
işaret parmağına gelen damarın bir
şubesine bitişip, onunla tek bir damar
olmuştur. ikinci kolu ki, esîlmdir.
Orta parmak ile yanındaki arasında
dağılmıştır. Üçüncü kolu serçe parmak ile
yanındaki arasına yönelmiştir.
Bunların hepsi, parmak mafsallarına
bölünmüştür. Bunlardan iki elin
parmakları her an Allah'ın kudretiyle
beslenmiştir. İnsanın en güzel şekilde
yaratan hakîm ve sâni Allah
münezzehtir.
Beşinci
Madde
Ecvef damarın kara ciğerden bedenin aşağısına inen büyük
kısmının kollarını
ve faydalarını bildirir.
Ey aziz, malûm olsun
ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki 0 Ecvefin inen
cüzü ki, büyü kısmıdır.
O kara ciğerden doğdukta; omurgaya dayanmazdan önce,
ondan bir büyük damar
ayrılıp, kılcal damarlara dağılmıştır. Sağ böbreğin
liflerine ulaşıp, onda ve
ona yakın olan cüzlerde dağılmıştır. Hepsine
gıda vermiştir. Sonra bu inen
kısımdan bir büyük damar ayrılıp, yine
kılcallar gibi damarlara dallanmıştır.
Sağ böbreğe gelip, onun liflerini
bulup, civarında olan cisimlerde
dağılmıştır. Hepsine bu dallarla gıda
gelmiştir. Sonra bu inen kısımdan büyük
damar dağılmıştır ki, onlara
doğnalar ismi uygun gelmiştir. Bunlar, gıda
vermek için iki böbrek içine
girmiştir. Zira ki açıklanan atar damarlar gibi,
bu doğanlar dahi
böbreklerin gıdalarını çekici olmuştur ki, karaciğer kan
suyu onlara gıda
gelmiştir. Bu doğnaların solundan bir damar ayrılıp,
erkekler ve kadınlarda
sol yumurtaya inmiştir. Bir damar dahi, sağdan
şubelere ayrılıp, sağ
yumurtaya gelmiştir. Böbreklerden, tenasül organları
içine, sağdan sağa ve
soldan sola gelen iki sert damar tarafına bükülmüş ve
şekilleri yuvarlak
olduğundan, böbreklerden onlarda yumurtalara akan halis
kan sıcaklıkla
pişip, kırmızı kan döken beyaz meni olmuştur. İki damar dahi
omurgadan iki
yumurtaya ulaşmıştır. bu duarlar zekerde, ferçde ve rahmin
derinliğinde
kaybolmuştur. Sonra bu inen kısım omurgaya dayanıp, inerken her
bir omur
yanında ondan yine şubelere ayrılmıştır ki, bazıları o omurlara
girip,
omuriliğe ulaşmıştır. Bazıları yanında konulan adalelere
dağılmıştır.
Bazıları iki leğen kemiğine gelip, karın adalelerinde son
bulmuştur. Bu
inen kısım anlatılan durumları ile omurga omurlarının sonuna
ulaştığında,
onda iki kısmı bölünmüştür ki, bir kısmı sağ oyluğa ve bir kısmı
sol oyluğa
yol bulmuştur. Bu iki kısım oyluklara inmezden önce her birinden
on tabaka
damar ayrılmıştır. Evvelki tabakaları sert yerlere gelmiştir.
İkinci
tabakaları kıllar gibi dağılıp, kuyruk sokumu altlarına yayılmıştır.
Üçüncü
tabakalar kuyruk sokumu kemiği üzerinde olan adalelere
dağılmıştır.
Dördüncü tabakaları makat adalelerine ve kuyruk sokumu dışına
bölünmüştür.
Beşinci tabakaları, kadınlarda rahme yönelip, bazısı onda ve ona
bitişik
olan cüzlerde dağılmıştır. Kalanları mesane tarafına gelip, iki
kısım
olmuştur. Biri mesanede dağılıp, biri mesanenin boynuna gelmişti.
Bu
beşinci tabaka erkeklerde çok olmuştur ki, hem mesaneyi kuşatıp, hem
zeker
olmuştur. Altıncı tabakaları oyluk kemiği üzerinde konulan
adalelere
yönelip, onda dağılmıştır. Yedinci tabakaları karın üzerinde
beden
doğrultusunda giden adalelere yükselmiştir. Bu damarlar, o
damarların
uçlarına bitişmiştir. Göğüsten onlar karın boşluğuna inmiştir.
Bu
damarların kökünden kadınlarda dört damar bitip, dört taraftan
rahme
gelmiştir. Onlardan sekiz damar iki meme tarafına yükselmiştir ki,
bu
damarlarla rahim, memelere eş olmuştur. sekizinci tabakaları
erkeklerde
zeere, kadınlarda bız'a gelip, onlarda dağılmıştır. Dokuzuncu
tabakaları,
oyluğun iç adalelerine inip, onlarda dağılıştır onuncu tabakaları
iki leğen
kemiğine çıkıp, eller tarafından inen damarların içlerine
ulaşmıştır.
Hepsinden bir cüz'ü büyük hasıl olup, yumuşak adalelere inip,
onda
bölünmüştür ki, yirmi tabakaya varmıştır. Bu damarların bu tevzi
ve
ayrılmalarından nice kimseler ibret almıştır. (Damarlarda kanı nehirler
gibi
akıtan kahredici ve tek olan Allah
münezzehtir.)
Altıncı Madde
Ecvef damarın inen
kısmında oyluklar altına giden dallarını ve
faydalarını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi
bilginleri demişlerdir ki: Sözü edilen iki
kısmın adı geçen tabakalarından
arta kalanı, oyluklar içine inip, her bir
kısım bir oyluk içinde onbeşer şube
olmuştur ki, biri oyluğun önü üzerinde
konulan adalelere bölünmüştür. Biri
oyluğun arkasında olan adalelere
dağılmıştır. Biri iç taraf adalelerine
dağılmıştır. Biri dış taraf
adalelerine inmiştir. ikisi diz mafsalı
adalelerine gelmiştir. Üçü şubenin
kalanlarının dıştakileri küçük kemik
üzerinde topuk mafsalına dek
uzanmıştır. Orta şubesi diz sonundan baldır içi
adalelerinde şubeler
bırakarak inmiştir. Ondan iki şube kaldıkta, biri baldır
cüzlerinin içinde
kaybolur. Biri iki kemik arasında uzayıp, ayak önüne inişte
sözü edilen dış
damarın bir şubesine karışmıştır. üçüncü iç şubesi baldır
derinliğine
yönelip, büyük kemiğin yumru tarafından topuğun altına gidip,
ayağın iç
tarafına gelmiştir. Açıklanan üç şube, onda dört şueye bölünmüştür.
ikisi
içtedir ki, küçük kemiğin tarafından ayağa girmiştir. ikisi içtedir ki,
iki
dıştakinin birine içtekinin en içteki ulaşmıştır. Ayağın üstüne
çıkıp,
üstlerinde dağılmıştır. ikincisine iç kısmın dış şubesi bitişip,
ayağın alt
cüz'lerine dağılıp son bulmuştur. Şu halde insan bedeninin tümünde
bulunan
kan damarları bunlardır ki, açıklamaya gelmiştir. Hepsi tamam
üçyüzaltmış
kan damarına varmıştır. Hakîm ve şekil verici olan Allah'ın en
güzel
şekilde yarattığı insan bedeninde olan benzersiz sanatları fikiretmeye
ve
düşünmeye vesile olmak için onda bulunan birbirine benzer parçaları
bu
miktarca açıklamakla yetinilmiştir. Bundan sonra bazı güç ve
hisleri,
uzuvların şekil farklılığını dahi iki bölüm ile açıklamağa
lüzum
görülmüştür. Bedende bulunan sonsuz ince sanatlardan açıklanan
azaların
anlatımı kısa kesilmiştir. Zira ki, bedende yaratılan bütün
uzuvların
çeşitli cüzlerinin uzun uzun anlatılması ve durumlarını filozoflar
nice yüz
kitap ile ancak açıklamışlardır. (Yaratıcıların en güzeli olan Allah
ne
yücedir.)
[TOP]
41-BÖLÜM:041:
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İnsan bedeninde
bulunan cinsleri ve kuvvet çeşitlerini, uzuvlarının
içlerinin başlangıcını ve
hayat verici dört nefsi, his ve kuvvet gibi
hizmetçileri olan eşyayı altı
madde ile açıklar.
Birinci Madde
insan bedeninde olan
kuvvetlerin tür ve cinslerini, uzuvların içlerinin
başlangıçlarını kısaca
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir
ki: Kuvvetler ile
fiiller birbirinden anlaşılmıştır. Zira ki, her bir
kuvvetin başlangıcı bir
fiil olup, her bir fiil ancak bir kuvvetten
çıkmıştır. Şu halde fiiller gibi
kuvvetler dahi iki cins olmuştur ki, biri
tabii kuvvetler, biri nefsanî
kuvvetler bulunmuştur. Bu kuvvetlerden her
birisi için bir baş uzuv vardır
ki, o uzuv o kuvvetin madeni olup, fiilleri o
uzuvdan vücuda gelmiştir.
Tabii cins ki, bitkisel nefs olmuştur. O iki türü
içine almıştır. Bir
türünün gayesi, bedeni tedbir ile korumaktır. Bu tür gıda
işinde
mutasarrıftır ki, bedenin bekası sonuna dek ona gıda vermiştir.
Büyümesi
sonuna dek ona gelişme vermiştir. Bu türün yeri ve fiilinin
çıkışı
karaciğer bulunmuştur. ikinci türün gayesi bedenin o türünü
korumak
bilinmiştir. Bu tür tenasül işinde mutasarrıftır ki, beden
karışımından
meni cevherini ayırıp, ondan Hak'kın emri ile bedenin
benzeri
şekillenmiştir. Bu türün yeri ve fiilini çıkışı tenasül
organları
bulunmuştur.
Nefsanî cins ki, ona hayvanî nefs denilmiştir. O
iki türe kuşatıcı
bilinmiştir. Onun bir türü müdrike kuvveti iki, bir tür
hareket kuvveti
bulunmuştur. Müdrike kuvveti ki, iki kısımdır. Birine dış ve
birine iç
denilmiştir. Bedenin dışında idrak edici olan beş kuvvettir ki:
Duyma,
görme, koklama, tatma ve dokunmadır. Bedenin içinde idrak eden dahi
beş
kuvvettir: His, hayal, fikir, vehim ve hafızadır. Bu tür müdrikenin yeri
ve
fiilinin çıkışı dimağ bulunmuştur. Ama hareket kuvveti bir türdür
ki,
hareketlerin başlangıcı hasebince kısımlara bölünmüştür. Zira ki her
bir
adele, bir başka tabiatta yaratılmıştır. Bir tür damarların hareketi
olup,
bedenin kirişlerini, titreşim ile kavrama ve salıvermeyle
yayan
kuvvetlerdir ki, bunlarla mafsallar yayılıp, uzuvlar hareket kılmıştır.
Bu
kuvvetlerin yerleri ve menfezleri adalelere bitişik olan sinirler
olmuştur.
Bu hareket kuvvetinin bir kısmı gazap kuvveti, bir kısmı şehvet
kuvveti
kılınmıştır.
Hayvanî nef gazabına ârız olan, kavrama bilinmiştir.
Şehvet de ona ârız
olan yayılma bulunmuştur. Gazapla şehvetin yerleri ve
hareketlerinin çıkış
yerleri yürek kılınmıştır. Hakikatte bütün kuvvetlerin
başlangıcı yürek
bulunmuştur. Lakin bu merkezler, nitelendirilen kuvvetlerin
fiillerinin
ortaya çıkış yeri bulunduğundan her biri başlangıç yeri adını
almıştır.
Nitekim hislerin başlangıç yeri dimağ iken yine her his için tek
bir uzuv
olunmuştur. Zira ilk o hissin fiili kendine mahsus o uzuvdan
meydana
çıkmıştır. ama bazı tek fiiller, gıdayı hazmetmek gibi, tek bir
kuvvet
ile tamam olmuştur. Bazısı yemek iştihası gibi iki kuvvetle
kemalini
bulmuştur. Zira ki bu iştiha çekici bir kuvvetle, bir de hem midede
konulan
hassas kuvvetle tamam olmuştur. Çekme kuvvetini uzun lif,
rutubetle
harekete geçirir. Midenin girişindeki his kuvveti, bu işlemle
iştihayı
uyaran siyah köpüğü ekşidir. Zira ik bu hisse bir âfet ârız olsa,
acıkma ve
iştiha bâtıl olup gider. Sebeblerin müsebbibi Allah münezzehtir.
Rablerin
rabbi Allah münezzehtir.
İkinci
Madde
insan bedeninde olan tabii nefsi ve bitkisel nefsi, bunların
hizmetçileri
bulunan kuvvetleri ayrıntılı olarak bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Ana
karnından
dünyaya gelen çocuk, dört can ile zinde olduğu halde doğmuştur. O
dört
ruhun birisi tabii nefs, biri bitkisel nefs, biri hayvanî nefs ve
biri
insanî nefs bilinmiştir.
Tabiî nefs: Bir kuvvetten ibarettir ki,
cismin cüzlerini koruyup,
birbirinden ayrılıp dağılmaktan mâni bulunmuştur.
Bütün beden bu nefsin
yeri kılınmıştır. Bunun iki hizmetçisi vardır. Birine
hafiflik, birine
ağırlık adı verilmiştir. Hafiflik o kuvvettir ki, çevreye
meyilli
bulunmuştur. Ağırlık, onun aksidir ki, merkez tarafına meyilli
bulunmuştur.
Bitkisel nefs: Bir kuvvetten ibarettir ki, cismi, uzunluk, genişlik
ve
derinlikte uzatıp, miktarını büyük kılmıştır. Bu nefsin yeri kara
ciğer
olmuştur. Sözü edilen tabiî nefs, iki hizmetçisiyle birlikte bu
bitkisel
nefsin hizmetini kılmıştır. Bitkisel nefsin, bunlardan başka kendisi
için
dokuz yardımcısı dahi bulunmuştur: çekme kuvveti, tutma kuvveti,
hazmetme
kuvveti, ayırt etme kuvveti, itme kuvveti, üreme kuvveti, şekil
verme
kuvveti, gıda alma kuvveti ve büyüme kuvveti.
Çekme: Bir kuvvettir
ki, faydalı gıdayı dışarıdan cismin içine çeker,
demişler. Bu kuvvet bu
fiili, kendi yeri olan idenin üst ağının uzun lifi
ile işler.
Tutma: Bir
kuvvettir ki, gıdayı içeride korur. Bu kuvvet bu fiili, kendi
yeri bulunan
midenin alt ağzının enlemesine kıvrık lifi ile eder.
Hazmetme: Bir kuvvettir
ki, çekmenin çektiği, tutmanın koruduğu faydalı
gıdayı değiştirir. Onu bir
kıvama getirir ki, üremenin açıklanacak fiili
için hazırlar. Kalanı karışıp,
uzuvların gıdası olur, gider. Bu işleme hazm
adı verilir. Bu kuvvet, bu
pişirme ve karıştırmayı kendi yeri olan mide,
karaciğer ve damarlar içinde
onların hararetiyle işler.
Ayırma: Bir kuvvettir ki, gıdayı içeride korur. Bu
kuvvet bu fiili, kendi
yeri bulunan midenin alt ağzının enlemesine kıvrık
lifi ile eder.
İtme: Bir kuvvettir ki, gıdadan gıda almaya layık olmayan
fazlayı veya
yeterli miktardan ziyade kalan fazlayı iki yoldan, ya ona mutad
olan
menfezlerden çıkarır. Nitekim ağaçtan zamkı çıkarır. Veya o ziyade
yolan
fazlayı, önemli azadan daha az önemli azaya ve katıdan yumuşağa iter.
Bu
kuvvet bu fiilleri, mide altında konulmuş olan enli ve sıkıcı lifin
bir
kirişinden toplamasıyle eder.
Üreme: Bir kuvvettir ki, en latif gıdayı
toplar. Ta ki ondan o cismin
benzeri hâsıl ola. Nitekim o toplama bitkilerde
tohum, hayvanlarda nutfe
denilmiştir. Bu kuvvet iki türdür ki, bir türü erkek
ve dişide meniyi
doğurur. Bir türü, rahmin içine gelen nutfede olan
kuvvetleri, birbirinden
ayırıp, her uzva mahsus bir mizaç hâsıl oluncaya dek
meczeder. Bu kuvvet,
bu fiilleri, kendi yerleri olan beden damarlarında
işler.
Şekil verme: Bir kuvvettir ki, Hak'kın kudretiyle bütün azanın
teşekkül,
karışım, miktar, yer, boşluk ve delikleri sonlarına bağlı olan
bütün işleri
görüp, korumak için gıda türünde tasarruf sahibi olup, onu
cismin rengi
eder. Bu kuvvet bu fiilleri, kendi yerleri olan atar damarlar
içinde eder.
Gıda alma: Bir kuvvettir ki, alınan gıdanın benzerliğine
çevirip, bedenden
ayrılanın yerine verir. Bu kuvvet bu fiilleri, kendi
yerleri olan bütün
azalarda eder.
Büyüme: Bir kuvvettir ki, cismin bütün
çaplarını tabii uygunluğu üzere
ziyade eder. Büyümesinde imdat eder ki, cisme
giren gıda ile gelişir ve
büyür. Bu kuvvet bu fiilleri, kendi yerleri olan
bedenin tümünde işler.
Bu iki nefs, adı geçen hizmetçileriyle, açıklanacak
hayvanî nefin
hizmetçisi olmuştur. Hakîm ve kadîr olan Allah'ın boyun
eğdirmesiyle, o
nefse boyun eğerek itaat kılmıştır. Hayvanî nefs dahi,
konuşucu nefsin
binek ve atı olmuştur. (Bunu bizim emrimize veren ve bizi
onun emrinde
etmeyen Allah münezzehtir. Şüphesiz biz Rabbimize
dönücüleriz.)
Üçüncü Madde
insan bedeninde olan
hayvanî nefsi ve onun bedende olan hizmetçilerinden
dıştaki beş duyuyu
ayrıntılı olarak bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi
bilginleri demişlerdir ki: Hayvanî nefs,
bir kuvvetten ibarettir ki, o
bedenin tümünde sirayet kılmıştır. Beden onun
ihtiyarıyle hareketli olup,
hissiyle eşyayı bilmiştir. Bu hayvanî nefsin
yukarıda açıklanan
hizmetçilerinden başka oniki hizmetçisi dahi vardır ki;
onu, on duyudur, biri
gazap ve biri şehvettir. On histen beşi bedenin
dışınadır ki, yerleri: Kulak,
göz, burun, ağız ve bedenin tümüdür. Beşi
bedenin içindedir ki; onların
yerleri, dimağ boşluklarıdır. Onlar: Ortak
his, hayal, vehm, fik ve
hâfızadır. Bütün bu on histen her birinin özel bir
şuğulu vardır ki, onun işi
o hizmettir.
Beş dış hissin biri işitme kuvveti, biri görme kuvveti, biri
koklama
kuvveti, biri tatma kuvveti ve biri dokunma kuvvetidir. İşitme
kuvvetinin
şuğulu budur ki, sesleri ve harfleri işitip, birbirinden ayırt
eder. Ancak
bunun vasıtasıyle kelam işitilip, anlanıp, intikal olunur. Bu
idrak, bu
kuvvete mahsustur ki, sair kuvvetler bu işten âciz kalmıştır. Bu
işitmenin
yeri, kulak içinde sıvı olmuştur. O bir nohut kabı kadar zarf
içinde latif
buhar dolmuştur.
Görme kuvvetinin şuğulu budur ki, şekilleri
ve renkleri görüp, idrak eder
ki; beyazı ve siyahı, uzun ve kısayı, büyük ve
küçüğü, uzak ve yakını, güzel
ve çirkini, aydınlık ve karanlığı birbirinden
fark edip ayırmıştır. Bu idrak
ise, bu kuvvetin kendine özgü şanına gelmiştir
ki, sair kuvvetler, bu işten
âciz kalmıştır. Bu kuvvetin yeri, gözbebeği
olmuştur.
Koklama kuvvetinin şuğulu bu olmuştur ki, güzel kokuları ve kötü
kokuları
idrak edip, birbirinden fark edip, ayırmıştır. Bu idraki bu özel
kuvvet
almıştır ki, sair kuvvetler bu işten âciz kalmıştır. Bu kuvvetin
yeri,
dimağın önünde meme ucu gibi iki pâre et gelmiştir.
Tatma kuvvetinin
şuğulu, eşyanın tadını tatmaktır. Şu halde acıyı tatlıdan,
ekşiyi tuzludan
ayırmaktır. Bütün yiyecek ve meyvelerin tat ve lezzetleri
idrakine yetmek bu
kuvvete mahsus olmuştur. Bu idrak ancak bu kuvvetin
şanına gelmiştir ki, sair
kuvvetler bu tat ve lezzetten âciz kalmıştır. Bu
kuvvetin yeri, boğaz içi ile
di üstüne yayılmış olan adale olmuştur.
Dokunma kuvvetinin şuğulu budur ki,
yumuşağı sertten, sıcağı soğuktan, yaşı
kurudan, hafifi ağırdan teşhis edip,
ayırmıştır. Bu idrak ise ancak bu
kuvvetle vücuda gelmiştir ki, sair
kuvvetler bu işten âciz kalmıştır. Bu
kuvvetin yeri, bedenin dışının tümü
olmuştur. Lakin el ayasında ve
parmaklarda ziyade ortaya çıkıp başın
ortasında kemalini bulmuştur.
Bu konum ve düzen, o yaratıcı Allah'ın
kudretinin kemalini, nimet
vericiliğinin nimetini açıklamıştır. Hayret
ediciler bu sanattan nice ibret
almıştır.
Dördüncü
Madde
Hayvanî nefsin insan bedeninde olan beyan olunan
hizmetçilerinden beş iç
duyguyu ayrıntılı olarak bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Dimağın
üç
boşluğunda olan beş iç hissin biri müşterek his, biri hayal kuvveti,
biri
fikretme kuvveti, biri vehmetme kuvvet i ve biri hafıza
kuvvetidir.
Müşterek his kuvveti: ilk hizmetçidir. Buna iki mânâ yönünden
müşterek his
denilmiştir. Birinci mânâ budur ki, iki gözün idrak eylediği bir
nesnenin
sureti, müşterek hisde yine bir müşahade kılmıştır. Zira ki bir
kimsenin
gözüyle müşterek hissi arasında bir bozulma vâki olsa, o kimse şaşı
olup,
bir nesneyi iki görmüştür. İkinci mânâsı budur ki, müşterek his,
dış
hislerin sonunda ve iç hislerin evvelinde aracı olduğundan, dış hisler
ile
idrak olunan eşya, önce bu müşterek hisse gelip, o nehirler bu
denizde
toplandıkta; ondan iç hislere ulaşmıştır. Kalbe gelen fikirler, önce
dimağa
çıkıp, onda olan hisleri geçip bu müşterek hisse gelip, o pınar
ve
kaynaklar ona doldukta; ondan dış hislere ulaşmıştır. Şu halde onun için
bu
kuvvete üşüterek his denilmiştir. Bunun şuğulu, yazılan
tercümanlık
bulunmuştur. Bu kuvvetin şanı, bir tercümanlık bilinmiştir ki,
sair
kuvvetler bu işten âciz kalmıştır. Bu kuvvetin yeri, fiilin
başlangıcı
beyan olunduğu üzere üç boşluktan birinci boşluğun ön cüzü
olmuştur.
ikincisi hayal kuvvetidir. Bunun işi ve sanatı budur ki, dış
hislerden bir
nesne idrak olunsa, mesela bir kimseyi görmüş bulunsa, o kimse
hazır
bulunmasa, bu hayal kuvveti, onu kayıp iken müşahede edebilir. Yahut
bir
kimse bir şehri seyredip, bir başka yere gitmiş olsa, o şehri
murat
eyledikçe, gaip iken müşahede edebilir. Çünkü hayalin işi, hayal
emekle
mânâları idraktir. Şu halde hakikatte hayal, kâtib misalidir ki,
mânâları
suretten uzak etmek onun halidir. Yani madem ki bir kelam,
telaffuzla suret
bulmadıkça mânâsı hâsıl olmaz ve bir kimseye ulaşmaz. Lakin
suretsiz,
kâtip, suret ve lafız olan mânâları gayriye ulaştırabilir. Bunun
gibi hayal
de, sureti hazır olmayan eşyayı, diğer hislere gösterebilir. Bu
mânâların
idraki, bu kuvvete mahsus olmuştur. diğer kuvvetler bu işten
âciz
kalmıştır. Bu hayal kuvvetinin yeri ve fiilinin başlangıcı, müşterek
hissin
arkasında, ona bitişik olan birinci boşluğun diğer cüzü
olmuştur.
Üçüncüsü fikretme kuvvetidir. Eğer bunu, insanî konuşma kuvveti
kendi
faydasına kullanırsa, o anda bu kuvvete mütefekkire, müfekkire,
mutasarrıfa
ve zâkire derler. Eğer hayvanî vehmetme kuvveti bunu kullanıp,
onun fiili
için hazır olursa, o durumda bu kuvvete, hayal etme derler. Bu
fikretme
kuvvetinin işi budur ki dış ve iç hislerden hafıza kuvvetide her ne
yazılış
ise, bu, o şekilleri görüp, okur. Bu kuvvetle, birinci ve ikinci
kuvvetlerin
farkı budur ki, hissolunanlardan çıkarak onlara gelenleri ancak
biri kabul
ve toplayıp, biri o toplamı hıfzeder Lakin bu üçüncü kuvvet,
ikinci kuvvette
olan suretlere mutasarrıf olduktan başka o suretlere uygun ve
uygunsuz olan
muhalleri dahi hazır edebilir. Onun için bu fikretme kuvveti,
vehmetmeye
âlet gibi gelmiştir. Bu idrak ancak buna mahsus olmuştur ki, sair
kuvvetler
bu sanattan âciz kalmıştır. Bu fikretmenin yeri ve fiilinin
başlangıcı,
dimağdan orta boşluğun ön cüzü olmuştur.
Dördüncü vehmetme
kuvvetidir ki, bunun şuğulu ve sanatı odur ki, gördüğü ve
görmediği
nesneleri, doğruyu ve yalanı nefse gösterir. Şehadetler âleminde
(dünyada)
sureti olan ve olmayan mânâları idrak eder bulunmuştur. Vehmetme
kuvveti,
mesela âlemde yüzbin güneş vehmedebilir. Halbuki âlemde ütrü
ferdine münhasır
olan güneş, birden ziyade değildir. Veyahut cıvadan bin
deniz vehmeder.
Halbuki biri dahi bulunmaz. Veyahut altın ve gümüşten ve
türlü cevherlerden
binlerce tepe ve dağ vehmedebilir. Halbuki âlemde iri
dahi olmaz. konuşmayan
hayvanın aklı, ancak bu vehmetme kuvvetidir ki,
bununla kuzu, bir sürüde
annesi benzeri bin koyun içinde kendi annesini
bilir. Çobanın sadakatiyle
kurdun düşmanlığını bu kuvvetle hissedip, bilir.
Şu halde bu vehmetme kuvveti
diğer hayvanlardan insana mahsus olan akıl
makamında olur. Zira ki hisle
değil akılla algılanan sadakat ve düşmanlığı,
koç, vehmetmenin hükmüyle
bilir. İnsan dahi bu kuvvetin bazı hükümlerine
tâbi olup, hayvanlık eder.
Zira ki vehmetme kuvveti, hayal etme kuvvetini
kullanıp, olan duruma aykırı
ve işin gerçeğine ters nice yollara gider Nice
yalancı hayaller icat eder ki,
akıl hükmünce muhal ve âtıldır. Nakil
hükmünde sapık ve bâtıldır. Onun için
vehmetme kuvvetine beden şeytanı adı
vermişlerdir. Zira ki beden
kuvvetlerinin tümü, insan aklının hükmü altında
emriyle gitmişlerdir. illa
ki, vehmetme insana itaatkâr ve boyun eğici
değildi. Nice ki Rahman'ın
mekleklerinin tümü, hazreti Adem'e secde
etmişlerdir, ancak iblis ona secde
eder değildir. Habib-i Ekrem Sallallahü
Aleyhi ve Sellem hazretleri, hadis-i
şerifte0 "Her doğan ki, ana rahminden
dünyaya gelir. Onunla şeytanı beraber
doğar," buyurduğu vehmetme
kuvvetinden kinayedir, demişler. İra ki vehmetme
kuvveti, yalan söylemekten
ve eşyayı ters gösterip, hile yapmaktan asla hâli
kalmaz. Onun tasallutu
oldukta; aklın hükmü kalmaz. Vehmin fehme galebesinden
Allah'a sığınırız. Bu
kuvvetin yeri, dimağı tümüdür. Lakin fiilinin
başlangıcı, orta boşluğun
sonu olmuştur.
Beşincisi hâfıza kuvvetidir. Bu
kuvvet levhaya benzer olmuştur. İnsanın
levh-i mahfuzu bilinmiştir. Zira ki
iç ve dış hisler, buna her ne şekil ve
suret gelirse, onun nakşı olduğu gibi
bu levha üzerinde sâbit olup,
görünmüştür. Mesela iki kimse birbirini bir
kere görmüş olsalar, sonra bir
dahi görüşmeseler, elbette birbirini tanıyıp
bilirler. Zira ki önce
görüştüğünde, ikisinin de sureti hâfıza kuvvetlerinde
resim ve
nakşolunmuştu. Şu halde o evvelki nakş ki, hâfızalarda yazılmıştı.
Bu
ikinci kerede yazılan nakşa tatbik olunduğunda, iki nakş uygun
gelip,
beraber olurlar. Ondan bilir ki, bundan önce bir dahi görüşmüşlerdir.
Bu
hâfıza kuvveti, hissolunan ve olunmayan suretlerden,vehmetme
kuvvetine
gelen mânâların hazinesi bulunmuştur. Nitekim hissolunan suretler
müşterek
hisse gelen mânâların hazinesi hayal bilinmiştir. Bu hıfz, ancak bu
kuvvete
mahsustur ki, sair kuvvetler bu işten me'yustur. Bu hâfızanın yeri
ve
fiilinin başlangıcı, dimağın üç karnından son karnının
cüzünün
başlangıcıdır. Şu halde hakikatte bu hâfıza kuvveti yazılmış bir
levha
misalidir. Fikretme kuvveti onu okuyan âlim gibidir. Hayal kuvveti
kâtip
misalidir, vehmetme kuvveti şeytan gibidir, müşterek his bir
deniz
misalidir ki, dış nehirler ve iç kaynakların hem toplamı, hem taksim
edicisi
bulunmuştur. Hemen yukarıda açıklanmıştır. Beden şehrinin sultanı
insanî
ruh, nefsler ve kuvvetleri onun avanesi bilinmiştir.
NAZM
Tenin
şehr oldu canın pâdişahı
Gönlün arş ve dimağın tahtgâhı
Hayalin kâtib
hıfzın çü defter
Ulûm-u fikr o defterde musavver
Ases akl ve behimî nefs
bîdad
Çü şeytan vâhime aşk oldu cellad
(Tenin şehir oldu, canın onun
padişahı. Gönlün arş, dimağın onun
tahtgâhıdır. Hayalin kâtib, hıfın
defterdir. Fikrin ilimleri o defterde
şekillenmiştir. Polisi akıldır.
Hayvanî, adaletsiz nefstir. Vehmetme şeytan
gibidir. Aşksa cellat
gibidir.)
Beşinci Madde
Hayvanî nefsin insan
bedeninde bulunan bu hizmetçilerinden, ahlakın kaynağı
olan asabî kuvveti ve
şehvanî kuvveti ayrıntılı olarak bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
anatomi bilginleri demişlerdir ki: Her bir hareket
ki o, muzırı def için veya
gayre üstünlük için hayvanî nefsten yürekte
meydana gelmiştir; o hareketin
ismi gazap kuvveti olmuştur. Bu gazap, o def
ve galebeyi, kendisine şuğul ve
rehber kılmıştır. Bunun yeri ve fiilinin
başlangıcı yürek olmuştur. Gazabın
itidali şecaattir ki, onunla öne
alınacak işler, öne alınmıştır. O övülmüş
ahlak olup, şeriat ve mürüvvette
makbul bulunmuştur. Gazabın ifratı,
tehevvürdür ki, onunla öne alınmayacak
iş, öne alınmıştır. O, kötü ahlak
bilinmiştir. Gazabın azlığı cübündür.
Onunla öne alınacak işlerden imtina
olunmuştur. Bu kötü ahlak, tehevvür
gibi bulunmuştur.
Her bir hareket ki,
o menfaati çekmek için veya lezzeti istemek için
hayvanî nefsten yürekte
bulunmuştur.O harekete şehvet kuvveti denilmiştir.
Bu şehvetin şuğulu ve
sanatı o çekme ve isteme bilinmiştir. Bunun dahi
yeri ve filinin başlangıcı
yürek fiili bulunmuştur. Bu şehvetin itidali
iffettir ki, onunla şeriat ve
mürüvvete uygun olan arzulara girişilmiştir.
Bu iyi ahlak, güzel bulunmuştur.
Şehvetin ifratı şerehtir ki, onunla şeriat
ve mürüvvete uygun gelmeyen
arzulara girişilmiştir. O kötü ahlak
bulunmuştur. Şehvetin azlığı hamuttur
ki, onunla yararlanılması lazım gelen
arzuları edadan kusur olunmuştur. Bu
kötü ahlak,onun gibi kötü bilinmiştir.
Şu halde eğer gazap kuvveti ve şehevhi
kuvvet, açıklanacak insani nefsin
hükmü altına gelip, köleler gibi her
durumda emrine itaatli ve boyun eğici
oldularsa, ikisi dahi itidal bulup, iki
iyi ahlak hâsıl olur ki, biri
şecaat, biri iffettir. Gazap ve şehvete üstün
ve mâlik olan insâni, nefs,
hür ve olgundur. Eğer iş, aksine dönüp, gazap ve
şehvet insani nefsin
üzerie üstün gelip, onu hükümleri altına alıp, köleler
gibi kullandılarsa,
o zaman gazap ve şehve itidalden kalıp, ikisinden dört
kötü ahlak vücuda
gelir ki, onlar: Tehevvür, cübün, şereh ve hamuttur. Nice
kötü ahlak, bu
dördünden doğup, çoğalır. Gazap ve şehvete mağlup olan insanî
nefs, esir ve
eksiktir ki, kendini bilmez. Cahildir. Mevla'sından dahi
gâfildir.
Çün nefs-i behimî kuluyuz kıl bizi âzad
Kul eyle sana kıl gazab
ve şehvete mâlik
Altıncı Madde
insan bedeninde
mutasarrıf olan dört nefin sonuncusu insanî nefsi,
hizmetçileriyle hakimâne
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki:
Konuşan insanî nefs ki,
insanî ruh ve rabbanî emridir. O bir cevherdir ki,
kendi zatında her maddeden
mücerret iken aşk ile bağlandığı bedenin işlerini
tedbir için hayvanî
nefsin yeri olan yüreğin ortasında bulunan siyah nokta
süveydada hayvanî
nefs ile yakınlaşmış ve kucaklaşmıştır. Onun vasıtasıyle
beden cüzlerenin
tümünde mutasarrıf olmağa yer bulmuştur. Zira ki toprak
cisim gayet kesif,
pak ruh gayet latif ve hayvaî nefs önemli ve önemsiz
arasında olduğundan
ikisinin arasında aracı olmuştur. Bununla kesif bedene
milli olan latif
ruh münasebet kazanmıştır. Hayvanî nefs ile kucaklaşmaktan
bu ulvi ruhun
ismi gönül olmuştur. Bu şerifli nefsin bir semtini, hayvanî
nefsin kesafeti
karanlık kılmıştır. Onun için Cemal'in aynası ve
Zü'l-Celal'in nazargâhı
olmuştur. Bu mertebe itibar, izzet ve şeref
bulmuştur. lakin bu ayna,
hayvanî sıflarla tozlanmıştır. Enâniyet kılıfında
örtülü kalmıştır. Onun
içi bu ruh, kendini bilmez ve Mevla'yı bulmaz
olmuştur. Kendi âleminden yüz
çevirmiştir. hayvanî nefsin hükmü altına
gelmiştir. Kendi hizmetçisinin
hizetinde esir olup kalmıştır. Halbuki sözü
edilen üç nefs, hizmetçilerle
bile bu insanî nefs sultanı için, beden
memleketine hizmetçiler ve reaya
gelmiştir. Bu sultanın bunca hizmetçisinden
başka üç özel hizmetçisi dahi
vardır ki, biri nutuk, biri nazarî akıl ve biri
amelî akıldır.
Nutuk, bir idrak kuvvetidir ki, onunla mânâların incelikleri
birbirinden
fark edilip, seçilir. Bu nutkun itidali hikmettir ki, onunla
sevap hatadan
fark olunmuştur. Nutkun ifratı cerbezedir ki, anlaşılması
mümkün olmayan
mânâların idraki arzu kılınmıştır. Nutkun azlığı, belâdettir
ki, onunla
hayır şerden farkolunmaz, ikisi eşit bilinmiştir. Şu halde nutkun
durum ve
şânı mânâları idraktir.
Nazarî aklın iş ve sanatı, nizam ve
işleri tasavvur etmektir. Mesela bina
olacak imaretleri, önce bu nazari akıl
tasavvur eder ki, kaç oda ve kaç
penceresi olmak lazımdır hepsini münasebeti
ile tasavvur eder ki, bunun işi
budur.
Amelî aklın şuğul ve rehberi budur
ki, nutkun idrakini ve nazari akıl ile
tasavvurunu kuvvetten fiile getirip,
amel etmiştir. Şu halde bu yeryüzünde
olan bütün şehir ve kasabalarda bulunan
binalar, sanatlar, zinetler,
lisanlar, lügatlar, yiyecekler, giyecekler,
kitaplar, ilimler,nakışlar,
çizgiler, bostanlar, umumî ve hususî âdetler ki,
âlemde vardır; hepsi nutuk
kuvvetinden ve nazarî akıl kuvveti ile vücut
bulmuştur. Ameli aklın onlara
itaatinden bilfiil vücude gelmiştir. Nitekim bu
yaratıklar âlemi o emirler
âleminden ortaya çıkmıştır. Bunun gibi adı geçen
eşyalar, nazarî akıldan ve
nutuk kuvvetinden amelî akıl vasıtası ile vücuda
gelip, bu nizamı
bulmuştur. Zira ki, amelî akıl ise nazarî akıl bilinmiştir.
Hepsi ona boyun
eğici ve itaatli bulunmuştu. Şu halde kendisine hizmet edilen
bu mükerrem
insanî nefs bedende bulunan hizmetçileri tamamen yirmisekiz
kuvvettir ki,
açıklanmıştır. Bu insanî nefse
gölge akıl odur ki, o akıl, vacib'ül-vücut
olan Allah'ın nurundan vücut
bulmuştur. Bu küllî akıl, izafî ruh ve ilâhî
aşk namını almıştır. Şu halde
iradî ölümle bu nefsten fena bulan o ruh ile
zinde olmuştur. Her ne ki âlemde
vardır, kendi vücudunda bulunmuştur Gönül
yüzünde enaniyet perdesi kalkıp,
kedini ve rabbini bilmiştir. Ruhu,
dolunay gibi zevalsiz güneşe mukabil
gelmiştir. Gönlü nûr, huzur ve sürûr
ile dolmuştur. Bu cihan görüntülerinden,
bu cisim ve candan geçip, kal
âlemine göçüp aslî vatanına dönmüştür. Nereden
gelip gittiğini bilip,
muradını alıp, olmazdan evvel olup, ebedî ahayt bulup,
düşmandan kurtulup,
dostu ile kalmıştır. Meselâ insan bedeni bir duvar
benzeridir ki, onun bir
semti mücerret kayıplar âlemi, öbür semti şehadet
alemidir. O duvarı
yenilenmesi ve tamiri, yeme ve içme uyku ile gün gün
adettir. Onun
kalınlığı içinde bin kadar boş çatlaklar ve değişik açıları
vardır ki;
kemik boşlukları ve damarlara işarettir. O duvarın gayıp semtinde
bir ayna
konulmuştur ki,o gönülden ibarettir. Onun billûr yüzü gayba
yöneliktir ki,o
durum insanî ruhtur. Billûrun arkası duvar içinde gölgelidir
ki, onu gazap
ve şehvet sarmıştır. Aynanın arkası o yalımlı lambanın
mekanıdır ki,
hayvanî ruh misalidir. Onun bekası fitili ile yağın kavuşması
zamanıdır
ki,onlar hararet ve ruhî rutubettir. O lambanın nuru, hisler
ve
kuvvetlerdir ki, duvarın açıları ve yarıkları onunla aydınlanmıştır.
O
bütün azaların hayatıdır. O duvarın şehadet semtinde beş penceresi
açık
olup, onlar beş ruhî ış duyudur. O aynanın yüzüne tozlar durulmuştur
ki,
kötü ahlaktan ona bulanıklık gelmiştir. Kendi kılıfında örtülmüştür
ki,
enaniyetinde mahcup ve şaşkın kalmıştır. O halde, onun için gazap
şehvetine
mağlup ve enaniyetinde mahcup olan gönül, kendi nefsini cahildir
ve
Mevlasından gafildir. Kendini duvar ve lamba anladığı bâtıl bir
hayaldir.
O ancak beş pencereden duvarın yüzüne eğiktir. Açık durumlar ise
uyuyanın
uykusu ve gidenin gölgesidir. Çünkü o aynanın kılıfı kendisi ile
gayp âlemi
arasında gölgedir. Şu halde o âlemden tamamıyle yüz çevirmekle
zuhur
etmiştir. Halkı tarafına dönücü ve beş his penceresinden şehadet
âlemine
tam bir iltifatla yönelik ve meyledicidir. Zira ki o gönül, bu dalı
kök ve
bu ayrılığı kavuşma, bu bulanığı saf ve bu karanlığı aydınlık, bu
gurbeti
vatan ve bu mezbeleyi mesken, bu gerilemeyi ilerleme ve bu noksanı
kemal,
bu nikbeti nimet ve bu hapishaneyi cennet sanıp, bu gurur dünyası
ile
mağrur olmuştur. Hayvanî nefsin esiri olup, kötü ahlakı ile
dolmuştur.
İnsan suretinde hayvan olup, iki âlemde ör kalmıştır. Enaniyet
gölgesi ile
cehalet karanlığında şaşkın olmuştur. Hakk'ı anmaktan yüz
çevirip, nefsanî
vesveselerle belasını bulmuştur. Cemiyet nimetinden mahrum
olup, tefrika
gazabına düşüp kalmıştır. Hakk'ın huzurunda uzak olup, masiva
fikirlerine
dalmıştır. Ömrünün vakitlerini ziyan edip, kendini yüksekten
alçağa
salmıştır. Zira ki Mevlâ'nın huzurundan düşmanın kucağına
gelmiştir.
Eşyanın en lezzetlilerini verip, dünya nimetini almıştır. işimiz
hemen
Hakk'ın hidayetine kalmıştır.
NAZIM
Ahir-i dirhem ki hemdir
ahir-i dinar nâr
Ahir-i devlet ki lettir âhir-i timâr mâr
Zevk-i ruhâniden
ol kim meyl-i zevk-i cism eder
Saltanattan eylemiştir irtikâb-ı zül-ü
dâr
Iz ve câh-ı fâniyi bil zül-ü akl ve çah-ı cân
Ey azîzim çâh-ı
zilletten hazer kıl zinhâr
Gazaba ve şehvet, nefse galip olur ve cihan
nimetinden kendi âlemine kaçar.
Mevlâ'nın muhabbet ve marifetini talip olan
gönül enaniyet perdesini
yırtıcı ve açıcı, nefsini ve Rabbini müahedeci ve
ârif, bütün durumlarla
anlatmıştır ki, gayp semasının nûrû o aynaya ulaşır.
Ve kendisini ayın gözü
bilmiştir ki, vacib'ü-l vücudun güneşine karşıdır.
Küllî aklın ışığını
kendinde bulmuştur ki, âleme şamildir. Küllî akıl ise
ruhalrı vatanı
benzerlerin aslıdır ki, onu bulan ârif ve Rabbi'ne ulaşıcıdır.
Her muradı
onunla hâsıldır. Şu halde o gönül ki, kendi âleminde bu devlete
naildir. O
duvar, lamba ve aynadan geçmiş dolunaydır.
NAZIM
Gnöül
hülasa-i âlemsin esfer-i eflak
Veli ne faide kim kendin etmedin idrak
Çü
âfitab-ı ıyansın zemin-i tende nihan
Misal-i gevherkânsın mekarin-i kül ve
hâk
Cemal-i aşk-i ilâhî için bir âyinesin
Veli ne hâsıl ol âyineden ki
olmaya pâk
Vücud-u cümle cihandan garaz vücudundur
Femâ tekünü fi'l-kevn
keenne levlak
Cümle seninle olur şâd ve hurrem ve handan
Niçin yatıp
oturursun hemişe sen gamnâk
O ruhu nur-u basit anla mevc-i bahr-i muhit
Bu
cismi ko ki budur zulme ve has ve hâşâk
Hayat buldu o kim bildi nefsin ey
Hakkı
Kim olduğun bilen asla ne gam görür ve helâk
(Gönül, âlemin
hülasasısın ve feleklerin tacısın. Fakat ne fayda ki,
kendini idrak etmedin.
Güneş gibi açıksın, ten zemininde gizlisin.
Benzersiz bir cevhersin, gül ve
toprakla birliksin. İlâhî aşkın cemali için
bir aynasın. Fakat pak olmayana
aynadan ne hâsıl olur. Bütün cihanı
varlığından maksat, senin varlığındır.
Sen olmasaydın cihanda hiçbir şey
olmazdı. Cihan seninle şâd, sevinçli ve
handan olur. Niçin sürekli gam
çekerek yatıp oturursun?Y O ruhu,basit bir nur
anla, okyanus dalgası bil.
Bu cismi kor ki, budur karanlık, yararsız ot ve
çerçöp. O ki nefsini bildi,
hayat buldu ey Hakkı! Kim olduğunu bilen asla ne
gam ne helak görür.)
[TOP]
42-BÖLÜM:042:
BEŞİNCİ BÖLÜM
Beden uzuvlarındaki
şekillerin hikmetini, kıyafetlerin farklılığı hasebiyle
muhtelif olan canın
vasıflarını, insan uzuvlarının seğrimesinin bükümlerini
sekiz madde ile
hakîmâne açıklar.
Birinci Madde
Baş uzuv şekillerinin
hikmetini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri
demişlerdir ki: Cihanın
yaratıcısı, insan bedenini kâmil bir güzellik üzere
en latif cisimler ve
en güzel şekiller kılmıştır. Onun uzuvlarının uygunluğu
bir mertebe
letafet, nezaket ve melahat olmuştur ki, onun vasıflarında nutuk
ve
açıklama âciz kalmıştır. Onun pâk ruhu, anlayış ve ferasetle, ilim
ve
hikmetle öyle dolmuştur ki, sonsuz bir deniz olmuştur. Güzel suret ve
olgun
siretle güzel bahçe ve fasih lehçe ile cihana benzersiz gelmiştir.
Güzel
yürüyüş, şirin söz, güzel eda ve latif sada ile âlemin aklını
almıştır.
Çekici güzellik ve tatlı can ile cihanın sevgilisi, irfan ehlinin
rağbet
edileni olmuştur. Onda âşıklara nice hâlet
gelmiştir.
BEYT
Serv-i kadlerde olan şive-i reftarındır
Gonca-i
femlerde olan lezzet-i güftarındır.
(Servi boylarda olan gidişinin şivesidir.
Gonca ağızlarda olan sözlerinin
lezzetidir.)
O halde imdi, nimet verici ve
şekil verici Allah, insan bedeninde olan dört
karışımın dumanından, şerefli
başına latif saçlar ihsan edip, iki yumurta
dumanından erkeklerin yüz ve
göğsünde kıllar ortaya çıkarmıştır. Ta ki saç
ile kadınlar süslenmiş ve
sakalı erkekler belirlenmiştir. Kaşlar ile de
hepsi ünvanlanmış olsun. Saçın
siyah olması, dumanın çokluğundandır. Sarı
olması balgamın çokluğundandır.
Beyaz olması, tabiî hararetin
zayıflığındandır. Hararetin za'fı, çok
inzalden, çok cimadanve şiddetli
gamdandır.
Alnın nuru, gönüller
sürûrudur. İki kaş, gözlere gölge olup, bir dolunay
üzerinde iki hilal
olmuştur. Gözlerin yeri kaşlar ve buruna arasında olduğu,
çarpmalardan
korunmuş olmasına yarar. İki gözün önde yaratıldığı, cismin öne
alacağı
işlerde ona görücü olmak içindir. Göz kapakları, mekruhlara
bakmaktan mâni
olup, uyku hâlinde perde olmaktır. Kirpikler, ebru gibi gözü
süsleyip,
toplandığına gözleri toz ve dumandan korumuştur Aralarından
bakan, yoluna
doğru gitmiştir. göz bebeğinin siyah, gözün beyaz olduğu, süs
içindir.
İnsanın başının yuvarlak olduğu, çarpmalardan emniyet bulmak
içindir. Ve
dimağ azasına geniş mekan olmak içindir. büyüklüğü bu miktar
olduğu uygun
olmak içindir. İnsan yüzünün yuvarlak olduğu, güzellikle güneş
ve aya
benzemek içindir. Dudakların kırmızı, dişlerin beyaz inci olduğu,
zinet ve
letafet içindir. Burnun iki delikli olduğu, biri teneffüs ve biri
temizlik
içindir. Kıkırdak olduğu, hafiflik ve çarpmalardan ihtiyat
içindir. Burun
kanatlarının geniş olduğu, fazla hava almak içindir. Bu yapıya
bulunduğu,
fazlalıkların inmesi ve nezle içindir. Dişlerin dar olanları,
kesmek ve
kırmak içindir. Genişleri, çiğneme ve öğütme içindir. Düzenli
oldukları,
konuşma anında sadanın cüzleri içindir. Dilin kemiksiz olduğu,
lokmayı
hareket ettirme ve harfleri eda içindir. ses, kelamı yükseltmek
içindir.
Dilin dişler ve dudaklarla haps olduğu, az kelam içindir. Dilin
bir, göz ve
kulağın iki olduğu, çok görme ve çok dinleme içindir.
Kulakların iki tarafta
oldukları, her taraftan gelen sesleri duymak
içindir. Deliğinin çevresi bu
yapıda olduğu, sesleri çekmekle uyanmak
içindir. Kıkırdak olduğu,hafiflik,
letafet ve çarpmalardan korunmak
içindir. Boyun eni ve boyu bu miktar olduğu,
baş ile uygunluk ve onu
taşımaya metanet içindir. Tek kemik olmayıp, yedi
omur olduğu, her tarafa
dönme ile nezaket içindir. İnsan başının bütün
azasından yüksek olduğu,
şanının yüceliği ile mehabet içindir. Akıl
cevherinin başında olduğu, ona
tazim içindir. Bütün on hissi şerefli başında
olduğu, onu şereflendirmek ve
keremlendirmek içindir. Bunca aza ve
kuvvetlerin birbirine topladığı, kerim
Allah'ın kudretini ortaya çıkarma,
hakim Allah'ın sanatını göstermek
içindir.
İkinci
Madde
İnsanın sair uzuvlarının şekillerinin hikmetini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: bu
insan türünün itidal
üzere dik kılındığı ve iki ayağı ile yürür bulunduğu onu
tadil ve
faziletlendirmek içindir. İki omuz ve iki kolun bu şekil ve
yapıda
kılındığı, ahbabı sineye çekip, kabul etmek içindir. Ellerin,
parmakların
ve tırnakların böyle oldukları, yüzbinler menfaat ve sanat
içindir. Baş
parmağın kalın ve kısa olduğu, dört parmağa karşı geldiğinde
mukavemet
içindir. Tırnaklar büyük ve yumuşak oldukları, uzuvların derilerini
kaşımak
eşyayı toplamak ve yarmak içindir. Çarpmalardan korunmak içindir.
gümüş
sine levhası üzerinde gül ve nar gibi iki meme erkeklerde
güzellik,
kadınlarda zinet ve çocuklara süt içindir. Süt memesinin göğüste
bulunduğu,
otururken çocuğu emzirilmesi kolay olmak içindir. İnsan derisinin
latif ve
ince olduğu, ondan terin kolaylıkla seçilip, cisim ve can rahat
bulmak
içindir. Deri iç organları örtmek, dıştaki uzuvları süslemek içindir.
Et,
beden içini korumak ve dışını güzelleştirmek içidir. Meme ve
göbek
menfezlerinde çevredeki havanın beden içine ulaşması ruha ferah
ermek
içindir. Koltuk altlarında ve kasık gibi yerlerde kıl olduğu,
menfezlerinden
karışık kokuyu dışarıya vermek içindir. Aksırmak genize kaçan
şeyi dimağa
nüfuzdan men içindir. öksürmek,balgamın soğukluğunu yürekten
atmak içindir.
Gülmek, gönülde olan sevinç ve hayreti ortaya çıkarmak
içindir. Ağlamak,
gönülde bulunan dert ve elemi dışa vurmak içindi. Titreme,
sinirlerin
gevşemesindendir ki, intizam ve sağlamlık isteği içindir. Esnemek,
uyku ve
yemeği istemek içindir. Uyuklama, beyin damarlarının gevşemesidir
ki,
yemeğin buharının çıkması içindi. Uyku ise, kuvvetlerin rahatını ve
gıdanın
hazmını, uzuvların olgunluğunu sağlamak içindir. Omurga kemiği,
tek
olmayıp, omurları ile nizam bulduğu, her tarafa bükülme ve eğilme
içindir.
Erkeklerde, âletin dik silindir şeklinde bulunduğu, yürüme ve
oturma
halinde, oyluklar arasında bulunduğundan hareketi kolay olmak
içindir.
Cevheri kemik olmayıp, sinirler ve damarlar olduğu, yürekten
damarlarla
gelen şehvet rüzgârlarıyla büyüyüp, dolmak, ta ki, rahim ağzına
ulaşıp,
nutfeyi ona verip, ayrıldığına yine evvelki şekline gelip, kılıfına
çekilip,
rahat bulmak içindir. Kavga dolu başının et bulunduğu, bızırın iç
etine
uygun gelip, girme temasının tamamen hissedip, tam vuslat hasıl
olmak
içindir. Belalı başı kertek olduğu kendisinde ve bızır içinde bulunan
can
damarların sürtüşmesiyle meninin inmesi lezzetli olmak
içindir.
Şehvet,yemek şehveti ve inzal içindir. İnzal şehveti, çocukların
meydana
gelmesi içindir. Eğer celal sahibi olan yaratıcı Allah, çocukların
meydana
gelmesini bu lezzetler ile kayıtlı ve bağlı kılmasaydı, bu
lezzetlerin
sonucu evlat olmasaydı, bir kime ihtiyar ve iradesiyle bu fitne
ve belalara
kail ve meyilli olmazdı. Şu halde insan nesli kesilip, yer
yüzünde kimse
kalmazdı.
Kadınlarda, ferc iki oyluk arasında bulunduğu,
cebri cimadan emniyet gelip,
sabit olmak içindir. Ferc rutubeti, onda âletin
cevelanı kolay olmak
içindir. Bızırın harareti, ona can cana katılmak
içindir. Tekrar tekrar
ileri geri götürme, kavuşma ve birleşme bulmak
içindir. Ama bızırın
uzunlamasına olduğu erkeğin emnisinin incelmesinin
kolaylıkla olması
içindir. Bızırın sinir ve damarları, makat hizasına gelip,
ondan geri
dönüp, her biri kendisine yapışma ile yine bızırın içine katlanıp,
katlanma
yeri hurma şeklinde akıp, zekere uygun olduğu erkek aleti gibi
rahim
ağzına yakın gelip, nutfenin tabiatı bozulmadan onu selametle
rahimine
sokmak içindi. Rahim ağzının iki çeşme arasıda bulunduğu ondan
doğan
mütevazi olmak içindir. Erkeklerde yumurtaların dışarıda bulunduğu,
büyük
ve sert olmak içindir. Büyük oldukları, sahibi yiğit olup, cesaret
bulmak
içindir. Sert olmaları ,nutfe cevherine sertlik verip, kırmızı iken
beyaz
kılmak içindir. nitekim, meme eti ona gelen kırmızı kanı beyaz süt
etmek
içindir. Kadınların yumurtaları küçük ve yumuşak olduğundan,
kendileri
çekingen olup, nutfeleri sarı ve sıvı bulunmuştur. İki bulunmaları,
mühim
olan birleşme işinde ihtimam olunmak içindir. Eğer birine âfet
isabete
dese, biri selamet kalıp, nesli baki bulunmak içindir. Yumurta
zarfının
geniş bulunduğu, oyluklar arasında sıkıldığında zarfı içinde
genişliğe
erip, selamet bulmak içindir. Kadınlarda, tenasül uzuvlarının bızır
içinde
bulunduğu, tam vuslata imkan bulunmak içindir. Ama iki yumurta onlarda
daha
küçük ve daha yumuşak olduğu, yüz ve sineleri tüysüz, parlak, taze,
temiz,
güzel ve öpmeye layık olmak içindir. Derileri ince ve nazik
olduğu,
erkekler onlara meyil ve muhabbet kılmak içindir. Oyluklar, etli
olduğu,
oturma durumunda yumuşak döşek gibi makat halkasını korumak içindir.
Zarta
yani kavara (yellenme) geldiği midede gıdadan hasıl olup, kalbe ve
karna
ağırlık veren kötü rüzgâr çıkıp gitmek içindir. Oyluk adalelerinin
kalın
olması, ayaklara mukavemet verip, derece derece incelip, alttaki
uzuvlar ve
öteki uzuvları uygun kılmak içidir. Diz kapakları ve topuklar bu
şekil
üzere bulundukları, türlü yürüme ve oturma mümkün olmak içindir.
Ayakların
ön tarafa uzun olup, ayak parmakları bu yapılarında yaratıldığı
dört
ayaklılar gibi, ayakta durmak mümkün olup, yürüme bir karar üzere
bulunmak
içindir.
Açıklanan insan vücudu uzuvlarının hikmetinde mevcut
olan fayda ve
menfatalerin azının azıdır. Bütün cisimlerin en güzel duranı,
en tamı, en
önemlisi, en doğrusu, en güzeli, en sağlamı, en olgunu ve en
güzeli insanın
bedeninin olduğunun delili: İnsan, Rabbin binasıdır. Onu yıkan
mel'undur,)
Hadis-i Şerifi bürhan ve delildir. Nitekim Hak Taâlâ Kitab,ı
Kadîm'inde:
"Gerçekten biz, insanları üstün kıldık, karada ve denizde
taşıtlara
yükledik ve onlara hoş rızık verdik. Kendilerini,
yarattıklarımızdan
çoğunun üzerine üstün kıldık," (17/70) buyurmuştur. O
halde, bu insan türü
bütün âlemin mahdum ve mükerremi, yaratıkların çoğunun
en faziletlisi ve
muhteremi olduğunu cümleye duyurmuştur. İnsanı en güzel
şekilde yaratan
Allah münezzehtir. Yaratıcıların en güzeli Allah, ne
Yücedir.
NAZM
Muin etti bu mânâyı hüccet burhân
Ki zübde-i dü-cihândır
hazret-i insân
Hezâr kerre sana bu sözü dedim tahkîk
Ki kendi kadrini bil
ey hülasa-yi devrân
Bilinse meşreb-i irfân hayat-ı cân bulunur
Ki ayn-ı
âb-ı hayât oldu meşreb-i irfân
(Muin olan Allah bu mânâyı hüccet ve bürhan
etti; hazreti insan iki cihanın
zübdesidir. sana bin kere bu sözü dedim; ey
devranın özeti,kendi kadrini
bil. İrfanın meşrebi bilinse, hayat ve can
bulunur. Ab-ı hayatın gözü irfan
meşrebi oldu.)
Üçüncü
Madde
İnsan uzuvları şekillerinin kıyafetlerine anlayış ve
firasetle bakmanın
gönül ve cana ola emniyet ve selametini, lütuf ve
kerametini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar
demişlerdir ki: Alemi bu kapıda yaratan
ve takdir eden hakîm ve kadîr
Allah'ın, kendi benzeri olan insan âlemini,
en güzel şekil üzere olduğu
surette tasvir edip; ruh üflemekle süslemiş ve
nurlandırmıştır. Hayvan
cinsinde bu insanı güzellik ile en güzel ve en
mutedil kılıp, nutuk ve beyan
ile en faziletli ve en mükemmel kılmıştır.
Gerçi adem oğlunun hepsini zinet
ve yaratılışta bir yaratmıştır. Lakin
ademoğlu fertlerini suret ve sirette
birbirine muhalif ve farklı etmiştir.
Sonra lütûf ve inayetiyle hikmetinin
hakikatlerini ve sanatının inceliklerini
bu insan âleminde açıklayarak ortaya
çıkarıp; sureti sirete,e azayı ahlâka
âlamet ve nişan etmiştir. Ta ki önce
insan kendi kıyafetinden kendi
vasıflarını tamamıyle biip, ihtimamıyle
ahlâkını güzelleştirsin. sonra
akranı ve yârânı kıyafetlerine anlayış ve
ferastle bakıp, her birinin
zatında gizli olan durumlarına ve ahlâkına vâkıf
ve muttali oldukta; onlara
ya ahlâkınca rağbet ve muhabbetle muamele etsin
veya aklınca iyi idare ile
geçinip gitsin. Veya hepsinden uzlet edip, emniyet
ve selamete, izzet ve
rahata yetsin. Ne kimseden incinip, ne kimseyi
incitsin. Gönül boşluğuyla
tenha oturup, yatsın.
NAZM
Cihan bağında ey
âkıl budur makbul-i ins ve cin
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden
incin
Hadis-i şerifte: "Hayrı, güzel yüzlüler yanında arayın," buyurmuştur.
Yani
gökçek insandan güleç yüz ve şirin söz görülüp, işitildiğini; güzel
huylar
ve yahşi işler vücuda geldiğini herkese duyurmuştur.
BEYT
Kim ki
hikmetle nâsal kıldı nazar
Her işi mukteza-ı zat sezer
(Hikmetle insanlara
bakan, her işi atı gereğince sezer.)
Hak Taâlâ kemal-i keremiyle: "De ki,
herkes yaratılışına göre davranır,"
(17/84) vaad ve müjdesini işaret
buyurmuştur. Şu halde herkese karşı gafur,
halim, cevat, kerim, rauf ve rahim
olduğunu lafzıyle duyurmuştur. Zira ki
herkes kendi layıkını işlediğini,
herkes görmüştür.
Dördüncü Madde
Baş ve boyun
uzuvlarının kıyafetini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
filozoflar demişlerdir ki:
Kim ki boyudur
tavil
Sade dil olu cemil
Kim ki boyudur
kasir
Hilesi vardır kesir
Kim ki vasat
boyludur
Akıl ve hoş huyludur
Kim ki saçı sert
olur
Akılla cür'et bulur
Kim ki saçı nerm
olur
Ebleh ve bî şerm olur
kim ki saçı
sarıdır
Kibr ve gazab kârıdır
Kim ki saçıdır
kara
Sabrı var onu ara
Kumral ise saç
güzel
Sahibidir bî bedel
Saçı az olan
latif
Oldu ârif ü zarif
Saçı çok olsa
zenin
Fehmi az olur anın
Başı küçük aklı
az
Olsa ona deme raz
Başı büyük
olanın
Aklı çok olur anın
Yassı ise fark-ı
ser
Sahibi çekmez keder
Cild-i seri berk
olan
Hayır eder etmez ziyan
Ekra'a olma
yakın
Bed huy olur pek sakın
Cebhesi zıyk
olanın
Zıyk ola hulki anın
Yumru olursa
cebin
Sahibi zişt ve gabin
Cebhesi olan
ariz
Bed huy olur çün mariz
Mutedil olsa
cebin
Sahibini bil emin
Cebhesi bî çîn
olan
Kâhil olur bîgüman
Çini uzundur
fehim
Az ise olmuş kerim
Kaş arası çîn
olan
Gam yüküdür ol heman
Üznü kebir olsa
bol
Cahil ve kâhildir ol
Üznü küçük
uğrudur
Evsat olan doğrudur
İnce olan kaş
ucu
Fitnedir işi gücü
Kaşta çok olan
kılı
Mükesser olur gussalı
Kaşı açık
doğrudur
Çatma ise uğrudur
İnce olan kaş
ucu
Fitnedir işi gücü
Kaşta çok olan
kılı
Mükesser olur gussalı
Kaşı açık
doğrudur
Çatma ise uğrudur
İnce ka olur
cemil
Kibre tavili delil
Kaşı mukavves
olan
Dilber olur her zaman
Göz çukur olsa
kalil
Olmuş o kibre delil
Çeşmi küçüktür
hafif
Çeşmi kızıldır şeci
Gözleri göktür
lebib
Lik ela gözlü edib
Çeşmi küçüktür
hafif
Çeşmi büyüktür zarif
Didesi yumru
hasut
Evsat olandır vedût
Çeşmi kıpık oldu
şin
Bakışı süst oldu zîn
Noktalı göz ok
olur
Değmesi pek çok olur
A'vere olma
yakın
Zîk bakan olmaz emin
Şaşıya etme
nazar
Kim sana eğri bakar
Çeşmi güleçtir
güzel
Kirpiği zîk bî bedel
Vechi büyüktür
alil
Kibre küçüktür delil
Yumru olandır
bahîl
Yassı olandır cemil
Vechi arıktır
muhil
Etli olandır sakil
Vechi pek uzun
olan
Laf ile söyler yalan
Kim ki tireştir
yüzü
Telh olur ekser sözü
Vechi müdevver
gerek
Bedrden enver gerek
Çün mütebessim
olur
Anı gören kâm alır
Benzi kızıldır
edib
Esmer olandır lebib
Benzi sarıdı
alil
Esvede mâil muhil
Gözleri gök
ışkırak
Olsa ol ondan ırak
Levni olan
mutedil
Hem ak olur hem kızıl
Enf eğer olursa
dıraz
Sahibidir fehmi az
Enf eğer olsa
kasir
Havf olur onda kesir
Enf ucu ger ola
top
Sahibi olur turup
Enf ucu ağza
yakın
Olan adamdan sakın
Sükbe-i enf olsa
bol
Kibr ve haset dolmuş ol
Olsa kulkul-i
kanat
Cem' ola kah ve inat
Enfi kim olsa
ariz
Şehvet iledir mariz
Enfi o kim
eğridir
Himmeto nun fikridir
Ağzı küçüktür
güzel
Lakin olur pür vecel
Ağzı büyüktür
şeci'
Eğri olandır şeni'
Ağzı gibidir
zenin
Hey4et-i bız'ı onun
Gunneli söz olsa
ger
Kibirden oldur haber
Savt dakik er
kişi
Şehvet-i zendir işi
Er kişi sesli
zenan
Ekseri söyler yalan
Sözde kim olsa
seri
Fehmidir onun refi
Kim ki sesidir
kaba
Himmeti var merhaba
Ses çatal olsa o
can
Halka eder bed güman
Handesi çok olsa
ha
Umma sen onda haya
Yüz güleç ve söz
leziz
Olsa o candır aziz
Yufka ve
ahmerdudak
Sahibi anlar sebak
Şefe galiz olsa
bil
Sahibi muğzip sakil
Dişleri iri
olan
İşler ol ekser yaman
Mutedil olan
dişi
Sıdk ve safadır işi
Nükheti hoş
olanın
Hulki de hoştur onun
İnce zekanlı
herif
Aklı da onun hafif
Ger zekan enli
olur
Sahibi gılzat bulur
Mutedil olsa
zekan
Akıl olur hem hasan
Lihye tavil olsa
ger
Sahibidir bî hüner
Lihyesi sıktır
sakil
Sohbeti eyler tavil
Riş i siyah ve
kalil
Oldu zekaya delil
köse ki hiç rişi
yok
Onun olur mekri çok
Olsa değirmi
sakal
Sahibidir pür kemal
Olsa kafası
ariz
Ahmak iledir ol mariz
Boynu olan çok
dıraz
Rüştü onun olur az
İnce ki gerdan
olur
Sahibi nâdan olur
Boynu galiz olsa
ol
Ruz ve şeb olur ekül
Boynu olursa
kasir
Cümlesi olur kesir
Boynu olan
mutedil
Hayr iledir müşteğil
Her yeri evsat
olan
Dilber olur bî güman
(Boyu uzun olan güzel ve sâde dil olur. Boyu kısa olanın
çok hilesi vardır.
Boyu orta olan, akıllı ve hoş huylu olur. Saçı sert olan
akıllı ve atılgan
olur. Saçı yumuşak olan, ebleh ve arsız olur. Saçı sarı
olan, kibirli
gazalı olur. Saçı kara olan, sabırlıdır, onu ara. Saçı kumral
ise güzeldir
ve sahibi bedelsizdir. Sazı az olan lütüfkâr, bilgili ve nazik
olur. Saçı
çok olan kadın, anlayışsız olur. Başı küçük olanın aklı azdır. ona
sır
söyleme. Başı büyük olanın, aklı çok olur. Başının tepesi yassı ise,
sahibi
kede çekmez. Başının derisi parlak olan, hayır yapar, ziyan vermez.
kele
yaklaşma sakın, kötü huylu olur alnı dar olanın ahlakı da dar olur
Alnı
yumru olan,kötü ve aldatıcı olur. Alnı normal olanı, emin olarak bil.
Alnı
kırışıksız olan, mutlaka tembel olur. alnı uzun olan anlayışlı, az ise
cömert
olur. Kaş arası kırışık olan, her zaman gam yüklüdür. Kulağı uzun ve
bol
olan, cahil ve tembeldir. Küçük
kulaklı olan uğursuz; orta olan doğrudur.
Kaş ucu ince olanın işi gücü
fitnedir. Kaşının kılı çok olan, kırık ve
gussalıdır. Kaşı açık olan
doğrudur, çatma olan uğursuzdur. İnce kaş güzel
olur; uzunu kibre delildir.
Kaşı kavisli olan, her zaman dilber olur. Göz
çukuru az ise, o kibre delil
olmuştur. siyah gözlü olan itaatli, kızıl
gözlü olan cesurdur. Gök gözlü olan
zeki, ela gözlü olan edîb olur. Küçük
gözlü olan, hafif; büyük gözlü olan
zarif olur. Gözü yumru olan hasetçi,
orta olan dost olur. Kıpık gözlü olan,
yaramazdır; bakışı tembeldir.
Noktalı göz ok olur, demesi pek çok olur. Tek
gözlüye yakın olma,sık bakan
olmaz emin. Şaşıya bakma, çünkü sana eğri bakar.
Güleç gözlü lan güzeldir,
kirpiği sık olansa bedelsizdir. Büyük yüzlü olan
illetlidir; küçük yüz
kibre delildir. Yumru yülü olan cimridir, yassı olan
güzeldir. Arık yüzlü
olan borcuna sadık değildir; kalın ve etli yüzlü
sevimsizdir. Uzun yüzlü
olan,lafla yalan söyler. yüzü sert olanın, çoğu sözü
acı olur. Yuvarlak
yüzlü olan, aydan daha nurlu olsa gerektir. Çünkü
böyleleri mütebessim olur
ve onu gören kâm alır. Benzi kızıl olan edib, esmer
olan zeki olur. Benzi
sarı olan hastalıklı, siyahımsı olan tevekkeli olur.
Gözleri gök ve mavi
olsa, ondan ırak ol. Rengi normal olan hem ak, hem kızıl
olur. Burun eğer
uzun olsa, sahibinin anlayışı kıttır. Burnu kısa olan, çok
korkak olur.
Burun ucu top olan, neşeli olur. Burun ucu ağza yakın olan
adamdan sakın.
Burun deliği bol olsa, o, kibir ve haset dolmuştur. Burun
kanatları
hareketli olanda kahır ve inat toplanmıştır. Burnu geniş olan,
şehvet
düşkünüdür. Burnu eğri olanın fikri himmettir. Küçük ağızlı olan
güzel,
fakat çok korkak olur. Ağzı büyük olan cesur, küçük olan kötü olur.
Kadının
tenasül uzvunun yapısı ağzı gibidir. Genizden gelen söz, kibirden
olsa gerek.
İnce sesli erkek, kadına düşkündür. Erkek seli kadınlar çoğunca
yalan
söyler. sözü seri olanın anlayışı yüksektir. Kaba sesli olanın
himmeti
vardır. Çatal sesli olan, sürekli halktan kuşkulanır. Gülmesi çok
olandan
haya umma. Yüz güleç, söz lezzetli olan, candır, azizdir. Yufka ve
kırmızı
dudaklı olan dersi iyi anlar. Kalın dudaklıların muzipliği ağırdır.
İri
dişli olan, çoğunca yaman işler yapar. Mutedil dişli olanın işi hoş
ve
doğrudur. Ağız kokusu hoş olanın, ahlakı da hoştur. İnce çeneli olanın
aklı
hafiftir. Enli çeneli olan, kaba olur. Çenesi normal olan, akıllı ve
güzel
olur. Uzun sakallı olan, hünersiz olur. Sık sakallı olan kabadır ve
sohbeti
uzatır. Siyah ve az sakal, zekaya delildir. Hiç kılı olmaya kösenin
hilesi
çok olur. Değirmi sakallının olgunluğu çoktur. Enli kafalı olan,
ahmaktır.
Boynu çok uzun olanın olguluğu azdır. Boynu ince olan, nâdân olur.
Boynu
kalın olan, gece gündüz obur olur. Boynu kısa olanın hilesi çok olur.
boynu
orta olanın işi hayır yapmaktır. Her yeri orta olan, şüphesiz dilber
olur.)
RUBAİ
Cehd eyle bir ârif-i dânâyı bul
Ya bir sanem-i latif ü
ra'nâyı bul
Bu ikisinin biri nasib olmazsa
Evkatını zâyi etme tenhayı
bul
(Çalış, bilgin bir ârif bul. Ya bir latif sevgili ve güzel sözlüyü bul.
Bu
ikisinin biri nasib olmazsa, vaktini zayi etme, tenhayı
bul.)
Beşinci Madde
Kalan beden uzuvlarının kıyafetini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir
ki:
Omuzu sivri
olan
Düzd olur işler yaman
Eğri omuzlu
kişi
Eğrilik olur işi
Kısa omuz eblehin Düşkün omuz
esfehin
Mutedil olan omuz Sahibi anlar rumuz
Saidi
eğri
kasir
Olsa olur ol şerir
Rusgi olura dıraz
Bahşiş eder bî niyaz
Ger küçük olduysa
el Bî bedel
oldur güzel
Üsbuu olan uzun
Ehl-i Hüner zü
fünun
Üsbuu yumuşak
olan
Zeyrek olur î güman
Züfri ariz
olmasa Sev onu süb ve mesa
Tırnağı
yumru çizik Olsa o bilmez yazık
Tırnağı yassı ve
düz Olsa olur desti uz
Sadrı çıkık
olanın Hulki de beddir onun
Sadrı eğer
olsa dar Gam yer ol leyi ve nehar
Sine ariz olsa
o
Gönlü hiç olmaz melül
Sadr ve omuzdaki
kıl Cür'ete
olmuş delil
Sedy-i zen olsa
kebir Şehveti
olur kesir
Sedy-i ger olsa tavil Onda lebendir kalil
Sedy-i zen olsa
sağır Şîr olur
onda kesir
Südü memeli velüt Zevcinedir ol
vedüt
Mutedil olsa meme Zevci hem onu eme
Lahmi mülayim olan Tende
olur lütf-i can
Lahmi olan hoş latif Oldu arîf ve zarîf
Lahmi olan
pek katı Oldu kavi gılzatı
Arkası yassı
kişi Oldu sefahet işi
arkası güzek
âdem Züşt olur ahlakı hem
Zahri arîz
olanın Kuvveti çoktur oun
Ger
beli ince olur Şekli yerince olur
Arkada
bittiyse kıl Şehvete olmuş delil
Batnı büyüktür
gabi Batnı küçük çelebi
Batnı büyük hem
akisr Bed huy olur pek
asir
Anede bitmezse kıl Vahşi olur tabı bil
Oyluğu enli
olan
Tenbel olur bî güman
Aleti olan
sagir
Oldu reşit ve habir
Aleti olan
tavil
Humkuna olmuş delil
Ger zeker olsa azim Malikidir pek leim
Olsa küçük
ünsiyan Sahibi olmuş ceban
Olsa büyük
husyetan
Hamilidir pehlivan
Bız'ı olsa
sagir
Sahibesidir hatîr
Olsa mülehhem
kebir Şehvet-i
zendir kesir
Fahzi olan pek tavil Şehveti olur kalil
A'raç olan bir
kıçı Kibir ve hasettir içi
rukbesi olan
büyük Yüklenir o hayli yük
sakı galiz
olanın Olmaya lütfu
onun
ka'bı mülehhem
zeni
Şiveli addet onu
Ökçesi yufka olan Dilber olur
bî güman
Ökçesi kalın o mert Oldu şecaatte fert
Ayağı enli
kişi
Cevr ü cefadır işi
Ger uzun olursa pa Sahibidir pür
hâya
Ubuu olan
uzun
Fehm ileir pür fünun
Hatvesi dar olanın Cünbüşü
hoştur onun
Çünkü hıraman olur Akıl ona hayran olur
BEYT
Ademi
öldürür o
reftarı
Mürde ihya eder o güftarı
(Omuzu sivri olan hırsız ve işleri yaman olur. Eğri
omuzlu kişinin, işi
eğri olur. Kısa omuz eblehin, düşkün omuz, efilindir.
Mutedil olan omuz
sahibi, rumuz anlar. Kolu eğri ve kısa olsa, o şerli olur.
Bileği uzun
olursa, istemeden bahşiş verir. eğer küçük olduysa el, o misilsiz
ve
güzeldir. Parmağı uzun olan, bilgi sahibi ve hüner ehlidir. Parmağı
yumuşak
olan, şüphesiz zeyrek olur. Tırnağı geniş olmasa, akşam sabah sev
onu.
Tırnağı yumru ve çizik olsa, o bilmez yazık. Tırnağı yassı ve düz
olsa,
olur eli uz. Göğsü çıkık olanın ahlakı da kötüdür. Göğsü eğer dar
olsa,
gece gündüz o, gam yer. Geniş olsa, onun gönlü hiç melûl olmaz. Göğüs
ve
omuzdaki kıl, cür'ete delil olmuştur. Kadının göğsü büyük olsa, şehveti
çok
olur. Göğsü uzun olsa onda süt az olur. Kadının göğsü küçük olsa, süt
onda
çok olur. Sütlü memeli ve doğurgan kadın, eşine dosttur. Orta memeli
olanın
memesini eşi emer. Eti yumuşak olan tende, can ve lütuf olur. Eti hoş
ve
latif olan,bilgili ve zarif olur. Eti pek katı olanın kabalığı katı
oldu.
Arkası yassı kişinin işi, sefahet oldu. Arkası kambur adamın huyu da
kötü
olur. Sırtı geniş olanın,kuvveti çoktur. Eğer beli ince olursa,
şekli
yerince olur. Arkada kıl bittiyse, şehvete delil olmuştur. Karnı büyük
olan
gabidir. Karnı küçük olan çelebidir. Karnı hem büyük hem kısa olursa,
kötü
huylu ve zorlu olur. Kasıkta kıl bitmezse, tabiati vahşi olur. Oyluğu
enli
olan, şüphesiz tembel olur. Aleti küçük olan, olgu ve bilgili oldu.
Aleti
uzun olan, ahmaklığına delildir. Eğer aleti büyük olsa, çok
kötülük
sahibidir. Husyeler küçük olsa sahibi korkak oldu. Husyeler büyük
olsa, o
kişi pehlivandı. Ferci eğer küçük olsa, o kadın tehlikelidir. Eğer
etli
büyük olsa, kadının şehveti çoktur. Oyluğu pek uzun olanın şehveti az
olur.
Bir kıçı eğri olanın içi kibir ve hasettir. Dizi büyük olan, hayli
yük
yüklenir. Baldırı kalın olanın, lütfu olmaz. topuğu etli kadını, şiveli
say.
ökçesi yufka olan, şüphesiz dilber olur. Ökçesi kalın olan mert,
şecaatte
tek oldu. Ayağı enli kişinin, cevr ve cefadır işi. Eğer ökçe uzun
olursa,
sahibi çok hâyâlıdır. Parmağı uzun olan, anlayışla bilgi doludur.
Adımı dar
olanın cünbüşü hoştur Çünkü salınarak yürür, akıl ona hayran
olur.)
(Adamı öldürür o güzel yürüyüşü, ölüyü diriltir o güzel
sözleri.)
Altıncı Madde
Kadınların güzellik
alâmetlerini ve güzellik çizgilerinin delillerini
bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, filozoflar, kadın uzuvları kıyafeti
konusunda
demişlerdir ki:
Hüsn-ü zenane
delil
Otuziki resm bil
Dört yeri lazım
siyah
Saç kaş kirpik gö âh
dört yeri ak ola
zeyn
Levn ve diş ve zufr ve ayn
Dört yeri lazım
kızıl
Had ve leb ve lisse dil
Dört yeri vâsi
gerek
Kaş göz ve sine göbek
Dört yeri ziyk ola
derc Enf ve simah
ıbt ve ferc
Dördü kebir ola
niz
Sedy ve serin bız' ve diz
dördü küçük
olmalı
Enf ağız ayağ eli
Savt beli ince
hem
Şekli de bir nice hem
Lahmi semin ve
tari
Olmalı kıldan beri
Böyle kıyafetli
ten
Olsa güzeldir ol zen
böyle ki zen Hûb
olur
Hulki de mahbub olur
(Kadının güzelliğine delil olarak otuziki resim bil.
Dört yeri siyah lazım:
Saç, kaş, kirpik ve göz. Dört yeri ak ola: Renk, diş,
tırnak ve göz. Dört
yeri kızıl lazım: Yanak, dudak, dişeti ve dil. Dört yeri
geniş gerek: Kaş,
göz, göğüs ve göbek. Dört yeri dar olmalı: Burun, kulak,
koltukaltı ve
ferç. Dördü de büyük olmalı: Göğüs, kasık, bız've diz. Dördü
küçük olmalı:
Burun, ağız, ayak ve el. Sesi ve beli ince, şekli de nice! Eti
dolgun ve
tazi olmalı, kıldan da beri olmalı. Böyle kıyafetli ten olsa,
güzeldir o
kadın. Böyle kadın güzel olur. Ahlakı da sevimli olur.)
Nitekim
Hamdi-i Sirin, kadınların güzellik belirtilerini, hazreti
Züleyha'nın şanında
şöyle açıklamıştır:
NAZM
Greçi hüsnü beyana sığmaz
idi Nitekim aşkı cana sığmaz idi
Lik bir
harf işit
kitabından
Diye ben zerre âfitabıdan
Kameti serv-ü bağ-ı rağmet
idi Berk ü bârı safa ve lezzet
idi
Ab-ı lütfiyle buldu
nemâ
Hıl'at olmuş idi letafet ona
Dam-ı akl idi farkının
mûyi
Fark olunmazda miskten bûyi
İnce kıl yardı şâe sa'y ile
cüst Farkı nâzın
kodu miyane dürüst
İki dîçür-i târ
zülfeyni
Leyl içinde nehar mabeyni
alnını levh-i ur edip
allah
Sebk-i hüsn alırdı ondan mâh
Kaşı ol safha-i sürur
üzre
Nurdan san yazıldı nur üzre
Nunu altında any ü sad
misal
ikisinden göründü nass-ı cemal
gözleri ehl-i mekrin ellisidir Ay yüzünün
güneş zevallisidir
Lale haddinde hâl,i
anberveş
Güyiya gülistanda tıfl-ı Habeş
Elif-i ünf ve safer nokta-i
ha! Cem' oup
bir iken on oldu cemal
Arızı cennete ümune
idi
Gülleri anda gûne gûne idi
diheni sığmadı onun
suhane
Bir suhan sığmaz ien ol dihene
Ne denilsin leb-i
zülalinden
Sulanırken dihen hhayalinden
Diheni dürr-ü feşan
tekellümde Lebleri kuvvet-i can
tebessümle
Gülse nur akıtır
süreyyadan
Sözü lezzetli kand ü helvadan
Gülse lutfile lal-i
handanı
Ukde-i dil açardı dendanı
Dürr-i dendan la'l-i
handandan Görünür nur-u hak gibi
candan
zenhan kıldı Hak şekerden
sîb Hüsna ıdeyne verdi zinet ü
zîb
Şeker-i sîb iken
zehandanı
Çâh âsib olurdu endanı
Nice dili can verirdi ol sîbe Düşer idi o çâh-ı
âsîbe
Zehanı sîbinin halaveti
can
Gabgabı siminin zekat-ı cihan
Gabgabı kim muallak-ı âb
idi
Sanki ter şişede gülab idi
Boynu olmuşdu zülf ile
mestur Birisi kâfir ve
biri kâfur
Gün gibi doğru çün o sîmin
ber Bildi noksanını kul oldu
kamer
Bir gümüş levh idi o sine hemen Ol gümüş levha
nakşibend cihan
İki nakş eylemiş turunca
gibi Bir gül
üstünde iki gonca gibi
İki said idi sebîke-i
sim
Umar ondan ekatı dürr-ü yetim
Hüsnü i'cazına onun
bürhan
Yed-i beyzası kâfi idi heman
Kâfi uşşaka
rahat'ül-ervah
Parmağı dil kilidine miftah
Hüsnün ol dilberin kim ede
ıyan Ki beyanında âciz idi beyan
Lakin
ondan yazılsa bir parmak Kaleme şu kadar
gelir ancak
Kim onun parmağın gören
âdem
Oldu divane ref' olundu kalem
Kollarını güher koçardı
heman İnce belin kemer koçardı
heman
Öyle hûb idi beli kim
onu
Kılca kalırdı görenin canı
Seyr eden ol hümayı
tâkından
Bir kebuter sanırdı sakından
Alem-i hüsn ona musahhar
idi
Mehr ile mah keniz ü çaker idi
Yoğ iken zib ü zivere
hâcet
Eyledi meyl ziver ü zinet
Zamane kadınları, merhametli olmayıp, başa kakıcı
oldukları için, olgunluk
ve güzelliğ emâlik olanın bile tatlı kavuşmasından
ise, güzelliğini hayal
etmek bin kat daha lezzetli ve
evladır.
BEYT
Tahayyül eylesem anı gönül huzuru bulur
Tezekküründe
visali kadar telezzüz olur
(Onu hayale etsem, gönül huzuru bulur; onu
düşünmek, kavuşmak kadar lezzetli
olur.)
BEYT
Bana biganedir dilber
hayali cana mahremdir
Enisim munisim yarim odur kim dilde hemdem
olur.
(bana yabancı olan dilberin hayali, cana mahremdir. Enisim, munisim
ve
yarim sürekli gönülde olandır.)
Gerçi dilberdir hoş âyindir
kadın Nakısat-ül-akl ve ve'd-dindir inan
Zinhar ey
merd-i âkıl
zinhar
Kâmil isen nâkıs ile olma yâr
Hiç olur mu lâyık ehl-i
kemal
Sahra-i her âkıs olmak mah ü sal
Nefs eline verme bu can
yakasın Şehvet oduyle niçin can yakasın
Nutfe tende
mâye-i canbahştır Şensüvar ruha
çabu rahştır
Etme onu râh-ı Hak'da lenk ü lük
Edemezsin çünkü ybî merkeb sülük
Çü hayal-i dilbere an eyl
eder Ol per ile semt-i
a'lâya gider
Per ü bâl can olur hubb-ı
hayal Nutfeden peyda olur ol per
ü bâl
Per ü bâl-i ruhu kesr eyler cima' Halk
ise za eyler onu intifa'
Arzu-yu mert ü zendir ittihat Uşşaka enden
tahayyüldür murat
Kıble-i suretperest oduysa
zen Kıble-i ashab-ı dildir
zül-menen
Ham= ü bunekkeh şuşu; âyineni Eyle
mir'ât-ı meâni sineni
Ta derunun nur-u Hak'dan ola pür Derc-i ruhun
marifette doladür
(Gerçi kadın, dilberdir ve hoş resimdir, fakat inan ki,
onda akıl ve din
eksiktir. Zinhar, ey akıllı kişi zinhar! Olgun isen eksikle
yâr olma. Ay ve
yıl eksiğin büyüsüne tutulmak hiç olgunlara layık olur mu? Bu
can yakasını
nefs eline verme. Şehvet ateşiyle niçin can yakasın? Nutfe,
tende can
behşeden sudur iyi binici, cevelanı çabuk attır. Onu Hak yolunda
topal
etme. Çünkü bineksiz süluk, edemezsin. Ne zaman ki dilber hayaline
can
meyleder; o kanaty ile en yüksek semte gider. Canın kanatları
hayal
sevgisi olur. O kanat, nutfeden peyda olur. Ruhun kanatlarına cima
kırar.
Halk ise onu faydalanma sanır. Kadın ve erkeğin arzusu
birleşmedir.
Aşıklara kadından murat hayal etmedir. Kadın, suretpereste kıble
olduysa;
Gönül ashabının kıblesi, ihsan verici Allah'dır. Suret nakşından
aynanı
uyup; sineni mânâların aynası eyle. Ta için hak nurundan dopdolu ola.
Ruh
kutun, onun marifetinden inci dola.)
Yedinci
Madde
Uzuvların kıyafet tadilinin zıt delillerini ve nefslerin
ihtilafıyla olan
hükümlerini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
filozoflar demişlerdir ki: Uzuvların kıyafetinde
anılan zıt deliller, bir
şahısta toplansalar, hepsini itidal üzere mamur ve
şen eyler. Mesela kösenin
boyu uzun olsa,o kösedir diye ona ta'n olunmaz.
Zira ki itidal bulmuştur.
Eğer yüzü de nurânî olduysa, görenler artık onu
nur anlar. Şu halde bir
kimsede hangi tarafın delilleri çok bulunduysa, o
kimse o tarafta
bilinmiştir. Eğer bir kimseye Hak'kın nuru göz olsa, onun
feraseti, adı geçen
delillerden müstağni bulunmuştur. Zira ki haberde, Habib-
i Ekrem sallallahü
aleyhi ve sellem hazretlerinden: "Mü'minin ferasetinden
sakının, çünkü o
Allah'ın nuruyla bakar," naklolunmuştur. Çünkü anılan
alâmetlerin hepsi,
hayvanî nefsin ahlakv e vasıflarının delilleridir. şu
halde eğer insanî nefs,
emmâre ise,o nefs, hayvanîye esiri olduğundan,
onun hükmünün içindedir ki,
zulüm ve zulmetten, cehil ve bulanıklıktan
vasıfları arınmış değildir. Kâh
şeytan sıfatlı, kâh yırtıcı hayvan sıfatlı,
kâh hayvan sıftalı bulunmuştur.
Halbuki sureta insan görünmüştür. Eğer
insanî nefs, levvâme ise, kâh hayvanî
nefsin mağlûbu olup, kâh ona galip
olduğundan; bu nefs, kâh hayvan sıfatlı,
kâh insan sıfatlı bilinmiştir.
Eğer insanî nefs, mülhime ise, hayvanînin
üzerine galip olup; mutmainne
olduysa cengi sulha ve nizayı rızaya döndürüp,
şerler ona hayır olur.
bu hayır ve şer onun kaydı olmayı, nefsi, mutlak ruh
olur. Bütün varını terk
ettiğinden, ağyarı ona yâr olur. Kendinde nişan ve
alâmet kalmaz. Onun
vasfı, beyana gelmez.
Gel ey Hakkı, unu halkı
Bu
benlikten geçip, kendini toprak eyle ve nazargâhı Hüda olan
kalbini,
mâsivadan pak eyle. Ondan onun kalblerin enisi olduğunu idrak
eyle.
Muhabetiyle âdeti yırtıp, çâk eyle.
Kim ki isterse üns-i
dildârın
Vermesin mâsivaya dildârın
(Sevgilinin ünsiyetini isteyen, sevgilisini
mâsivaya vermesin.)
KITA
Zamane halkını fehm eyle olma sen
mağrur
Gönülde dostu buup her nazardan ol mestur
Ne lütfu var bir alay
kalbi hasta bestelerin
Koy ehl,i gaflet ve cehli sen eyle dilde huzur
Çü
nâsa nâsdır âfet bu nâsı ol nâsi
Ki Rabb-i nâs ile bulsun dil üns olup
huzur
(Zamane halkını anla, sen mağrur olma. Gönülde dostu bulup, he
bakıştan
örtünmüş ol. Kalbi hasta ve bağlı olanların ne lütfu var? Gafilleri
ve
cahilleri bırak, gönülde huzur eyle. Çünkü insanlara insanlardır yâfet,
bu
insanları unut ki, insanların Rabbi ile gönül ünsiyet
bulsun.)
Sekizinci Madde
İnsan bedeninde
damarlar içinde akan kanın sebebiyle deri üzerinde görünen
uzuvların
ihtilacını (seğrime ve titreme gibi hareketleri
hükümleriyle
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar
demişlerdir ki:
ihtilac-ı far-ı
ser
Cahden verir habir
İhtilac-ı piş-i
ser
Oldu devlete eser
İhtilac-ı cenb-i
ser
Sağ ve solu hayr eder
ihtilac-ı cebhe
ter
Sağ iyş ve sol haber
İhtilac-ı hHacib
ol
Dostluk oldu sağ ve sol
Evsat ederse
ger
Sağı zevk sol keder
İhtilac etse
enb
Sağı hüzn ve sol tareb
İhtilac-ı zahr-ı
ayn
Sağda levm ve solda zeyn
ihtilac-ı beyt-i
nur
Sağı renc ve sol sürur
ihtilac-ı
dünbal
Sağda mehrve solda mal
İhtilac-ı zir-i
çeşm
Sağda mihrve solda hışm
ihtilac-ı rahda
dal
Sağda hayr ve solda mal
İhtilac-ı enfe
rah
Sağda kahrve solda câh
ihtilac-ı fek-i
leb
Sağda rızk ve solda tareb
Usbu-u sâni
eder
Sağda solda hoş haber
Usbu-u vustadan
al
Sağda ve solda cidal
Usbu-u binsır
bulur
Sağda cedl ve ysol sürur
Usbu-u hınsırda
kal
Sağ ü solu rızk ü mal
Muhtelic olsa
eğer
Bir yerin eyle nazar
Bunda kim ahkâmı
yâd
Şüphesiz et itimad
Kim dmar oynar
neden
Hak'dır onu debreden
Anla
işârâtını
Bekle beşarâtını
(Başın tepesinin seğrimesi, makamdan haber verir. Başın
önünün seğrimesi,
devlete yeser oldu. Başın yan tarafının seğrimesi, gerek
sağ ve gerek sol,
hayırdır. Alın seğrimesinde; sağ iyş, sol haberdir Kaş
seğrimesinde; sağ ve
sol dostluktur. Kaşların ortası seğrirse; sağı zevk,
solu kederdir. Dil
seğrirse; sağı hüzün, solu şenliktir. Gözün dışının
seğrimesinde; sağda
kötüleme, soldazinettir. göz bebeği seğrimesinde; Sağı
ağrı, solu sürurdur.
Göz kuyruğu seğrimesinde; sağda sevinç, solda maldır.
Göz altı seğrimesinde;
sağda sevinç, solda hışımdır. Yanak seğrimesinde;
sağda hayır solda maldır.
Burun kaşınması yoldur: Sağda kahır, solda
mevkidir. Dudak üstü
seğrimesinde; sağda rızık, solda şenliktir. Dudak ucu
seğrimesinde; sağda
zarar, solda şenliktir. Dudak altı seğirmesi; sağ ve
solda yahşidi.
Seğriyen çene; sağda iyş, solda güzelliktir. Kulak seğrir; sağ
ve solda hoş
haberdir. Boğaz da kulakla seğirirse; sağda mal, solda gamdır.
Döş seğrirse;
sağda hüzün, solda kederdir. Pazu ve el seğrimesi; sağda rızık,
solda
maldır. Dirsek seğirir; sağda ve solda hoş haberdir. Kolların
seğrimesi;
sağda kötüleme, solda manevî ayıptır. Bilek seğrimesi; sağda mal,
olda
meşakkattir. el üstü seğirmesinde; sağda hüzün solda şereftir. El
seğirmesi;
sağ ve sola rızık ve maldı. Başparmak seğrimesine; sağda yük,
solda kâmdır.
Şahadet parmağı titrerse; sağda ve solda sebeblerdir. Orta
parmak; sağda
hüzün, solda şenliktir. Serçe parmak seğrimesi; sağda mevki,
solda gamdır.
Yüzük parmağı seğrimesi; solda hayır, sağda maldır. Göğüs
seğrimesi olur;
ağı hüzün, solu sürurdur. Meme seğrimesi; sağda mevki, solda
şenliktir.
Karının tam seğrimesi; sağda birleşme, solda kâmdır. Göbek
seğrimesi; sağda
hüzün, solda sürurdur Bedenin bir yanının seğrimesi; sağı
sevinç, solu
maldı. Böğür seğrimesi, solu rızık, sağı mevkidir. oyluk
seğrimesi; sağı
mihr, solu oğuldur. Kasık seğrimesi; sağ cima, sol seferdir
Husye
seğrimesi; sağda çocuk, solda gamdır. Makat seğrimesi, solda yol,
sağda
maldır. Baldır seğrimesi; sağ iyş, sol seferdir. Diz seğrimesi;
sağda
hüzün, solda sürurdur. Diz alı seğrimesi; sağda yol, solda kaderdir.
Bacak
seğrimesi; sağda mal, solda mevkidir ve yolculuktur. Bacak dışı
seğrimesi;
sağda yol, solda erzaktır Bacak içi seğrimesi; sağda mal,
solda
ayrılıktır. Topuk seğrimesi; sağda kavuşma, solda seferdir. Ayak
arkası
seğrimesi; sağda hüzün, solda safadır. Topuk ve el seğrimesi; sağda
yürüme,
solda maldır. Taban seğrirse; sağda yürüme, solda şereftir.
Başparmak
seğrimesi; sağda mal, solda kâmdır. İkinci parmak seğrimesi; sağa
ve solda
hoş haberdir. Orta parmak; sağda ve solda cidaldir. Serçe parmak
seğrimesi;
sağda cidal, solda sürurdur. Serçe parmak yanındakinin seğrimesi;
sağ ve
solu rızık ve maldır. Eğer bir yerin seğrise, bak, burada hükümleri
hatırla
ve şüphesiz itimat et. Damar neden oynar? Hak'dır onu depreten O
an
işaretlerini anla ve müjdelerini bekle.)
BEYT
Her ne can kim duyar
işâretten
Hürrem olsun dili beşaretten
Anatomi ve bedenle canın
özgürlüğünün faydaları ve menfaatleri; azanın
kuvvetlerinin ayrıntılı olarak
anlatılması uzun olup, bizim maksadımız olan
Hak'kı tanımaya bunca temsil ve
teshille bu özetleme dahi yardımcı ve delil
olmakla, beden durumlarının
açıklanması, insanlık âleminde uzatılmadan kısa
söz ile meramın elde
edilmesi, izamın düzenlenmesi ve makamın tamamlanması
olmuştur. Zira ki en
güzel biçimde yaratılan ve iki cihanı toplamış bulunan
insanın şerefi
bedeninin, her bir latif uzvunda oln yaratıcı ve bâri
Allah'ın ince
kanatlarına hayretle bakıp, ibretle seyir ve temaşa kılınıp,
düşünme ve
fikretmeyle hayal olundukta; anlayış ve idrakte, akıllar âciz ve
kısa kalıp,
vasıf ve beyanında şaşkın bulunmuştur. insanı en güzel şekilde
yaratan,
benzersiz hakîm, şekil verici bâri ve yaratıcı olan Allah
münezzehtir.O, ne
güzel mevla, ne güzel yardımcıdır. Yaratıcıların en
güzeli olan Allah
yücedir.
TEFVİZNAME
Dilden gami dûr eyle
Rabbınla huzûr
eyle
Tefvîz-i umûr eyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzl eyler
Sen
adli zulüm sanma
Teslim ol oda yanma
Sabret sakın usanma
Mevlâ görelim
neyler
Neylerse güzel eyler
Deme şu, niçin şöyle
Yerincedir o,
öyle
Bak sonuna sabreyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel
eyler
Hiç kimseye hor bakma
İncitme gönül yıkma
Sen efsine yan
çıkma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Mümin işi renk
olmaz
åkıl huyu, cenk olmaz
årif dili tenk olmaz
Mevlâ görelim
neyler
Neylerse güzel eyler
Hoş sabr-ı cemilimdir
Takdir,
kefilimdir
Allah ki vekilimdir
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel
eyler
Her dilde ânın adı
Her canda ânın yâdı
Her kuladır
imdâdı
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Nâçar kalacak
yerde
Nagâh açar ol perde
Dermân eder ol derde
Mevlâ görelim
neyler
Neylerse güzel eyler
TEFHİZNAME
Her kuluna her anda
Geh
kahr-u geh ihsanda
Her anda o bir şanda
Mevlâ görelim neyler
Neylerse
güzel eyler
Geh mu'ti-u geh mâni
Geh dar-u gehi nafi
Geh hâfız-u geh
râfi
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Geh abdin eder
ârif
Geh eymen-u geh hâif
her kalbi odur sârif
Mevlâ görelim
neyler
Neylerse güzel eyler
Geh kalbini boş eyler
Geh hulkunu hoş
eyler
Geh aşka duş eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel
eyler
Geh sade ve geh rengin
Geh tabın eder sengin
Geh hürrem-u geh
gamgin
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Az ye az uyu az
iç
Ten mezbelesinden geç
Dil gülşenine gel göç
Mevlâ görelim
neyler
Neylerse güzel eyler
Bu nas ile yorulma
Nefsine dahi
kalma
Kalbinden irağ olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel
eyler
Geçmişle geri kalma
Müstakbele hem dülma
Hal ile dahi
olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
[TOP]
43-BÖLÜM:043:
BEŞİNCİ BAHİS
İnsanı
âleme tatbik, enfüsü âfaka tevfik edip; cihanın mânâ ve
cüzlerinin
benzerlerini bu insan vücudunda bulup, bedeninde olan aza e
kuvvetlerin bütün
eşyaya tek tek vücuh il benzerliğini; bedenin sıhhatinin
korunma ve
devamlılığını; tabii ölümle ruhun bedenden ayrılmasını dört
bölüm ile
ayrıntılı olarak anlatır.
BİRİNCİ BÖLÜM
İnsan
bedeninin zamanlara ve mekanlara benzerliği sekiz madde ile
bildirir.
Birinci Madde
ålem, ådem için yaratıldığını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, ârifler demişlerdir ki: Hak
Taâlâ iki cihanı ve
onlarda olanın tamamını insan için icat ve mevcut
eylemiştir. Ta ki âlemde
olan sanatlara bakıp, eşyada bulunan hikmetleri
bilsin. Hepsinin benzerini
kendi vücudunda buldukta; nefsini bilmeye erip,
ondan Allah'ı tanıma kolay
olsun. Zira ki Hak Taâlâ Nazm-ı Kerim'inde: Ben
insanları ve cinleri ancak
bana ibadet etsinler diye yarattım,È (51/56),
buyurmuştur. Hadis-i kudside:
Ey insan! Beni tanımak için nefsini bil, emr-i
şerifiyle, nefsi bilmenin
Rabbi tanımaya vesile olduğunu duyurmuştur. Çünkü
Hak Taâla insanı, kendi
tanınması için yaratıp, kendi tanınmasını, insanın
nefsini tanımasına bağlı
kılmıştır. Şu halde elbette insana, kendi nefsini
bilmek istidadını
vermiştir. Ta ki nefsini bilmekten, yaratıcısını bilmeye
erişsin. Nitekim
haberde: Nefsini bilen, Rabbini bildi,È vârit olmuştur.
Allah'ı tanımanın
anahtarı, nefsi bilmek bilinmiştir. Nefsi bilmenin
anahtarı, âlemi bilmek
kılınmıştır. Lakin Hak Taâlâ'nın âlemin ufuklarında
olan eserlerinin
benzersiz sanatını herkes görüp, sırlarına ermek, insana
nefslerinde
bulunan kudretinin kemal ve tavırlarını tamamıyla bilip,
nurlarını görmek,
ondan yüce istek olan Mevla'yı tanımaya ermek çok suğul,
zor ve esrarlı iş
bulunmuştur. Zira ki insana, mümkün ve müyesser değildir
ki; dağların
tepesine çıka, denizlerin dibine ine ve yerin içine görüp, süflî
âlemin her
birini görebile ve bütün durumlarına ve sırlarına muttali ola.
Göğün üstüne
çıkamaz ki, feleklerin ve yıldızların incelik ve hakikatlerine
tamamiyle
erip, ulvî âlimin durum ve sırlarına gereği gibi vâkıf ola.
Göklerin
melekût âlemine giremez ki, ruhlar âleminin durum ve sırlarını
gereği gibi
vâkif ola, feleklerin nefs ve akıllarını müşahede kıla. Ondan
alemin
yaratıcısının bunca kâinatı yaratmasından ve âlimin cüzlerini zerre
zerre
an an değiştirip, yetiştirmesinden işlerini temaşa ile isim ve
sıfatlarına
muttali olup, ondan zatını tanımaya yol bula.
Şu halde rauf ve
rahim olan âlemlerin Rabbi hazretleri, esirgemesinin
olgunluğundan,
inayetinin sonsuzluğundan, iç ve dış âlemde, ulvi ve süflî
eşyadan her ne ki
bu insan vücudunun dahi iç ve dışını o tavır ve tarz ile
en güzel biçimde
üzere âlimin nümunesi olarak yaratmış ve tasvir etmiştir.
Her ne vasıflar ile
ki, pak zatı sıfatlanmıştır, bu insan ruhu dahi o
vasıflar ile
sıfatlanmıştır. Nitekim âlemi, bütün cüzleriyle kendisine
itaatli ve boyun
eğici eylemiştir. Ta ki bu insan, kendi vücuduna bakıp,
azasının bileşiminden
ve kuvvetlerinin düzeninden süflî ve ulvî âlemde
kolaylık üzere benzer ve
alâmetlerini bulup, kendini âlemin numunesi
bilsin. Kendi ruhunun cisminde
olan türlü tasarruf ve tedbirlerinden Hak
Taâlâ'nın âlemde olan türlü
tasarruf ve tesirlerini bulsun. Ondan
fiillerine ve sıfatlarına vâkıf olup,
pak zâtına muhabbet ve ibadet kılsın.
Onu tanıma saadetine erip, âriflerden
olsun.
NAZM
Bil ey insan / Elbet sen kâinatın toplamısın
Varlığı içine
alansın / Varlık senin yanında göresin
Görünmez sana görünür / Basiret ve
irfanla
Onu şu anda hatır bil / Cismin karanlık ve süflî
Ruhun nurlu ve
ulvî / Sırrın Rabbanî ve safî
Zatınla sevin / Sıfatını anla ve oku
Müjde
sana, topla dağınıklığını / Kalbin Rahmen'ın evidir
Beyanını yüksek ve geniş
) Ey ârif kadrini bil
Güzel tatlı latifelerin / Bilgiler sendedir
uyan
Dostlar içinde giy taç / Zamanlar içinde an hayatını
Sabit ve sakin
ey şaşkın / Dairelerin kutbu sensin
Gözler senden ışıklanır / Ondan öğren ey
insan
Sen elbette hazreti insansın
İkinci
Madde
İnsan âlemini, büyük âlime tatbik ve bazı uzuvlarını
yeryüzüne uydurmak
yolunu bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
ârifler demişlerdir ki: İnsan bedeni, küçük
âlemdir. İnsan ruhu, büyük
âlemdir. Zira ki, her ne ki âlemde
yaratılmıştır, hepsinin benzeri insan
vücudunda bulunmuştur. Şu halde
insanın cisim ve canlı, bütün âlemin
nüshasıdır. İki âlem tamamıyle insanda
mevcut ve belirli bilinmiştir. Mesele
bütün hissedilen cansızlara misal
uzuvlarıdır. Bütün canlılara misal, insan
ahlakıdır. Dört mevsime misal,
insan dişleridir. Adet ve sanayie misal,
insanın his ve kuvvetleridir.
Berzah âlemine misal, insanın hatıra ve
fikirleridir. Melekût âlemine
misal, insanın gönül ve canıdır. Bu misal ve
benzerliklerin ayrıntısı
sınırsızdır. Bu kitaba değil, böyle yüzbin kitaba
sığmaz. Ancak ârifin
kalbine sığar. Biz burada, güneşten zerre, deryadan
damla açıklarız. Ta ki
bu insan, büyük âlem olduğunu öğrenip, nefsi bilmeye
bürhan ola, Onunla
Allah'ı tanıma kolay ola.
ålemin nüshası olan insanın
şerefli bedeni, yer ve gökler mesabesindedir
ki, bu cihandır. Ay ve yıl
mesabesindedir ki, zamandır. Belde
mesabesindedir ki, mekândır.
İnsan
bedeninin yere bir benzerliği budur ki, yerde dağlar olduğu gibi,
bedende de
kemikler olur. Yerde ağaçlar ve bitkiler olduğu gibi, bedende de
saç ve
uzuvlar olur. Bir benzerliği budur ki, yerde iklimler ve kıtalar
olduğu gibi,
bedende uzuvlar vardır. Yerde zelzele olduğu gibi, bedende
titreme ve aksırma
vardır. Yer vadileri arasıda akan nehirler var ise,
beden damarlarında akan
kan vardır. Yerde değişik tatta kaynaklar varsa,
bedende de, kulak akıntısı,
göz yaşı ve burun akıntısı gibi değişik
tatlarda kaynaklar vardır. Kulak
akıntısının acı olduğuna hikmet budur ki,
insan uykuda iken kulağına yer
haşereleri girmek istediğinde, kulak
akıntısının hissine ulaşıp, geri
dönsünler. O uyuyanın kulağına girmekle
onu helak etmesinler. Gözyaşı o
yönden tuzludur ki, gözün akı yağdandır.
Yağ ise tuzsuz bozulur. Ta ki, akı
taze kalıp, sürekli gözü aydınlık olsun.
Burun karışımları onun için nâhoştur
ki, onda olan koklama hissi, güzel
kokulardan kokulanıp, lezzet alsın. Zira
ki eşya, zıtlarıyle bilinir. Ağız
suyu onun için hoştur ki, dilde olan tat
alma kuvveti, daima lezzette
bulunsun. İnsan bedeninde bulunan ilahî hikmet
sonsuz bilinmiştir. Burada
ancak iki âlem birbirine tatbike ve uyuma ihtimam
olunmuştur. Nitekim dış
âlemde bulunan eşya, insan âleminde bulunan eşyaya
nümune bulunmuştur.
RUBAİ
Ey ilahî nüsha ki sensin
Alemde olanlar hep
sendedir
Ey Şah'ın cemal aynası ki sensin
İstediğini kendinde ara ki
sensin
Üçüncü Madde
İnsan âleminin feleklere
benzerliğini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, ârifler demişlerdir
ki: İnsan bedeninin göklere
bir benzerliği budur ki, burçlar sahibi göğün
oniki burcu olduğu gibi,
bedenin de dışından içene oniki yolu vardır: İki
kulak, iki göz, iki burun
deliği, ağız, iki meme, göbek ve iki abdest
yolları. Bir benzerliği dahi
budur ki, feleklerde yedi gezegen olduğu gibi
bedenin içinde de yedi aslî
uzuv vardır: Akciğer aya, mide utarite, böbrek
zühreye, yürek güneşe, safra
merihe, karaciğer müşterie, dalak zühale benzer
bulunmuştur. Gökte bir çok
sabit yıldız olduğu gibi, bedende de çok sinir
vardır. Felekte yirmsekiz
meşhur menzil olduğu gibi, bedende de yirmisekiz
his ve sayılan güçler
vardır. Felekte üçyüzaltmış derece olduğu gibi, bedende
de açıklanan
üçyüzaltmış kan damarı vardır. Küllî ve cüzî feleklerin, sabit
ve gezegen
yıldızların türlü tabii hareketleri olduğu gibi, bedenin de bu
tavır üzere
türlü zorunlu ve ihtiyarî hareketleri vardır. Felek dört unsuru
kuşattığı
gibi, beden dahi dört karışımı kuşatmıştır ki: Safra, ateş gibi
kuru ve
sıcaktır. Kan, hava gibi sıcak ve rutubetlidir. Balgam, su gibi
rutubetli
ve soğuktur. Siyah köpük, toprak gibi soğuk ve kurudur. Dört
unsurdan üç
ana bileşim doğduğu gibi, bedende de dört karışımdan uzuvlar
doğmuştur.
Gündüze misal, insanın sürurudur. Geceye misal, onun hüznüdür.
açık havaya
misal, yayılmasıdır. Buluta misal, sıkılmasıdır. Gök gürültüsüne
misal,
sesidir. Şimşeğe misal, onun gülmesidir. Yağmura misal, onun
ağlamasıdır.
Rüzgâra misal, onun nefesleridir. Oluşum ve bozuşuma misal,
kelamının
lafızlarıdır. Gökkuşağına misal, yay kaşıdır. Hilale misal,
kulağıdır.
Dolunaya misal, yuvarlak yüzüdür. Gece karanlığına misal, onun
saçıdır.
Sabaha misal onun alnıdır. Dış âlemin, bu insan âleminin
açıklanan
benzerliklerinden gayri, benzerliği çoktur. Lakin ârife işaret
yetmekle,
uzatmaya hacet yoktur.
NAZM
Can vilayetinde gökler
sınırsız
Ruh yolunda alt ve üstler vardır
Cihan gökleri gibi iş
yaparlar
Yüksek dağlar engin denizler vardır.
Dördüncü
Madde
İnsan bedeninin zaman ve mekana yani ay ve yıla ve onda,
ruhun sultana
benzerliğini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
ârifler demişlerdir ki: İnsan bedeninin ay ve yıla
benzerliği budur ki, bir
senede dört mevsim olduğu gibi bedende de dört
karışım vardır ki: Balgam,
ilkbahar gibi rutubetli ve soğuktur. Safra, yaz
gibi sıcak ve kurudur. Kan,
sonbahar gibi sıcak ve rutubetlidir. Siyah
köpük, kış gibi kuru ve soğuktur.
Bir benzerliği dahi budur ki; İlkbahara
uygun, çocukluk yaşıdır. Yaza benzer,
gençlik ve olgunluk yaşıdır.
Sonbahara uygun duraklama yaşıdır. Kışa uygun
ihtiyarlık yaşıdır. Bir
benzerliği dahi budur ki, bir senede oniki ay olduğu
gibi, bedende de oniki
menfez vardır. Bir haftada yedi gün olduğu gibi,
bedende de yedi uzuv
vardır. Bir haftada yedi gün olduğu gibi bedende de o
sayıda kan damarı
vardır.
Bedenin şehre benzerliği budur ki, şehre bir
padişah olur. Sonra veziri,
emniyet âmiri, maliyecisi olur. Padişahın sarayı,
memleketi, bineği,
tabası, hazinedarı, bekçileri, elçileri, casusları ve
hakimleri olur. Şehir
içinde sanatkârlar olur. Mesela mimar, yapı ustası,
ekmekçi, tabib, kasap,
kuyumcu vesaire olduğu gibi, insan bedeninde de bütün
bunların benzeri
vardır ki: İnsan ruhu, âlemin padişahıdır. Nazari akıl,
veziri azamdır,
gazap kuvveti emniyet âmiridir. Şehvet kuvveti, maliyecidir.
Bu padişahın
sarayı, yürektedir. Memleketi bu bedendir. Bineği, hayvanî
nefstir. Tabası,
beden uzuvlarıdır. Hazinedarı, tutma kuvvetidir. Bekçileri,
gözlerdir.
Elçileri, kulaklardır. Polisleri, ellerdir. Casusları, koku
alma
kuvvetidir. Hakimi, tatma kuvvetidir. Bedende de sanayi erbabı vardır
ki:
Mimar, ameli akıldır. Bina tabiattır. Marangoz, çekme kuvvetidir.
Değirmen,
dişlerdir. Ekmekçi, sindirim kuvvetidir. Tabib, ayırma kuvvetidir.
Kasap,
şekil verme kuvvetidir. Kuyumcu, büyütme kuvvetidir ki, beden şehrine
neşvü
nema verip, zengin eder. Çöpçü, itme kuvvetidir ki, beden
şehrinden
fazlalıkları itip, çıkarır. Şehrin sair sanat erbabı benzerleri,
bedenin
sair kuvvetleridir. Şimdi, bu açıklamadan ortaya çıkan budur ki;
insan
ruhu, şehrin sultanıdır ve vücut ve bedende, diri ve dost olan
Allah'ın
halifesi olmuştur.
NAZM
Seyyid-i âlemdir âdem gayriden sevdayı
kes
Zâhidin vehmi gerçi ıraktan sevk eyler feres
Dilde dildarın
misali mahmil içre yârdır
Bu maiyyetten habir olmaz figan eyler
çeres
(İnsan, âlemin efendisidir, gayriden sevdayı kes. Zahidin vehmi
gerçi
ıraktan at sevk eder. Gönülde sevgili misali, mahmil (hayvan
sırtındaki
kafes) içinde yârdir. Bu beraberliği bilmediği için çeres figan
eyler.)
Beşinci Madde
İnsanın kalbinde bulunan
kötü ahlakın hayvan suretlerine benzemesini,
vakaların ve rüyaların
tabirlerini harf sırasıyla bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
ârifler demişlerdir ki: ëlemde insan ahlâkı, türlü
hayvanların şekil ve
suretlerinin benzer ve misalleri, insan nefsinde de
vardır ki, hayvanî kötü
ahlâklardır. Meselâ kibir sureti, kaplana
benzerdir. Tasallut sureti, aslana
benzerdir. Haset sureti, kurda
benzerdir. Nitekim hazreti Yakub aleyhisselam
evladının hazreti Yusuf
aleyhisselama olan hasetlerinden, ayrılık olayından
önce, rüyasında, yedi
kurt suretinde Yusuf aleyhisselamın üzerine hamle ile
hücum eder görmüştü.
Onun için çocukları ona: Onu bizimle gönder,
dediklerinde, onlara: Onu
kurt yemesinden korkarım. demesiyle bahane
buyurmuştu. Şu halde, gönülde
gazap sureti, köpektir: hile sureti, tilkidir;
gaflet sureti, tavşandır;
ferce yönelik şehvet sureti, eşektir; arkadan
yaklaşma sureti domuzdur;
midevî şehvetin sureti, koyundur; oburluk şehvetini
sureti, inektir; tama
sureti, karıncadır, cimrilik sureti, faredir; kin
sureti, beyaz devedir;
vecdin sureti, kırmızı devedir; düşmanlık sureti,
yılandır; ezanın sureti,
akreptir; vesvese sureti, sarı arıdır ve diğer ahlâk
suretleri, sair
hayvanların şekillerine benzerdir. Hatta kötü ahlaktan birine
galip olan
gönül, rüyada kendini o surette olan hayvana dahi galip görür.
Mesela ferce
yönelik şehvete üstün gelen kimse, rüyasında bile eşeğe binici
olur. Eğer
mağlup ise, kendini eşeğin altında bulur. Diğer ahlaklar dahi bu
kıyas ile
malûm olur. Çünkü insan, dolayıcı berzah ve her şeyin ortaya
çıktığı yerdir.
Bu durumda, bütün hayvan suretleri ve kâinatın şekilleri,
insanın içinde ve
dışında suret bulup, şekillenmiştir. Gereğince meydana
gelmiştir. Ahlakını
güzelleştiren gönül, ayna gibi safia olup, her şeyi
kendinde bulmuştur. Safî
olmayan gönül, uyku halinde rüya ile geçmiş ve
gelecek işlerden haber
almıştır; ya misal ile veya tabir ile bilmiştir.
Anlaşılması güç olan rüya,
bu manzume ile açık olmuştur.
NAZM
Çün
buhar-ı gıda dimağa gelir
Ruh-u hayvanî ol zaman ne eder
Pes havass-ı
burun muattal olur
Çün dimağın havassı kalbe iner
Kalbe ilham olur
işaretler
Bî vesait bulursa nâfiadır
Kalb eğer vasıta ile olsa
habîr
Pes gelir kalbe gördüğü rüya
Arabî ismin evveli alınır
Elif
ululuğa işaret olur
Evvel havas buruna hail olur
Zahir-i cismi kor derune
gider
Halet-i nevmi cism onunla bulur
Kalb o dem enderun-u ruha
döner
Asıldan kalb alır beşaretler
Aynı vâki olur ki vâkıadır
Gördüğü
düşten olunur tabir
Ya işaret veya beşaret ona
Ne ise ol huruf ile
bilinir
Ref'at-i gadrine beşaret olur
Ba ise cism ve cana rahattır
Se
ise düşman üzre nusrettir
Ha ise izzet ve saadettir
Dal ise zahme ve
meşakkattir
Ra dahi devlete delalet eder
Sin emin olmağa alâmettir
Sat
kâm olmağa beşarettir
Tı ise düşmanı helak olacak
Ayn ise dilde bula
teşvişi Fe ise rütbesi olur âli
Kef ise gaibi gelr hurrem
Mim olursa
muradını alacak
Vav ise işleri olur âsân
Ya ise taate muvaffak olur
Ta
ise ol husul-ü hacettir
Cim ise fırsat ve ganimettir
Hı ise her murada
vuslettir
Zel ise malü ülkü devlettir
Zı metin itakade kalbi yeder
Şin
ise fiiline nedamettir
Dad mal bulmağa işarettir
Zı ise kalbi hüzün ile
dolacak
Gayn ise zulmü nefs olur işi
Kaf ise bula devlet ve mali
Lem
ise ol emin olur hoş dem
Nun ise hâtırı melül olacak
He ise hüzün ile olur
giryan
Hep bu tabirler muhakkak olur
(Gıdanın buharı beyne geldiğinde,
önce burun hislerine hail olur.
Hayvanî ruh o zaman ne eder? Vücudun dışını
bırakıp, içine gider, O an
burun hisleri muattal olur. Uyku halini cisim,
onunla bulur. Beynin
hisleri kalbe indiğinde, kalb o an ruhun içine döner.
Kalbe işaretler ilham
olur. Asıldan kalb muştular alır. Vasıtasız bulursa
faydalıdır. Aynısı
çıkarsa vakıadır. Kalb eğer vasıta ile haberdar olsa,
gördüğü düşten tabir
olunur. O an gelir kalbe gördüğü rüya; ona ya işaret
veya müjdedir. Rüyada
görülen şeyin arapça isminin ilk harfi alınır. Ne ise o
harflerle bilinir.
Elif, ululuğa işaret olur. kadrinin yükseleceğine müjde
olur. Be ise, cisim
ve cana rahattır. Te ise, hacetin elde edilmesidir. Se
ise, düşman üzere
yardımdır. Cim ise, fırsat ve ganimettir. Ha ise, izzet ve
saadettir. Hı
ise, her murada kavuşmaktır. Dal ise, zahmet ve meşakkattir.
Zel ise mal,
mülk ve devlettir. Rı ise, devlete delalettir. Zı, metin itikade
kalbe
yeder. Sin, emin olmağa alâmettir. Şin, yaptığına nedâmettir. Sad,
kâm
almağa müjdedir. Dad, mal bulmağ işarettir. Tı ise, düşmanı helak
olacak.
Zı ise, kalbi hüzün ile dolacak. Ayn ise, gönülde karışıklık bula.
Gayn
ise, nefsine zulüm olur işi. Fe ise, rütbesi yükselir. Kaf ise, devlet
ve
malı bula. Kef ise, kaybettiği sevinçli gelir. Lem ise, o emin olur
hoş
dem. Mim olursa, muradını alacak. Nun ise, hatırı melûl olacak. Vav
ise,
işleri kolay olur. He ise, hüzün ile gözyaşı döker. Ye ise, taate
muvaffak
olur. Bu tabirler hep, muhakkak olur.)
Altıncı
Madde
Ufukların ve nefslerin birbirine tatbik olunduğunu, insan
âlemi şeklinin
büyük âlemin yapısının aksi kılındığını ve iki âlemin gönül
âleminde
tamamen bulunduğunu bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
ârifler demişlerdir ki: Her yönden afâka her
vecihle nefsler uygun ve mutabık
bulunmuştur. Zira ki, bütün âlemin bazı
cüzleri açık, bazı cüzleri gizli
kılınmıştır. Açıktakiler, dokuz felekler,
dört unsur ve üç bileşiktir. Gizli
olanlar, on akıl, dokuz nefstir. İnsanın
dahi dışı ve için vardır ki, dışı
beden uzuvlarının hepsidir. İçi, on
histir ki, bütün eşyayı idrak edendir. Şu
halde insan vücudu cihan
kitabıdır. Bir mecmua kılınmıştır ki, âlemde her ne
bulunmuşsa, bir insanda
da bulunmuştur. Bu insan sureti, bir küçük âlemdir
ki, büyük âlemde bulunan
feleklerin ve unsurların benzerleri, onda da
bulunmuştur. Nitekim defalarca
açıklanmıştır. Lakin bu küçük âlem, büyük
âlemin yapısı aksince
bilinmiştir. Zira ki, büyük âlemin dış kabuğu çevresi
hududu bulunan atlas
feleğidir ki, şeriatçıların dili ile en büyük yerdir.
Onun içinde burçlar
feleğidir ki, o kürsüden ibarettir. Onun içinde zühal
feleğidir, onun
içinde müşteri feleğidir. Onun içinde merih feleğidir. Onun
altında güneş
feleğidir. Onun altında zühre feleğidir. Onun altında utarit
feleğidir.
Ondan içeri ay feleğidir. Onun içinde su küresidir. Onun içinde
âlemin iç
dudağı olan toprak küresidir ki, büyük âlemin yapı ve şekli
böyledir.
İnsan âleminin yapı ve şekli onun aksidir. Zira ki, bunun kuşatıcı
kabuğu
topraktır ki, bu bedenin derisidir. Onun içinde sudur ki, kandır
Onun
içinde havadır ki canın buharıdır. Onun içinde ateştir ki, yürekte
hayvanî
ruhtur. Onun içinde yedi yedi göktür ki, kalbin yedi tavrıdır. Gönül
içinde
insanî ruhtur ki, onun dışı kürsi ve içi Rahman'ın Arş'ıdır. Zira
ki,,
âriflerin kalbe Hazret-i Rahman'ın evidir. Nitekim Hak Taâlâ: 'Yere
göğe
sığmam, lakin vera' sahibi mü'min kulumun kalbine sığarım,' buyurmuştur.
Bu
insan ruhu, en büyük âlem olduğunu duyurmuştur. Şu halde bu Hazreti
insan,
mânâda en büyük âlemdir. Gerçi surette en küçük âlemdir. Ruh ile
âlemin
babasıdır. Gerçi bedenle insanın çocuğudur. Huzur ile hepsinden
öncedir.
Gerçi meydana gelişle hepsinden sonradır. Meselâ: Büyük âlem
cüz'leri ile
bir ağaçtır ki, insan âlemi ondan vücuda gelmiş meyvedir. Şu
halde âlemin
son gayesi bu insan türüdür. Nitekim ağacın aslı meyvenin
çekirdeğidir.
Bunun gibi cihanın aslı, bu insan ruhudur. Nitekim ağacın
neticesi
ortadadır. Onun gibi âlemin sonucu insan bedenidir. Nitekim her
meyvenin
çekirdeklerinde kendi ağacı topluca mevcuttur. Onun gibi bu insan
ruhunda
bütün kâinat toplu olarak mevcuttur. Nitekim meyvenin vücudu,
dalların
olgunluğu sonucudur. Onun gibi insanın vücudu esasların mizası
sonucudur.
Nitekim meyvenin cüz'leri ağacın bütün cüz'lerinden yükselip,
tepesinden
ortaya çıkmıştır. Onun gibi insan vücudunun cüz'leri bütün
cihan
cüz'lerinin yükseklerinden geçme ve alçaklarından yükselme ile
her
cüz'ünden bir menfaat, bir zarar ve bir özellik alıp, hepsini
toplayarak
ortaya çıkmıştır. Feyz kabulüne istidatlı olup, bu derece ile
sair
yaratıklar arasında tek olup, bunca kerem, fazilet ve en güzel şekil ile
bu
yüksekliğe yetmiştir.
BEYT
Çâr unsurdan mürekkep nefs-i vâhittir
cihân
Sen gerek âdem-i hayal eyle, gerek âlem hayal eyle
(Dört unsurdan
bileşmiş tek nefstir cihân, sen ister insan hayal et, ister
âlem hayal
et.)
BEYT
İki görmek şaşılıktır, gayr-ı bilmek ayn-ı ceh!
ålemi hem
âdemi bir kendi nefsin buldu eh!
(İki görmek şaşılıktır. Başka bilmek göz
yanılmasıdır. årifler, âlemi de
insanı da sadece kendi nefsi buldu.)
Çünkü
cihanın başlangıcı ve aslı bu insan ruhu bulunmuştur. Cihanın dönüş
yeri yine
bu ruh kılınmıştır. Zira ki, bu insanî ruh, ilâhi aşkın feyzi
bilinmiştir.
Halbuki ilâhi aşk küllî akıl ve izâfî ruhtur. Küllî akıl ise
bütün cihan
cüz'lerini kuşatıcıdır. Her anda bütün işleri tedbir edicidir.
Şimdi nefsi
böyle müşahade eden ârif, Mevlâ'sını bilmiştir; cihana can olup
ebedi hayat
bulmuştur. Büyük âlemi gönlünde görüp, en büyük âlem olmuştur.
Nitekim bir
ârif, bu mânâyı eda kılmıştır:
NAZM
Devan sendedir, şuurunda değilsin
İlacın senden, görmüyorsun
Cisminin küçük olduğunu sanırsın En Büyük âlem
sende toplanmıştır.
Yedinci Madde
İnsanın iç ve
dışının, cihanın iç ve dışına uygun olduğu hâkimâne bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: İnsana önce kendi
nefsini
bilmek lâzımdır. İç ve dışı ne hakikat ve yaratılışta, ne
özellikler
taşımakta. Ta ki bu sanattan sanatkârını bilip, onun isim ve
fiillerini,
tecelli ve tasarruflarını âlemin içinde ve dışında bula.
Nefsinden, Rabbine
gönül yolundan dönüşle revan ola. Ona eşyanın
hakikatleri ve mânanın
incelikleri açık ola. Huzur ve ünsiyet ile ebedî
kala. Zira ki insan
suretinde bir küçük âlemdir ki, ondan dışta bulunan
büyük âlemdir. Çünkü
büyük âlemde her ne var ise, onun benzeri bu küçük
âlemde de bulunmuştur.
Nitekim büyük âlemin, dört denizi bilinmiştir. Onun
gibi insan âleminin dahi
dört denizi bulunup, ona uydurulmuştur. Büyük
âlemin dört denizi: Gizli
hazine sevgisi, ilk cevher, melekût âlemi ve mülk
âlemidir. İnsan âleminin
dört denizi: Baba sülbünde meni, ana rahminde
nutfe, iç ruh ve dış bedendir.
Çünkü Hak Teâlâ ezeli sevgisiyle: 'Ben gizli
bir hazine idim, bilinmeyi
sevdim,' buyurmuştur. Yani sevgi, âlemin
yaratılma esası olduğunu
duyurmuştur. O ilâhî sevgi, büyük âlemin cevher
vücuda gelmiştir. O, büyük
âlemin ikinci denizi olmuştur. O cevherin içi ve
dışı vardır ki, içinden
felekler ve unsurların hayatı hâsıl olmuştur. O,
melekût âlemidir ki, büyük
âlemin üçüncü denizidir. O cevherin dışından
felekler ve unsurlar olan basit
cisimler vücuda gelmiştir. O, mülk âlemidir
ki, büyük âlemin dördüncü denizi
olmuştur. Onun dört denizi bununla son
bulmuştur.
Yedi gezegen feleğine
yüksek babalar; unsurlara ve dört tabiata aşağı
analar denilmiştir. Bu
babalar ve analar sürekli hareket kılmaktadır.
Bunlardan üç bileşik vücuda
gelmektedir. Nitekim Hak Taâlâ: 'Nun ve kalem,
bir de yazdıklarına andolsun,'
/63/1), buyurmuştur. Yani (nun) gizli hazine
sevgisi, (kalem) ilk cevher,
(yazdıkları) mülk âleminin müfredatı ve
melekût âleminin mücerretleri
olduğunu duyurmuştur. Fertler ile mücerretler
an an yazılmadadır. O
yazılmadan, bu bileşik cisimler vücuda gelmededir ki,
bunlar kitabın
kelimeleri benzeri hikmetle düzen bulmuştur. İlâhî kelimeler
sonsuz olduğunu,
Hak Taâlâ bize lütûyle duyurmuştur. Nitekim Kur'an'da:
'Allah'ın kelimeleri
tükenmez,' (31/27), buyurmuştur.
NAZM
Aya nice bir devr ide bu çâr anâsır
Kim ona ne evvel ola malûm ve ne âhir
Kâh eyleyeler âlem-i tefridde seyran
Kâhi olalar âlem-i terkibde sâir
Tefridde çâr ola ve nâçâr ola devri Terkibe
gelince se mevalid ola zâhir
Bu cümle mezahirde ola muteber İnsanın ola cümle
tufeylisi mezahir insan
İnsan âleminin yaratılış mâyesi, baba sülbünde olan
menidir ki, o, onun
evvelki denizi bulunmuştur. Birinci cevher, ana rahminde
bulunan nutfedir
ki, o, onun ikinci denizi bilinmiştir. Nutfenin iç ve dışı
vardır ki,
melekût ve mülk âlemlerine tatbik olunmuştur. Nutfenin içinden
ceninin his
ve kuvvetleri hâsıl olmşutur ki, onun üçüncü denizi kılınmıştır.
Dışından
cüz ve uzuvları vücuda gelmiştir ki, onun dördüncü denizi
itibar
olunmuştur. İnsan âleminin dahi dört denizi bununla son bulmuştur.
Zira ki
meni, baba sülbünde gizli iken, salt sevgi idi. Ondan bir hareketle
ortaya
çıkıp, ana rahminde birinci cevher olmuştur ki, iç ve dışı, doğanın
can ve
cismi olup, insan âlemi vücuda gelmiştir. Büyük âlem, bu insan
âlemine
hizmetçi ve dalkavuk olmuştur.
NAZM
Nedir hikayet-i leylî ki
doldu arsa-i hak
Ne idi halet-i mecnun-u mest damen-i çak
Şarab-ı aşk idi
nuş etti hüsn-ü leylîden
Zehi şarab-ı mustafa zehi piyale-i pâk
Cemal ü
aşk-ı hüdadan bulur bu mevcudât
İlâhî ente ilahî ve la ilahe sivak
Cihan
mezahir-i sun'-u sıfat-ı Mevladır
Bu seyr zevkin eder can-ı ârif
çâlâk
Velik mazhar-ı insan ki hâs mazhar odur
Kıyas olunmaz ona gayri
mazhar et hâşâk
Felek-i mülkte yoğ insan misali bir cevher
Hezâr bâr
aradım onu bulmuşum derrâk
Kemal-i illet-i gaiye nev-i insandır
Delil
Hakkı edersen taleb oku levlâk
(Leyla hikayesi nedir ki, yeryüzü doldu? Ni
idi mest olmuş ve eteği
parçalanmış Mecnun'un hali? Leyla'nın güzelliğinden
içtiği aşk şarabıydı.
Mustafa'nın şarabı ne hoş, pâk piyale ne hoş! Güzelliği
ve aşkı Hüda'dan
bulur bu varlıklar. ilahî, sensin İlah, senden gayri ilah
yok. Cihan,
Mevla'nın sanat ve sıfatlarının tezahürüdür. Arifin hareketli
canı, bu seyr
zevkini eder. lakin insanın ortaya çıkışı ki, has mazhar odur.
Görünen
hiçbir şey ona kıyas olunmaz. Mülk feleğinde insan benzeri bir cevher
yok.
Binlerce kez aradım onu, bulmuşum onu süratli idrak edici. Bu
sebebin
kemalinin gayesi, insan türüdür. Hakkı, delil istersen, oku
'levlak'
hadisini.)
Sekizinci Madde
İnsan
âleminin âhiret âlemine çeşitli yönlerle benzerlik ve
ortaklıklarını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun, ki, ârifler
demişlerdir ki: Peygamberlerin (selam
onlara olsun) rumuzlarının bir
münasebeti, yani insan âleminin bekâ âlemine
bir benzerliği budur ki, beka
âleminin giriş yeri olan ölüme misal, insan
âlemidir. Birinci, gıdanın
hazmıdır. Bedenin yok olmasına misal, ikinci
hazmdır. İkincisi neşveye misal,
üçüncü hazımdır ki, halis kan vücut bulur.
Cesetlerin haşrine misal, dördüncü
hazımdır ki, menî hâsıl olur. Maşheşe
misal, babanın sülbüdür ki, meni onda
toplanır. Hesap, kitab ve mizana
misal, nutfe cevherinde hâsıl olan felek
konumlarının tesirleridir. Sırata
misal, babanın mesane yoludur. Cehenneme
misal, fercin içidir. Kevsere
misal, ananın nutfesidir. Cennete misal,
rahimdir ki, onda nimet türleri
olan his ve kuvvetler ile hayat ve can bulur.
Mevla'ya kavuşmaya misal,
ondan doğmaktır ki, insanın güzellik ve cemalini
görüp, yerin diyarına
hayran olur.
Bir benzerliği budur ki, ölüme misal,
uykudur. Şeytana misal, vehmetmedir.
Berzaha misal, rüyadır. Melekûta misal,
sadık rüyadır. Mezara misal, göğsün
içidir. Münker ve nekire misal, tedbir ve
ihtiyardır. Kabir karanlığına
misal, Hak'dan gaflettir. Kabir azabına misal,
kendini bilmemektir. Kabir
nuruna misal, gönül huzurudur. Kabir nimetine
misal, kendini bilmektir.
İsrafil'e misal, İlâhî aşktır. Sura misal, insan
boğazıdır. Mahşere misal,
müşterek histir. amel defterine misal, hafıza
kuvvetidir. Mizana misal,
nazarî akıldır. Sırata misal, fikretmedir.
Cehenneme misal, tabiat
zindanıdır. Zebanilere misal, kötü ahlaktır. Acıklı
azaba misal, şirk ve
hevadır. Masivayla şuğullanmaktır. İtiraz ve şikayettir.
Zira ki hep edip
eyleyen bir Mevla'dır. Kevser havuzuna misal, muhabbet
şarabıdır. Cennet-i
âlâya misal ârifin kalbidir. Huri ve gılmana misal, güzel
ahlaktır. Dört
nehre misal, ilim suyu, ilim sütü, rıza balı ve aşk şarabıdır.
Ebedî nimete
misal, çoklukta teklik bulmaktır ki, toplulukta
halvettir.
BEYT
Ebediyet nimeti helâldir
Elini ve dudağını dünya
nimetlerine sürmeyene
Mevla'ya kavuşmaya misal, hakiki fakrı bulup, fâni
olmaktır. Sidreye misal,
insanın başı ve yüzüdür. Tuba ağacına misal,
kadınların saçıdır. Süslü
tubaya misal, düzenli beden uzuvlarıdır. Zira ki
eller, ayaklar ve
parmaklar, turbanın alları gibi aşağıya doğrudur. Levh-i
mahfuza misal,
hâfıza kuvvetidir. Kaleme misal, hayal kuvvetidir. Geniş
kürsiye misal,
dimağın tamıdır. Onda olan yerde ve gökte bulunan meleklere
misal, bedenin
his ve kuvvetleridir. Büyük arşa misal, kâmil insanın
sırrıdır. O Hak'ka
ulaşıcıdır.
BEYT
Gönül tahtı mamur ve hevadan pak
oldu
Rahman olan Allah, arş üzerine hükümrandır.
Hak Taâlâ'nın misali
olmaz ki, insan ruhuna misal ola. Nitekim Kur'an'da:
'Hiç bir şey onun misli
olmadı,'(42/9) buyurmuştur. Allah'ın misilden
münezzeh olduğunu
duyurmuştur.
NAZM
Ey gönül sendedir ol kaf-ı kanaat sende
Sendedir akl
ü edeb nutk ü belagat sende
Sendedir baht-ı âla necm-i saadet
sende
Sendedir ilm-i ledün remz-i beşaret sende
Sendedir sırr-ı Hüda bâr-ı
emanet sende
Sendedir genc-i nihan ayn-ı keramet sende
Sendedir dürr-ü
kan-ı kerem zât-ı hidayet sende
Sendedir hamr-ı ezel sekr ü feragat
sende
Var iken tanı özün bunca feraset sende
Sendedir nur-u Hüda lütf ü
inayet sende
Hâsılı sendedir ol gayet-i gayet sende
Sendedir dürlü hüner
dürlü maharet sende
Sendedir zabt ile rabt emre itaat sende
Sendedir
hulk-ı cihan cümle imaret sende
Sendedir bahr ile ber cümle vilayet
sende
Bu cihan varlığı hoş buldu nihayet sende
Varlığın aşka değiş eyle
ferağat sen de
Sendedir dûzih-i sûzan dahi cennet sende
Sendedir iki cihan
mülkü tamamet sende
Gafil olma gözün aç âlem-i kübra sensin
Sidre ü levh
üalem arş-ı mualla sensin
(Ey gönül, o kanaat dağı sendedir. Akıl ve edeb,
konuşma belagati sende.
Sendedir aşk ile can, güzellik ve melahat. Saadet
yıldızı ve yüce baht
sendedir. Müjde remzi ve ledün ilmi sendedir. Hüda'nın
sırrı ve binler
emanet sendedir. Keramet pınarı, gizli hazine sendedir.
Hidayet verici zat,
kerem ve kâm incisi sendedir. Ezel şarabı, sekr ve
feragat sendedir. Sende
bunca feraset varken özünü tanı. Hüda'nın nuru, lütfu
ve inayeti sendedir.
Hâsılı, o gayelerin gayesi sendedir. Türlü hüner, türlü
maharet sendedir.
Zabt ile rabt ve emre itaat sendedir. Cihanın halkı ve
bütün imaret
sendedir. Kararlar, denizler ve bütün beldeler hep sendedir. Bu
cihan
varlığı, sende nihayet buldu. Varlığını aşka değiş, sen de feragat
eyle.
Cehennem ateşi ve cennet sendedir. İki cihan mülkünün tamamı
sendedir.
Gafil olma, gözünü aç, büyük âlem sensin. Sidre, levh, kalem ve
arş
sensin.)
[TOP]
KIRK DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ÖLÜMÜN SIDDETININ SEYÂNI
Hasan-ül Basrî'nin (R.A.) bildirdigine göre Peygamber'imiz (S.A.S.) ölümü,
"Onun sikinti ve acisini anlatirken «onun yol açtigi aci üçyüz kiliç darbesininkine bedeldir". buyurdu.
Peygamber'imize (S.A.S.) bir gün ölüm acisi hakkinda sormuslar, O da
buyurmus ki:
"En kolay ölüm; yünlü kumasa batmis dikene benzer. Yünlü kumasa batmis diken, yaninda yün lifleri söküp almadan çikar mi?"
Yine Peygamber'imiz (S.A.S.) bir gün agir bir hastayi ziyaret ederken
buyurur ki:
«- Ben bunun ne çektigini biliyorum. Tek tek bütün damarlari ayni anda ölüm sancisi içindedir.»
Hz. Ali (K.V.) mücâhidleri savasa tesvik ederken öer ki; «Eger
öldürmezseniz, ölürsünüz. Nefsimi kudret elinde tutan Allah (C.C)'a yemin ederek
söylüyorum ki: "Bin kiliç darbesi indirmek, bana göre yatakta ölmekten daha
kolaydir."
Evzci (R.A.) der ki. «Duydugumuza göre ölü tekrar dirilip mezarindan
dogrüluncaya kadar, ölüm acisi çekmeye devam eder.»
Seddat Ibni Evs (R.A.) der ki; «Mü'min için dünya ve âhiretin en korkunç
olayi ölümdür. Onun acisi, testere ile biçilmekten, makas ile dogranmaktan ve
kazanda kaynamaktan daha siddetlidir. Eger ölü diriltilerek yasayanlara basindan
geçenleri anlatsa, dünyalilar ne yiyip içip eglenebilir ve ne de uykudan tad
alabilirdi.»
Zeyt Ibni Eslem'den, o da babasindan naklen rivayet olunur ki:«Mü'min
dünyadaki ameli ile ulasabilecegi derecelerden birisine ulasamamissa kendisine
siddetli ölüm acisi çektirilir de ölümün sarsinti ve acisi sayesinde cennetteki
derecesini elde eder.
Kâfirin de karsiligi verilmemis bir iyiligi varsa cani kolay alinir da iyiliginin sevabini tüketerek cehenneme gönderilir.»
Bir çok agir hastalara ölmek üzere iken neler hissettiklerini sormayi
aliskanlik haline getiren bir ma'rifet ehline komada iken:
«Sen ölümü nasil buluyorsun?» diye sorarlar. Cevabi söyle olur: "sanki gökler yere kapaklanmis ve sanki canim ignenin deliginden çikiyor."
Peygamber'imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:
«- Ani ölüm, mümin için rahata kavusma ve agir günahkâr için de hayiflanma vesilesidir.»
Mekhul'den rivayet olunduguna göre: Peygamber'imiz {S.A.S.) buyuruyor ki:
«- Ölünün bir tek kili gök ve yer halki arasina düsse hepsi, Allah (C.C)'in izni ile, ölürdü. Çünki ölünün her kilinda ayri bir ölüm vardir, ölümün degdigi her canli da ölür.»
Rivayet edildigine göre: "ölüm acisinin bir damlasi yeryüzü daglarina
düsse hepsi erirdi."
Rivayet edildigine göre Hz. Ibrahim (A.S.) ölünce ulu Allah (C.C) ona:
«Ey dostum, ölümü nasil buldun?» diye sordu. Hz. Ibrahim (A.S.) de «Yas yüne
batirilmis geri çekilen sis gibi» diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah (C.C.)
ona: «Üstelik biz onu senin için kolaylastirdik.» buyurdu.
Yine rivayet edildigine göre ruhunu Allah (C.C) teslim ettigi zaman Rabbi
Hz. Musa'ya (A.S.) «Yâ Musa, ölümü nasil buldun?» diye sorar. Musa de su cevabi
verir: «Kizartilmak üzere canli canli tavaya konmus ne ölüp huzura kavusan ve ne
de uçup kurtulabilen bir serce gibi hissettim.»
Baska bir rivayete göre de «Kendimi kasabin eli altinda canli canli yüzülen bir koyun gibi hissettim» diye cevap verir.
Rivayet edildigine göre Peygamber'imiz (S.A.S.) ölmek üzere iken sonra
alnini silerek
«Allah'im! Ölüm krizini benim için kolay kil» diye dua ederdi.
Hz. Fâtima {R. Anha) bu arada «Âh babacigim, aci çekiyor» diye aglamaya
baslayinca Peygamber (S.A.V)'imiz ona:
«bu günden sonra babana aci yok» diyerek teselli etmisti.
Hz. Ömer (R.A.) bir gün Kâ'b-üî Ahbar'a (R. Anhuma) «Bize ölümden bahset» dedi. Kâb da «Peki, yâ emirelmüminin. ölüm çok dikenli bir agaç dali gibidir, bu dal insanin karin bosluguna sokulmus, her diken bir damara takilmis. Arkasindan güçlü - kuvvetli bir adam bu dali geri çekmis, böylece dal aldigini almis, biraktigini birakmis dedi.
Peygamber'imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:
«- Mü'min kul, ölümün sikinti ve krizine karsi çare bulur. Onun eklemleri «Selâm sana. Kiyamet Günü yeniden bulusmak üzere birbirimizden ayriliyoruz» diye birbirleri ile selâmlasirlar.»
Buraya kadar Aliâh dostlari ve O'nun yakinligin] kazananlar hesabina ölüm
krizinin ve acisinin keyfiyetini anlatmaya çelistik. Ölüm onlar için bile böyle
olunca bizim gibi günahkârlarin hali acaba nice olur? Ölüm krizi ile birlikte
pespese baska felâketler ile de yüzyüze gelinir. Ölüme eslik eden baslica
felaketler üçtür:
Birincisi, yukardan beri anlattigimiz gibi siddetli can çekismedir.
Ikincisi, ölüm melegini (Azrail (A.S)'i) apaçik görmek ve bu görmenin kalbe salacagi korku ve ürpertidir. Ölüm melegini günahkâr bir insanin ruhunu alirken büründügü kilik içinde, en dayanikli kimseler bile görse buna tahammül edemez.
Rivayet edildigine göre Hz. Ibrahim (A.S) bir gün Azrail (A.S)'e
«Günahkâr insanin canini alirken büründügün kiligi bana gösterebilir misin?»
diye sorar.
Azrail (A.S.) ona «Bunu görmeye dayanamazsin» diye cevap verir.
Hz. Ibrahim (A.S.), «Dayanirim, sen göster» diye israr edince Azrail (A.S) ona «8asini çevir» der.
Bir müddet arkasini döndükten sonra tekrar yüzünü dönünce Hz. Ibrahim (A.S.), kapkara yüzlü, saclari diken diken, kötü kokulu, siyahlara bürünmüs, agzindan ve burun deliklerinden ates ve duman çikan bir adam ile karsilasarak yere baygin düser.
Ayilinca Azrail (A.S.), ilk kiligina dönmüstür. Hz. Ibrahim (A.S.) ona der ki. «Ey ölüm melegi, günahkâr insan ölüm ansnda senin bu kiligin ile yüzyüze gelmekten baska bir felâket ile karsilasmasaydi, bu ona yeterdi» der.
Ebû Hureyre'nin (R.A.) rivayet ettigine göre Peygamber'imiz (S.A.S.)
buyuruyor ki:
"Hz. Dâvûd (A.S.) esine karsi kiskanç bir erkek oldugu için kendisi evden çikarken karisinin üzerine kapiyi kilitlerdi. Bir gün kapiyi kilitleyip gittikten sonra karisi basini kaldirinca yabanci biri ile yüzyüze gelir. Bunun üzerine kadIn hizmetçilere; «Bu adami kim içeri aldi, eger Dâvud gelirse ondan çekecegi var» der. Bu arada Hz.Dâvud (A.S) çikagelir, yabanciyi görür, ona «Sen kimsin?» diye sorar.
Yabanci da ona «ben kirallardan korkmayan ve onlarin koydugu perdelerle yolu engellenmeyen bir kimseyim» diye cevap verir. Bu cevabi alan Hz. Dâvud (A.S) «Vallahi, o halde sen ölüm melegisin» diyerek oldugu yere yigilip kalir.»
Rivayet edildigine göre Hz. Isâ (A.S.) bir gün yolda yürürken bir
kafatasina rastlar, oyagi ile ona vurarak «Allah (C.C)'in izni ile konus» der.
Bunun üzerine dile gelen kafatasi söyle konusur. «Yâ Rûhullah! Ben falan zamanda
kraldim. Bir gün basimda tacim, çevremde muhafizlarim ve devlet adamlarim
bulundugu halde tahtimda oturuyorken ansizin karsima ölüm melegi çikti.
Böylece bütün canli uzuvlarim üzerimden ayrilarak canimla birlikte ona gitti. Keski bütün o kalabalik çevrem olmasaydi, keski o kadar hareketli münasebetler içinde degil de yalniz basima yasasaydim.»
«- iste âsilerin basina gelen musibet budur. Bu musibet itaatkârlarin basina gelmeyecektir.»
Peygamberler ölüm melegini görenin içine düstügü dehseti degil, sadece
ölüm krizini anlatmislardir. Oysa ki, insan ölüm melegini rüyasinda görse
ölünceye kadar yemeden içmeden kesilir, ölüm aninde ve o korkunçlukta görmenin
dehsetini var hesap et.
Allah (C.C)'a kulluk görevine bagli kalanlar ise ölüm melegini en güzel ve alimli görüntüsü ile görürler.
Ikrime'nin Ibni Abbas'dan (R. Anhuma) rivayet ettigine göre Hz. Ibrahim (A.S) kiskanç bir zat idi. Evinde müstakil bir ibadet odasi vardi. Çikarken bu odanin kapisini kilitlerdi. Bir gün içeri girince odanin ortasinda bir yabanci ile karsilasir. Yabanciya «seni evine kim aldi?» diye sorar.
Yabanci «Sahibi içeri aldi» diye cevap verir. Hz. Ibrahim (A.S), «sahibi benim» der.
Yabanci «Senden de benden de daha önce evin mülkiyetini elinde tutan beni içeri aldi» diye karsilik verir. Bunun üzerine Hz Ibrahim (A.S) ona, «Bana mü'minlerin ruhlarini alirken büründügün kiligin ile görünür müsün» diye rica eder. Ölüm melegi «Peki. o zaman arkani dön» der.
Hz. Ibrahim (A.S) de arkasini döner. Bir müddet sonra yüzünü dönünce bir gene ile karsilasir. Hz. Ibrahim (A.S) hadiseyi naklederken yüzyüze geldigi delikanlinin yüz güzelligini, elbisesinin alimliligini ve güzel kokusunu zikretmisti. Gördükleri karsisinda ölüm melegine «mü'min ölüm aninda sadece senin yüzünle karsilassa bu mükâfat ona yeterdi.» der.
öiüm sirasinda karsi karsiya gelinecek bir diger gelisme de iki muhafiz
melegini görmektir. Bu konuda Süeyb (R.A.) der ki:
«Duydugumuza göre hic bir kimse emellerini yazan iki muhafiz melegini görmeden can vermez. Eger adam kulluk görevine bagli kalmss biri ise melekler ona «Allah (C.C) bizden yana sana hayir versin. Sizi nice iyi mecliste otururtun ve nice iyi amelin islenisine sahit eyledin» derler.
Eger adam günahkâr biri ise ona «Allah (C.C) bizden yana sana kötülük versin. Bizi nice kötü yerlerde oturmek zorunda biraktin, nice kötü isleri ister istemez görmemize sebep oldun ve nice kötü sözü duymamiza yol açtin. Bu yüzden Allah (C.C) hayrini vermesin» derler.
Iste bu anda ölmek üzere olan kimsenin gözieri sirf o meleklere dikilir ve artik bir daha dünyayi göremez.
Ölüm aninda karsilasilan felâketlerin üçüncüsü ise yunahkârlarin cehennemaeki yerierini görmeleri ve bu görmeden önce korkmalarudur. Çünkü onlarin ölüm krizi esnasinda butun enerjileri bosalmis ve kendileri canlarinin çikisina boyun egmislerdir.
Fakat insanlar ölüm meleginin yüksek sesli bildirisini duymadikça ölmezler. Olüm meleginin bu bildirisi «Ya, ey Allah (C.C)'in düsmani, cehennem sana müjdeler olsun» ve «Ey Allah (C.C)'in dostu, cennet sana müjdeler olsun» seklindedir.
Iste derin akil sahiplerinin ölüm korkusu bu sebeplere dayanir.
Nitekim Peygamber'imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:
«- Hiç biriniz akibetini ögrenmedikçe. Cennet veya cehennemdeki yerini görmedikçe dünyadan ayrilmaz.»
[TOP]
45-BÖLÜM:045:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Muhafazası lazım olan
cânın bileşik uzuvlarının mahiyet, yer ve
menfaatlerini; insan bedeninin
sıhhatinin esaslarını; bazı münferit gıda ve
ilaçların tabiat ve hükümlerini;
bazı yiyecek ve meyvelerin fayda ve
faziletlerini; insan vücudunu ısıtan ve
güzelleştiren bazı elbisenin şekil
ve renklerini onbir madde ile
bildirir.
Birinci Madde
Ruhun, muhafazası lazım gelen
bileşik uzuvlarının mahiyet, yer ve
menfaatlerini bildirir.
Ey
aziz, malum olsun ki, tabibler demişlerdir ki: insan bedeninde bulunan
canın
bileşik uzuvları, bu sayılandır ki: Dimağ, gözler, kulaklar, dil,
akçiğer,
kalb, diyafram, göğüs, mide, bağırsaklar, karaciğer, safra, dalak,
böbrekler,
mesane, husyeler, kamış ve kadınlarda rahim ve memelerdir.
Bunların hepsi,
muhafazası vâcib olandır.
Dimağ (beyin): Yumuşak ve bağımlı bir cevherdir ki,
rengi beyaz
bulunmuştur. O, atar ve toplar damarların özünden, dimağın anası
olan zardan
ve kafatasına bitişik olan zardan bileşmiştir. Dimağın yapısı bir
üçgene
benzer ki, onun tabanı başın ön tarafında, iki kenarı ile kuşatılmış
olan
açıları başın arka nahiyesinde kılınmıştır. Bedenin his ve hareketi,
dimağ
ile tamamlanmıştır ki, beden hisleri yumuşak sinirler ve
uzuvların
hareketleri, sert sinirler vasıtasıyle bulunmuştur. Hikmetleri
yukarıda
bilinmiştir.
Gözler: İkisinden her birisi yedişer tabakadan ve
üçer rutubetten
bileşmiştir. Toplamı, on tabaka demekle bilinmiştir. Birinci
tabaka,
mültehimedir ki, havaya temas eden tabakadır. İkinci tabaka,
kariniyyedir
ki mültehimeden sonradır. O, renksiz yaratılmıştır ki, altında
olan
tabakanın rengiyle renkli kılınmıştır. Üçüncü tabaka, ayniyyedir ki,
ya
siyah veya şehlâdır. Ya sarı veya mavidir. Mültehimenin altında,
rengiyle
benzeşmiş zehradır. Ayniyye tabakasından sonra beyaz rutubettir ki,
şeffaf
ve berraktır. bundan sonra camsı rutubettir ki, erimiş cama benzer.
Beşinci
tabaka, şebekiyedir ki, camsı rutubetten sonradır. altıncı
tabaka,
meşimiyedir ki, ona benzemiştir. Yedinci tabaka, salbeyidir ki,
hepsinden
sert ve göz kemiğine bitişik bulunmuştur. Bu tabakaların faydaları
uzun
bir zeyl olduğundan, kısa geçilmiştir.
Kulaklar: İkisinden her birisi
sadece et, kıkırdak ve hassas sinirden
bileşmiştir. Menfaatleri, sesi kabul
etmek bilinmiştir.
Dil: Et, atar ve toplar damarlar ile hassas sinirden ve
yemek borusuna
bitişik olan zardan bileşmiştir. Menfaati, yemeğin tadını
almak, lokmayı
çevirmek, kelamı eda etmek ve yutmayı tamamlamak
bulunmuştur.
Akciğer: Kırmızı gül renginde olan etten ve kendi
borusunun
kıkırdaklarından ve yürekten biten atar damarlardan bileşmiştir.
Akciğer,
kendi zatında hissizdir. Lakin zarının az bir hissi vardır. Bunun
menfaati,
yürekte doğan tabii hareketten bedeni revaçlandırmak
bilinmiştir.
Yürek: Kozalak şeklinde koni bir cisimdir ki, tabanı göğsün
ortasında,
tepesi sol tarafta konulmuştur. Rengi kırmızı nar bulunmuştur. O,
latif et
ile sert zardan bileşmiştir. O, tabii hareketin menbaı bilinmiştir.
Onun
iki karıncığı vardır ki, sağ karıncığı, az ruh ve çok kan ile dolu
olmuştur.
Onun kanalları vardır ki, onlarla yürekten akciğer tarafına gıda
gidip,
akciğerden yüreğe ferah hava gelmiştir. Onun sol karıncığı, az kan ve
çok
ruh ile dolmuştur. O, atardamarların bitiş yeri olmuştur.
Diyafram
yani göğüs perdesi: Sağlam et, hassas ve hareketli sinirden
bileşmiştir.
Bunun menfaati, göğsün yayılması ve büzülmesi bulunmuştur.
Mide: Yumru bir
organdır ki, et, sinir, atar ve toplar damarlardan
bileşmiştir. O, üç cüze
bölünmüştür. Bir cüzüne yemek borusu, birine mide
ağzı ve birine mide dibi
denilmiştir. Yemek borusu, ağızdan gelip, bağır
kemiği bitiminde son
bulmuştur. Mide ağzı, yemek borusu bitimindedir ki,
etsiz kılınmıştır. Mide
dibi, etli yaratılmıştır. Yeri, göbeğin üstüdür.
Midenin menfaati, gıdayı
hazmetme bilinmiştir.
Bağırsaklar: Katlanmış hassas sinirsi cisimler
bulunmuştur. Sinri, yağ, atar
ve toplar damarlardan bileşmişlerdir. Bunlar
sayıca yedidir ki; birine
kapakçık, birine oniki parmak, birine tutucu,
birine ince, birine eğri,
birine kolon ve birine düz denilmiştir. Düz barsak,
makat halkasına
bitişiktir. Bunların menfaatleri artık gıdayı atmak
bilinmiştir.
Karaciğer: Et, atar ve toplar damarlar ile kendini örten
zardan
bileşmiştir. Bunun kendi zatında hissi olmayıp, zarının hissi
çok
bulunmuştur. Bunun rengi, donmuş kana benzetilmiştir. Karaciğer
ki,
kandamarlarının bitişik yeri bulunmuştur. Bunun yeri, sağ tarafta
uygundur.
Dışı, arka kaburgalara bitişik, içi mideye mutabık, üstü göğüs
diyaframına
yetişik, altı, leğen kemiğine ulaşık bulunmuştur. Bunun menfaati,
uzuvlara
gıda vermek için, kan üretmek bilinmiştir.
Safra: Karaciğere
yapışık yaratılmıştır. O, safra (öd) kesesi kılınmıştır.
Bunun menfaati,
safrayı, karaciğerden çekmek bilinmiştir.
Dalak: Boğumlu bir cisimdir ki, et
ve atardamarlardan bileşmiştir. Rengi,
karaciğere benzer bulunmuştur. Kendi
zatında hissi olmayıp, zarı hassas
kılınmıştır. Bunun yeri, sol tarafta, arka
kaburgalar ile midenin arasında
tayin olunmuştur. Siyah köpüğe kese
bulunmuştur. Bunun menfaati, o ödü
karaciğerden kendine çekmek
bilinmiştir.
Böbrekler: İkisinden her birisi, az kırmızı olan sert et ile çok
yağdan ve
atar damarlardan bileşmiştir. Böbrek ki, onun kendi nefsinde hissi
olmayıp,
zarının hissi çok bulunmuştur. Bunun yeri, sırtın altında
kılınmıştır.
Menfaati, ciğerden idrarı çekip, mesaneye akıtmak
bilinmiştir.
Mesâne: Damarlar ile katlanmış sinirsel bir cisimden ve atar
damarlardan
bileşmiştir. Bunun yeri, makat ile kasık arası bulunmuştur.
Menfaati,
idrarı toplama ve dışarı atma bilinmiştir.
Husyeler: İkisinden
her birisi, yağlı beyaz etten ve çok sayıda
atardamardan bileşmiştir.
Menfaatleri, meniyi pişirip, oluşturmak
bulunmuştur.
Kamış: Az etten, çok
sayıda atar ve toplar damardan bileşmiştir. Menfaati,
yukarıda uzuvların
hikmeti bahsinde bilinmiştir.
Rahim: Sinirsel bir cisimdir ki, kadınlarda
yaratılmıştır. Yeri, düz
barsak, göbek ve mesâne arasında kılınmıştır. Onun
boynu uzun olup, ferce
ulaşıp, dibinde iki husye konulmuştur. Menfaati,
nutfeyi çekme ve cenini
koruma bulunmuştur.
Kadın memeleri: İkisinden her
birisi yumuşak et, beyaz yağ, çok sayıda atar
ve toplar damarlardan
bileşmiştir. Yeri, sinenin dışında, müşahede
kılınmıştır. Menfaati, kanı
pişirmek ve süt oluşturmak bilinmiştir.
İşte böyle sanat şaheseri bir binayı,
sınıf sınıf imaretlerle tamir edip
güzelleştirmek, dışını ve içini türlü
kemallerle süsleyip, güzelleştirmek,
hepsinden daha önemli ve lüzumlu
bulunmuştur. Bu sanatları hayretten nice
yüz ibret alınmıştır. (İnsanı en
güzel biçimde yaratan, hakîm, musavvir,
bâri ve hâlik olan Allah münezzehtir.
Yaratıcıların en güzeli Allah ne
yücedir!)
İkinci
Madde
İnsanın beden sıhhatinin korunması esasları olan mizacları
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, tabibler demişlerdir ki: Tıb
ilmi, beden ilmidir
ki onun nazarisi ve amelîsi haddizatında iki ilimdir.
Birinci ilim,
hıfsızsıhha, sıhhati koruma ve ikincisi tedbir-i illet,
tedavidir. Halbuki,
beden sıhhati bir büyük nimettir. Din ve dünya ehline
devlet serayesidir.
Vücudu korumak saadettir. Kadir ve kıymetini bilip, kaide
ve erkanıyle âmil
olmak hoş ganimettir. Çünkü vücudunun sıhhatini koruyan
akıllı kimse,
âfiyet bulur. Cismine illet ârız olmayıp, selamet kalır. Tedbir
ve ilaca
ihtiyacı kalmayıp, rahat bulur. bol vakit bulup, Mevla'nın
marifetine nail
olur. Şu halde 'Marifetnâme' de ancak sıhhati korumanın kaide
ve esaslarını
yazmak ve açıklamak lazım gelir. Ta ki, o devlet ve saadetin
kadir ve
kıymetini bilip, fırsat elde iken onu koruyasın. Ömrün oldukça
sıhhat ve
âfiyette kalasın. Allah ile dolup, Mevla'yı tanımaya meşgul olasın.
Sıhhati
korumanın kaidelerini bili, amel eden kimse, Hak'kın yardımı ile
vücut
sıhhatine malik olabilir. Lakin mütahassıs tabib olsa bile, gençlik
ve
kuvveti baki edemez. Her şahıs, en uzun ecel olan yüzyirmi sene
yaşına
gidemez. Özellikle zaruri iş bulunan tabii ölümün vakti geldiğinde, o
nu
bir kimse tehir edemez. Zira ki bedenin oluşum ve bekası, o
rutubetle
mümkündür ki, onu gıda edip, fazlalarını atan sıcaklığa yakındır.
Şu halde
bu tabii hararet, o maddesi olan tabi rutubeti ayrıştırarak, o
rutubet az
kaldığında, bu hararet dahi azalıp, gıda hazmı da zayıf olur. O
îrâdı
noksan bulur ki, eğer o îrat olmasaydı, bu beden oluşum müddetinde
beka
bulmazdı. O halde bedene dahi gün gün zaaf ve noksan gelir. Ta
tabii
rutubet yok olduğunda, tabii hararet dahi söner. Her şahsın kendine
mahsus
olan mizac ve kuvveti hasebiyle ömrü müddeti ve mukadder eceli
bulunan
tabii ölüm ancak budur.
Bu durumda sıhhati korumanın gayesi budur
ki, önce mizacları bilip, onda
zaruri sebebleri, açık sebeblerle bedende
bulunan tabii rutubeti
bozulmaktan korumak ve fazla ayrışmadan koruyup, ecele
varıncaya dek,
dışarıdan bir zarar isabet etmezse, dört çağdan her yaşı, kedi
gereğince
koruyarak, sıhhat ve âfiyette gönül safasıyle ömrünü tamam
eder.
Bedenin mizacları, on alâmetle bilinmiştir. Zarurî sebebleri altı
adet
bulunmuştur.
İkincisi: Et, yağ ve iç yağdır. Bunların çokluğu
bedenini rutubetine, azlığı
kuruluğuna alâmettir. Fakat etin çokluğu, bedenin
rutubet ve hararetine,
sadece yağ ve içyağın çokluğu, bedenin rutubet ve
soğukluğuna alâmetidir.
Dördüncüsü, beden rengidir ki, onun beyazı,
soğukluğuna ve balgam çokluğuna
alâmettir. Kırmızılığı, hararetine ve kan
üstünlüğüne alâmettir. İkisinin
bileşimi, itidale alâmettir. Buğday rengi,
hararetine alâmettir. Sarılığı,
hararetine ve safra üstünlüğüne alâmettir.
Siyahlığı, soğukluğunun ifratına
ve siyah köpük üstünlüğüne
alâmettir.
Beşinci, uzuvların yapısıdır ki, göğsün genişliği, nabzın fazla
hareketi,
damarların dışta oluşu ve kalınlığı, el, ayak ve kemiklerin
büyüklüğü,
bedenin hararetine alâmettir. Bu uzuvların zıt olması, bedenin
soğukluğuna
alâmettir.
Altıncısı infial keyfiyetidir ki, süratli infial
hangi keyfiyetten olursa
beden dahi o keyfiyette olduğuna delalet eder.
Mesela soğukluk
keyfiyetinden süratle müteessir olmak, o bedenin soğukluğuna
telalet eder.
Yedincisi tabii fiillerdir ki, fiillerinde olgun olan tabiat,
kendi
itidaline, eksik veya bâtıl olan soğukluğuna, yavaş bulunan
hararetine
alâmettir. Tabiat sürati hararetine, yavaşlığı soğukluğuna
alâmettir.
Sekizincisi uyku ve uyanıklıktır ki, uykunun çokluğu bedenin
soğukluk ve
rutubetine, uyanıklığın çokluğu, hararet ve kuruluğuna alâmettir.
İkisinin
itidali bedenin itidaline alâmettir.
Dokuzuncusu büyük abdesttir
ki, onun keskin kokulusu ve sağlam renklisi
bedenin hararetine, bunun zıttı
bedenin soğukluğuna alâmettir.
Onuncusu nefsânî intikallerdir ki, onların
kuvvet, sürat ve çokluğu bedenin
hararetine, yavaş hissi bedenin soğukluğuna
alâmettir. Devamlılık ve sebatı
bedenin kuruluğuna, çabuk bitişi rutubetine
alamettir. Gazap ve şiddet,
cür'et ve hiddet, kelamda sürat ve çokluk bedenin
hararetine; vakar ve haya
çokluğu soğukluğuna; kalp zaafı rutubetine;
korkaklık ve ürkeklik onun
kuruluğuna alâmettir.
Sayılan bu on alâmetten
başka insan bedeninde olan dört karışımdan her
birinin ziyadeleşme ve
galebesinin nice al?etleri vardır ki, bu
söyleneceklerdir: Kan üstünlüğünün
alâmeti, baş ağrısı, sallanma, esneme,
durgunluk, hislerin bulanıklığı, dil
kızarması, çıban ve basur çıkması, yüz
yarılması ve burun kanamasıdır. Rüyada
kızıl eşya görmek, uyanma anında
ağız tatlılığıdır.
Balgam üstünlüğü:
Beyaz renk, hissizlik, deri yumuşaklığı, deri soğukluğu,
tükürük çokluğu,
susama azlığı, hazım zayıflığı, vurdumduymazlık, geğirme,
çok uyuma, rüyada
su ve kar görme, uyanma anında ağzın tuzluluğudur.
Safra üstünlüğünün
alametleri: Renk sarılığı, göz sararması, ağız
kuruması, burun ucu kuruması,
şiddetli susama, iştah zayıflığı, kusma
çokluğu, dil sertleşmesi, düşte ateş
görme ve uyanınca ağız ekşiliğidir.
Tıpçıların tecrübe ile bildikleri
bunlardır. Her şeyi en iyi bilen
Allah'dır.
Üçüncü
Madde
İnsan bedeninin sıhhatini koruma kaide ve esaslarından olan
altı zarurî
sebebi bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, tabibler
demişlerdir ki: Bedenin oluşum bekasının
zarurî sebebleri altıdır.
Birinci
sebeb: Bizi kuşatan havadır ki, onu teneffüs edip, akciğer içinde
ruhun
dumansı buharı olan fazlalıklarını nefesin itilmesiyle çıkarıp, ruha
itidal
vermek için zorunlu olmuştur. Bu hava, madem ki hali üzere safî ve
mutedil
kalıp, piş rüzgârlar ve çirkin dumanlarla karışmamıştır. Bedenin
oluşum
bekasını ve vücut sıhhatini koruyucu bulunmuştur. Eğer hava, kötü
duman ve
rüzgârlarla değiştiyse, hükmü dahi değişmiş bilinmiştir. şu halde
dört
mevsimin her biri, kendine uygun olan hastalığı verip, zıttını
giderir.
Gerçekten, yaz mevsimi, safrayı çoğaltmakla hastalıklar verip,
rutubeti
ayrıştırma ve kalbi ısıtma ile susuzluk ve hareketi ortaya
çıkarır. Sonbahar,
gece ve gündüzü, sıcaklık ve soğukluğu değiştirmekle
hastalıkları çoğaltıp,
meyveleri çoğaltma ile kanı azaltır, sevdayı
çoğaltır. Kış mevsimi, balgamı
çoğaltma ile hastalıkları verip, başın
maddelerini sıkma ile nezle ve
öksürüğü ortaya çıkarır. İlkbahar,
karışımları hareket ettirmekle
bademcikleri şişirip, kanı çoğaltma ile
maddeli hastalıkları ortaya çıkarır.
Bu mevsim, mevsimlerin en
sıhhatlisidir. Hayat ve sıhhat için en uygun ve en
latif ve en tatlıdır.
İkinci sebeb cismani sükun ve harekettir. Bu beden
hareketi, zaaf ve
kuvvete, azlık ve çoğunlukta, yavaşlık ve süratte muhtelif
olduğundan; az ama
çok kuvvetli ve süratli hareketin, bedeni ayrıştırmasından
ısıtması daha
çok bulunmuştur. Zayıf ve yavaş olan çok hareketin tesiri, onun
aksi
bilinmiştir. Hareket ve sükunun ifratı bedeni soğutur. Hareketin
itidali,
yeme ve içmeyi düzenler ve hazma yardım eder.
Üçüncü sebeb:
Nefsanî hareket ve sükundur. Bu nefs hareketi, ruh ile kanın
hareketiyle
olur. Bu durumda ruh, ya bedenin dışına defaten hareket eder,
şiddetli gazap
halinde olduğu gibi. Veya tedric ile hareket eder, ferah ve
lezzet sırasında
bulunduğu gibi. Veya ruh bedenin içine defaten hareket
eder. Korku ve ürperme
halinde olduğu gibi. Veya yavaşlıkla hareket eder,
hüzün ve keder vaktinde
bulunduğu gibi. Veyahut iç ve dışa ard arda hareket
eder. Hacalet zamanında
bulunduğu gibi. Ruhun bu anılan hareketlerinde
bedenin üzerine hareket olunan
tarafının suhuneti ve kendisinden hareket
olunan tarafın soğukluğu lazımdır.
Zira ki, bedenin ısınması kanın
hararetindendir. Soğuması, azlığındandır. Bu
hareketin ifratı helak
edicidir. Bu durgunluğun ifratı,
soğutucudur.
Dördüncü sebeb, uyku ve uyanıklıktır ki, uyku sükuna benzer,
uyanıklık
harekete benzer. Zira ki uyku halinde, ruh, kendi hararetiyle
yemeği hazım
içim beden içine yönelip, bedenin dışı, soğukluğu üzere kalır.
Onun için
beden, uyurken uyanıklık halinden ziyade örtünmeye muhtaç kalır.
Uykunun
ifratı, bedeni ziyadesiyle rutubetlendirir ve soğutur. Eğer uyku,
ruhun
girmesiyle beden içinde hazmı kabil gıda bulduysa, onu hazmedip,
bedeni
ısıtır. Eğer hazmı kabil olmayan gıdayı veya karışımı bulduysa
harareti
hareket ettirmekle onu neşredip, bedeni soğutur. Gece
uykusuzluğunun
çokluğu, dimağı zayıf, hazmı bozuk edip, maddeyi ayrıştırarak
tabii
rutubetle açlığı verir. Gündüz uykusu dahi iyi değildir. Zira ki, o,
rengi
bozar, dalağa zarar verir ve üzüntüyü artırır. Eğer gündüz uykusu
itiyat
olunup, ikinci tabiat bulunduysa, terki caiz olmaz. Ancak yavaş yavaş
terki
gereklidir. Uyku ile uykusuzluk arasında tereddüt dahi kötü olup,
şaşkınlık
ve eleme sebep olur.
Beşinci sebeb yiyecek ve içeceklerdir. O,
bedene ya keyfiyetiyle tesir eder
ki, o halis ilaçtır. Ya salt maddesiyle
tesir eder ki, o halis gıdadır.
Veya sadece suretiyle tesir eder ki, eğer
onun özelliği bedenin mizac ve
hayatına uygun ise tiryaka şamildir. Eğer
muhalif ise, öldürücü zehir
gibidir. Veya hem maddesiyle, hem keyfiyetiyle
tesir eder ki, o has gıdadır.
Veya hem keyfiyeti hem suretiyle tesir eder ki,
o, özel etkisi olan ilaçlar
böyledir. Sekmoniya gibi. Veya hem maddesiyle hem
suretiyle tesir eder ki,
o, özelliği olan gıdadır. Elam gibi.
Gıda ise kâh
latif, kâh kalın ve kâh orta olur. bunların her birinin bedene
gıdası ya çok
olur veya az olur. Mutlak su basit olduğundan bedene gıda
olmaz, ancak o,
gıdayı yumuşatmak ve pişirmek için ve onu dar yollara
geçirmek için
kullanılır.
Altıncı sebeb istifra ve hapsetmedir. bunların mutedili cisme
faydalı ve
sıhhati koruyucudur. İstifranın ifratı, bedeni soğutur ve
boşaltır. Meğer
ki o istifra olunan kan ve safraya üstün olan balgam ve sevda
gibi soğuk ve
kuru ola. O surette ifrat derecede istifra, bedeni
rutubetlendirir. İfrat
derecede hapsetme, kan kanallarını doldurur, kokuşma,
rutubet, iştah
kesilmesi ve ağırlık yapar. Soğuk su ile gül suyu yüze
çarpılsa, her
hareketi itip, tabii harekete takviye verip, fenalığı önler.
Ancak ârif ve
âgah olan hepsini Allah' dan bilir.
Dördüncü
Madde
Altı zaruri sebebden üç sebebin tadillerini
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, tıb bilginleri demişlerdir ki:
Sıhhati koruma,
vücudunu gözetme gerekli iştir ki, sayılan altı zaruri sebebi
tedbir ile
gözete. Ama kuşatan havayı gözetmek önce gereklidir. İlkbaharı kan
aldırma,
ile karşılayıp, kusarak istifra ede. Kavrulmuş şeyleri kullanıp, nar
gibi
teskin edici maddeleri yiye. Kuvvetli hareketler, tatlılar, sıcak
hamamlar
gibi sıcaklıklardan kaçınıp, gıdayı azaltma ve elbiseyi hafiflete.
Yaz
mevsiminde hareketsizliğe devam, gölgeye sığınma, safrayı mahveden
latif
soğuk gıdaları yiyip, her ısıtan ve boşaltan gıdadan sakına. Hıyar,
kavun
ve karpuz gibi rutubetli meyveleri seçip, beyaz elbise ve soğukluk
veren
keten giye, Sonbaharda çok cimadan, soğuk su ile yıkanmaktan ve bütün
kuru
şeylerden kaçınıp, soğuk içeceklerden, yaş meyve yemekten, kusmaktan,
baş
açmaktan, gecenin soğuğundan ve öğle sıcağından sakına. Kış mevsimini
kürk
ve kalın giyeceklerle karşılayıp, et ve keşkek gibi çok sıcak
gıdaları
seçe. Bu mevsimde ani ve kuvvetli hareketler bedene faydalıdır.
Bunda
kusmak, kuvveti zayıf edendir.
Cismanî hareket ve sükunda itidal:
çünkü bedenin içinden ve dışından
bulunan sebebler ile daima ondan ayrışan
cüzlere bedel, gıdaya muhtaç
olmakla, beden gıdasız beka bulmaz. Hiç bir gıda
yendiği şekilde bir uzva
cü olmaz. belki dört hazmdan her birisi yanında
gıdadan bir farzla bir
lahza kalır ki, onda bir fayda kalmaz. O fazlanın
atılmasına, tabiat fırsat
bulduğundan, ona iltifat kılmaz. Şu halde eğer o
fazlalar terk olunup, uzun
müddetle çoğalırsa, o kadar madde toplanır ki,
bedene keyfiyetle zarar
verir. Yani bedeni ya ısıtır, ya pörsütür, ya soğutup
yahut sıcaklığını
söndürür. Veya kemiyeti ile zarar verir. Yani kan
kanallarını kapatıp
bedene ağırlık verip, kabızlık hastalıklarını verir. Eğer
o toplanan madde
istifra olursa elbette beden o tedaviden incinir. Zira ki
istifra edilenin
çoğu zehirlidir ki, bedene yararlı olan karışımı dışarı
çıkarmaktan hali
değildir. Şu halde biriken fazlalıklar terk olunsa da,
istifra olunsa da
zararlıdır. Halbuki riyazet adı verilen beden hareketi o
fazlalıkların
doğurduğunu bile men eder. Zira ki beden hareketi bütün
uzuvları ısıtıp,
fazlalıklarının öyle bir derece izale eder ki, hiçbir hazım
yanında bir
fazla kalmaz. Eğer mutedil hareket açıklanacak zamanlarında
yapılırsa o bir
riyazettir ki, cisme sürur ve hafiflik verip, onu gıdayı
kabul edici eder.
Mafsallara sertlik verir, rutubetleri ayrıştırma ile sinir
ve damarlara
metanet verir. Bütün maddi hastalıklardan emin edip, mizaci
hastalıkların
çoğundan uzak eder. Bu riyazetlerin vakti, gıdanın alınması ve
hazmının
tamamlanmasından sonradır. Yani akşam yemeği, mide, karaciğer ve
damarlar
içinde hazm olunup, son yemeğin vakti geldiği zamandır. Mutedil
hareket odur
ki, onunla yüz rengi kızarıp, deride damar ortaya çıkar. ama o
hareketler
ki, onda kanın akışı çoğalır. İfrat ola odur ki, onunla bedene
hararet
gelip, kuruyup rutubeti gider. Hangi uzvun mutedil hareketi çok
olursa, o
uzuv dahi kuvvetli olur. Özellikle o hareketin türünde ziyade
kuvvet bulur.
Mesela elin hareketi, yük taşımada çok olsa, onun kuvveti
eşyayı itmede ham
ellerden ziyade olur. Belki her kuvvetin şanı uzvun
hareketi gibidir.
Nitekim, hıfza devam edenin hafıza kuvveti kuvvet bulur.
Çünkü her uzvun
bir özel riyazeti olur. Şu halde dimağın riyazeti aksırmak
olur ki, o
hareketle tabiat, onda bulunan ezayı ve onu genizden bitişen
habis
rüzgarları iter. Akciğerin riyazeti, öksürüktür ki, o hareketle
tabiat,
onda olan galiz balgamı veya göğüse isabet eden şiddetli soğuğu ondan
atar.
Uzuvların ihtilaç (seğrime) illeti bir galiz rizgardır ki, onunla
adaleler
ve onlara yapışık olan deri hareket eter. Tak ki, o yel onlardan
ayrılsa.
titreme, hareket etme kuvvetinin adaleyi hareket ettirmekten aczi
sırasında
hâsıl olur. Nitekim, o, korku, gazap, zihin karışıklığı, gam ve
gayretten
meydana gelir. Göğüsün riyazeti okumadır. Onda yavaşlıkla başlayıp
derece
derece sesi yükseltmek rahattır. Kulağın riyazeti güzel sesler ile
leziz
nameleri dinlemektir. Gözün riyazeti, güzel eşyaya bakmaktır.
Elin
riyazeti, yakalamak ve ayağın riyazeti gitmektir. Mutedil olan at
binme
güzel bir beden riyazetindendir. Bedeni ısıtmasından ziyade
ayrıştırandır.
Bağlanılmış iple (salıncak) sallanmaktır. Bu, at sırtında
mutedil gitme
gibidir. top ve çevgan oyunu nefislerin ve bedenlerin
riyazetidir. Zira ki,
galip olan sevinçli ve neşelidir. Mağlup olan gamlı ve
gazaplıdır. Müsabaka
dahi nefs ve bedenlerin riyazevtidir. Gemiye binme,
karışımları hareket
ettirici ve mideye faydalıdır. İstiska ve cüzzam gibi
müzmin hastalıkları
def edicidir. Zira ki, nefs onda ferah ve elemi ardarda
toplayıcıdır. eğer
onda kusma gerekirse, tutması ki, beden gayet faydalıdır.
Uzuvları ovma
dahi, bu riyazetten sayılır. Eğer ovmak sert hırka ile olursa,
kanı derinin
dışına çekip, rengi kırmızı görünür. Normal ovma uzuvlara kuvvet
verip,
ifratı zahmet verir.
Nefsani sükûn ve hareketin itidali gerçekten
ruh hareketlerinin kaynağı onun
kendisinde olan gazap ve şehvettir. Gazabın
aşırısı tehevvür, azı cüben ve
itadali şecaattır. Bu mutedil hareket bedene
sıhhat, nefse izzet, dünya ve
diyaneti korumaktır. Şehvetin aşırısı şere,
azlığı humut ve itadali
iffettir. Bu mutedil hareket bedene sıhhat, nefse
lezzet ve iki cihanda
rahat ve selamettir. Şere nefsin istilasi ile aklı
yendi ise, ona mecezi
aşk derler ki, mal-i hülyanın bir türüdür. O bir
hastalıktır ki, çoğunlukla
gençlere ve bekarlara ârız olup, âşık
olduklarından başkasından onları yüz
çevirttirir. Bu aşkın sır ve sebebi,
sevgilinin şekil ve şemalini aşırı
derecede güzelleştirme ile fikretme ve
düşünmeye yapışma ve devam etmedir.
Çoğunca o fikir ile cima, şehveti dahi
bulunur. Bunun alameti renk
sararması, beden zaafı, yağ kuruması, göz
morarması bilinir. Bu âşığın
gözünün hareketi güleç ve sevinçlidir, sanki bir
leziz nesneye bakar
gibidir. İçiah ile, sesi hazin gelir. Onun tavır ve
halleri, düzensiz olur.
az uyumaktan seherlerde uykusuz kalır. Eğer bir tabib
onun nabzına el
basıp, nice akran ve yaranı vasıflarını saysa, hangi isim il
enabzı
değişip, yüzünün rengi değişirse o ismi, onun sevgilisi olduğunu
bilir. Ona
kavuşma gibi ilaç olmaz. Eğer ona sevgiliye kavuşma meşru yol
üzere mümkün
değilse, ona sevgilisini kötüleme ve buğuz etme ile ilaç
verilir. Eğer, o
akıllardan ise, nasihat kabul edip, o sevdadan vazgelir.
Ancak onu
küçümseme ve alay etme, aşka delilik ve sevda deme bu hastalıktan
kurtarır.
Eğer dinlemeyi terk ve cimayı çoğaltma ile acilen ilaç olunsa, aşk
onun
tabiatına tahi istila edip, helak olur.
BEYT
Aşka feda olana ilaç
yoktur.
Mesih ona tabib olsa bile
Beşinci
Madde
Zaruri altı sebebden kalan üçünün itadalini
bildirir.
Ey aziz malum olsun ki, top âlimleri demişlerdir ki:
Bedenin sıhhatını
korumaya taahhüt ve iltizam eden kimseye gerekli iştir ki,
meşhur altı
sebebin kalan üçünü dahi tedbir ile itidal edip, ömrünün sonuna
dek sıhhat
afiyetle gide.
Uykunun itidali ve uyanıklığın itidali: Uykunun
en iyisi odur ki, süresi
mutedil ola. Yani dört saat geçecek kadar değin ola.
Hazmolunduktan sonra
kestirirse yani yemem içmeden sonra iki üç saat
geçmesinde uyku bastırıp,
ikinci hazımda bulunma. Eğer midesi zayıf olan
kimse yemek hazmına uyku il
yardımcı olursa, önce yarım saat kadar sağ tarafı
üzerine yatmak lazımdır.
Ta ki, gıda, sağ tarafa eğit olan mideye karaciğerin
çekmesi ile kolay
olup, karaciğerin harareti onu ısıta. İki saat kadar solu
üzerine yatıp
uyumak lazımdır. Tak ki, karaciğer mide üzerine yorgan gibi
örtülüp, onu
ısıtıp, birinci hazımda mideye yardımcı ola. Sonra yine iki saat
kadar sağ
tarafı üzerine yatıp uyumak gerektir. Ta ki ikinci hazm içi
karaciğer
gıdanın inişine yardım ede. uykunun içteki hareketi uyanıklıktan
fazladır:
Maddenin tabiatını istila bakımından. Zira ki uyku halinde hararet
içeride
ziyade olduğundan, maddeye ziyade üstün olur. uyanıklığın
terletmesi,
maddenin rutubetini istila bakımından daha çoktur. Zira ki uyku
halinde
hararet içeride ziyade olduğundan, maddeye ziyade üstün olur.
Uyanıklığın
terletmesi, maddenin rutubetini istila bakımından daha çoktur.
Zira ki
uyanıklıkta hararet dışa yönelip, maddeyi ayrıştırır ve akıtır. Kimin
ki
uykuda terlemesi sebebsiz çok olur, o, gıda ile ya karışım ile dolu
olur.
Kimin ki uykusu ağır ve uzun olur, yani sekiz saatten ziyade uyur
kalır,
onun dimağında rutubet üstün olur. O, kuru gıdalarla uykusu hafif
olup,
itidal bulur. Kim ki uykusuzlukla mübtela olur, yani yirmidört
saatte
ziyade uykusuz kalır; o hamam ile rahat bulur. Süt ve arpa suyu
benzeri
rutubetler ile uyku gelir.
Boğucu kâbus ki, uyuyan uyku esnasında
tahayyül eder ki, üzerine bir ağır
nesne düşüp, onu sokup, hareketten
menedip, nefsini daraltır; bu boğucu
kâbus buharı ayrıştıran uyanıklık ve
hareketinin yokluğu sırasında kanın ya
balgamın veya sevdanın buharı dimağa
çıkmasından ortaya çıkar. Şu halde
bunun ilacı, istifra ile beynin
temizlenmesidir.
Yiyeceklerde itidal: Her sıhhat ki, onun hali üzere kalması
murat olunur. o
bedenin keyfiyetinde benzeri ona verilmek gerektir. Eğer
bozulmuş bir
sıhhati, kendisinden daha iyi olan sıhhate nakletmek murat
olunsa, ona
zıttı verilmek lazımdır. Şu halde vücudunun sıhhatini hali üzere
korumaya
özenen kimseye lazımdır ki, gıdalardan siah taneler gibi
pisliklerden
temizlenmiş buğday ekmeğiyle, mülayim tatlılar, koyun eti, kümes
hayvanları
eti ile yetine. Lokmayı küçük alıp, çiğnemeyi çok ede. Meyvelerden
ancak
incir, üzüm kuru üzüm seçe. Ama ilaç olan meyvelere iltifat etmeye.
Meğer
ki, mizac itidali için yenile. Veyahut hazır yiyecek onda buluna.
Zinhar
iştihasız yemek yemeye, İstihasını giderip, geri bırakmaya. Yaz
günlerinde
soğuk gıdalar, kışta sıcak gıdalar ala. Hazmolunmuş yemek üzerine
başka
yemek sokmaya, Yemek saatlerini uzatmaya. Ta ki gıdanın evveliyle
sonuncusu
hazımda karışmaya. yemek çeşitlerini çoğaltmaya, ta ki hazımda
tabiata
şaşkınlık gelmeye, Çok olmazsa leziz gıdalar en faydalıdır. Ekşi
gıdalar
zararlıdır, ihtiyarlığı çabuklaştırıcı ve uzuvları kurutucudur.
Tatlı
gıdalar, mideyi rahatlatıcı, bedeni ısıtıcı ve safrayı hareket
ettiricidir.
Tuzlu gıdalar, bedeni kurutucu, safrayı doğurucu ve uzuvlarla
kuvvetlere
zarar vericidir. Zararlı tatlıyı, ekşi defeder. ekşiler, tatlı ile
gider.
Tuzsuzlar tuzluyu, tuzlular tuzsuzu mutedil eder. Nefsinden gıda
iştihası
kalmış iken, ondan el çekmek lazımdır. Yemek vakitlerini gözetmek
elbette
lazımdır, vacibtir. Lakin kötü gıdalar alışmış olan, devam etmeyip,
yavaş
yavaş terk etsin. Yemek vakitlerini düşürerek, birle yetinsin. Zira
ki
gündüzde bir kere gıdalanmak, bir kere gecede yemek,
karıştırmak
tabiata müşküldür. Zira ki bu iki su, biri birine incelik ve
kalınlıkta
uygun değildir. Suların en iyisi nehir suyudur. Özellikle pak
yerde akıp,
her şeyden saf gele veya taşar üzerinde akıp, kokuşmuş şeylerden
uzak ola.
özellikle kuzeye veya batıya aka. Yüksek bir yeden aşağıya inip
gide.
Kaynağı uzak olup, uzun süre akmakla incele, İnceliğinden ağırlığı
hafif
ola. Çok olup, şiddetli aka gele. Bu vasıflar ile vasıflanmış olan bir
sudur
ki, faziletten nihayet bulmuştur. Mübarek nil suyu bu güzelliklerin
çoğunu
toplamıştır. Menba suyu hareketinin azlığından kalın kalmıştır.
Toprak
altında olan kerizler içinde akan sular sertlik bulmuştur. Mağara
suları ve
kuyu suları onlardan daha serttir. Su içmek, yemekten iki üç
saat
geçmesinden sonra faydalı bilinmiştir. Yemek arasında su içmek,
hastalığı
körükler. Hemen sonra içmek, bozucu ve kötüdür. Lakin midesi sıcak
olan
kimse yemeğin arasında ve akabinde su içmekle istifade eder. iştihası
zayıf
olan kuvvet bulur. zira ki, o zaaf, hararet çokluğundan gelir. Şu halde
su
içmekle hararet mutedil olur. Aç karnına ve terli iken, özellikle
cima,
hamam, müshil içme kaplarında, meyveler üzerine özellikle kavun üzerine
su
içmek; soğuk içecekler oldukça kötüdür. Eğer bu vakitlerde
susuzluğa
tahammül olunmazsa, çocuğun meme emdiği gibi, dudak ile kâse kenarı
arasında
yalama ile içip üç nefesten geçmesin. Her nefeste, üç yudumdan
ziyade
içmesin. Zira ki, çok olur ki, susuzluk yapışıcı balgamdan veya
tuzlu
balgamdan dolayı olur. Halbuki su içmeye iltifat olundukça,
susuzluk
çoğalır. Eğer o susuzlukta sabır olunsa, tabiat o susatan maddeyi
eritip,
susuzluk dahi gider. çok olur ki, bunun gibi susuzluk maddesini bal
gibi
sıcak şeyler yatıştırır. Her zaman ayakta su içmek hatalıdır. Ancak
zemzem
suyu şifadır.
NAZM
Beş yerde su içmekten sakın
Çünkü o
hastalığı çeker
Hamam, yorgunluk akabinde
Yemek akabinde ve
yatakta
Tutma ve istifrada itidal: Vücut sıhhatini muhafaza edene gereklidir
ki,
daima kendi tabiatını mukayyet ve gözetleyici ola. Eğer tabiatı
kabız
olursa, onu incir ve sinemaki gibi içeceklerle yumuşatsın.
özellikle
ihtiyarlık tabiatına yumuşaklık, rahat ve selamettir. Eğer
tabiatında aşırı
yumuşaklık bulursa, onu sumak ve kavruk gibi şeylerle
tutsun. Eğer dolarsa
gıda fazlalığından midede hasıl olup, geğirmekle çakan
duman ile ekşime ile
veya sadece ağırlıkla gıdayı bozucu bulursa, o saat
kusmaya can atsın. Eğer
kusmak ona zorsa veya vakti değilse, sakızla kaynamış
sıcak su içip, sağ
yanı üzerine yatsın. Veyahut bir parmak bala ince tuz
katsın. Ve pamuk ile
makatında yarım saat kadar taşımaya tahammül etsin. Ta
ki, yumuşaklık bulup
rahatla o bozucu gıda gitsin. Sonra elma gibi mideye
kuvvet veren şeyleri
yiyip hamamda yatsın. Eğer ishal olursa gül yaprağı,
dövülmüş mazı, nohut
sakızı, ermeni çamuru, fesleğen tohumu, tebeşir ve
kimyon gibi kuru
şeylerden yesin. Veyahut elma, sefercen ve ekşi nar gibi
meyveler yesin. Ta
ki, tabiatın yine normale yetsin. Küçük ve büyük abdesti
fazla tutmak
zararlıdır. Titreme verir ve ihtiyarlığı çabuklaştırır.
Alışılmış olan
boşalmaların en kolayı cima ve hamamdır.
İnsan hayatının
temeli mide
Eğer bağlanırsa ki açılmamalı
Eğer bağlanmamacasına
açılırsa
Dört tabiat muhalif ve serkeş
Eğer gâlib olursa dörtten
biri
Elbette ârif ve kâmil olanlar
Yavaş yavaş gitmeli olmamalı
gam
Bağlanırsa gönüle elem verir
dünya hayatından götürür ölüme
Nice
günler hoş kaynaşmışlar
Söker kalıptan can koymaz diri
Geçici dünyaya
gönül bağlamazlar
Altıncı Madde
Sıhhat durumunda alışılan istifranın en güzel
türleri bulunan cima ve
hamamın itidalini bildirir.
Ey aziz,
malum olsun ki, top bilginleri demişlerdir ki: Sıhhatteyken
alışılan
boşalımların en kolay ve en faydalısı, cima ve hamamdır. Cimanın
en
faydalısı, birinci hazımdan sonra vâki olanıdır. Bedenin hararet,
rutubet ve
kuruluğunda, boşluk ve doluluğunda itidali sırasında bulunandır.
Eğer o, hata
ile bu itidallerin dışında bulunduysa; bedenin hararet,
rutubet ve
doluluğunda bulunan cimaın zararı, onun soğukluk, kuruluk ve
boşluğunda
bulunandan daha az ve daha kolaydır. Cima şehveti kuvvet
bulmadıkça, âlet
düşünmeksizin ve bakmaksızın yayılmadıkça, ona öne alma
ile girişme, vücuda
zararlı bir oyundur.
Faydalı cimaın alâmetleri odur ki: Onun akabinde vücuda
hafiflik, tam neşe,
yemek isteği ve uyku gele. Ta ki fazla maddenin boşalımı
hâsıl olmuş ola.
zira ki mutedil cima, tabii harareti def ile bedeni
ferahlandırır. Yemem ve
beslenmeye bedeni hazırlar. Gazabı zayıflatıp, kötü
vesveseyi ve sevda
düşüncelerini giderir. Balgam hastalıklarının çoğu onunla
gider. Çok olur
ki, cimayı terk edenin menisinden kötü buharlar dimağına
çıkıp, baş dönmesi
ve göz kararması gibi belalar başına gelir. Meni buharı,
bedenin
içinde hapsolup, kaplarına dolduğunda husyeleri şişer, kasık acısı ve
beden
ağırlığı hâsıl olur. Cima yapıldığında sürakte hafiflik ve şifa bulur.
çok
cima, endamı boşaltır, kuvveti düşürür ve gözü zayıflatır.
Mübtelasını
titretip, sinirlerini boşaltır. Acuzeye, çirkine, hastaya, küçük
bâkireye
ve uzun süredir cima olunmayan dula cimadan kaçınılmak elzemdir.
Zira ki
bular, elbette kuvveti çeker, âleti yumuşatır, rutubeti kurutur ve
üzüntü
verir. Pişmanlığa sebep olur. Livata, tabiata aykırı ve zararlıdır.
zira
ki ihanet ve eziyeti toplar, inzal zevkini önler. Genç ve güzel
kadınla
cima, vücuda sıhhat, hislere kuvvet verip, tabiatı mesrur ve kalbi
huzur
dolu eder. Zira ki tabiat ona eğilimli olduğundan, meni boşalması çok
olup,
o fazla madde bedenden gider. Cima şekillerinin en iyisi odur ki:
Kadını
sırtı üzerine yatırıp, açılmış baldırları arasında dize gele. önce
uyun,
konuşma ve iltifat ile göğüs, dudak ve yanağını öpmeli. Göğüs ve
kasığını
ovmalı. Sonra âletiyle bız'a sürmeli ve kadının gözüne bakmalı. ta
ki
şehvetin şiddetinde ikisi de eşit ola. Vakta ki kadının gözü
değişip,
göğsünden menisi ayrılmakla ister ki erkeği göğsüne ala. O zaman
üzerine
düşüp, sokma ve çekme ile inzali vaktine hazır ola. İnzalden sonra
kadının
karnı üzerinde bir miktar kala. Ta ki iki meni karışıp, rahme girmeye
yol
bula. Evlat arzu eden bu âdab üzere hareket kıla. Ta ki inzalı kolay
olup,
kadın dahi ondan lezzet ala. Tam bir çocuk vücuda gelip, hepsi âfiyet
bula.
Boşalma tamam ola. Zinhar kendi yatıp kadını üzerine almasın. Ta ki
artan
meni mesane yolunda kalmasın ve onda kokuşup, hastılak olmasın.
Bız'ın
rutubeti ona damlayıp, ondan, ondan, mesane iltihabı kalmasın. Cimaı
tahrik
eden şeylerin biri, insanların cima ettiğine muttali olmaktır. Biri
kadın
seslerinin nağmesini duymaktır. Biri dahi hayvanların cima
ettiğini
görmektir. biri de cima ile ilgili hikayelerdir. Kasık kıllarını
kesmek te
şehveti uyandırır. Bu durumda başka şeyler düşünerek, bu arzuyu
yenmek
gerekir.
BEYT
Nazar-ı şehvet için rup-u zenan ağ olsun
Zeni
olmazsa kişinin sağ eli sağ olsun
Deyip, eliyle istimna etmek, üzüntü ve
sıkıntıya sebebtir. Cima ile
boşalımı terk edinin cildinin içinde olan
hararetle rutubetten bit oluşup,
harekitiyle ürer. Kâh olur ki, bit bedende
defaten hâsıl olur. bu derece
çoğalır ki, rengi sarartıp, uykuyu kaçırır ve
şehveti keser. Onun için
erkekler ziyade bitli olur. Onun ilacı beden ve
elbiseyi temizlemede
ihtimamdır. Tuzlu su ile yıkanmaktır. Sonra tatlı su ile
yıkanma ve ipek
gömlek ile tamamdır.
Hamamın en iyisi, binası eski, içi
geniş, suyu tatlı, sıcaklığı orta
olandır. Onun ilk odası soğuk ve rutubetli,
ikincisi sıcak ve rutubetli,
üçüncüsü sıcak ve kuru olandır. Böylece vücud
sıhhatini koruyup, ter
boşalımı için hamama giden onun sıcak olan üçüncü
odasına yavaşlıkla
girsin. Ondan çıktığında yine yavaş yavaş dışarı gelsin.
Hamamın içinde
uzun bekleme, baygınlık, bulanıklık, ıztırap, kuruluk ve
hafakan verir.
Mizacı kuru olan, suyu havadan çok kullanmalıdır. Şu halde
rutubete
şiddetli ihtiyacından, evinin döşemesine su serpip yatmalıdır.
Rutubetli
buharı çoğaltmak için, hamamın içine su dökmeli ve hapsetmelidir.
Mizacı
rutubetli olan havayı, sudan çok kullanmalıdır. Şu halde ayrışma
ve
kurumaya ihtiyacının çokluğundan, su kullanmadan önce, çok
terlemelidir.
Sıhhatini koruma bakımından hamamda çok ter ayrışması gerekir.
Zira ki
cildi, rutubetli ve kızarmıştır. Beden pörsümeye ve sıkıntı
gelmeye
başlarsa, o vakit süratle dışarıya gelmelidir. Hamamdan sonra,
örtünme ve
kurulanma her mevsimde ziyade kılınmalıdır. Zira ki beden,
hamamın
havasından daha soğuk olan havaya çıkar. Beden hamamın suyundan
emip,
çektiğinden, onun ârizî hareketi, ondan süretle gidiy, tabii olarak
soğuk
olan su, soğukluğunu bulduğunda, bedeni dahi soğutur. Eğer hamam,
yemekten
sonra vâki olduysa, bedenin yağlanmasına sebeb olur. Lakin sirke
balı
içerse, hastalıktan emin olur. İtidal üzere yağlanır. Eğer
hazmolunduktan
sonra hamama giderse, yağlanır ve hastalıktan emin olur.
Midenin boş olduğu
zaman hamam yapmak, bedeni kurutur. Zira ki aslî hareket
ile arazî harareti
toplar. Riyazeti az olan kimse, hamamda terlemeyi
çoğaltsın. Ta ki riyazî
hareketlerle ayrışacak fazlalıklar, hamam ile ter
olup gitsin. Bu boşalma
ile vücut, mizacının itidaline yetsin.
Soğuk su
ile yıkanma, gençlerin bedenine güç verir. Yaz günlerinde, öğle
öncesi sıcak
mizaclı ve normal etli olan kimselere sıhhattir. Ama
ihtiyarların,
çocukların, ishal ve nezlesi olanın, hazmı eksik olanın
bedenine zarar ve
ziyan eder.
Kültürlü kaplıcaları kullanma, yani kükürtten kaynayan ve galeyan
eden
sıcak su ile yıkanma, fazlalıkları atıcı, titreme ve felce ilaçtır.
Uyuzu
iyileştirir, mafsal ve romatizmaya şifa verir. Madenî suların hepsi,
beden
kokularını giderir, yaralara merhemdir. Bu ilaçların vücuda
olan
menfaatlerini Allah Taâlâ en iyi bilir.
Yedinci
Madde
Çok kullanılan ilaç ve gıdaların tabiat ve menfaatlerini,
özellik ve
hükümlerini (ebced) harflerinin terkibince
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, tıp bilginleri demişlerdir ki:
Herkes kendi
vücudunun hekîmi olmalıdır. Kullandığı ilaç ve gıdaların tabiat
ve
menfaatlerini bilmelidir. Her birisini hükmüyle kullanmalıdır. Ta ki
vücudu
sıhhat üzere kalmalıdır.
Gıdalardan her birinden her bir deva ki,
insan bedeninde keyfiyetiyle tesir
eder. Gerçek o ilaç, insan bedenine gelip,
onunla beden kendi tabii
hareketinden uyanırsa; eğer bedene insanî
keyfiyetten ziyade tesir etmezse,
o ilaç mutedil; eğer bedene keyfiyyetten
ziyade tesir ederse, o ilaç
itidallerden ve o keyfiyetten yana dışarıdadır.
Şu halde eğer o tesir az
olup, hissedilmezse, o ilaç birinci derecedir. Eğer
bedene zarar verirse,
lakim zararı helak edici değilse, o ilaç üçüncü
derecededir. Eğer zararı
ölüme varırsa, o ilaç dördüncü derecededir. Ona
zehir ilaç adı verilmiştir.
Gıdaların da hükümleri, bu ilaçlar gibi
bulunmuştur. Hepsinin hükümleri
hece harfleri tertibiyle
açıklanmıştır.
(ELİF)
İbrişim: Sıcak ve rahattır. Özellikle hamı
faydalıdır. Kurusu, bit
türemesine engeldir.
İcsas (erik): İkinci derecede
soğuk ve rutubetlidir. Onun tatlısı mideyi
bozar ve ishal eder. Ekşisi, kalbi
teskin edip, safrayı söker. Eksisi,
tatlısından daha az ishal
eder.
Ispanak: Birinci derecede soğuk ve rutubetlidir. Gıdası iyidir. Sıcak
ve
kuru olan akciğere ve göğse faydalıdır. Karnı yumuşatır. Bel ve
sırttaki
kan ağrılarını giderir.
Eftimon: Bir kuru ottur ki, birinci
derecede kuru ve ikinci derecede
sıcaktır. Kokusu müsekkin, düşkün ve
yaşlılara faydalıdır. Sevda
hastalıklarını ve balgamı gidericidir. Sara ve
malihülyayı defedicidir.
Gençleri ve hararetlileri susatır.
Anason:
Bilinen bir tohumdur ki, üçüncü derecede kurutucu ve ısıtıcıdır.
Böbrek,
mesane, rahim, karaciğer ve dalak tıkanıklıklarını açar. Yeli
ayrıştırmada
tam etkisi vardır. Baş ağrısı ve safravî hastalıkları teskin
için buhar ve
suyu faydalıdır. Ezilmişi gülyağı ile kulağa damlatırsan,
kulak içinde çarpma
ve düşmeden ârız olan ağrıları dindirir. Bevli ve hayzı
söker. Balgamdan
doğan susuzluğa faydalıdır. Süt ve meniyi çoğaltıcı,
zehrin zararını
gidericidir.
İsmet: İsfahan sürmesi denir. Öldürücü kurşun madeninin
cevheridir. Birinci
derecede soğutucu ve ikinci derecede kurutucudur. Ekşisiz
kurutucu ve
kabız edicidir. Gözü kuvvetlendirir, burun kanını keser.
Ürüz
(pirinç): Bilinen gıdadır ki, birinci derecede ısıtıcı ve ikinci
derecede
kurutucudur. Suyuyla yıkanmak, uzuvları kirden pak eder. Yenmesi,
mideyi
temizler. Süt ile pişirilmesi meniyi fazlalaştırır.
(BE)
Basal (soğan):
İkinci derecede kurutucudur. Üçüncü derecede ısıtıcıdır. O,
ayrıştırıcı,
kesici, yumuşatıcı ve açıcıdır. Damarların ağızlarının açmak,
onun halidir.
Kuvvetlisi, yüzü kızartır. Tuz ile siğili sökker. Normal
olarak yenmesi, mide
ve iştihaya kuvvet verir, çok yenmesi, baş ağrısı yapar
ve aklı hafifletir.
Pişmiş soğan çok gıdalıdır. Lakin susatıcıdır.
Parlamaya faydalı, basur
ağızlarını açıcıdır. İdrarı kuvvetlendirici,
tabiatı yumuşatıcı, zehirli
rüzgâra faydalıdır. Pişmişi yaranın üzerine
sarılırsa, ağrıyı
dindirir.
Bıttıh-ı asfar (kavun): Birinci derecede ısıtıcıdır. Süratle
safraya
dönüşür. Onu sirke balı düzeltir.
Bıttıh-ı ahzar (karpuz): İkinci
derecede rutubet verici ve soğutucudur.
Bedeni kirden açar. İdrarı çoğaltır.
Mesanede oluşan ve böbrekte peydalanan
taşları düşürücüdür. Yemek ile yenmesi
faydalıdır.
Beyz (yumurta): En iyisi, yağ içinde yarı pişirilen tavuk
yumurtasının
sarısıdır. En faydalısı, taze olan yumurtadır. Sarısı hararete,
beyazı
soğukluğa ziyade meyilli olmuştur. ikisi dahi rutubetli ve
faydalıdır.
Beyazı yüze sürülse, güneş tesirini ve ateş sıcaklığını manidir.
Sarısı bal
ile karıştırılıp, yüzdeki sivilcelere sürülse, onu giderir.
Beyazı,
göz ağrılarına, boğaz sertliğine, ses kesilmesine, nefes darlığına,
öksürüğe
ve kanın havalandırılmasına faydalıdır. Tavuk yumurtası, çabuk
nüfuz
edici, en iyi kimyon ve en çok gıda ve meni vericidir. Bayat
yumurtanın
sarısı kabız edicidir. Dövülmüş mazı ile ishali kesicidir. Yumurta
et
kuvvetindedir. zira ki o, hayvanın cüzüdür. Belki kuvvetli
hayvandır.
Bazican (patlıcan): İkinci derecede ısıtıcı ve kurutucudur. Sevda,
baş
dönmesi, tıkanıklık, uyuz ve cüzzamı doğurur. Rengi bozar, sarı ve
siyah
eder.
Bindük (fındır): Hararet ve kuruluğa meyillidir. Hazmı
ağırdır. Cinsî
kuvveti artırır. Baş ağrısı ve mide bulantısı doğurur. Dimağa
yararlı olup,
öksürüğü defeder.
(CİM)
Ceviz: Birinci derecede kurutucu
ve ikinci derecede ısıtıcıdır. Onun
baş ağrısı vardır. Hazmı güz ve harareti
çoktur. özelliği, ağzı tebşirdir.
Bal ile soğuk mideye faydası
iyidir.
Hindistan cevizi: İkinci derecede ısıtıcı ve kurutucudur.
Gözü
kuvvetlendirici ve sebel hastalığına faydalıdır. Kokusu güzel,
yemeği
hazmettiricidir. karaciğer, dalak ve mideyi kuvvetlendirici,
idrarı
getirici ve tabiatı kabzedicidir.
Cübn (peynir): Tazesi, rutubetli
ve soğutucudur. Eskisi, ısıtıcı ve
kurutucudur. Normali gıda vericidir.
Tuzlusu eski olursa zayıflatıcıdır.
Mesanede taş yapar.
Cüzür (havuç):
Aslı ikinci derecede hararet verici ve birinci derecede
rutubetlidir. Mideyi
üfürücü ve şehveti dalgalandırıcıdır. Onun tohumu
idrarı
getirir.
(DAL)
Darçın: Üçüncü derecede ısıtıcı ve kurutucudur. Oldukça
latif ve çekicidir.
tıkanıklıkları açıcıdır. Her bozukluğu düzelticidir. Onun
yağı, açıcı,
ayrıştırıcı ve eriticidir. Faydası, yüzdeki siğillere ve
titremelere
çoktur. Baş ve göğüs ağrılarına faydalıdır. Soğuk nezleyi,
rutubetli
öksürüğü defeder. Mideyi kuvvetlendirici, kalbi açıcıdır.
karaciğer
tıkanıklığına, rahim ve böbrek ağrılarına faydalıdır. Göz
perdelenmesini ve
kararmasını defedicidir.
Dik ve dücac (Horoz ve tavuk):
Horozun en iyisi, henüz ötmeyenidir. Tavuğun
en faydalısı, yumurtlama vakti
gelmeyendir. Horoz çorbası, mafsal ağrısına,
titreme, mideye, yele ve kulunca
iyi gelir. Tavuk eti, aklı güçlendirir,
tabiatı açar, meniyi artırır, sesi
saflaştırır.
(HE)
Herise (Keşkek): Bir tanınmış gıdadır ki, et suyu ile
pişirilmiş, buğdaydan
hâsıldır. O, kuruluk ve rutubette ısıtıcı ve
mutedildir.
(VAV)
Verd-i ahmer (kırmızı gül): Birinci derecede soğutucu,
ikinci derecede
kurutucudur. Tohumu yaprağından ziyade kabız edicidir. Onun
kurusu dahi,
ziyade kabız edicidir. O, tıkanıklığı açıcı, sevdayı
yatıştırıcı, iç
uzuvları kuvvetlendiricidir. Gülsuyu, baygınlığa faydalı,
ateşli
baş ağrısını gidericidir. Beden kokusunu güzelleştiricidir.
Terbiyelenmişi,
sıcaktır ki, mide ve karaciğere kuvvet verip, hazma yardım
eder. Tazesinden
on dirhem kullanan, ishal olup, on defa tuvalete
gidendir.
(ZI)
Zaferan: Birinci derecede kurutucu ve ikinci derecede
ısıtıcıdır. Rengi
güzelleştirir, idrarı çoğaltır, şehveti düşürür,
tıkanıklığı çözer ve
damarları açar. Lakin kabzı vardır.
Zencefil: İkinci
derecede kurutucu, ikinci derecede ısıtıcı ve rutubet
vericidir. Cinsî isteği
köpürtür. Özelliğiyle karaciğer ve midenin
soğukluğuna uygun gelir. Onunla
mide rutubeti gider. Tabiat dahi yumuşaklık
bulur. Onun kullanılması yaramdan
iki dirheme kadar faydalı olur.
Zeyt-i ham (Zeytinyağı): Birinci derecede
soğuk ve kurudur. Dalından
koparılan zeytin itidal üzere ısıtıcıdır. rutubete
eğilimlidir. eskisinde
hararet ziyade hâsıldır. Her gün zeytin sürünmek,
saçları kuvvetlendirir ve
beyazları düşürür.
(HA)
Hınna (kına): İkinci
derecede soğutucu ve kurutucudur. Ayrıştırıcı, açıcı,
kurutucu ve kabız
edicidir. Ateşli şişlikler ve balgam için pişirilmesi
faydalıdır. Yağı,
sinirleri yumuşatıcı, zorlukları çözücü ve defedicidir.
Hımmes (Keten
tohumu): Birinci derecede ısıtıcı ve kurutucudur. Siyahı ve
kırmızısı
iyisidir. Makbulü büyüğüdür ki, sırt ağrısına faydalıdır. Diş
etlerindeki ve
yüzdeki şişlikleri giderir. Sesi saf edip, diğer tanelerden
daha gıdalı
olduğu şayidir. Pişmişi, nefese faydalıdır. Taşları, böbrek ve
mesaneden
düşürür. Keten tohumunun tesiri, meniyi çoğaltma ve şehveti
kamçılamadır.
İdrarı ve doğumu kolaylaştırır.
Hınta (Buğday): Hararet ve rutubette
mutedildir. İnsanın hararet ve
rutubetine muadildir. Onun tanesinin hazmı
yavaştır. Kırmızı iri buğday en
iyisi, en kuvvetlisi, en lezizi en
gıdalısıdır.
Hamam (Güvercin): Bunun uçanı, yavrusundan hafif ve gıdalıdır.
Yavrusu daha
sıcak ve daha rutubetlidir.
(TI)
Tın-i Ermeni (Ermeni
çamuru): İkinci derecede soğutucu ve kurutucudur.
Tabiatı, kanı gayetle
tutucudur. Basur ve çıbanlara içilmesi ve sürülmesi
faydalıdır. Uzuvların
pörsümesini ve ateşli nezleyi iyileştirir.
Tabaşîr (Hint hıyarı): İkinci
derecede soğutucu, üçüncü derecede ısıtıcı ve
kurutucudur. Kalbi
kuvvetlendirir ve ateşli hafakanı giderir. Safradan olan
hastalıklara
faydalıdır. Mide hararetini ve iltihabını, karaciğer
hararetini teskin eder,
ateşli hummaları durdurur.
(YE)
Yaktin (Kabak): İkinci derecede soğuk ve
rutubetlidir. Dönüşmesi seri,
karışması iyi ve gıdası latiftir. Koruk, sumak,
sefercel veya ekşi nar ile
kabağın pişirilmesi, safraya faydalıdır. Lakin
kulunca zararı çok fazladır.
Bal ile pişirilmesi, onu da
giderir.
Sekizinci Madde
Çok kullanılan gıda ve
ilaçların isim ve hükümlerini (kelemen sa'fes)
harfleri sırasınca
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, tıp bilginleri demişlerdir
ki:
K- Kafurdur: Üçüncü derecede soğuk ve kurudur. Afiyet verici
olup,
hararetli şişlikleri gidericidir. Baş ağrısını geçiricidir.
Ateşlilerin
hislerini kuvvetlendirir. Uyku getirici, cinsî istekleri
artırıcıdır.
Kehribâ: Birinci derecede sıcak, üçüncü derecede kurudur.
Kandaki nefesi
(oksijen) tutucu, ateşe faydalı ve ishali
kesicidir.
Kimyon: İkinci derecede sıcak, üçüncü derecede kurudur. yeli
ayrıştırır.
İdrar zorluğuna faydalıdır. Kurutucu ve kabız edicidir.
Yaraları
yapıştırıcı, taşları düşürücüdür.
Kem'e (mantar): Hükmü sert,
gıdası kötüdür. Ancak onun suyu iyidir. gözü
parlatır.
Kereviz: Birinci
derecede sıcak, ikinci derecede kurudur. Yağı ayrıştırır.
damar ağızlarını
açar. Ağrıyı müsekkin, kokusu güzel ve cinsî arzuyu
körükleyicidir.
Karaciğere, böbreklere, dalağa ve mesaneye faydalıdır.
Kilye (böbrek):
Sıcaklık ve soğuklukta mutedildir. Bir miktar kurudur.
Hazmı zor, karışımı
kolaydır.
Kebed (karaciğer): Sıcaktır. Böbrekten iyidir, İyisi ördek ve
tavuk
karaciğeridir.
Kira (paça): Tabiatı yumuşatıcıdır. Hazmı kolay,
öksürüğü giderici,
fazlalıkları azaltıcıdır.
L- Lübiya (böğrülce):
Kurudur. Lakin onda fazla bir rutubet vardır ki,
karışımı, balgam
rutubetidir. Göğsü yumuşatır, idrarı tutar. Akciğer için
dahi güzeldir. Onun
ıslahı karabiber, tuz ve sirkedir.
Lûz (badem)0 Tatlısı, rutubetinden yana
mutedil, acısı ikinci derecede
sıcaktır. İçilmesi durumunda idrarı tutar. Acı
bademin gıdası az, açma ve
kusturması çoktur. Tatlı bademin sayılan tesirleri
zayıf ve hafiftir. Lakin
bedeni yağlandırır ve öksürüğü defeder. Karaciğer ve
dalak tıkanmasını
açar.
Leben (süt): Kadınların sütü, hayvanların sütünden
daha faydalıdır. Zira ki
insan mizacı hepsinden mutedildir. Kadınların
sütünün en iyisi, göğsünden
emilendir. Her süt ki, çoktan sağılmıştır, kötü
bulunmuştur. Her hayvanın
ki, hamilelik müddeti insanınki kadar olanın sütü,
inek sütü gibi, iyidir.
Sütün suyu, sıcak, yumuşatıcı ve yıkayıcıdır. Onda
hiç ekşilik olmaz. Onun
özelliği, yakıcı safrayı ishaldir. Eftimon ile yakıcı
sevdayı dahi
müshildir. Yoğurt, soğuk ve kurudur. Taze yoğurt, rutubetli ve
sıcaktır.
Bütün süt türleri, bedeni kuvvetlendiricidir. Zira ki, hepsi
kan
kuvvetindedir. Bal ile içteki yaraları temizler. Dimağa kuvvet,
meniye
çokluk verir. Sütün hepsi, şehveti körükler. Sıcak ve kuru mizaçlı
olan az
safraya faydalıdır. öksürüğü def eder. Lakin balgamlılara zararlıdır.
Zira
ki onlardan harareti, onu hazmedemez. Kana dönüştüremez. İhtiyarlara
rutubet
verdiği için, faydalı ve uygundur. bal ile onların hazmını
kolaylaştırır.
Çok olur ki süt, karnı boşaltıp, bağırsaklardaki fazlalıkları
çıkarır. Sonra
bedende dağılıp, tabiatı kabız edip, itidal üzere gider. süt
mahsulleri
şişkinlik verir. Pişirilirlerse hazmı kolaydır.
Lüba (ağız):
Onun hazmı yavaş, karışımı kötü, bal düzelticisidir. Her süt,
karaciğer
boşluğunu tıkar. Ancak deve sütü tıkamaz. Çok süt, vesvese ve
unutkanlığa
ilaçtır. Lakin dişlere ve dişetlerine zararlıdır. Göz karartır.
Onun ıslahı
şekerdir. Şekerli süt, rengi güzelleştirir, bedeni yağlandırır.
Süt cinsinin
bileşimi, sulu, peynirli ve yağlıdır. İnek sütünün çoğu
yağlıdır. Deve sütün
ince olduğundan suludur.
Lahm (et): En faydalısı toklu etidir. Buzağı ve
oğlağın fazla kısmı azdır.
Her hayvanın erkeği, yağlı ve siyahı, daha
lezzetli, daha hafif ve daha
iyidir. İnek eti, keçi etinden kurudur. Keçi
eti, koyun etinden kurudur.
Hazmı zor ve tutucudur. Deve etinin gıdası ağır
ve hazmı zordur. Tavşan
eti, sıcak ve kuru olduğundan sevdası çoktur. Et
cinsinin gıdası bedeni
kuvvetlendiricidir. Süratle kana dönüşür.
Lâden:
Birinci derecede kuru, ikinci derecede sıcak ve latiftir.
Rahim
hastalıklarına faydalıdır. Saç dökülmesini önler. Ağzı kapanmayan
akar
yarayı kapatır.
M- Mastiği (Kendir): İkinci derecede sıcak ve
kurudur. Gayet latif,
ayrıştırıcı ve kabız edicidir. İnce balgamı
gidericidir. Balgamı çeker.
Öksürüğü giderir. Kan tükürmeyi keser. Mideyi
yumuşatır ve güçlendirir.
Milh (tuz): Birinci derecede kuru, üçüncü derecede
sıcaktır. Ziyade
ayrıştırması, kurutması ve parlatması vardır. çeşitli
yelleri giderip,
donmuş karışımları ısıtır ve eritir. yarım dirhem kadar
içilmesi kifayet
eder. Kavrulmuş tuz ile dişlerin kiri gider. Tuzu normal
olarak kullanma,
rengi güzelleştirir, gıdayı oluşturur, fazlalıkları çıkarır.
İshal
ilacıdır. Şeffaf ve billurî beyaz tuz, olmamış balgamı, siyah tuz,
balgamla
sevdayı kuvvetle söker.
Muluhiya (Ebe gümeci): Birinci derecede
soğuk, ikinci derecede
rutubetlidir. Karaciğer tıkanıklığını açar.
Mişmiş
(Zerdali): İkinci derecede rutubetli ve soğuktur. Çekirdeğinin yağı
ikinci
derecede sıcak ve kurudur. Basurlara faydalıdır. Zerdalinin karışımı
çabuk
bozulur. Kurusu, susuzluğu teskin eder. O, mideye şeftaliden hoştur.
N- Nil
otu: Birinci derecede sıcak, ikinci derecede kuru ve üçüncü derecede
kabız
edicidir. Zayıflığı keser, yüzdeki sivilceleri giderir. Yeni
cerahate
faydalıdır. Yaprağından çivit boyası olur.
Nane: Kuru ve
sıcaktır. Onda ayrıca rutubet vardır. Mideyi hemen ısıtır ve
kuvvetlendirir.
Hazma yardımcıdır. Balgamı ve kan kusmasını önler. Meniyi
çoğaltır ve cinsî
arzuları körükler. Yaprağı süte konsa kesilmesini önler.
Nahale-i dakik (ince
kepek): Birinci derecede soğuk ve kurudur. Yumuşatıcı
ve özel kuvvet
vericidir. Zaferen ve macunla sürülmesi, yüzdeki sivilceleri
giderir.
S-
Sumak: İkinci derecede soğuk, üçüncü derecede kurudur.
Kabzedici,
kuvvetlendirici, tıkayıcı ve tutucudur. Safrayı boşluğa çeker,
kanı
durdurur. Şişleri ve urları giderir. Diş ağrılarını keser, susuzluğu
teskin
eder, mideyi düzeltir ve iştahı açar. Saçı siyahlaştırır.
Bayılmaları
önler.
Şeker: Birinci derecede rutubetli ve sıcaktır.
Eskisinde kuruluk vardır.
Semen (hayvanî yağ): Birinci derecede rutubetli ve
sıcaktır. Zehirlenmelere
faydalıdır. Boğazı ve göğsü yumuşatır ve ayrıştırır.
Fazlalıkları dahi
azaltır. Badem ile tesiri çoktur.
Sefercel: İkinci
derecede soğuk ve kurudur. Kendisi ve çiçeği
kabız edicidir. Ekşisi
tatlısında ziyade kabız edicidir. Her türü, susuzluğu
teskin edici ve idrarı
getiricidir. Şehveti kuvvetlendiricidir. Özellikle
bal ile dahi mideye
kuvvettir. Çekirdeklerinin suyu, tabiatı yumuşatır.
Kabızlığı akabinde önler.
Akciğeri yumuşatır, öksürüğe faydalıdır. Çok
alınması kulunç yapar.
Semek
(balık): Rutubetli ve soğuktur. İyisi küçüğüdür ki, kanı az ve tadı
leziz
olup, süratle bozulmaya, Akıcı lan tatlı su içinde doğup kılçığı çok
olmaya.
Yahut tuzlu denizlerden tatlı nehirlerin akışına karşı hareket
edip, onda
kalmaya. Deniz balıklarının iyisi odur ki, çok bayat olmaya. Ona
tuzun
kuvveti üstün olup, sıcak ve kuru olmaya. Taze balık, sulu balgam
yapar.
Çabuk bozulduğundan, sıcak olan mideden başkasına faydalı değildir.
Balık
etini bozan, rutubetliler ve sütlülerdir. Onu tatlılar düzeltir.
Ayn- Anber:
İkinci derecede sıcak, birinci derecede kurudur. mide,
karaciğer, klb, his ve
kuvvetleri güçlendirir. Anber, müsekkinden ziyade
mutedil ve dimağ
hastalıklarına devadır.
Ud: İkinci derecede kuru ve sıcaktır. Mide,
karaciğer, kalb ve his kuvveti
için faydası vardır. Tıkanıklığı açar. Dimağa
gayet faydalıdır. İltihabı
iyileştirir ve yeli defeder.
Asel (bal): İkinci
derecede sıcak ve kurudur. Parlatıcı, açıcı ve
çekicidir. Kokuşmaya manidir.
Karışımları dahi, biti öldürür. Yaraları
temizler. Göz kararmasını giderir.
Mideyi kuvvetlendirir ve iştihayı açar.
Karnı düzeltir. Yaraya sürülürse ilaç
olur. Zift ile çok etkili ve
çekicidir.
Ineb (üzüm): Kabuğu soğuk ve
kurudur. İçi rutubetli ve sıcaktır. Çekirdeği
hem soğu, hem kurudur. Gıdanın
iyisidir. Mideyi ve şehveti kuvvetlendirir.
iyisi olmuşudur. Asmada olanı
beğenileni ve siyahı yararlıdır. Mesaneye
zararlıdır. Tatlı nar onu
düzeltir.
F- Fızza (gümüş): Soğuk v kurudur. Hafakanı önler. Suyu, mide ve
kalbe
faydalıdır. Uykusuzluğu giderir.
Fıstık: İkinci derecede kuru ve
sıcaktır. Onda fazladan rutubet te vardır.
Kalbi kuvvetlendirir, karaciğer
tıkanıklığını açar. Faydalı ilâçtır.
Fücl (turp): Gıdası az, balgamı çok ve
karaciğer tıkanıklığını açıcıdır.
Bit doğurur. Bedendeki yelleri ayrıştırır.
Kurtları öldürür. Yemek hazmına
yardımı çoktur. Lakin hazmolunması
zordur.
Fülfül (biber): Dördüncü derecede kuru ve sıcaktır. Siyahından
ziyade
beyazında hararet vardır. Kırmızısının kuruluğu daha azdır. Biberler,
mide
ve bağırsaklarda olan kalın yelleri ayrıştırır. Yapışık karışımları
kesip,
sinir ve adaleyi ısıtır.
Sad- Sandal: İkinci derecede soğuk ve
kurudur. Sürülmesi ve içilmesi sıcak
şişliklere, ateşli baş ağrılarına ve
hafakana faydalıdır. Sıcaklık ve acıdan
olan mide zayıflığına
uygundur.
Sa'ter (keklik): İkinci derecede sıcak ve kurudur. Latif,
ayrıştırıcı ve
faydalıdır. İçilmesi, kokuyu giderir. Mideyi kurutur. İdrarı
getirir. Gözü
kuvvetlendirir. Kasık ağrılarını kesicidir.
Sumg (ağaç
sakızı): Kurutması kuvvetlidir. En latifi arap sakızıdır. Zira
ki o, göğüs
sertliklerini çözüp, bağırsaklara kuvvet verir. Renkli haberlerle
yazmayı
güzelleştirir.
Dokuzuncu Madde
Çok kullanılan
ilaç ve gıdaların isim ve hükümlerini (karaşet) harflerinin
sırasınca
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, tıp bilginleri demişlerdir
ki:
Kaf - Kusa (acur): Kavunun bir türüdür. Hıyar gibi uzun olur.
İkinci
derecede rutubetli ve soğuktur. Olmuşu güzeldir. Hararet ve safrayı
teskin
eder. Lakin karışımı ve bozuşumu ateş doğurur. Olmuşunun bozulması
daha
seridir. Koklaması baygınlığa faydalıdır. Susuzluğu keser.
Mesaneye
uygundur. İdrarı ve tabiatı yumuşatması vardır. Hıyar ise, acurdan
daha
soğuk ve latifütir. Şiddetli ateşleri giderir. idrar için
oldukça
faydalıdır. Az kere mide ve böbrek ağrılarına iyi gelir. Bunun
düzeltilmesi
tuz, bal veya zeytinyağıdır.
Karanfil: İkinci derecede sıcak
ve kurudur: Kalbi kuvvetlendirir, basuru
giderir. Koklanırsa uyku
getirir.
R- Reyhan: Birinci derecede sıcak ve kurudur. Kalbi kuvvetlendirir.
Basuru
giderir. Koklanması uyku getirir.
Ravend: Aç karnına iki dirhem
kadar sabah içilmesi yara, kir, düşük,
çarpma, karaciğer, mide, fıtık, kasık,
böbrek ve mesane için faydalıdır.
Razıyane: Onun birisinin hararet ve
kuruluğu üçüncü derecededir. Bahçede
yetişeninin hararet ve kuruluğu ikinci
derecededir. Gözü kuvvetlendirir.
Karaciğer tıkanıklığını açar. İdrarı
düzeltir. Soğuk su ile mide iltihabını
giderir.
Reybas: İkinci derecede
soğuk ve kurudur. Kanı ve safrayı söker. Harareti
teskin eder ve keser.
Usaresiyle sürme, göze faydalıdır. Yaraları ve safra
ishalini
giderir.
Rumman (nar): Tatlısı, birinci derecede soğuk ve rutubetlidir.
ekşisi
ikinci derecede soğuk ve kurudur. İkisi, safrayı keser, dışa fazla
akıntıya
engeldir. Ekşisinin bal ile macunu, kulak ağrısına faydalıdır.
Yeşili çok
idrar yapar. Ekşisi, mide iltihabına faydalıdır. Boğaz ve
göğüsü
sertleştirir. Tatlısı, onları kuvvetlendirir ve yumuşatır. Ateşli
öksürüğe
engeldir. Her türlü hafakanı defeder. İyisi, sulu olanıdır.
Şın -
Şaîr (arpa): Birinci derecede soğuk ve kurudur. Gıdası buğdaydan
azdır. Arpa
suyu, unundan gıdalıdır. Arpa suyunun un ile karışımı, göğüs,
öksürük ve yüz
sivilcelerine iyidir.
Şuniz: Siyah tanedir. İkinci derecede sıcak ve kurudur.
Sıcaklığı ciladır.
Kokusu ayrıştırıcıdır. Kokusu ayrıştırıcıdır. Basuru
giderir, kanındaki
kurtları öldürür. Keten torba içinde iki dirhem nohut ve
ayranla
karıştırılıp alna konursa, nezleye faydalıdır.
Tı - Temr-i Hint
(Hint hurması): İkinci derecede soğuk ve kurudur. Mideyi
kuvvetlendirir,
safrayı giderir. Kusmayı teskin eder, susuzluğu keser.
Tüffah (elma): Onun
tatlısı, normale yakın sıcaklığa meyyaldir. Onda
fazladan soğuk bir rutubet
vardır ki, onunla şişirir. Ekşisi çok soğuk
olup, rutubeti azdır. Ezilmişi
harareti keser.
Tin (incir): Onun tazesi az rutubetli ve sıcaktır. çok su ve
gıdası vardır.
mideden hemen emilir. Kurusu latif ve sıcaktır. Bütün
meyvelerden
gıdalıdır. Olmuşu itidale yakındır. Etli yaraları iyileştirir ve
yumuşatır.
Harareti müsekkindir. Cerahatli kanı dondurur, donmuş olanı
eritir.
Hastalıklarla bozulan renkleri düzeltir. Macunu, çıbanları oldurur.
Tozlu
balgamın hararetini yatıştırır. Müzmin öksürüğü giderir. Akciğer ve
göğüse
faydalıdır. Karaciğer, dalak, böbrek ve mesane tıkanıklıklarını açar.
Aç
karnına incir yemek, gıdanın geçiş yollarını açar. Badem ve ceviz
ile
yenmesi çoktur. Lakin ağır yiyeceklerle yemek iyi değildir. Üç sabah
sirke
içinde sulandırılmış üçer incir yiyen, ateşli hastalıktan
kurtulur.
Safradan zarar görmez.
Dut: Beyaz incire yakındır. Lakin ondan
az gıdalıdır. Mideye kötüdür.
kırmızısı rutubetli ve soğuktur. Onda kabız
etme vardır. Boğazdaki şişleri
giderir. Yenmesinde ve suyunda iştiha ve gıda
kuvveti vardır. Gıdaları
mideden çabuk, bağırsaklardan yavaş geçirir. İdrarı
artırır.
Se - Sum (sarımsak): Aslı üçüncü derecede sıcak ve kurudur.
Suyu
değiştirmek için, müzmin öksürük ve göğüs ağrıları için gayet
faydalıdır.
Asalak ve kurtları döker. İdrarı getirir. Bitleri öldürür.
Buharının
çokluğundan baş ağrısı yapar ve göze zararlıdır.
Selc (kar):
Hapsedilmiş olan duman hararetinden susuzluk verir. Mide ve
sinire
zararlıdır. Dişlerin hararetten doğan ağrısını teskin eder.
H - Haşhaş:
İkinci derecede soğuk ve kurudur. Siyahı şurup ve macun olarak
üçüncü
derecede soğuk ve uyutucudur. Yenmesi nezleyi önler.
Hatmi: Şebboy çiçeğidir.
İtidal üzere sıcaktır. Onda, erdirici, yumuşatıcı,
ayrıştırıcı ve gevşetici
özellikler vardır. Mafsal ağrılarını ve titremeyi
önler. Tohumu ateşli
öksürüğü keser. Yaprağı göğüs şişkinliklerini
giderir. Kaynatılan kökü,
bağırsak ve idrar yanmalarını, makat
şişkinliklerini ve ishali
giderir.
Huh (şeftali): Birinci derecede rutubetli ve ikinci derecede
soğuktur.
Çabuk bozuşan ve yumuşak tabiatlıdır. yonca suyu ve yaprakları ile
kulak
kurtlarını öldürür. Göbeğe sürülmesi veya içilmesi karın
kurtlarını
öldürür. çok besleyicidir. lakin gıdası zararlıdır. Yemekten sonra
yemek
iyidir.
Hal (sirke): Hararet ve rutubetten bileşmiştir. Soğukluğu
çoktur.
Kaynatılırsa soğukluğu azalır. Kanı inceltir, safrayı söker.
Sevdelilere
zararlıdır. Balgama zıttır. Hazma yardımcı ve uyuzu önleyicidir.
Yanıklara
iyidir. Gül yağı ile baş ağrısına faydalıdır. Ağızda gargara
edilirse
diş ağrılarını keser.
Hubz (ekmek): En iyisi temiz buğday unundan
olanıdır ki, ince elenmiş olup,
mayası tuzlu ve hamuru normal olanıdır.
Tandırda pişirilmelidir. Buna yakın
olanı, fırında pişirilen somundur.
Ekmeğin sıcağı zararlı, soğuğu
yararlıdır. Peksimetin gıdası çoktur. Sert ve
kuru olduğundan nüfüzu
yavaştır. elenmemiş un ekmeği tabiatı yumuşatır. pide
lezzetlidir. Fakat
sertlik verir. Süt ile yoğurulanı çok besleyicidir. Fakat
zor sindirilir.
Siyah buğday ekmeğini su ile yemek, şişmanlatır. Sıhhati
korur.
Harmil (üzerlik): Üçüncü derecede sıcak ve kurudur. Balgamı söker.
Mafsal
ağrılarını giderir. Uyuzu izale eder. Şişkinlikleri indirir. Baş
rutubetini
temizler. Yağı, kulak ağrısına faydalıdır. Bal ile aç karnına
yenmesi,
akciğer tıkanıklığını giderir.
Ze - Zeheb (altın): Latif ve
mutedildir. Toz, sevdevî hastalıklara ilaçtır.
Kalbi kuvvetlendirir. Hafakanı
önler. Ağızda tutulması ağız kokusunu
giderir.
Dad - Zarur: İkinci
derecede sıcak ve kurudur. Yaraları temizler.
Gayn - Galiye: Kıymetli bir
ıtırdır. Sert şişleri urları yumuşatır ve çok
derde ilaçtır. Soğuktan olan
baş ağrısını giderir. Taşınması rahim ağrısını
giderir.
Bütün ilaçlar ve
gıdalar, Hak'kın tesiri ile etkileyici olduğu muhakkaktır.
Bu sayılanların
zannı sebeblerden olduğuna, tıbbî hastalıklar kesin
delildir. Şu halde bütün
sebeb ve eşyalardan tesir eden ancak sebebleri
yaratandır ki, herkese o,
zarar ve yarar verendir. Burada, Çilim ikidir,
tıp ve din ilmi,È sözündün bu
miktar yazılma ve açıklama, tıp ilminin
hülasasıdır. Geri kalanları, tabibler
arasında şayidir.
Onuncu Madde
Vücut sıhhatine ait
olan yeme ve içmenin âdâb ve kaidelerini ve bazı
yiyecek ve meyvelerin
fazilet ve faydalarını bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki,
muhaddisler demişlerdir ki: Peygamberlerin (selâm
onlara olsun) âdetleri
sürekli arpa ekmeği yemektir. habib-i Ekram
Sallallahu aleyhi ve sellem
hazretlerinin yediği çoğu zaman o ekmek idi.
Veya ince buğday ile karışık
olan arpa ekmeği idi. Arpa ekmeği ile üç gece
ard arda doymayıp çoğu
vakitleri aç ve susuzdu. Şu halde tenbih ve beyan
buyurmuştur ki, gündüz
beyazlığı ve gece karanlığı içinde ikişer kere yemek
ve içmek israf ve
illettir. Et yemek ve çorba içmeye devam etmek kasvet
verir. Kırk gün kadar
et ve yağlı yememeye devam etmek ahlakı bozar,
tabiatı değiştirir. tok
karnına yemek ve susamadan su içmek vücut sıhhatine
zarardır. Nitekim,
gereksiz gülmek insanı mahcup eder. Uykusuz gece ve
gündüz ona tembellik
verir.
Sıhhatini korumak isteyen tokluğa devam etmeyip, açlığı kadar
yemekle
lezzeti bulur. Firdevs ziyafeti için kudreti kadar aç kalsın. Ta ki,
aklı
saf, göğsü geniş ve kalbi nurlu olsun. Mümkün oldukça gıdayı
aklına
getirsin. ta ki, bedeni sıhhat ve tabiatı kuvvet bulsun. Akşam
yemeğini
terk etmesin ki, uzuvları düşkünlükten emin olsun. Türlü nimetlerle
renkli
servetleri birleştirmeyip, bir yemek üzerine devam etsin. Ta ki,
cismi
sıhhat ve sürura, kalbi hayat ve huzura yetsin. zira ki her hastalığın
aslı
tokluk, her davanın aslı açlık olduğu tecrübe edilmiştir. Edeple
sadece
ekmek yiyenin bedeni, ömrü oldukça sıhhat ve afiyette bulunmuştur.
Edep ise
açlıktan sonra yemek ve doymadan sofradan kalkmaktır. şu halde, az
yeme ve
içmenin dünyevî derecesi karnın üçte birini yemek, üçte birini içmek
ve
üçte birini teneffüs için ayırmaktır. Orta derecesi yeme ve içme ile
ancak
karnın yarısı dolmaktır. En üst derece yemesi hasta yemesi; uyuması
suda
boğulanın uykusu olup, huzur lezzetini bulmaktır. Tokluk üzerine
yemekten
kaçınmak mühim ve lüzumludur. Zira ki o, israf ve haram olduğundan
başka
abraşlık verici, hastalık ve düşkünlüğe sebeptir. Huzura gelen yemek
ve
içeceği ayıplamasın. Eğer iştihası var ise yesin. Ancak terk
edip
söylemesin. Bir kişinin yemeği iki kişiye yeter. Nitekim iki kişinin
yemeği
dört kişiye, dört kişinin yemeği sekiz kişiye yeter.
Bazı yiyecek
ve meyvelerin fazilet ve faydalarında nice Hadis-i Şerif varit
olmuştur.
Nitekim Cibril-i emin Aleyhisselâm, Habib-i Ekrem Sallallah-u
Aleyhi ve
Sellem Hazretleri4ne keşkek yemeği işaret kılmıştır. O zaman onu
o, yiyip,
kuvvet, cima ve gece namazı için otuz kırk adım kadar güç
bulmuştur. O'nun
yanında bütün yemeklerden arpa ekmeği, mercimek çorbası ve
su kabağı daha iyi
ve sevgili olmuştur. Zira ki, Allah4ı andıkça ondan
kalbi rikkat bulmuştur.
Etten dimağ, kulak, göz uzuvlar ve diğer cüzler
kuvvet almıştır. Etin iyisi
omuz eti ve sırt etidir ki, hasta kalbi düzeltir
ve hüzünlü kalbi rahatlatır.
Katıkların en faydalısı, sirke olmuştur. Hurma
ve üzüm meyvelerden olup katık
rütbesini dahi bulmuştur. Üzümü ekmekle
yemek tatlı ve güzel koku verenden
reddetmeyip tatmak ve koklamak haberde
gelmiştir. Mübarek balı sabah ile aç
karna yiyen ve içen her hastalığından
şifa bulmuştur. Hazret-i Peygamber' e
bütün meyvelerden kavun, karpuz ve
taze hurma; içeceklerden, soğuk ve tatlı
olanlar lezzetli gelmiştir. Pirinç
pilavı yerken, 'Peygamber' e Salat ve
selâm olsun' lazım olmuştur. Zira ki,
pirincin nuru cevherinden meydana
gelmiştir. Hadis-i Şerif varid olmuştur
ki: 'Her kim ki baklayı kabuğu ile
yer, onda o kadar hastalık çıkar gider.'
Şüniz ki siyah tanedir, o ölümden
başka her hastalığa şifadır. Peynir ve
cevizi yalnız yemek hastalık verir.
Lakin ikisini birleştirene şifa verir.
Kuru üzüm yemek kokuyu güzel, rengi
saf eder. Balgamı keser. Sinire kuvvet
verir. Onu yiyen çekirdeklerini atsın
ki, o zararlıdır. Üzümü tane tane
yemek güzeldir. Sefercel, kalbe cila, zekâ
ve korkağa cesaret vermede
bedelsizdir. Onu pilav ile yiyen hamilenin çocuğu
üstün ve güzeldir. Narı
iç kabuğu ile yemek mideyi temizler. İncir yemek
kulunçtan kurtarır. Kalbe
incelik verir. Mübarek karpuz, her yemekte olan
lezzeti toplamıştır. Onun
eti, çekirdeği ve kabuğu bütün uzuv ve kuvvetlere
faydalıdır. O, yemek,
içmek ve reyhandır. Karın ve mesaneyi temizler. Bel
suyuna bereket ve
şehvete hareket verir. Kokusu güzel olup, baş ağrısını
yatıştırır. Deriyi
temizler ve süsler. Göze hiddet, yemeğe iştah ve lezzet
verir. Susuzluğu
giderir. Bağırsak kurtlarını öldürür. Yetmiş hastalığı
çıkarır. Bedene
faydalıdır.
Hıyarı tuz ile, cevizi tatlı ile yemek
sünnettir. Meyveleri mevsiminde çok
yiyen ve sonra azaltan sıhhat bulur.
patlıcanı yumuşatır, süsleyerek, deva
niyeti ile yemek illeti giderir, hikmet
verir. Dimağa kuvvet, cimaa kuvvet
ve şehvete hareket verir. İnce baklalar,
karpuz, kereviz... bunlar Hazret-i
İlyas'ın yemeğidir. Hafızayı güçlendirir,
deliliği ve cüzzamı önler. Ak
mantar ki, bir tür Çemen' e benzer. Suyu göze
şifa verir. Siyahı iyidir, bir
yere giren oranın soğanından yesin. Ta ki, o
yerin vebasından emin olsun.
Pişirilmiş soğan ve sarımsak yiyen lezzet ve
kuvvet bulur. Pişmemişi
yemesin ki kokusundan melekler incinir. Toprak yiyen
kendini öldürendir.
Zira ki o, mideyi bozar, rengi sarartır, bedeni helak
eder. Hadis-i Şerif
gelmiştir ki: 'Üç şey sineye sürûr ve bedene sıhhat
verir. Biri güzel koku
koklamak, biri bal şerbeti ve biri güzel elbisedir.' O
Hazret-i Peygamber
ki, doğru söyleyendir. Zira ki, 'insanlar elbise ile
iltifat görür' sözü bu
mânâyı tasdik etmiştir. Şu halde insanlar elbise ile
süslüdür. Takva
elbisesi ise hepsinden daha güzeldir. Cismi canı
korur.
Onbirinci Madde
Dini Mübin âdâbı üzere ve
Resuûl-ü Emin sünneti üzere güzel giyim ve
elbiseyi tayin ve bedeni
süslemenin şeklini bildirir.
Ey azuz malûm olsun ki, muhaddisler
ittifak ile demişlerdir ki: Habib-i
Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem
hazretlerine elbisenin en sevgilisi
gömlek olmuştur. Gömleği, parmaklarının
ucuna kadar ulaşmıştır. Eteği
topuklarının üzerine kadar ancak gelmiştir.
elbiseyi kısaltmakla ümmetine
vasiyet kılmıştır. Elbiseyi kısaltmak sünnet,
uzatmak bid'at ve kibre
alâmet olmuştur. Halil'üllah aleyhisselam erkekler ve
kadınlar için şalvarı
örtünme için elbise bulmuştur. zira ki şalvar, avret
yeri ile yer arasında
bile hail olmuştur.
Sarık hilim, vakar, makamdır.
Arap tacıdır ki, o Hazretin mübarek sarığı
siyah kumaş olmuştur. Sarığın
ucunu iki omuz arasında iki karış miktarı
uzatmak sünnettir. Çene altına
çevirmek bid'attir. İslâm sünnetlerinin
birisi, sert elbise ve kaftan
giymektir. Sert elbise, damarları yayar,
kalbi huşû üzere bulundurur. Kıl ve
yün elbise, büyük peygamberlerin
sünnetidir. Aba Süleyman aleyhisselamındır.
Tavazu ile miskinlere benzemek
için aba giymek Evliya-ı kiramın
âdetidir.
Habib-i Ekrem Sallallahü aleyhi vesellem hazretlerinin gömleği, iç
elbisesi
ve şalvarları pamuktan beyaz; aba, kaftan ve kuşağı yünden yeşil
şaldır.
Yeşile bakmak kalbe sürür ve göze kuvvettir. Şu halde yeşil elbise
onun
ümmetine sünnettir. Erkeklerine sırf sarı ve kırmızı mekruhtur,
bidattir.
Halis ipek onlara haram, karışık renkler mübahtır. Elbiseyi
temizlemek,
nimeti anmadır, zinnet, letafet ve nezafettir. Ağırlığı, gamı ve
kasveti
atmadır. Gönül zenginliği ile eski elbise giymek, insanın
tavazuuna
alâmettir. Hepsinden önce gömlek giyip, sonra otururken şalvar
giymek
sünnettir. İnsanların buğzunu çekmekten ve kalbe gam gelmekten
emniyettir.
Bir elbiseyi yamamadıkça atmamak kalbe rahattır. Eski elbiseyi
bir fakire
vermek âfetlerden selamettir. Üç kat elbisesi oldukta; bir katını
fukaraya
bahşetmek cömertliktir. elbisesini her çıkardıkça toplamak, onu
şeytanın
giymesinden korumaktır. Elbisenin hal diliyle: 'Beni gece süsleyeni,
gündüz
süslerim,' demesi, ol Hazretten rivayettir. Mevla'nın yaygısı olan
yer
üzerinde, ara sıra yalınayak yürümek nefsi kırmaya delâlettir. Misk,
anber,
ud ve kâfur gibi güzel ve kokular; buhurlar ile kokulanma
sünnettir,
lezzettir. Sürme taşı ile her gözüne üç kere sürmek sünnettir,
zinettir.
Kirpikleri bitirir ve göze kuvvet verir. Aşure günü gözü
sürmelemek,
göz ağrısından korunmadır.
Temizlenmek, süslenmek, yağlanmak,
saç ve sakal taramak dahi sünnettir. Yağ
sürmeye kaşlardan başlamak, baş
ağrısını giderici bilinmiştir. Bıyığı
kısaltmak, koltuk ve kasık kıllarını
yolmak revatip sünnetlerindendir.
Kasık kılını, arpadan ziyade terk etmek
nehy olunmuştur. Her perşembe yahut
her cuma ikindiden sonra saçı olmayan
kimse, başını kazıtmak, sakalını
boyundan ve eninden bir tutam fazlasını
kesmek, tırnaklarını makas ile
tıraş edip, sakala gömmek, cismin sıhhati ve
canın rahatı için sünnet ve
âdet kılınmıştır. Nitekim: 'Tırnaklarınızı makas
ve edeple kesiniz,'
denilmiştir. Görünüş düzeni için aynaya veya saf suya
bakıp: 'Allah'ım,
yaratılışımı güzel yaptığın gibi, ahlakımı da güzelleştir,'
demek, hadis-i
şeriften alınmıştır.
Burada, vücut sıhhatini korumak, bu
miktar açıklama ile yeterli olup, ölümü
anlatmaya geçilmiştir. Zira ki: 'Her
doğan ölür,' fehvasınca, her doğan
ölmekle, her kemalin bir zevali olup,
dünyaya gelen gider. Bulunmuştur. Bu
oluşum ve bozuşum âlemi bizim için
kervansaray kılınmıştır. Nitekim: 'Her
can ölümü tadacaktır. Sonunda bize
döneceksiniz,' (29/57) âyet-i
kerimesiyle bu mâna teyit olunmuştur. Şu halde
bu dar-ı fenâdan o dar-ı
bekâya ölmezden önce yönelmek ve bu gayrette o vatan
içi olgunluk
kazanmakla tedarik kılmak, yani nazargâh-ı Hüda olan kalbini
masivadan pak
edip, hayvani ahlak hastalıklarından sıhhat bulmak, Rabbanî
ahlak
nurlarıyle dolmak ve iki âlemde bir Mevla ile olup kalmak hepsinden
önemli
ve lüzumlu bilinmiştir.
Cihanda varlığı kavi ne misafir ol ne
mukim
Ki hane pür keder olmuş turuk dahi pür bim
Çü nimeti nikam ü ızz ü
nazı zül olıcak
Sana ne faide cism olsa gark-ı nâz ü naim
Mezar içinde
olur âkıbet sırrın pâmâl
Ne fark olursa külahın nemüd yahut diyhîm
Tarik-i
Hak4ka gidersen tenin zaif olsun
Ki kat'-ı badiye müşküldür olsa merd
cesîm
Huyuyle hastayı zan eyler ol tabib zaif
Marazşinasın değildir
nedendir adı hakîm
Hayat-ı cism gönül hoşluğuyle nimet olur
Ne zevk olursa
ola ten sahih ve ruh sakim
Ne gam ki fakr ü maraz mevt erer tene
Hakkı
Olursa can ü gönül hoş huyuyle sağ ve selim
(Cihanda, varlığı sağlam
olan ne misafir ol ne yerli. Çünkü hâne keder
dolu, yollar dahi korku. Çünkü
nimeti zor, izzet ve nazı zül olacak, cisim
naz ve nimete gark olsa sana ne
fayda? Sonunda sırrın, mezar içinde ayak
altına düşer. Külahın, aban ve tacın
ne farkı olur? Hak'kın yoluna gidersen
tenin zayıf olsun. Çölü aşmak zordur,
şayet insan cüsseli olursa. Tabib, o
hastayı huyuyla sağlam zanneder.
Hastalıktan anlamadığı halde, adı neden
hakimdir? Hayat, cisim ve gönül
hoşluğuyla nimet olur. Ten sağlam, ruh
sakim olursa ne zevk olur? Fakirlik ve
hastalıktan ne gam Hakkı, sonunda
tene ölüm ererse de; can ve gönül iyi huyla
sağ ve selim olursa.)
[TOP]
KIRK ALTINCI BÖLÜM
ILM-ÜL YAKIN. AYN'EL YAKIN VE ARZ GÜNÜ SUAL
Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
"Hayir, hayir. Kesinliklee bir bilmis olsaniz."
(Tekasür Sure-i
Celilesi: 5)
Yani Kiyametin içyüzünü kesinlikle bilseniz, sayi çoklugu ile böbürlenmeden vazgeçer, size yarayacak davranislar islerdiniz. Zararli davranislardan sakinirdiniz. Ve Kiyamet Günü varlikla sayi çoklugu üe övünmenin hic bir faydasi olmadigini Peygamberler gibi kesinlikle bilseniz varlikla ve sayi çoklugu ile böbürlenmezdiniz. Diyenler olmustur.
«Mutlaka cehennemi göreceksiniz»
(Tekasür Sure-i Celilesi: 6).
Ulu Allah (C.C.) yemin ediyor ki.
Kiyamet Günü atesi ve onun siddetini
kendi gözününzle göreceksiniz ve
«Sonra da onu (cehennemi) mutlaka kesin müsahede ile
göreceksiniz»
(Tekasür Sure-i Celilesi: 7)
Yani cehennemi, hic bir süpheye yer birakmayacak sekilde gözleriniz ile
görecek, müsahede edeceksiniz.
Acaba «ilm-ül Yakin {kesin bilgi» ile «ayn-el
Yakin (kesin müsahede)» arasinda ne fark vardir? denilirse söyle cevap
verilmistir.
«Ilm-ül Yakin» da meleklerin bilgisidir. Cünki onlar cenneti, cehennemi. Levhi, kalemi, Ars'i, Kürsi'yi acikca müsahede ediyorlar, o yüzden bu sayilan konular hakkinda onlarin bilgisi «ayn-el yakin» oluyor.
Bu konuda söyle de diyebilirsin «Ilm-ül Yakin» yasayanlarin ölüm ve mezarlari hakkindaki bilgisidir. Cünki onlar ölülerin kabirlerde olduklani bilirler, ama durumlarinin nice oldugunu bilmezler. Ayn-el Yakin» da ölüm ve kabirler hakkinda bizzat öiülerin bilgisidir.
Çünki gerek bir cennet bahçesi olarak ve gerekse bir cehennem çukuru olarak kabirleri yakindan müsahede etmislerdir. Söyle de düsünülebilir. «ilm-ül Yakin» Kiyamet hakkinda dünyada iken edinilen bilgidir. Ayn-el Yakin» da bütün korkunçluklari ile Kiyameti müsahede etmektir.
Yahud da söyle denebilir. «ilm-ül Yakin» cennet ve cehennem hakkinda edinilen ön bilgidir. Ayn-el Yakin» da cennet ve cehennemi dogrudan dogruya görmektir.
«Sonra o gün mutlaka nimetlerden sorguya
çekileceksiniz»
(Tekasür Sure-i Celilesi:
Âyetinden murat: Kiyamet gününde dünya nimetlerinden mutlaka sorulacaksiniz, bunlar beden, kulak, göz ile kazançlar, yiyecekler, içecekler ve saire olup bunlarin sükrünü yaradanlarina eda ettiniz mi ona sükrenda mi bulundunuz, küfrani nimette mi diye sorulacaklardir demektir.
Ibni Ebû Hatim ve Ibni Merduye, Zeyd Ibni Eslem'den o da babasindan (Allah hepsinden razi olsun) rivayet ettigine göre Peygamber (S.A.V)'imiz «Elhakümü» (Tekasür Suresi) sûresini okuyarak su sekilde yorumlamistir.
«Sizi sayi çoklugu ile böbürlenmek sasirtti, (ibadetten alakoydu).» Hatta «Mezarlari bile ziyaret ettiniz bundan murat size ölüm gelinciye kadar» demektir.
«Hayir, hayir ögreneceksiniz.» (Yani kabirlerimize girerseniz), ögrenebilirsiniz.
«Sonra yine hayir hayir ögreneceksiniz» Bu âyette buyuruyor ki (kabirlerinizden çikip Mahsere varirsaniz)» anlayacaksin.
«Hayir hayir ilmi yakinde bir bilseniz» buyuruyor ki (Rabb'imizin huzurunda amellerinize vakif olsaniz).
«Mutlaka Cahim'i göreceksiniz» Bunun sebebi: (Cünki sirat cehennemin ortasindan geçecekdir. Kimi geçip kurtularak kimi böbürlenerek kurtulacak kimi de cehennem atesine düsecektir.»
«Sonra o gün mutlaka nimetlerden sorguya çekileceksiniz» (yani karninizin doymasindan, soguk sulardan evlerin sagladigi gölgelerden yaratilistaki dengeden ve uykunun verdigi lezzetten sorguya cekileceksiniz)»
Hz. Ali (K.V.) der ki; «Dünya nimetinden maksat, vucud sagligidir. Bugday
ekmegi yiyen, soguk Firat suyundan içen ve oturulabilir bir evi olan kimsenin bu
varliklari, sorusturma konusu olacak olan nimetlerdir.»
Ebû Kilâbe'nin (R.A.) rivayet ettigine göre «sonra o gün mutlaka
nimetleri hakkinda hesaba çekileceksiniz.» Mealindeki âyet inince Peygamber
(S.A.V)´imiz:
«âyetin kasdettigi kimseler ümmetinin içinden yag ile bali karistirip yiyenlerdir» diye buyurmustur.
ikrime'nin (R.A.) rivayet ettigine göre «Yukardaki âyet inince sahabiler
«Yâ Rasûlallah (S.A.V), bizi hangi nimetin içindeyiz biz ancak arpa ekmegi ile
karnimizi ancak yarim yamalak doyurabiliyoruz» dediler.
Bunun üzerine ulu Allâh, Peygamber'ine bilirdi ki: «Onlara söyle: Ayaginda nalin giymiyor musunuz, soguk sular içmiyor musunuz? Iste bunlar birer nimettir.
Tirmizi ve diger ana hadis kaynaklarina göre «et-tekâsür» süresi inip
Peygamber (S.A.V)'imiz de onu: «O gün mutlaka nimetlerden sorguya
çekileceksiniz» Mealindeki sonuncu âyetine kadar okuyunca, sahabiler:
«Rasûlallah (S.A.V)! Biz hangi nimetten sorguya çekilecegiz ki? Elimizde ki
ancak kara renkli yani su ve hurma var. Kiliçlarimiz boyunlarimizda ve düsman
yanibasimizda. Buna göre hangi nimetten sorguya çekilecegiz ki?» derler.
Peygamber (S.A.V)´imiz de onlara: "Bu ilçede olacaktir" diye cevap verir.
Ebû Hûreyre'nin (R.A.) rivayet ettigine göre Peygamber'imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:
«- Kiyamet günü, kulun dünya nimetlerinden ilk sorguya çekilmesi kendinin biz sana vücud sagligi vermedik mi, seni soguk suya kandirmadik mi» denilmek suretiyle olacaktir."
Müslim ve baskalarinin rivayetine göre Ebû Hureyre (R.A.) der
ki.«Peygamber (S.A.V)'imiz bir gün evinden çikmis, yolda yürürken Ebû Bekr (R.A)
ve Ömer (R. Anhuma) ile çarsilasmis. Onlara:
«Bu saatte niye evlerinizden çiktiniz?» diye sormus. Onlar da: «Yâ
Rasülallah (S.A.V) açiktik da ondan.» diye cevap vermisler.
Peygamber
(S.A.V)´imiz de onlara:
«nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederek
söylüyorum ki, ben de o yüzden sokaga çiktim. Haydi kalkin bakalim»
buyurmus.
Her ikisi de O'nunla birlikte kalkip yola koyulmuslar. Ensar'dan bir sahâbînin evine varmislar, adam evde yoktur. Evin kadini Peygamber (S.A.S.)'imizi görünce «hos geldiniz, buyurunuz» demis.
Peygamber (S.A.S.)'imiz «Filân nerede» diye ev sahibi Ensâriyi
sorar.
Kadin: «Bize içecek su aramaya çikti» der. O sirada adam da çika
gelir.
Peygamber (S.A.S.)'imiz ile arkadaslarini görünce: «Elhamdülillah, bu
gün ne kiymetli misafirler buldum» der.
Derhal kosarak onlara karisik hurma
dolu bir çanak getirir. «Bundan yiyedurun» der ve eline biçagi alir.
Peygamber (S.A.S.)'imiz ona sakin süt veren koyun kesme» der.
Adam onlara
koyun keser. Hem koyunun etinden ve hem de o karisik hurmalardan yerler,
içerler. Karinlari doyup soguk suya da kaninca Peygamber (S.A.S.)'imiz, Ebû
Bekir ile Ömer'e:
«nefsimi kudret elimde tutan Allah'a yemin ederek söylüyorum ki. Kiyamet Günü bu nimetten dolayi hesaba çekileceksiniz» buyurur.
[TOP]
Hakkı gel sırrını eyleme zahir
Hakkı gel sırrını eyleme zahir,
Olmak
ister isen bu yolda mahir,
Harabat ehlini hor görme şakir,
Defineye malik
viraneler var.
Erzurumlu İbrahim Hakkı
Tefvizname
Hak şerleri hayr eyler
Ârif anı seyreyler
Zan etme ki
gayreyler
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Sen Hakk'a tevekkül kıl
Sabreyle ve râzı ol
Tevfiz it ve rahat
bul
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Kalbin ana berk eyle
Takdîrini derk eyle
Tedbirini terk eyle
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Bil kâdı-i hâcâti
Terk eyle mürâdâtı
Kıl ana münacâtı
Mevlâ görelim
neyler.Neylerse güzel eyler
Bir işi murâd itme
Hak'dandır O red itme
Oldıysa inâd itme
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Hakk'ın olıcak işler
Ol hikmetini işler
Boşdur gam u teşvişler
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Hep işleri fâyıkdır
Neylerse muvâkıfdır
Birbirine lâyıkdır
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Dilden gamı dûr eyle
Tefviz-i umûr eyle
Rabbinle huzûr eyle
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Sen adli zulüm sanma
Sabr it sakın o sanma
Teslim ol oda yanma
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Dime şu niçün şöyle
Bak sonuna sabr eyle
Yerincedir ol öyle
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Hiç kimseye hor bakma
Sen nefsine yan
çıkma
İncitme gönül yıkma
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Mü'min işi reng olmaz
Ârif dili teng olmaz
Âkıl huyu cenk
olmaz
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Hoş sabır cemilimdir
Allah ki vekilimdir
Takdîr kefîlimdir
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Her dilde ânın adı
Her kuladır imdâdı
Her cânda anın yâdı
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Nâçâr kalacak yerde
Dermân ider ol derde
Nâgah açar ol perde
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Her kuluna her anda
Her anda o bir şânda
Geh kahr u geh
ihsânda
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Geh mu'ti vu geh mâni'
Geh hâfıd u geh rÂfi'
Geh dârr u gehi
nâfi
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Geh abdin ider ârif
Her kalbi O'dur sârif
Geh eymün u geh hâif
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Geh kalbini boş eyler
Geh aşkına düş eyler
Geh halkını hoş
eyler
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Az ye az uyu az iç
Dil gülşenine gel güç
Ten mezlebesinden geç
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Bu nâs ile yorulma
Kalbinden ırağ olma
Nefsinle dahi kalma
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Geçmişle geri kalma
Hâl ile dahi olma
Müstakbele hem dalma
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Hem dem âni zikreyle
Hayrân-ı Hak ol söyle
Zirekliği koy şöyle
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Gel hayrete dal bir yol
Koy gafleti hâzır ol
Kendin unut anı
bul
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Her sözde bir nasihat var
Her işde ganîmet var
Her nesnede zinet
var
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Hep rumuz ve işâretdir
Hep ayn-ı inâyetdir
Hep gâmız ve
bişâretdir
Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Bil elsine-i halkı
Öğren ebed u hulki
Eklâm-ı Hak ey Hakkı
Mevlâ
görelim neyler.Neylerse güzel eyler
Vallah güzel etmiş
Tallah güzel etmiş
Billah güzel etmiş
Allah
görelim netmiş.Netmişse güzel etmiş.
SON
KAYNAK:marifetnametillo
[TOP]